HİSSE-27
HİSSE-27
Eğitim mi, karakter mi?
Padişah, baş vezire sormuş:
“Eğitim mi önemli, karakter mi?”
Vezir hemen cevap vermiş:
“Karakter önemlidir sultanım”
Padişah, memleketin her yanına tellallar göndermiş:
“Duyduk duymadık demeyin… En iyi hayvan eğiticisine 100 altın ödül verilecek.”
Bir eğitici huzura çıkmış. Padişah sormuş:
“Bir kediye tepsiyle servis yapmayı ne kadar zamanda öğretirsin?”
“Altı ayda öğretirim padişahım”
Altı ay dolmuş. Eğitici huzura alınmış. Padişah sormuş:
“Öğrettin mi?”
“Öğrettim padişahım”
Saray erkânı toplanmış. Hünerli kedi elinde tepsiyle servis yapmaya başlamış. Tam baş vezirin önüne geldiği zaman padişah sormuş:
“Ey vezir! Söyle bakalım, eğitim mi önemlidir, karakter mi?”
Vezir, padişahın sorusuna cevap vermeden önce, kaftanının altında hazır tuttuğu bir fareyi yere bırakmış.
Kedi, fareyi görünce tepsiyi attığı gibi farenin peşinden koşmaya başlamış. Altı aylık eğitim de boşa gitmiş.
Vezir, padişahın sorusuna cevap vermiş:
“Karakter önemlidir padişahım. Önünde bir fare gördüğünde her şeyi unutan bu kedi gibi, eline bir fırsat geçtiğinde çıkarının peşinde koşan, vatanını bile satan eğitimli fakat karakteri bozuk insanlardan da Rabbim ülkemizi korusun!”
*************
1919’a kadar Amerika’daki timsah avcıları timsah avı için Afrikalı çocukları yem olarak kullandıklarını biliyor muydunuz?
Timsah avı için bebeklerin yem olarak kullanılması özellikle timsahların çok olduğu şehir Florida’da çok yaygın bir yöntemdi. Beyaz tenli/beyazi avcılar, köle olan siyahi/siyah tenli annelerden bebekleri zorla alıyorlardı. Annesinden zorla koparılan bebekler daha sonra uzun bir ipe bağlanarak göllerin veya bataklıkların yanına konulur ve orada bağlı bir şekilde timsahları tuzağa düşürmek için saatlerce ağlamaya bırakılırdı. Bebeğin ağlama sesine gelen timsah küçük çocuğu yutar yutmaz, balıkçı tarafından iple çekilir ve bir demir çubuk veya mızrakla öldürülürdü. Daha sonra ayakkabı ve çanta üretiminde kullanılmak üzere derisini yüzerlerdi.
Ey dünyaya insan hakları çığırtkanlığı yapan Amerika! Masum bebekleri acımadan katleden siz mi sağlayacaksınız adaleti dünyaya?
Siz mi koruyacaksınız masumların haklarını?
Biz insan haklarını adli sicil kaydı menfaati uğrunda masum bebekleri, insanları acımadan katleden Kapitalist zihniyetinizden değil, kuşu ölen bir çocuğun acısını paylaşmak üzere başsağlığına giden bir peygamberin getirdiği İslam’dan öğreniriz.
*************
18 Temmuz 1932’de resmen ilan edilen Türkçe Ezan genelgesi tam 18 yıl yürürlükte kaldı. Asırlardır “Allah-u Ekber” sesi ile Camii’lere doluşan Anadolu insanı, 18 sene boyunca “Tanrı Uludur” sesleri ile çağrılmaya başlandı.
EZANI TÜRKÇE OKUMAYANA ŞİDDET VE CEZA
3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kur’an, tekbir ve kamet okundu. Ardından 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde ise yurdun dört bir yanındaki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe Ezan metni gönderildi. 4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların “kati ve şedid (kesin ve şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim” gönderildi.
Türkçe Ezan’ın ilk okunduğu yer Fatih Camii oldu. İstanbul’u Müslümanlaştıran, dolayısı ile Müslümanlığın bu coğrafyada kalıcı olmasına da büyük katkısı olan Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış olan bir Caminin seçilmiş olması da bir nevi meydan okumaydı.
Bu tarihten itibiren tam 18 sene boyunca Türkçe Ezan zulmü devam etti.
Ta ki Müslüman halkımızın iradesi ile seçilmiş olan Adnan Menderes ve Demokrat Parti iktidarı başa gelene kadar. Yaptığı ilk icraatlardan biri, Müslüman coğrafyasının temsili olan Ezan-ı Şerif’i tekrar orjinal diline çevirmek olan Demokrat Parti, bu icraatına imza attığında ise tarihler 16 Haziran 1950’yi gösteriyordu.
**************
Serçe Allah’a küsmüştü.
Günler geçiyordu ve serçe hiçbir şey söylemiyordu. İçine kapanmış derin bir hüzne boğulmuştu. Artık Rabbine bir şey demiyor ve onunla konuşmuyordu! Melekler merakla Allah’a serçeyi soruyorlardı ve her defasında Allah, meleklere “o gelecek” diye cevap veriyordu. “Çünkü onun sesini duyacak tek kulak benim ve onun minik kalbindeki derdini anlayacak olan da tek benim” diyordu. Bir zaman sonra serçe, kalbi hüzün, gözü yaşla dolu bir halde bir ağacın dalına kondu. Hiçbir şey söylemiyordu öyle sessiz sessiz bekliyordu. Allah,serçeye seslendi. Söyle bana! Canını sıkan ve kalbini hüzne boğan derdin nedir senin? Melekler serçe ne söyleyecek diye ona bakıyordu. Serçe mahzun biraz da sitemli ses tonuyla; “Küçük bir yuvam vardı. Yorulduğumda dinlendiğim üşüdüğümde sığındığım. Kimseyi rahatsız etmiyordum ve kocaman Dünya’da ufacık bir yerdi kimsenin yerini dar etmiyordu.Sen onu da bana çok gördün neydi o zamansız fırtına? Esip yıktı yuvamı ve beni yuvasız bıraktı.” Artık konuşamadı serçe sözleri boğazında düğümlendi. Sessizlik Arş-ı rahmanda yankılanıyordu ve melekler başlarını eğmiş Allah’ın vereceği cevabı bekliyordu. Allah; “ sen, o yuvanda dinlenirken seni avlamak isteyen bir yılan yuvana doğru geliyordu, seni yılandan korumak için fırtınaya emrettim yuvanı yıksın diye böylece sen oradan uzaklaşarak yılandan kurtuldun. Nice belalar var ki muhabbetimle senden uzaklaştırdım ve sen kuşatıcı muhabbetimi görmüyor geçici belalardan dolayı bana düşman oluyorsun. Serçenin gözleri doldu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı ve onu çok seven Allah’ın şefkat ve merhametine hayran kaldı. Utangaç bir sesle: “Affet Allah’ım “ diyebildi sadece. Ve gönül sözü Arş-ı İlahi’de yankılandı “Affet Allahım!” Başımıza gelen her musibbette, elbette ki nice hayırlar gizlidir. Rabbimize isyan etmek yerine, olanda hayır vardır diyerek rıza göstermek gerekir…*************
2 ADET HIYARLA PAÇAYI KURTARAN GAZETECİ…
Fıkra gibi
12 Eylül Döneminde Ali Baransel sadece TRT`nin değil, tüm basın yayından sorumlu olarak atanır. Bir gün gazetelerden birinde bir fıkra yayınlanır.
Kenan Evren bu fıkrayı görünce çılgına döner. Fıkra şöyledir;
Güney Amerika`da bir uzmana sormuşlar; darbe yapmak mı daha kolaydır, yoksa hıyar turşusu yapmak mı?
Uzman, soruyu cevaplamış; darbe yapmak daha kolaydır. Çünkü hıyar turşusu yapmak için aynı boy taze hıyarları seçeceksin, onları uygun kıvamda tuz, limon, sirkeli suyun içinde uygun süre bekleteceksin, vs, vs, oldukça uzun iş.
Tabii bir de erimesi erimemesi var.
Ama darbe yapmak için üç hıyarı yan yana getirmek yeterlidir.
Kenan Evren bu fıkrayı okuyunca derhal Ali Baransel`i çağırır, başlar kızmaya;bu ne rezalat, böyle bir saçmalığın yayınlanmasına nasıl izin verirsin, neden konrtol etmiyorsun…..
Ali Baransel ne olduğunu anlamak için gazetedeki fıkraya bir göz atar ve;
“Sayın paşam, boşuna üzülüyorsunuz, bakın burada üç hıyar diyor, beş hıyar demiyor ki”
Bunun üzerine Kenan Evren gazeteyi alıp fıkraya tekrar bakınca hak verir;
“Evet ya, doğru diyorsun, bir an farkedememişim”???
Zeki olmak da başka bişey, iki hıyarcıkla nasılda kelleyi kurtarıvermiş ama.
******************
Kaçıncı Rekattayız.
Vaktiyle, Basra’nın en büyük camisinin imamı, yatsı namazının farzını kıldırdıktan sonra, döner ve cemaate sorar:
“Ey cemaat! Acaba namazı 3 rekat mi, yoksa 4 rekat mi kıldık? Bugün biraz dalgınım, şaşırmış olabilirim”
Cemaatten farklı cevaplar gelmeye başlar. Kimisi 3 rekat kıldık, kimisi de tam kıldık derler.
Tartışmalar devam ederken, caminin yakında esnaflık yapmakta olan cami cemaatinden biri tartışmaya son noktayı koyuverir:
“Namaz 3 rekat olarak kılındı, bundan emin olabilirsiniz” der.
Cemaat, nasıl bu kadar eminsin, diye sorunca, adam cevap verir:
“Çünkü hergün yatsı namazının farzını kılarken, dükkânın hesabını yapıyordum. İmam tekbir alırken, şu kadar mal satıldı, şu kadar dirhem masraf, şu kadar dirhem kâr kaldı diye hesap yapmaya başlardım. Fakat bugün hesap yarım kaldı. Bu da namazın eksik kılındığına delildir”
******************
Ceviz kurdu, gireceği kadar bir delik açarak cevizin içine girer.
Cevizin içi insan beynine benzer, başlar onu yemeye.
Buraya kadarı normal. Yedikçe şişmanlar.
Karnı büyür.
Yeterince yükünü tutup doyunca gitmek ister ama girdiği delikten çıkamaz.
Daha da kötü olanı; içi yenilen ceviz de kurumuş ve sertleşmiştir, o deliği genişletmek artık imkansızdır.
Kurtçuk oturup bakar, delikten geçip çıkmak için tek çaresi vardır: Zayıflamayı beklemek.
Aç kaldıkça zayıflar, eski cılız haline döner.
Ve bir gün çıkar.
Ama çıktığında mevsim bitmiş, ortada aç ve cılız bir kurtçuk ile bir içsiz ceviz kalmıştır.
Kimi insanlardaki para ve mal – mülk hırsı da ceviz kurduna benzer.
O hırsı yenip, artık yeter, dediğinde baharlar ve yazlar bitmiş olur.
Geriye sadece, ömrünün sonbaharı ve belki de çeşitli hastalıklar, ilaçlar ve diyetler ile geçirmek zorunda kalacağı, koskoca bir kara kış kalmış olur.
*************
SAVCI BEY: EŞKIYALIK HIRSIZLIK YAPTIM, KARI KIZ PEŞİNDE KOŞTUM, SARHOŞ GEZDİM TUTTUNUZ BURAYA GETİRDİNİZ…HADİ BUNLAR KÖTÜ YOLLAR DEDİM, BARİ DİNİMİ YAŞAYAYIM DEDİM, YİNE BENİ BURAYA GETİRDİNİZ…BANA BİR YOL GÖSTERİNDE ORAYA GİDEYİM…
Bir eşkıya olan “Koruk Efe” Risalei Nur’ları tanıyınca nasıl bir inkılap’tan geçiyor…yirmibirinci asrın tüm üniversiteleri, eğitim sistemleri bir insanı böyle değiştirebilirmi!..
Koruk efe eşkıyalıktan temin ettiği bir atı Barlalılara veresiye satmıştı. Bilahare atın parasını almak üzere Barla’ya gidiyor. Fakat atı sattığı adam tarlalara gitmiş. Onu beklerken Barla sokaklarında Barla insanlarıyla sohbet etmeye başlamış…
Birden, dağ gezisinden dönen Hazret-i Üstad’ı, üstünde siyah cüppe ve beyaz sarıkla evine girdiğini görüyor. Koruk Efe “bu kimdir?” diye soruyor. Barlalılar: “Şarktan gelme çok değerli bir âlimdir” diyorlar. Koruk Efenin âlimlerle bir işi yok aslında. Aklına takılan, “bu adam şarklı olduğuna göre, belki yanında antika silah veya kasatura gibi şeyler vardır” diye düşünüyor. Ve Hazreti Üstadın evine çıkıyor, kapısını çalıyor…
Üstad kapıyı açıyor, “buyurun” diyor. “Hocam sizin şarklı olduğunuzu duydum, ben antika meraklısıyım, tabanca kasatura gibi bir şeyin varsa alıvereyim” diyor. Hazret-i Üstad onun yüzüne bakarak, sana “Yâ Bâki entel Bâki” vereyim diyor. Cahil eşkıya bu ne demek diye düşünürken, üstad o mübarek esmanın tefsirini yapıveriyor. “Seni, beni ve bütün âlemleri yaratan Hâlikımın dostluğunu vereyim” diyor…
Koruk Efe o güne kadar böyle bir hitaba muhatap olmadığından, kendini bir heyecan basıyor. Kriz gelip yere düşüyor. Bir müddet baygın kaldıktan sonra gözlerini açıyor. Hazreti Üstad yerinden kalkıyor tavana astığı enva-i çeşit üzümlerden bir çıngıl koparıp birer birer tanelerini ağzına veriyor. Sonra kolundan tutup kaldırıyor. “Haydi, ben sana müsaade ediyorum, o atın parasını alma. ‘Yâ Bâki entel Bâki’ okuyarak evine git” diyor…
Kapısından dışarıya çıkarıyor. At parasını almaya geldiğini söylemediği halde, Hazret-i Üstadın: “O atın parasını alma” demesi ve “Yâ Bâki entel Bâki” münacatının manasını vakarla ve ciddiyetle ona anlatması, Koruk Efenin içini hıçkırıklarla dolduruyor. “Şu Barlanın sokaklarından çıkayım da, bağıra bağıra bir ağlayayım” diyor…
Barla’dan uzaklaşınca başlıyor bağırarak ağlamaya, içi boşalmıyor. Sessiz sessiz içinden ağlıyor, fakat içi yine boşalmıyor. “Ben ne yaptım bu güne kadar, bu ömrü niye boşa geçirdim, bunca günahlar işledim…” deyip pişmanlıkla, “Yâ Bâki entel Bâki” okuyarak evine geliyor. Barlaya eşkıya olarak giden Koruk Efe Çobanisa Köyüne tam bir Müslüman ve Nur talebesi olarak dönüyor…
Koruk Efe nur talebesi olduktan bir müddet sonra, başındaki takke yüzünden iki jandarma tutup onu karakola götürüyorlar. O zaman şapka kanununa muhalefetten mahkemeye veriyorlardı…
Koruk Efe savcıya ifade verirken şöyle diyor: “Ben eşkıyalık, hırsızlık yaptım tuttunuz; sarhoş gezdim, karı-kız peşinde ahlaksızlık yaptım tuttunuz buraya getirdiniz. Tamam, bu yollar yanlış imiş, anladık. Bari Müslümanlığı yaşayayım dedim, tuttunuz yine buraya getirdiniz. Yahu Savcı bey! Bana bir yol gösterin de oraya gideyim!” deyince savcı jandarmalara: “Bu adamı niye getirdiniz” diyerek salıveriyorlar…
**************
DERLEYEN
MEHMET ÖZÇELİK