VARLIĞININ ZIDDI OLAN YOKLUK
VARLIĞININ ZIDDI OLAN YOKLUK
Genel bir kuraldır, “ Tu’reful eşyau bi ezdadiha” yani her şey zıddıyla bilinir.
Yani eşyanın mahiyeti ve hakikati, hususiyeti, özelliği, genel olarak tam bilinebilmesi zıddının varlığı iledir? Yani acı olmadan tatlının mahiyeti, soğuk olmadan sıcağın durumu, gece olmadan gündüzün varlığı bilinemediği gibi; aynı şekilde Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.”[1] buyuruyor.
Her şeyin zıddı, çifti var ancak Cenab-ı Hakk’ın varlığının zıddı, çifti, dengi yoktur. Onun içindir ki Cenabı Hak hikmeti gereği olaraktan küfrün, şerrin, şeytanın vücuduna, yok olup hakikati olmayan, sonradan ortaya çıkartılan şeylerin vücuduna, inkarına müsaade ediyor.
Bununla da kendi varlığı daha iyi bilinmiş, varlığı açıklanmış olmaktadır.
Elbette güneş kendi kendine delildir. Kendi kendisini bizzat ifade, izah ve isbat eder.
Cenab-ı Hakkın varlığı elbette zıddının olmasına ihtiyaç olmadan bizzat kendi kendisine delildir.
Cenab-ı Hak-da hikmeti gereği bilinmesi için, varlığının zıddı olmayan yokluğunun kabul edilmesine, sanal da olsa şeytanın icat etmiş olduğu, hakiki olmayan inkârlara müsaade etmiş ve inkarı ile vücudu, varlığı bilinmiş, anlaşılmış ve sayısız delillerle isbat edilmiş olmaktadır.
Mahiyetine, sıfat ve Zatının varlığına, marifetine pencereler açmış oluyor.
-Allah’ın varlığının zıddı olan yokluğu yoktur ki, ispat edilebilmiş olsun. Belki o kâfir zihninde oluşturmuş olduğu vehmi, hayali, sanal, suni olan bir şey ile düşüncesini, daha doğrusu düşüncesizliğini onun üzerine bina etmiş olur. Onun inkâr etmiş olduğu şey de bir üfürükle, bir parmak işareti ile, hafif bir dürtme ile rahatlıkla ortadan kaldırılabilecek bir durumdadır.
Ondan dolayıdır ki kâfirin inkârı var değil ki ispat edilebilsin. Oysa olmayan bir şey ispat edilemediği gibi, inkâr edilen bir şey de varlığı vardır ki inkar edilmiştir. Var olan bir şey inkâr edilir. Olmayan bir şey yok ki isbat edilebilmiş olsun.
Hakikatleri gizleyerek üstünü ört bas etmeye çalışan kâfir ise, deve kuşu gibi kafasını dalalet kumuna sokar. Görmemiş ve bilmemiş olduğu bir şeyi adeta bütün kâinatı ihata etmiş, araştırmış ve bulamamış gibi inkâr etmeye kalkışır.
Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de; Hz Musa’nın Kendisini Tur-i Sina da, ‘Yarabbi Kendini bana göster.’ demesine karşı, -Gözler onu İdrak ve ihata edemezler. Ancak o gözleri ihata ve idrak eder buyurmuştur.[2]
O kâfir de idraksizliği, ihatasızlığı, eksikliği ve noksanlığı ile Ezeli ve Ebedi olan bir Zatı ihata edemediğinden, basit bir ifade ile onun inkârına gitmektedir.
Allah her şeyi ihata ve idrak edip kuşatırken, insan elbette ki sınırlı olan görme, duyma, düşünme gibi duygularıyla sınırlı olaraktan anlayabilmektedir?
Arifler ise bunu bildikleri için Cenabı Hakkı bilip; ‘Ma arafnâke hakka ma’rifetike ya ma’ruf’ demişlerdir.
Ey Allahım, ben senin marifetini hakkıyla bilemedim.
Yani bilinen ancak ihata ve idrak edilmeyen, var olup varlığının hakikatine ve künhüne varılamayan ve her bir şey de varlığının işaret ve alametleri mevcut olup ancak tümüyle ihata edilemediği için ancak ayetleriyle varlığının delilleri ile bilindiğini ifade ederek acizliklerini bu surette ifade etmişlerdir.
Ey bilinen Rabbim, seni hakkıyla anlayamadım, bilemedim, idrak ve ihata edemedim. Kendi sınırlı olan bilgi ve anlayışım ile ancak senin varlığının işaretlerine; Güneş’in tamamı ile ihata edilemediği gibi ışıklarının ve nurlarının belirtilerine iman edip, kabul etmek gibidir.
**************
Allah iki tane sorumlu varlık yaratmıştır. Bunlardan biri insandan iki bin yıl önce yaratılan cinlerdir. Bunlarda akıl duygusu gelişmiş olup, bu duygu ile hareket etmekte ve sorumlu olmaktadırlar.
İnsan ise ekstradan kendisine ayrıca Kuvve-i Şeheviye ve Gadabiye yani istek ve kızma duygusu da verilmiş olup, bu üç duyguya Cenabı Hak sınır koymamıştır. Ebediyete kadar uzanacak bir özelliğe sahiptirler.
Bu üç duygu ile insanın diğer duyguları, kabiliyetleri, ruhu vicdanı, kalbi, aklı; bu duyguların serbest bırakılması ile daha da gelişmekte, ebediyete doğru uzanıp, ezeli ve ebedi olan Allah’ın marifetine, muhabbetine adeta kulaç atmaktadır. Sürekli terakki edip gelişmekte, önü açık olup ebede namzet bir varlık olmaktadır.
İşte bu insanın sınırsız özelliğidir ki; O insanı sonsuza dek gelişime müsait, kabiliyetlerinin gittikçe orantılı olarak ve imanı, marifeti ve ameli nispetinde gelişmesinin önünü ve yolunu açmış olmaktadır.
İnsanın bu yolculuğunda şeytanın varlığının hikmeti ve insanı aldatması dolaylı olarak terakkisine vesile olmaktadır.
Şeytan olmayan bir şeyi insana kabul ettirmeye çalışmaktadır.
Hayali ve hakikati olmayan gölgeye tutunmaya davet eder.
Şeytan insanlara fısıldadığı gibi, Allah da ilham etmektedir.
Arıya vahyeden Allah, neden insana ilhamda bulunmasın!
Zaten 8 milyar insanın kalbiyle iletişim kuran Allah, neden onların kulaklarıyla bir anda iletişim kurmasın ve kuramasın.
Allah’ın insan üzerindeki tasarrufu sürekli ve kuvvetlidir.
Şeytanınki ise zayıftır.
– “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise tâğutun yolunda savaşırlar. Siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Gerçekte, şeytanın hilesi pek zayıftır.”[3]
-” Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.
Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah’a ortak koşanlaradır.”[4]
– “Andolsun İblis, onlar hakkındaki tahminini doğruya çıkardı. İnanan bir zümrenin dışında hepsi ona uydular.
Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırt edip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır.”[5]
-“(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim.» Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.”[6]
-”Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin câmi bir semeresi olan insan nevinde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.
İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar.”[7]
MEHMET ÖZÇELİK
16-05-2020
[1] Zariyat.49.
[2] A’râf Suresi 143. Ayet,En’am suresi.103.
[3] Nisa.76.
[4] Nahl Suresi 99-100. Ayet.
[5] Sebe’ Suresi 20-21. Ayet.
[6] İbrahim Suresi 22. Ayet.
[7] Lem’alar.Bediüzzaman Said Nursi.13.Lem’a.84.