KRAL ABDULLAHTAN MEKTUP VAR

KRAL ABDULLAHTAN MEKTUP VAR

Abdullah 1921-1923 arasında İngiliz mandası altındaki Filistin’in bir parçası, 1923’ten sonra da bağımsız bir emirlik olan Doğu Ürdün’ün emiri ve nihayet 1946’dan sonra tam bağımsız olan Ürdün’ün kralı olmuştur.

Kral Abdullah anılarında çocukluğundan itibaren yaşadıklarını ana hatlarıyla aktarmaktadır. Hicaz ve İstanbul’daki çocukluk yılları, babası Şerif Hüseyin’in Mekke
emirliği ve kendisinin Osmanlı Medis-i Mebusanı’ndaki Mekke mebusluğu, Asîr’de Osmanlı Devleti’ne isyan eden Seyyid İdrisî’yi bastırmaya yönelik askerî harekât, 1916’daki büyük Arap İsyanı, Haşimî-Vehhâbî mücadelesi ve Ürdün Devleti’nin doğuşu, bu hatıratın ana başlıklarından bazıları.[1]    

-1916 İsyanı esnasında bir Arabın Abdullah’a “kızıl suratlı” Lawrence’ın kendi yanlarında ne işinin olduğunu sorması, bazı Arapların İngilizlerle yakın temasa duyduğu öfkeyi yansıtır. Kral Abdullah’ın 1951 yılında bir Filistinlinin suikastı neticesinde can vermesi de kaderin garip bir tecellisidir.[2]

-Arapların en büyük hastalığı, rahatına düşkünlükleri ve yöneticilerine itaatsizlik edip ayaklanmalarıdır. Bunun en bü­yük göstergesi Hz. Osman dönemindeki isyandır. O günden sonra Araplar içinde fitneler baş göstermiş ve gerilemenin yolları açılmıştır.
Arapların bir düşmanı da, Arap olmayan Müslüman kardeşlerinin kavmiyetçilik hastalığıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimin hakları basık burunlu, döğülmüş demir gibi dümdüz suratlı bir kavim tarafından yenmedikçe kıyamet kopmaz.

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin ve Osmanoğulları sülalesinin tamamının ortadan kaldırılmak istenmesinin asıl amacı, cumhuriyet ilan edebilmekti. Sultan V.
Murad’ın cinnet geçirdiği günlerde hükümet, Osmanoğullarımn ileri gelenlerini bir ziyafete davet etmişti. Ziyafetin maksadı bunları bir şekilde öldürmekti. Sultan II. Abdülhamid, olayı önceden haber aldığı için yemeğe katılmamış, dolayısıyla plan başarıya ulaşmamıştı.
Bu planı kuranların başında Sadrazam Ahmed Midhat Paşa vardı. Plan başarıya ulaşsaydı, eski Mekke emiri Şerif Abdülmuttalib b. Galib halife ilan edilecekti.[3]
Aynı plan, Türkiye’de cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından uygulanmış ve Osmanlı hanedanı üyeleri ülkeden kovulmuştur.[4]

-Cumhuriyet inkılâbı, Midhat Paşa zamanından beri Türk gençliğinin gördüğü bir rüyaydı. Türkler dünyanın her tarafına yayılan sınırlarıyla büyük bir devlete, ancak hilafeti gasp ettikten sonra sahip olduklarının farkında değillerdi. Hilafeti üzerlerinden atınca Arapları da doğal olarak göz ardı etmişlerdi. Bugün Türklerin çok daha düzenli yepyeni bir devletleri var, ama padişahın aynı zamanda halife olduğu zamanlara ait şöhret ve etkilerinin yanında bugünkü devletlerinin esamisi bile okunmaz. Geçmişte büyük bir devletleri vardı, bugünse küçülüp gittiler. Demek ki, bir şey asıl karakterinden ayrılırsa bozuluyor!

Bugün bizler, yani Arap milleti, başsız yahut çok başlı bir vücuda benziyoruz. Başı olmayan vücut şaşkındır, nereye gideceğini bilemez. Çok başlı vücut da hangisini takip edeceğini bilemez, yine yolunu şaşırır.[5]

-`İnsanlar Abdülhamid’in zalim olduğuna inanıyorlar. Ama yanlış biliyorlar. Abdülhamid zalim değil, sadece çok dikkatli bir hükümdardı. Tahttan indirildikten sonra anlaşıldı ki Abdülhamid görevi boyunca sadece bir defa idam cezası vermiş­ti. Geri kalan mahkûmlar en fazla ömür boyu hapse mahkûm edilmişlerdi.[6]

-`Bence Sultan Abdülhamid İslâm dünyasmın son büyük sultanıydı. Onun tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman’a yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitne ile Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağ­da insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı. Bütün işleri çekip çeviren ve baki kalan yalnız yüce Allah’tır.[7]

-İttihatçıların dar görüşlülükleri yüzünden hilafet ve saltanat idaresini kendilerince meşrutî bir millî hükü­mete çevirmeleri ve Müslüman Arap hükümranlığını Batı ruhuyla işlenmiş zorba bir yönetimle değiştirmeleri yüzünden Araplarla Türkler arasındaki bağlar koptu.[8]

-İttihat ve Terakki hükümeti bundan sonra Arap vilayetlerine hiçbir ilgi göstermedi. Tek önem verdikleri husus, bir kısım İngiliz askerini Mısır’da, bir kısmını Irak’ta muhasara altında tutmaktı. Böylece, bu askerlerin batı cephelerinde savaşma imkânı bulmalarını önlemek istiyorlardı. Batı cephesi savaşın esas kızıştığı yerdi, orayı kazanan savaşı da kazanmış sayılacaktı.
Türkler kışı Mısır’a saldırı hazırlığı yaparak geçirdiler.
Kafkas cephesine de büyük miktarda asker sevk etmişlerdi. Irak’ta düzenli ordu bırakmadılar ve burası için yedek askerlere güvendiler.

İngilizler Basra’ya saldırınca karşılarında hiçbir mukavemet görmediler ve Basra düştü. İngiliz ordusu Kurne’ye doğ­ru ilerlemeye başladı. Araplar,Irak vatandaşlarından oluşan düzenli orduların Türk bölgelerini savunmak için gönderildiğini fark edince şaşkına döndüler. Çünkü bu askerlerin kendi bölgelerinde savaşacaklarını düşünmüşlerdi.[9]

-İngiltere’nin Mı­sır başkonsolosluğunda görevli Doğu İşleri Sekreteri Mr. Storrs’tan bir mektup getiriyordu. Mektupta şunlar söyleniyordu:
Osmanlı Devleti, Büyük Britanya ile kadîm dostluğunu rafa kaldı­rıp Britanya’nın düşmanı Almanya’nın safına geçm iş olduğundan, Britanya da Türkiye ile arasındaki kadîm dostluk bağlarını koparma hakkım kendinde görmektedir. Siz ve saygı değer babanız, Arapların tam bağımsızlığa kavuşmalarıyla sonuçlanacak girişim hakkında
önceden sahip olduğunuz görüşünüzü muhafaza ediyor musunuz?
Eğer siz ve saygıdeğer babanız hâlâ bu görüşteyseniz, Büyük Britanya Arap Ayaklanmasını desteklemek için kendisine ihtiyaç duyulan her alanda yardım etmeye hazır olduğunu bildirir.
Pek tabiî ki bu mektup beni rahatsız etti. Çünkü varlığı anlaşılırsa, güvenilmez birisinin eline geçerse ya da mektubu getiren kişi kendisini satıp ağzından bir şeyler kaçırırsa mektubun bizi çok tehlikeli yerlere götüreceği kesindi. Bu yüzden, gelen adama “Kendini tehlikeye atıyorsun ve üstelik bu yaptığın haddini aşmaktır. Eğer bir elçi olmasaydın, buraya gelişine hiçbir şekilde sevinemeyecektin” dedim ve mektubu babama arz ettim. Babam gülerek “Mektubun ulaştığını ve hâlihazırda Arapların haklarını talep etmek için yeterince hazır olmadığı­mızı bir mektupla bildir” dedi ve adamı güler yüzle ve güvenle geri gönderdi. Dediğini yaptım, adam mektubu alıp gitti.

McMahon arasındaki meşhur yazış­malar gerçekleşti. Yazılanlar özetle şunları ifade ediyordu:
Büyük Britanya bağımsızlık savaşında Arapların Türkleri ve Almanları Arap bölgelerinden çıkarmak için ihtiyaç duydukları her şeyi temin edecekti.[10]

-Rahmetli kardeşim Faysal vasıtasıyla Suriye bölgesindeki Arap gruplarıyla haberleşmeye başladık. Ayaklanmanın başlayacağı zamanı belirleme işi Araplara bırakıldı.

Yaz gelince emirliğin yönetimi yine Taife taşındı. Bu arada, Emir Faysal Suriye’den, Emir Ali de Medine’den gelmiş­lerdi. Taifte herşey olması gerektiği gibi planlandı ve sonraki kış geçince ayaklanmanın başlatılmasına karar verildi. Ardından Emir Faysal Suriye’ye, Emir Ali Medine’ye döndü.
O süre boyunca Arap kamuoyu ayaklanmaya hazır hal geldi. Çünkü denizden gelen gelirler kesilmiş, herşeyin fiyatı yükselmiş ve bolluktan eser kalmamıştı. Ayrıca kamuoyu şunu da fark etti ki Araplar Osmanlıların emrinde savaşa devam etseler bile bunun tek sonucu olacaktı: İster Türkler ve Almanlar ister Fransızlar ve İngilizler galip gelsin, Araplar yine başkaları tarafından yönetilecekti. Dolayısıyla, Arap Ayaklanmasını başlatmak ve böylece savaş boyunduruğun dan ve başkalarının hükmüne boyun eğme çaresizliğinin sonuçlarından kurtulmak gerekiyordu.”[11]

-“Cidde’deki İngiliz donanması Osmanlı kışlalarına yapılan saldırılarda sindirme maksatlı atışlarla Araplara destek veriyordu.”[12]

-“Aysa vardıktan bir hafta sonra, Kuzey Ordusundan yirmi beş bin kişilik bir hecin süvari birliği ile Yüzbaşı Lawrence geldi. Lawrence’ı, demiryollarının tahribinde gerekli teknik çalışmaları idare etmesi amacıyla Melik Faysal göndermişti.
Kendisinin tutucu aşiretler arasındaki olumsuz tesirini bildiğim için gelişine pek sevinmedim. Vehhâbî akidesine bağlı îbn Lüey bir keresinde bana şöyle demişti: “Almanlar Türkleri etki altına aldı diye Türklerle savaşıyorsunuz. Peki ya bu adam kim oluyor? Almanlar Türklerin dostuysa, bunlar da sizin dostunuz, o halde ne diye savaşıyorsunuz?”
Nahis ez-Züveybî de şöyle demişti: “Şu kızıl surat da kim oluyor ve ne maksatla buraya geldi?” Lawrence’ın demiryolunu tahrip etmek için geldiğini ve bir mühendis olduğunu, aynı zamanda dostumuz ve müttefikimiz İngiltere’yi temsil etti­ğini ve durumun kendilerinin zannettiği gibi olmadığını söylerek durumu izah ettim. Düşmanlarımıza karşı birlikte hareket etmek üzere anlaştık. O dönemde bizim düşmanımız Türkler, onların düşmanı Almanlardı. Bu şeyhlere şöyle dedim: “Düşmanımızın içine düşmesini ümit ettiğimiz hale düştüğünü görmemiş olsalar, İngilizler bize silah, erzak ve para yardımı yapar mıydı? Bunu ancak cahiller umar.”[13]

-“Vadi’l-Harmâ’daki Şerif Halid b. Lüey’i yola getirmek için, idarem altındaki Doğu Ordusuyla Taife dönmem emredildi.
Vehhâbî inancını benimseyen sözkonusu şerif, Harmâ kadısı­nı kovmuş ve suçsuz insanları katletmiş, aynı zamanda ana baba bir kardeşi olan Şerif Buaycân’ı da kendi bozuk inancını benimsemediği için öldürmüştü. Bunlar yetmezmiş gibi, Hicaz Haşimî krallığına bağlı olan ve Vehhâbîliği kabul etmeyen aşiretlere baskınlar yapmaya başlamıştı.”[14]

-“Vehhâbîlik tam bedevilere has bir inançtır. Mezhebin kurucusu Muhammed b. Abdülvehhab [1703-1792], fikirleri için en uygun ortamı bedevilerde bulmuştur. İlk zuhur ettiği zaman birçok şehri dolaşmasına rağmen başarılı olamayınca Necid’e gitmiş ve aradığına orada kavuşmuştur.”[15]

-“Ne üzücüdür ki Vehhâbîler peygamberliğin hakkını vermez ve kıymetini takdir edemezler. Onlar, bir peygamberin yapıp yapamayacaklarını unutmuş gibi görünerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’i diğer insanlara benzetirler. Oysa Hz. Peygamber hakkında şu ayet [Nur 24/63] nazil olmuştur: “Onun duasını içinizden herhangi birinin duasıyla bir tutmayın.
Böyle yaparsanız hiç farkına varmadan amellerinizi boşa çı­karmış olursunuz.” Allah Teala, kulu ve resulü olan Hz. Peygamber’in duasını, insanların birbirlerine ettikleri duadan ayrı tutmuştur.[16]

-“Eğer ben ve beraberimdekiler, Arap devrimi ve milliyetçi ayaklanmanın bu şekilde sona ereceğini bilseydik hiçbir şekilde devrime karışmaz ve devrim taraftarlarıyla ilişkimizi keserdik. Bugün mukaddes bölgeler ne yazık ki, yağma, hırsızlık, soygun, baskın ve kan dökücülükle geçimini sağlayan bir sülalenin eline geçmiş durumdadır. Etraflarında da, Suriye, Mısır ve Irak’tan gelen beş para etmez kimi insanlar var. Yusuf Yasin (meşhur bir Nusayri), Fuad Hamza (herkesçe bilinen bir Dürzi) ve Hafız Vehbe (Kuveyt’i satan bir tüccar) gibi kişiler siyasetçi ve yönetici olmuşlardır. Oysa bunlar herşeylerini bizim gerçekleştirdiğimiz devrim sayesinde elde ettiler.”[17]

-“Savaş biter bitmez, vaktiyle İttihat ve Terakki ile yaptıkları anlaşma sebebiyle Türklere hizmet etmiş olan bazı Araplar, bu bölgelere geri dönüp Arap Ayaklanmasına katıldılar ve dizginleri ellerine alıp Suriye ve Irak’ın bağımsızlığı için çalış­tılar. Daha sonra [16 Mayıs 1916’da] Sykes-Picot Anlaşması imzalandı ve buna bağlı olarak manda yönetimleri kuruldu.
Araplar bu anlaşmayla mücadele ettiler ve Suriye’nin sınırlarını başından sonuna kadar belirleyen ve hiçbir şekilde bozulması mümkün olmayan bir millî ant imzaladılar. Derken Fransız müdahalesi ile Kral [Faysal] ülkeden çıkarılıp bayrak gönderden indirildi ve Suriye kıymetli ve yüce merkezini kaybedip yolunu şaşırdı. Ardından da bilindiği gibi şöyle taksim edildi: Suriye ve Lübnan Fransız mandasına, Filistin ve Doğu Ürdün İngiliz mandasına bırakıldı. İşte tek bir ülkenin değişik bölgeleri arasındaki sınırlar bu şekilde ve bu sebeple, yani manda yönetiminin gerçekleşebilmesi için çizildi.

Sonra da Haşimî sülalesinin Hicaz’dan ayrılmasıyla [1924] sonuçlanan Vehhâbî hareketi ortaya çıktı.”[18]

-“Beni, kardeşim Faysal’ın Irak kralı olması için çalışmaya sevk eden, Doğu Ürdün’e gitmemi ve Hasenî ile Suriye birli­ğine hazırlık yapmak maksadıyla çalışmamı sağlayan da Mr. Churchill’dir. Kendisi, rahmetli babam ile İbn Suud arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi için bütün gayretini göstermiştir. Ben bu sözlerimle, Araplarla birlikte çalışan sözkonusu büyük lider ve halkı hakkında kalbimde gizlemiş olduğum duygularımı ifade ediyorum.
Ey Araplar! Bilmelisiniz ki İngiltere ile işbirliğine eğilimli olmamız gerekiyor. Çünkü dikkat edin, bütün büyük uluslar onlara karşı çıkmaktan aciz kalmışlardır. İngiltere hiç kimseye hak etmediği değeri vermez. İngiltere yalancı, korkak ve tembellerle işbirliği yapmaz. İngiltere politikalarını duygularıyla hareket ederek ya da herhangi bir anlaşma veya savaşta kendisine yapılan yardımlara bakarak oluşturmaz. Tam tersine İngilizler sabırlı ve istikrarlı bir millettir ve ancak güçlülere saygı duyarak onları kendilerine katmak isterler. Başarısızlığı sevmedikleri gibi, ondan uzak dururlar. Şu halde siz de
güçlü, uyanık, sözünün eri ve dikkatli olun ki İngiltere yanı­nızda yer alsın ve dostluğunu sizinle paylaşsın.
Sözlerimin sonunda Britanya’ya, Krala ve lider Churchill’e saygı, hayranlık ve en iyi dileklerimi sunuyorum.”[19]

****************   

“Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında Arap-Kürt liderleri İngiliz İstihbarat Servislerince kullanıldılar.”
“1919 yılında 10 Temmuz günü Lord Curzon’a gönderilen gizli telgrafta da Kürtlerin
manda istedikleri bildirilmekteydi. İngilizler bölgede bir Kürt Devleti kurdurmak istiyorlardı
.
“Bölge bir petrol bölgesiydi, İngilizler Kürtlerle bu nedenle ilgileniyorlardı. Bu amaç
Sevres Antlaşması ile gerçekleşiyordu. 1925 yılında Musul Sorunu da bu yüzden patlak
vermiştir.”
“70’li yıllarda da Irak’taki Kürtler, ABD tarafından destekleniyorlardı.”[20]

-Irak ve Suriye her dönemde hatta Hz. Aliden bu yana fitnenin oynandığı mekan olmuştur.

“Hz. Ali döneminde Haricî ve Şiîler’in yurdu haline gelen Irak’a girerek beyat alan Muaviye, Şam’a dönmek üzere yola çıkmamıştı ki, Haricîler Kufe’de ayaklanmalara başladılar. Üstelik ilk karşılaşmalarında Suriye ordusunu mağlup eden Haricîler, muhalefetlerinde ne kadar kararlı olduklarının ve kendi bildiklerini okuyacaklarının da
mesajını verdiler. Bu yenilgi karşısında Muaviye, Kufe halkına yaşadıkları şehirdeki her karmaşadan onları sorumlu tutacağını, içlerindeki asileri dizgin altında tutmalarını aksi takdirde başlarına geleceklerin sonuçlarına katlanacaklarını kesin ve keskin bir dille ifade etti.”[21]

-“İnsanlarla arasındaki ilişkiler konusunda hassas olan Muaviye, “İnsanlarla aramda koparmadığım bir bağ vardır; onlar ipi gerdiklerinde ben gevşetirim, onlar ipi gevşetirse ben gererim” diyerek bu husustaki denge anlayışını yansıtmıştır.”[22]

-“Muaviye, iktidara gelmek için en önemli adım olarak Arab’ın üç dahisini yanına çekmiştir. Bunlar, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu’be ve Ziyad b. Ebîh’tir. Eğer bunlar olmasaydı, Muaviye hilafeti elde etmeye muvaffak olamayacaktı.”[23]

Maalesef siyaset ve riyaset durumu insanların davranışlarını çok rahat değiştiriyor. Bu Muaviyede olsa…

-“Muaviye b. Ebî Süfyan, gerek iktidara uzanış sürecinde ve gerekse kararlı, bilinçli adımlarla elde ettiği iktidarı süresince, kendi kişilik özellikleriyle de bütünleştirdiği belli başlı siyaset ilkelerini, riyaset metodlarını kullanarak muhaliflerini veya muhalif olarak gördüğü kimseleri yolundan atmayı, önündeki engelleri kaldırmayı hedeflemiştir.”[24]

-`Muâviye, Hz. Osman’ın ardından Medine’de halife seçilen Hz. Ali’ye, Hz. Osman’ın öldürülmesi konusunda ilgisiz kaldığını ve suç ortağı olduğu isyancıları ordusunda barındırdığını ileri sürerek biat etmedi.`[25]

-`Muâviye ülkede siyasî istikrarı sağladıktan sonra uzun süreden beri durmuş olan fetihleri yeniden başlattı. Bu fetihler üç ayrı cepheye yöneliyordu. Sûriye bölgesi askerî Bizans egemenliği altındaki Anadolu ve Ermenistan topraklarına, Irak bölgesinde hazırlanan askerî birlikler genelde Horasan Hint topraklarına, Mısır’da hazırlanan askeri birlikleri de Kuzeybatı Afrika ve Afrika’nın içlerine seferler düzenlemeyi başarmışlardı. Bütün bunlara bakacak olursak görürüz ki Muâviye sadece bir hanedan, sülâle müessisi değil, aynı zamanda Hz. Ömer Hilafetini ikinci olarak yeni baştan kuran bir devlet başkanıdır.[26]

-Mekke’nin etrafında 12 bin dağ vardır.

.Kabe 11 defa yapılmış, 18 defa sel gelmiştir.

-Cebeli kabeden taşları alınmış Kabe’nin, her bir taş için ayrı bir fetva alınmış.

Arafat altı suyla dolu bir vadi.

-“Biz de, her biri ayrı ayrı birer mucize olmak üzere başlarına tufan, çekirge, ürün güvesi (haşarat), kurbağalar ve kan gönderdik. (Hiçbirinden ders almadılar.) Büyüklük tasladılar ve suçlu bir kavim oldular.`[27]

Mekkeyi ve Kabeyi bekleyen sıkıntılar var. Ebabiller beklemede…

MEHMET ÖZÇELİK

01-03-2019


[1] Kral  Abdullah –  Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik-M. Suat Mertoğlu.Sh-8.

[2] Age.8-9.

[3] Age.9.

[4] Age.30.

[5] Age.31.

[6] Age.33.

[7] Age.34.

[8] Age.52.

[9] Age.103.

[10] Age.110-111.

[11] Age. 112-114.

[12] Age. 119.

[13] 146-7.

[14] 160.

[15] 166.

[16] Ahzâb 33/57-58,167.

[17] Age. 168.

[18] Age.240-1.

[19] Age. 257-8.

[20] Oltadaki balık Türkiye.M.E.Değer.3.

[21] Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Muhaliflerini Bertaraf Etme Yöntemleri.M. Y. Gömbeyaz.5.

[22] Age.6.

[23] Age.9.

[24] Age.29.

[25] YA’KÛBÎ’NİN TÂRÎHU’L-YA’KÛBÎ VE İBNÜ’L-ESÎR’İN EL-KÂMİL Fİ’T-TÂRÎH’İNE GÖRE EMEVÎ HALİFELERİNİN KİŞİLİKLERİ/HAZIRLAYAN YERNAR MAZHEN/13/

[26] Age/14.

[27] Araf 133.

Loading

No ResponsesMart 1st, 2019