Sürekli
değişmekte, yenilenmekte, farklılaşmakta, güzelleşmekte, özelleşmektedir…
Tüm
duygulara yönelik olarak bir değişim sürmektedir.
Göz
için sürekli değişen bir dünya.. Kulak için, ağız için, burun için sürekli
değişen bir dünya projesi mevcuttur.
Ruhu,
kalbi, aklı ve bütün duyguları tatmin edecek külli bir proje kainatta devam etmektedir.
Şirk
ve küfür bu projeyi tekzib etmekte, bulandırmakta ve gölge etmektedir.
*******************
İnanmak
mı inanmamak mı?
Sıkıntılar
inanınca mı oluyor?
Zafiyet
ve cahillikten mi?
Beyin-
zihin –hafıza- akıl Rabbisine bağlantı kurarak çalışır.
Aksi
takdirde mücerred ve soyut olarak bir kıymet ifade etmezler.
Tabiri
caizse, tıpkı pirize takılan fiş gibi. Ampule gelen enerji gibi.
-İki
kişi aynı şekilde kendisine iyi veya kötü bakandan etkilenmez.
Kimi
ilgisizdir önemsemez, diğeri hemen etkilenir.
Önemsemeyen
için bu durum bir seviye değildir.
Tıpkı
bunun gibi, aklını yaratıcıyı arama yönünde kullanmayıp düşünmeyen ve O’nu
anlamaya çalışmayan insanın durumu gibidir.
-Ses
frekansları farklı farklıdır. İnsan kulağı 20-20.000 Hz arasındaki sesleri
duyar. Bu sınırın altındaki seslere infrasonik, üstündeki seslere de ultrasonik
sesler denir. Konuşma sesi aralığı da 500-2000 hz arasında değişir.
Bunun
altındaki ve üstündeki sesleri duymaz.
Duyulmaması
olmamasını gerektirmez.
Duymayıp
anlamadığımızdan dolayı inkâr edemeyiz.
Ölçülebilirlik
özelliğine sahipmiyiz? Neyi ne kadar ölçebilmekteyiz?
İnkâr
ve reddetmek bir basitliktir.
Herşey
madde değildir.
-15
milyar yıldır yaratılma devam ediyor.
Bizlerde
bu yaratılış sürecinde en önemli noktadayız.
****************
Gündemin
en önemli gelişmesi, yapay zekadır.
İnsanın
akıl-zeka-düşünce ihracı ve transferidir.
Bilgi
aktarımı.
Aslında
bu Bluetooth sistemi gibi insandan insana neden aktarılamasın, transfer
edilemesin?
Beyni
etkileme, ilaçlar ile yönlendirme mümkün olduğu gibi; gerek bir çiple ve
gerekse de transfer sistemiyle nakil mümkün olabilir…
Resetleme
olabileceği gibi. Tıpkı hafızasını kaybeden insanın her şeyi unutması nasıl ki
tekrar bazı hatırlatıcı önemli şok noktalarıyla geri getirilebilebilirse,
takviye ve yükleme de yapılabilir.
Yönlendirme
bunlardan biridir. Yine ilaçlarla ve telkin yoluyla insanlar etkilenmektedir.
Yapay
zeka yatay zeka yoluyla geliştirilebilir.
******************
”Kâinat
bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile
îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir
isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir.”[1]
Kâinatta
insanlar sayısınca gizli sırlar, hayvanlar sayısınca onları izah edecek
açıklamalar, bitkiler sayısınca hayvanların sırrım çözecek şifreler, camidat,
madde, atomlar kadar varlıkların sırrını çözecek sırlar mevcuttur.
Bunlarda
ebediyyen çözüm beklemektedir.
-Her
şeye Kadir olan Allah, kudretiyle sonsuz olan Allah, -tabiri caizse- insanı bu
dünyada duygularını ekerek, kabiliyetlerini geliştirerek, alıştıra alıştıra kemale
erdiriyor.. Tekâmül ettiriyor adeta bütün proğramları birden yükleyip insanı
çökertmek istemiyor.
İnsanın
düşünce içerisinde, alıştıra alıştıra tam bir Esma ile kendisi arasında bir tenasub,
bir tevafuk ve bir uyumluluğu; bir denge, bir düzen sağlayarak yavaş yavaş proğramlarını
yükseltiyor.
İnsanın
Remi yükseltilmeli.. Dünya hayatındaki durumlarda insanın remini yükseltiyor,
duygularını inbisat ve inkişaf ettiriyor. Remi yükselen insan böylece kainatı
bile içerisine yükleyebilecek hale gelmiş oluyor.
Ahiretteki
her şey insanın reminin yüklendiği nisbetledir.
-İnsan
bu dünyada sonsuzluğa kulaç açacak, sonsuzlukla uyumlu hale gelebilecek, remi
ve duyguları yükseltilip, kabiliyetleri ziyadeleştirilerekten sürekli bir
şekilde gelişmeye müsait hale getiriliyor.
-İnsanın
sonsuzluğu Rabbisi ile münasebeti nisbetindedir. Yoksa midesine hakim olamayan,
uykusunu engelleyemeyen, yorgunluğunu gideremeyen, ölümünü durduramayan, nefes
alıp vermesini kontrol edemeyen, tikine bile mani olamayan, ağrı ve sancısını
durduramayan, kısacası aslında vücudundaki birçok sisteme direkmen hakim
olamayan bu insan ancak Rabbisi ile münasebeti nisbetinde kâinata bile hakim
olabilir.
-Kendisine
sınırsız imkanlar sunulan bu insan, yine de sınırlandırılmış sonsuz hayatta
dahi kendisine 500 senelik geniş bir cennet hayatı verilen bu insan, hem kendi
hususi cennetinde hareket etmekle beraber umumi cennetten de istifade edecektir.
Zira
cennette her bir insanın kendi hususi cenneti olduğu gibi, umumi cenneti de
olacaktır. Sonsuz bir hayat içerisinde; bu dünyada insan emir ve yasaklarla
hürriyeti sınırlamanın ötesinde kontrol edilmiş, dengelenmiş ve düzenlenmiş
ise, aynı kontrol emir ve yasak çerçevesinde bir yükümlülük ve mükellef olarak
değil, ahirette de devam edecektir.. O da kemal derecesinde.. Olumsuzluklardan
soyutlanmış olarak…
-Bu
dünyada mutlak manada keyfe-mayeşa istediği gibi yaşayamayız. Emir ve yasaklar,
dinler ile hayatı kontrol edilen insan, almış olduğu bu terbiye neticesinde
ahirette o terbiye ile otomatikman kendi kendini kontrol edecek, menfilik ve
olumsuzluktan kurtulmuş olacaktır. Hürriyetine sınırlama değil, hürriyetine
dengeleme olaraktan sonsuza kulaç atacaktır.
********************
AFAK-ENFÜS
Mikro
ve makro alem…
İç
ve dış, görünen ve görünmeyen, küçük ve büyük herşey…
Her
şey bu iki perdeden görülmekte ve ortaya çıkmaktadır.
İki
nurani pencere…
Sonsuza
kadar gezilecek ve çözülmesi gerekecek iki evren…
“Varlığımızın
delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara
göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin,
her şeye şâhit olması yetmez mi?”[2]
“Ne
şebem ne şebperestem men. Ğulami şemsem, ez şemsi mi gûyem haber…”
Manası;“Ben
ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki,
size ondan haber getiriyorum.” İmam-ı Rabbani.
VAHDANİYET-EHADİYET
Her şey Vahdetle başladı.
Bir-den başladı.
Bir ile başladı.
Problem yoktu.
Gerçek varlık o zaman var oldu.
Ne vakit ki vahdetten kesrete gidildi
işte o zaman;
Okyanusları yutan bu insan, damlada boğuldu.
Bütün problemlerin başında, Bir-i
bırakıp kesrete ve çokluğa dalmayla başladı.
Rahatını isteyen beşeriyet, kesretten
vahdete gitmelidir.
Her şeyi değil, Bir şeyi düşünmelidir.
******************
-Allah varlıkları yaratmadan önce
onların nasıl olacaklarını ve de içlerinden ne derecede değerli insanların
çıkacaklarını biliyor muydu?
Elbette bilmemesi düşünülemez.
Her hangi bir alandaki bir usta bile
yapacağı bir şeyin ham maddesinden nelerin, nasıl olarak çıkacağını elbette
bilir. Şöyle ki;
Bir mobilyacı mükemmel bir mobilya için
hangi çeşit ağaçtan nasıl bir mobilyanın çıkacağını, döküntülerinin ne
olacağını, defolu olanların hangileri olacağını, değer ve kıymetini elbetteki
bilir.
Bir terzinin bile nasıl bir kumaştan,
nasıl bir elbise çıkacağını bilmesine karşı, Allahın da kullarının nasıl
olacağını ve onların içerisinden en değerlisinden en değersizine kadar nelerin
çıkacağını elbetteki daha iyi bilir.
Allah insan kumaşından çıkacak mükemmel
takım hatırına, döküntülere ve onların o takımı tamamlaması hatırına
varlıklarına müsaade etmektedir.
-Allah insanlara şefkatiyle muamele
ediyor ancak adaletiyle değerlendiriyor.
Rahmeti her şeyi kuşatırken, Adaleti de
Rahmetini kuşatmaktadır.
-Hünkarın biri dervişlerin tekkesini
ziyaret eder.
Tekke şeyhi hünkara; Efendim kul yapısı
meyvemi istersiniz yoksa Allah yapısı meyve mi istersiniz?
Allah yapısı der ancak ekşi ve
olmamıştır çünkü aşılanmamıştır.
Kul yapısını verir, güzeldir.
Şeyhde; Allah yapısı ham olanı alıp,
tekkede aşıladıklarını söyler.
*********************
Şeytan hayatımızın her alanına müdahale
etmektedir.
Hayalimize ve rüyalarımıza kadar.
Onu içeriye almamalı.
Hayalimizde bile yer vermemeliyiz.
O girdiği yeri kirletir..
Bozar..
Vahdetten kesrete atar.
-Hz. Adem Allahın nehyini çiğnedi,
Şeytan ise emrini çiğnedi.
Biri affedildi, diğeri ise affedilmedi.
Sebebi ise;
Biri af diledi, diğeri kibre girdi.
Af dilemeyi gururuna yediremedi, sonsuza
dek cezayı yedi.
-Âdem ile Şeytan farkı. Âdem üreten ,
şeytan tüketendir.
İki
nokta arasındaki varlık.. İki noktaya sıkışmış varlık.. Dizginleri ve fişi
başkasının elinde olan varlık.. İki nokta arasında bir cümle olan varlık.. Noktadan
küreye, damladan okyanusa kulaç atan, genişleyen, Android sistemli, kapsamlı
büyüyen, iradesi elinde, Külli irade içerisinde kendisine cüz-i olarak yetki
verilen, irade sahibi bir varlık.
-Yokluk
ile varlık arasında olan mümkün bir varlık.
-Bir
anda; -ya olmasaydım- diye düşünüldüğünde, hakikaten bir boşluk, yeri doldurulamayacak
bir durumda olan bir varlık.. Diğer yandan da bu kadar varlıklar içerisinde
Rahim- Adil- Şefkati Külli, irade sahibi bir yaratıcının beni o kadar varlıklar
içerisinden seçip çıkartması, beni de imtihana tabi tutması, beni de varlık
kategorisi içerisinde değerlendirip bana bir varlık vermesi, bir irade, bir
yetki, en azından bir imkan vermesi, bütün bunlara rağmen fişi başkasının
elinde olan, vanası başkasına bağlı olan, düğmeye basıldığında her şeyi biten
bir varlığın böyle bir yaratıcıyı tanımaması, böyle bir yaratıcıyı inkar edip
reddetmesi, O’nu düşünmemesi, O’nun varlığıyla varlığını devam ettirme
iradesinin gösterilmemesi; eşekten özür dileyerek ifade ediyorum ki, katmerli
bir eşşekliktir.
-100
sene öncesinde yok ve 100 sene sonrasında ne zaman var olacağı, yok olacağı meçhul
olan bir varlık adeta iki nokta arasına sıkıştırılmış, varlığıyla yokluğu
arasında hareket etmesinin dışında, orada bile sınırlı bir harekete memur olan
bir insanın varlığını bir düşününüz ancak O’nun varlığı gerçek varlık sahibinin
varlığı ile vardır, varlığı ile bir değer ifade eder.
-Benim
varoluşum vazgeçilmez oluşumdan dolayı değil, Rabbimin beni unutmayışından, Zatı
ile Ezeli – ebedi olduğu gibi, İlmi ile, İradesiyle, Kudretiyle de benim
varlığımı bilmesi ve beni unutmaması adeta yokluktan beni çıkarıp varlık
âlemine getirmesi kendisi için yokluk olmayan bir varlıktan beni vücuda
çıkartması…
Bu
insanoğlu dünya hayatında kazanmış olduğu üç beş kuruşun, bir evini, bir
arabasını kaybettiğinde gayet hüzünlenir. Bir de düşününüz ki; hayat boyunca
kazandığını ölümü ile tekrar var olmama düşüncesi ile kaybettiğini evet bir
düşününüz…
Sahip
olduğu eşini, sahip olduğu çocuklarını, kendisi için ifade edilen geleceğini kaybettiğini
düşününüz. Bunların unutulduğunu, var edilmeyeceğini, öncesi ile de var
olmadığı gibi sonrasıyla da var olmayacağı düşünüldüğü zaman tam bir dehşet,
yokluğunda cehennemin kat kat derece ötesinde, Cehennemi bile arattıracağı
hakikaten azab içerisinde bir azaptır.
BELASINI
ARAYAN İNSAN
Belasını
arayan insan…
Ruhen
ruhlar alemindeki sözleşmede kendisine – Elestü bi Rabbiküm-
-Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?
Olumsuz
sorusuna, evet anlamına gelen Neam ve Ecel demeyip, Gramer gereği olumsuzca
ifade edilen soruya olumlu cevabı ifade eden –Belâ- yani evet dedi.
İlk
Belâ yükünü de yüklenmiş oldu.
Öyle
bir yük ki, kâinatın ötesinde bir yük.
Tatlı
bela…
Acı
meyvenin tatlı sonucu.. Yasak meyve..
Kendi
yükünü yüklendiği gibi, kâinatın yükünü de yüklenmiş, Evlilik ile bir
başkasının yükünü omuzuna almış ve yeni hayatları da zayıf omuzuna
yüklenmiştir.
İş
yükü..
Çocuk
yükü..
Torun
yükü..
Mal
yükü..
Yemek
yükü..
Daha
ne yükler…
O
kadar çok yükler ki; insanın dışındaki hiç bir varlığın yüklenemeyeceği ağır
bir yük..
Riski
büyük.
Kaybetmek
veya kazanmak…
Ebedi
kayıp veya ebedi kazanç…
-Gelen
belaya şükretmemeli çünkü artar, sabredemez.
Belki
hamdet çünkü hamd sıkıntı ve rahat içindir.
Belânın
neticesi hamddir.
-“ Cenab-ı
Hakk’ın büyük bir saltanat dediği ahiret mülkünü sen de yüce tut! Sen de çok
iyi biliyorsun ki dünya ve içindekiler çok az ve değersiz şeylerdir. Hayat kısa,
dünyadaki nimetlerin devamı kısa ve çok azıcık bir süredir. Sonra bizler
kalkıyoruz bu azın azını elde etmek ve azıcık bir süre onunla birlikte olmak
için canımızı ve malımızı seferber ediyoruz. Bir kısmımız bunu elde ediyor, bir
kısmı elde edemiyor elde edenlere imreniyor. Onu elde etmek için canını ve
malını tehlikeye attığına hiç bakmıyorlar.”[1]
-“…
Şunu bilmelisin: Bu dünya asla baki değildir. Ya sen onu terk edeceksin, ya da o
seni terk edecek! Hasan (r.a.) der ki: “Dünya nimetleri devam etse de senin
hayatın bir gün sona erecek. O halde dünya hayatı peşinde koşmanın ve çok
değerli ömrünü onun peşinde harcamanın ne anlamı var?”[2]
Bir kimsenin çok kıymetli ve nefis bir
mücevheri olduğunu düşünelim. Bunu yüklü bir
bedel
karşılığında satması mümkün iken götürüp birkaç kuruşa satsa; bu davranış o
kişi
için büyük bir zarar ve muazzam bir aldanma olmaz mı? Aynı zamanda bu davranış himmetinin
(emeğinin) düşüklüğüne, görüşünün zayıflığına ve aklının kıt olduğuna delalet
etmez mi?
İşte
bir kulun alemlerin Rabbinden alacağı rıza, mükafat, övgü ve sevap ile yetinmeyerek
bunun yanında insanlardan elde edeceği övgü ve dünyalıklar, milyonlara hatta dünya
ve içindekilerden daha fazlasına nisbetle bir kuruş kadar bile değer ifade
etmez.
O halde, şu değersiz dünyalıklar karşılığında Allah Teala’nın Yüce ve değerli
ikramlarını
kaybetmek apaçık bir aldanış değil midir?
Eğer
bu değersiz dünyalıklar sana mutlaka gerekli ise, sen yine de ahirete yönel;
göreceksin
ki dünya da peşinden gelecektir. Sen sadece Rabbinin rızasını talep et, o
Kendisi için 2050 yılı biçilen Abd, yaptıklarıyla
çöküşünü erkene almaktadır.
Haneleri değil, devletleri yıkan Abd, zulmüyle çöküşünü
hızlandırmaktadır.
2 asırdır dünyaya zulmeden ABD ve batı ve de onun sahte
din temsilcisi olan Vatikan çöküyor.
-Darbelerin anası olan ve darbelere analık yapan ABD, 2
Asır süre içerisinde bizde 1960’dan beri darbeleri yaptığı gibi, dünyanın
birçok ülkelerinde de hep darbelerin arkasında olmuş, darbeleri desteklemiş,
maddi destekte bulunmuş, darbeleri sürekli tetiklemiş ve sürekli kendisine
yakın insanları lider ve yönetici olarak getirerekten darbede kullanmıştır.
-Bugün yine problemi en çok yaşayan Amerika adeta Pentagon’la
yönetim birbirinden ayrılmış, sürekli bir şekilde iç kargaşa, problem ve derin
devletin oradaki Hakimiyet kavgası hala sürmektedir.
Evet belki Amerika dışarıdan yıkılmayacak ama şu bir
hakikattır ki; Amerika içten yıkılacaktır.. İçtekiler tarafından yıkılacaktır..
İçindeki kargaşa ve problemler Amerikayı yıkacak olan en önemli sebep
olacaktır.
-Amerikalı bir yöneticiye soruyorlar; Sizde hainler
olursa ne yaparsınız?
O diyor ki; Bizde hainler olursa onları öldürürüz,
başkalarında hainler olursa onları besleriz, diyor.
Bugün dünyadaki kirli eller ile hainleri beslemek
suretiyle darbe yapmakta ve darbeleri yönlendirmektedir Abd.
-Bize darbe vurup şimdiye kadar 1960-lardan beri sonuç aldığı
darbelerin 15 Temmuzda sonuçsuz kalması Abd ve Avrupayı çıldırttı.
-Bize darbe ve ekonomik saldırılarla da sonuç alamayan Abd, bu
sefer bize 15 Temmuzda destek olan Venezeula ve devlet başkanı Maduro-ya
saldırmaya ve onu al aşağı etmeye başladı.
Venezeula’daki sokak olaylarını fırsat bilerek kendisini devlet
başkanı ilan eden Ulusal Meclis Başkanı Guaido’ya başta ABD Başkanı Donald
Trump olmak üzere birçok ABD müttefikinden destek geldi. ABD’nin meşru olmayan
hükümeti tanıyarak Maduro hükümetini devirme girişimleri akıllara ABD’nin
bugüne kadar desteklediği birçok darbe ve darbe girişimini getirdi.[2]
-ABD’nin Latin Amerika’da darbe tarihi.
Darbe geçmişi, 1893’te Hawaii kraliçesinin devrilmesine dayanan
ABD’nin kanlı darbe alışkanlığı ‘arka bahçesi’ olarak gördüğü Latin Amerika’da
yeniden hortladı. 1954’te Paraguay, 1964’te Brezilya, 1971’de Bolivya, 1973’te
Şili ve Uruguay’da, 1976’da Arjantin’de yaşanan askeri darbelerinin arkasında
hep ABD izi var. ABD’nin dünyaya yayılan üstü örtülü- açık darbe
operasyonlarına maruz kalmış Latin Amerika’da kanlı bir darbe geçmişi var.[3]
-Aslında tarih tekerrür ediyor.
Cemel-Sıffin-Kerbela-Haşhaşi fitneleriyle netice alındı.
Aynı yöntem değişik kukla ve ihanet şebekeleriyle sürdürülmeye ve
yeni Cemel-Sıffin-Kerbela-Haşhaşiler oluşturulmaya çalışılıyor.
-ABD
Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den çekilme kararıyla büyük paniğe kapılan terör
örgütü PKK/YPG’nin düştüğü durum CHP’yi rahatsız etti. Türkiye’nin
düzenleyeceği operasyona atıfta bulunan CHP’li Çeviköz, teröristler için barış
istedi.[4]
-Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın Fırat’ın doğusunda YPG’li teröristlere operasyon sinyali
vermesi Arap dünyası tarafından da yakından takip ediliyor.
Bilindiği
gibi o bölgede Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin
(BAE) de faaliyetleri var. Suudilerin terör örgütü YPG’ye para yardımı yaptığı
belirtiliyordu.[5]
-İsrail Başbakanı Netanyahu, Kaşıkçı Cinayeti Sonrası
Trump’ı Arayarak Prens Selman’a Destek İstedi
Netanyahu, Selman’ı kendileriyle anlaşma yapmaya razı
olacak bir Arap lider olarak görüyor. İsrail Başkanı, ülkelerinin meşruiyetini isteyen
Arap lidere destek verdi.
-Erdoğan, Kaşıkçı cinayetinin emrinin Suudi Arabistan’ın en
üst makamlarından geldiğini söyledi.[7]
-ABD ile yaptırım krizleri sona eriyor, ifadesi adımları
bir aldatmacadır. ABD İran’a saldırmak için hazırlık yapıyor, ön hazırlık
yapıyor, önünü açmak ve önündeki engelleri kaldırmak istiyor. Bu biraz ağza bal
çalmadır ve karşılığında birçok şey alma hedefidir.
-Vatikan çatırdiyor.. Dolayısıyla Amerika çöküyor.. Birçok
mafya işlerinde, cinayet işlerinde, uyuşturucu, silah ve fuhuş işlerinde gizli
birçok işlerinin faili olan Vatikan; yıkılma aşamasında ve de çatırtıların sesi
geliyor. Dolayısıyla Amerika’da yıkımı yakında ve yıkılmanın eşiğinde..
-İki rahibe zimmetine geçirdiği paralarla Las Vegas’ta kumar oynadı.
ABD’nin California eyaletindeki
bir Katolik okulunda görev yapan iki rahibe, yaklaşık 500 bin dolar parayı
zimmetine geçirerek Las Vegas’ta kumar oynadı.[9]
Ali
Şeriati 61 kitap yazmış bir insan olup, elbette boş değildir. Ancak her şeyi de
hoş demek değildir.
Hakkında
olumlu şeyler yazıldığı gibi, olumsuz şeyler daha çok yazılmıştır. Mesele
dikkatli, temkinli bir şekilde onu ele almak, müsbet yanlarının dışında tehlikeli
ve mayınlı olan noktalarını elbetteki göz önünde bulundurarak, bütün yönleriyle
değerlendirmek gerektir.
-Şeriati
kendi içerisinde de bir bocalama yaşamıştır.
-Ali
Şeriati ile ilgili bu yazıyı yazmama sebep; değerli, eğitimci bir arkadaşın
ondan almış olduğu olumlu bir cümle üzerine.
Bazı
kişilerin Facebook’ta ona tepki göstererek, ondan alıntı yapmamasını söyleyerek,
olumsuz tavırlarına bir cevap olarak ben de birkaç kaynak göstermiş, yine
Facebook’ta bulunan bir kardeşimizin bazı ifadeleri neticesinde, kendi internet
sitemden (www.tesbitler.comwww.mehmetözçelik.com ) kendi
yazdığım eserlerden kaynak vermiş ve bunu daha detaylı olarak yazıp, böylece
oradaki daha net tavrımı ortaya koymak için ele almış oldum. Ancak daha önce
onun hakkındaki düşüncem kesin idi. Ve onun ile ilgili Google’da yazıldığı
zaman onbinlerce olumsuz görüşün karşınıza çıktığını da rahatlıkla
görebilirsiniz.
Bu
amaçla ondan ziyade eserini pdf olarak indirip tahlilde bulundum. Hülasası
budur.
-Fikir
ve düşünce mali umumidir, umuma ait maldır ancak bizim memleketimizde ki
Aydınlar’ın bir zaafı şudur ki; solcu olanlar kendilerine sürekli batıdan marksist,
materialist, bazen ateist insanları ölçü alır, onların eserlerini tercüme eder,
onların fikirlerini savunurlarken; sağcı ve maneviyatçı olarak geçinenler de
ortadoğu’dan, Arap ülkelerinden insanların kitaplarını doğrudan doğruya aynısı
ile tercüme edip ve aynısıyla kabullenme yoluna giderler. En büyük zaafı ise kendisinden
bir şey üretme, kendi ürünlerinden bir şeyleri derleme, yeniden ortaya çıkma,
ihraç etme gibi durumlarından eksik ve noksanlıklar içindedir.
-Bu
zamanda en büyük hizmet; insanları doğruya götürmek değil, insanları yanlıştan
alıkoymak, korumaktır. Mecelle’nin hükmünce de; Def-i şer, celb-I nef’a
racihtir. Yani hayrı çekmektense, şerri def etmek daha önemlidir, daha üstün ve
önceliklidir. Bu aynı zamanda dini ifadeyle takvadır. Takvada imandan sonra
ameli salih olarak İslam’ın en temel esasıdır.
-Bizler
millet olaraktan ehli-sünnet silsilesi ve zinciri içerisinde hareket etmiş, Kur’an-ı
Kerime ve Hadis-i Şeriflere ve sahabiye şiddetli derecede muhabbet beslemişiz. Aynı
durumu haklı olarak başkasından da beklemekteyiz.
Ali
Şeriati bu noktalarda pek hassas değildir. Onun içindir ki onun bazı noktalarda
olumlu olduğunu kabul etmekle beraber, olumsuz olan noktalarına ve dikkat çeken
yanlışlarına sahiplenmemek yolunu açmış olacağız.
Elbette
ki bir insanın her yönü ile iyi olması gerekmediği gibi, her yönüyle de kötü
olması elbette gerekmez. Her yönüne sahiplenilmesi mümkün olmadığı gibi, her yönününde
reddedilmesi elbette mümkün değildir.
Olumlu
yanları olabileceği gibi, olumsuz yanları da olacaktır. Ancak bu olumsuz
yanlarının itikadi noktalarda olması en tehlikeli olandır. Böylece biz onun bu
yönlerini ele alıp sizlerin takdirine sunacağız.
-Şeriati
bir Din adamı değildir. O bir fikir adamıdır. Fikri de tartışılabilir. Ne kadar
bir fikir adamı olduğu soru işareti ve ünlem konularak düşünülmelidir.
Yine
Şeriati’nin gerek bir kısım ilahiyat camiasında, bazı siyasiler de rağbet
görmesinde ki sebep, en önemli bir faktör onun 1979 yılında hakikaten despot
olan İran Şahına karşı mücadele etmesi, Humeyni’nin tarafında olmasıdır.
-Ali
Şeriati şia taraflıdır. İtikat ve amel yönüyle gayet zayıf bir insandır. Fikirleri
de tartışılabilir. Sahabe konusunda ölçüsüz ifadelerde bulunmuştur. Şia
ağırlığı kendisinde sahabeler hakkında açık ve net olaraktan o aksaklık ve eksiklik
görülmektedir.
-Ali
Şeriati Şahın adamları tarafından öldürüldüğü için şehit olaraktan ifade edilir
ancak Kadir Mısıroğlu’nun ifadesine göre; o meyhanede iken Şahın adamları
tarafından öldürülmüştür. Onun Şehit adlı kitabında sahabelere büyük hakaretler
olduğunu ve ondan dolayı da kitabı yırttığını ifade eder.
-Bir
siyasi partinin o zaman ki ifadeyle MSP nin bir derece mücadelesinde İran’ı ölçü
almasında, İran’daki bu darbeyi yapanı alkışlaması, ondan dolayı Türkiye’de de
darbe yapma, devlete karşı ihtilal yapma düşüncesinden dolayı Ali Şeriati ölçü
alınmış, o yönüyle değerlendirilerek kıymetli olduğu addedilmiş, kitapları
basılmış, okutulmuştur. O noktada siyasi yönü ile değerlendirildiği içindir ki,
sağlıklı olarak bakılmamış, sağlıklı olarak değerlendirilememiştir.
Ali
Şeriati-ye olan muhabbet dini ve ilmi değil, belki bir nebze fikri ve
siyasidir.[1]
**********************
“Bir
toplulukta biraz sert konuşunca topluluktan biri üstada, “hep böyle konuşuyorsunuz,
biraz da bizi rahatlatacak şeyler söyleseniz” diyor.
Ali
Şeriati şöyle cevaplıyor; “Ben sizi rahatlatmaya değil, rahatsız etmeye
geldim. Ben esrar ve eroin miyim ki sizi rahatlatayım?”
Kendisine
‘içimde Hz Muhammed ve Marx bir savaş halinde’ diyen bir öğrencisine ,
Müslüman
olamıyorsanız Marksist olunuz’.
….Düşünme,
itaat et diyenlere değil; düşün, sor, sorgula diyenlere kulak ver.”
İsyankar
bir ruha sahip…
Tenkidkar
bir mantık yürütmektedir.
Bazen
hakikati söylerken, batıla, isyana, şüpheye kapı açmaktadır.
Batılı
hakikat kılıfında saklamaktadır.
Bazen
cami duvarına bevletmeyi beylik zannetmektedir.
Farklı
veya farkındalık oluşturacak bir cümle kurarken, fikri bulandırmakta, kalbi
teşviş ve sarsıntıya sevketmektedir.
Mesela,
Ali Şeriati’nin Batı’daki imajını en iyi özetleyen sözlerden: ‘Ben bir Tanrıya
inanmıyorum ama inansaydım eğer bu Şeriati’nin Tanrısı olurdu.’
Acaba
Şeriatın tanrısıyla diğer 2 milyara yakın müslümanın Tanrı ve ilahi farklı mı
olmaktadır?[2]
***************
Önce
bir yağlama yapayım ki gıcırdama olmasın…
44
yıl, 60 eser, konferanslar ve hakkında olumlu olumsuz yazılan eser sahibi
elbette boş bir insan değildir.
Özellikle
incelediğim eserleri;
1-İSLAM
BİLİM 2-DİNE KARŞI DİN 3-ANNE BABA BİZ SUÇLUYUZ
4-İNSANIN
DÖRT ZİNDANI 5-HAC 6-İDEALLER
7-KENDİNİ BİLMEK 8-şehadet
-Bilge
adam dergisi bir sayı olarak ele aldığı Ali Şeriatiyi şöyle anlatır;[3]
Solcuların
sloganı olan devrimciliği gibi, Şeriatinin de devrimciliği ön plana çıkmakta,
devrimciliği! ile değerlendirilmektedir.
Ancak
bu devirme işlemi; put kırmak mı, pot kırmak mı bir netlikte yoktur.
Asla
dönüş diyerek bin yıllık birikimi yıkıp yerine kendine göre! –ki kendisi de bir
din adamı olmayıp bir fikir adamıdır- bir din ihdas etme yoluna gitmesi, din
konusunda yeterli alt yapısı olmayanlara cazip gelebilir.
Elbette
her insanın mutlaka istifade edilecek yönü vardır.
Buradaki
dini tabirle tecdid görevini yıkmadan, ıslah edici bir tavırla yapılması
gerekir.
Bizdeki
Yaşar Nuri ve benzerleri gibi, bin yıldır öğrendiklerinizi çöpe atın, bak ben
size, bir peygamber gibi, doğru olan dini getirdim, din budur, herzesi, şeytani
bir kibir, nefsani bir haz, yanlış bir çığır olur.
Elbette
fertlerden kaynaklanan yanlışlar olur.
Tıpkı
parayı kötüye kullananlardan dolayı paraya düşman olmadığımız, parayı devre
dışı bırakmadığımız gibi, yanlışlar ve yanlış yapanlar ayıklanmalıdır.
Bizim
bu çalışmamızda da Şeriatinin çıkışlarındaki yanlışları göstererek, aynı
yanlışlara düşülmesini engellemektir.
Bizde
her zaman Humeyninin İranda Şahın zulmüne karşı yaptığı devrime karşı alkış
tutma tavrını gösterirken, Humeyninin ne getirdiğini düşünmeliyiz.
Götürdüğünü
düşünürüz.
Götürdüğü
bir zulüm simgesidir.
Acaba
kendisinin getirdiği islamın bir simgesi midir?
İslami
midir?
Yoksa
hele bir devirsin de, ne getireceği önemli değil!!!
Tıpkı
Mısırda Seyyid Kutubun Sosyalist olan Cemal Abdülnasırla bir olup kral Farukun
krallığına son vermek üzere darbe yapması gibi…
Ya
sonra?
İlk
darbeyi yiyen Seyyid Kutup ve arkadaşları olmuştur.
Farklılığı
tefrik edilmeden, farklılığından dolayı dikkat çekmiş, az bir kesim tarafından
farklı olmak amacıyla kabul görmüştür.
Şeriatinin
eşi Puran Şeriati Rezervi Beyi ile ilgili şu tesbiti yapar;
“Onun
fikirleri ve -toplum için yazdığı- eserleri hakkında çok farklı düşünceler ve
yorumlar mevcuttur. Bazıları onun düşüncelerinin toplum için faydalı olduğuna
inanırdı. Muhaliflerinin ve onu eleştirenlerin ise iki yönelimi bulunmaktadır.
Bazıları onun dini reform projelerini yanlış bulup toplumun modernleşmesinin
önünde bir engel olarak görürken, kimi geleneksel akım ve mollalar ise onun din
anlayışını telfiki (devşirme / diğer din ve ideolojilerle katıştırma) ve
inhiraf / sapkınlık olarak görürler.”[4]
-Eşinin
ifadesine göre:” Ali Şeriati’nin iki hedefi vardı.
Bunlardan ilki insanların geleneksel İslam’ı değil; gerçek İslam’ı anlamalarını
sağlamak, ikincisi ise insanlara düşünme, sorgulama alışkanlığı kazandırmak.”
İkinci gayet güzel ve yerinde de, gerçek islam ifadesi cazip olmakla
beraber içerisi doldurulması gereken bir ifade…[5]
“Bana göre Şeriati bugün yaşasaydı ne muhafazakar, ne de reformcu
kanadın içinde yer alırdı. Tek başına da olsa kendi inandığı doğrular için
mücadele etmeye devam eder, mollalara muhalefet ederdi.
…Eşim İslam’ın kendine ait bir orjini olduğunu düşünüyordu.
Ali Şeriati sol anlayıştan asla esinlenmemiştir. Fakat Ali Şeriati’nin
insanlara anlattığı gerçek İslam, Marksist fikirlere sahip olan kişiler
tarafından da ilgiyle karşılandı.”
Bir tesbitte:”
Eserinin hiçbir yerinde Asr-ı Saadet’e
dönüşe yönelik bir öneriye rastlanmaz, o daha çok, Kierkegaard, Fanon, Husserl
ve Sartre’ı yankılar bir hâlde, entelektüelin rolüne ilişkin varoluşsal
endişelere ve sonuç alıcı eylemin gerekliliğine meyleder.”[6]
-Şeriati
anlatılırken onun bir yandan “İslam Protestanlığı ve Ali Şeriati”[7]
benzerliği kurularak anlatılması, diğer yandan “Batıcılık ve Gericilik
Karşısında Müslüman Sosyalist”[8]
olarak görülmesi onun net bir kişilik sergilemediğini göstermektedir.
Bir
çıkış içerisinde, bir devrim içerisine girmiş,bir infial göstermiş, yanlışları
görmüş ancak sağlıklı bir yol ve net bir tavır sergilememiştir.
O
bir alim ve din adamı olmayıp, fikir üreten bir aydındır.
Fikirlerinde
de isabet olan olabileceği gibi, isabetsiz olanda elbette olacaktır ki vardır
da…
Bizdeki
Cemil Meriç beyefendinin tipik bir örneğidir Şeriati…
Nasıl
mı?
İşte
Meriç- den bir kesit;” Sosyalizm Türkiye’de yaşamak için İslamî bir veçheye
bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint–Simon gibi düşünüyorum. Mülkiyet
daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes
kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce
gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır. İslamiyet de
sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.”[9]
-Acaba
insanları Şeriatiye yaklaştıran onun olumlu ve zenginliğimidir yoksa
muhaliflerinin ve karşı geldiklerinin zulmü, seviyesizliği ve olumsuzluğu
mudur?
O
yanlışa karşı durmuş ancak ne kadar isabetli çözüm sunmuştur?
Devrimciliği
esas alıp devirirken, ne kadar isabetli çözümlerin oluşumuna vesile olmuştur?
Bizim
bu araştırmamızda üzerinde durduğumuz nokta; onun doğruları yanında
yanlışlarına da sahiplenmemektir…
Onun
ile ilgili bir tesbitde de:” Ali Şeriati, eserlerinde mezhebi taassuptan
arınmak için büyük çaba göstermiştir. Bunu tam anlamıyla başaramamıştır ancak
bu zaten çok kolay bir şey de değildir. Lakin Şeriati’nin mezhebi taassupları
aşma ve Kur’an’ı merkeze alma çabaları Şii dünyasında aforoz edilmesine yol
açarken, Sünni dünyada da bu çabaları, hak ettiği takdiri alması bir yana Şii
olduğu gerekçesiyle birçok çevrede blokajla karşılaşmıştır. Şeriati için siyer
yazımı, peygamberî modeli ortaya çıkarmanın yanında batılı aydına İslam
medeniyetinin kurucusunu tanıtmak amacına matuftur.”[10]
Bu
tesbitler aynı zamanda onun nasıl bilindiğinin bir göstergesidir.
-Bir doğruyu ifade etmeye çalışırken, çok yanlışları dile
getirmekte, bakış açısı gayet sığ, basit ve bozuk bir nazarla bakmaktadır.
-Anne Baba Biz suçluyuz adlı eserinde;
-“Anne,
baba! Senin namazın netice itibariyle sağlık olsa bile, hiçbir ahlâkî ve amelî
ıslaha neden olmadığından, olsa olsa hep tekrarlanan bir spor türüdür!
Sabah-akşam namaz kılıyorsun, ama ne lâfız ve rükünlerinin anlamını biliyor ne
de gerçek hedef ve felsefesini kavrıyorsun. Nedenini, niçinini, anlam ve
hedefini bilmediğin, pratik yansımasından yoksun olduğun bir namaz! Ben daha
istikrarlı ve yararlı bir spor biliyorum. Hem pazularımı, hem bedenimi
güçlendirir; hem kan dolaşımımı ve teneffüsümü, hem de sindirimimi düzenlemeye
ve onların sistemli çalışmalarına yardımcı olur. Bu hareketleri her sabah
şiirler ve müzik eşliğinde ruhumu da etkilendirerek yaparım. On yaşından beri
spor yapıyorum. Sen ise namaz kılıyorsun. Ben güzel bir vücud, sağlıklı, kan
dolu bir bünyeye sahip-iken; sen, çökmüş, kamburlaşmış, hani neredeyse yanağını
tutsalar canı çıkacak bir haldesin!.. Senin namazının senin hayatındaki etkisi
kamburlaşan sırtın ile yamalı dizin! Namaz
kılmayan ben ile namaz kılan sen arasındaki fark işte bu iki takva göstergesidir!”
-“Senin
orucun akşam ve sabah yemeklerinin vaktini değiştirmekten ibarettir. Güzel! Ben
değiştirmedim. Ben doktor kontrolünde, şiş manladığımda rejim yapar, kesin
sonuçlara varırım. Oysa sen mide veya oniki parmak bağırsağı ülseri olsan, her
dört saatte bir yemek yemen gerekir. Oysa sen oruç tutuyor ve az kalsın yok
oluyorsun. Ramazan ayından önce ve sonra yaptıkların, düşündüklerin ile ramazan
ayındaki yaptıkların ve düşündüklerin arasında aç kalmanın ötesinde bir fark
yok! Yalnızca bu ay boyunca ikimizin de zamanı boşa harcanmış oluyor. Hayat,
yemek ve açlık! Benim mesajımın anlam ve içeriği bu ay boyunca yitmektedir.”
-Kendisini
tekzib edercesine;” Geçen yıl ben sizinle hacca geldim. (Buna benzer bir
konuşmayı geçen yılkı hac döneminde Medine’de yaptım.) Dedim ki: Ben
ne kervanın vaizi ne de ruhanisiyim. Ne sizin önderiniz ne de sizin gibi bir
hacıyım. Ben hac, namaz, oruç İbrahim ve Muhammed (s.) ve vahy ile işi olmayan
bir kuşaktan geldim. Onlar bunların tümüne yabancılaşmışlardır. Size
söylüyorum; siz buraya gelmişsiniz, ne yapıyorsunuz? Aslında ne tür bir iş
için buraya gelmişsiniz. Bu amelinizin anlamı nedir? Ama ben ne yaptığınızı
görüyorum.”
-“Ana,
baba! Dinsiz diye yargıladığın ben biliyorum ki; benim ve toplumumun para
kazanmasının yolu, sahip olduğumuz servet ve kaynakları kollamak, düşmanın
elindekini geri almaktan geçer. Bilim, teknik, düşünce, mantık ve bilinç
donanımıyla işe koyulmaktan geçer. Hem
görmüyor musun, siz mü’min dua okuyucuları, yoksul ve geri kalmış iken şu kafir
ve dinsizler ileri gitmiş ve yeryüzü nimetlerine sahip!”
-Fazlaca
da zihinleri bulandırmaya gerek yoktur.
–Beni
Şeriati konuş nda detaylı araştırmaya sevkeden sebebin en önemli noktası;
1-Yeni yetişen neslin kendi şablon şahsiyetini iyi
seçmesi.
2-Koskocaman adamların! Ölçüsüz insandan ölçülü gördüğü
sözleri alarak ölçüsüzlüğe kapı açmaları.
3-Şerri def ve zararı engelleme amaçlı olması…
Daha Şehadet kitabının hemen girişinde;”
Yöneten, zorlayan, alçaltan ve öç alan Allah’ın adıyla. Ya da Ebu Zerr’in
dediği gibi: “Ey güçsüz bırakılmışların Rabbi!”
Bunun
için insaf ehli ne diyebilir?
Zaten bir insanın istikameti sözünün başında anlaşıldığı
gibi, cümlelerinin istikametli olmayışından ve aralarında münasebet
bulunmamasından da anlaşılır.
Detaylarda boğmak istemiyorum.
Batıl şeyleri tasvir ederek, safi zihinleri idlal edip
zarar verilmesini düşünmüyorum.
Elbette her batıl düşüncenin bile herşeyinin batıl olması
düşünülemediği gibi, kendine taraftar bulan sapık düşüncelerin içinde dahi hak
gibi görünen noktalar bulunabilir.
Burada mesele doğruyu görüp de batıldan habersiz kalmamak
ve batıla kaymamaktır.
-Fikirdeki netsizlik ve bocalamaları dile yamuk olarak
yansıyor.
“Din
ordusu, dünya ordusunun daha önce açmış olduğu yollardan kolaylıkla geçip
ilerliyordu. Sonunda ışığın kaynağını ele geçirerek direnişi etkisiz hale
getirdi. Böylece tüm resmî din adamlarınca gayet iyi bilinen o meşhur iksiri
kullanarak; Fravun’ları boğan, Karun’ları öldüren, Belam’ları ezen Musa’dan;
öncekileri aratacak kadar cani, materyalist ve kurnaz bir Musa çıkarmıştı. Bu
iksir, sevgiler ve barışlar İsa’sından dinsiz ve yalancı bir Sezar çıkaran
iksirin ta kendisiydi!”
-Şeriatinin tarlası patlamaya hazır mayınlarla çevrili..
Onun tarlasında gezenlere tavsiyem; Eğer gezmek istiyorsanız, çok dikkatli
olun!!!
Kendi fikir yapısında ve hayatında netleşmemiş bir
insanın, istikametli insanlara vereceği bir şey yoktur.
-1970-lerde de kendisini iranda arayan muhafazakar bir
kısım insanlar, bizdeki siyasi veya belli cephelere adeta cephe almak amacıyla,
özellikle tepki gösteren iranın muhalifini kendisine ölçü almıştır.
-1970- lerdeki solculuk-devrimcilik de böylebir tepkiyle
ortaya çıktı.
Bu mevsimsel bir değişim gibi.
Çünkü sağda da solda da mücahit olanlar müteahhit oldu.
Fakirlik edebiyatı yapan solcular trilyoner oldu.
Dava da bitti. Kendileri gibi…
Aslında burada kendisini bulamayan veya burada kendisini
aramayanların, Şeriatide bulmaya çalışmasıdır.
Ne kadar bulacak, onu kendisine ne kadar adepte edecek
veya ne kadar ona adapte olacaktır.
Yeniye sürekli ilgimiz olmuştur. Bu bazen elektronikte,
bazen fikirde bazen de görünümde kendisini gösterir.
Oysa o yeni ne kadar yenidir.
Kullanılıp demode olmuş ve çöpe atılmış yeni cilalı
versiyonlar mı?
Hiç söylenmemişler mi?
Ya da geride kalanlara göre eskideki yeniler mi?
-Şeriati, kendi içinde çelişkilerini
barındırmış biridir.
İnişli
çıkışlı bir hayata sahiptir.
Farklı
bir şeyler ortaya koyma çabası içerisine girmiştir ancak sağlıklı ve
istikametli bir ölçüye yeterli derecede sahip olmayıp, mantığıyla çözme yoluna
gitmesi çelişkileri de, doğruları da içinde barındırmaktadır.
İnsanlara
istikameti vermekten ziyade, suyu bulandırarak durultmaya çalışmaktadır.
Tevhid
de dahi yüksek ulvi manaların ötesinde, devrimci manaları arar.
Unutulmamalıdır
ki o bir din adamı değil, fikir!? Adamıdır.
Fikirleri
de ne kadar istikametlidir?
-1970
lerde başlayan ve Humeyni hareketiyle sürdürülen iran rüzgarının günümüzdeki
dalgalarından bir dalgadır Şeriati dalgası.
Bu
topraklardan çıkmayan, buranın insanının vücuduna oturmayan ancak giydirilmeye
çalışılan cilalı giysilerdir.
Doğu
ile batı sentezi denemeleri yapar.
İslama
yeni bir katkı sunmadan ziyade, dengeli dengesiz sarsmakla yeni şeylerin
çıkmasını tetikler.
-İslâm Sosyolojisi Üzerine Kitabının ön sözünde;”
Ali Şeriati İslam’ı yeniden tanıttı. İmam Ayetullah Humeyni’nin emirlerini
can-u gönülden dinleyen ve bunlara itat eden bi neslin
yetişmesinde Şeriati’nin inkar edilmez bi önemi
ve etkisi vardır. Devrim boyunca İran’ın her yanında yapılan gösterilerde, Ali Şeriati’nin
sözleri, kitaplarından alınan cümleler çarpıcı sloganlar halinde söylendi, pankartlara
yazıldı, adeta bir parola gibi kullanıldı.”
-Şeriatinin Hac adlı kitabından;
-“Eğer siz, günümüz İslâm’ını çökmüş olan diğer
dünya dinleriyle mukayese ederseniz,
benim bu yargımı, doğru
bulmayabilirsiniz. Fakat böyle bir mukayese doğru değildir. Her hakikatin sapma derecesini, o hakikatin
kendi serüveni içinde değerlendirmek,
ilk seyir çizgisi ve ilk hareket
noktasıyla ölçmek gerek.”
“Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dahilinde bulunan
Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” Hayret!
Diğer dinlerin “hakikat’i ile “realite”si arasında
karşılaştırma yapıldığında “ihtilaf” kelimesi kullanılabilir. Halbuki İslâm ve Şia’nın tarihî yazgısıyla
İslâm ve Şia’nın “tabiat”ı
mukayese edildiğinde, böyle bir kelime, tam
olarak uygun düşmez. Onun yerine “tezat” veya
“tenakuz” sözcüğünü kullanmak,
daha uygun olur.”
-“ Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen
en çirkin, en mantıksız eylem! Ve işte insanî kılavuzluğu, özgürlükçü ruhu
ve devrimci sorumluluğu, Ali’yi seven
müslümanlara ilham eden, Şia’nın kendine
özgü en ileri itikadî ve amelî boyutları:
İmamet, Aşûra ve intizâr.”
-Şeriati hüküm ve beyanlarında kendi yanlışlarını
yanlışlar üzerine doğru diye bina ediyor.
Meselelere kendi şia görüşü ve batılı bakışıyla bakıp
sentez ederek, farklı ve de devrimci bir görüşle ortaya koyuyor.
İslamın doğru bakışından ziyade, yanlışlarımızı ele
alarak kendi doğrularını, kendi tozlu fikir penceresinden nazarlara veriyor.
-“ Allah seni kendine
benzeterek yaratmıştır.
… Senin fıtratına yerleşmiş, seninle yuvadaş olmuştur.
… Allah’ın ruhu,
“varlığının” bedeninde”
Fikir üretip sözü uzattıkça, Olumsuzluğa açık yorumlar
ortaya çıkıyor.
-“Ve
sen ey çamur! Allah’ın ruhunu ara. Geri dön ve O’ndan
bir haber al.”
Muğlak
ifade…
-Hac ibadetinde bile isyanı ve devrimi dillendirmektedir.
-Elbette Şeriatinin kitabının hülasası bunlardan ibaret
değil, güzel ifade, dikkat çekici cümleler bulunmaktadır.
Bizim burada yaptığımız kitabın seyri esnasında ayağa ve
göze batan çakıl taşlarını temizlemektir.
Tenkid edenler kitaplarını okudunmu diye tenkid
ederlerken, kendilerinin acaba okuyarak mı ve tüm yönleriyle değerlendirerek mi
kanaat verdiklerini gerçekten merak ediyorum.
Yoksa bir iştah ile bir cümlenin verdiği etkiyle mi
konuşmaktadırlar?
Yoksa insanlar ilgileri olmadığı halde bazen bakıyorsunuz
bir ateistin, bir batılının hatta ahlaksız birinin kitabını alanı olmadığı
halde okuyabiliyor.
Burada esas olan seçiciliktir.
Şablonu olmayan bir insan okursa, okuduğu o şeyle kendisinin
şablonu olur.
Onuda Kuran ve Hadisten sayar.
-Hayat çarşı ve pazarında her bünyeye uygun meta
bulunmakta ve müşterisi olmaktadır.
Bu kaçınılmazdır.
Önemli olan o metaa ne kadar ihtiyaç olduğu ve ne kadar
yararlı olduğudur.
İçinde durulmamış bir insanın tavrını görürsünüz Şeriati
de…
Okurken bana bir ruh vermedi, sıkıcı geldi, dünyamı
açmadı.
-Şeriatinin yaptığı bir çıkıştır.
Ancak beraberinde bir çok çöküş ve yıkışı getiren bir
çıkıştır.
Aslında Şeriati geçmişten günümüze İranın isyancı ve
farklı ruhunu yansıtmaktadır.
-Öleceğiz
birgün gömecekler, birkaç gün övecekler sonra kalan malını bölecekler.
Hatta
memnun kalmayıp üstüne birde sövecekler. Neyzen Tevfik.
-Kibir
bele bağlanan taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.
-Yanmak
var yanmak var. Odun yanınca kül olur, adam yanınca kul olur.
-Aşka
uçarsan kanatların yanar. Aşka uçmazsan kanat neye yarar. Aşka varınca kanadı
kim arar.
-Bir
Günah eden kişiye bin Gün ah etmek düşer.
Bin
günah ettim ilahi. Bir gün ahım yok benim.
-Kıl
tövbe seyyiatına gözler kapanmadan.
Vaktiyle
gör hesabını defter kapanmadan
Ölmeden
önce günahlarına Tövbe Et. Defterin kapanmadan önce hesabını gör.
-Osmanlı’da
yaşı 63’ü geçen ihtiyarlara yaşlılara sorulduğunda; Peygamber Efendimiz
Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e edep, tazim ve hürmetlerinden dolayı yaşlarını Peygamberin
Yaşından daha yukarı söylemeyi ar sayarlar ve haddi aştık evlat diye cevap
verirlerdi.
-Şeriat
da; şu senindir bu benim, tarikatta Hem senindir Hem benim, hakikat da ne
senindir ne benim.
-Gamzelendi
gönül yine devası ahtır.
Gönlü
mahzun olanın dostu Allah’tır.
-Gönül ne Gök ne ela ne lacivert arıyor.
Ah
Bu Gönül bu gönül kendine dert arıyor.
-Senlik
de yok Benlik de biz de.
Zerrati
âbız bir tek denizde.
Bizde
senlik benlik kavgası yoktur. Hepimiz aynı denizde birer damlayız.
-Hoşça
bak zâtına Kim zübde-i âlemsin Sen.
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen.
Kendine
dikkatlice bir bak. Sen alemin özüsün. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.
-Memleket
İsterim gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun. Kuşların, çiçeklerin, Diyarı
olsun.
Memleket
İsterim, ne başta dert ne gönülde hasret olsun, kardeş kavgasına bir Nihayet
olsun.
Memleket
İsterim ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun. Kış Günü Herkesin evi barkı
olsun.
Memleket
İsterim yaşamak sevmek gibi gönülden olsun, olursa bir şikayet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı.
-Sakın
kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır.
Ne
yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır.
Gün
batsa ne olur geceyi Onaran bir Mimar vardır.
Yanmışsam
külümden yapılan bir Hisar vardır.
Senden
Ümit kesmem kalbinde Merhamet adlı bir çınar vardır. Sezai Karakoç.
-Celaliyle
Zahir olsa bu da geçer be yahu.
Cemaliyle
Ayan olsa bu da geçer de yahu.
-Kula
Bela gelmez hak yazmadıkça.
Hak
bela yazmaz kul azmadıkça.
-Bir
kapı Bend ederse bin kapı eyler Küşad.
Hazreti
Allah’tır Maliki Fatihul ebvab.
Hazreti
Allah bir kapıyı kapatırsa bin kapıyı açar.
Kapalı
kapıları açacak anahtarlar sahibi odur.
-Davet
et Hayret et af et.
Tövbe
Et ama ihanet etme.
-Ya
Rab bana bir Feyzi kanaat verki, namerde değil merte dahi eyleme muhtaç.
-Gül
gül dedi bülbül güle Gül gülmedi gitti.
Bülbül güle Gül Bülbüle Yar Olmadı Gitti.
-Gam
yemek caiz degül, bir gün gelir kim Gam biter.
Hem
Gam-ı Alem biter alemde, hem Alem biter. Yenişehirli Avni.
Gam
çekmek doğru değildir, bir gün olur ki Hem bu âlemdeki gamlar biter, hem de
alemin kendisi sona erer.
-Pek
rengine Aldanma Felek eski felektir.
Zira
feleğin meşreb-i nâ-sazı dönektir. Ziyapaşa.
-Şu
Feleğin yani dünyanın görünüşüne Aldanma
Çünkü
onun münasebetsiz tabiatı Dönekliktir.
-Eş
sohbetü bila çay
Kes
semai bila ay.
Çaysız
sohbet mehtapsız gökyüzüne benzer.
-Kalemi
Sun-u hakta sehv olmaz.
Hem
hata bin olanlar ahmaktır. İbni Kemal
-Allah’ın
yaratılış kaleminde hata olmaz.
Bunda
hata görenler ahmağın ta kendileridir.
-Söz
bilirsen Söyle senden gelsin ibret alsınlar.
Söz
bilmezsen Sükut eyle seni insan sansınlar.
MEHMET
ÖZÇELİK
23-01-2019
İNANÇSIZA ŞAŞARIM
İNANÇSIZA
ŞAŞARIM
Nasıl
yaşıyor diye…
Nasıl
nefes alıyor…
Nasıl
varlığını devam ettiriyor diye…
Milyarlarca
katlı yüksek bir bina düşününüz. En üst katından sürekli olarak aşağıya doğru
düşüyorsunuz. Arada tutunacak bir şey ve yerde yok.
Sadece
nefsin bir aldatmacası olan, bazen adına bir insancıllık denilen ince bir dal,
topluma yararlı bir iş ve faaliyet denilen kopmaya mahkum ince bir ipe
tutunuyorsunuz.
Neticede
o da kopacak.
İşte
inançsızlık bundan daha dehşetli bir haldir.
Allah
insanın varlığını, devam ve bekasını kendisiyle irtibatlandırmıştır.
O
irtibatı koparacak bir insan ebediyen düşmeye mahkumdur.
Ortada
tutunacak bir dal da yoktur.
Düşerken
o nefessizliği, o heyecan, korku, dehşet ve tehlikeyi düşünün…
Cehennemden
daha korkunç bir haldir.
-Tıpkı
sizi dünyaya bağlayan yer çekimi kanununun ve de dünyamızı sabit tutan çekimin
bir anlık kalktığını düşününüz.
Biz
havanın boğluğunda bağlantısız kalacağımız gibi, dünyamız da uzay boşluğunda
sürekli savrulacak, bir gezegene çarpıp hayatını bitirecektir.
-Oysa
bizler 100 sene önce yoktuk, 100 sene sonrada yine yokuz. İki yok arasındaki
kısa bir sürede varız.
O
halde gerçek varlık bu içinde yaşadığımız varlık mı yoksa bundan sonraki olacak
olan varlık mı?
Yoksa
varlık iki yokta olan varlık mı?
Varlık,
yokluktan geçen varlıktır.
Beka olan ahirete giden yol, fena olan dünyadan
geçer.
Ahirette vücut bulur.
İnsan
bir an bile yokluğunu ve yok olacağını, sahibinin olmayıp yokluğa gideceğini
düşündüğü ve düşüneceği an, hayat ve her şey zehir oluyor.
O
da her an ölen ve öldüren zehirli bir hayat.
-“Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul
edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların
kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk
etmeye kadir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir cüz’îsi, zevilhayatın
küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz’îyi halk eden, küllîyi de halk
etmeye kadir olmalıdır.
Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz
olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülle olur.
Ve keza, hadd-i kemale bâliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi,
gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.
Ve keza, kemal-i cemale bâliğ olan kemal-i hüsn-ü sanat, resullerin delâletiyle
olur.
Ve keza, rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn
resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka ilân etmeleriyle mümkün olur.
Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayna bulunmasa ve tarif edici
bir şahıs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün
değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle
Hâlıkın hüsnüne aynadır; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.
Ve keza, bir zâtın cevahirle, zîkıymet eşyayla dolu hazinelerini açıp halka
göstermek ve arz etmekle o zatın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân
etmek için, ancak o zatın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir
memur lâzımdır. İşte o memur resuldür.”[1]
-“Arkadaş! Küfür yolunda
yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman
yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve
zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihât-ı sittesini güneşlendirmek
istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe
karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celple gövdesinin etrafında
döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün
zahmetlerine misaldir.
Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?
Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk hevâ-i nefislerine
yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması
müşkülleşir. İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine
bırakılır.”[2]
-A Haber’de yayınlanan Yaz Boz
programında eski CIA ajanı Fred Rustmann’ın şok itiraflarına yer verildi.
Rustmann, ABD çıkarlarını düşünmeyen liderleri devirdiklerini yerlerine kendi
adamlarını getirdiklerini itiraf etti. Ajan Rustmann, dünyanın muhtelif
bölgelerindeki pek çok liderin CIA yardımı ile başa getirildiğinin ve ABD
çıkarlarıyla çelişildiği anda bu isimlerden vazgeçilip devirdiklerini itiraf
etti. Bu açıklamalar ABD’nin dünyada kurduğu kirli düzenin özeti mahiyetinde…”[1]
-Eski CIA ajanını yerlerde
sürüklediler!
A Haber’de yayınlanan Yaz Boz
programında CIA’daki kavganın görüntüsüne yer verildi. Görüntülerde eski CIA
ajanı Ray McGovern’in Tayland’da CIA’nın gerçekleştirdiği eylemleri dile
getirdiği için yerlerde sürüklendiği görülüyor. Bu görüntülerle birlikte her
fırsatta ‘ifade özgürlüğünden’ dem vuran ABD’nin içinde bulunmuş olduğu durum
‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ dedirtti.[2]
-Konya’da
İstiklal Mahkemeleri 6529 kişiyi idam etti.[3]
-“BEKARETİNİ
15 YAŞINDA ATATÜRK’E VERDİ”
İngiliz gazeteden Gabor-Atatürk ayrıntısı.
Atatürk ve Zsa Zsa Gabor’un ilişkisi bilinse de Daily Mail ünlü oyuncu için
“15 yaşında bekaretini Mustafa Kemal Atatürk’e verdi” diye yazdı
Hollywood’un efsane oyuncularından Zsa Zsa Gabor, 99 yaşında öldü .İlk
evliliğini 19 yaşında Türk siyasetçi Burhan Belge ile yapan Gabor’un bu dönemde
Atatürk’le ilişkisi olduğu çeşitli kaynaklarda ifade ediliyor.
İngiltere’nin en çok okunan gazetelerinden Daily Mail, bu iddiayı bir adım
öteye taşıdı.
“BEKARETİNİ 15 YAŞINDA ATATÜRK’E VERDİ”
Daily Mail, Gabor’un ölümüne ilişkin haberde şu ayrıntıya dikkat çekti:
“1993 yılında ‘One Lifetime is Not Enough’ (Bir Ömür Yetmez) adlı
otobiyografisinde 15 yaşında bekaretini Modern Türkiye’nin kurucusu olan
Mustafa Kemal Atatürk’e verdiğini yazdı”[4]
-Doktoru Mim Kemal Öke bir gün sofrada içkisine müdahale
etmeye kalkınca aldığı yanıtı yakınlarına şöyle aktarmıştır: “Bir daha söyleme Kemal… Sen benim ne kadar
yalnız olduğumu biliyor musun?”[5] “Sofrayı,
sohbeti, içmeyi elbetteki severdi. Etrafındakilerin deiçmelerini isterdi. İçkiye çok genç yaşlarında alışmıştı. içki
alışkanlığını da kimseden
saklamadı.”[6]
Eserde bol bol
Atatürkün içki müptelalığından söz edilmiş.-“ 20 Kasım 1937.
“Doktorumu terkederim, rakımı
terketmem”[7]
-17 Ekim’de L’Epoque gazetesinde yayınlanan bir
makale:
“Kemal Atatürk şahane bir umursamazlıkla kendi
hayatını yedi bitirdi. Dansı, alkolü ve gece hayatını sever. Ama bu eğlence
zevki, O’nun muazzam bir eseri gerçekleştirmesine, fevkalade bir devrimi
başarıya ulaştırmasına ve başarısı saygı uyandıran bir millet yaratmasına engel
olmadı”[8]
-1970-
lerde Atatürkü sevmeyen solcular, 1980 darbesinden sonra onu kullanmaya uygun
gördüklerinden dolayı birden bire Atatürkü sever oldular.
Onu
anlamak ve anlaşılmasını sağlamaktan ziyade, heyula ve meçhul kahraman
gösterilerek ulaşılması ve anlaşılması güç bir kişi olarak tanıtılmaktadır.
Oysa
Atatürkün yaptıkları; yapma değil, yapılanı ortadan kaldırıp yıkıma yönelik
işlerdir.
Bin
yıldır yapılanları değiştirmiş ve engellemiştir.
-Müştak Baba (Müştak-i Bitlisi), 1759 (H. 1172) tarihinde
Bitlis’te doğmuştur. Asıl adı Muhammed Mustafa’dır.
Müştâk Baba, Ankara’da Hacı Bayram Velî’nin türbesini ziyaret
ettiği sırada gelen ilhamla, ileride Ankara’nın başkent olacağını keşfeder.
Divan-i Müştâk Baba adıyla 1847’de yayınlanan divanının 29.
sayfasında yer alan 73 numaralı, Ankara’nın başkent olacağını sembolik dille
açıklayan beş beyitlik şiiri şöyledir.
-mefûlü / fâilâtün / mefûlü / fâilâtün
1 Me’vâ-yı nâzeninde kimelf olursa efser
Lâ-büdd olur o me’vâ İslambol ile hem-ser
2Nun vel kalem başından alınsa nun-i Yunus
Aldıkta harf-i diger olur bu remz azhar
3 Miftah-ıSûre-i Kaf serhaddi kaf ta kaf
Munzam olunmak ister ra-yı Resûl Peygamber
4 Hay huy ile ahir maksud oldu zahir
Beyt-i veliyy-ül-ekrem el-hâc iyd-i ekber
5 Ey pâdişah-ı fahham sultan Hacî Bayram
Ruhan ister ikrâm Müştâk abd-i çâker
-1000 mánásına gelen ELF sözü, güzeller beldesinin başına EFSER,
yani tác olarak konursa, o belde İstanbul’dan farksız bir hále gelir. Sonra,
Yunus Suresi’ndeki NUN ve Kaf Suresi’ndeki KAF harfleri alınır. Resul’ün, yani
Hazreti Peygamber’in RI harfi de bunlara iláve olunmak ister ve maksad ‘háy-ı
huy’ sözündeki ‘HE’ harfi ile tamamlanır. Ey anlayışlıların padişáhı olan
Sultan Hacı Bayram! Senin bulunduğun o güzel belde, bu değersiz kul Müştak’tan
hürmet istiyor!’
Muştak Baba,Türkiye Cumhuriyet’inin kurucusunun Mustafa Kemal
Atatürk olacağını şiirlerinde Ankara Kehanetinde olduğu gibi ortaya koymuştur.
-Ankara 1923 yılında başkent olacak ve 93 hicri yıl süreyle öyle
kalacaktır.
-Muştak Baba ayrıca Ak Partinin 2029 yılına kadar iktidarda
olacağını yani Ak Partinin izlemiş olduğu Politikalar Aynı kişiler tarafından
devam ettirilmesede farklı kişiler tarafından aynı politikalar devam
ettirilecek diyor.Ve 30 yıllık bu dönem sonunda sonlarının kötü olacağını
söylüyor.
-İsrail’deki bu değişim sonucunda 2029’da bir kırılma olacak. Bu
kırılma büyük olasılıkla iki ülke arasında bir savaş ya da tek atımlık bir
vuruştan ibaret.
Bu bağlamda Müştak Baba’nın “Doğu’dan gelen tehlike”
sözüyle İsrail’i kastetmesi ihtimali büyük görünüyor.
-Müştak Baba’nın beyitlerinde yaptığı bir takım karışık
hesaplamalar sonrasında bulduğu kıyametin kopuş tarihi 2472![9]
-Vahdettin’in
Atatürk’e verdiği Samsun talimatı.[10]
-Mustafa Kemal’den ‘Kominist Parti’
talimatı!
Mustafa Kemal Atatürk’ün elyazısı ile
Türkiye’nin ilk resmî Komünist Partisi’nin kuruluş talimatını verdiği
belgelerin orijinali ortaya çıktı.
Mustafa Kemal’in elyazısıyla olan ve
şimdi Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde muhafaza edilen belge, Paşa’nın “komünizmin
ordunun en büyük kumandanlarının kontrolü altında olmasını istediğini”
gösteriyor.[11]
-GAZİ HAŞERATI
Cumhuriyet gazetesi o günlerde, Gazi
Mustafa Kemal’in İstanbul’a gideceğini haber yapmış. Haberi de sürmanşetten
vermiş. Ancak “Gazi Hazeratı İstanbul’a gidiyor” yazacağına tabiî ki
yanlışlıkla “Gazi Haşeratı İstanbul’a gidiyor” yazmış. Yunus Nadi sabahleyin
gazeteyi alınca, feci yanlışlığın farkına varmış. Atatürk’le acilen görüşmek için,
onun bütün yakınlarını devreye sokmuş. Rahmetli Rasih Kaplan, talebi Gazi’ye
iletmiş.
Yunus Nadi ile birlikte huzura çıkmışlar. Yunus Nadi, bir taraftan tir tir
titriyor, diğer taraftan da Mustafa Kemal’e bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş.
Ellerini oğuşturuyor, dişleri biribirine vuruyor, kekeleyerek bir şeyler
anlatmak için kıvranıyor; ve fakat bir türlü konuşamıyormuş. Mustafa Kemal’in
ısrarı üzerine, durumu anlatmış.
Atatürk son derece sakin ve babacan
bir tebessümle; “Haydi haydi üzülme… Anlaşılıyor ki senin gazeteni, musahhihler
bile okumuyor” demiş… (Musahhih malûm, bugünkü dille düzeltmen, yani haber ve
yazılardaki yanlışları düzeltenler demektir)
-Prof. Mehmet ÇELİK: …En son
sloganvari bir şey buluyorlar. Kafiyeli. “Tevfik Rüştü Moskova’ya uçtu”.
Ruştu tabi. Neyse gazete basılıyor, şey ediliyor. Mürettip yani o dizgici
“R” yerine “P” harfini koymuşlar. ‘Tevfik Puştu Moskova’ya
uçtu’. (Gülme sesleri)
Yavuz Bülent BAKİLER: Evet. Atatürk görüyor bunu.
Prof. Mehmet ÇELİK: Yunus NADİ Çankaya’ya böyle dört ayağı üzerinde meleye
meleye gidiyor. Meleye, meleye. Ayaklarına kapanıyor, salonda. Vallahi şey
olmadı, aynı anda da gazeteleri toplattık. Şöyle oldu, böyle oldu. Gazi Paşa
şöyle omzuna elini vuruyor: ‘Zararı yok çocuk diyor. Zaman zaman da olsa
arasıra da olsa gazeten gerçekleri yazıyor’.
-EŞEK.
O günün Tarım Bakanı devrin ulusunun yanına gitmiş, şirin görünme babından, “Efendim,
bana hangi soyadını münâsip görürsünüz?” diye tabasbus etmiş.
O da, “Eşek” diyerek isâbet
buyurmuş.
Bakanın bozulduğunu görünce de:
“Canım, sen Ziraat Vekili değil
misin? “Eş ve Ek” diyorum” demiş.
-“Kılıç Ali mi, Atatürk’ün Kılıcı
demek yerindedir, İstiklal Mahkemesi’nin savcısı
olarak kaç kişinin idamını istedi, sadece bu sorunun cevabını bilemeyeceğimizi
biliyoruz.”[12]
-“Nazım
Hikmet’in, Kemal’i bir put sayıp yıkmaya çalışması çok büyük talihsizliktir;
yıkamadı, seviniyoruz.
Hep yüce tuttuklarım arasındadır. Bir kişi değildi ve yetişemiyorum.”[13]
Ne tezat değil mi?
-“Kazım,
Gazi Hazretleri’nin kendi yüzüne karşı, şunları söylediğini haber veriyor:
“Muntazam tuttuğunu işittiğim hatıratını vesikalarıyla birlikte getir de
göreyim. Hiçbir tarafta herkes gibi benim İstiklal Harbi’nin banisi olduğumu ve
Türk milletini ölümden kurtararak ona İstiklali’ni bahşettiğimi söyleyeceğine,
kendini de benim payeme çıkartacak propapagandalar yaptırıyorsun! Bir millete
ancak bir gazi olur. Bu yürüyüşe ayak uydurmaya çalış. İstiklal Harbi’ni nasıl
emirlerimle başardıksa, bundan sonrası da başka türlü olmaz!” Kazım Paşa,
“hatıramı elden almak için üç kere evimi bastırıp arattı” yollu
eklemektedir. Bir de şu var; “O
ancak bir gölge yakalamıştır.” Kazım Paşa’nın “O”
dediği Kemal Paşa idi. Kazım’ın evrakın kopyelerini sakladığını anlıyoruz, daha
önce de haber vermiştim.”[14]
Kendisini
anlatıyor;
-“Sabetayizme
gelince, kim Vedii Bilget Paşa’dan daha millici ve solcu olabilir, kim Atilla
İlhan’dan daha solcu olabilir; sabetayistler olmasaydı, bu cumhuriyeti kuramazdık. Ben bir bilim yapıyorum, içlerinden,
çocukluğumdan beri övündüğüm, kuvay-i milliye’de “çete
reisi” ve çocukluğumda hep “çete reisi” olmak isterdim, dedem çıkıyor ve yazıyorum.
…Sabetaycılık
meselesini Türkiye’nin gündemine sokan kişi siz oldunuz. Hala da sizin açtığınız
yoldan ilerleyip listeler tutanlar var. Bu muydu bu tartışmayı açma amacınız,
ne yararı var insanların nereden geldiğini bilmenin? Bir çok yararı var. Türk aydını için, “imkansız
yoktur”, buna, inanıyorum. Bir devrimcinin, sizin deyiminizle bir millicinin,
“elimden bu kadar geliyor, ben zindandayım, hiçbir çarem yok, hiçbir şey yapamam”
düşüncesinde olmadığına inanıyorum. Ben, zindandaydım. Şu teşhisi yaptım; Amerika,
İsmail Cem’i cumhurbaşkanı yapmak istiyor ve kendi kendime “Yalçın” dedim,
“senin bunu önlemen lazım”. Bir kısmı kesinleşmiş, yüz yıl kadar hapsim isteniyordu,
durmadım, İsmail Cem İpekçi’nin İbrani asıllı olduğunu çıkarırsam, önleyebileceğimi
düşündüm. Böyle başladı…”[15]
-“PKK
örgütünü meşrulaştıran siz misiniz, Doğu Perinçek ile birlikte? Bana, mülakata başlarken,
“sağol Hocam, İsmail Cem’in cumhurbaşkanlığını önlediniz” dediler ve
ben de hep, hayır, benim o kadar gücüm yok, o yönde çalıştım, diyordum. Bu sorunuzla ilgili
olarak da benim cevabım şudur; Kürdisite tartışmalarını da biz çıkardık. Biz kimiz,
Türkiye İşçi Partisi, başta Aybar ve Behice Boran, biz çıkardık. Bakın bu Dergi, 1970
tarihlidir, Türkiye İşçi Partisi, “Kürt vardır “kararını aldı ve öylece başladı. Parti
kapatıldı, Behice Boran ve arkadaşları on beş yıla mahkum edildi.”[16]
–“Mum
söndü olarak adlandırılan ve çeşitli kültürlerde kutlanan 21 Mart’ı 22 Mart’a
bağlayan gecede Sabetaycılar’ın grup seksin de uygulandığı bir ritüele
katldıkları konusu, genellikle çok fzlasıyla üzerine düşülen bir meseledir, bu
konuyu daha sonra etraflıca başka bir makalede incelemek amacıyla burada ele
almıyoruz. Ancak şurası bir gerçektr ki Sabetaycı dua kitaplarının özellikle
bugün Israil’de bulunan nüshalarında serbest seksin Tanah’a dayandırılan
ayetlerle desteklendiği bilinmektedir.”[17]
-“Sabetaycı
inanca göre Yahudiler her zaman Rabbe karşı günahkar ve asi olmuşlardır. Tanah
bu konuda anlatılan menkıbelerle doludur. Bu yüzden de hastalık ve felaketler
hiçbir zaman Yahudi toplulukları üzerinden eksik olmamıştır. Bu yüzden Rab
Sina’da altın buzağıya tapan kavmi yoketmek istediğinde Moşe O’na yalvararak
kendisine inanan ve daima O’nnn yolundan gidecek bir bakiyeyi ayırmasını
istemiştir.”[18]
-Geçmişten
günümüze lanetle anılan Yahudilerin yanına, günümüzden geleceğe bir de Abd
eklenmiş oldu.
Ölümüne
sebeb olduğu milyonlar sebebiyle…
-Bizi
saran derin devletin, Abd- yi sarmaması düşünülemez.
Abd de
derin devletle mücadele etmekte ve derin devlet tarafından kontrol edilmektedir.
Pentagon-
Cıa -Fbı ve halk arasında bir mücadele ve hakimiyet kavgası sürmektedir.
Buna ek
olarak israilin gizli bir güç olarak kontrolü göz ardı edilemez.
–Daniele
Ganser ‘in ”NATO’nun
Gizli Orduları” adlı kitabında, Türkiye, ”gerilla
birimleri ve Gizli Ordu Rezervleri’nin kurulmasına fazlasıyla uygun bir ülke” olarak tanımlanıyor.
[8] Age. 139.[9]bu
gün Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 160 sayfalık Müştak Baba
Divanı (Divan-ı Müştak Efendi)’dır. Ankara 1923 yılında başkent olacak ve 93 hicri yıl süreyle öyle
kalacaktır.29.
sayfasında buna işaret vardır.
Ruh
ordusu büyük bir coşku ve gürültüyle varlık alemine ve de dünyaya çıkış
yapıyor.
Geliyor
ve gidiyorlar.
Hiç
de çok durmuyorlar.
Demek
ki durmak için gelmiyor belki gitmek için buraya uğruyorlar.
Cesetlerini
burada bırakıyor, hakikatlarıyla ebedi aleme uçuş yapıyorlar.
Kemale
erip tekamül ediyorlar.
Hem
ekiyor ve hem de duygular cihetiyle ekiliyorlar.
Esas
olan ruhtur.
Ruh;
Latife-i Rabbaniye.. Ruhul Emin (Cebrail).. Riyah (Rüzgar).. Rayiha-Reyhan
(Koku).. Güç-Kuvvet-Enerji- Hayat kaynağı- Ruh-u insani.. Ruh-u Peygamberi..
Varlıklar içerisinde en latif olanı.. Her şeye nüfuziyeti olan nur.. Sebebler
üstü ve birinci elden, kudret eliyle yaratılmış, Nefh-i İlahi..
*************
Allah
her ruha münasip ceset veriyor ve giydiriyor.
Cesetle
ruh birbiriyle münasip ve mütenasiptir.
Suretler
siretlerle uyumluluk arzeder.
Sirete
göre suret bicilmektedir.
Dikene
verilen elbise nasil ki onun yapısıyla uyumluluk arzederse, Her bir insanın surety,
suretinin aksiyle bağlantılıdır.
Bed
bir insan ile beşüş bir insanın suret farkı gibi.
SİRET
VE SURET
“Eğer
istersen hayâlinle Nurşin karyesindeki Seyda’nın meclisine git, bak. Orada
fukarâ kıyâfetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir
sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir.
Göreceksin ki, akrepler insan libâsı giymişler ve ifritler adam sûretini
almışlar, ilâ âhir…”[1]
-“Kâfirlerin medeniyetiyle
mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:
Birincisi, medeniyet libasını giymiş
korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis;
sûreti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.
İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet;
içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir
melektir.”[2]
-“Meclisten biri dedi: “Neden şeriat
şu medeniyeti reddeder?”
Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine
teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i
kastı menfaattır. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise,
şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen
unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar
hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O
heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete
indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu,
eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi
hayale gelir.”[3]
NEFİS
Bir
cihetle nefis, diğer cihetle ne pis…
-Nefsin
iki ciheti vardır; Biri Hakka bakar. Diğeri halka bakar.
Hangi
ciheti ağır basarsa, o ciheti öne çıkar.
-Hatırat;
süzülmemiş, süzgeçsiz akla gelen lafızlar, kalbde mana bulurlar.
İhlas
ise hatıratların süzgeci, ayrıştırıcısı, miyarı, dönüştürücüsüdür.
Nefis
ise şeytanın avukatlığını yapmaktadır.
Bilgelerin
Sultanı İbn Arabi, Fetihler kitabının bir yerinde şöyle der: “Allah’ın seninle
açtığı ilk kapının senin nefsinin kapısı olduğunu bilir misin? Sen, kevnsin.
Allah ise, seni var edendir. Varlığı seninle açmıştır. Sen, varlığın
anahtarısın. Bu yüzden sen O’nun yanındasın, Allah’tan başka kimse seni
bilemez…”
-İblisin telbisi ve tedlisi ile ruh
bulanmakta, siret ve suret değişmektedir.
-Kominizm, sosyalizm ve
kapitalizmin kabul görmesindeki sebepler;
-insanın hayvani yönünü
beslemesidir.
Nefsine mahkum olanları
kolayca kendisine çekmiş ve bağlamıştır.
-Diğer taraftan müsbet
örneğin sunulmaması ve uygulanmamasıdır. Zekat ve sadaka müessesesi gibi…
-“
Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder.
İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.” [4]
-“ Kim bir kötülük yapar yahut nefsine
zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve
esirgeyici bulacaktır.” [5]
-” Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük
bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu
görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.” [6]
Hadiste:”İstiğfar edilirse günah büyük
olmaktan çıkar, ısrarla devam edilen günah da küçük olarak kalmaz.”[7]
-Dűnyanın toprağından yaratılan şu insan, toprağın üreticiliğine
cennet uygun olmadığından, dünya toprağına ekilmek üzere dünyaya gönderildi.
Ya sünbül verecek ya da tefessüh edip, sönüp gidecektir.
Tohumdur insan
Ekmesini bilmeli
Meyve veren
Dikmesini bilmeli
Topraktan gelen
Toprağa düşmeli
Sümbül veren
Toprakta çürümeli
Kibirle var olan
Yar olmaz
Mahviyyette olan
Yok olmaz.
Yok yok isen
Sen varsın
Varlığınla varlığa
Sultansın…
Delilmi istersin
İşte şeytan
Yokluğunda alem
İşte Adem…
MEHMET ÖZÇELİK
17-01-2019
[1]diyerek
daha başka cihetteki farklarını “Lemeât” ve “Sünûhât”a havâle eder. Mesnevî-i Nuriye, s. 221.
Derin
devlet veya diğer adıyla gizli dinsiz komitenin iki ucundan birisi ergenekon ve
uzantısıdır…
Diğeri
ise Fetö ve uzantısı olaraktan birbirlerine bayrak değişimi yapmaktadırlar.
İkisi
de birbirinin aynısıdır. Aynı bedenin iki kollarıdırlar.
-Ergenekon
terör örgütünün 1 ile 400 sayfasındaki iddianamenin 56. sayfasında şu rapor yer
almaktadır;
Ergenekon
terör örgütünün yönetici kadrolarına bakıldığında genel olarak emekli
askerlerden oluştuğu, bunların bir kısmının malulen emekli olduğu bir kısmının
ise disiplinsizlik nedeniyle Türk Silahlı kuvvetlerinden atıldıkları
görülmüştür. Dolayısıyla Ergenekon terör örgütü amaçlarını daha iyi ve hızlı
gerçekleştirebilmek, örgüte kolay adam temin edebilmek ve örgüt adına
gerçekleştirdikleri eylemleri devlet adına yaptırdıklarını inandırmak için
Ergenekon terör örgütünün Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren
illegal bir yapılanma imiş gibi lanse ettikleri, böylelikle bir taraftan
kendilerini daha güçlü göstermeye çalışırken Diğer taraftanda Cumhuriyetimizin
ve milletimizin gözbebeği olan Türk Silahlı kuvvetlerini planlı ve kasıtlı
olarak kamuoyunda yaptıkları anlaşılmıştır.
-Dökümanın
57. sayfasında ise devletin yeniden yapılandırılması üzerine isimli 11 sayfalık
döküman, şüpheliler Doğu Perinçek ile Tuncay Güney’den ele geçirilmiş olup
kapak kısmında Devletin yeniden yapılanması üzerine 25 Kasım 1999 yazmaktadır. Bu
belgenin bir durum ve amaç başlığı altında cumhuriyetin yeniden yapılanması
için silahlı gücünün olduğu bütün meselenin yeniden yapılanmanın diğer
ayaklarını teşkil eden Meclis Hükümet yargı ve halk örgütlenmesi olduğu
belirtilmiştir.
-Ergenekon
iddianamesinin 61. sayfasında şu iddia yer alır; 2001 yılında yakalanan Tuncay
Güney lobi çalışmalarını Veli Küçük’ü talimatı ile şüpheliler Doğu Perinçek,
Ümit Oğuz Tan, Adnan Akfırat Fırat ve kendisinin de katıldığı bir ekibin
yaptığını son şeklini ise Veli Küçük ün verdiğini beyan etmiştir.
-355
sayfalık Ergenekon iddianamesinde bütün kirli ilişkilerin çamaşırları ortaya
dökülmektedir. Her şeyi açık ve beyan olaraktan çıkmaktadır ki, Ergenekon
gerçekten bir terör örgütüdür.
-İddianame’nin
69. sayfasında ise şu beyanatta bulunulur; yine gerektiğinde kontrol altında
tutulan naylon terör örgütlerinin yapmış oldukları bu eylemler sonucu ortaya
çıkan durumları örgütün menfaatlerine uygun olarak kullanmak, gerektiğinde
siyasal iktidarları dize getirip menfaatlerine göre yönlendirmek için Ergenekon
dökümanında terör bölümünde belirtilen kişisel çıkarları adına siyasete
yönelmiş ve hedefe ulaşabilmek adına herşeyi mübah sayabilen siyasilerin
engellenebilmesi için geriye kalan tek yol suikasttır. Suikast işlenmesi gibi
tamamen yasadışı ve insanlığın menfaatlerine aykırı ve bütün dünyada suç olarak
kabul edilen eylem ve fiillerle Türkiye Cumhuriyeti’ni Sözde esaretten kurtarıp
tam bağımsızlığına kavuşturmayı amaçlamaktadırlar.
Ergenekon
iddianamesinin 1 ile 400 sayfasının 70 sayfasının da şu iddiada bulunur. 9 Nolu
gizli Tanık ifadesinde 1995 yılında ilimiz Gaziosmanpaşa ilçesi Gazi
Mahallesi’nde meydana gelen kahvehane tarama ve adam öldürme olaylarının bizzat
Veli Küçük’ün talimatı ile gerçekleştirildiğini, Hablemitoğlu’nun öldürülmesi
olayının yine Veli Küçük’ün talimatı ile yapıldığını beyan etmiştir.
Diğer
taraftan şüpheli Sedat Peker’in 2004 yılında yaptığı telefon konuşmalarında Eskiden
kahvehane tarama gibi olaylar yaptıklarını söyleyerek bir bakıma Gazi
olaylarında doğrular nitelikte konuştuğu görülmüştür. Ayrıca iş adamlarını
korkutup tehdit ederek araç aldıklarını da dile getirmektedir.
-Ergenekon
iddianamesinin 73. sayfasında sonuç olarak Ergenekon terör örgütünün hem eleman
hem kadrolaşma hem devlete ait gizli bilgi ve belgelere rahatlıkla ulaşma
örgütün sahip olduğu çeşitli silahlar ve silahlı üyeleri örgütün en üst
düzeydeki devlet görevlilerine suikast yaptırmak için suç işlemiş ve işlemeye
meyilli bir çok insanı kısa sürede bulup bu tür insanlara hayali misyonlar
yükleyip suç işlemeye teşvik edip gerektiğinde yüklü miktarlarda paralar taahhüt
edip ülkeyi kaosa götürecek eylemler yaptıra bildikleri Danıştay suikasti ve
bazı ünlü kişilere yapılacak suikastlar için yapılan para tekliflerinin de
dosyada dillendirildiği, suikast yaptıracakları kişilere yakında darbe
yapacağız, cezaevinde fazla kalmazsın, hemen biz seni çıkarırız gibi vaatlerde
bulundukları anlaşılmıştır. Alparslan Arslan’ı da böyle bir ümitle suç işlemeye
azm ettirdikleri bu konuda Alparslan aslanın Müebbet hapis cezası almasına
rağmen halen çıkma ümidi olduğunu ve bu ümidinin kısa sürede gerçekleşeceğini
ifadesinde beyan etmesi de örgütün hem darbe amaçlarını hem de bu tür eylem ve
su i kastları rahatlıkla gerçekleştirebilecek deneyim ve birikime sahip
olduğunu gösterdiği gibi yeterli elemanı araç ve gereç ile bilgi ve kapasiteye
sahip olduğunu göstermektedir.
-Hazindir
Hem de ne kadar hazindir ki; idamla yargılanan, müebbet hapisle yargılanan
birçok insan özellikle bunun içerisinde Ergenekon suçlusu olarak yargılananlar,
bazen hiç yatmadan, bazen birkaç sene, bir iki üç sene gibi yataraktan berat
etmişlerdir. Müebbet hapisle hemde idamla yargılananlar neticede affedilmiştir.
Yarın
öbürsü gün bu durum Feto için yapılmayacağının bir garantisi yoktur. O halde
bütün mesele Türkiye’nin hukuk meselesidir. Üzerine gidilmesi ve irdelenmesi,
düzeltilmesi gereken hukuk meselesidir.
-Ergenekon
terör örgütü ve sair sebeplerle, entrikalarla eğer üstü örtülür ise, ileride
Türkiye’yi bekleyecek başka darbelerde kapının önünde beklemektedir.
Türkiyede
hala darbe olmama tehlikesi söylenemez. Bunun garantisi hala yoktur.
-Nato
ve Abd-nin Türkiyeyi Cıa eliyle ve Mitle kontrol etmesinden bahsedilmektedir.[1]
İnsanların
en büyük zaafı, içlerinde bulunan cevherden haberlerinin olmamasıdır.
O
cevherin en parlak olduğu ve kıymet bulduğu dönem ise, gençlik dönemidir.
Bu
cevherden habersiz olan genç ve gençlik bu değerli cevherini çok ucuza
satmakta, atmakta, değersizlendirmektedir.
En azından gencin belki her zaman, hiç olmazsa bir kerecik olsun
düşünmesi gerekir ki;
Ben dünyaya niye geldim? Ne için geldim ve nereye gideceğim?
Hayatı öğrenmek, təcrübe kazanmak,
sınavı başarmak, tanışmak, ekmek ve ekilmek yani amel cihetiyle ekmek, duygular
yönüyle ekilmek için, tanışmak, alışmak, çeliklenmek, çoğalmak, arınmak, yontulmak,
yoğrulmak, pişmek, yeşermek ve yeşertmek gibi gayeleri gerçekleştirmek için
gelmiştir.
-Gençliğin
önündeki en büyük tehlike ise;
Şimdiye
kadar bir kısım insanlar Cenab-ı Hakkı inkar yoluna gidip, adeta onu aciz
bıraktırmak için inkarda bulunurlarken; şimdiki gençlikte gizli şirk diye ifade
edebileceğimiz, güya Cenab-ı Hakkı tanıdığını ifade ediyor, -hem de gerçeği her
ne kadar tanıyor ise?- fakat diğer taraftan inandığı Rabbisini hesaba
çekercesine;
-Bunu
niye şöyle yarattı.. Bunu niye böyle yarattı, diye sorgulama yoluna gidip adeta
hesap sorucu makamında, firavun gibi gizli kabul edip de fakat o gizli şirki
içerisinde taşımaktadır.
Adeta
bocalarcasına imanla küfür arasında gidip gelmektedir.
-Gençlik
belli bir şuur içerisinde hareket etmemekte, günü kurtarma çabasında, gündelik işlerle uğraşmaktadır.
Telefon
ve interneti ile gezmesi, basit şeylerle tatmin olma yolunda gitmektedir. Büyük
hedefler kendisine çizmemekte, ileriyi düşünecek hareketler içerisinde
bulunmamaktadır.
Zora
geldiğinde de adeta ya tamamen karşıdakine büyük bir tepki göstermekte ve ya kendi
içerisine kapanarak adeta bir bunalıma doğru gitmektedir.
Gençliğe
hedef verilmeli, hedef gösterilmelidir.
Gençliğe
yaratılış gayesi bildirilmeli, niçin geldiği düşündürülmeli, düşünen bir
gençlik, kendisini hesaba çeken bir gençlik olmalıdır.
Gençler
içerisinde az bir kımıldama gördüğümüzde bir umut sağlamakta ancak bu bile
gayet yüzde azı olabilmektedir.
-Evvelden
az şeyle çok şey kazanılır iken, şimdi çok şey ile az şey bile zor
kazanılmaktadır. Gençliğin önündeki imkanlar çok iken, kazanımları azdır. Bu gençliğe
büyük hedefler gösterilmeli, gündelik işlerle, madde ve maddi geliri ile değil de, büyük ebedi
hedefler gösterilmelidir. Hedefli hedefler gösterilmelidir. Büyük hedeflere
yönlendirilmelidir gençlik…
Kendisini
sorgulamayan gençlik bir taraftan annesini, babasını, hocasını, çevresini
sorgularken, diğer taraftan da adeta Rabbisini hesaba çekmeye çalışmaktadır.
Oysa kendisine ve iç dünyasına dönerse, dış dünyaya yönelik kendisini dağıtmasına
karşı toparlaması halinde elbette gençlik kendisini daha iyi tanıma yoluna
gidecektir.
-Gerek
eğitim ve gerek ailelerin verdiği terbiye genci düşündürmeye, yorumlamaya,
toparlamaya yönelik olmalıdır.
Basit
şeylerle yorumlama yapmaktadır gençlik. Düşünen bir gençlik, detaylı, geniş,
derin bir şekilde yorumlayan bir gençlik yok.
Kendi
iç dünyasına girerekten mikro alemini keşfetmediği gibi, makro alemdende bi-gane
kalan bir gençlik var. Başını çevirip etrafa bakmadığı gibi, kendisine de
bakmayan bir gençlik var.
Kazanmaya,
uzun sürede elde edilecek işleri kısa sürede kazanmaya, kısa sürede meşhur
olmaya, şöhret elde etmeye kazanan bir gençlik var. Adeta kanatlanmadan, uçmayı
öğrenmeden uçmak isteyen, böylece kendisini tehlikeye atan bir gençlik var.
Eskiden bir insanın uzun sürede kazandığını, şimdi kısa bir sürede elde etmeye,
kısa yoldan köşeyi dönmeye çalışan bir gençlik var.
-Hayatı
rahatlıktan dolayı sahada değil, masada sürdürmeyi isteyen bir gençlik var.
İlkokuldan,
ana sınıfından beri masa başında hayatı sürdüren, test yöntemi ile doğru yanlış,
doğru yanlış sistemi ile hayatı götürmeye çalışan gençlik, üniversite dönemine
kadar aynı zihniyet içerisinde, hazıra konma zihniyeti içerisinde hareket
etmekte, en küçük görmüş olduğu bir zorluğa karşı karşısındaki tehdit etmekte,
insanlığı tehdit etmektedir.
-Online
sistemi ile işleri kolaylaşan gençlik, online sistemi ile kısa sürede işlerini
kolaylaştırdığı gibi, hayatı da online sistemi ile kolayca kazanmak istiyor.
Adete çalışmadan, gayret ve çaba göstermeden, düşünmeden, bilinçli hareket
etmeden, kolay yoldan hayatı kazanmak istiyor.
Uzun
yılların vermiş olduğu boşluk neticesinde lise. üniversiteyi bitiren gençlik;
önünde uzun, aşılması gereken bir yolu görünce de, bir yandan ümitsizliğe
kapılıyor, kaosa kapılıyor, sıkıntıya giriyor ve o boşluğu, yılların boşluğunu
doldurmada yetersiz kaldığı içindir ki adeta sağa sola çırpınmaya ve çarpılmaya
çalışıyor.
Gençlik
yıllarını kaybediyor. En azından 15-20 yılı kaybedilen bir gençlikle karşı
karşıyayız.
-Bir
yandan hiçbir şey bilmediği halde, öbür yandan her şeyi bildiğini, ihtiyacı
olmadığını söyleyen bir gençlikle karşı karşıyayız. Öğrenmek istemiyor, bilmek
istemiyor. Bilgilerin kendilerine hap gibi verilmesini arzu ediyor.
Zora
gelmeyen, zorluğa katlanmayan, geçmişinden ve ecdadının çektiklerinden habersiz
bir gençlik var.
Okula
gitmeden diploma almak isteyen bir gençlik, ise gitmeden maaş almak isteyen bir
nesil var.
Gençlik
gençliğinin gideceğinden habersiz.
Oysa
hiç şüphe yok ki gençlik gidecek.
-Bilgisayar
ve internete hükmeden değil, internetin mahkumu olan bir nesil var.
Evvelden
ağlayan çocuklara emzik verilirdi, şimdi ise ağlamadan o emzik veriliyor.
Yıllarca
aş- iş- eş için çabalandı. Şimdi ise hepsi bitti ve elden çıktı ve de
çıkmaktadır.
-En
dehşetli zaman olan 1970- lerdeki komünizm ve ateist tehdidi inançta büyük yara
açarken, bugün bu yara fikirde kendisini göstermekte, gizli ateizm tehlikesi sürmektedir.
Rehavete
düşmemeli.
-1970-lerde başlayan kominizmin yani inançsızlığın yerini 1980- lerde sefahet aldı.
-Şimdi
ise gizli inanç zaafiyeti ile beraber, sefahet kol gezmektedir.
-1990-
larda bir şehirde okul çıkışı, sağımdan karşıdan gelen lisesi bir erkek
öğrenciye, solumdan yukarıya doğru giden liseli bir kız öğrenci adeta
azarlarcasına o erkeğe; Neden kendisine bakmadığını ve görmezden geldiğinin
hesabını sormuş, erkek öğrencide yüzü kızararak ve mahcup bir eda ile
görmediğini söylemişti.
-Gençlik
konusunda bütün bütün elbette umutsuz ve ümitsiz değiliz.
Günahın
adı, zamanı ve yeri değişti. Buna dikkat çekmek gerek.
Evvelden
günah diye evine televizyon koymayan aileler, bugün çocuğu daha fazlasını
cebindeki telefonda taşımaktadır.
Fuhuş
yaygınlaşıyor. Bir pörsüme var. İdeal yok.
Gençlik
ve günah kol kola gezmektedir.
-18
yaşındaki hırsız 35 kere ceza alıyor. Savcının uyarı ve nasihatina öfkelenen bu
kişi kızarak gidip bir daha hırsızlık yapıp yakalanıyor.
Bunun
gibi bir çok hırsızın hayat hikayesi aynı yanlışlarla doludur.
İşte
bütün bunların ana sebebi, imanın zaafiyetidir.
İman
hastalığıdır.
En
büyük hastalık ise, bu hastalıktan habersiz oluştur.
12-01-2019
MEHMET
ÖZÇELİK
CUMHURİYET BÖYLE KURULDU
CUMHURİYET
BÖYLE KURULDU
Meclis
dua edenlerin duasıylamı açıldı?
Hep
buna takılı kalır ancak ikinci meclis ve üyelerinden ve de onların yapa
geldiklerinden pek de haberdar olmayız.
Adeta
1. Meclis 2. Meclisi perdelemiş, tüm menfilikler o perdenin arkasında
sürdürülmüştür.
“İKINCİ
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ SEÇİMİNİ L0ZANDA MÜTTEFİKLER TEKLİF EDIYORLAR.”[1]
“Gazi
önce tüm vekilleri kendisinin seçme teklifini sununca tepki aldı ancak yinede
kendisine çok emniyet verdiler. İkinci grup olan yani istiklal harbine girenler
yoktu.
Gazi
savunmasında, ben muhalif istemiyorum, diyerek teşkilatını kuruyordu. [2]
-Gazi
Karabekire,” Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdurlar.”
Ve
devamla Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce, şu izahatı verdi:
“Dini
ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar! Böyle kimselerle
memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus
anlayışını değiştimeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve
bunları çabuk zengin etmeliyiz! Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.”
-“Birçok hatipler İstanbul hükümeti aleyhinde söze başladılar. Bu
esnada Mustafa Kemal Paşa beni odasına çağırdı.
Orada doktor Rıza Nur beyde vardı. Bana mütalaamı sordu:
Mustafa Kemal Paşa da Rıza Nur Bey’e: ” Takriri yaz, dedi. Rıza
Nur Bey: “Pekiyi”, diyerek çıktı.[3]
Ve devamında anlaşmada konuşulduğu gibi yapılmadı ancak tepkiler
neticesinde atatürk takriri yeniden düzelterek yazmak mecburiyetinde kalmak
suretiyle oynanan entrikaları da dile getirmektedir. [4]
-“Benim
hemen karşımda oturan Mahmut Esat bey –Bozkurt- sert bir cevap verdi;
-Bu
sefer de Fethi Bey (Okyar) söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki:
-“Evet
Karabekir, Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İsläm
kaldıkça da, bu halde kalmaya mahkümdurlar!”[6]
-“Şeriye
Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zâtlar, şu
malümâtı vermişlerdi:
“Gazi
Kur’an-ı Kerim’i bazı islâmlık aleyhdarı zübbelere tercüme ettirmek
arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapca okunmasını, namazda bile yasaklayarak
bu tercümeyi okutacak! Ve o zübbelerle işi alaya boğarak, güya Kur’an’ı da, İslamlığı
da kaldıracaktır!
Etrafındaki
böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor. [7]
-Mustafa
Kemal Pasa beyânâtıma karşı hiddetle bütün içini ortaya döktü:
“Evet
Karabekir; Arapoğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı
Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki budalalık edip
de aldanmakta devam etmesinler![8]
-İsmet
Paşa, Macarlar. Bulgarlar aynı saflarda itilaf devletlerine karşı harp
ettikleri ve mağlup oldukları halde, istiklâllerini muhafaza etmiş olmaları
Hristiyan olduklarından, bize istiklal verilmemesi de islâm olduğumuzdan ileri geldiğini;
bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtuldukça da İslâm kaldıkça
müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde
olacaklarını ve istiklâlimizin daima tehlikede kalacağını bana anlattı.[9]
-Sultan
Mahmut devrinde, “Türkler Hristiyan oluyor” diye Arap ordularını anadolu
içlerine sevk eden ve bu orduları idare eden, Fransızlar değil miydi? Türk donanmasının
Mısır’a teslimine sebep olan politika oyunu, aynı değil miydi? Öteden beri bir
taraftan hükümete “Avrupalı olun; Batı hayatıni aynen alın, başka kurtuluş
yolunuz yoktur.” derler; diğer taraftan da attığımız adımlara çelme takmak
için içerde halkı isyanlara teşvik ederler ve İslam aleminde de “Türkler
Hristiyan oluyor diye aleyhimize nefretler uyandırırlar.[10]
-“Memleketimizde
ilk defa yapılan bir müsabaka: Evvelki akşamki Güzel Bacak Müsabakası’na dört
hanım iştirak etti”[11]
-24
Eylül 1925 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk Bursa’yı ziyarete gidiyordu ve
bu defa elinde şapkası vardı. Seyahat sırasında herkes Gazi’nin şapkasını
inceliyordu. Bir hanım, hanımların şapka giymesi hakkında Gazi’nin fikrini
sordu.
Gazi Paşa da:
“Hanımlar da erkekler gibi Şapka giymelidirler. Başka türlü hareket etmemize
imkan yoktur. İşte size bir misal: bu başla medeni bir hanım Avrupa’ya gidip
insan önüne çıkamaz” dedi.
–❗REKLAM❗BALIK
YERİNE BİRA İÇİN❗1938❗ 13 OCAK 1938 /ATATÜRK ÇİFTLİKLERİ
KİTABI./ Nadir Kitap.
– “Bir Halk İçkisi Olan Bira Bizde Cumhuriyetten Önce Ancak Kibarların ve
Ecnebilerin Birkaç Birahane, Lokanta Yahut Bahçede İçtikleri Bir İçki İdi.
– Onun Milli Bir Halk İçkisi Haline Getirilmesi Bahsine Ancak Cumhuriyet
Devrinde Dokunuldu. Ankara Orman Çiftliği Bu Hususta Büyük Bir Başarma Kudreti
Göstermiştir. (..)
– Bugün Hakikaten Memlekette Bira İstihlaki (Tüketimi) Seri Bir İnkişaf
Temayülü Arz Etmektedir. Bu Temayülün Tabii Bir Neticesi Olaraktır ki, 1934’de
Orman Çiftliğinde Kurulmuş Olan İlk Bira Fabrikası Yeni ve Daha Büyük Bir
Fabrika ile Tevsi Olunmuştur
– Yakın Yıllarda Biranın Memleketimizde En Çok İstihlak Edilen Bir İçki Haline
Geleceğini Mübalağasızca İddia Etmek Kabildir.
– Karabekir Maliye Müfettişliği gibi bir çok üst düzey görevlere
geldiklerini misalleriyle anlatır.
Doğuda ise şahit olduğu olaylarla çoklukla madenlerin bulunduğunu
ifade eder.[13]
Mehmet ÖZÇELİK
10-01-2019
[1]KAZIM KARABEKİR- PAŞALARIN KAVGASI
İNKİLAP HAREKETLERİMİZ. 127. ve devamı.
Ölüm
öncesi ve sonrası bir hayatı hiç mukayese ederekten düşündünüz mü?
Düşününüz
ki; ortalama 70 yıl bir hayat yaşıyorsunuz ve ondan sonra ne olacağını bilmeden
yaşadığınız bir hayatın sizin için ne kadar bir elem verici, sıkıntılı ve en
büyük bir kayıp olduğunu düşününüz.
Her
şey ve bu dünyada iken elde edeceğiniz her şey bir an içerisinde yok olup
gidiyor ve geri hiçbir şey kalmıyor.
Ama
öyle bir hayat düşününüz ki, bu hayat öbür hayata bir basamak oluyor ve bu
hayat bitse de, işte asıl ondan sonra bu hayatta belki de çok arzu ettiğiniz,
elde etmeye çalıştığınız, düşüncenizin hatta hayalinizin de ötesindeki bir
hayat ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
Adeta
önceki bir hayatın daha kapsamlı bir şekilde devam eden bir hayat olaraktan
sürdürülebilirliğini düşününüz…
Ebedi
bir hayat içerisinde sürdürebileceğinizi, tek başımıza da değil, birçok
hayatlarla beraber sürdürülebilir bir hayatın sizin için olduğunu düşününüz.
Ve
böyle sınırı olmayan, sınırlanmayan, sınırlandırılmayan sonsuz bir hayat
içerisinde sürdürülebileceğini ve sürekli gelişen, geliştirilebilen böyle bir
sonsuz hayatın, sonsuz bir yaratıcının garantisi altında olan bir hayatın var
olduğunu düşününüz…
Hem
hayatınız tam bir garanti içerisinde..
Çünkü
sonsuz hayat sahibinin kendi hayatı tamamıyla zati, subuti olduğu içindir ki
bizzat var olduğundan, zıddı olan yokluğu düşünülemediği için böyle bir hayat
sahibine dayanan bir hayatın ebediyen devam ettirileceğini bir düşününüz.
Aslında
dünya hayatındaki tüm sıkıntıların böyle bir mukayese yapmamadan kaynaklandığını
düşündüğünüzde çok rahat anlayacaksınız.
Nitekim
bunun şifrelerini veren Peygamber Efendimiz; -İnsanlar uykudadırlar, ölünce
uyanırlar.- buyururlar ve hatta -Ölmeden evvel ölünüz.- buyururlar.
Aslında
bu mânâ bir derece ebediyen sonsuz, gerçek, ikinci bir hayatın şifreleri
içerisinde mevcut olduğunu ancak onunla sürdürülebilir, bağlantılı olduğunu da
ifade etmektedir.
Yani
ikinci bir hayatın, sonsuz bir hayatın hayat olarak devam edebilmesi için,
tamamı ile bir hayatın O’na endeksli olarak, O’nunla bağlantılı olarak, O’na
bir mukaddime ve hazırlık olarak onu açacak bir anahtar olup onu netice verecektir.
Derdi Allah olanın dermanı Allahtır ve Allahdadır.
Dermanı Allahtan olduğunu bilmenin derdi, derdi Allah
olanın derdi değildir.
-Dünya
ahiretin mezraasıdır- yani burada ekmek ve ekmeye bağlı olduğunu bilmesi ile
olmaktadır.
Nasıl,
böyle bir hayata hazır mıyız? Ve böyle bir hayata hazırlık yapmakta mıyız veya
bu hayat ile O Hayat arasında bir köprü oluşturabilmekte miyiz?
Yoksa
oluşturulmuş olan o köprüleri -Allah korusun- yıkmakta mıyız, tahrip mi etmekte
veya zayıflatmakta mıyız?
Veya
tersi yönü ile sürekli güçlendirmekte ve güncellemektemiyiz? Tüm mesele burada
bulunmaktadır.
Aslında
bütün dava hep bu noktada odaklanmaktadır. Allah’ın -tabiri caizse- ısrar ile
insanlara yapmış olduğu ikazlar, kitapların ve peygamberlerin gönderilmesindeki
tüm uyarılar, hep bu noktada toplanmaktadır. Yani dünya ile ahiret köprüsü’nü
kurmak, ahiret vuslatını, kavuşmasını, oluşmasını, geçişini sağlamak amaçlıdır.
Ya
geçilecek ya da köprüler yıkılarak ölünecek, ebedi bir bitişin startı verilmiş
olacaktır.
-Düşünebiliyor
musunuz; Bir köyde, dar bir yerde değilsiniz ve hatta 81 milyonun olduğu bir
devlette de değilsiniz veya 7 buçuk milyar insanın bulunduğu bir dünyada
değilsiniz veya Hz Adem’den bu yana sayısız insanların, milyarlarca insanın
olduğu bir yerdesiniz.
Biraz
daha büyütecek olursak; aynı zamanda sayısını ancak Allah’ın bildiği bir
melekler ve bizden belki de daha çok olmakta olan cinlerin ve hatta karada,
denizde, havada bulunan tüm hayvanların oluşmuş olduğu sayısız imkanların,
imkansız denilebilecek, imkansız imkanların insanın önüne serildiği, bütün
kainatın, sonsuz bir alemin insanın önüne sofra olarak serildiği bir alemi
düşünün, bir hayatı düşününüz.
Bu
dünyanın dar alanından, dar hayat bağlantılarından çıkarak adeta zincirleri
kırarak sonsuz bir hayatı düşündüğümüz zaman her şeye, hayata bakış açımız da
değişecektir. Dünya neymiş, biz neymişiz, varlık neymiş, önce biz ve sonramız
neymiş.. Elbette daha iyi bilecek ve daha iyi anlaşılacaktır.
Dünya
hayatı ahiret hayatından daha önemli olmasa da ancak ebedi ve sonsuz hayatın startı
buradan verildiği ve buraya göre orası şekillendiği için elbette dünya hayatı
bu ciheti ile gayet önemlidir. İnsanların dünyanın lafzından ziyade, dünyanın
bu manasını ve hikmetini yani anlamını bilmiş olması aslında ebedi ahiret
hayatını daha iyi bilmesine sebep olacaktır.
Dünyaya
gelen insanlar ahirette sümbül verebilmeleri için İslamiyet suyu ile, Kur’an’ın
hakikatları ile bir derece o duygularını, yaratılıştan getirmiş oldukları o
kabiliyetlerini neşv-ü nemâ etmeleri gerekir. İnsanlar bir yandan ekmek ve
ekilmek için geldikleri için; amelleri ile ekecekler ta ki ahirette, Cennet
suresinde ortaya çıksın veyahut da kendileri duyguları cihetiyle ekilecekler,
İslamiyet, iman, ibadet, Hidayet gibi hakikatlarla kendileri sümbül verecekler.
Ahirette daha istidatlı ve kabiliyetli adeta android sistemi gibi sürekli
gelişen bir kabiliyete, sonsuzluğa kulaç atacak bir özelliğe sahip
olabilsinler.
-Bir
diğer önemli nokta ise; insan hayatı ile diğer varlıkların hayatını kıyas
edelim ve bir hayvan hayatına bakalım.
Bu
canlılar bir yandan belki insanları düşündürmek, ibret almak, hayatını devam
ettirmek, belki bir yandan eğlendirmek gibi kabiliyet ile donatılmış olarak
adeta başka bir alemde eğitim görmüş olaraktan, tekamül etmiş bir vaziyette bu
dünyaya gelirler. Bütün bunların böyle bir şekilde bu dünyaya gelişleri, hep
hazır olarak gelmeyen ama kabiliyet ve duygular cihetiyle hazır bir durumda
olan insanın hayatının geliştirilmesi içindir. Ona bir derece adım ve basamak,
terakkisine vesile olması ve duygularının vüs’atine ve inkişafına vesile olması
içindir.
Tüm
varlıklar hep insan kabiliyetlerinin gelişmesi için yaratılmış, var edilmiş
varlıklardır. Adeta tüm kainat bir toprak, insan ise o toprak içerisinde ekilen
bir kabiliyet ve bir kapasite içerisinde gelişen varlıktır. Ya duygularını öldürecek,
söndürecek ya da var edecektir.
İki
şıktan birisi; ya olacak ya ölecek, ya sönecek ya yakacak bununla karşı
karşıyadır. —Diğer hayatları kendi hayatımızda mukayese ettiğimiz zaman,
insan hayatı hayatların en üstü durumdadır. Diğer hayatlar insan hayatına
hizmet etmekte, insan hayatının altında bulunmaktadırlar.
-Kainat
adeta bir hayat ordusu,
Bir
de bu hayatların senin hayatına inzimam ettiğini yani eklendiğini ve külli bir
hayat olduğunu düşününüz. Çünkü insanın sonsuz hayattaki hayatının istifadesi
sadece şahsi hayatının istifadesi ile bir lezzet, bir tekâmül almamaktadır. Diğer
hayatlarda onun yani senin hayatına
inzimam edip eklenince, tam bir hayat külliyesi içerisinde, külli bir hayat
oluşacaktır.
-İnsan
bu dünya hayatı içerisinde adeta kabuk ve yumurta ve çekirdek gibi hayatın
oluşumu içerisine girmektedir. Nasıl ki 21 günlük devresini yumurta içerisinde
tamamlayan bir kuş ve herhangi bir canlı gibi.
O
devresini tamamlamayan veya hariçten ve dahilden müdahalelerle tekamülünü
tamamlamayan insanlar, cehennem çöplüğünde yok olmaya, çöplükte hayatını
sürdürmeye mecbur kalacaklardır.
Tamamlayanlar
ise gökyüzünde bazen bir kuş, bazen denizlerde yüzen bir balık, bazen karalarda
gezen bir canlı vesaire gibi adeta iradeli bir insan olaraktan hayatını
sürdürecektir.
Tüm
faaliyetler seçkin hayatların seçimi üzerinedir. Bizler seçilmiş olarak dünyaya
geliyoruz.
Hayatımızdaki
bu hayatlar içerisinde de Seçkin Hayatlar cennet için seçiliyor. Bütün varlıklar
içerisinde farklı bir hayat olan seçkin, seçilmiş olup bu dünyaya gönderilen ruhlar,
hayatlar bu dünyada ayrı bir elekten elenerek şiddetli bir imtihana tabi
tutulmaktadırlar.
Çünkü
insanlar madenler gibidirler. Kömür, Bakır, gümüş, altın ve elmas gibi…
Tüm
alemler insanı netice vermekte, insanda Seçkin Hayatları netice vermektedir.
HAYAT
YOLCULUĞU
Hayat
yolculuğu..Hayat serüvenimiz. geçmişten geleceğe giden bir hayat yolu ve
yolculuğudur.
Bizler
önemli bir yolculuğu aşmış isek de, önümüzde sonsuzluğa uzanan bir yol ve
yolculuk bizi beklemektedir.
Her
şeyi ve neticeyi belirleyecek bir yoldayız.
Önemli
bir yolcuyuz.
Müsabaka
meydanında bütün alemler kendi pencerelerinden bize bakıp, heyecanla bizi takip
etmektedirler.
“İnsan
bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre,
kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın
levâzımatı, Malikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden
dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levâzımattan lâakal
onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir. Acaba
birkaç memleketi gezmek için hükümetten yirmi dört lira harcırah alan bir
memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse, öteki yerlerde
ne yapacaktır? Hükümete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı
diyebilir mi? Binaenaleyh, Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek
için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek
suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fani olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir
saati de beş namaza ve baki ve sonsuz uhrevi hayata sarf etmek lazımdır ki,
dünyada paşa, ahirette geda olmasın!”[1]
HİÇ
DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?
Bu dünyada ne arıyorsunuz?
Buraya
niçin Geldiniz?
Sizi
kim gönderdi ve niçin gönderdi?
Bu
gidiş nereye?
Bu
gidiş nasıl gitmektedir?
Nerede
son bulacaktır?
Kiminle
ve kimlerle sonuçlanacaktır?
En
önemlisi de nasıl sonuçlanacaktır?
Bu
bir üniversite veya göreve atanma sonucunu bekleme gibi olmayacaktır.
Ebedi
hayatı ve onun nasıl olacağını belirleyecek bir sonuç olacaktır.
Yola
çıkanlar, yolda gidenler ve yolu sonlayanlar kimler olacak, kimler
dökülecektir?
Kaç
kişiyle çıkıldı ve kaç kişi kalındı ve hedefe varanlar içerisinde miyiz?
Bitmiyor…
Sorgu
sualler…
Neden
devam ettiremeden, varamadan döküldün, en geride kaldın?
Zira
verilenler bir hesaba tabidirler.
Müflislerden
miyiz?
Müflis
miyiz?
Ne
kazandık ve ne kaybettik?
Yıllar
süren bir hesap ve hesaplaşma süresi.
Mahcup
ve perişanlık dönemi mi başlayacak?
Yoksa
sürur ve sevinç dönemi mi?
Amel
defteri sağından verilen Ashab-ı Yemin mi, yoksa solundan ve gerisinden verilen
Ashab-ı Şimal mi?
MEHMET ÖZÇELİK
09-01-2019
[1]Bediüzzaman
Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s.189.
VARLIKLARA MÜDAHALE YETKİSİ
VARLIKLARA
MÜDAHALE YETKİSİ
Allah
insane Varlıklara müdahale yetkisini vermiştir.
Sınırsız
yetki sahibi olan Allah, meşru dairede insana sınırlı bir yetki vermiştir.
Mesela
bütün varlıklar Allahı tesbih etmektedirler.
İnsan
ise onların tesbihine son verme yetkisine sahiptir.
Mesela
bir çiçeği koparma veya kurban olarak bir hayvanın hayatına son vererek, onu
kurban etmek veya onlarla hayatını idame ettirmek.
-Müfettişlik
görevi de bulunan insan, bütün diğer varlıklara bu müdahale yetkisiyle teftiş
etme yetkisine sahiptir.
Kontrol
etme, inceleme, hayatına son verme, onlarla hayatını sürdürme ve her türlü
hizmetini görme ve gördürme…
Onlara
hayatımıza hayat olma özelliğinin verilmesiyle beraber, insan hayatı seviyesine
de çıkmaktadırlar.
Varlıkların
varlığı, insanın varlığıyla devam etmekte ve var olmaktadır.
Allah
da varlığını ve yaratıcılığını insanla sürdürmekte ve tecelli ettirmektedir.
Allah
eşyanın yaratılmasında başkasının müdahalesini reddetmiş, şeriklere ve
ortaklara yer bırakmamıştır.[1]
-Allah
insanı aleme müfettiş kılmıştır.
-“
Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını
üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı
dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına
ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı
okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid
fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki
sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası
olabilsin?
O
Mâlikü’l-Mülki Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir
surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir
daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, asır be asır
eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder. En
büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar
mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten
âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra, mutavassıt bir
daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki, mevsim be mevsim
âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî,
uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir
bahçeyi, yine, yüz defa, bin defa kudretle doldurup hikmetle boşalttırıyor.
Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı, meselâ bir ağacı, bir insanı, yüz defa
onun kadar ondan mahsulât alır. Demek, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük,
cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze
nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını,
mu’cizât-ı kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir şeyi birer sayfa
hükmünde inşa etmiş. Her sayfada, yüzer tarzda mânidar mektubatını yazar;
hikmetini, âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur. Şu âlem-i ekberi mülk
şeklinde inşa etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette hâlk etmiştir ve
ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ ve
ihtiyaç ve iştah ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke
muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir.
İşte, hiç mümkün müdür ki, pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar
bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve
çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir
misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz eden o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlden
başka, o mülke tasarruf edip o memlûke seyyid olabilsin?” [2]
-“
Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire
hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i
insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka
hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve
zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok
envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika
namında bir cihazla mat’ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar
konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en
câmi, en bedî hakikat rızıktadır.
Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor.
Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle
kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka
iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı
şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet
ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.
Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular,
gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve
şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve
zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama
onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve
şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki,
şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle
beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi
şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîminin hadsiz
lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini
mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir
hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder.
Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak
hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o
dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir
bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa,
yani rızkı in’âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i
zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide
tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.” [3]
-Bediüzzaman
insanı 20 maddede harika bir surette tanımlarken özellikle;” Ve o saraydaki
sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,
Ve
kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve
sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,
Ve
yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli
nâzırı, Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet
dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,
Ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı, -“[4]
-“
Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis
hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir
kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman
dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve
kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.” [5]
-Takdir
ile Hikmet arasında büyük bir uyum vardır.
Hiçbir
takdir, hikmete aykırı değildir.
-Hayret
ki ne hayret…
Allah’ın
bu kadar varlıklar içerisinde beni unutmaması ezeli ve ebedi bir hakikattır.
Yıl 1453, 29 Mayıs
Salı günü Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alır. Fethettiği şehrin en görkemli
ibadethanesinde ilk namazını kılmak üzere Ayasofya’nın önüne gelir. Kapının
önünde beyaz atından iner ve arkasındakilerle birlikte kapıdan içeri girer.
İşte o anda mekânın hâşyetinden inanılmaz bir hûşû ya kapılır ve hemen secdeye
kapanır. Daha sonraki günde ilk Cuma namazını burada kılar. Çünkü Osmanlı
fethettiği şehirlere girdiği zaman şehrin en büyük kilisesinde ilk namazını
kılar ve orayı camiye çevirir diğerlerine hiç dokunmazdı. Ayasofya’nın da
camiye çevrilip ibadete açılması için ferman buyurur.
Fatih Sultan Mehmet ibadethaneye öylesine hayran kalır ki buraya yüklü bir
bedel ödeyerek tapusunu üzerine geçirir ve bir vakıf kurarak burayı vakfeder.
Ve Ayasofya’nın kıyamete kadar ibadethane olması içinde bir de vasiyet bırakır.
Yapıya 4 minare ilave edilerek İslami hüviyete büründürülür. 16 yy Mimar Sinan
binaya payandalar ekleyerek yapıyı sağlamlaştırır ve günümüze kadar ayakta
kalmasını sağlar.
*Sultan
Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi :
“Allah’ın
yarattıklarından Allah’a ve O’nun rü’yetine iman eden, Ahirete ve onun
heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun, vezir olsun bey
olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hakim veya mütegallib (zalim ve
diktatör) olsun, özellikle zalim ve diktatör idareciler tarafından tayin
olunan, fasid bir tahakküm ve batıl bir nezaret ile vakıflara nazır ve
mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları
eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip
kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak, ASLA HELAL DEĞİLDİR.
Kim ki, bozuk
teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen batıl gerekçelerle, bu vakfın
şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir
ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse;
Vakfın ortadan
kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast
ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum
ikame eylemek (temel müesseseler-den birinden taviz vermek) ve vakfın
bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik
veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse;
Veya şer’-i şerife
aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeri’ata ve
vak-fiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet
hakkı resmi ya-hut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey taleb ederse, kısaca
batıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz
olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini
yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse,
AÇIKÇA BÜYÜK BİR HARAMI İŞLEMİŞ OLUR, GÜNAHI
GEREKTİREN BİR FİİLİ İRTİKAB EYLEMİŞ OLUR. ALLAH’IN, MELEKLERİN VE BÜTÜN
İNSANLARIN LA’NETİ ÜZERLERİNE OLSUN.
“Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları
asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup
gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine
ol-sun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve herşeyi bilir.”.
Bugünlerde Ayasofyanın içerisinde çirkin ve
mide bulandırıcı bir uygulamanın yapılmış olması bir kere daha göstermiştir ki;
bu millet hala zincirlerinden kurtulmuş değildir.
Ayasofyada namaz kılmaya yasak getirilirken,
çirkin bir baleye müsaade edilmektedir.
O da maneviyatçı bir yönetimin başta olduğu
bir dönemde…
–1453’te
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u almasıyla camiye çevrilmiş, 1935’te müze
oluncaya kadar bu amaçla kullanılmıştır.
– Dünya mimarlık tarihinin günümüze
kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya Camii,
mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden yegâne uygulama olarak
görülür. Ayasofya; Osmanlı camilerine fikir bazında da olsa esin kaynağı olmuş,
doğu-batı sentezinin bir ürünü olarak değerlendirilir.
– Ayasofya, inşa edildiği tarihten
bu yana 916 yıl kilise, 481 yıl cami olarak hizmet verdi. Son olarak Ayasofya,
1935’te Atatürkün imzası veya imzasını taklitle müzeye dönüştürüldü.
-“
Ayasofya’nın Kıbleye bakan kapısının kanatları Nuh Peygamberin gemisinin
tahtasından yapıldığı rivayet edilir. Bu sebepten sefere çıkacak tüccarlar
buraya gelip kapıya ellerini sürüp dua ettikten sonra denize açıldıkları
söylenir.
Ayasofya’nın içinde bir kuyu vardı ki, nefes darlığı çekenler sabahın erken
saatlerinde buraya aç karna gelip bu sudan içerlerse hemen şifa bulup
iyileştikleri yolunda rivayetler vardır.
Evliya Çelebi “Seyahatname” sinde unutkan olanların bu kubbe altına gelip
Altıntopun altında 7 kere namaz kılıp dua ettiklerini ve 7 adet siyah üzüm
yiyerek şifa bulduklarından bahseder.
Akşemseddin Hazretlerinin ilk ders verdiği yer olan “Serin Pencere” ve bu
pencereden soğuk soğuk esen rüzgârın İlahiyat tahsil edecek talebelerde zihin
açıklığına sebep olduğu sebebi ile buraya gelip zihin açıklığı için Allah’a dua
ettikleri söylenir.
Ayasofya’nın Güney Kapısındaki dehlizde bulunan bir oyuk ise Hz İsa’nın
beşiğidir diye söylenir. Hasta olan çocuklar buraya yatırılıp iyileşmeleri için
Allah’tan şifa dilenirmiş.
Aynı zamanda Hz İsa’nın doğduğu zaman yıkandığı taş teknede yine buradaymış.
Yeni doğan çocuklar buraya getirilip yıkanırmış.
Şark tarafındaki mahfilde ise zeminde yazılı bir taş bulunurmuş. Hanri Donaldo
yazan taşın altında 1205 yılında bir Bizanslının zırhı varmış. Bu zırh Fatih
Sultan Mehmet’in resmini yapan ünlü İtalyan ressam Bellinli’ye hediye edildiği
belgelerde kayıtlıdır.
Orta Cümle kapısı üzerinde sarı pirinçten tabuta benzeyen bir sanduka varmış.
İçinde Kraliçe Sofya’nın mumyası olduğu rivayet edilen bu sandukaya her kim
elini sürmeye kalksa, o anda ibadethanede büyük bir deprem başladığına şahit
olunmuş, Böylece Sofya sırrını kimseye göstermek istemezmiş.
İstanbul fethedildiği zaman Fatih Sultan Mehmet ilk Cuma namazını kılmaya
Ayasofya’ya gider. Tam o sırada Terler Direkten “Ya -Vedûd” diye bir nida
işitir. Direğe yaklaştığında ise parlayan bir nur görür. Birde bakar ki yerde
kıbleye dönmüş bembeyaz bir beden yatmakta. Göğsünde ise kırmızı yazı ile Ya-
Vedûd yazmakta. O sırada Akşemseddin Hz ve 70 evliya birden “İşte efendim
İstanbul’un fethini Allahtan dua ile isteyip ruhunu teslim eden bu mübarektir.
Sizi bu durumdan haberdar etmiştik.” buyururlar. Cesedi yıkamak için yerden
kaldırmak istediklerinde ise yine Terler direkten “Merhum yıkanmıştır,
defnedebilirsiniz” diye bir ses duyulur. Buhara erenlerinden olan Şeyh
Abdül-Vedûd orada bulunanları Müslüman yapmak için Rabbinden görevlidir. Fethin
50. gününde vefat eder ve onun vefat etmesi ile birlikte İstanbul alınır.
Hz Hızır ve Ayasofya:
Söylenenlere göre Hz Hızır Ayasofya’da Top kandilin altında namaz kılarmış.
Aslında Hz Hızır bütün ibadethanelere ve hazirelere istediği zaman girer
istediği her yerde namaz kılabilirmiş. Hatta Ayasofya’nın mihrabında bile namaz
kıldığı söylenir. İşte yine bir inanca göre 40 gün orada namaz kılan biri
mutlaka onu görmesi muhtemelmiş. Hz Hızır genelde derviş kılığında gezen bir
zaman gezginiymiş. Onu görmek için çok istemek ve Allah’a yakarmak gerekirmiş.
Onu tanıyan biri hemen eline sarılırsa o anda kişinin dilediği mutlaka
gerçekleşirmiş. Bu sebepten orada namaz kılmaya herkes pek talip olurmuş.
Yine Hz Hızır’ın Ayasofya’da bulunan “Terleyen Direk” e parmağını sokup
kilisenin yönünü kıbleye çevirdiği çok bilinen ve doğrulanan bir gerçektir.
Osmanlı hükümdarları özellikle Kandil geceleri önce Topkapı sarayında iftar
eder sonrada namazlarını Ayasofya’da ifa ederlermiş.
Cuma selamlıklarına da teşrifat eden Enderunlular, saraydan gelerek mahfele
kadar meşalelerle etrafı aydınlatırlar, Padişahın önünde 20 tane meşale,
arkasında ise kırmızı yeşil büyük fenerlerle haseki ağaları yürürmüş. Culüslar
da Ayasofya, Sultanahmet ve Fatih camilerinin minarelerinden salalar
verilirmiş. Görevi devralan hükümdarlar ilk Cuma namazlarını da Ayasofya’da
kılarlarmış.”
Not: Serdengeçti’nin Ayasofya Müdafaası:
Yazmış olduğu”Ayasofya”. isimli şiiri yüzünden tutuklanarak Ankara
Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Osman Yüksel Serdengeçti’ nin kendini
müdafaa ederken:
“Müddei umumi(savcı) tepeden verilen emirlere göre hareket ediyor.
Ayasofya`nın tekrar cami haline yetirilmesinde benim ne gibi hususi maksadım ve
menfaatim olabilir? Ayasofya’yı kiraya mı vereceğim, yoksa imamı mı olacağım?
Beni bu yazıdan dolayı Türk savcıları değil, Yunan savcıları itham etsin. Böyle
bir yazıyı yazdığımdan dolayı kendimi müdafaa etmekten utanıyorum .” diye
hayıflanarak cevap verdiğini…
*********************
AYASOFYA
Ürperdi hayâlim bu nasıl korkulu rüya?..
Şaştım neyi temsil ediyorsun. Ayasofya?..
Çöller gibi ıssız ne hazin ülke muhitin
Yâd el gibi yurdunda garib olmalı mıydın?..
Beşyüz senelik bezmine ermekti ümidim
Çöller gibi ıssız seni ben görmeli miydim?..
Bayram Ramazan Cum’a mübârek gecelerde
Avize değil mum bile yanmaz mı içerde?..
Gâşyolmuş İbâdetlere hayrandı felekler..
Tekbirine ses verdi asırlarca melekler..
Coşmaz mı denizler gibi yâdındaki âlem?..
Göklerde melekler tutuyor hep sana mâtem..
Yâdında bin üçyüz senelik menkıbeler var.
Her menkıbe hicrânına mâtem tutar ağlar!.
Beş yüz sene âlem seni tehdid ediyorken
Devler gibi düşmanlara meydan okudun sen!..
Târihimin ömründe gönüller dolu güldün
Çılgınca esen bir acı rüzgârla döküldün!..
Paslanmada! Altın yazılar âh! O eserler.
Kabrinde kan ağlar bunu gördükçe (Kazasker)..
Fâtihleri ağlatmada hâlin Ulu Mâbed..
Yâdın kanar imânlı gönüllerde müebbed!…
Gamlı renklerle örülmüş ne hâzin çerçevesin
Bir yıkık türbe mi virâne misin yoksa nesin?
Bak hayâlimdeki âlem geliyor vecde yine
Gözlerim daldı; sütunlarla (Fetih Âyeti) ne!..
Muhteşem âbidesin: Dinimin ulviyetine
Remz idin beş asır ecdâdımızın şevketine!…
Aldı senden beş asır azmine kuvvet kaleler..
Yine hep aynı tehassüsle yücelmiş kuleler..
Nerde: Yandıkça Süreyyâlara dehşet vererek
Coşan âvizelerinden yayılan: Binbir renk!..
Çan sesinden seni kurtarmış ezanlar nerde?..
Hani bülbül gibi Kur’ân okuyanlar nerde?
0 ezanlar bütün İslâm’a şerefler verdi
Sanki her pencere lâhuta bakan gözlerdi!..
O ilâhî yüce sesler yine gelmez mi dile?
Şimdi artık işitilmez mi sönük nağme bile?
Şimdi Cennet sana sermez mi yeşil gölgesini?..
Şimdi hûriler işitmez mi ilâhî sesini?..
Nice bin hâtıra gönlümde coşup canlanıyor..
O ne parlak görünüş! Sanki hayâlim yanıyor!
Hutbeler çağlamaz olmuş şu yeşil minberden
Gamlı bir gölge yayılmakta bugün her yerden!
Gizli bir âh ile artık yanar ağlar mı için?..
Nice bin derdile kalbin doludur çünki senin!
Hangi eller sana akşamları zinci vuruyor?
Yüce feryâdını kimler boğuyor susturuyor?..
Sen ne âlemleri gördün ne ömürler sürdün..
Batı dünyasına dehşet saçıyorken daha dün.
Gizli kurşunla habersizce vuruldun mu bugün?..
Dönmeler dans ederek yapmada karşında düğün’…
Dehre meydan okuyan koskoca tarih nerde?’..
Ülkeler fetheden erler yüce (Fâtih) nerde?..
Seni Tevhide kavuşturmanın aşkıyla yanan
O şehir orduların döktüğü seller gibi kan
Heder olmuş mu desem? Ah! Dilim varmaz ki
Bugün onlar bile mâtem tutuyorlar. Belki!
Bugün ağlattın eminim ölüler âlemini
Kerbelâ tutsa gerektir yeniden mâtemini!..
Tek ziyâretçin olan gün de yol almış gidiyor
Muhteşem kubbeni zulmette nasıl terkediyor?’..
Cemiyetlerden uzak; çölde mezâr olsaydın
Orda billâhi mezarlar bile senden aydın!..
Çöllerin Ay-Güneş en hisli ziyâretçisidir
Hilkâtin Arşa çıkan zikrini her an işitir!
Şu perişan denizin inlemesinden duyulan!
Hıçkırıklarla boğulmuş tutuşan bir hicran!..
Çağıdır ağlamanın ey Ulu Mâbed ağla!..
İntikam aldı firenkler seni ağlatmakla!..
Dostun ağlarken o bir yanda da düşman gülsün
Kanamıştır yeniden kalbi hazin (Endülüs)’ün!..
Bu elim fâcia billâhi yürekler acısı
Müslüman Türkün evet şimdi bu en kanlı yası!..
Ey derin fâcia manzumeye sen sığmazsın
Tutuşup yanmada kalbim seni târih yazsın!..
Ali Ulvi KURUCU
DİLEKÇEMDİR
Sayın Yetkililer !
Bizler çoluğuyla-çocuğuyla,Kadın ve
erkeğiyle,Abbasilerden beri bin yıldır bütün ırk ve milletleri içinde toplayan
öyle bir milletiz ki;İslâmın bayraktarlığını âfâkın her tarafında dalgalandırıp
İslâmiyetin şerefiyle şereflenip,dünyamız ve ahiretimiz itibarıyla İslâmiyetle
mezc olmuş bir milletiz. İslâmiyeti yaşamayanı dahi,baştakini kendisinin dinine
tercüman olacak bir kişi olarak görmek ister.
163. madde gibi bir zincir ile onu bağlamak,dini
yaşayışını engellemeye çalışmak en büyük bir utanç duvarıdır. Fıtrat fıtri
olmayan şeyi kabul etmez,reddeder. Fıtrata aykırı olan 163. madde ile fıtratı
susturmaya çalışmak hakikatın zıddına inkilabıdır. Şimdiye kadar 141-142.
maddeler ile tevkif edilenlerin bir çok menfi şiddet ve hareketleri vesikalarla
sabit olduğu halde,163. madde ile tevkif edilenlerin hiç birinin menfi,emniyeti
ihlal edici bir hareketinin olmaması,olmuş görünse bile bir tertib olduğu
anlaşılmıştır. Birisi;tabanca,el bombası,molotof kokteyli atarken,diğeri tesbih
ve takke taşımakta,fakat ne hazin bir işkencedir ki;her ikisine de uygulanan
müeyyide aynıdır. İçki içmek için toplanmak serbest,dini ve imani eserleri
okumak için toplanmak yasak. Tam bir vahşet…
141-142’ye müsaade etmek milleti tekrar eski 1980
öncesi hale döndürmek demektir. Çünki altında cebir ve şiddet yatmaktadır.
Fikir olarak devam etse kabul. Ancak fikirden mahrum bir zihniyet söz konusu
olduğu için,fikri değil sefâheti ve kademeli olarak cebri kullanacaktır. Bunu
uygulayan başta Rusya olmak üzere Çin,Çekoslovakya ve Romanya’nın iflas ederek
meçhul ve vahim bir akibete düşmelerine rağmen,bizde buna müsaade etmek,tekrar
lüzumsuz yere kokmuş ve kokuşmuş bir batıl ideolojiyi körü körüne ihya etmek
demektir.
Bu milletin beş yüz senedir yattığı veya uyutturulduğu
yeter. Gerçekten bu asil ve necib milletin ruhunun tercümanlığını yapacak olan
sizlerin 163. madde ve yıllardır kanayan bir yara olan ve yıllardır yüzümüze
tüküren milletleri,bir şamar demek olan (Patrikhanenin bile açılmasına müsaade
edildiği halde) AYASOFYA’nın açılması, değil şimdiki elli milyon bizleri belki
gelecek nesillerin takdirini kazanıp hayırla yadedilmenize,tarihe altın
sayfalarla şerefle geçmenize,manen alkışlamanıza vesile olacaktır.
Küfür Hz. Âdem’den beri gelmiş ve gidecektir. Ancak
zulüm –hele böyle bir zulüm-,163. madde ve Fatih’in bu millete bir emanet ve
yadigarı olup başka şeye dönüştürene lanet etmiş olduğu Ayasofya gibi bir
mesele-asla devam etmeyecektir.
Fatih Ayasofya camiii vakfiyesinde:”Benim bu camiimi
camilikten çıkaranlar,Allah’ın,meleklerin ve bütün müslümanların lanetine
uğrasınlar.
Onlar hiçbir zaman hafiflemiyen azab içinde
bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın…”demiştir.
Eğer parti olarak şimdiye kadar bilerek veya
bilmeyerek yapılan seyyiatlara bir keffâret yapmak istiyorsanız –ki her akıl ve
insaf sahibinin bir isteği olmalıdır.- yukarıdaki isteklerimize kulak vermenizi
değil sadece bir müslüman olarak,aynı zamanda insan olarak,insaniyet gereği
sizlerden istiyoruz.
TAYYİB BU İŞE EL ATMALI
TANSU ÇİLLER-E DE SÖYLEMİŞTİM.
HZ.FATİH’İN AYASOFYA VAKFİYESİ
İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye
dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya
tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle
Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını
değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta
yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten
çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister
yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına
geçirirlerse, ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve
günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;
Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün
Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları
hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.Kim bunları işittikten
sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait
olacaktır.Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir… ( Fatih Sultan
Mehmet Han/1 Haziran 1453 )
****************
HÜZNÜMÜZ HÜZNÜNDÜR HÜZNÜN HÜZNÜMÜZDÜR
AYASOFYA
Bazı sözler,cümleler sadırdan,bazıları da
satırdandır.
Maalesef bu karanlık asrın,karanlık sadırlı insanları
da sadır değil,satır insanlarıdır.
Bir asırdır millet mahzun… Karalar bağlamış… Kara
kara düşünmede…
Ayasofya durur mu? Sevinebilir mi Ayasofya? Milletin
hüznünü temsilen,oda bizim hüznümüze ortak olmuş. Ayasofyam da mahzun… Yemin
etmiş,ahdetmiş,söz vermiş,va’d etmiş… Ki,sizler hüzün perdenizi
kaldırmadıkça,ben de ebediyyen kaldırmam. Hüznünüz hüznümdür. Sevinciniz
sevincimdir,demektedir.
Dünyanın göğsü İstanbul,İstanbulun sadrı ise
Ayasofya…
Siper et göğsünü dursun bu hayasızca akın.
Sana va’dettiği günler yakındır Hakkın.
Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın…
Va’dedilen günü hürmetine,sadrı yıkıkların hayasızca
akınına göğsünü siper etmede Ayasofya… Sadırlılara,sadrı açıklara hasret
içerisinde bekleyerek…
“Elem neşrahleke sadrek”,”Sadrını açmadık mı?”
Bu fermanı ilahiye itimadımdır. “Rabbiş rahli
sadri”,”Rabbım! Sadrımı-sadrımızı- aç,inşirah ver.”
Evet,sadırlar değişirse,satırlar kalır mı? Onlarda
değişir,değiştirilir. Değiştir değiştirebildiğin kadar! Bin yıllık birikimde
olsa…
20. asır tüm vahşetiyle sadır-sızların sadırlılara
karşı olduğu bir asır…
Ey Ayasofyam! sen her gün mahzunsun. Ben ise bugün
mahzunum. Bugün mahzunluk sırası bende. Bu kadar insandan sonra mahzunluk
sırası bana da geldi. Bana düştü.
İmzam hüznümdür.
Millet mazlum. Ayasofya mazlum. Mazlumun
duası reddedilmez. Ta arşa dek çıkarmış.
Ben ve ayasofya elimizi açmış,Rabbimize
mazlumun duasıyla mazlumane ve mahzunane dua ediyoruz ve diyoruz ki:
“Allahım! Ayasofyayı güldüreni iki cihanda
da güldür. Onu ağlatanı her iki dünyada da ağlat Allahım! Ağlat Allahım! Ağlat
Allahım! Amin…”
Biliyor ve inanıyorum ki;saadetimiz Ayasofyanın
açılmasındadır. Onun işaret ve alametidir.
Dünyayı istiyenler onu açsın ve açmalıdır. Ahireti
isteyenler de onun açılmasına yardım etmelidirler. her iki hayatı ve saadeti
istiyenler bir an evvel onu açmaya çalışmalıdırlar.
Ayasofyanın açılması,hristiyanlığın
İslâmiyete devir-teslimin bir belgesidir.
Ayasofyanın açılması;İslam aleminin sevinci,bağlayıcı ve
boğucu bağların bağlarının çözülmesidir.
Fatihi Fatih yapan İstanbulun açılışı ve Ayasofyanın
var oluşu,varlığının ortaya çıkışıdır. Maddi varlığının ötesinde mânevi
varlığıdır.
Fatihin fethinden önce de İstanbul ve Ayasofya vardı.
Sadece kalıbdan ve maddeden ibaret bir belde idi. ruhsuz bir cesed…
Fatihle ve fetihle o ruh kazanılmış,madde manasına
kavuşmuştu.
Peki ya şimdi ki durum nedir? Madde ve manada neyi ve
kimi temsil etmektedir? Ne kadar temsiliyet görevini hatırlatmaktadır?
Kısaca;Şimdiki İstanbul hangi İstanbuldur? Fetihden önceki mi,sonraki mi? Neyiyle? Ne
kadar?
İstanbul asliyetine kavuşmalı ve kavuşturulmalıdır.
İstanbul,İslambol olmalıdır. Hem madden,hem de manen…
Sur-da bir gedik açtık,mukaddes mi mukaddes.
Ey kahpe rüzgar,her nereden esersen es.
—–
Mehmedim başlar yüksekte
Ölsek de sevinin,eve dönsek de.
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte
Yarın elbet bizim elbet bizimdir.
Gün doğmuş,gün batmış
Ebed bizimdir…
1-2-1995 – MEHMET ÖZÇELİK
***********
2007
İSTANBUL HATIRALARI
İstanbul seyahatinden muzdarib değilim.
Çöplerinden bile makalelere konu olmuş İstanbulu iki açıdan değerlendirmek
gerektir.
İstanbul tüm değerleri ve medeniyetleri,çeşitleri içeresinde toplanmış büyük
bir kenttir.
Sarıyer-İstinye gibi taraflarda bir yanda orman (Emirgan Koruluğu),diğer yanda
deniz (Boğazın kesiştiği nokta) iki güzelliği de içerisinde toplamıştır.
Sultan Ahmet-Süleymaniye-Topkapı Sarayı-Eyüp gibi manevi güzellikleri
içerisinde tapu gibi koruyan bir bölge.
İstanbul,huysuz ve tatlı bir belde.
Hareketli olup,durması ve durulması onun için bir ölümdür.
İnsanlar sürekli hareket halindeler.
Hele trafik tam bir ızdırap.İstanbulda İstanbullular herhalde hiç eve
gitmiyorlar. Çünkü hep dışarıdalar,hep kuyruklar eksilmeden devam etmektedir.
İstanbulun bir zamanını keşfettim.
24-Ağustos-da bacanak ve ben küçük çocuklarımızı da yanımıza alarak sabah
namazına Ortaköy camiine gittik.Yollarda gayrı meşru hayatın birkaç elemanı ve
müşterisinin dışında yollar bom boş,rahat bir ortam.Manzara harika..
Ortaköy camii 154 yıl önce gayrı Müslim mimara yaptırılmasından dolayı caminin
kubbesine kiliseyi hatırlatan resimler konulup,âyetlere yer verilmemiş.
25-Ağustos’ta Sultan Ahmet camiine 6’40’da kılınacak olan sabah namazına yetişmek
için yine aynı kadro yola koyulduk.Yolları da pek bilmiyoruz.
Galata köprüsüne geldiğimizde köprüyü kapalı bulduk.Camiye yetişmemiz hem
zorlaştı,hem de bulmamız imkansızlaştı.Arabamızı sağ tarafa sürdük.Önümüze iki
yol çıktı.İçimizden de Allah’ın bizi mahcub etmemesi için dua ediyoruz.Bacanak
soldan gidelim dedi.Ben ise gayrı ihtiyari sağa sürdüm.Üst geçitten tekrar aynı
yöne dönmekteydik ki,sağ taraftaki tabelada Sultan Ahmed’e giden ok işaretini
görerek sevinçle o tarafa sürdük.Biraz oyalandığımızdan sabah namazına
yetişmemiz zordu. Ancak camiye geldikten on dakika sonra namaza başlandı.
Namazın bir kerameti idi.
26-Ağustos-Pazar günü Eyüb’e niyetlenmiştik.Harika ve haşmetli bir durumla
karşılaştık.
Caminin içi,şadırvan bölümü ve en dış yerler çocuk-kadın-yaşlı-gençlerle dolu
dolu idi.Beş bin kişi vardı.
Bütün beldelere bu durum örnek olabilir.Yani her belde de bulunan kimseler
mesela Pazar gününü seçerek oranın en büyük veya en güzel bir camisinde sabah
namazını kılmak üzere haftada bir defa toplanabilirler.
O halde haydi Bismillah demeli,bu işe koyulmalı.
İstanbulun o kadar yoruculuğu içerisinde bu son üç gün bizi dinlendirmişti.
Ortaköy-Eyüp Sultan-Sultan Ahmet-Ayasofya-Süleymaniye-(1)Beyazıd- ( 1
)Fatih-Yavuz Sultan Camileri-Topkapı Sarayı-Yere Batan Sarnıcı-Üsküdarda
bulunan Aziz Mahmut Huda-i gönül dünyamızı doyuran yerlerdi.
Sultan Ahmet camiinin önünde bir ekip (www.izlerforum.com), pırıl pırıl dört
genç.Turistlere bedava İngilizce Kur’an meali dağıtıyorlar.
Onlarla konuştum.
Diyanet İşleri başkanlığının ve Kültür Bakanlığının çok önemli! Ve çok büyük!
İşleri olduğundan ilgilenemedikleri ve yapmadıkları ve de yapamadıkları için
turistlere islamiyeti anlatacak yabancı dil bilen kişileri de getirme
imkanlarının olup olmadığını sorduğumda,olmadığını söylediler.Gene de Diyanetin
yapmadığını,büyük eksiklik ve ayıbını bu değerli gençler örtüyorlardı.
Oysa çok uygun bir zemin olup,rehberlerin ansiklopedik verdikleri bilgilerin
yanında,manevi özelliği de verilip,çok güzel ilahiyatçı elemanlarla tebliğ görevi
yapılabilir.Bakalım bu eksiklik ne zaman kapatılacak.
Miraç ve Berat kandilini Sultan Ahmet ve Süleymaniye de geçirdik.O haşmetli
görünüş,o duygulu,coşkulu cemaat gözlere ışık,gönüllere nur ve ümit
vermekteydi.
İstinye-Sarıyer-Eminönü-Kapalı Çarşı-Mısır Çarşısı gibi yerler gözlerimizi
dolduran yerlerdendi.
İstanbul madde ve manayı,dünya ve ahireti birleştirmiş bir yer.
Zor ve zorlu bir yer.Hep orada kalanlara dua ettim.Geçinilmesi güç bir yer.
Memleketimde aldığım sekiz kiloluk bir sebzeyi orada ancak bir kilo olarak
almaktaydık.
Adalar güzel olmakla beraber aslında bulunduğumuz yere göre pek de güzel
değildi.Büyük adadaydık.Belki de Kosturmadan gelen matbaacı Mansur beyin dediği
gibi,dışarıdan gelenler orayı ve oraları bozmuşlardı.
Durmak mümkün değil..para su gibi akıyor..kazanmak için koşturmak gerekiyor..
orada koşmayan yok..mezardakiler hariç..
Orada kalan herkes şikayetçi..içeridekiler dışarıya kaçmak
isterken,dışarıdakilerde İstanbula koşmak istemektedirler.
İstanbul’da kalmadan yılda duruma göre on-on beş gün kalmaya gidilecek.
Türkiyenin idari-siyasi-kültür merkezi.
İstanbul kapsamlı olarak el atılması,tarihi yerlerinin korunarak restore
edilmesi gereken değerli,müjdelendiği kadar müjdeye layık bir yer.
Orada herkes bir tezgah! kurmuş.
Bu insanlar burada nasıl idare ediyor diye çok düşündüm.Hiç bir yere
gitmeyenler,sadece işten eve gidenlerle de karşılaştım.Sorduğumuz güzel yerleri
bilmeyen veya gitmeyenleri gördük.
Sarıyer’de güzel bir park bulup çocuklarla oturalım dedik.Deniz ve yeşillik
manzaralı.Herkesin parkettiği yere hatta biraz daha yoldan içe arabayı
bıraktık.Yine de rahatsız olup arada bir arabaya bakıyordum.
Bir çekici önden geçip on metre gittikten sonra arabanın değişik plakası
dikkatini çekince geri geri geldi.Bu arada bende arabaya yaklaştım.Beni
görünce,senin mi dediler.Evet deyince,yolcular nasıl geçecek deyip kaldırmamı
istediler.
Bende bir yandan kaldırmaya çalışırken diğer yandan da diğerlerinin de koymuş
olduğunu söyleyip arabayı çektim.Onlara bir şey dememişlerdi.
Durumu kaynıma söyleyince üzüldüğüm bir uygulamadan bahsetti.Şöyle dedi:
-Onlar arabayı çekip,orada dolaşıyorlar,sonrada sahibi gelince ondan ne kadar
koparabilirlerse koparıyorlar.
Benim de başıma geldi.Abimin trafik polisi olduğunu söylediğim halde bana;
Madem abin trafik polisi,o halde sen bize bir paket sigara al,yeter dediler.
Meğer bir paket sigara her birine bir paketmiş.
İstanbulda bu ve buna benzer park tezgah! larının bir an önce çözüme
kavuşturulup,üzerine gidilmesi gerekmektedir.İstenilen yer park ilan edilip
para kesilmekte.
İstanbul hem yoruyor ve hem de dinlendiriyor.
İnsanlar robot gibi monotom bir koşturmaca içerisindeler.
İstanbulda yorulmaya değer.
İstinye de bulunduğumuz mekanda,hemen karşımızda Emirgan koruluğu, solumuzda
sahil..
İstanbulda ulaşım için tramvaylarla çepe çevre ağ kurulması gerek.
1960-70 yılları arası ve 2005’de de oradaydım.
Gitmeyenlere bu dünyadan gitmeden önce İstanbula,Mekke ve Medineye gitmelerini
tavsiye ederim.