İNANÇSIZA ŞAŞARIM
İNANÇSIZA ŞAŞARIM
Nasıl yaşıyor diye…
Nasıl nefes alıyor…
Nasıl varlığını devam ettiriyor diye…
Milyarlarca katlı yüksek bir bina düşününüz. En üst katından sürekli olarak aşağıya doğru düşüyorsunuz. Arada tutunacak bir şey ve yerde yok.
Sadece nefsin bir aldatmacası olan, bazen adına bir insancıllık denilen ince bir dal, topluma yararlı bir iş ve faaliyet denilen kopmaya mahkum ince bir ipe tutunuyorsunuz.
Neticede o da kopacak.
İşte inançsızlık bundan daha dehşetli bir haldir.
Allah insanın varlığını, devam ve bekasını kendisiyle irtibatlandırmıştır.
O irtibatı koparacak bir insan ebediyen düşmeye mahkumdur.
Ortada tutunacak bir dal da yoktur.
Düşerken o nefessizliği, o heyecan, korku, dehşet ve tehlikeyi düşünün…
Cehennemden daha korkunç bir haldir.
-Tıpkı sizi dünyaya bağlayan yer çekimi kanununun ve de dünyamızı sabit tutan çekimin bir anlık kalktığını düşününüz.
Biz havanın boğluğunda bağlantısız kalacağımız gibi, dünyamız da uzay boşluğunda sürekli savrulacak, bir gezegene çarpıp hayatını bitirecektir.
-Oysa bizler 100 sene önce yoktuk, 100 sene sonrada yine yokuz. İki yok arasındaki kısa bir sürede varız.
O halde gerçek varlık bu içinde yaşadığımız varlık mı yoksa bundan sonraki olacak olan varlık mı?
Yoksa varlık iki yokta olan varlık mı?
Varlık, yokluktan geçen varlıktır.
Beka olan ahirete giden yol, fena olan dünyadan geçer.
Ahirette vücut bulur.
İnsan bir an bile yokluğunu ve yok olacağını, sahibinin olmayıp yokluğa gideceğini düşündüğü ve düşüneceği an, hayat ve her şey zehir oluyor.
O da her an ölen ve öldüren zehirli bir hayat.
-“Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul
edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların
kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk
etmeye kadir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir cüz’îsi, zevilhayatın
küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz’îyi halk eden, küllîyi de halk
etmeye kadir olmalıdır.
Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz
olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülle olur.
Ve keza, hadd-i kemale bâliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi,
gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.
Ve keza, kemal-i cemale bâliğ olan kemal-i hüsn-ü sanat, resullerin delâletiyle
olur.
Ve keza, rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn
resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka ilân etmeleriyle mümkün olur.
Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayna bulunmasa ve tarif edici
bir şahıs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün
değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle
Hâlıkın hüsnüne aynadır; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.
Ve keza, bir zâtın cevahirle, zîkıymet eşyayla dolu hazinelerini açıp halka
göstermek ve arz etmekle o zatın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân
etmek için, ancak o zatın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir
memur lâzımdır. İşte o memur resuldür.”[1]
-“Arkadaş! Küfür yolunda
yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman
yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve
zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihât-ı sittesini güneşlendirmek
istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe
karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celple gövdesinin etrafında
döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün
zahmetlerine misaldir.
Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?
Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk hevâ-i nefislerine
yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması
müşkülleşir. İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine
bırakılır.”[2]
MEHMET ÖZÇELİK
23-01-2019
[1] Mesnevi-i Nuriye Lasiyyemalar.34.
[2] Mesnevi-i Nuriye — Katre’nin Zeyli.68.