İLAHİ MEMNUNİYET

İLAHİ MEMNUNİYET

Memnuniyet- i Mukaddese- Lezzet-i Mukaddes- Sürur-u Mukaddes…

İlahi Lezzet. Şanına yakışan sevinç.

Mahlukat elbette Halıka, Halık da elbette mahlukata kıyas edilemez.

Ancak bizlerdeki ene gibi, irade gibi sübuti olan sınırlı sıfatlar, Yüce Allahı anlamak için verilmiş duygulardır.

Vahid-i kıyasi… Ölçü birimi…

Enenin yani insandaki ben-liğin Allaha bakan yönüyle; Allahın rububiyetini ve uluhiyetini anlama cihetiyle beraber, bir hat çizerek sınırlarını tayin etmesi ve haddini bilmesidir.

Kenzi mahfi denilen ilahi gizli hazineleri açan bir anahtar mesabesinde…

Diğer ciheti ise firavun gibi, -Ben sizin en büyük rabbinizim- diyerek uluhiyet dava etmesidir.

Sınırlı hakimiyeti ile sınırsız hakimiyete rakip olmasıdır.

Daha da ileri giderek yaratıcıya karşı meydan okuyup;- Sen sensen, bende benim, diyecek kadar haddini aşabilecek, önü açık, ebede namzet bir varlıktır.

-Biz yedirmekten, iyilik yapmaktan, her türlü doğrudan veya dolaylı ve de sınırlı olarak lezzet alırken, kim bilir Rabbimiz nasıl mukaddes bir lezzet almaktadır?

Allah mahlukatına muhtaç değil, mahlukat O’na muhtaçtır.

Ancak bütün kainatın sofra olduğu, o sofrada sayısız nimetler ve sayısız misafirlere –tabiri caizse- ev sahipliği yapan yaratıcının, o varlıkların o sofradan aldığı lezzetten manevi olarak ve yine Zatına, Şanına, Mukaddesatına yakışır, her şeyden münezzeh bir memnuniyet, lezzet ve sürur aldığı bir hakikattır.

Küçük bir örnekle ifade edecek olursak; Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan ve tüm imkanları olan zengin birinin, muhtaç olanları yedirip giydirmesi, barındırıp sevindirmesi elbette o zatı kim bilir ne kadar sevindirir?

Kâinatın yaratılışında muhabbet vardır. Yani Allah sevdi ve de yarattı.

Peygamber Efendimize Habibullah dedi.

Allah O’nu özel sevdi, o sevgi üzerine diğer varlıkları da sevdi ve halketti.

Elbette buradaki sevme, kendimizdeki cüz-i sevmeden hareketle ezelden gelip ebede giden sonsuz bir sevginin bir ucunu ve başlangıcını oluşturdu.

Rahmetim her şeyi kuşattı, Rahmetim gazabımı geçti dedi.

Rahmet ve Gazab, iki zıt hakikat.

Aslında Allah insana Ene denilen benlik duygusunu vermekle iki şeyi hedefledi; Kendisini bilmek ve de bildirmek.

Bizim sahip olduğumuz sınırlı sıfatlar mikyasıyla, kendisinin  sonsuz sıfatlarına pencereler açmış oldu.

Hayat-İlim-Semi’-Basar –Kudret-İrade-Kelam- Tekvin.

Bizde sınırlı da olsa var olan bu sıfatlar, yaratıcıda da sınırsız olarak da olsa vardır.

Ortak sıfatlar.

Görme ile, bizim göremediğimiz mikro ve makro alemleri ve her şeyi görüyor.

Herşey bir anda nazarında hazırdır.

Hiçbir şey nazarından ve görmesinden hariç değil ve de dışında değil.

Zira O’nun zatının ve sıfatlarının harici yoktur ki, göremediği varlıklar olmuş olsun…

İşitme ile, bir anda bizim sınırlı desibellerimizin ötesinde sesler dünyası O’nun kontrolündedir.

Onları yaratan elbette O’dur.

Kendisinin ki Zati, bizlerindeki O Zatın yarattığı sınırlı ve kendi kapsamı alanındaki sesleri ihtiva etmektedir.

İnsan sadece kendi benliğine sarılıp varlıklara sahip olmaya kalkarsa zelil bir varlık olmuş olur.

Eğer insan sonsuz yaratıcıya bağlanır ve de O’na dayanırsa bütün mahlukatta onun olur.

Ve aziz bir misafir olmuş olur.

**********************   

”Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyor, daima dönüp tazeleniyorlar?
Elcevap: Şu hikmetin izahı bin sayfa ister. Öyleyse, izahını bırakıp, gayet muhtasar bir icmâlini iki sayfaya sığıştıracağız.
İşte, nasıl ki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa, elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:
Birisi: Vazifeye terettüp eden maslahatlar, semereler, faydalardır ki, ona “ille-i gaiye” denilir.
İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona “dâi ve muktazî” tabir edilir.
Meselâ, yemek yemek, iştahtan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevk eder. Sonra da, yemeğin neticesi, vücudu beslemektir, hayatı idame etmektir.
Öyle de,
, şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayretnümâ hadsiz faaliyet, iki kısım esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir:
Birincisi: Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.
İkinci sebep ve hikmet: Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette katiyen lezzet vardır. Belki herbir faaliyet bir nevi lezzettir.
Öyle de, Vâcibü’l-Vücuda lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var.
Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var.
Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var.
Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese var.
Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatın, faaliyet-i kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme ait, tabir caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.

İşte, şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve câmid esbabı, şu gayet derecede alîmâne, hakîmâne, basîrâne faaliyete karıştırmışlar, dalâlet zulümatına düşüp nur-u hakikati bulamamışlar.”[1]

-”Kâinattaki hayretnümâ faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle sevinir. Herbir âlicenap zat, başkasını mes’ut etmekle lezzet alır. Herbir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esmâ-i İlâhiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:
Nasıl ki, mesela gayet merhametli, sehâvetli, gayet kerîm, âlicenap bir zat, fıtratındaki âli seciyelerin muktezasıyla, büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek, denizlerde, arzın etrafında gezdirir. Ve kendisi de, onların üstünde, onları mesrurâne temâşâ ederek, o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder.

Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa, elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmânî olan küre-i arz gemisine bindirerek, rû-yi zemini, envâ-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzâkıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbâniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlûkatını aktâr-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada, Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ait olarak, o mahlûkatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuûnât-ı İlâhiyeyi “memnuniyet-i mukaddese,” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemâdi hallâkıyeti iktiza eder.
Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine
der.
Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.
Hem meselâ, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması, hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun bütün mahlûkatına, hususan zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerâit-i hayatiyeyi vermekle; ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle; ve zayıfları kavîlerin şerrinden rahîmâne himaye etmekle; ve umum zîhayatlarda, bu dünyada ihkak-ı hak etmek nevi tamamen ve haksızlara ceza vermek nevi ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla; ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellîsinden hâsıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuûnât-ı Rabbâniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.
İşte bu üç misal gibi, Esmâ-i Hüsnânın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuûnât-ı İlâhiyeye medar olduklarından, hallâkıyet-i daimeyi iktiza ederler.
Hem madem her kabiliyet, herbir istidat, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem birtek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir hâlettir, bir ticarettir. Elbette, bütün mahlûkattaki hadsiz istidatları inkişaf ettiren ve bütün mahlûkatını kıymettar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivâri terhis ettiren, yani, unsurları madenler mertebesine, madenleri nebatlar hayatına, nebatları rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına ve hayvanları, insanların şuurkârâne olan yüksek hayatına çıkarıyor.
İşte, herbir zîhayatın zâhirî bir vücudunun zevâliyle (Yirmi Dördüncü Mektupta izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti ve misalî vücutları ve ilmî ve gaybî mevcudiyetleri ve cesed-i necmîsi ve gılaf-ı ruhu gibi kendinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallâkıyet-i Rabbâniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlâhiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.”
[2]

MEHMET ÖZÇELİK

06-01-2019


[1] Bediüzzaman.Mektubat On Sekizinci Mektub.87.Age.277.24.Mektub.

[2] Bediüzzaman.Lem’alar Otuzuncu Lem’a.341.-343.

Loading

No ResponsesOcak 6th, 2019