MEDYA VE İHANET
MEDYA VE İHANET
İhanet her dönemde olmuştur ve de olacaktır. Bu bir vakıadır.
Ancak bir asrı aşkın sürede yapılan ihanet yoğun ve etkili bir şekilde sürdürülmüştür.
Bunun başında da medya kullanılmıştır.
Bununda en baskın hali Abdulhamid döneminde başlamış ve görülmüştür.
İşte bu noktada tarihten kesitler;
-Abdulhamid dönemindeki gazeteler, bu dönemdeki gazetelerden farklı değildi. Elbet kontrolü gerekti.
Gazeteler her zaman için kendilerini dördüncü kuvvet saymışlar, istediklerini al aşağı etme aracı olarak kullanmışlardır.
Nitekim Abdulhamid döneminde gazetede çıkan bir haberde; Bir at su deposuna düştü.
Arpalığını alan gazete ertesi günkü attığı manşette; At su deposuna düştü ancak şişip dağılmadan çıkarıldı.
Şimdilerde bizde olduğu gibi; Müftü keçi çaldı.
Oysa keçisi çalınan müftü idi.
Gazeteler darbelerin borazanlığını yaptı. Daha da ileri giderek fuhşu yaydı, kaos oluşturdu.
Toplumun ahlakını ve inancını yıktı.
-Girit sorunu, Belgrat kalesinin verilmesi (Ali Suavi: Muhbir), “Şark Meselesi” (NamıkKemal: Tasviri efkâr) vb. gibi konular ele alınarak hükümetin eleştirilmesi sadrazam Ali Paşa’yı tedirgin etmiş ve “Kararname-i Âli” (hükümet kararnamesi; sözlük anlamı: Yüce kararname; alay anlamında:
Ali Paşa kararnamesi) diye anılan ünlü kararname yayınlanmıştır
(Mart 1867):
“İstanbul da çeşitli dillerde basılan gazetelerin bir kısmının bir süreden
beri memleketin
genel çıkarlarına aykırı birtakım zararlı düşünceler ve yalan haberler
yayınlamakta…,
bir çok uydurma ve yalanlarla zihinleri karıştırma, bunun sonucu olarak da
halk arasında çatışmaya yol açmakta ” oldukları gerekçesiyle çıkarılan bu
kararname ile:
“Asayişi ve düzeni korumak gerektiğinden, bu türlü gazete ve dergilerin
bütün devlete ve bütün millete dokunan zararlarının önlenmesi için, Basın
Nizamnamesi ‘nin hükümleri dışında olarak hükümetçe cezalandırma işlemine ve
önleyici tedbirler alınmasına karar verilmiştir.”[1]
–Abdülhamit devrinde, 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’ne hiç dokunulmamış, (Meclis-i Mebusan’da yeni bir “Matbuat Nizamnamesi” hazırlanmışsa da, yürürlüğe konmamıştır. [2]
-Abdülhamit, sansür konusunda herhangi bir kanun; ya da nizamname yayınlatmamış, Kanün-i Dahiliye Müdürlûğü’ne bağlı sansür kurulu 1890 yılma kadar birkaç memurla çalışırken, kadrosu 1902’de 15,1905te 20,1908’de25 kişiye yükselmiş tir. (1 müdür, 5 muavin, 1 matbaalar müfettişi, 5 müfettiş, 1 Bulgarca-Sırpça, 1 Ermenice, 1 Rumca gazeteler müfettişi, 2 denetleme memuru, 3 tiyatro müfettişi). [3]
Şu
olmamış değildir;-“ İstanbul’da
Hamidiye suları yeni akıtılmış, çeşmeler açılmış; “Servetifünun”
dergisinde yayınlanmak üzere, Dr. Besim Ömer Paşa, sular üzerine bir makale
yazmış; “çeşme başında bir ihtiyar adamın dua eylediğini gösterir artistik
bir renkli resim de makale ile birlikte basılacak”mış. Sansür memuru
Ebülmukbil Kemal Bey resmin yanma bir “soru” işareti koymuş.
Dergi
sahibi Ahmet İhsan (Tokgöz), bunu görünce şaşırmış, Kemal Beye bir tezkere
yazıp “sebebini” sormuş; şu karşı lığı almış (Mayıs 1906):
Çeşme resmi gerçekten pek güzel ve dua her Müslüman in
gözünde şüphesiz ki kutsaldır.
Lakin bugünlerde kötü düşünceliler o kadar çoğaldı ki,
bu güzel resmi Servetifünun da görür görmez (Hah! bunu bu biçimde burada
yayınlamak, alttan alta: “İşimiz duaya kaldı” demek olduğunu
anlatmaktır) anlamında saç malayacaklarını yakından bildiğimden…[4]
Abdulhamid döneminin en çok tenkid edenlerinden olan Hüseyin Cahit Yalçın şöyle der:-“Abdülhamit döneminde gazetecilik iyice güç, tehlikeli bir işti… İp üzerinde cambazlık belki bu kadar ustalık gerektirmezdi.[5]
-Medya olayları abartarak veya çarpıtarak toplumun tepkisini arttırarak huzursuzluğu arttırmakta, bir çok darbelerin alt yapısını da medya oluşturmaktadır.
Algılar ile toplum ehli tahkik olmadığından sürekli yanıltmakta, nefret toplumu haline getirmektedir.
-Bu gün sosyal medya kişinin kendisini ifade etmesinden çıktı izhar etmesine, ifşa etmesine, itiraf etmesine hatta yakınlarının hallerini ortaya koymasına kadar gitti.
-Özellikle bir asrı aşan süre içerisinde Ermeniler bu ihanetlere alet olmuşlar, ihanetlerini bu günde Pkk ile sürdürmektedir.
-Ermenilerin kendilerine mahsus ne dilleri ne de dinleri vardı. İnançları, bir parçasını teşkil ettikleri Frinklerinki gibiydi. Sonraları yayıldıkları yerlerdeki halkın veya istilacıların dili ne ise ona uyarlardı. Hristiyanlık ermenistana girdiği zaman Ermenilerin yazısı rumcaydı.
Ermeniler yıldızlara tapmayı hititlerden, ateşe tapmayı azerilerden, puta tapmayı da romalılardan öğrenmişlerdi. Hristiyanlığı bizanlılardan, İslamlığı da araplardan aldılar. Fakat sonra islamlıktan ayrılarak hristiyan oldular. Miladın IV. Yüzyılına kadar İncil bile rumca yazılır ve okunurdu. Ermenilerin ilk para bastırmaları da Küçük ermenistanda mö 170, büyük ermenistan da 190 olup yazılar rumcaydı.”[6]
-“Meşhur kutup kaşifi Nansen de,Cemiyet-i Akvam murahhas üyesi olarak bir heyetle,1926’da, Ermenistan’ı dolaştıktan sonra, yazdığı eserin sonunda şu sözleri söylemek zorunda kalacaktır;
‘Avrupa politikasına karıştırılan Ermeni halkına yazık oldu. Bir Avrupalı diplomatı tarafından adının hiç ağza alınmaması kendisi için daha hayırlı olurdu.”
Ama Avrupalı diplomatlar Ermenileri dillerine dolayacak ve bu da, Ermeniler için hiç de hayırlı olmayacaktır.’[7]
-”16 Mart günü sabahı, uyanır uyanmaz, ilk işimiz
bermutat gazeteleri aramak oldu. Fakat, o sabah gazeteler gelmedi. Sebebini
soruştururken, İngilizlerin âni bir baskınla Şehzadebaşı karakolundan itibaren,
şehri yer yer işgal ettiklerini haber aldık. Biraz sonra da, İngilizlerin benim
Beyoğlu’nda oturduğum apatmanı basmış ve beni orada bulamayınca, nerede
bulunabileceğimi tahkike koyulmuş olduklarını öğrendik. Bu durumda, sokağa
çıkarken de ihtiyatlı bulunmak gerekiyorndu. Apartmanda kapanıp kalamazdım.
İngilizlerin, bulunduğum yeri kolayca keşfedemiyeceklerini de düşünerek, Hâşim
Beyin apartmanından çıkıp, arka yolları takiple, doğru Mebusan Meclisine gitmek
üzere idim ki, Kâzım Paşa (Orbay) ile Miralay Seyfi Bey ziyaretime geldi. Her
ikiside, sevip saydığım dostlarımdı.Teessür ve heyecan içinde idiler.
Böyle ânî gelişlerinin sebebini merak ederken, (hemen Ankara’ya gitmek)
istediklerini söylediler. O günlerde, hele İngilizlerce mimlenmiş güzide
şahsiyetlerin İstanbul’dan, Anadolu’ya geçmeleri ancak gizli yollardan mümkün
olabiliyordu. Bizce hazırlanıp tesbit edilmiş en emin yolun mebdei:
Vaniköy’deki tekke idi. ( Bu tekkenin M
illî Harekete canla başla bağlı bir şeyhi vardı.)
Gizlice bu tekkeye gidenler, oradan hükümetin kendisinden katiyen
şüphelenmemesi için, Maltepe Endaht Mektebi Kumandanlığı vazifesini de almış ve
bilâhere İstanbul Mebusu olan- Enver Paşa’nın da askeri yaveri- Yenibahçeli Şükrü
Bey (Oğuz) tarafından alınıp Maltepe’den itibaren arka yollardan içerilere
gönderiliyorlardı.
…Giderken yollarda, sağda, solda, cihana hükmedermiş
gibi mağrur, dimdik duran süngülü düşman askerlerini gördükçe, yüreğimiz
sızlıyarak, sesimiz kısılmışçasına, susuyorduk. Fakat itiraf ederim ki, maruz
kaldığımız felâketin büyüklüğünü açıkça gösterin bu manzara karşısında, ne
benim, ne de yanımdaki arkadaşlarımın, bugünlerin de geçerek yurdun ve milletin
kurtulduğu güne kavuşulacağı hakkındaki iman ve ümidimiz kat’iyen sarsılmış
değildi. İngilizler, şimdi kuvvetlerine güvenerek herşeyi yapabilirlerdi, fakat
hiç bir zulmün devam etmesine imkân olmadığı gibi, bunun
da, Allah’a ve yurtseverliğinden emin olduğumuz millete güvenimiz bâki
kaldıkça, sonu geleceğine inanıyorduk. İşte bu duygularla mütehassis olarak
Saraya vardık ve derhal huzura kabul olunduk.[8]
MEHMET ÖZÇELİK
16-12-2018
[1] Bk. Belgeler III. ABDÜLHAMÎT DEVRİNDE SANSÜR I – Cevdet Kudret. Sh.4-5-
[2] Ag.e-sh.9.
[3] Sh.45-46.
[4] Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, c. 1,1930,s. 150) Sh.57-58.
[5] Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları, 2. bas., s. 102).Sh.54.
[6] Kazım Karabekir.Ermeni dosyası.sh.69.
[7] Age.26.
[8] Cehennem değirmeni.Rauf Orbay.Siyasi hatıralarım.2. sh.32-33.