AYİNE VARLIK İNSAN
AYİNE VARLIK İNSAN
Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim /
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.”
-İnsan nihayet hayra ve şerre kabildir.
Hakka bakan cihetle hayra kabil, halka bakan cihetle de şerre kabildir.
İnsanın şer ve düşüşte de sınırı yoktur, esfel-i safiline kadar gider.
Hayırda da sınırı olmayıp, ala-i illiyyine kadar yükselir.
”Hak Sübhanehu ve Teala, sonsuz sayıdaki Güzel İsimleri’nden dolayıdır ki, bu
İsimleri’nin aynlarını görmeyi diledi, veya dilersen şöyle de diyebilirsin: (Varlığının
küllî oluşundan dolayı) varlıkla niteleniyor olmaklığıyla, Emr’i (yani, vahidiyet
mertebesinde, bütün İlahi İsimlerin aynlarının tecellisini) kendine içkin kılan
toplayıcı-varoluşta [kevn-i cami] (yani, İnsan-ı Kâmil’de, İnsan-ı Kâmil’in
hakikatinde) Kendi ayn’ını görmeyi ve bu toplayıcı-varoluş’la Kendi sırrını Kendine
zahir kılmayı diledi. Çünkü bir şeyin kendini kendinde görmesiyle, kendini kendine
ayna olabilecek bir başka şeyde görmesi aynı değildir: Kendini aynada görmek,
bakılan yerden yansıyan bir suretin zahir olmasıyla olur. Bu (yansıyan) suretin
kendisine zahir olması için, bu yerin (yani, aynanın) olması ve kendisinin bu yere
tecelli etmesi gerekir.” [1]
Böylece Allah ilmindeki dahili hakikatı, harici hakikatla ve yine isimlerinin tecellisinin devreye girmesiyle gerçekleştirdi.
Bediüzzamanın tabiriyle; “Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (a.s.m.), dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.
Hem Hàlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır.
Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakàtında Vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.”[2]
“Her, şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i ZülcelÂlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık îtibârıyla Şâhittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur.”[3]
“Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir.”[4]
“Sen onun aynasısın. Vazifen, âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazîne-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet, nasıl bir çiçek güneşin küçücük bir aynasıdır; şu koca güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelînin “Nur” isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misâl bir aynasıdır. Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin aynası olduğunu, bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra, kemâlini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise, öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri, ona bir renk verir ve kesâfetli dürbünün bir sûret takar ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.”[5]
“Asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.”[6]
“İnsan Hak için, gözdeki görmeyi mümkün kılan gözbebeği gibidir. Böylece ona (“gözbebeği” anlamına gelen) “İnsan” adı verilmiştir.
Çünkü Hak, mahlukatına İnsan’dan doğru bakar ve mahlukatına yönelik rahmetini
onunla ihsan eder.”
….Âdem indinde, meleklerde bulunmayan İlahi İsimler vardır. Ve onlar, Rablerini bu isimlerle ne tesbih ne de takdis etmediler.”[7]
-“Allahu Teala’nın Âdem’i “İki Eli” arasında cem etmiş olması, onu şereflendirmek içindi. Bundandır ki, Hak Teala İblis’e, “İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?” [Sâd Suresi, 38/75] buyurdu — ki Âdem, Hak Teala’nın İki Eli’ne karşılık gelen iki suretin, yani alemin suretiyle Hakk’ın suretinin cem olmaklığından başka bir şey değildir. İblis ise ancak alemin bir parçası olduğundan, bu cem’iyet onda ortaya çıkmadı. Ve Âdem, bu vasfından dolayı halife oldu. Eğer halife kılındığı şeyde, kendisini halife kılanın suretiyle zahir olmasaydı, kendisine halifelik verilmezdi.
…İnsan-ı Kâmil’e ilişkin olarak, “Ben onun görmesi ve işitmesi olurum” dedi;
“gözü ve kulağı olurum” demedi ve böylece iki sureti birbirinden ayırdı”[8]
-İnsanın iki yüzü ve iki ayeti vardır. Bir cihetiyle hakka bakarken diğer cihetiyle halka bakmaktadır. Aynanın iki yüzü gibi.
İnsan aynanın şeffaf ön yüzü ile hakka bakarken, aynanın siyah arka yüzü ile de halka bakmaktadır. Aynanın ön yüzü ile herşey şeffaf, parlak, nihayet Kemal’de görünür iken, aynanın arka yönüyle de siyahlık, kusur, noksan, eksiklik ciheti görülmektedir. Ancak aynanın arka yüzü, aynanın ön yüzünün parlaklığını ve kemâlâtını görmeye ve göstermeye vesile olmaktadır.
-İnsanın iki ciheti var; biri mülk ve biri melekut ciheti…
-Kâinat, yaratılmış varlıklar, evrenin ayna gibi iki ciheti var. Biri mülk, biri melekûtiyet.
Mülk ciheti ezdâdın cevelangâhıdır. Hüsn-kubh, hayır-şer, sığar-kiber, sa’b-sehl gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesaitve esbab vaz edilmiş. Ta dest-i kudret zahirenumur-u hasise ile mübaşir görünmesin. Azamet ve izzet öyle ister. Fakat hakikî tesirvermemiş. Vahdet öyle ister. HAŞİYEMelekûtiyet ciheti ise, herşeyde şeffâfedir. Teşahhusât karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlikına müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet, maluliyet giremez. İ’vicacâtı yoktur. Avâik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur. Evet Kudret, hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî… Mahall-i taalluk-u kudret, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok. Küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.,,,[9]
İnsanın ana karnındaki doğmamış çocukluk durumu ile, doğmuş olanın mukayesesi gibi ki;
Mümkün olsa, doğmuş olan diğer kardeşine bu alemi anlatsa, anlatan ne kadar anlatabilecek ve anlayan ne kadar anlayabilecektir?
Dünya ve ahireti bu noktadan kıyasla…
MEHMET ÖZÇELİK
23-11-2018
[1] Fusus el-Hikem- Muhyiddin-i Arabi.sh. 2.
[2] Mektubat. 208.
[3] Mektubat.444.
[4] Sözler.116.
[5] Sözler. 306.
[6] Sözler.323.
[7] Fusus el-Hikem. Age.3-4.
[8] Age.7.
[9] Bak. Nokta risalesi. 2. Makam