EŞYAYA HÜKMETMEK
EŞYAYA HÜKMETMEK
Evet. Eşyaya hükmetmek. Eşyaya hakim olmak elbette mümkündür.
İnsana eşyaya hükmetme özelliği verilmiştir. Bazen bu keramet yoluyla Cenab-ı Hakk’ın bir ikramı olarak tezahür eder, bazen menfi ve olumsuz insanlar da bir istidraç olarak tezahür eder.
Yine cennette her şey insana râm olmaktadır. Her şey insanın emrine verilmektedir. Ân ve zaman olmaksızın her şey bir anda tecelli etmektedir.
Cennetteki bu hal insanın eşyaya olan hakimiyetinin bir tezahürüdür ve aynı şekilde dünyada da İnsanlar ilim ile, bilgi ile, güç ile, kuvvet ile ve bunlar içerisinde en önemli nefsine olan hakimiyeti ile eşyaya hükmetmektedir.
Ancak nefsine hükmedemeyen insanlar eşyaya ne kadar hükmedebileceklerdir?
Onun için manen Terakki etmek ile eşyaya hükmedilebilir.
İlim ile eşya ve bir çok şey celb edilebilir.
Süleyman Aleyhisselam hem nübüvvet ve de hem ilim ile birçok şeyi elde etti.
Yine ilim ile insanı hayrette bırakan birçok olaylara Mazhar oldular.
Ancak birisininki yani Süleyman Aleyhisselam’ın kive de Musa Aleyhisselam’ın ki hakikat iken, sihirbazların ki bir göz boyamadan ibaret kalmaktadır.
Aynen bir cismi, mislen eşyanın celbi nasıl mümkün ise, insanın eşyaya olan hakimiyeti de o derece mümkündür.
Evet insan eşyaya hükmedelebilir.
Onları kendi istekleri doğrultusunda kullanabilen insanlar yine toprağa, bitkiye hükmeden insan ve ondan kendisine faydalı olan şeyleri çıkarabilen insan bu hükmünü eşyanın birçok noktasına geçirebilir.
Yine hasseten ifade edilmesi gereken en önemli husus odur ki; insanın önce hakikaten güç olan eşyaya hükmetmekten daha zor olan nefsine Hükmetmesidir.
Nefsini dizginlemesi, nefsini râm altına alması, nefsini kontrol altına alması, nefsini yönlendirmesi, kendisine itaat ettirmesi yani kendisinden ziyade bu nefsinden başlayıp kontrol etmiş olması Elbette ki bu hakimiyetin en önemli bir yoludur.
Yani Allah’a mahkum olan insanlar eşyaya hakim olabilirler.
Nefsinin mahkumu olan insanlar eşya yanında mahkum olurlar.
Onun içindir ki eşyaya hükmetmenin yolu önce nefse hakim olmaktan ve Ondan sonra o nefsin sahibi olan Allah’a mahkum olmaktan geçer.
Allaha intisab etmesi halinde eşyada ona intisab eder. Ona mensup olur, ona ait olur, onun emrinde ve onun hizmetinde olur.
O halde bir insan kâinatın sahibine uygun harekette bulunmuş ise, Elbette ki bütün kâinatta ona uyar, emrinde olur.
Nitekim Kuran-ı Kerim’de Cenab-ı Hak yer ve göğe ‘ İ’tiya tav’en ev kerha’ yani ‘İster istemez emrime geliniz.’ buyurur. Onlar ise yani cansız olduğunu düşündüğümüz; anlamaz, bilmez, düşünmez, itaat etmez diye düşündüğümüz eşya, madde ise yani Yer ve Gök Cenab-ı hakka karşı; Yarabbi ister istemez emrine itaat ettik, derler.[1]
Burada hem Allahın kendisini onlara hatırlatıp emretmesi ve hem de onların Allahı anlaması söz konusudur.
İsra suresinde; Hiç bir varlık yoktur ki Allahı kendi diliyle tesbih etmiş olmasın, buyurulur.[2]
Aynı şekilde, demek ki Cenab-ı Hakk’ın Veli kullarının suya hükmetmesi, ateşe hükmetmiş olması gibi, insanlar maddende buna sahip ve hakim olabilir.
Nitekim amyant denilen maddeyi ateşin yakmaması gibi.
İnsan eşyaya zahiren mahkum iken hakim olması, hükmetmesi hep Cenab-ı Hakka RÂM olmasından ve O’na muti’ olmasından ileri gelmektedir.
Ve manen de insan eşyaya hükmedebilir.
Hükmetme yetkisi, gücü insana, insanın eline, insanın iradesine verilmiştir.
Bu meseleyi birçok yönden farklı olarak ele alabiliriz.
Nitekim bir insan devlete mensup olmasıyla, bir asker ve bir polis nasıl ki bir köyü önüne katabilir, bir memlekete hükmedebilir, bir başka devletin hakimini, Reisini, başkanını esir edebilir, komutanını esir alabilir.
İşte hep bütün bu Hakimiyetler bir devlete, bir güce mensup olmaktan geçer.
Yine insan devletin gücü olan bir kabloya kendi kablosunu bağlayarak bütün dünyadaki kablolarla bir bağlantı kurmuş olur. Bunu bir telefon olarak, bir internet olarak, aynı şekilde bir güç olarak da düşünebilirsiniz.
Yani kendi gücü az olan insan 80 milyonluk bir devletin gücüne mensup olmakla, devlete ait ve bağlı olmakla, böylece 80 milyonun üzerinde bir güce sahip olabilir.
Devlet namına hareket eder, padişah namına hareket eder, Sultan namına hareket eder ve birçok şey onun emrine verilir, ona RÂM olmuş olur.
Bütün bunlar demek ki gerçek güç sahibini bulan insan böylece gerçek gücede ulaşmış olur.
Allah’ın gücüne intisab eden, mensup olan, dayanıp sırtını veren bir insan, Allah’ın sahibi olduğu bütün eşyaya da sahip olabilir. Onlar üzerinde hakimiyetini çok rahatlıkla kurabilir.
-Düşününüz Cennette isteyip çağırdığımız her şey geliyor, ağaç meyvesini veriyor, o meyve onun hizmetini görüyor ve orada her bir canlı şuurlu, bilinçli olarak insana hizmet ediyor. Bunun örneğini sınırlı ve kısıtlı da olsa dünyada da görmekteyiz.
Bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Ferman etti: “Nereye gidiyorsun?” Bedevî dedi: “Ehlime.” Ferman etti: “Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?” Bedevî dedi: “Nedir?” Ferman etti:
“Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Onun bir olduğuna, hiçbir şeriki bulunmadığına ve Muhammed’in, Onun kulu ve resulü olduğuna şehadet etmendir.”
Bedevî dedi: “Bu şehadete şahit nedir?” Ferman etti: “Vadi kenarındaki ağaç şahit olacak.”
İbni Ömer der ki: O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak etti, geldi, tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına. Üç defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ağacı istişhad etti, ağaç da sıdkına şehadet etti. Emretti, yine yerine gidip yerleşti.
-Taşların elinde, avucunda zikretmesinden tutunuz, bir Devenin sahibinden kaçarak sahibinin kendisini zor işlerde çalıştırmış olması dolayısıyla halini anlatmasına kadar herşey mucize eseri olaraktan Efendimizle nasıl alakadar ise, Efendimizin emrinde ise, Efendimiz manen onlara hakim durumda ise, bu hükmünü mucize eseri olaraktan ihtiyaç anında gösterirken, her durumda göstermemiştir.
Nitekim az bir yiyecekten birçok insan yiyip içmesi, az bir içecekten bazen 300 kişinin, 300 askerin ondan yiyip içmesi bir mucize eseri olaraktan görülmektedir,
Bunu diğer peygamberlerde de görürüz. Salih Peygamber’in Emir ile Kaya’nın arasından kendisine iman etmeyen insanların belirttiği vasıfta bir deveyi çıkartması ve bunun benzeri örnekleri bütün peygamberlerde görülebilir.
Demek ki insan Madden ve manen eşyaya hakim olabilir. İnsan eşyaya hükmedebilir. Bu da ruhun bedene hükmetmesi ile, aklın nefse hükmetmesi, böylece kalbin mideye hükmetmesi ile mümkün olur.
O halde Akıl, kalp ve ruh bu üç temel duyguya hakim olan insanın, nefsine, bedenine hakim olması ile o duygularda hükmünü çok rahatlıkla icra edebilirler.
-Bugün teknolojinin ilerlemesi ile insanın bu hakimiyeti bir derece tezahür etmektedir. İnsan birçok şeye hükmetmektedir. Sesi kontrol altına alabilmek de, görüntüyü kontrol altına alabilmek de, birçok nakil ve intikal işlemi gerçekleştirebilmek de, havaya hakim olup tonlarca ağırlığındaki bir uçağı havada uçuran ve yine tonlarca ağırlığındaki bir gemiyi suya olan hakimiyeti ile suyun üzerinde yüzdürebilmektedir.
Bunlar ilim ile insanın kainatta olan varlıkları ve eşyaya olan hakimiyetinin bir tezahürüdür. Bunları bazen insan bir düğme ile yapar, bir ses ile yapar, bir dokunma ile bunları yapmış olur.
Bugün internet dünyasında ve bilgisayar dünyasında artık bunlar o kadar ileri gitmektedir ki, bir tuşla değil, bir ses ile, bazen bir düşünce ile de bunu gerçekleştirmektedir.
Yani düşünce ile eşyayı insan kontrol altına da alabilmektedir.
İnsan Nefsine hakim olduğu cihetle eşyaya hakim olmaktadır.
Ruhunun, aklının ve kalbinin kendisi içerisindeki hükmü nisbetinde, eşyayada hükmü o geçerlidir.
Nefsine hükmü geçmeyen bir insanın eşyaya da hükmü geçmemektedir.
İnsan Kemâle erdikçe kendisine olan hakimiyeti, dolayısıyla eşyaya olan hakimiyeti de o nisbette artmaktadır.
-İbadet ile, taat ile, ilim gibi hakikatlar ile ancak mümkündür.
Böylece kainata olan Hakimiyet doğrudan doğruya Marifet ve ilim ile mümkündür. Marifette ve ilimde ziyadeleşen insanlar bunu kendileri eşyada da gösterebilmektedirler ancak marifeti olmayıp da yani marifetullaha sahip olmayan insan, ilim gibi bir marifet sahip olsa da bunun Hakimiyeti cüz-i olur, geçici olur, sınırlı olur, sonsuz olmaz.
-Kâinat nasıl ki bir noktadan kürelere doğru bir gelişme içerisinde ise, insanda bir nokta olaraktan kendi içerisindeki noktaya olan hakimiyetinden, kâinattaki kürelere olan hakimiyeti kadar gelişme gösterir.
Tıpkı suya atmış olduğumuz bir taş kendi iç dalgasından geniş dalgaya doğru bir açılım içerisinde olduğu gibi, insan da kendi iç dünyasındaki küçük açılımlar ile kainata doğru gelişen büyük açılımlara bir hakimiyeti söz konusu olur.
O halde nokta olan kendi iç dünyamızda ne kadar hakim isek, küre olan dış dünya olan Kainattaki hakimiyetimiz de o nisbette artar.
-Geçmiş zamanlarda velilerin hakimiyeti, eşyaya olan hükmü; bugün ilim ile tecelli etmektedir.
Hakeza peygamberlerin gösterdikleri mucizelere bugün insanlar sahip oldukları ilimler ile o hakimiyetini sürdürmektedirler.
-Âhir zamanda her şey ilme dökülmektedir, ilmi olan kazanmakta, ilmi olan kainata, dünyaya, varlıklara hükmetmektedir.
Yani mecazi olaraktan Billy Gates internet dünyasında, bilgisayar dünyasında, Microsoft ile adeta tüm dünyayı kontrol etmektedir. Tüm dünyaya sahip olmak da, bir düğmesinin şartelini indirmekle dünyadaki 7,5 milyar insanın bütün birikimlerini bitirebilmektedir ve onları harekete geçirebilmektedir. Onun içindir ki kendi nefsine hakim olan insan kâinata da hâkim olabilir.
-Sese hakim olarak da büyük bir iş yapan insan oğlu, bugün resme de hakim olmuş, daha ileriye giderekten ışınlamaya hakim olacak ve eşyayı bir yerden bir yere nakletmek suretiyle aktarımı gerçekleştircektir.
-Ona olan hükmünü bilim yoluyla, ilim yoluyla gerçekleştirebilecektir. Ancak gerçek Hakimiyet marifet iledir, marifetullah da hakim olan insan böylece bütün ilimlerde de, her şeyde de, eşyada da bilinçli olarak hakim olur. Diğer bir ifadeyle, marifet ile eşyaya hakim olan insan eşya aile arasında samimi bir nisbet, bir irtibat, bir bağlantı, istekli olarak bağlantı kurar.
Ancak marifet olmadan eşya ile ilim yoluyla bağlantı kuran insanlar, adeta zoraki olarak, mecburi olarak, isteksiz olaraktan o eşyayı zorla celbedip yönlendirebilir, ona hakim olabilir. İstekli olup isteksiz olma arasındaki aynen bu fark gibi olur.
Düşününüz, eşyanın bizi tanıyıp da tanıyaraktan hizmetimize koşması ayrı, bir köle gibi ona bizim hakim olup zorla çalıştırmamız elbetteki ayrıdır.
İşte eşya insana ya köle olur ya da bilinçli olarak ona köle olmaksızın istekle, sevinçle, zevkle hizmetinde olur. Bu da eşyaya marifet yoluyla hakim olmaktan geçer.
-Bir Genelkurmay Başkanı bir arş emriyle yüzbinlerce askeri koşturur. Hatta onları düşmanın üzerine karşı sevkeder, ölüm bile olsa o asker koşarak gider. Bir de bunu zoraki ve zorba bir şekilde yapmayı düşünün veya bunu bir çocuğun veya asker ile münasebeti olmayan birisinin binlerce defa arş demesi neticesinde hiçbirisini koşturamadığı gibi, elbette ki herkesi de kendisine güldürecektir.
Bir işte bu Hakimiyet gibi insan da samimi ve ciddi olarak hakim olursa, eşya ona râm olmuş olur. Ancak gerçek manada o çocuk gibi veya asker ile bağlantısı olmayan bir insanın askere emretmesi gibi anlamsız, manasız, neticesiz, hükümsüz, gülünç bir durum içerisine düşmüş olacaktır.
-“İnsan, şu kâinat içinde pek nâzik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudât, ona musahhar olmuş.
Eğer insan zaafını anlayıp, kâlen, halen, tavren duâ etse ve aczini bilip istimdâd eylese, o teshîrin şükrünü edâ ile beraber, matlûbuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-ı mîşârına muvaffak olamaz. Yalnız, bâzı vakit, lisân-ı hal duâsıyla hâsıl olan bir matlûbunu, yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte, cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet!..
Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle, matlûblarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matlûblardan binden birisine, bin defa kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himâyeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himâyeti ittiham etmek sûretiyle, ahmakâne bir gururla, “Ben kuvvetimle bunları teshîr ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.
İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfrân-ı nimet sûretinde, Kârun gibi, yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” Kasas Sûresi: 78. dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.
Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshîr edilmiş, onun aczi için ona muâvenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshîr etmiştir.
Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.
Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını istimdâd lisâniyle, fakr ve hâcâtını tazarrû ve duâ lisâniyle ilân et ve abd olduğunu göster. Ve – Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi: 173.) – de, yüksel.
Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat, bir Hakîm-i mutlak tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?” Çünkü sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.
Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyâsını tazammun eden imânın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın büyük ve daire-i nezâretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, “Benim Rabb-i Rahîmim, dünyayı bana bir hâne yaptı; ay ve güneşi o hâneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebâtâtı, o hânemin zînetli levâzımâtı yapmıştır.”
Netice-i kelâm: Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvîmi olursun. “[3]
-“ “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Halıkının yanında büyük bir mevkii vardır.”[4]
“ Beşer, hilkatın neticesidir ve arzın müştemilatı ona teshir edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu ayet ile de, beşerin arza hakim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.”[5]
“Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mucizesi olarak teshir-i havayı(havanın emre boyun eğmesi) beyan eden âyeti; “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran (uçmak) ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim (kulum), heva-i nefsini (nefsani arzularını) terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden (tabiat kanunlarından) güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz…” (20. Söz)
-“ Uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri, rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.”[6]
“ Koca kâinatı bir hanesi misillü insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrâyı ona vermesi ve sair zîhayatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyesine ve sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve bekà-i uhreviyeyi kat’î vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek…”[7]
MEHMET ÖZÇELİK
26-06-2018
[1] Fussilet.11.
[2] İsra.44.
[3] Bediüzzaman.23.Söz.296-7.
[4] İşarat-ül İ’caz.Bediüzzaman.240.
[5] İşarat-ül İ’caz.Bediüzzaman.247.
[6] Sözler.Bediüzzaman.247.
[7] Asa-yı Musa.Bediüzzaman.44.