DUYGULAR
DUYGULAR
Yaratılışın sonuna gelinmiş, kemal bulmuş, tekamül etmiş değil.
Yaratılış son da bulacak değildir.
Ancak yaratılışın ve o doğrultuda yaşayışın başlangıcına gelinmiş değil.
Yaratılışın başlangıcı cennette başlayıp, devam eden hayattır.
İnsanın mükemmel olup, tekamül etmesiyle ancak cennetin mükemmellikleri ve güzellikleri görülebilir ve anlaşılabilir.
-Taşken taş bile birbirleriyle bir uyum içerisinde, bir araya gelerek dengeyi sağlıyorlar.
Uyumsuz insanlar düşünsün…
Her şey tam bir denge içerisinde yaratılmaktadır.
Görebildiğimiz kadar.
Gördükçe hayretimiz artmaktadır.
Allah hayretimizi arttırsın…
Özellikle zahiri ve batini beş duygular.
Bu beş duyu kâinatı maddi ve manevi teftiş etmektedir.
MESMUAT ALEMİ – SESLER DÜNYASI
Kur’an-ı Kerim-de Allahın sıfatlarından önce Semi’ yani işitici olduğu ve sonra da Basir yani görücü olduğundan bahsedilir.
Sesler dünyası sadece bizim bildiğimiz 20 desibeldeki sesler değildir.
Bu desibelin alttakilerini ve üsttekilerini düşündüğümüzde hayretimiz çok daha fazla artmaktadır.
Mesela hayrettir ki; insan sesinin oluşması çok düşündürücüdür.
İnsanın içinden çıkan karbondioksit ile dıştan giren oksijen, boğazda Re denilen noktada oluşan yanma ile kelimeler meydana çıkmaktadır.
Makro alemdeki sesleri düşündüğümüz kadar, mikro alemdeki sesleri düşündüğümüzde bunun boyutları dünyanın şu dar alanları içerisinde aklın havsalası almayacak durumdadır.
Düşünelim o sesleri ki; cansızlardan canlılara, canlılardan hayvan, insan, bitki, melek, cin, ruhani ve atomlara kadar.
Sayısız sesler dünyası.
Tüm varlıklar sahip oldukları kendilerine has ve özel ses sistemleriyle anlaşmaktadırlar.
Seslerin canlılıklarıyla beraber etkisi de söz konusudur.
-Yaratılan ilk şey ses idi dersek yanlış olmaz. Zira her şeyin oluşumu Kün yani ol emridir.
Hadis-i Kudsi de yaratılan ilk şeyin kalem olduğu ve Allahın söz ile kaleme emretmesiyle her şeyin vücuda çıktığı belirtilmektedir.
Emrin hükmü ve ağırlığı varlıkların vücuda çıkmasına sebeb olmuştur.
Sesin büyük bir gücü vardır.
-“İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me’kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir.
Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir ve cevelân etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. Maahaza, bazan bu büyük âlem o lâtifeye o kadar darlaşır ki, âlem o lâtifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o lâtifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalâa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.” [1]
“Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir.”[2]
“Kulak, sadâların envâlarını, lâtif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfâtı var.”[3]
ME’KULAT – YİYECEKLER ALEMİ
“Şu görünen âlem, İlâhî bir dükkân ve bir mahzendir. İçerisinde envâen türlü türlü mensucat kumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubat şerbetler vardır. Bir kısmı kesif, bir kısmı lâtif, bir kısmı zâil, bir kısmı dâimî, bir kısmı katı bir lüb, bir kısmı mâyi ve hâkezâ, her çeşit bulunur. Lâkin bir kısmı icadî bir nescdir. Bir kısmı da tecellîyata bir nakıştır. Felâsifenin dalâletince, icad ile nakış birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır.”[4]
Kâinat adeta büyük bir sofra. Her mahluka münasip bir sofra, her duyguya uygun bir memnuniyet sergilenmiştir.
İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni (r.a.) diyor ki:
“Ben seyr-i sülûk-i ruhanîde görüyordum ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervî olan kelimat nurludur, Sünnet-i Seniyye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu.
Kur’an ve O’na aid her şey ruh, kalp ve akla açılmış bir sofradır.
Bütün hesaba girmeyen varlıkların maddi ve manevi yiyeceklerini düşündüğümüzde önümüzde ne kadar büyük bir sofranın kurulmuş olduğunu görürüz.
MAHSUSAT – HİSLER DÜNYASI
“Mesela, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse, nekaisten Müberra olmak cinan-ı Cennetin mahsûsatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak şu alem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müte-ferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizaç sevki ve emriyle yalnız o taaffünatı taharrî ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya, onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek o bostanı bir salhane ve mezbele sûretinde gös-terdiğinden, midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefret ile kaçar. Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi?
Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya gören hayatından lezzet alır.”[5]
“Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel tâziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.”[6]
İnsan ve diğer cin, melek, ruhani hatta her canlının dış duygusu kadar hisseden iç duygusu da vardır.
Bunların korkmadan sevmeye, üzülmeden sevilmeye kadar bir çok duyguları vardır.
Sayısız bunca varlıkların his dünyalarını bir düşünün…
MEŞHUDAT VE MUBSİRAT
“Evliya (ne için ) usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor.” [7]
“Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.”[8]
“Evet, Sünnet-i Seniye ile muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimad eden İşrâkiyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, şu söylediğime hak verir, bilâ-tereddüt kabul ederler.”[9]
“Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin cinsinden ve Kur’ân’ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur’ân değiller—böyle nâkıs geliyor.”[10]
“Bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, arzın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur. Fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i mâneviye yerleşir.” [11]
Kulaktan sonra insanın ve de diğer varlıkların en harika ve hareket alanı geniş olan görme duygusu ve görünen alemlerdir.
Tek tek saymaya ömür yetmeyeceği için, hayalen dahi düşündüğümüzde; gözümüzün önüne serilen ve sergilenen sofralar, midenin önüne serilen sofra ve yiyeceklerden daha çoktur.
Allah bu duygulara sonsuza dek faydalanacakları renga-renk sofraları açacak, o duyguları ebediyyen memnun edecektir.
MEHMET ÖZÇELİK
27-10-2017
[1] Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale, 273.
[2] Otuz Birinci Söz.İkinci Esas.775.
[3] Otuz İkinci Söz.Üçüncü Mevkıf.881.
[4] Mesnevi-i Nuriye. Zerre.
[5] Münâzarât, ss. 72-74.
[6] Muhakemat, Sayfa 67.
[7] Yirmi Dördüncü Söz. İkinci Dal.
[8] Dokuzuncu Lem’a.
[9] Mesnevi-i Nuriye. Zeylü’l-Habbe.
[10] Yirmi Beşinci Söz. Üçüncü Şule.
[11] On Sekizinci Mektup.