KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın kelamı olması hasebiyle, her harf ve kelimesinde derin hikmetler barındıran mu’cizevî bir kitaptır. O’nun üslûbu, sadece bir hükmü bildirmekle kalmaz, aynı zamanda o hükmün sebebini, gayesini ve ardındaki ilahî maksadı da beyan eder.
Bu noktada, “لِ” (Li) ve “لِمَ” (Lime) edatları, Kur’an’ın bu “gayeli” üslûbunu anlamada kilit bir faaliyete sahiptir. Bu edatlar, Arap dilbilgisinde “sebebiyet” , “gaye” ve “illet” bildirmek için kullanılır.
Kur’an’ın bu edatları kullanmasındaki temel hikmet; kâinatta hiçbir şeyin “abesten” (gayesiz, tesadüfî) yaratılmadığını, her emrin, her yasağın ve her hadisenin ilahî bir hikmete, bir gayeye mebnî (dayalı) olduğunu insana idrak ettirmektir.
İşte bu edatların ve müradiflerinin (eş anlamlılarının) Kur’an’daki kullanımı, verdikleri mesajlar ve hikmetleri:
1. “لِ” (Li) Edatı: Lâm-ı Ta’lîl (Sebep ve Gaye Bildiren ‘Li’)
Bu, Kur’an’da sebebiyet bildiren edatların en meşhurudur. Genellikle “için”, “diye”, “-sın diye”, “amacıyla” şeklinde tercüme edilir. Bir fiilin veya emrin “neden” yapıldığını, gayesinin ne olduğunu açıklar.
Hikmeti ve Mesajları:

* Yaratılışın Gayesini Bildirmek: Allah Teâlâ’nın kâinatı ve insanı neden yarattığını bu edatla açıklar. En küllî gaye budur.
* Hükümlerin Maslahatını (Faydasını) Göstermek: Farz kılınan ibadetlerin veya yasaklanan fiillerin ardındaki hikmeti, insana sağlayacağı faydayı veya koruyacağı zararı gösterir.
* Tefekküre Sevk Etmek: Kâinattaki nizamın ve hadiselerin “neden” o şekilde cereyan ettiğini beyan ederek, insanı aklını kullanmaya ve tefekküre davet eder.
* İmtihanın Aslını (Esasını) Belirtmek: Dünyadaki musibetlerin, nimetlerin veya hadiselerin birer “imtihan” gayesi taşıdığını vurgular.
Ayetlerden Misaller :
* En Küllî Gaye (İbadet):
> “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
> (Zâriyât, 51/56)
> Buradaki “li-ya’budûn” (لِيَعْبُدُونِ), yaratılışın gayesinin “kulluk” olduğunu açıkça bildirir.
>
* İmtihanın Gayesi:
> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”
> (Mülk, 67/2)
> Buradaki “li-yebluvekum” (لِيَبْلُوَكُمْ), hayat ve ölümün gayesinin “sınamak” (imtihan) olduğunu gösterir.
>
* Hükümlerin Hikmeti (Oruç):
> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınasınız diye oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”
> (Bakara, 2/183)
> Buradaki “le’allekum tettekûn” (لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ – …sakınasınız diye), orucun farz kılınmasındaki sebebin “takvaya erişmek” olduğunu beyan eder. (Bu ayette ‘Li’ yerine ‘Le’alle’ gelse de aynı gaye manasını taşır.)
>
* Hükümlerin Hikmeti (Kısas):
> “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (adam öldürmekten) sakınırsınız.”
> (Bakara, 2/179)
> Buradaki “fi’l-kısâsi hayâtun” (kısasta hayat vardır) ifadesi, hükmün gayesini (hayatı korumak) açıklar. Ayetin devamındaki “le’allekum tettekûn” (sakınasınız diye) yine gayeyi pekiştirir.
>
* Tefekkür ve Akletme Gayesi:
> “…Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki akıl erdiresiniz.”
> (Bakara, 2/242)
> Buradaki “le’allekum ta’kılûn” (لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ – …akıl erdiresiniz diye), ayetlerin açıklanma sebebinin “akletmek” olduğunu bildirir.
>
2. “لِمَ” (Lime) Edatı: Sual ve Tenkit (Sorgulama)
Bu edat, “Li” (için) ve “Mâ” (ne) kelimelerinin birleşimidir ve “Ne için?”, “Neden?”, “Niçin?” manasına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu edat, genellikle bir durumu sorgulamak, muhatabı tenkit etmek (eleştirmek) veya bir çelişkiyi (zıtlığı) ön plana çıkarmak için kullanılır.
Hikmeti ve Mesajları:
* Çelişkiyi (Zıtlığı) Göstermek: İnsanın sözü ile fiili arasındaki tutarsızlığı yüzüne vurmak için kullanılır.
* Tevbih ve Azarlama (Tenkit): Yapılan bir hatayı veya yanlışı sorgulayarak muhatabı kınamak ve uyarmak maksadı taşır.
* Hakikati İdrak Ettirme: Muhataba “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorarak, yaptığı fiilin manasızlığını veya yanlışlığını onun kendisinin idrak etmesini sağlamaktır.
Ayetlerden Misaller ( Meali ile):
* Söz ve Fiil Çelişkisi:
> “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”
> (Saf, 61/2)
> Buradaki “lime tekûlûn” (لِمَ تَقُولُونَ – Niçin söylüyorsunuz?), mü’minleri derinden sarsan bir tenkittir. Gaye, onları söz ve fiil birliğine davet etmektir.
>
* Nankörlüğü Sorgulama:
> “(İnsana) ‘Rabbinden sana ne (gibi bir zarar) geldi ki O’nun (emirlerine) karşı geldin?’ denildiği zaman (ne cevap verecek?)” [Bu ayet Tefsirî bir manadır, Saf Suresindeki daha sarihtir]
> Daha net bir misal: Hz. Zekeriya’nın (a.s.) durumunda:
> “Zekeriyyâ, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?’…” (Âl-i İmrân, 3/40). Burada “nasıl” (Ennâ) kullanılsa da, “Lime” (niçin) edatı da bu hayret ve sorgulama makamlarında kullanılır.
>
* Kâfirlerin İnadını Sorgulama:
> “…De ki: ‘O halde niçin (inanıyorsanız) daha önceki peygamberleri öldürüyordunuz?'”
> (Bakara, 2/91)
> Buradaki “fe-lime taktülûn” (فَلِمَ تَقْتُلُونَ – O halde niçin öldürüyordunuz?), onların iddialarındaki samimiyetsizliği ve çelişkiyi ortaya koyar.
>
3. Diğer Sebebiyet Bildiren Müradifler
Kur’an’da “Li” dışında, aynı gaye ve sebep manasını taşıyan başka edat ve terkipler de vardır:

A. “كَيْ” (Key)
“Li” gibi, “için”, “-sın diye” manasına gelir ve kuvvetli bir gaye bildirir.
* Misal:
> “…Tâ ki (o mal) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın…”
> (Haşr, 59/7)
> Buradaki “key lâ yekûne” (كَيْ لَا يَكُونَ – …olmasın diye), fey ve ganimet mallarının taksimindeki ilahî hikmeti (servetin tek elde toplanmasını engelleme) açıklar.
>
B. “حَتَّى” (Hattâ)
Asıl manası “kadar” (sona eriş) olsa da, çok sık olarak “sonucunda … olsun diye” şeklinde bir gaye manası taşır.
* Misal:
> “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…”
> (Bakara, 2/193)
> Buradaki “hattâ lâ tekûne fitnetun” (حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ – Fitne kalmayıncaya/yok oluncaya kadar/olsun diye), mücadelenin gayesini net olarak çizer.
>
C. “مِنْ أَجْلِ” (Min Ecli)
“Sebebiyle”, “…yüzünden”, “…uğruna” manasında, çok net bir sebebiyet bildirir.
* Misal:
> “Bu sebeple (Habil-Kabil kıssası) İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde (çıkardığı) bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur…”
> (Mâide, 5/32)
> Buradaki “min ecli zâlike” (مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ – Bu sebeple), konulan ağır hükmün sebebini, önceki kıssaya (ibretlik hadiseye) bağlar.
>
Özet ve Küllî Manalar
Kur’an-ı Kerim’in “Li”, “Key”, “Hattâ” gibi edatları kullanarak hükümleri ve hadiseleri “sebeplendirmesi”;
* Tesadüfün Reddi: Kâinatta hiçbir şeyin başıboş, gayesiz ve tesadüfî olmadığını, her şeyin bir “İllet-i Gâiye” (en yüce gaye) olan Allah’ın ilim ve hikmetine bağlı olduğunu ders verir.
* Aklî Bir Davet: İnsanı “Neden?” sorusunu sormaya ve cevaplarını Kur’an’da aramaya sevk eder. Bu, aklı iptal eden bir dogma (yanlış inanç) değil, aklı kullandıran hikmetli bir üslûptur.
* Tatmin Edici İman: Mü’minin, “Neden namaz kılıyorum?”, “Neden bu musibet başıma geldi?”, “Allah dünyayı neden yarattı?” gibi en temel suallerine cevap verir. Bu cevaplar, imanı taklitten tahkike (araştırmaya dayalı) çıkarır ve kalbi mutmain kılar.
* Hükümlerdeki Rubûbiyet: Allah’ın sadece “Yaratan” değil, aynı zamanda her şeye bir gaye ile “hükmeden” (Rab) olduğunu, O’nun emirlerinin insanın hem dünyası hem ahireti için en faydalı nizam olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘Kuşeyrî’nin Letâifü’l-İşârât’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İmâm Ebü’l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî Hazretleri’nin (ö. 465/1072) Letâifü’l-İşârât (İşâretlerin Lâtîf Manaları) adlı eseri, işârî tefsirin en mühim ve en köklü kaynaklarından biridir.
Kuşeyrî’nin metodu, İsmail Hakkı Bursevî’den (k.s.) farklı olarak, zâhirî (dış) manalara ve fıkhî tahlillere çok az yer verip, neredeyse tamamen âyetin sâlikin (mânevî yolcunun) “hâl”ine, “makâm”ına ve “kalb”ine bakan yönünü, yani “işâret”ini ele almaktır. Onun için Kur’ân, sâlikin seyr ü sülûk (mânevî yolculuk) esnasında yaşadığı her hâle doğrudan hitap eden derûnî bir rehberdir.
İşte Letâifü’l-İşârât’ta lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Kuşeyrî’nin onlara verdiği irfânî manalar:

1. Tâhâ Sûresi, 12. Âyet: Hz. Mûsâ’nın “Nalın”ları (Ayakkabıları)

Bu misal, işârî tefsirin en meşhur ve en çarpıcı yorumlarından biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Haydi, nalınlarını (ayakkabılarını) çıkar! Şüphesiz sen mukaddes vâdi Tuvâ’dasın.” (Tâhâ, 20/12)
>
Zâhirî Manası:
O mübârek mekâna hürmeten ve oranın feyzinden istifade için ayakkabılarını çıkarması emredilmiştir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu hitap, sadece Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şahsına değil, onun hâlinde olan her “sâlik”e yöneliktir. Huzûr-ı İlâhî’ye (Allah’ın mânevî huzuruna) girmek bir “vâdi”ye girmektir.
* Nalınlar (Na’leyn): Bu “iki nalın”, sâlikin Allah’tan gayrı bağlandığı “iki âlem”i temsil eder: Dünya ve Âhiret.
* “Nalınlarını Çıkar!” (Fahla’ Na’leyk): Bu emir, “Ey huzûruma gelmek isteyen sâlik! Kalbinden sadece ‘dünya sevgisini’ değil (birinci nalın), ‘âhiret beklentilerini’ (Cennet arzusu veya Cehennem korkusu gibi) dahi çıkar! (ikinci nalın)” manasındadır.

* Yorum: Vuslat (Allah’a kavuşma) makâmı, tam bir “tevhîd” makâmıdır. Sâlikin kalbinde Allah’tan (Mevlâ’dan) başka hiçbir şeyin arzusu kalmamalıdır. Kişi, ibâdeti Cennet için yapıyorsa, hâlâ “huzûr”da değil, “beklenti”dedir. Allah’a kavuşmak, Allah için ibâdet etmektir. Bu emir, sâlikin “mâsivâ”yı (Allah dışındaki her şeyi) kalbinden çıkarmasının işâretidir.

2. Bakara Sûresi, 60. Âyet: Taştan Pınarların Fışkırması

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti de biz, ‘Asân ile taşa vur!’ demiştik. O (taş)tan hemen on iki pınar fışkırmıştı…” (Bakara, 2/60)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu kıssayı tamamen sâlikin derûnî terbiyesine tatbik eder:
* Taş (Hacer): Bu, sâlikin (müridin) günahlar ve gâflet sebebiyle katılaşmış “kalbi”dir (Kalb-i Kâsî). Veya inad eden, katı “nefs”idir.
* Hz. Mûsâ (a.s.): Mürşid-i Kâmil’i (yol gösterici rehberi) veya “aklı” temsil eder.
* Asâ (Baston): Mürşidin “zikir” telkini, “riyâzet” (nefsi kırma) usûlleri veya “tevhîd” kelimesidir.
* Taşa Vurmak: Mürşidin, müridin katı kalbine zikir ve irşad ile müdâhale etmesidir.
* On İki Pınar: Bu katı kalbden akan “mârifet” ve “hikmet” pınarlarıdır. Veya “havâss-ı bâtına ve zâhire”nin (iç ve dış duyuların) veya on iki temel âzânın, bu mânevî terbiye ile “itaat” ve “hikmet” pınarlarına dönüşmesidir.

Yorum:
En katı, en gâfil kalp bile, hakîkî bir mürşidin (Mûsâ) elinde, “tevhîd” asâsının darbesiyle yumuşar ve içinden mârifet pınarları akmaya başlar. Bu, nefsin terbiyesinin ve kalbin tasfiyesinin (saflaştırılmasının) bir sembolüdür.

3. Fâtiha Sûresi, 5. Âyet: İbâdet ve Yardım Talebi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu âyeti “avâm” (halk) ve “havâs” (seçkinler, ârifler) arasındaki farkı göstermek için şerh eder.
* Avâmın Anlayışı: “Sana ibâdet ederiz (taat için) ve Senden yardım dileriz (dünyevî ihtiyaçlarımız için).”
* Havâssın (Âriflerin) Hâli:
* “İyyâke Na’büdü” (Ancak Sana ibâdet ederiz): Ârif için bu söz, “Biz, ‘senden gelen yardım ve tevfik ile’ sana ibâdet ederiz” demektir. Ârif, kendi ibâdetini görmez. İbâdeti yaptıranın da Allah olduğunu bilir (Tevhîd-i Ef’âl). “Ben ibâdet ettim” demek, “ene” (ego) ve “şirk-i hafî”dir (gizli ortak koşma). Gerçek kulluk, kulun kendi fiilini görmekten fânî (yok) olmasıdır.
* “İyyâke Nesta’în” (Ancak Senden yardım dileriz): Bu yardım talebi, ibâdetin üzerinde ve sonrasında da “istikâmet” (doğru yolda sâbit kalmak) içindir. Yani, “Yâ Rabbi, bizi bu kulluk hâlinde sâbit kıl, bizi nefsimize ve bu ibâdetimize güvenmeye terk etme!” demektir.

Yorum:
Bu âyet, sâlikin “acziyetini” tam olarak idrâk etmesi ve her fiilinde Fâil-i Mutlak’ı (gerçek fâilin Allah olduğunu) görmesi makâmıdır.

4. Hûd Sûresi, 112. Âyet: İstikâmet Emri
> Âyet-i Kerîme:
> “Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol (istikâmet üzere ol)…” (Hûd, 11/112)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Sûfîlerin “İstikâmet, kerâmetten üstündür” sözünün kaynağı bu âyetin işâretleridir. (Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” buyurduğu rivâyet edilir.)
* İstikâmet Nedir?: Kuşeyrî’ye göre istikâmet, “Emrolunduğun gibi” olmaktır; “kendi istediğin, kendi aklına göre” olmak değildir.
* Derûnî Manası: Zâhirî (dış) emirleri yerine getirmek işin başlangıcıdır. Hakîkî istikâmet, “bâtın”da (iç dünyada) bir an bile Allah’tan gâfil olmamak, O’nunla olan muâmelesinde “hâl” değişikliğine uğramamak, başlangıçta (bidâyet) nasıl bir ihlâs ve niyet üzereyse, sonda (nihâyet) da o hâli koruyabilmektir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre Peygamber Efendimizi (s.a.v.) “ihtiyarlatan” şey, bu âyetteki emrin ağırlığıdır. Çünkü “kerâmet” (olağanüstü hâl) kulun isteğiyle değil, Allah’ın lütfuyla anlık olarak gerçekleşir; ancak “istikâmet”, her nefeste, zâhir ve bâtında tam bir denge ve “huzûr” hâlini kesintisiz sürdürme emridir ki, bu, manevî terbiyenin en zor ve en yüksek mertebesidir.
Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât’ı, bu misallerde görüldüğü gibi, Kur’ân’ın her bir lafzının, sâlikin derûnî âlemine nasıl bir “işâret” verdiğini ve kalbî terbiyenin nasıl olması gerektiğini gösteren lâtîf bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İmâm Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât adlı eseri, onun (Kuşeyrî’nin) derûnî tecrübelerini ve tasavvufî hâlleri âyetlerle nasıl mezcettiğini (birleştirdiğini) gösteren nüktelerle doludur. O, âyetlerin zâhirî manasını temel alarak, sâlikin (mânevî yolcunun) kalbî yolculuğundaki her bir mertebeye işâret eden manalar çıkarır.
İşte önceki misallerin dışında, Kuşeyrî’nin getirdiği farklı ve derin işârî manalardan bazıları:

1. Âl-i İmrân Sûresi, 103. Âyet: Allah’ın İpine Sarılmak

> Âyet-i Kerîme:
> “Hep birlikte Allah’ın ipine (Hablillâh) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın…” (Âl-i İmrân, 3/103)
>
Zâhirî Manası:
Bu ip, Kur’ân, İslâm veya Müslümanların cemaati (birliği) olarak tefsir edilir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “ip” (Habl) kavramını sâlikin Allah ile olan “ahd”ine (sözleşmesine) ve O’na olan “vuslat” (kavuşma) yoluna bağlar:
* Hablillâh (Allah’ın İpi): Bu, “Tevhîd”in ta kendisidir. Allah’ın ipine sarılmak, kalbi tam bir tevhîd üzere sâbit kılmaktır.
* “Sımsıkı Sarılın” (İ’tisâm): Bu, sâlikin kendi güç ve irâdesinden vazgeçip (fenâ bulup), tamamen Allah’ın korumasına (ismet) ve O’nun varlığına (bekâ) sığınmasıdır. İp, kurtuluş için uzatılmıştır; sâlikin yapması gereken tek şey, kendi çabasına güvenmeyi bırakıp o ipe tutunmaktır.
* “Parçalanmayın” (Lâ Teferrakû): Zâhirde ümmetin parçalanmamasıdır. Bâtında (işârî olarak) ise, sâlikin kalbinin parçalanmamasıdır. Kalbin bir kısmını dünyaya, bir kısmını âhirete, bir kısmını nefse ayırmak “tefrika”dır (parçalanmadır). Tevhîd ipine sarılanın kalbi “cem” (toplu, birlik halinde) olur; bütün himmeti (gayreti) sadece Allah olur.

2. A’râf Sûresi, 172. Âyet: Ezelî Ahid (Elest Bezmi)

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Elestü bi-Rabbiküm?). Onlar da: ‘Evet (Belâ), şâhit olduk!’ demişlerdi…” (A’râf, 7/172)
>
Zâhirî Manası:
İnsan ruhlarının yaratıldığı ezelî mecliste Allah ile yapılan sözleşme, fıtrat.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu âyet, geçmişte olmuş bitmiş bir hâdise değil, “hâl” ehli olan âriflerin (Allah’ı bilenlerin) her an müşâhede ettikleri ezelî bir hitaptır:
* “Elestü bi-Rabbiküm?”: Bu hitap (sesleniş), sâlikin kulağından hiç gitmeyen ezelî bir nidâdır. Gâfiller bunu sadece bir kez duymuştur, ancak “huzûr” ehli olanlar bu hitabı her an, kâinattaki her bir zerrede yeniden duyarlar.
* “Belâ” (Evet!): Bu cevap, sâlikin “hâl”idir. Bu, sadece dil ile verilen bir cevap değil, kulun bütün varlığıyla, acziyetini ve O’nun Rabliğini tasdik etme hâlidir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre tasavvuf yolculuğu, o ezelî “Elest” hitabını yeniden duyabilme ve o “Belâ” cevabının hakkını verebilme çabasıdır. Dünyaya gelişimiz, o ezelî hitaptan “perdelenmemiz”dir (gaflete düşmemizdir). Zikir ve murâkabe ise, o perdeyi kaldırıp yeniden “Elest” hitabına muhatap olma faaliyetidir.

3. Ra’d Sûresi, 28. Âyet: Kalplerin Mutmain Olması (Huzur Bulması)

> Âyet-i Kerîme:
> “…Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri (anılması) ile mutmain olur (huzur bulur, yatışır).” (Ra’d, 13/28)
>
Zâhirî Manası:
Allah’ı anmak (Kur’ân okumak, tesbih çekmek) kalbe sükûnet verir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “zikir” ve “itmi’nân” (mutmain olma) hâlleri arasındaki derûnî ilişkiyi şöyle izah eder:
* Zikir: Zikir, sadece dilin faaliyeti değildir. Kuşeyrî’ye göre zikir, “Mezkûr”un (Zikredilen’in, yani Allah’ın) zâkirin (zikredenin) kalbine hâkim olmasıdır. Zâkirin, zikir esnasında kendinden fânî (yok) olup, sadece Zikredilen’in farkında olmasıdır.
* İtmi’nân (Mutmain olma): Bu, “sükûnet” veya “huzur”dan daha derindir. Bu, “yakîn” (kesin bilgi ve iman) hâlidir.
* Yorum: Kalp niçin mutmain olur? Çünkü kalp “asl”ını (kökünü) aramaktadır. Kalp, Allah’tan (mâsivâdan) başka neye yönelse, o şey “hâdis”tir (sonradan yaratılmıştır) ve fânîdir. Fânî olan, ebedî olan kalbe huzur vermez, onu daha da “muztarib” (çalkantılı) yapar. Kalp, ancak kendi “Asl”ı olan Allah’ı “bulduğunda” (O’nu zikrettiğinde ve O’nunla huzûr bulduğunda) çalkantısı durur ve yatışır (mutmain olur).

4. Alak Sûresi, 19. Âyet: Secde ve Yakınlık
> Âyet-i Kerîme:

> “…Hayır, ona (o engelleyene) itaat etme! Secde et ve yaklaş! (Vescüd vakterib)” (Alak, 96/19)
>
Zâhirî Manası:
Namaz kıl, secde et ve Allah’a yakın ol (Çünkü kulun Rabbine en yakın olduğu an secde anıdır).

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Bu âyet, sâlikin “kurbet” (yakınlık) makâmına nasıl erişeceğinin formülüdür:
* “Secde et”: Kuşeyrî’ye göre bu, sadece bedenin secde etmesi değildir. Bu, “nefsin secde etmesi”dir. Nefsin secde etmesi, “ene”nin (benliğin), enâniyetin (egoların) ve irâdenin terk edilmesidir. Sâlik, kendi varlığını “hiç” görmedikçe, “en yüksek” olan alnını “en alçak” olan toprağa sürmedikçe hakîkî secde olmaz.
* “Yaklaş!”: Yakınlık (Kurbet), bu “hiçliğin” (fenâ) hemen ardından gelen bir “netice”dir. Kul, kendi varlığından (nefsinden) ne kadar “uzaklaşırsa”, Allah’a o kadar “yaklaşır”.

* Yorum: Yakınlık, mekânsal bir yakınlık değildir. Kulun, kendi vehmî (varsayımsal) varlığını aradan çıkarıp, Allah’ın varlığı ile “vâki” olması hâlidir. Bu sebeple “secde”, zâhiren bir alçalış, bâtınen ise en yüce “yakınlık” makâmına yükseliştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧

 

 

 




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin (k.s.) Rûhu’l-Beyân adlı muazzam eseri, tasavvufî ve işârî tefsir sahasının şâhikalarından biridir. Bu eserde müellif, âyetlerin zâhirî (dış) manalarını inkâr etmeden, o lafızların ardında yatan bâtınî (derûnî) ve ahlâkî manaları, yani “işâretleri” ortaya koyar.
Rûhu’l-Beyân, âyetlerin zâhirî tefsirini (rivâyet ve dirâyet yoluyla), kıraat farklarını, fıkhî hükümleri ve lügavî tahlilleri verdikten sonra, ekseriyetle “Nükteler” (Letâif) veya “İşâretler” başlığı altında o âyetin tasavvufî tefsirine geçer.
İşte Rûhu’l-Beyân’da lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Bursevî Hazretleri’nin onlara getirdiği işârî yorumlardan misaller:

1. Yûsuf Sûresi, 4. Âyet: Hz. Yûsuf’un Rüyâsı

Bu âyet ve yorumu, Rûhu’l-Beyân’ın işârî tefsir metodolojisinin en meşhur misallerinden biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Yûsuf, babasına demişti ki: ‘Babacığım! Ben (rüyâmda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm.'” (Yûsuf, 12/4)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
İsmail Hakkı Bursevî’ye göre bu âyetteki her bir unsur, insanın derûnî yapısındaki farklı bir kuvvete işâret eder:
* Hz. Yûsuf (a.s.): İnsanın “Kalbi”ni temsil eder. Kalb, mârifetullahın (Allah’ı bilmenin) ve ilâhî tecellîlerin merkezidir.
* On bir yıldız: İnsanda bulunan “havâss-ı zâhire” (beş dış duyu) ve “kuvâ-yı bâtına” (altı iç kuvvet/meleke; tefekkür, hafıza, hayal vb.) toplamını, yani on bir kuvveti temsil eder.
* Güneş: “Ruh”a işâret eder.
* Ay: “Nefs”e işâret eder.

Yorum (Secde):
Rüyâda bu unsurların Hz. Yûsuf’a secde etmesi şu derûnî hakîkate işâret eder:
İnsan-ı kâmil (olgun insan) olma yolundaki sâlik (manevî yolcu), seyr ü sülûkünü tamamlayıp “kalb”ini tasfiye ettiğinde (saflaştırdığında), onun hem bütün dış duyuları ve iç melekeleri (yıldızlar), hem nefsi (ay), hem de ruhu (güneş), kalbinin emrine girer. Hepsi, kalbde tecellî eden ilâhî irâdeye ve mârifete tâbi olur. Bu, insanın kendi varlığındaki “vahdet”e (birliğe) erişinin ve kalbin saltanatının tasviridir.

2. Kehf Sûresi: Hz. Mûsâ ve Hızır Kıssası

Bu kıssanın tamamı, tasavvuf ehli için zâhir (şerîat) ve bâtın (hakîkat) ilimlerinin münâsebetini gösteren temel bir meseldir. Bursevî, bu kıssayı bu açıdan derinlemesine şerh eder.

> Kıssa:
> Hz. Mûsâ’nın (a.s.), “ilm-i ledün” (Allah katından vasıtasız verilen gizli ilim) sahibi Hızır (a.s.) ile yaptığı yolculuk. (Kehf, 18/60-82)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
* Hz. Mûsâ (a.s.): Zâhirî ilmi, şerîatı, aklı ve peygamberlik mesûliyetini temsil eder. Onun ilmi, görünür sebeplere ve ilâhî emirlere dayanır.
* Hızır (a.s.): Bâtınî ilmi, hakîkati ve ilm-i ledünnü temsil eder. Onun fiilleri (gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı düzeltmesi), zâhirî akla ve şerîata aykırı görünse de, her birinin bâtında (perde arkasında) ilâhî bir hikmeti vardır.

Yorum:
Bursevî’ye göre bu kıssa, “sâlik”in (müridin) mürşid-i kâmil ile olan münâsebetine de işâret eder. Sâlik (Mûsâ), mürşidinin (Hızır) bazı fiillerinin zâhirî manasını anlayamasa bile, ona tam bir teslimiyetle tâbi olmalıdır. Zîrâ mürşid, bâtınî ve ledünnî ilimle hareket etmektedir. Bu kıssa, aklın ve zâhirî ilmin sınırlarının olduğunu, hakîkat ilminin ise ancak “sabır” ve “teslimiyet” ile öğrenilebileceğini gösterir.

3. Fâtiha Sûresi: “Âlemlerin Rabbi”

> Âyet-i Kerîme:
> “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.) (Fâtiha, 1/2)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, “Rabb” isminin “terbiye edici, kemâle erdirici” manası üzerinde durur.
* Âlemler (el-Âlemîn): Sadece dış dünyadaki (zâhirî) varlıklar değildir; aynı zamanda insanın kendi içindeki “âlem”lerdir. İnsan, “âlem-i sağîr” yani küçük kâinattır.
* Rabbu’l-Âlemîn: Allah, hem dış kâinatın hem de insanın iç kâinatının (kalb, ruh, nefs, sır, hafî, ahfâ gibi latîfelerin) Rabbidir.

Yorum:
Bu âyet, sâlik için bir seyr ü sülûk dersidir. Allah, sâliki manevî yolculukta mertebe mertebe terbiye eder. O, “nefs-i emmâre” (kötülüğü emreden nefs) mertebesindeki kulunu “Rab” ismiyle terbiye ederek “nefs-i mutmainne” (huzura eren nefs) mertebesine ulaştırır. Dolayısıyla bu âyeti okuyan sâlik, sadece dış âlemlerin terbiyesini değil, kendi derûnî âlemlerinin de Allah tarafından nasıl terbiye edildiğini tefekkür etmelidir.

4. Bakara Sûresi, 115. Âyet: Yönlerin Vahdeti

> Âyet-i Kerîme:
> “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (Zâtı’nın tecellîsi) oradadır. Şüphesiz Allah (rahmeti ve ilmi) geniş olandır, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bu âyetin zâhirî manası, kıble değişikliği veya nâfile namazlarda serbestiyet gibi konularla ilgili olsa da, Bursevî burada “vahdet-i şuhûd” (varlıkta tecellî birliğini görme) makamına işâret eder:
* Doğu ve Batı: Zıtlıkları, kesreti (çokluğu) ve mekân kayıtlarını temsil eder.
* Allah’ın Vechi: Allah’ın Zâtı’nın her yerde hâzır ve nâzır oluşu, O’nun tecellîleridir.

Yorum:
Manevî mertebelerde yükselmiş olan “ârif” (Allah’ı bilen) için artık “cihet” (yön) kaygısı kalmaz. O, kesrette vahdeti (çoklukta birliği) müşâhede eder. Baktığı her “şey”de, o şeyin ardındaki ilâhî tecellîyi görür. Bu âyet, “Kâbe”ye yönelmek olan zâhirî kıbleden, “her an Allah ile olma” makamı olan bâtınî kıbleye (kalbin kıblesine) geçişe bir işârettir. Ârif için her yer ve her an, “huzûr-ı ilâhî”dir.
Rûhu’l-Beyân, bu misallerde görüldüğü gibi, âyetleri sâlikin manevî terbiyesi, ahlâkî tekâmülü ve Allah’a vuslatı (kavuşması) açısından yorumlayan bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İşte lafızların ötesine geçerek verdiği farklı ve derin manalara dâir başka misaller:

1. Nûr Sûresi, 35. Âyet: Âyetü’n-Nûr (Nûr Âyeti)

Bu âyet, tasavvufî tefsirlerin üzerinde en çok durduğu âyetlerden biridir ve Rûhu’l-Beyân’da çok geniş bir yer tutar.
> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûru’nun misâli, içinde lamba bulunan bir penceredir (Mişkât). O lamba bir sırça (Zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (Kevkeb) gibidir…” (Nûr, 24/35)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyetteki bütün teşbihleri (benzetmeleri) doğrudan “insan”ın manevî yapısına ve latîfelerine (derûnî merkezlerine) tatbîk eder:
* Mişkât (Pencere/Nîş): Bu, sâlikin (mânevî yolcunun) “sadrı” (göğsü) veya “cesedi”dir.
* Zücâce (Sırça/Cam): Bu, mü’minin “kalbi”dir. Kalb, hem şeffaftır (hakîkati yansıtır) hem de korunmuştur (günahlardan arındığında).
* Misbâh (Lamba): Kalbin içindeki “ruh”tur. Hayat ve idrâk ondan gelir.
* Yağ (Zeyt): Lambayı yakan yakıttır. Bu, “ilm-i ledün” (Allah katından gelen vasıtasız ilim), “mârifet” (Allah’ı bilme) veya “feyz-i ilâhî”dir (ilâhî feyiz).
* Mübârek Ağaç (Zeytin Ağacı): Bu ilim ve feyzin geldiği “asıl”dır (kaynaktır). Bu, “vahiy”, “Kur’an” veya “insan-ı kâmil”dir (mürşid).

* “Ne doğuya ne de batıya ait” (Lâ Şarkiyyetin ve Lâ Garbiyyetin): Bu mârifet kaynağının, maddî âlemin kayıtlarından (zaman, mekân, cihet) münezzeh (uzak) olduğunu gösterir. O, ilâhî ve ezelî bir kaynaktır.

Yorum:
Bu âyet, Allah’ın Nûru’nun kâinatta nasıl tecellî ettiğinden ziyade, o Nûr’un “mü’minin kalbinde” nasıl parladığının tasviridir. İnsanın manevî yolculuğu (seyr ü sülûk), bu “Mişkât” olan bedenini temizleyip, “Zücâce” olan kalbini saflaştırarak içindeki “Misbâh” olan ruhun, ilâhî feyiz “yağı” ile tam olarak parlamasını sağlamaktır.

2. Bakara Sûresi, 31. Âyet: Hz. Âdem ve Esmâ’nın Öğretilmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ve Âdem’e bütün isimleri (Esmâ’yı) öğretti. Sonra onları meleklere arz edip ‘Eğer sâdıklardansanız, şunların isimlerini bana haber verin’ dedi.” (Bakara, 2/31)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî’ye göre bu âyet, insanın (İnsan-ı Kâmil’in) kâinattaki yerini ve hilâfetin (yeryüzünde halîfe olmanın) asıl sırrını açıklar.
* Esmâ (İsimler): Bunlar sadece eşyânın isimleri, yani kelimeler değildir. Bunlar, Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sı, yani O’nun sıfatlarının tecellîleridir.
* Âdem’e Öğretilmesi: Melekler, Allah’ın Esmâ’sından sadece bir kısmını (meselâ “Subbûh”, “Kuddûs” gibi celâlî isimlerini) biliyordu. Ancak Hz. Âdem, “küllî” bir istidâda (kabiliyete) sâhipti. Allah, Âdem’in (ve onun neslindeki kâmil insanların) “zâtına” (cevherine), bütün Esmâ’sının tecellîlerini bilme ve yansıtma kabiliyetini yerleştirdi.

* Hilâfetin Sebebi: Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesinin ve Âdem’in “Halîfe” olmasının sebebi, işte bu “câmiiyyet” (bütün Esmâ’yı kendinde toplama) özelliğidir. Âdem, Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamına “ayna” olmuştur.

Yorum:
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil), Allah’ın bütün isimlerinin göründüğü bir “özet” (Zübde-i Âlem) ve “küçük kâinat”tır (Âlem-i Sağîr). Tasavvuf yolculuğu, insanın içinde gizli olan bu “Esmâ” istidâdını ortaya çıkarma ve “halîfe” olmanın hakkını verme faaliyetidir.

3. Ankebût Sûresi, 69. Âyet: Mücâhede (Cihad)

> Âyet-i Kerîme:
> “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere (cihad edenlere) gelince, biz onları mutlaka yollarımıza (Sübülenâ) hidâyet ederiz. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle (iyilik edenlerle) beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
>
Zâhirî Manası:
Âyetin zâhirî manası, Allah yolunda savaşanlara veya din için gayret gösterenlere yardım edileceğidir.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî ve diğer mutasavvıflar için bu âyet, “Cihâd-ı Ekber” (En Büyük Cihad) olan “nefs ile mücâdele”nin temel dayanağıdır.
* “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler”: Bu, kılıçla yapılan savaştan ziyade, kişinin kendi “nefs-i emmâre”sine (kötülüğü emreden nefsine), hevâ ve heveslerine, şeytanın vesveselerine ve dünyaya olan bağlılığına karşı verdiği derûnî savaştır.
* “Yollarımıza (Sübülenâ)”: Allah “yolumuza” (tekil) dememiş, “yollarımıza” (çoğul) demiştir. Bursevî’ye göre bu, Allah’a giden yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çok olduğuna işârettir.
* Yolların Çeşitliliği: Bu yollar; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi “letâif” yollarıdır; “mârifet” (bilme) ve “muhabbet” (sevme) yollarıdır; “riyâzet” ve “tasfiye” (nefsi arındırma) yollarıdır.

Yorum:
Kim nefsine karşı bu büyük cihadı başlatırsa, Allah da ona kendi içindeki bu “yolları” (Sübül) açar. Mânevî ilerleme (seyr ü sülûk), kulun mücâhedesi ile başlayan ve Allah’ın hidâyeti ile devam eden karşılıklı bir faaliyettir. Kul “cihad” eder, Allah “hidâyet” eder.

4. Bakara Sûresi, 7. Âyet: Kalblerin Mühürlenmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır…” (Bakara, 2/7)
>
Zâhirî Manası:
Kâfirlerin, hakîkati inatla reddetmeleri sebebiyle idrâk (anlayış) yollarının kapanması.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyeti zâhirde kâfirler için ele alırken, işârî olarak “gâfil” Müslümanlar ve “yolda kalmış” sâlikler için de bir uyarı olarak yorumlar:
* Kalbin Mühürlenmesi (Hatm): Bu, sadece inkâr ile olmaz. Dünyaya aşırı muhabbet (Hubb-ı dünyâ), şehvetlere düşkünlük, gâflet ve sürekli günah işlemek de kalbi “mühürler”.

* Mühürlenme Nedir?: Kalbin “mârifetullah”ı (Allah’ı bilmeyi) ve ilâhî feyizleri kabul etme kabiliyetini kaybetmesidir. Kalb, ayna gibidir; günahlar onu paslandırır ve karartır. Mühürlenme, bu pasın artık kalıcı hâle gelmesidir.

* Gözdeki Perde (Gışâve): Bu, “zâhir”e (dış görünüşe) takılıp “bâtın”ı (iç manayı) görememektir. Kâinata bakıp Allah’ın sanatını (Sâni’i) görememek, âyetleri okuyup derûnî manasını anlayamamak bu “perde”nin eseridir.

Yorum:
Sâlik için en büyük tehlike, gâflete düşerek veya dünyevî meşgalelere dalarak kalbinin yeniden mühürlenmesi tehlikesidir. Rûhu’l-Beyân, bu âyeti bir “tehdit” ve “uyarı” olarak sunar; sâlikin sürekli “teyakkuz” (uyanıklık) hâlinde olması ve kalbini mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemesi gerektiğini hatırlatır.
Bu misaller, Rûhu’l-Beyân’ın Kur’ân’ı sadece bir “hüküm” veya “tarih” kitabı olarak değil, aynı zamanda sâlikin Allah’a ulaşma yolculuğundaki (seyr ü sülûk) her mertebesine hitap eden, yaşayan ve derûnî bir “rehber” olarak nasıl okuduğunu göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧




DUHA’DAN NAS’A KUR’AN-IN BELÂĞATI

DUHA’DAN NAS’A KUR’AN-IN BELÂĞATI

1- DUHA SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak belâgat misallerinden biri olan Duhâ Suresi, hem lafzî (söz) hem de manevî (mana) açıdan, indiği makam (durum) ve hitap ettiği zât (Hz. Peygamber s.a.v.) ile tam bir mutabakat içindedir.
Bu sure, “Fetret-i Vahiy” olarak bilinen, vahyin bir müddet kesildiği, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) derin bir hüzün ve endişe içinde olduğu ve müşriklerin “Rabbi O’nu terk etti!” şeklindeki alaylarına maruz kaldığı bir zamanda nazil olmuştur. Surenin her bir kelimesi, bu hüzün ve endişe hâlet-i ruhiyesini tedavi etmek, teselli vermek ve müjdelemek üzere seçilmiştir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Duhâ Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Kuşluk vaktine andolsun,
> 2. Dindiği zaman (veya karardığı zaman) geceye andolsun ki,
> 3. Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
> 4. Şüphesiz senin için son [hayat] (âhiret), ilk [hayat]tan (dünyadan) daha hayırlıdır.
> 5. Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.
> 6. Seni yetim bulup da barındırmadı mı?
> 7. Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola iletmedi mi?
> 8. Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?
> 9. Öyleyse sakın yetimi ezme!
> 10. Sakın isteyeni azarlama!
> 11. Ve Rabbinin nimetini durmaksızın anlat!
> (Duhâ, 93/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Duruma (Makam) Uygun Kelime Seçimi
Surenin belâgat tahlilini, indiği o hassas psikolojik durumu (hüznü) tedavi etme gayesi üzerinden yapabiliriz:

A. Yeminin (Kasem) Belâgatı: (الضُّحَى) ve (وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى)
Surenin indiği zamanda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vahyin kesilmesi sebebiyle manevî bir “gece” ve “durgunluk” içindeydi. Allah Teâlâ, yemini bu iki zıt durum üzerine bina eder:
* “Kuşluk Vakti” (الضُّحَى – ed-Duhâ): Bu, güneşin yükselip her yeri aydınlattığı, en parlak olduğu andır. Vahyin parlaklığını, açıklığını ve getirdiği nuru temsil eder.
* “Dindiği Zaman Gece” (وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى – ve-l-leyli izâ secâ): Buradaki (سَجَى) “secâ” kelimesi, (فَانْبَجَسَتْ) kelimesindeki nüans gibi kritiktir. “Karanlık gece” demez. “Secâ”, sakinleşen, durulan, her şeyin sükûnete erdiği, hareketin durduğu gece demektir. Bu lafız, vahyin kesilmesiyle yaşanan o “durgunluk” ve “sessizlik” hâlini (Fetret-i Vahiy) mükemmelen tasvir eder.

Belâgat Nüktesi: Allah Teâlâ, bu iki zıt duruma yemin ederek şu mesajı verir: “Ey Resûlüm! O parlak kuşluğun (vahyin) Rabbi de Benim, şu an yaşadığın bu durgun ve sakin gecenin (vahyin kesilmesinin) Rabbi de Benim. Biri aydınlıksa, diğeri hikmetli bir sükûnettir. Gecenin sükûneti, güneşin doğuşuna engel olmadığı gibi, bu fetret (durgunluk) dönemi de Benim sana olan rahmetime ve vahyin yeniden gelmesine engel değildir.”
Yemin, cevabın (Rabbin seni terk etmedi) delilidir.

B. İki Ayrı Teselli: (مَا وَدَّعَكَ) ve (وَمَا قَلَى)
Müşriklerin “Rabbi Muhammed’e vedâ etti, O’na küstü/darılıp terk etti” şeklinde iki temel iddiası vardı. 3. âyet, bu iki iddiayı iki ayrı ve çok hassas kelimeyle reddeder:
* (مَا وَدَّعَكَ – Mâ Vedde’ake): “Rabbin seni bırakmadı.”
* Aslı: (وَدَّعَ) “Vedde’a”, vedâlaşmak, ayrılmak, bırakıp gitmek demektir. Bu, bir dostun dostunu terk etmesi gibi şahsî ve duygusal bir ayrılığı ifade eder.
* Nükte: Bu kelime, Peygamberimizin (s.a.v.) “Terk mi edildim?” şeklindeki şahsî hüznünü ve mahzunluğunu hedefler. Allah, “Benim seninle olan dostluğum, ahdim bitmedi, sana vedâ etmedim” diyerek ilk duygusal teselliyi verir.
* (وَمَا قَلَى – Ve Mâ Kalâ): “Ve sana darılmadı.”
* Aslı: (قَلَى) “Kalâ”, buğz etmek, nefret etmek, darılmak, hoşlanmamak demektir. Bu, “Vedde’a”dan daha şiddetlidir; bir suç veya hata sebebiyle oluşan bir kızgınlığı, bir darılmayı ifade eder.
* Nükte: Bu kelime, Peygamberimizin (s.a.v.) “Acaba bir kusur mu işledim de Rabbim bana darıldı?” şeklindeki endişesini hedefler. Allah, “Senden razıyım, sana buğz etmiş veya darılmış değilim” diyerek ikinci zihnî ve vicdanî teselliyi verir.

Belâgat Hülâsası: Eğer âyet sadece “Rabbin seni terk etmedi” deseydi, “Acaba terk etmedi ama bana darğın mı?” şüphesi kalabilirdi. Kur’ân, “Mâ Vedde’ake” ile terk edilme hüznünü, “Ve Mâ Kalâ” ile bir hata yapmış olma endişesini ayrı ayrı ve tam olarak tedavi etmiştir.

C. Müjdenin Zirvesi: (فَتَرْضَى)
Allah Teâlâ, geleceğin daha hayırlı olacağını (Âyet 4) belirttikten sonra (Âyet 5) müjdenin zirvesini sunar:
(وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى – Ve le sevfe yu’tîke rabbuke fe terḍâ)
“Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.”
* (لَسَوْفَ يُعْطِيكَ): (لَ) “Le” (tekit/pekiştirme) ve (سَوْفَ) “Sevfe” (gelecek zaman) birleşir: “Muhakkak ve muhakkak, ileride sana verecek…”
* (فَتَرْضَى – Fe terḍâ): “…ve sen de razı olacaksın (hoşnut olacaksın).”
Belâgat Nüktesi: Buradaki incelik şudur: Allah Teâlâ, verilecek nimetin (atâ) miktarını veya cinsini belirtmemiştir. “Sana Kevser’i vereceğim”, “Sana makam-ı mahmûdu vereceğim” dememiş, ölçüyü bizzat Peygamberimizin (s.a.v.) şahsına bağlamıştır.
Mana şudur: “Sana o kadar çok ve o kadar muhtelif nimetler vereceğim ki, Sen ‘Artık razı oldum yâ Rabbi!’ deyinceye kadar bu ihsan devam edecek.”
Bu, verilebilecek en büyük müjdedir. Ölçü, nimetin kendisi değil, nimeti alan Zât’ın (s.a.v.) tam rızâsıdır. Bu, O’nun (s.a.v.) Allah katındaki kıymetini gösteren eşsiz bir belâgattır.

D. Geçmişe Dayalı İsbat (İstifhâm-ı Takrîrî): (أَلَمْ يَجِدْكَ…؟)
Allah Teâlâ, gelecekte (فَتَرْضَى) vereceği bu mutlak müjdeye delil (burhân) olarak, geçmişteki ihsanlarını (Âyet 6-8) zikreder. Fakat bunu düz bir cümleyle değil, “İstifhâm-ı Takrîrî” (Onaylatma Soru Sanatı) ile yapar:
* “Seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Evet barındırdı!)
* “Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola iletmedi mi?” (Evet iletti!)
* “Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?” (Evet etti!)
Belâgat Nüktesi: Mantık şudur: “Ey Resûlüm! Sen daha peygamber değilken, en zayıf ve himayesiz anlarında (yetim, şaşkın, fakir) seni bulan, koruyan, hidayet eden ve zengin kılan Rabbin; şimdi sen O’nun elçisi, mahlûkatın en şereflisi olduktan sonra mı seni terk edecek veya sana darılacak?”
Geçmişteki bu fiiller, gelecekteki (فَتَرْضَى) vaadinin en kuvvetli delilidir.

Hülâsa
Duhâ Suresi, vahyin kesilmesiyle oluşan o durgun, sessiz “gece”ye (سَجَى) karşılık, tesellinin en parlak “kuşluk vakti” (الضُّحَى) gibi doğmuştur. Her bir kelimesi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) o anki mahzunluğunu, endişesini ve müşriklerin ithamlarını tam olarak bilen (Alîm) bir Zât tarafından, bir hekimin ilaç hazırlaması gibi hassasiyetle seçilmiştir.

2-İNŞİRAH SURESİ VE BELÂĞATI

 

Duhâ Suresi’nin hemen ardından, mana ve muhteva bakımından onun tamamlayıcısı (mütemmimi) mesabesinde olan İnşirâh Suresi’nin belâgat tahliline geçelim.
Eğer Duhâ Suresi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dış âlemdeki endişelerine (terk edilme, darılma, kınanma) cevap vererek O’nu teselli ettiyse; İnşirâh Suresi, O’nun iç âlemine, yani mübarek kalbine ve ruhuna yönelerek O’na verilen manevî kuvveti ve bu kuvvetin nasıl kullanılacağını beyan eder.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (İnşirâh Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi?
> 2. Yükünü senden alıp-atmadık mı?
> 3. O senin sırtına ağır basan (yükünü).
> 4. Senin şanını yüceltmedik mi?
> 5. Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
> 6. Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
> 7. O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir işe, ibadete) yorul.
> 8. Ve ancak Rabbine yönel.
> (İnşirâh, 94/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Teselliden Teklife (Görevin Devamlılığı)
Surenin belâgatı, teselliyi (geçmişi hatırlatma) bir esasa (prensibe) bağlayıp, bunu bir faaliyete (geleceğe emir) dönüştürmesinde yatar.

A. Üç İhsanın Hatırlatılması (İstifhâm-ı Takrîrî)
Duhâ Suresi’nde olduğu gibi, bu sure de “İstifhâm-ı Takrîrî” (onaylatma, tasdik ettirme maksatlı soru) sanatı ile başlar. “Biz yapmadık mı?” sorusu, “Biz elbette yaptık” manasındadır ve nimetin büyüklüğünü muhatabın (s.a.v.) vicdanında ikrar ettirmeyi hedefler.
* (أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ – Elem neşrah leke sadrak)
* Kelime Seçimi (Şerh): (نَشْرَحْ) “Neşrah”, aslen “et ve benzeri bir şeyi yarmak, açmak” demektir. Bu, basit bir “huzur vermek” değildir. Bu, bir ameliyattır. Allah Teâlâ, Peygamberinin (s.a.v.) göğsünü, kalbini ve ruhunu, vahyin ağırlığını, risâletin meşakkatini ve ümmetin derdini taşıyabilmesi için manen “yarıp genişletmiş”, kapasitesini artırmıştır. Bu “şerh-i sadr” (göğüs genişliği), O’na (s.a.v.) sonsuz bir tahammül ve idrak kuvveti bahşetmiştir.
* (وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ – Ve vada’nâ ‘anke vizrak)
* Kelime Seçimi (Vada’a ve Vizr): (وَضَعْنَا) “Vada’nâ”, indirmek, bir kenara koymak demektir. (وِزْرَكَ) “Vizrake”, büyük ve ağır yük demektir. Bu yük nedir? Bazı müfessirlere göre vahiy gelmeden evvelki cahiliye hayatının verdiği ızdırap, bazılarına göre “Fetret-i Vahiy” dönemindeki endişedir.
* Belâgat Nüktesi (Tecsîm): Âyet bu yükün (vizr) ne kadar ağır olduğunu bir sonraki âyette tasvir eder:
* (الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ – Elleżî enkada zahrak)
* Kelime Seçimi (Enkada): (أَنقَضَ) “Enkada”, kırmak, çatırdatmak manasındadır. Arapçada ağır bir yükün kemikleri çatırtatma sesini ifade eder.
* Nükte: Bu, müthiş bir belâgat tasviridir (tecsîm sanatı). O manevî ağırlık, o zihnî endişe, sanki maddî bir yükmüş de Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek sırtını çatırdatacak kadar ağırlaşmış gibi tasvir edilir. Allah, “İşte Biz, senin sırtını çatırdatan o yükü senden alıp attık” buyurarak, ihsanın büyüklüğünü ve kurtuluşun ferahlığını hissettirir.
* (وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ – Ve rafa’nâ leke zikrak)
* Nükte (Mukabele): Bu, ilk iki nimeti taçlandıran zirvedir. Allah Teâlâ, Resûlünün (s.a.v.) ağırlığını indirmiş (وَضَعْنَا), buna mukabil O’nun şanını (zikrini) yükseltmiştir (رَفَعْنَا). Biri indirmek (vaz’), diğeri yükseltmektir (ref’).
* Müşrikler O’nun (s.a.v.) adını unutturmaya, O’na “ebter” (soyu kesik) demeye çalışırken; Allah Teâlâ O’nun zikrini kendi ismiyle beraber Kelime-i Şehadet’e, ezana, namaza, hutbeye koyarak cihan şümul (evrensel) ve ebedî kılmıştır.

B. Küllî Bir Esasın (Prensibin) Vazedilmesi
Geçmişteki bu üç büyük ihsanı hatırlattıktan sonra, Allah Teâlâ bu ihsanların arkasındaki küllî kanunu, yani Sünnetullah’ı iki defa tekit (pekiştirme) ederek beyan eder:
(فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا – Fe inne me’a-l ‘usri yusrâ)
(إِنَّ مَعَ الْعُsْرِ يُسْرًا – İnne me’a-l ‘usri yusrâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Harf-i Cer): Âyet “zorluktan sonra (بَعْدَ – ba’de)” demez, “zorlukla beraber (مَعَ – me’a)” der. Bu, belâgat açısından zirvedir. Manası şudur: Kolaylık (yüsr), zorluğun (usr) içinde gizlidir; onunla beraberdir. Her zorluk, kendi kolaylığının tohumunu içinde taşır. Bu, mü’mine zorluğun tam ortasındayken dahi ümit ve dayanma gücü verir.
* Belâgat Nüktesi 2 (Marife/Nekre Farkı): Arapça dil kaidesine göre, (الْ) “el-” takısı ile marife (belirli) yapılan bir kelime tekrar edilirse, bu aynı şeye işaret eder. Ancak tenvin ile nekre (belirsiz) yapılan bir kelime tekrar edilirse, bu farklı bir şeye veya çokluğa işaret eder.
* (الْعُسْرِ) “el-Usr” (zorluk) her iki âyette de marife (belirli) gelmiştir. Demek ki, zorluk tektir.
* (يُسْرًا) “Yusrâ” (kolaylık) her iki âyette de nekre (belirsiz) gelmiştir. Demek ki, kolaylık birden fazladır.
* Netice: Âlimler bu belâgattan şu meşhur kaideyi çıkarmışlardır: “Muhakkak ki bir zorluk (aynı zorluk), iki kolaylığa (farklı kolaylıklara) galip gelemez.”

C. Vazifenin (Faaliyetin) Hülâsası (Geleceğe Dair Emirler)
Allah Teâlâ, bu büyük tesellileri ve küllî prensibi verdikten sonra, sureyi iki kesin emirle bitirir. Bu, “Rahata erdin, artık dur” değil, “Kuvvet buldun, o halde devam et” emridir:
* (فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ – Fe iżâ ferağte fensab)
* (فَرَغْتَ) “Ferağte”: Bir işi bitirip boşaldığın, bir meşguliyetten kurtulduğun zaman…
* (فَانصَبْ) “Fensab”: (فَ) “Fe” harfi, hemen, gecikmeden manası verir. “Nasab” (نَصَب), yorulmak, gayret etmek, dikilmek, çaba sarf etmek demektir.
* Mana: “Bir işi (tebliği, cihadı, dünyevî vazifeyi) bitirdiğin anda, durma, hemen (namaza, duaya, başka bir hayırlı faaliyete) yönelerek tekrar yorul.” Bu, mü’minin hayatının atalet (boşluk) kabul etmediğini gösteren dinamik bir emirdir.
* (وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ – Ve ilâ rabbike ferğab)
* Belâgat Nüktesi (Takdîm ve Te’hîr): Âyet (فَارْغَبْ إِلَى رَبِّكَ) “Rabbine rağbet et” demez. (وَإِلَى رَبِّكَ) “Ve (ancak) Rabbine…” diyerek, mef’ûlü (nesneyi) öne alır.
* Mana (Hasr): Arap belâgatında bu öne alma (takdîm), “hasr” yani sınırlama ve münhasırlık ifade eder.
* Netice: Emrin manası şudur: “Bütün bu yorgunluklarında, bütün bu gayretlerinde (fensab) rağbetin, yönelişin, arzun, talebin; insanlardan alkış, dünyadan bir menfaat değil, sadece ve sadece Rabbinin rızası olsun!”

Hülâsa
İnşirâh Suresi, Resûlullah’ın (s.a.v.) şahsında bütün mü’minlere manevî bir “şerh-i sadr” (göğüs genişlemesi) reçetesi sunar:
* Geçmiş: Allah’ın sendeki (göğsünü genişletme, yükünü alma, şanını yüceltme) ihsanlarını hatırla. (Âyet 1-4)
* Hâl (Prensip): Zorluğun içinde kolaylığın gizli olduğunu, bir zorluğa karşı iki kolaylık vaat edildiğini bil. (Âyet 5-6)
* Gelecek: Asla boş durma; bir işi bitirince diğerine yorul (fensab) ve bütün bu yorgunluktaki tek gayen (rağbetin) Rabbin olsun (ferğab). (Âyet 7-8)

3- TİN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz ve mana bakımından en yoğun surelerinden biri olan Tîn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, insanın yaratılışındaki muazzam potansiyeli (en yüksek mertebeyi) ve bu potansiyeli kullanmadığında düşebileceği en alçak mertebeyi (zıtlık/mukabele sanatı) ortaya koyar. Bunu yaparken, ilahî vahyin indiği mukaddes mekânlara yeminle başlar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tîn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. İncire ve zeytine andolsun,
> 2. Sînâ dağına andolsun,
> 3. Ve bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
> 4. Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.
> 5. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.
> 6. Ancak, iman edip sâlih ameller işleyenler başka. Onlar için, kesintisi olmayan bir ecir vardır.
> 7. Artık (ey insan!) Bu (deliller)den sonra, hangi şey sana hesap ve cezâ gününü yalanlatabilir?
> 8. Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?
> (Tîn, 95/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Mukaddes Coğrafyadan İnsanın Hakikatine
Surenin belâgatı, dört aşamalı bir mantık silsilesi üzerine kuruludur: 1) Yeminler (Delil), 2) Yeminin Cevabı (Dava/İddia), 3) Zıtlık ve İstisna (Potansiyelin İki Yönü), 4) Netice (Soru yoluyla İkrar).

A. Yeminlerin (Kasem) Belâgatı (Âyet 1-3)
Allah Teâlâ, davasını (insanı en güzel biçimde yarattığını) isbat etmek için dört mukaddes unsura yemin eder. Bu yeminler rastgele değildir.
* (وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ – Ve’t-Tîni ve’z-Zeytûn): “İncir ve zeytin.”
* Zâhirî Mana: Bu iki meyve, hem maddî (rızık, şifa) hem de manevî (bereket) açıdan çok kıymetli nimetlerdir.
* Bâtınî Mana (Belâgat Nüktesi): Müfessirlerin ekseriyeti, bu iki meyvenin, onların bolca bulunduğu mukaddes topraklara işaret ettiğini belirtir. Bu topraklar, (Filistin/Kudüs) Hz. İsa’nın (a.s.) ve pek çok İsrâiloğlu peygamberinin tebliğ sahasıdır.
* (وَطُورِ سِينِينَ – Ve Tûri Sînîn): “Sînâ Dağı.”
* Nükte: Bu, çok açıktır. Hz. Musa’nın (a.s.) ilahî kelâma muhatap olduğu, Tevrat’ı aldığı mukaddes dağdır.
* (وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِ – Ve Hâze’l-Beledi’l-Emîn): “Bu güvenli şehir.”
* Nükte: Bu da “bu” (Hâzâ) işaret zamiriyle, Kur’ân’ın indiği “Emin Belde” olan Mekke-i Mükerreme’dir; Hz. İbrahim (a.s.) ve son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şehridir.
Yeminlerin Hülâsası: Allah Teâlâ, insan hakkındaki hükmünü açıklamadan evvel, vahyin ve risâletin indiği üç ana merkeze (Kudüs havzası, Sînâ Dağı, Mekke) yemin etmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: “İnsanı muhatap alıp ona peygamberler gönderdiğim bu mukaddes mekânlar şahittir ki…”

B. Yeminin Cevabı ve Mukabele (Zıtlık) Sanatı (Âyet 4-5)
Bu kadar büyük yeminlerden sonra, yeminin cevabı (yani asıl iddia) gelir:
(لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ – Lekad halaknâ-l insâne fî ahseni takvîm)
(ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ – Sümme radednâhu esfele sâfilîn)
Bu iki âyet, Kur’ân’daki en keskin belâgat zıtlıklarından (mukabele) birini ihtiva eder:
* Birinci Durum (Zirve): (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ – Ahsen-i Takvîm)
* (لَقَدْ – Lekad): Yeminden sonra gelen bu (لَ) “Le” ve (قَدْ) “Kad”, en kuvvetli tekit (pekiştirme) edatlarıdır. “Hiç şüphe yok ki, muhakkak ve muhakkak…”
* (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ): “En güzel biçim/kıvam/ölçü.” Bu sadece fizikî güzellik (dik duruş, simetri) değildir. (تَقْوِيمٍ) “Takvîm”, bir şeyi en ideal kıvamına, ölçüsüne ve nizamına getirmek demektir. İnsanın (Ahsen-i Takvîm) olması; akıl, idrak, irade, nutuk (konuşma), ilim kabiliyeti ve ruh gibi manevî cihazlarla donatılmasıdır. O, yaratılmışların en mükemmel numunesidir.
* İkinci Durum (Düşüş): (أَسْفَلَ سَافِلِينَ – Esfele Sâfilîn)
* (ثُمَّ رَدَدْنَاهُ – Sümme Radednâhu): “Sonra onu iade ettik, geri çevirdik.”
* (أَسْفَلَ سَافِلِينَ): “Aşağıların en aşağısı.”
* Belâgat Nüktesi: Bu iki âyet arasındaki zıtlık müthiştir. Allah, (Ahsen-i Takvîm) potansiyeliyle (Âlâ-yı İlliyyîn / en yüksek mertebeler) için yaratılan insanın, kendisine verilen bu cihazları (akıl, irade) yanlış kullanarak (Esfele Sâfilîn) mertebesine, yani hayvandan dahi aşağı bir duruma düşebileceğini (veya inkârı sebebiyle Cehennem’in en alt tabakasına atılacağını) beyan eder. Bu, potansiyelin zirvesinden, sefaletin dibine bir düşüştür.

C. İstisna ve Kurtuluş Reçetesi (Âyet 6)
Peki, bu (Esfele Sâfilîn) düşüşü kaçınılmaz bir kader midir? Hayır. 6. âyet hemen istisnayı (kurtuluş yolunu) beyan eder:
(إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – İlla-lleżîne âmenû ve ‘amilu-s sâlihât)
“Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesna (onlar düşmezler).”
* Belâgat Nüktesi: Bu âyet, (Ahsen-i Takvîm) üzere kalmanın veya o mertebeye tekrar yükselmenin formülüdür. Bu formül iki kanatlıdır:
* (آمَنُوا – Âmenû): İman (Dahilî / İç bağ).
* (وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – ‘Amilu-s Sâlihât): Sâlih amel (Zâhirî / Dış faaliyet).
Biri olmadan diğeri (Ahsen-i Takvîm) potansiyelini korumaya yetmez. İman, o yüksek kıvamın ruhudur; sâlih amel ise o ruhun bedenidir.
(فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ – Felehum ecrun ğayru memnûn)
“Onlar için kesintisiz bir ecir (mükâfat) vardır.”
* (غَيْرُ مَمْنُونٍ – Ğayru Memnûn): Bu kelime çok manidardır. İki temel manası vardır:
* Kesintiye uğramayan, ebedî.
* Başa kakılmayan (minnet edilmeyen), saf, lütufkâr bir ihsan.
Bu, (Esfele Sâfilîn) zilletine karşılık (Ahsen-i Takvîm) üzere kalanlara verilecek izzetli mükâfatı tasvir eder.

D. Hükmün Tasdiki (İstifhâm-ı İnkârî ve Takrîrî) (Âyet 7-8)
Sure, bu muazzam mantık silsilesinden sonra, inkârcıya yönelik iki sarsıcı soruyla biter:
* (فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدِّينِ – Fe mâ yukezzibuke ba’du bi-d dîn)
“Artık bu (delillerden) sonra, sana Dîn’i (hesap gününü) ne yalanlatabilir?”
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm-ı İnkârî): Bu, cevap bekleyen bir soru değil, azarlayan ve hayret ifade eden bir sorudur. “Allah’ın seni peygamberlerin tebliğ sahasında (âyet 1-3), en mükemmel kıvamda (âyet 4) yarattığını; iman etmezsen en aşağıya düşeceğini (âyet 5); iman ve amelle kurtuluşa ereceğini (âyet 6) gördükten sonra (بَعْدُ), hâlâ hangi akılla, hangi cüretle hesap gününü (Dîn) inkâr ediyorsun? Elinde hiçbir delil kalmadı!”
* (أَلَيْسَ اللَّهُ بِأَحْكَمِ الْحَاكِمِينَ – E leysa-llâhu bi Ahkemi-l Hâkimîn)
“Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni (en hikmetlisi) değil midir?”
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm-ı Takrîrî): Bu, muhatabı “Evet, öyledir!” (Belâ!) demeye mecbur bırakan bir onaylatma sorusudur.
* Hülâsa: İnsanı (Ahsen-i Takvîm) kıvamında hikmetle yaratan; (Esfele Sâfilîn) çukuruna düşenleri adaletle cezalandıran ve (iman edip sâlih amel işleyenleri) (Ecrun Ğayru Memnûn) ile mükâfatlandıran Allah, elbette Hâkimlerin En Hikmetlisi ve En Âdil Hüküm Verenidir. Surenin başı (hikmetli yaratılış) ile sonu (hikmetli hüküm) tam bir uyum içindedir.

4-ALAK SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Hira mağarasında nazil olan ilk vahiyleri olan Alak Suresi’nin (ilk 5 âyeti) ve devamının belâgat tahlilini yapalım.
Bu surenin belâgatı, vahyin nasıl başladığını, insanın ne olduğunu ve bu ikisi arasındaki çatışmayı (ilim ve cehalet, tevazu ve kibir) mucizevî bir şekilde özetlemesinde gizlidir.
1. Mevzubahis Âyet-Kerîmeler (Alak Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
> 2. O, insanı “alak”tan (aşılanmış bir yumurtadan) yarattı.
> 3. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.
> 4. O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
> 5. İnsana bilmediğini öğretmiştir.
> 6. Hayır! Gerçek şu ki, insan azar.
> 7. Kendini kendine yeterli gördüğü için.
> 8. Şüphesiz, dönüş ancak Rabbinedir.
> 9. Gördün mü, o engelleyeni?
> 10. Namaz kıldığı zaman, bir kulu (Peygamber’i).
> 11. Gördün mü? Ya o (namaz kılan) doğru yol üzerinde ise?
> 12. Veya (Allah’a karşı gelmekten) sakınmayı emrediyorsa?
> 13. Gördün mü? Ya o (engelleyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyorsa?
> 14. O (adam), Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?
> 15. Hayır! Eğer o, (bu yaptıklarından) vazgeçmezse, andolsun biz onu perçeminden,
> 16. O yalancı, günahkâr perçeminden yakalayıp (cehenneme) sürükleriz.
> 17. O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın.
> 18. Biz de zebânîleri çağıracağız.
> 19. Hayır! Sakın ona uyma; secde et ve (Rabbine) yaklaş.
> (Alak, 96/1-19)
>
2. Belâgat Tahlili: “Oku!” Emrinden “Yaklaş!” Gayesine
Surenin tahlilini üç bölümde yapabiliriz: 1) İlim ve Yaratılış (Vahyin Başlangıcı), 2) İnsanın Kibri (Sorunun Teşhisi), 3) Çatışma ve Çözüm (Hakkın Emri).

A. Birinci Bölüm: İlim, Yaratılış ve Kerem (Âyet 1-5)
Bu ilk beş âyet, İslâm medeniyetinin manifestosudur.
* (اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ – İkra’ bismi Rabbike-lleżî halak)
* (اقْرَأْ – İkra’): “Oku!” Emrin kendisi bir mucizedir. Hitap, “ümmî” (okuma-yazma bilmeyen) bir Peygamberedir. Bu, meşhur manasıyla “bir metni okumak” değil; “kâinat kitabını oku”, “sana vahyedileni tilâvet et”, “Rabbinin adıyla idrak et” demektir.
* (بِاسْمِ رَبِّكَ): “Rabbinin adıyla…” Okuma (ilim) faaliyeti, bağımsız (seküler) bir faaliyet değildir. Allah’tan ayrı, O’na rağmen bir ilim peşinde koşmak değil, O’nun adıyla, O’nun izniyle, O’nun için yapılan bir faaliyettir.
* (الَّذِي خَلَقَ): “O Rab ki, Yaratandır.” Emrin (Oku!) delili hemen gelir. Neden O’nun adıyla okuyasın? Çünkü O yaratandır. Emri veren, varlığın sahibidir.
* (خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ – Halaka-l insâne min ‘alak)
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Bu, surenin ilk harikasıdır. Allah, bir sonraki âyette ilimden, kalemden, keremden bahsedecektir. Fakat önce insanın aslını, o mükerrem varlığın en mütevazı başlangıcını (عَلَقٍ – ‘alak / kan pıhtısı, yapışkan embriyo) hatırlatır. Bu, insanı kibre düşmekten koruyan bir dipnottur.
* (اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ – İkra’ ve Rabbuke-l Ekrem)
* (اقْرَأْ – İkra’): Emir, tekit (pekiştirme) için tekrarlanır.
* (الْأَكْرَمُ – el-Ekrem): Rabbin “En Cömerttir”. Neden “el-Alîm” (En Bilen) veya “el-Kâdir” (En Kudretli) değil de “el-Ekrem” (En Cömert) sıfatı gelir? Cevabı sonraki âyetler verir:
* (الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ – Elleżî ‘alleme bi-l kalem)
(عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ – ‘Alleme-l insâne mâ lem ya’lem)
* Nükte: Allah’ın cömertliğinin (Kerem) en büyük tecellisi, O’nun öğretmesidir (‘Alleme). O, insanı (عَلَقٍ) ‘alak’ gibi cansız görünen bir pıhtıdan aldı; ona (الْقَلَمِ) ‘kalem’ (ve kalemle temsil edilen bütün ilimleri) öğretti ve onu “bilmezken” (mâ lem ya’lem) “bilir” hale getirdi.
* Belâgat Hülâsası: İlk beş âyet, insanın iki kutbunu gösterir: Biyolojik olarak en âciz başlangıç (‘alak) ve manevî olarak en yüksek potansiyel (bilgi/kalem). İnsanı “alak”tan “âlim”e yükselten tek şey, Rabbinin “Kerem” sıfatıyla ona “öğretmesidir”.

B. İkinci Bölüm: İnsanın Nankörlüğü ve Kibri (Âyet 6-8)
Allah insana bu kadar Kerem göstermişken, insan ne yapar? Cevap keskindir:
* كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ- Kellâ inne-l insâne le yatğâ)
* (كَلَّا – Kellâ): “Hayır! (Öyle olmamalıydı ama…)” Bu, şiddetli bir reddiye ve zecr (azarlama) edatıdır.
* (لَيَطْغَى – Le yatğâ): “İnsan azar, tuğyan eder.”
* Belâgat Nüktesi (Teşhis): İnsanın temel problemini tek kelimeyle teşhis eder: Tuğyan (azgınlık). Peki, sebebi nedir?
* (أَن رَّآهُ اسْتَغْنَى – En ra’âhu-stağnâ)
* Mana: “Kendini müstağnî (ihtiyaçsız, kendi kendine yeterli) gördüğü için.”
* Nükte: İşte felaketin aslı budur. İlk bölümde insan, Allah’ın öğretmesiyle (Kerem) yükselmişti. Ama ne zaman ki insan, bu ilmi, serveti veya gücü kendinden bilir, aslını (‘alak) unutur ve kendini “müstağnî” (İng. self-sufficient) zannederse, işte o an azar (yatğâ). Bu, Firavun’un psikolojisidir.
* (إِنَّ إِلَى رَبِّكَ الرُّجْعَى – İnne ilâ Rabbike-r ruc’â)
* Nükte (Tedavi): “Müstağnî” (ihtiyaçsızlık) iddiasının tedavisi bu cümlededir. “Şüphesiz dönüş (Ruc’â) ancak Rabbinedir.” İnsan kendini ne kadar bağımsız zannederse zannetsin, dönüşü (Ruc’â) kaçınılmaz olarak, yaratıldığı ve ilim aldığı Rabbine’dir. Bu cümle, kibrin ve tuğyanın tüm dayanaklarını yıkar.

C. Üçüncü Bölüm: Çatışma ve Çözüm (Âyet 9-19)
Sure, ilk bölümde (Oku!) ilkeyi, ikinci bölümde (Tuğyan) problemi koydu. Üçüncü bölümde bu problemin (Tuğyan) o günkü somut misalini (Ebu Cehil) ve çözümünü (Secde) gösterir.
* (أَرَأَيْتَ الَّذِي يَنْهَى… عَبْدًا إِذَا صَلَّى – Era’eyte-lleżî yenhâ… ‘Abden iżâ sallâ)
* Belâgat Nüktesi (Tezat): Çatışmanın tarafları mükemmel tasvir edilir. Bir tarafta azgınlaşan (yatğâ) ve engelleyen (yenhâ) bir zorba vardır. Diğer tarafta, Allah’a en yakın haliyle, “namaz kılan bir kul” (Abden izâ sallâ) vardır. Zorba, kulun kulluğundan rahatsızdır.
* (أَرَأَيْتَ – Gördün mü?): Bu soru kalıbı, muhatabın dikkatini bu çirkinliğe ve garipliğe çeker. “Böyle bir zulmü, böyle bir haddi aşmayı gördün mü? Hayret!” manasındadır.
* (أَلَمْ يَعْلَم بِأَنَّ اللَّهَ يَرَى – E lem ya’lem bi enne-llâhe yerâ?)
* Nükte (Zirve): Bütün o (Gördün mü?) sorulardan sonra (Âyet 9, 11, 13) asıl soru gelir: “O (engelleyen), Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?”
* Bu âyet, “Tuğyan”ın (Âyet 6) ve “Müstağnî” (Âyet 7) olmanın temelindeki cehaleti ortaya koyar. İnsan neden azar? Allah’ın gördüğünü bilmediği veya unuttuğu için. Bütün ahlâkın ve hesabın temeli bu tek soruda gizlidir.
* (لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِ… نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍ – Lenesfe’an bi-n nâsiye… Nâsiyetin kâżibetin hâtieh)
* (النَّاصِيَةِ – Nâsiye): Perçem, alnın ön kısmı. Arap kültüründe bu, kibrin, izzetin ve liderliğin sembolüdür.
* Belâgat Nüktesi (Mecâz): Allah Teâlâ, o kibrin sembolü olan “perçem”i, cezanın aleti yapar. “Biz onu perçeminden sürükleriz.” Daha da ötesi, perçemin sahibini değil, o perçemin kendisini “yalancı” ve “günahkâr” olarak damgalar. Bu, o kibirli insanın (Ebu Cehil) ve onun temsil ettiği kibrin tamamen değersizleştirilmesi, alçaltılmasıdır.
* (فَلْيَدْعُ نَادِيَهُ… سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ – Felyed’u nâdiyeh… Sened’u-z zebâniyeh)
* Belâgat Nüktesi (Tehakküm ve Mukabele): “O, hemen gitsin meclisini/taraftarlarını (nâdiyeh) çağırsın.” Bu, aciz bırakan bir alay (tehakküm) ve meydan okumadır. “O, güvendiği dünyevî meclisine mi (Nâdî) güveniyor? Biz de Zebânîleri (Sened’u) çağıracağız.” İnsanın (beşerî) topluluğu ile Allah’ın (ilahî) askerleri mukayese edilerek, insanın topluluğu küçümsenir.
* (كَلَّا لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ – Kellâ lâ tutı’hu ves-cud vakterib)
* Belâgat Hülâsası (Çözüm): Sure biterken, başladığı yere döner. O (Ebu Cehil) neden azdı? Kendini “müstağnî” (ihtiyaçsız) gördüğü için (Âyet 7). O halde çözüm nedir?
* (كَلَّا لَا تُطِعْهُ): “Hayır! Sakın ona (o müstağniye) itaat etme!”
* (وَاسْجُدْ): “Ve secde et.” Secde, insanın “müstağnî” olmadığının, alnını (‘alâk’tan yaratıldığı hatırlatılarak) yere koyarak kulluğunu ikrar etme faaliyetidir. Tuğyanın tam zıddıdır.
* (وَاقْتَرِبْ): “Ve (Rabbine) yaklaş.”
* Nihâî Nükte: Sure (اقْرَأْ) “Oku” emriyle başladı, (وَاقْتَرِبْ) “Yaklaş” gayesiyle bitti. Demek ki, (اقْرَأْ) “Okumak”tan (ilimden) maksat; (اسْجُدْ) “Secde” etmek (amel ve ibadet) ve neticede Allah’a (اقْتَرِبْ) “Yaklaşmaktır” (marifet ve kurbiyet).

5-KADR SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kadr Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz (kısa ve öz) surelerinden biri olmasına rağmen, belâgat bakımından muazzam bir derinlik ihtiva eder.
Surenin tamamı, tek bir gecenin (Kadir Gecesi) azametini ve şerefini tasvir etmek üzerine kuruludur. Bunu yaparken, muhatabı hayrete düşüren, manayı yücelten (tafhîm) ve kelimeleri en hassas şekilde seçen bir üslûp kullanır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kadir Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.
> 2. Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 3. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
> 4. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.
> 5. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.
> (Kadir, 97/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Bir Gecenin Azametini Tasvir Sanatı
Surenin belâgatı, bir gecenin kıymetini, insan idrakinin sınırlarını zorlayarak ve kelime seçimleriyle bu kıymeti katman katman açarak gösterir.

A. Başlangıcın Azameti: (إِنَّا أَنزَلْنَاهُ)
(إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ – İnnâ enzelnâhu fî leyleti-l kadr)
* Belâgat Nüktesi 1 (Azamet Zamiri): Sure, “Ben indirdim” (İnnî) değil, “Muhakkak Biz indirdik” (إِنَّا – İnnâ) diye başlar. Bu, “Nûn-u Azamet” (Azamet Nûnu) veya “Cem’u’t-Ta’zîm” (Yüceltme Çoğulu) olarak bilinen belâgat kuralıdır. İndirilen şeyin (Kur’ân) ve indiriliş hâdisesinin büyüklüğünü, bizzat Mütekellim’in (Konuşanın, yani Allah’ın) kendi azametini ifade eden bu zamirle başlatması, hâdisenin ehemmiyetini derhal ilân eder.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mübhem İsim): Âyet, “Muhakkak Biz Kur’ân’ı indirdik” demez; “Muhakkak Biz O’nu (هُ – hu) indirdik” der. İndirilen şeyin ismini (Kur’ân) zikretmez, bir zamirle (هُ) işaret eder. Buna “İbhâm li’t-Tafhîm” (Yüceltmek için müphem/belirsiz bırakma) denir. Manası şudur: “O”, muhatabın (Hz. Peygamber s.a.v. ve mü’minler) zihninde o kadar mâlum, o kadar büyük, o kadar şereflidir ki, isminin zikredilmesine dahi ihtiyaç yoktur. “O” denildiğinde, O’nun ne olduğu zaten bilinir.

B. İdrakin Aczini İfade: (وَمَا أَدْرَاكَ)
(وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ – Ve mâ edrâke mâ leylatu-l kadr)
* Belâgat Nüktesi (İstifhâm li’t-Tafhîm): Bu, Kur’ânî bir üslûptur. Allah Teâlâ, azametini insan idrakinin kavrayamayacağı bir şeyi tarif edeceği zaman, bu soru kalıbını (İstifhâm) kullanır: “Sana bildiren nedir?” veya “Sen ne bileceksin!”.
* Bu bir azarlama veya “bilmiyorsun” ithamı değil, aksine bir “Tehvîl ve Tafhîm” (Hâdisenin büyüklüğü karşısında muhatabı sarsma ve yüceltme) sanatıdır. Manası: “Ey Resûlüm (ve ey insan)! Bu gecenin hakikatini, senin idrak kabiliyetinle, beşerî ölçülerinle tam manasıyla kavraman mümkün değildir. O’nun kıymetini ancak Biz sana bildirebiliriz.”
* (لَيْلَةُ الْقَدْرِ) “Kadir Gecesi” isminin hemen tekrarlanması da bu yüceltmeyi pekiştirir.

C. Kıymetin Tasviri: (خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ)
(لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ – Leyletu-l kadri hayrun min elfi şehr)
* Bu âyet, bir önceki (وَمَا أَدْرَاكَ) sorusunun cevabıdır.
* Belâgat Nüktesi (Kesretten Kinaye): “Bin ay” (yaklaşık 83 küsur sene), matematiksel bir sınır değildir. Arap belâgatında “elf” (bin) kelimesi, çokluktan, sonsuzluktan, sayılamayacak derecede fazlalıktan kinaye olarak kullanılır.
* Mana şu değildir: “Bu gece tam olarak 1001 aydan hayırlı değildir.” Mana şudur: “Bu gece, içinde Kadir Gecesi olmayan binlerce aydan, yani tüm bir insan ömründen daha hayırlıdır.” Bu, o gecenin feyzinin, insanın 83 yıllık ibadetinden daha yoğun, daha bereketli olduğunu gösteren muazzam bir mukayesedir.

D. Fiil Seçimindeki Nüans: (تَنَزَّلُ)
(تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا… – Tenezzelu-l melâiketu ve-r Rûhu fîhâ…)
* Belâgat Nüktesi (Fiil Kalıbı): Surenin ilk âyetinde Kur’ân’ın inişi için (أَنزَلْنَاهُ – Enzelnâhu) fiili kullanıldı. Bu (if’âl) kalıbı, genellikle “bir defada, topluca indirmek” manasına gelir.
* Ancak 4. âyette meleklerin inişi için (تَنَزَّلُ – Tenezzelu) fiili kullanılır. Bu (tefa”ul) kalıbıdır. Bu kalıp, fiilin çoklukla, peyderpey, devamlılık ve kesret (bolluk) içinde yapıldığını ifade eder.
* Hülâsa: Kur’ân o gece (Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına) bir defada inmiştir (Enzelnâ). Fakat melekler ve Ruh, o gece iner de iner, fevç fevç (grup grup), kesintisiz bir şekilde inmeye devam ederler (Tenezzelu). Bu kelime seçimi, gecenin bereketinin ve manevî trafiğinin yoğunluğunu tasvir eder.
* Nükte (Atf-ı Hâs alâ Âm): “Melekler” (الْمَلَائِكَةُ) dendikten sonra ayrıca “ve Ruh” (وَالرُّوحُ) denmesi, “hususî olanı umumî olana atfetmektir”. “Ruh”tan maksat Cebrail’dir (a.s.). Cebrail zaten meleklerin içindedir. Ancak o kadar şereflidir ki, Allah Teâlâ onun ismini ayrıca zikrederek (teşrîf ederek) o geceki faaliyetin merkezinde onun da olduğunu belirtir.

E. Gecenin Mahiyeti: (سَلَامٌ هِيَ)
(سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَjْرِ – Selâmun hiye hattâ matla’i-l fecr)
* Belâgat Nüktesi (Takdîm ve Te’hîr): Âyetin normal dizilimi (هِيَ سَلَامٌ) “O (gece) selâmetlidir” şeklinde olabilirdi. Fakat âyet (سَلَامٌ هِيَ) “Selâmettir o (gece)” şeklinde, haber (Selâmun) mübtedanın (Hiye) önüne geçirilerek (takdîm edilerek) gelmiştir.
* Bu takdîm (öne alma), belâgatta hasr (sınırlama) ve mübalağa ifade eder.
* Mana şudur: O gece, sadece “içinde selâmet bulunan” bir gece değildir. O gece, sanki baştan sona selâmetin ta kendisidir; selâmetten ibarettir. O geceye selâmetten başka bir sıfat yakışmaz. O, fecrin doğuşuna kadar mutlak bir esenliktir.
Hülâsa
Kadir Suresi; “Biz” (azamet), “O” (yüceltme), “Sen ne bilirsin!” (İdrakin aczi), “bin ay” (kıymetin sonsuzluğu), “iner de iner” (faaliyetin kesintisizliği) ve “Selâmettir O” (mahiyetin saflığı) gibi belâgat unsurlarını kullanarak, tek bir gecenin hakikatini beş âyette mucizevî bir şekilde tasvir eder.

 

6-BEYYİNE SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Ehl-i Kitab’ın ve müşriklerin durumunu tahlil ederek, yeni ve sonuncu risâletin (İslâm’ın) lüzûmunu ve hakikatini ortaya koyan Beyyine Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, “Beyyine” (Apaçık Delil) kavramını merkeze alır. İnsanlığın bu delile olan ihtiyacını, delilin mahiyetini (ne olduğunu) ve bu delile karşı insanların nasıl ikiye ayrıldığını keskin bir belâgatla ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Beyyine Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar, kendilerine apaçık bir delil (beyyine) gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi.
> 2. (Bu delil,) Allah’tan bir peygamberdir ki, tertemiz sahîfeler okur.
> 3. O sahîfelerde dosdoğru hükümler vardır.
> 4. Kendilerine kitap verilenler, ancak onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
> 5. Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.
> 6. Şüphesiz, Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüsüdürler.
> 7. Şüphesiz, iman edip, sâlih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratılmışların en hayırlısıdırlar.
> 8. Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine derin saygı duyan (O’ndan korkan) kimse içindir.
> (Beyyine, 98/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: “Beyyine” (Delil) ve İki Zıt Akıbet
Surenin belâgatı, insanlığın “Beyyine” gelmeden önceki durumu ile geldikten sonraki ayrışmasını tahlil eder.

A. İsbatın (Beyyine) Lüzûmu: (مُنفَكِّينَ) Kelimesi (Âyet 1)
(لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا… مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ)
“İnkârcılar, kendilerine ‘Beyyine’ (apaçık delil) gelinceye kadar (hallerinden) ayrılacak değillerdi.”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): Buradaki kilit ifade (مُنفَكِّينَ – Münfekkîn) kelimesidir. “İnfikkâk”, çözülmek, ayrılmak, kopmak, içinde bulunduğu durumdan vazgeçmek demektir.
* Mana: Âyet, insanlığın (hem Ehl-i Kitab’ın tahrif olmuş inançları hem de müşriklerin şirki) o dönemde manevî bir çıkmaza girdiğini, inançlarına yapışıp kaldıklarını tasvir eder. Onların, bu içine düştükleri batıl durumdan kendi kendilerine çözülüp ayrılmaları (münfekkîn olmaları) mümkün değildi.
* Hülâsa: Bu âyet, yeni bir ilahî müdahalenin, yani son Peygamber’in (s.a.v.) ve Kur’ân’ın (Beyyine) gelişinin bir lüks değil, bir zaruret olduğunu beyan eder. Dünya, bu “Beyyine” gelmeden o karanlıktan kopamazdı.

B. İsbatın (Beyyine) Mahiyeti: Delil Nedir? (Âyet 2-3)
Birinci âyet “Delil gelene kadar…” dedi. Muhatabın zihni “Peki, bu delil nedir?” sorusuna kilitlendi. Cevap hemen gelir:
(رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً… فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ)
“(Bu delil,) Allah’tan bir peygamberdir ki, tertemiz sahîfeler okur. O sahîfelerde dosdoğru hükümler vardır.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Delilin Tarifi): “Beyyine” (delil), soyut, cansız bir kitap değildir. Delil, iki parçalı küllî bir yapıdır:
* (رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ): “Allah’tan bir Elçi” (Hz. Muhammed s.a.v.). Delilin yaşayan, tebliğ eden, tatbik eden boyutu.
* (يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً): “(O Elçi’nin) tilâvet ettiği tertemiz sahîfeler” (Kur’ân).
* Nükte (صُحُfًا مُّطَهَّرَةً – Suhufen Mutahhara): “Tertemiz sahîfeler.” Bu ifade, önceki vahiylerin (Ehl-i Kitab’ın elindekilerin) tahrifata (değişime) ve beşerî yorumlara (kirlenmeye) uğradığına işaret eder. Bu yeni “Beyyine” ise, her türlü tahrifattan ve batıldan arınmıştır (mutahhar).
* Nükte (كُتُبٌ قَيِّمَةٌ – Kütübün Kayyime): “Dosdoğru hükümler/yazılar.” (قَيِّمَة) “Kayyime” kelimesi; dosdoğru, sapasağlam, ebedî, kıymet hükmü taşıyan demektir. Bu da, Kur’ân’daki hükümlerin, bütün zamanların ve mekânların en doğru, en sağlam ve en kıymetli aslı olduğunu gösterir.

C. Paradoks: İsbattan (Beyyine) Sonra Ayrılık (Âyet 4)
Mantıken, “apaçık delil” (Beyyine) geldikten sonra ihtilafın bitmesi gerekir. Ancak âyet, tam tersi bir trajediyi haber verir:
(وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَةُ)
“Kendilerine kitap verilenler, ancak onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.”
* Belâgat Nüktesi (Zıtlık): Bu, surenin en sarsıcı noktalarından biridir. Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar), aslında “Beyyine” gelmeden önce tek bir inkârda birleşmişlerdi. Asıl büyük ayrılığa (teferruk) düşmeleri, delil geldikten sonra oldu.
* Mana: Bu, onların ayrılığının sebebinin bilgisizlik veya delil yetersizliği olmadığını gösterir. Tam aksine, ayrılıklarının sebebi; delil apaçık olduğu halde ona karşı gösterdikleri haset, kibir ve bağy (bile bile isyan) idi. Delil, onları saflaştırmış; kimin hakka, kimin batıla tâbi olacağını ortaya çıkarmıştır.

D. Dinin Aslı: (وَمَا أُمِرُوا إِلَّا…) (Âyet 5)
Peki, bu “Beyyine” onlardan çok mu zor bir şey istedi? Cevap:
(وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Hasr – Sınırlama): (وَمَا أُمِرُوا إِلَّا) “Ve mâ umirû illâ…” (Onlara emredilmemişti… şundan başkası:) kalıbı, en kuvvetli sınırlama (hasr) edatıdır.
* Mana: Allah, onların tahrif ettikleri dindeki gibi karmaşık ruhbanlık, lüzumsuz teferruat veya şirk koşullarını emretmedi. Emir, son derece basitti.
* Belâgat Nüktesi 2 (Dinin Tarifi): Bu âyet, “Dînü’l-Kayyime”yi (Dosdoğru Din) tarif eder:
* İhlâs: (مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ) Dini sadece Allah’a has kılmak.
* Tevhid: (حُنَفَاءَ) “Hunefâ” (Hanifler olarak), yani bütün batıl inançlardan yüz çevirip sadece hakka (Tevhid’e) yönelerek.
* Amel: (وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ) İbadetin (Namaz) ve sosyal adaletin (Zekât) ikâmesi.
* Âyetin sonundaki (وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ) “İşte bu, dosdoğru dindir” cümlesi; 3. âyetteki (كُتُبٌ قَيِّمَةٌ) “dosdoğru hükümler” ile tam bir uyum sağlar. Yani, Kur’ân’daki “dosdoğru hükümler”, zaten Hz. Musa ve Hz. İsa’ya emredilen dinin “dosdoğru aslının” ta kendisidir.

E. Akıbet: (شَرُّ الْبَرِيَّةِ) ve (خَيْرُ الْبَرِيَّةِ) (Âyet 6-7)
Sure, “Beyyine”ye verilen cevaba göre insanlığın iki küllî tasnifini yaparak biter. Bu, Kur’ân’daki en keskin mukabele (karşılaştırma) sanatlarından biridir.
* 1. Zümre (İnkâr): (إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا… أُولَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ – …hum Şerru’l-beriyye)
* Mana: “Beyyine”yi (bu apaçık delili) reddedenler… “İşte onlar, yaratılmışların en kötüsüdürler.”
* (الْبَرِيَّةِ) “el-Beriyye”, yaratılmışlar, mahlûkat demektir. Apaçık aklı ve delili reddeden inkârcı, kendisine verilen (Ahsen-i Takvîm) potansiyelini reddettiği için, aklını kullanmayan hayvandan (Esfele Sâfilîn) daha aşağı, yani mahlûkatın en şerlisi olur.
* 2. Zümre (İman): (إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ – …hum Hayru’l-beriyye)
* Mana: “Beyyine”yi kabul edip iman eden ve sâlih amel işleyenler… “İşte onlar, yaratılmışların en hayırlısıdırlar.”
* Nükte: Bu iki âyet (6 ve 7), insanlığın değerini belirleyen tek ölçünün, Allah’ın “Beyyine”sine (vahyine) verdiği cevap olduğunu netleştirir.

F. Mükâfatın Zirvesi: Rızâ (Âyet 8)
Sure, “Hayru’l-Beriyye”nin (en hayırlıların) mükâfatını tasvir ederken, maddî mükâfattan (Cennet) daha yüce bir manevî zirve ile biter:
(رَّضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ… ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ)
“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır… İşte bu, Rabbine haşyet duyan (derin saygı ve korku besleyen) kimse içindir.”
* Belâgat Nüktesi (Rızâ Mukabelesi): Cennet hayatının zirvesi, nehirler veya köşkler değil, bu karşılıklı rızâ halidir. Kulun Rabbinden, Rabbin de kulundan razı olması. Bu, (Alak) suresindeki (وَاقْتَرِبْ) “Yaklaş!” emrinin, (Duhâ) suresindeki (فَتَرْضَى) “Razı olacaksın!” müjdesinin nihâî tecellisidir.
* Nükte (Şart): Bu zirveye ulaşmanın şartı nedir? (لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ) “Rabbine haşyet duyan.” (Haşyet), bilgiye dayalı, azametten kaynaklanan derin saygı ve korkudur. Bu, “Beyyine”yi (apaçık delili) idrak etmenin neticesidir.

Hülâsa
Beyyine Suresi, vahyin bir lüzum (zaruret) olduğunu (Munfakkîn), bu vahyin (Beyyine) hem yaşayan bir Elçi hem de tertemiz bir Kitap olduğunu (Mutahhara), bu delile rağmen ayrılığın sebebinin bilgisizlik değil kibir (Teferruk) olduğunu, dinin aslının ise çok basit (İhlâs ve Hanif) olduğunu ve nihayetinde insanın değerinin bu delile verdiği cevaba göre “Yaratılmışların En Kötüsü” veya “En Hayırlısı” olarak belirlendiğini ve en büyük mükâfatın “Karşılıklı Rızâ” olduğunu beyan eden belâgat harikası bir suredir.

7-ZİLZAL SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, kıyamet sahnelerini en sarsıcı ve en canlı tasvirlerle anlatan surelerinden biri olan Zilzâl Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, sadece 8 kısa âyette, dünyanın son anını, dirilişi ve hesabın mutlak adaletini, kelimelerin ses ahengini (fonetik) ve manasını (semantik) birleştirerek muhatabın zihnine adeta yaşatır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Zilzâl Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı (sarsıldığı) zaman,
> 2. Ve yer, bütün ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman,
> 3. Ve insan, “Ne oluyor buna!” dediği zaman;
> 4. İşte o gün (yer) haberlerini söyler.
> 5. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.
> 6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük (kabirlerinden) çıkacaklardır.
> 7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.
> 8. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.
> (Zilzâl, 99/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Hâdisenin Dehşetinden Hesabın Dehşetine
Surenin belâgatı, muhatabı hâdisenin fizikî dehşetinden alıp (Âyet 1-3), bu dehşetin ilahî sebebini (Âyet 4-5) ve manevî neticesini (Âyet 6-8) adım adım gösterir.

A. Ses ve Mana Uyumu: (زُلْزِلَتِ… زِلْزَالَهَا)
(إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا – İżâ zulzileti-l ardu zilzâlehâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Fonetik/Ses): Surenin ismi olan (زِلْزَال) “Zilzâl” kelimesinin kendisi, “Lahn” (sesin manayı yansıtması) sanatının bir harikasıdır. (ز) “ze” ve (ل) “lâm” harflerinin tekrarı, sarsıntının ve titremenin sesini taklit eder (onomatopoeia). Kelimeyi telaffuz etmek dahi, bir sarsıntı hissi verir.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mef’ûl-i Mutlak): Âyette “yer sarsıldığı zaman” denmez. Fiilin kendi mastarı (isim-fiil) (زِلْزَالَهَا) “zilzâlehâ” ile pekiştirilir. Bu, Arap belâgatında “Mef’ûl-i Mutlak”tır ve manayı en üst perdeye çıkarır.
* Nükte (İzafet): Sadece (زِلْزَالًا) “bir sarsıntıyla” demez, (زِلْزَالَهَا) “onun sarsıntısıyla” der. (هَا) “hâ” zamiri (onun) ile sarsıntıyı bizzat yeryüzüne izafe eder (bağlar).
* Hülâsa: Mana şudur: “Yeryüzü, ona has olan, ona vaadedilen, ondan başka hiçbir şeyin sarsılamayacağı o en büyük, en dehşetli, nihâî sarsıntıyla sarsıldığı zaman…” Bu, bilinen depremlerin ötesinde, mutlak bir sarsıntıdır.

B. Teşhîs (Kişileştirme) Sanatı: Konuşan Yeryüzü
Sure, yeryüzünü (Arz) cansız bir toprak parçası olarak değil, emir alan, içinde sır saklayan ve konuşan canlı bir şuur olarak tasvir eder.
* (وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا – Ve ahreceti-l ardu eskâlehâ)
* (أَثْقَالَهَا – Eskâlehâ): “Ağırlıklarını…” Bu ağırlıklar nedir? Hem içindeki ölüler (cesetler), hem de yer altındaki hazinelerdir. Daha da önemlisi, yeryüzünün şahit olduğu sırlardır. Yeryüzü, binlerce yıldır içinde tuttuğu bu emanetleri, bu “ağırlıkları” dışarı fırlatır. Bu, bir doğum veya bir kusma (istifrağ) gibi dehşetli bir boşaltmadır.
* (وَقَالَ الْإِنسَانُ مَا لَهَا – Ve kâle-l insânu mâ lehâ)
* Nükte: Bu, insanın o andaki tam aczini ve dehşetini ifade eden en kısa ve en beliğ cümledir. İnsan, (الأَرْض) “el-Arz” (yani en güvendiği, üzerine basıp sâbit zannettiği zemin) ayaklarının altından kayınca, bütün ilmî açıklamaları, bütün felsefeleri unutur. Ağzından dökülen tek şey, saf dehşet ve hayrettir: (مَا لَهَا؟) “Buna ne oluyor?”
* (يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا – Yevme-iżin tuhaddisu ahbârahâ)
* Nükte (Teşhîs): İşte o gün, yeryüzü “haberlerini söyler.” O, artık pasif bir zemin değil, aktif bir şahittir. Üzerinde kimin ne hayır, ne şer işlediğini bir bir anlatır.
* Neden? Cevap hemen gelir: (بِأَنَّ رَبَّكَ أَوْحَى لَهَا) “Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir (emretmiştir).” Yerin bu itaati ve konuşması, kendi iradesiyle değil, kâinatın sahibinin ona (أَوْحَى) “Vahy”etmesi (emir vermesi) iledir.

C. Dağılışın Tasviri: (أَشْتَاتًا) Kelimesi
(يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ أَشْتَاتًا لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ)
“O gün insanlar, amellerini görmek için (أَشْتَاتًا) bölük bölük çıkacaklardır.”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): (أَشْتَاتًا – Eştâten) kelimesi, suredeki en kilit kelimelerden biridir. (شَتَّى) “Şettâ” kökünden gelir; dağınık, parçalanmış, birbirine benzemeyen, farklı gruplar demektir.
* Mana: Mahşer günü insanlar, dünyadaki gibi tek bir millet (Türk, Arap vb.), tek bir aile veya tek bir sosyal sınıf olarak çıkmayacaklar. O gün bütün dünyevî aidiyetler parçalanmıştır. İnsanlar, amellerine göre yeniden gruplanmış halde, darmadağınık (eştâten) bir surette çıkarlar. İyiler bir grup, kötüler başka bir grup; münafıklar bir grup, sâlihler başka bir gruptur.
* Amaç: (لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ) “Amellerinin kendilerine gösterilmesi için.” Amaç, hesabı görmek değil, bizzat ameli görmektir.

D. Mutlak Adalet: (مِثْقَالَ ذَرَّةٍ)
(فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ… وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ)
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür… Kim zerre ağırlığınca şer işlerse onu görür.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Mutlak Hassasiyet): (مِثْقَالَ ذَرَّةٍ) “Miskâle zerratin” (Zerre ağırlığı). “Zerre”, o günkü Arap toplumunun bildiği en küçük ağırlık birimidir (havada uçuşan toz tanesi, en küçük karınca, atom). Bu ifade, ilahî adaletin mutlak hassasiyetini gösterir. Hiçbir şey, en küçük bir toz tanesi kadar bile olsa, kaybolmaz.
* Belâgat Nüktesi 2 (Mukabele ve Paralelizm): Âyet 7 ve 8, yapısal olarak birbirinin tam simetriğidir. Bu kusursuz paralel yapı (Femen ya’mel… / Vemen ya’mel…) ve (hayran / şerran) zıtlığı, adaletin iki kefesini (hayır ve şer) mükemmel bir dengeyle sunar.
* Belâgat Nüktesi 3 (Fiil Seçimi): (يَرَهُ) “Yerehû” (Onu görür). Âyetler, “mükâfatını alır” veya “cezasını çeker” demez. Bizzat amelinin kendisini (onu) göreceğini söyler. Bu, amelin tecessüm etmesi (maddî bir şekil alması) demektir. Yaptığın o zerre hayır veya şer, o gün karşına maddî bir varlık olarak çıkacak ve sen “onu göreceksin”. Bu, inkârı imkânsız kılan bir şahitliktir.

Hülâsa
Zilzâl Suresi, (Zilzâl) kelimesinin sesiyle başlayan fizikî sarsıntıyı; yerin şahitlik etmesi (Tuhaddisu) ve insanların darmadağınık (Eştâten) fırlamasıyla manevî bir dehşete dönüştürür. Son olarak, “zerre” (ذَرَّةٍ) kelimesiyle, bu dehşetli günün mutlak adalet üzerine kurulu olduğunu ve hiçbir şeyin gözden kaçmayacağını (Yerehû) ilan eden muazzam bir belâgat metnidir.

 

8-ADİYAT SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en çarpıcı ve beliğ surelerinden biri olan Âdiyat Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, muhatabı, yemin (kasem) yoluyla önce dehşetli ve canlı bir savaş meydanı tasvirinin içine çeker. Bu tasvir (savaş atlarının sadakati ve fedakârlığı) vesilesiyle, insanın temel bir vasfını (nankörlüğünü) ortaya koyar ve bunu âhiretteki dehşetli akıbetle bağlar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Âdiyat Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Andolsun o harıl harıl koşanlara!
> 2. (Tırnaklarıyla) ateş çıkaranlara!
> 3. Sabah vakti akın edenlere!
> 4. Tozu dumana katanlara!
> 5. Derken bir topluluğun ortasına dalanlara!
> 6. Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür.
> 7. Ve şüphesiz, kendisi de buna şahittir.
> 8. Ve şüphesiz o, mal sevgisine de çok düşkündür.
> 9. Bilmez mi o, kabirlerde bulunanların ‘deşilip dışarı atılacağı’ zamanı?
> 10. Ve göğüslerde olanların (sırların) derlenip-toplanacağı zamanı?
> 11. Şüphesiz Rableri o gün onlardan elbette haberdardır.
> (Âdiyat, 100/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Atların Sadakatinden İnsanın Nankörlüğüne
Surenin belâgatı, müthiş bir zıtlık (mukabele) üzerine kuruludur. İlk beş âyetteki yeminler (Kasem), yeminin cevabı olan 6. âyetteki hükmün (insanın nankörlüğü) delilini hazırlar.

A. Yemin (Kasem) Bölümü: Canlı Tasvir Sanatı (Âyet 1-5)
Bu bölüm, Kur’ân’ın en canlı tasvirlerinden biridir. Allah Teâlâ, mücahidlerin atlarına (veya tefsirlerdeki diğer bir görüşe göre Hac kervanlarındaki develere) yemin ederken, muhatabı olayın içine çeken bir “ses” ve “görüntü” silsilesi kullanır:
* (وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا – Ve’l-‘âdiyâti dabhâ)
* (ضَبْحًا – Dabhâ): Bu kelime, surenin belâgat anahtarıdır. “Harıl harıl koşmak”tan öte, atların koşarken göğüslerinden çıkardıkları soluma sesini (hırıltı, nefes nefese kalma) tasvir eden ses taklidi (onomatopoeia) bir kelimedir. Allah Teâlâ, yemine bir ses ile başlayarak, muhatabın kulağını o savaş meydanına odaklar.
* (فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا – Fe’l-mûriyâti kadhâ)
* (فَ – Fe): Bu harf, “tertip ve ta’kîb” bildirir. Yani, hemen ardından manası verir.
* (قَدْحًا – Kadhâ): Çakmak, kıvılcım çıkarmak. O soluma sesinin hemen ardından, atların nallarının (veya taşlı arazide ayaklarının) yere vurmasıyla çıkan kıvılcımların görüntüsü gelir. Belâgat, sesten (dabhâ) görüntüye (kadhâ) intikal etmiştir.
* (فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا – Fe’l-muğîrâti subhâ)
* (فَ – Fe): Hız devam eder, hemen ardından…
* (صُبْحًا – Subhâ): “Sabah vakti.” O ses ve kıvılcımlar gecedir (karanlıkta belli olur). Baskın (İğâre) ise sabah vakti yapılır. O atlar bütün gece koşmuşlar, sabaha karşı düşmana akın etmişlerdir. Sahnenin zamanı ve faaliyeti (eylemi) netleşir.
* (فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا – Fe eserne bihî nak’â)
* (فَ – Fe): Hemen ardından…
* (نَقْعًا – Nak’â): “Toz, duman.” O hızlı akın neticesinde tozu dumana katarlar. Sahne, ses, kıvılcım ve tozdumanla tam bir kaos ve hareket tasvirine dönüşür.
* (فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا – Fe vesatne bihî cem’â)
* (فَ – Fe): Ve nihayet…
* (وَسَطْنَ – Vesatne): “Ortaladılar, tam ortasına daldılar.”
* (جَمْعًا – Cem’â): “Bir topluluk.”
* Belâgat Nüktesi (Tedrîc/Zirve): Yeminler, sesten (dabhâ) başlayıp, düşman topluluğunun tam ortasına (vesatne) dalışla zirveye ulaşır. Bu 5 âyet, sahibinin (veya Rabbinin emriyle cihad eden mücahidin) uğruna canını tehlikeye atan, soluğu kesilen, gece gündüz koşan atların muazzam itaatini, fedakârlığını ve sadakatini tasvir eder.

B. Yeminin Cevabı (Cevâbü’l-Kasem): İnsanın Hâli (Âyet 6-8)
Bu kadar ulvî bir sadakat tablosundan sonra, Allah Teâlâ bu yeminin cevabını, yani asıl davasını (iddiasını) beyan eder. Bu cevap, ilk bölümle tam bir zıtlık teşkil eder:
(إِنَّ الْإِNSَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ – İnne’l-insâne li-Rabbihî le-kenûd)
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): “Atlar”, sahiplerine bu kadar sadık ve fedakârken… “İnsan”, kendisini yaratan ve sayısız nimet veren Rabbine karşı (لَكَنُودٌ) “çok nankördür.”
* Kelime Seçimi (كَنُودٌ – Kenûd): Bu, surenin merkez kelimesidir. “Kenûd”, basit bir nankörlük değildir. Bu, nimeti inkâr eden, sürekli şikâyet eden, iyilikleri unutup kötülükleri sayan demektir. Arapçada (أَرْضٌ كَنُودٌ) “kenûd arazi”, üzerine yağmur yağmasına rağmen hiçbir bitki bitirmeyen çorak toprak demektir. İnsan da, üzerine yağan ilahî nimetlere rağmen şükür, ibadet, hayır bitirmeyen çorak bir toprak gibi nankördür.
* Tekit (Pekiştirme): Cümle, (إِنَّ) “İnne” ve (لَ) “Le” (Le-kenûd) olmak üzere iki adet kuvvetli pekiştirme edatıyla başlar. Bu, “insanın nankör olduğundan hiç şüphe yoktur” manasını verir.
(وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ – Ve innehu ‘alâ zâlike le-şehîd)
“Ve şüphesiz, kendisi de buna şahittir.”
* Nükte: Bu nankörlüğün (Kenûd) delili, insanın kendi vicdanıdır (vicdanî şahitlik).
(وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ – Ve innehu li-hubbi’l-hayri le-şedîd)
“Ve şüphesiz o, mal sevgisine de çok düşkündür.”
* Belâgat Nüktesi (Sebebin İzahı): Peki, insan neden bu kadar nankördür (Kenûd)? Çünkü (لِحُبِّ الْخَيْرِ) “mal sevgisine” (burada “Hayr” kelimesi mal, servet manasında kullanılmıştır) karşı (لَشَدِيدٌ) “çok şiddetli” bir tutkusu vardır.
* Zıtlık 2: İnsan, Rabbine (verene) karşı nankör (Kenûd), mala (verilene) karşı şiddetle tutkun (Şedîd). Bu iki kelime (Kenûd/Şedîd), insanın içindeki çarpıklığı ortaya koyar.

C. Tehdit ve Netice (Hesap Günü) (Âyet 9-11)
Sure, bu nankörlüğü ve mal hırsını (Kenûd ve Şedîd) tedavi edecek tek ilacı, yani âhiret hesabını hatırlatarak biter:
(أَفَلَا يَعْلَمُ…؟ – E fe lâ ya’lemu…?)
“Bilmez mi o…?”
* Nükte (İstifhâm-ı Tehdîd): Bu, cevap bekleyen bir soru değil, (Zilzâl Suresi’ndeki gibi) tehdit, azarlama ve hayret ifade eden bir sorudur. “Bütün bunları yaparken, o dehşetli günü bilmez mi?”
(إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ – İżâ bu’sira mâ fi’l-kubûr)
“Kabirlerde bulunanların ‘deşilip dışarı atılacağı’ (zamanı).”
* (بُعْثِرَ – Bu’sira): Bu kelime çok güçlüdür. Sadece “çıkarılmak” değil, altüst edilmek, deşilmek, içinin dışına çıkarılması demektir. Kabirlerin içindekileri fırlatmasıdır.
(وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ – Ve hussile mâ fi’s-sudûr)
“Ve göğüslerde olanların (sırların) derlenip-toplanacağı (zamanı).”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele): 9. âyet dışarıyı (kabirler), 10. âyet içeriyi (sudûr/göğüsler) anlatır. Kabirler deşilecek (Bu’sira), göğüslerdeki gizli niyetler, sırlar ve o “mal sevgisi” (hubbi’l-hayr) ortaya çıkarılacak/tasnif edilecek (Hussile).
(إِنَّ رَبَّهُم بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيرٌ – İnne Rabbehum bihim yevmeizin le-Habîr)
“Şüphesiz Rableri o gün onlardan elbette haberdardır.”
* Belâgat Hülâsası: Sure, (إِنَّ) “İnne” ve (لَّ) “Le” (Le-Habîr) ile, 6. âyettekine benzer kuvvetli bir tekit ile biter.
* Kelime Seçimi (خَبِيرٌ – Habîr): Allah (Âlim) değil, (Habîr) olduğunu söyler. “Habîr”, bir şeyin zâhirini (dışını) bilen (Âlim) değil, bâtınını (içini), en gizli sırlarını, en ince teferruatını bilen demektir.
* Mana: O gün Rableri, onların (Bihim) o gizledikleri nankörlüğün (Kenûd) ve mal hırsının (Şedîd) iç yüzünü, en ince ayrıntısıyla (Habîr) bilecektir.

Hülâsa
Âdiyat Suresi, atların sesiyle (Dabhâ) başlayan, kıvılcımıyla (Kadhâ) devam eden, tozuyla (Nak’â) ve merkeze dalışıyla (Vesatne) zirveye ulaşan bir sadakat tablosu çizer. Bu tablonun tam zıddına, insanın nankörlüğünü (Kenûd), mal hırsını (Şedîd) koyar. Tedavi olarak da, kabirlerin deşileceği (Bu’sira), sırların derleneceği (Hussile) ve Allah’ın her şeyin iç yüzünü bileceği (Habîr) o dehşetli günü hatırlatır.

9-KARİA SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kıyametin en sarsıcı isimlerinden birini taşıyan ve o günün dehşetini kelimelerin ses ahengine yansıtan Kâria Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, (Zilzâl) ve (Âdiyat) sureleri gibi, fonetik (ses) ve semantik (mana) uyumunun zirvede olduğu, muhatabı zihnen o dehşetli ânın içine çeken bir yapıya sahiptir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kâria Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Yürekleri hoplatan (kapıları çalan) o felâket!
> 2. Nedir o yürekleri hoplatan (kapıları çalan) felâket?
> 3. Yürekleri hoplatan (kapıları çalan) o felâketin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 4. O gün insanlar, etrafa saçılmış pervâneler gibi olacaklar.
> 5. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacak.
> 6. O gün kimin (sevap) tartıları ağır gelirse,
> 7. İşte o, hoşnut edici bir hayat içinde olur.
> 8. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse,
> 9. İşte onun anası (varacağı yer) Hâviye’dir.
> 10. Hâviye’nin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 11. O, kızgın bir ateştir.
> (Kâria, 101/1-11)
>
2. Belâgat Tahlili: Sarsıcı Sesten (Kâria) Korkunç Sığınağa (Hâviye)
Surenin belâgatı, o günün isminden başlayarak, o günde varlıkların nasıl değersizleştiğini gösterir ve neticeyi iki zıt akıbetle bağlar.

A. Dehşetin İsmi ve Ahengi: (الْقَارِعَةُ)
(الْقَارِعَةُ… مَا الْقَارِعَةُ… وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Kelime Seçimi): Surenin ismi olan (الْقَارِعَةُ – el-Kâria), o günün ismidir. (قَرَعَ) “Kara’a” fiili, sertçe vurmak, şiddetle çarpmak, kapıyı şiddetle çalmak, çekiçle vurmak demektir.
* Mana: Kıyamet (Kâria), sadece bir olay değil, kalplere ve kulaklara şiddetle vuran, insanı ani bir şokla sersemleten, dehşetli bir çarpma hadisesidir. Kelimenin (ق) “Kâf” ve (ر) “Râ” harflerinin ihtiva ettiği ses (fonetik) dahi bu vuruş ve çarpma sertliğini yansıtır.
* Belâgat Nüktesi 2 (Tekrar ve Tafhîm): (Kadir) suresinde gördüğümüz (وَمَا أَدْرَاكَ) “Sana ne bildirdi?” üslûbu burada da kullanılır (İstifhâm li’t-Tafhîm).
* (الْقَارِعَةُ) – “O dehşetli çarpma!” (Haber verilir).
* (مَا الْقَارِعَةُ) – “Nedir o çarpma?” (Muhatabın dikkati çekilir).
* (وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ) – “Sen o çarpmanın (dehşetinin) ne olduğunu idrak edemezsin!” (Hâdisenin azameti ve insan aklının aczi vurgulanır).
Bu üçlü silsile, manayı kademeli olarak yüceltir ve muhatabı dehşete hazırlar.

B. Teşbih Sanatı: Değerlerin Altüst Oluşu (Âyet 4-5)
O “Kâria” vurduğu an ne olacak? Sure, kâinattaki iki zıt varlığın (en hareketli/zayıf insan ve en sâbit/güçlü dağ) nasıl değersizleştiğini iki parlak teşbih (benzetme) ile tasvir eder:
* (يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ – Yekûnu-n nâsu ke’l-ferâşi’l-mebsûs)
* Teşbih (Benzetme): İnsanlar, (كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ) “etrafa saçılmış pervâneler (kelebekler)” gibi olacaklar.
* Belâgat Nüktesi: Bu teşbih harikadır. Pervâne (kelebek), zayıflığın, kaotik hareketin, yönsüzlüğün ve şuursuzca kendini ateşe atmanın sembolüdür. (الْمَبْثُوثِ) “Mebsûs” kelimesi ise darmadağınık saçılmış demektir. O gün, yeryüzünün efendisi zannedilen insan, (Zilzâl Suresi’ndeki gibi ‘eştâten’ – gruplar halinde değil) burada daha da beter bir halde, çaresiz, yönsüz, zayıf ve şuursuz bir kelebek sürüsü gibi kaosa sürüklenecektir.
* (وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ – Ve tekûnu-l cibâlu ke’l-‘ihni’l-menfûş)
* Teşbih (Benzetme): Dağlar, (كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ) “atılmış (didilmiş) renkli yünler” gibi olacaklar.
* Belâgat Nüktesi: Bu, bir önceki âyetle müthiş bir zıtlık oluşturur. İnsan zayıflığın sembolü (kelebek) gibi olurken; sabitliğin, ağırlığın ve gücün sembolü olan dağlar (الجِبَال), (الْعِهْنِ) “el-‘İhn” (renkli, boyalı yün) gibi olur. (الْمَنفُوشِ) “Menfûş” ise, didiklenmiş, kabartılmış, havada uçuşan yün demektir.
* Hülâsa: O “Kâria” vurduğunda, en güçlü ve ağır olan (dağlar), en hafif ve değersiz şeye (uçuşan yün tiftiği) dönüşür.

C. Akıbet: İki Zıt Sonuç (Âyet 6-11)
Kâinattaki bu fizikî altüst oluştan sonra, manevî altüst oluş, yani hesap başlar. Belâgat, burada keskin bir mukabele (karşılaştırma) sanatına döner:
* Ağır Gelen (Sevâp): (فَأَمَّا مَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ) “Kimin tartıları ağır (sakîl) gelirse…”
* Netice: (فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَّاضِيَةٍ) “O, hoşnut edici (râdiye) bir hayat içindedir.”
* Nükte: “Hoşnut olduğu” bir hayat değil, (رَّاضِيَةٍ) “Râdiye” yani hayatın/yaşayışın bizzat kendisinin razı ve hoşnut olduğu bir mükemmellik seviyesi.
* Hafif Gelen (Günah): (وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ) “Kimin tartıları hafif (haffet) gelirse…”
* Netice: (فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ) “Onun anası (sığınağı) Hâviye’dir.”

D. Belâgatin Zirvesi: (فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ)
Bu âyet (Âyet 9), Kur’ân’daki en dehşet verici belâgat tasvirlerinden biridir.
* (أُمُّهُ – Ummuhu): “Onun anası…” (أُمّ) “Umm” (ana), bir insanın sığınağı, korunağı, şefkat bulduğu, ait olduğu, zor anında döndüğü yerdir.
* (هَاوِيَةٌ – Hâviye): Cehennemin isimlerindendir. (هَوَى) “Hevâ” kökünden gelir; uçurum, derin çukur, düşülen yer, dipsiz kuyu demektir.
* Belâgat Nüktesi (İstiare/Teşbih-i Belîğ): Âyet, o gün tartısı hafif gelenin tek sığınağının, tek barınağının, tek “ana kucağının” o dipsiz uçurum (Hâviye) olduğunu söyler. Bu, sığınak (Umm) ile yok oluşun (Hâviye) birleştirildiği korkunç bir tasvirdir. O, ateşten başka sığınacak bir “ana” bulamayacaktır.
* (وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ – Ve mâ edrâke mâ hiyeh?)
Soru kalıbı (İstifhâm li’t-Tafhîm) burada bir kez daha, bu sefer “Hâviye” için kullanılır. “Sen o (hiyeh) nedir bilemezsin!”
* (نَارٌ حَامِيَةٌ – Nârun hâmiyeh)
Cevap gelir: “Kızgın (Hâmiye) bir ateştir.” (نَارٌ) “Nâr” kelimesinin nekre (belirsiz) gelmesi, “Bildiğiniz gibi bir ateş değil, azameti ve dehşeti kavranamaz bir ateş” manasını pekiştirir.

Hülâsa
Kâria Suresi, kulakları ve kalpleri çarpan (Kâria) bir sesle başlar. O sarsıntıda insanın kelebek (Ferâş), dağların yün (‘İhn) gibi değersizleştiğini tasvir eder. Sonunda, tartıları ağır gelenlerin razı (Râdiye) bir hayata; hafif gelenlerin ise sığınacakları tek ananın (Umm) o dipsiz uçurum (Hâviye) olduğunu ilan ederek, muhatabın zihnini dehşet içinde bir neticeyle baş başa bırakır.

 

10-TEKASÜR SURESİ VE BELÂĞATI

İnsanoğlunun dünyaya dalışını ve bu dalışın kaçınılmaz akıbetini sarsıcı bir üslupla beyan eden Tekâsür Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, gaflet içindeki insana yönelik kademeli bir tehdit ve yükselen bir ikaz silsilesidir. Sure, yumuşak bir teşhis ile başlar ve mutlak bir hesap sorgulamasıyla sona erer.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tekâsür Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Çoklukla övünmek sizi, oyalayıp-kendinizden geçirdi.
> 2. O kadar ki (bu gaflet içinde) kabirleri ziyaret ettiniz.
> 3. Hayır! Yakında bileceksiniz!
> 4. Hayır! Hayır! Elbette yakında bileceksiniz!
> 5. Hayır! Eğer kesin bir bilgi ile bilmiş olsaydınız (böyle yapmazdınız).
> 6. Andolsun, o cehennemi mutlaka göreceksiniz.
> 7. Yine andolsun, onu gözünüzle (bizzat) kesin olarak göreceksiniz.
> 8. Sonra o gün, andolsun, (size verilen) her nimetten sorguya çekileceksiniz.
> (Tekâsür, 102/1-8)
>
2. Belâgat Tahlili: Gafletten Yüzleşmeye Kademeli İkaz
Surenin belâgatı, insanı gaflet uykusundan (Âyet 1-2) sarsarak (Âyet 3-4), yakînî (kesin) bir bilgiye (Âyet 5), oradan yakînî bir görüşe (Âyet 6-7) ve nihayet kaçınılmaz bir hesaba (Âyet 8) doğru adım adım taşır.

A. Gafletin Teşhisi: (أَلْهَاكُمُ) ve (التَّكَاثُرُ)
(أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ – Elhâkumu-t tekâsur)
“Çoklukla övünmek sizi oyaladı.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Kelime Seçimi): (أَلْهَاكُمُ – Elhâkum) fiili, surenin temelini oluşturur. (لَهْو) “Lehv”, basit bir meşguliyet değildir. Bir kimseyi asıl ve mühim gayesinden alıkoyan, onu oyalayan, unutturan, gaflete düşüren faydasız bir meşguliyettir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (التَّكَاثُرُ – Et-Tekâsur) kelimesi, (كَثُرَ) “kesura” (çok olmak) kökündendir. (تَفَاعُل) “Tefâ’ul” kalıbı, bu fiili müşterek (karşılıklı) ve gayretkeşlik içinde yapar.
* Hülâsa: Mana şu olur: “Ey insanlar! Sizi (Allah’a kulluk, âhiret hazırlığı gibi) asıl gayenizden alıkoyan şey, mal, evlat, makam, kabile çokluğuyla birbirinize karşı övünme yarışınız oldu.” Bu iki kelime, modern dünyanın “tüketim”, “rekabet” ve “daha fazlasına sahip olma” yarışının bin dört yüz sene önceki mükemmel tasviridir.

B. Gafletin Sınırı: (زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ)
(حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ – Hattâ zurtumu-l mekâbir)
“O kadar ki kabirleri ziyaret ettiniz.”
* Belâgat Nüktesi (İstiare/Mecâz): Bu âyet, belâgatın zirvelerindendir. Âyet, (حَتَّى مِتُّمْ) “Hattâ mittum” (Ölünceye kadar) demez. (زُرْتُمُ) “Zurtum” (Ziyaret ettiniz) der.
* Mana 1 (Zâhirî): “Oyalama” o kadar ileri gitti ki, kabirlerinize girinceye, yani ölünceye kadar devam etti.
* Mana 2 (Bâtınî/Belâgî): (زِيَارَة) “Ziyaret”, geçici bir eylemdir. Ziyaretçi, ziyaret ettiği yerde ebedî kalmaz, oradan ayrılıp asıl yurduna döner. Allah Teâlâ, “ölüm” hadisesini ve “kabir” hayatını bir ziyaret olarak isimlendirerek, kabrin son durak olmadığını, onun sadece âhiret yurduna geçişte geçici bir bekleme yeri olduğunu en beliğ şekilde ifade eder.
* Ironi: Onlar dünyada (Tekâsür) çoklukla övünüyorlardı; şimdi ise kabirde teklik içinde (ziyaretçi) oldular.

C. Kademeli Tehdit: (كَلَّا سَوْفَ… ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ…)
Bu iki âyet (3-4), gaflet uykusuna (Elhâkum) karşı ilk tokat gibidir.
(كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ – Kellâ sevfe ta’lemûn)
(ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ – Sümme kellâ sevfe ta’lemûn)
* Belâgat Nüktesi 1 (Reddiye): (كَلَّا – Kellâ) “Hayır! (Sandığınız gibi değil!)” Bu, onların gaflet içindeki hayat felsefelerini (Tekâsür) kökten reddeden, kesin ve sert bir uyarıdır (zecr).
* Nükte 2 (Tekrar ve Kademeleşme): (سَوْفَ تَعْلَمُونَ) “Yakında bileceksiniz!” ifadesinin tekrarı, basit bir pekiştirme değildir.
* Birincisi (sevfe ta’lemûn), ölüm anında (ziyaret başladığında) bileceklerini ifade eder.
* İkincisi (Sümme… sevfe ta’lemûn), “Sümme” (Sonra) edatıyla, daha sonra, yani kabirde ve mahşerde bileceklerini ifade eder.
* Bu tekrar, tehdidin ciddiyetini ve azabın kademeli olarak yaklaşmakta olduğunu gösterir.

D. Yüzleşmenin Seviyeleri: İlim’den Görmeye
(كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ – Kellâ lev ta’lemûne ‘ilme-l yakîn)
“Hayır! Eğer ‘İlme’l-Yakîn’ (kesin bir bilgi) ile bilmiş olsaydınız (böyle yapmazdınız).”
* Nükte: Bu âyet, (Tekâsür) gafletinin sebebini açıklar: Kesin bilginin (İlme’l-Yakîn) yokluğu. Eğer onlar, âhireti kitaplardan veya peygamberden duyarak (İlme’l-Yakîn) seviyesinde dahi bilselerdi, o oyalanmaya (Elhâkum) düşmezlerdi.
(لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ – Le teravunne-l cahîm)
(ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ – Sümme le teravunnehâ ‘ayne-l yakîn)
* Belâgat Nüktesi (Kasem/Yemin): Bu iki âyetteki (لَ…نَّ) “Le…nne” (Le-teravunne) kalıbı, Arapçadaki en kuvvetli yemin formudur (Kasem-i Mukadder). “Andolsun ki, muhakkak ve muhakkak göreceksiniz!”
* Nükte 2 (Yakînin Kademeleri): Sure, şimdi bilmekten (İlme’l-Yakîn) görmeye geçer:
* (لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ): “Cehennemi (uzaktan) göreceksiniz.” Bu, mahşer meydanında herkesin göreceği ilk bakıştır.
* (ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ): “Sonra onu ‘Ayne’l-Yakîn’ (gözün bizzat görmesiyle elde edilen kesinlik) ile göreceksiniz.” Bu, artık inkârı mümkün olmayan, bizzat içine girildiğinde veya kenarına gelindiğinde hasıl olan görerek bilme seviyesidir.
* (Tekâsür) gafleti, bilgisizlikten (İlme’l-Yakîn yokluğu) kaynaklanıyordu; akıbeti ise bizzat görmek (Ayne’l-Yakîn) oldu.

E. Nihâî Hesap: (ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ – Sümme le tus’elunne yevmeizin ‘ani-n na’îm)
* Belâgat Nüktesi (Kasem): Sure, (لَتُسْـَٔلُنَّ) “Le-tus’elunne” ifadesiyle bir en kuvvetli yemin ile daha biter. “Andolsun ki, muhakkak ve muhakkak sorguya çekileceksiniz!”
* Nükte (Mukabele/Ironi): Surenin başındaki (التَّكَاثُرُ) “Et-Tekâsur” (Çoklukla övünme), surenin sonunda (النَّعِيمِ) “En-Na’îm” (Nimet) olarak karşımıza çıkar.
* Mana: Sizi oyalayan (Elhâkum) o çokluk yarışı (Tekâsür) vardı ya… İşte o yarışta elde ettiğiniz her bir nimetten (Na’îm) —sağlıktan, zamandan, maldan, içtiğiniz soğuk sudan— hesaba çekileceksiniz.
* Hülâsa: İnsanın gafletinin sebebi (dünyevî nimet çokluğu), âhirette hesabının sebebi olacaktır. Bu, surenin başı ile sonu arasındaki müthiş bir belâgat bağıdır.

Hülâsa
Tekâsür Suresi, insanı (Elhâkum) “oyalayan” ve çoklukla övünme (Tekâsür) hastalığını teşhis ederek başlar. Bu gafletin ölüme kadar (Zurtum) sürdüğünü belirtir. (Kellâ) diyerek bu gafleti reddeder. (Sevfe ta’lemûn) ile tehdit eder. Sonra (İlme’l-Yakîn) seviyesinden (Ayne’l-Yakîn) seviyesine, yani bilmekten görmeye geçirir. Ve son olarak, övündükleri o her nimetten (Na’îm) mutlak surette (Le-tus’elunne) hesaba çekileceklerini ilan ederek gaflet perdesini tamamen yırtar.

 

11-ASR SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en veciz (özlü), en cami (kapsamlı) ve mana bakımından en yoğun surelerinden biri olan Asr Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Merhum İmam Şâfiî’nin (r.a.) bu sure hakkındaki, “Eğer Kur’ân’dan başka hiçbir sure nazil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr Suresi bile insanların dünya ve âhiret saadetlerini temine yeterdi. Bu sure, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerini ihtiva eder” şeklindeki meşhur sözü, bu surenin belâgat ve muhteva yoğunluğunun en büyük delilidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Asr Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Asra yemin olsun ki,
> 2. İnsan gerçekten ziyandadır.
> 3. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.
> (Asr, 103/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Hüsranın Evrenselliği ve Kurtuluşun Dört Şartı
Surenin belâgatı, muazzam bir yemini (Kasem), en keskin hükmü (Cevâbü’l-Kasem) ve bu hükümden kurtulmanın yegâne yolunu (İstisna) üç kısa âyete sığdırmasında yatar.

A. Yeminin (Kasem) Belâgatı: (وَالْعَصْرِ)
(وَالْعَصْرِ – Ve’l-‘Asr)
“Asra yemin olsun ki,”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): Allah Teâlâ neden (الْعَصْرِ) “Asr”a yemin etmiştir? Bu kelime, çok katmanlı bir manaya sahiptir:
* Mutlak Zaman: En yaygın manasıyla zaman, çağ, devir. İnsanlığın bütün tarihini ifade eder.
* İkindi Vakti: Günün sonu, güneşin batmaya yaklaştığı, günlük faaliyetlerin sonunun geldiği vakit.
* Sıkmak/Öz (Asıl): (عَصَرَ) “Asara” fiili, sıkıp suyunu çıkarmak demektir (Meyve suyu için ‘asîr’ denir).
* Belâgat Hülâsası: Allah Teâlâ, bu yeminle sanki şöyle buyurmaktadır:
* “Ey insan! Senin bütün hayatının, kârının ve zararının (ziyanının) içinde cereyan ettiği Zaman’a (Tarih’e) yemin ederim ki…”
* “Ey insan! Ömrünün sonunun yaklaştığı ikindi vaktine (günün sonuna) yemin ederim ki (vaktin daralıyor) …”
* “İnsanların iyisinin kötüsünün, adeta sıkılıp özünün (aslının) ortaya çıkarıldığı o imtihan zamanına yemin ederim ki…”
Bütün bu manalar, hemen sonra gelecek olan dehşetli hükmün (ziyan) şahidi ve zeminidir. Zaman, insanlığın hüsranına şahitlik etmektedir.

B. Yeminin Cevabı (Hüküm)اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ
(اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ İnne’l-insâne lefî husr)
“İnsan gerçekten ziyandadır.”
Bu, yeminin cevabıdır ve Kur’ân’daki en keskin, en kapsamlı hükümlerden biridir. Belâgatı, üç unsurdadır:
* Çifte Tekit (Pekiştirme): Âyet, “İnsan ziyandadır” demez. (إِنَّ) “İnne” (Şüphesiz) ve (لَفِي) “Le-fî” (muhakkak içindedir) edatlarıyla, iki katlı ve en kuvvetli pekiştirme ile başlar. Bu, hükmün kesin, mutlak ve şüphe götürmez olduğunu ilan eder.
* Kapsam (الْاِنْسَانَ – el-İnsân): Âyet (إِنْسَانًا) “bir insan” (nekre) demez. (الْ) “el-” takısı ile (الْاِنْسَانَ) “el-İnsân” (marife) der. Bu, “Cins” ifade eder. Yani, insan türünün tamamı, bütün insanlık bu hükme dâhildir. Hiç kimse dışarıda değildir.
* Hüsranın (Ziyan) Derinliği (لَفِي خُسْرٍ – Lefî Husr):
* Âyet, “İnsan zarar EDENDİR” (إِاِنَّ الْاِنْسَانَ لَخَاسِرٌ – le-hâsirun) demez.
* “İnsan, ziyanın İÇİNDEDİR” (لَفِي خُسْرٍ – lefî husr) der.
* (خُسْرٍۙ) “Husr”, ziyanın, iflasın, mahvoluşun ta kendisidir (isim halidir). (فِي) “Fî” (içinde) harf-i cerri ise, batmışlık, kuşatılmışlık (zarfiyyet ve istiğrâk) ifade eder.
* Belâgat Nüktesi: Mana şudur: İnsan, sadece ara sıra ziyan eden bir varlık değildir. Aksine, o (varsayılan haliyle) ziyanın tam ortasında, hüsranın içinde boğulmakta olan bir varlıktır. Ziyan onu her taraftan kuşatmıştır.

C. İstisna (Kurtuluş Reçetesi): (إِلَّا الَّذِينَ…)
Bu dehşetli, kuşatıcı ve evrensel (cihan şümul) hüsran hükmünden (لَفِي خُسْرٍ) sonra, tek bir kurtuluş kapısı (istisna) açılır:
(إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ)
* Belâgat Nüktesi (Dört Şart): Bu istisna, belâgat açısından bir bütündür. Kurtuluş, bu dört şartın tamamının yerine getirilmesine bağlıdır. Biri eksik olursa, insan (لَف۪ي خُسْرٍۙ) “ziyanın içinde” kalmaya devam eder.
* (آمَنُوا – Âmenû / İman Edenler): Kurtuluşun temeli ve köküdür. Hüsrandan (ziyan) çıkışın ilk adımı, o hüsranı yaratan gafletten uyanıp Allah’a, âhirete ve rükünlere iman etmektir. Bu, işin dahilî ve nazarî (teorik) boyutudur.
* (وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – Ve ‘Amilu-s Sâlihât / Sâlih Ameller İşleyenler): İmanın ispatı ve faaliyetidir. İman, kalpte gizli bir iddia olarak kalamaz; sâlih (iyi, doğru, yapıcı) amellerle zâhire (dışa) yansımak zorundadır. Bu, işin zâhirî ve amelî boyutudur. (İman ve Amel, şahsî kurtuluşun temelidir.)
* (وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ – Ve Tevâsav bi’l-Hakk / Hakkı Tavsiye Edenler):
* Nükte (Tefâ’ul Kalıbı): Âyet “Hakkı emredenler” (أمروا) demez. (تَوَاصَوْا) “Tevâsav” (Vasiyetleşenler) der. Bu (تَفَاعُل) “Tefâ’ul” kalıbı, müştereklik, karşılıklılık ifade eder.
* Mana: Kurtuluş, sadece şahsî (iman ve amel) değildir; aynı zamanda içtimaîdir (sosyal). Mü’minler, karşılıklı olarak birbirlerine Hakk’ı (Tevhid’i, Kur’ân’ı, doğruyu) tavsiye etmek, adeta vasiyet eder gibi hatırlatmak zorundadırlar.
* (وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ – Ve Tevâsav bi’s-Sabr / Sabrı Tavsiye Edenler):
* Belâgat Nüktesi (Zorunlu Sonuç): Neden dördüncü bir şart daha var? Çünkü (وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ) “Hakkı tavsiye etme” faaliyeti, kaçınılmaz olarak zorluk, meşakkat, direniş ve eziyetle karşılaşacaktır.
* Mana: Üçüncü şartı (Hakkı tavsiye) yerine getirmenin bedelini ödeyebilmek için dördüncü şarta (Sabrı tavsiye) ihtiyaç vardır. Bu iki “karşılıklı tavsiye”, birbirinden ayrılmaz. Mü’minler hem Hakk’ı ayakta tutacaklar hem de bu yolda birbirlerine tahammülü, direnmeyi ve sabrı vasiyet edeceklerdir.

Hülâsa
Asr Suresi, (Asr) kelimesiyle zamanı şahit tutarak, (İnne/Le-fî) pekiştirmeleriyle insanlığın (el-İnsân) mutlak bir ziyanın içinde boğulmakta olduğunu (fî Husr) ilan eder. Ardından, bu evrensel (cihan şümul) iflastan kurtuluşun tek reçetesini dört maddelik ayrılmaz bir bütün olarak sunar: Şahsî kemâlât (İman ve Amel) ve İçtimaî (Sosyal) vazife (Hakkı ve Sabrı karşılıklı tavsiye etmek). Bu, Kur’ân’ın tamamının üç âyetlik bir hülâsasıdır (özetidir).

 

12- HÜMEZE SURESİ VE BELÂĞATI

 

İnsan karakterindeki en yıkıcı ahlâkî hastalıklardan ikisini (alaycılık ve servet kibri) ve bu hastalıkların kaçınılmaz akıbetini tasvir eden Hümeze Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, kelime seçimindeki (lafzî) şiddet ile, o kelimelerin işaret ettiği manevî (azap) şiddet arasında korkutucu bir paralellik kurar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Hümeze Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan herkesin vay haline!
> 2. O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.
> 3. O, malının kendisini ebedîleştirdiğini sanır.
> 4. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.
> 5. Hutame’nin ne olduğunu sen ne bileceksin!
> 6. O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.
> 7. Ki o (ateş), kalplerin ta üstüne çıkar.
> 8. Şüphesiz o (ateş), onların üzerine kilitlenecektir.
> 9. (Onlar) uzatılmış direklere (bağlanmışlar)dır.
> (Hümeze, 104/1-9)
>
2. Belâgat Tahlili: Karakterin Alçalmasından Azabın Yükselmesine
Surenin belâgatı, üç aşamalıdır: 1) Suçun ve suçlunun karakterinin tasviri (1-3), 2) Bu karakterin zannının (yanılmasının) reddi ve cezanın ilanı (4-5), 3) Cezanın dehşet verici mahiyetinin tasviri (6-9).

A. Suçun Teşhisi: (هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ)
(وَيْلٌ لِّكُلِّ هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ – Veylun li kulli humezetin lumezeh)
* Belâgat Nüktesi 1 (Giriş): Sure (وَيْلٌ – Veyl) ile başlar. Bu, “yazıklar olsun”dan öte, şiddetli bir tehdit, helâk olma uyarısı, Cehennem’deki bir vadinin adı olarak tefsir edilen, en ağır kınama ifadelerinden biridir.
* Nükte 2 (Sîga-i Mübâlağa): Âyetin merkezi (هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ) “Hümeze-Lümeze”dir. Bu iki kelime de “Sîga-i Mübâlağa”dır (İsim-fiilin abartı/yoğunluk kalıbı).
* Bu kalıp, o fiili ara sıra yapanı değil, o fiili iş edinmiş, karakteri haline getirmiş, sürekli yapanı (profesyonel alaycıyı) ifade eder.
* Nükte 3 (Kelime Farkı): Bu iki kelime eş anlamlı değildir:
* (هُمَزَةٍ – Hümeze): Aslı (هَمْز) “Hemz”, kırmak, ezmek, dürtmek demektir. İnsanları alenen, yüzlerine karşı ayıplayan, fiziksel olarak (elle, kolla) taklit eden, “kıran” kişidir. Bu, zâhirî bir saldırıdır.
* (لُّمَزَةٍ – Lümeze): Aslı (لَمْز) “Lemz”, gizlice, kaş-göz işaretiyle ayıplamak, gıybet etmek, arkadan çekiştirmek demektir. Bu, dahilî ve sinsice bir saldırıdır.
* Belâgat Hülâsası: Allah Teâlâ, bu iki mübalağalı kelimeyi ve onların ses (fonetik) ahengini kullanarak, insanların şeref ve haysiyetini hem zâhiren hem bâtınen (içten), hem gizli hem açık yok etmeyi karakter edinmiş kişileri lanetler.

B. Suçun Motivasyonu ve Yanılması (Âyet 2-3)
Peki, bu (Hümeze-Lümeze) karakterinin motivasyonu, bu kibrin kaynağı nedir?
(الَّذِي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ – Elleżî ceme’a mâlen ve ‘addedehu)
“O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Seçimi): (جَمَعَ) “Ceme’a” (topladı) fiilinden sonra gelen (وَعَدَّدَهُ) “ve ‘addedehu” (ve onu saydı) fiili, “tef’îl” kalıbındadır. Bu kalıp, tekrar ve yoğunluk bildirir.
* Mana: O, malı sadece kazanıp saymamıştır. O, malı tekrar tekrar sayar, onu saymaktan zevk alır, onu temel faaliyeti haline getirir. Mal, onun için bir araç değil, bir gaye olmuştur.
(يَحْسَبُ أَنَّ مَالَهُ أَخْلَدَهُ – Yahsabu enne mâlehû ahledehu)
“O, malının kendisini ebedîleştirdiğini sanır (hesap eder).”
* Belâgat Nüktesi (Yanılma): İşte hastalığın aslı budur. (يَحْسَبُ) “Yahsabu” (sanır, zanneder). Bu, bir bilgi değil, bir zandır, bir yanılmadır. O, (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) malın (Tekâsür) kendisine ebedîlik (Huld) vereceğini (أَخْلَدَهُ) zannetmiştir. Bu kibir (Hümeze-Lümeze), bu mal yığma (Ceme’a) faaliyetinin temelindeki yanlış inanç budur.

C. Reddiye ve Korkunç Mukabele (Zıtlık) (Âyet 4-5)
Allah Teâlâ, bu (يَحْسَبُ) “sanısını” tek bir kelimeyle yıkar:
(كَلَّا لَيُنبَذَنَّ فِي الْحُطَمَةِ – Kellâ le yunbezenne fi’l-Hutameh)
* Belâgat Nüktesi 1 (Reddiye): (كَلَّا – Kellâ) “Hayır! (Asla sandığı gibi değil!)” Bu, o sanıyı (yanılmayı) kökten reddeden, kesip atan bir tokattır.
* Nükte 2 (Mukabele/Zıtlık): Surenin belâgat zirvesi, (جَمَعَ) “Ceme’a” (Toplamak) fiili ile (لَيُنبَذَنَّ) “Le yunbezenne” (Atılacak) fiili arasındadır.
* O, hayatı boyunca değer vererek (جَمَعَ) “toplamıştı”.
* Allah ise onu, (نَبَذَ) “Nebze” (değersiz bir şeyi, çerçöpü fırlatıp atmak) fiiliyle fırlatıp atacaktır.
* (لَيُنْبَذَنَّ) “Le-yunbezenne” kalıbı, (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) en kuvvetli yemin (Kasem) formudur. “Muhakkak ve muhakkak fırlatılıp atılacaktır.”
* Nükte 3 (İsim Seçimi): Nereye atılacak? (الْحُطَمَةِ – El-Hutamah).
* Bu isim, (حَطَمَ) “Hatame” (kırmak, ezmek, parçalamak, un ufak etmek) kökündendir. Bu da bir mübalağa sîgasıdır. (Hutamah), içine atılan her şeyi kırıp paramparça eden şey demektir. O (Hümeze) nasıl insanların şerefini kırıp ezdiyse, (Hutamah) da onu kırıp ezecektir. Suç ve ceza arasında müthiş bir uygunluk vardır.
* Nükte 4 (Tafhîm/Yüceltme): (وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحُطَمَةُ) “Sen o Hutame’nin ne olduğunu ne bileceksin!” Bu (Kadir, Kâria) surelerinde gördüğümüz, azabın dehşetini insan idrakinin kavrayamayacağını belirten azamet üslûbudur.

D. Azabın Mahiyeti: Dahilî Azap (Âyet 6-9)
(Hutamah) nedir? Cevap gelir:
(نَارُ اللَّهِ الْمُوقَدَةُ – Nâru-llâhi’l-mûkade)
“O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.”
* Belâgat Nüktesi (İzafet): O, herhangi bir ateş değildir. (نَارُ اللَّهِ) “Nâru-llâh” (Allah’ın Ateşi) olarak bizzat Allah’a izafe edilmiştir. Bu, onun dehşetini ve mahiyetinin farklılığını gösterir. O, (الْمُوقَدَةُ) “Mûkade”dir, yani sürekli tutuşturulan, alevi körüklenen bir ateştir.
(الَّتِي تَطَّلِعُ عَلَى الْأَفْئِدَةِ – Elletî tattali’u ‘ale’l-ef’ideh)
“Ki o (ateş), kalplerin ta üstüne çıkar (nüfuz eder).”
* Belâgat Nüktesi (Zirve): Bu, surenin en korkutucu tasviridir. Dünyadaki ateş zâhirîdir (dışsaldır), bedene (cesede) temas eder. Ama Allah’ın Ateşi (Nâru-llâh), (تَطَّلِعُ) “tattali’u” (tırmanır, yükselir, nüfuz eder) ve (الْأَفْئِدَةِ) “el-Ef’ideh”ye (Fuâd’ın/Kalbin çoğulu) ulaşır.
* Nükte (Adalet): Neden kalplere? Çünkü suçun aslı oradaydı. O (Hümeze-Lümeze) fiillerinin motivasyonu olan kibir, (Ceme’a) fiilinin motivasyonu olan mal sevgisi (Yahsabu enne mâlehû ahledehu) ve nankörlük, hep (الْأَفْئِدَةِ) “Ef’ideh”nin (gönlün/kalbin) içindeydi.
* Hülâsa: Suç dahilî (içsel) olduğu için, ceza da dahilîdir. Ateş, günahın başladığı merkeze, yani kalbin özüne nüfuz eder.
(إِنَّهَا عَلَيْهِم مُّؤْصَدَةٌ…ف۪ي عَمَدٍ مُمَدَّدَةٍ)
* Belâgat Nüktesi (İhbâk/Kuşatma): Azap sadece içten değildir, dıştan da kuşatıcıdır. (مُّؤْصَدَةٌ) “Mu’sade”, kapıları sımsıkı kilitlenmiş, kapatılmış demektir. (ف۪ي عَمَدٍ مُمَدَّدَةٍ) “Uzatılmış direkler/sütunlar.”
* Mana: Bu, mutlak bir kuşatılmışlığı ve ebedî bir ümitsizliği tasvir eder. O ateş (Hutamah), hem içten (Ef’ideh) yakar, hem de dıştan (Mu’sade) kilitlenmiştir; kaçış imkânsızdır.

Hülâsa
Hümeze Suresi, (Hümeze-Lümeze) kelimelerinin ses ahengiyle karakterin çirkinliğini ortaya koyar. Bu karakterin mal toplama (Ceme’a) fiilini ve ebedîlik sanısını (Yahsabu) teşhis eder. Bu sanıyı (Kellâ) diyerek yıkar ve değerli topladığını zannedenin, değersizce atılacağını (Le yunbezenne) ilan eder. Atıldığı yerin (Hutamah) sadece bedeni değil, günahın merkezi olan kalbi (Ef’ideh) yakan bir ateş olduğunu ve bu azabın mutlak bir kuşatma (Mu’sade) ile son bulduğunu beyan eder.

13-FİL SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) doğumundan hemen önce vuku bulan ve Kâbe’nin ilahî muhafazasını gösteren tarihî bir hâdiseyi anlatan Fîl Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, muhatabın (Hz. Peygamber s.a.v. ve Kureyş) bizzat bildiği, yaşadığı veya tecrübe ettiği (veya hemen önceki nesilden tevatüren duyduğu) çok yakın bir hâdiseyi hatırlatarak, Allah’ın kudretini ve Beyt’inin (Kâbe’nin) şerefini en veciz şekilde ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Fîl Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?
> 2. Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
> 3. Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi.
> 4. “Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi.”
> 5. Sonunda onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.
> (Fîl, 105/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Yakın Tarihten Gelen Mutlak İhtar
Surenin belâgatı, muhatabın inkâr edemeyeceği bir hâdiseyi “soru” formatında sunarak, onu bu hâdisenin Fâilini (Yapanı) ikrar etmeye mecbur bırakır.

A. Soru Sanatı ve Muhatap: (أَلَمْ تَرَ)
(أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِIL – E lem tera keyfe fe’ale Rabbuke bi Ashâbi’l-Fîl)
“Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı?”
* Belâgat Nüktesi 1 (İstifhâm-ı Takrîrî): Bu, cevap bekleyen bir soru (İstifhâm-ı Hakîkî) değildir. Bu, muhatabı ikrar ettirmeye, onaylatmaya yönelik bir sorudur (İstifhâm-ı Takrîrî). Manası şudur: “Elbette gördün ve biliyorsun!”
* Nükte 2 (Hitap): Hitap doğrudan Peygamber Efendimiz’edir (s.a.v.). O, bu olayın olduğu “Fil Yılı”nda dünyaya gelmiştir. Hâdise o kadar taze, o kadar meşhurdur ki, Kureyşliler tarih başlangıcını o yıla göre yapmaktadır. Dolayısıyla “Görmedin mi?” ifadesi, gözle görmek kadar kesin bilgiyle bilmek (görmüş gibi bilmek) manasındadır.
* Nükte 3 (İsimlendirme): Düşman ordusu, komutanının (Ebrehe) veya milletinin (Habeş) ismiyle değil, o ordunun en belirgin ve Araplar için en tuhaf unsuru olan (الْف۪يلِۜ – el-Fîl) “Fil” ile isimlendirilmiştir.
بِاَصْحَابِ الْف۪يلِۜ
Ashâb-ı Fîl) “Fil Sahipleri.” Bu isimlendirme, hâdisenin olağanüstü yönünü ve Arapların hafızasındaki en çarpıcı imgesini öne çıkarır.

B. Planın Başarısızlığı: تَضْل۪يلٍۙ
(أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِIL – E lem yec’al keydehum fî tadlîl)
“Onların tuzağını (planını) boşa çıkarmadı mı?”
* Belâgat Nüktesi (Kelime Seçimi): (كَيْدَهُمْ – Keydehum) “Onların tuzağı/planı.” Bu ifade, Ebrehe’nin ordusunun sadece fizikî bir güç değil, aynı zamanda Kâbe’nin itibarını yıkmaya yönelik sinsî bir plan, bir hile (keyd) taşıdığını gösterir.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (تَضْل۪يلٍۙ – Tadlîl). “Dalâlet” kökündendir. Saptırmak, boşa çıkarmak, hedefini kaybettirmek, yok etmek demektir. Allah, onların o muazzam (filli) ordusunu ve planını (keyd) hedefine ulaşamadan saptırmış, boşa çıkarmış, etkisiz hale getirmiştir.
* Bu âyet de (أَلَمْ) “E lem…” (yapmadı mı?) şeklinde, bir önceki âyet gibi ikrar ettirme maksatlı bir sorudur. “Elbette boşa çıkardı!”
C. Helâk Vasıtası: (طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ)
(وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ – Ve ersele ‘aleyhim tayran ebâbîl)
“Ve üzerlerine (طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ) sürü sürü kuşlar gönderdi.”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Surenin belâgat zirvesi buradadır.
* Gelen Ordu: Yeryüzünün en büyük, en ağır, en ürkütücü kara hayvanını (Fil) öne süren muazzam bir ordu.
* Gönderilen Ordu: Gökyüzünün en küçük, en zayıf varlıklarından olan (طَيْرًا) “Kuşlar”.
* Allah Teâlâ, yeryüzünün en büyüğünü, gökyüzünün en küçüğü ile helâk etmiştir. Bu, Fâil’in (Yapanın) Allah olduğunu, sebeplere (kuşlara) değil, Müsebbib’e (Allah’a) bakılması gerektiğini gösteren müthiş bir mukabeledir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (اَبَاب۪يلَۙ – Ebâbîl). Bu kelime, tek bir büyük sürü değil, birbiri ardınca gelen, fevç fevç, dalga dalga, farklı yönlerden gelen bölükler/sürüler manasındadır. Bu, kuşatmanın tam ve kaçınılmaz olduğunu gösterir.
D. Silahın Tasviri: بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجّ۪يلٍۖۙ
(تَرْمِيهِم – Termîhim bi hicâratin min siccîl)
“Onlara (o kuşlar), ‘Siccîl’den (pişmiş çamurdan) taşlar atıyorlardı.”
* Belâgat Nüktesi (Silahın Hakareti): O muazzam ordu, kılıçla, ateşle veya büyük kayalarla değil; (بِحِجَارَةٍ) “küçük taşlar” ile helâk edilmiştir. (سِجّ۪يلٍۖۙ – Siccîl) kelimesi, çamurdan pişirilip sertleştirilmiş (tuğla gibi) taş demektir.
* Hülâsa: En büyük ordu (Fil Sahipleri), en küçük askerler (Kuşlar) tarafından, en basit silahla (Pişmiş Çamur) helâk edilmiştir. Bu, cezanın ilahî olduğunu ve aynı zamanda aşağılayıcı (tahkîr edici) bir yön taşıdığını gösterir.
E. Nihâî Sonuç (Teşbih Sanatı): (فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ
– Fe ce’alehum ke ‘asfin me’kûl)
“Sonunda onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.”
* Belâgat Nüktesi (Teşbih/Benzetme): Bu, Kur’ân’daki en dehşetli benzetmelerden biridir.
* (كَعَصْفٍ Ekin yaprağı, saman, ekinin sap ve yaprak kısımları.
* (مَأْكُولٍ- Me’kûl): Yenilmiş.
* Hülâsa: O muazzam ordu, o filli askerler, o kibirli komutanlar (Ebrehe); o küçük taşlar tarafından çürütülmüşlerdir. Allah onları, bir hayvan sürüsünün veya kurdun girdiği tarladaki ekin yaprakları gibi çiğnenmiş, parçalanmış, delik deşik edilmiş, ezilmiş ve yenilmiş bir hale getirmiştir.
* Bu tasvir, ordunun tamamen imha olduğunu ve geriye kalan cesetlerin ibretlik, çürümüş bir manzara arz ettiğini gösterir.

Hülâsa
Fîl Suresi, (أَلَمْ تَرَ) “Görmedin mi?” sorusuyla, muhatabın hafızasındaki yakın ve kesin bir hâdiseyi (Fil Vak’ası) gündeme getirir. Bu hâdiseyi, en büyük gücün (Fil) en küçük vasıtayla (Tayran Ebâbîl) ve en basit silahla (Siccîl) nasıl en feci şekilde (Ke-‘asfin me’kûl) yok edildiğini tasvir ederek anlatır.
Surenin tamamı, Kureyş’e ve tüm inkârcılara şu örtülü mesajı verir: “Ey Kureyş! Sizden çok daha güçlü olan, Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunu böyle koruyan Rabbiniz, şimdi Kâbe’nin içini putlarla doldurmanıza veya O’nun son elçisine (s.a.v.) düşmanlık etmenize müsaade mi edecek sanıyorsunuz? O Ebrehe’yi helâk eden kudret, sizi de helâk etmeye kâdirdir.”

14-KUREYŞ SURESİ VE BELÂĞATI

 

Fîl Suresi’nde (Ashâb-ı Fîl) helâk edilen düşmanı ve Kâbe’nin muhafazasını anlatan Allah Teâlâ, hemen ardından gelen Kureyş Suresi’nde, bu muhafaza hâdisesinin sebebini, neticesini ve gerektirdiği kulluk borcunu beyan eder.
Tefsir âlimlerinin çoğu, Fîl Suresi ile Kureyş Suresi’nin mana bakımından birbirinin devamı (mütemmimi) olduğunu, hatta tek bir sure gibi telakki edilmesi gerektiğini belirtirler. Fîl Suresi, sebebi (Kâbe’yi korumayı); Kureyş Suresi ise bu korumanın gayesini (Kureyş’in emniyet ve ticaretini) açıklar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kureyş Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Kureyş’in güvenliğini (veya birliğini) sağlamak için,
> 2. Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliklerini sağlamak için,
> 3. Şu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.
> 4. Ki O, (Rableri) kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılandır.
> (Kureyş, 106/1-4)
>
2. Belâgat Tahlili: Nimetin Hatırlatılması ve Kulluğa Davet
Surenin belâgatı, Fîl Suresi’ndeki dehşetli hâdisenin (Fil Vak’ası) hemen ardından gelen bu nimet ve rahmet tonunda yatar. Olayın gayesini açıklayarak Kureyş kabilesini imana davet eder.
A. Hâdisenin Gayesi: (لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ)
(لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ – Li-îlâfi Kureyş)
“Kureyş’in ‘Îlâf’ı (güvenliği/birliği/alışkanlığı) için…”
* Belâgat Nüktesi 1 (Bağlantı): Surenin başındaki bu (لِ) “Li-” (için) harf-i cerri, belâgat açısından Fîl Suresi’ne doğrudan bağlıdır. Buna “Lâm-ı Ta’lîl” (Sebep bildiren Lâm) denir.
* Mana: Mana şudur: “(Fîl Suresi’nde anlatılan) Rabbinin o Fîl Sahiplerine (Ebrehe ve ordusuna) yaptığını yapması, sadece ve sadece Kureyş’in ‘Îlâf’ı içindi.” Allah, o orduyu Kureyş’in hatırı için, onların düzeninin bozulmaması için helâk etmiştir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (إِيلَافِ – Îlâf) kelimesi, surenin merkez kelimesidir.
* (أُلْفَت) “Ülfet” kökündendir. Alışmak, ünsiyet etmek, birleşmek, güven içinde olmak, ahitleşmek (antlaşma yapmak) manalarına gelir.
* Kureyş, Kâbe’nin hizmetkârı oldukları için Arap kabileleri arasında saygı görür, bu sayede tehlikeli çöllerde emniyetle (ülfetle) ticaret yaparlardı. Ebrehe’nin saldırısı bu (Îlâf) düzenini, yani onların hem güvenliğini hem de ticaret antlaşmalarını tehdit ediyordu. Allah, Fîl ordusunu helâk ederek onların bu güvenli ticaret düzenini (Îlâf) korumuştur.

B. Nimetin Tafsili (Açıklanması): (رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِۚ)
(إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِۚ – Îlâfihim Rihlete’ş-Şitâi ve’s-Sayf)
“Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliklerini (sağlamak için)…”
* Belâgat Nüktesi (Bedel/Açıklama): Bu âyet, bir önceki âyetteki (Îlâf) kelimesinin ne olduğunu açıklar (Bedel veya Atf-ı Beyan). Bu “Îlâf” (güvenli düzen), Kureyş’in tüm ekonomik faaliyetinin aslı (temeli) olan iki büyük ticarî seyahatti:
* (رِحْلَةَ الشِّتَاءِ): Kış yolculuğu (sıcak olan Yemen’e).
* (وَالصَّيْفِۚ): Yaz yolculuğu (serin olan Şam’a).
* Hülâsa: Allah Teâlâ, “Biz Ebrehe’yi helâk ettik ki, sizin tüm ekonomik nizamınızın (Kış ve Yaz seferleri) dayandığı o güven ve antlaşma ortamınız (Îlâf) bozulmasın.”

C. İstenen Karşılık (Emir): (فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ
– Fel-ya’budû Rabbe hâze’l-Beyt)
“(Öyleyse) Şu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Sonuç): (فَ) “Fe-” (Öyleyse/O halde) harfi, bir önceki nimetlerin mantıksal sonucunu (Netice) bildirir. Mademki Allah size bu (Îlâf) nimetini verdi… o halde…
* Nükte 2 (Emir): (فَلْيَعْبُدُوا) “O halde kulluk etsinler!” İstenen karşılık budur.
* Nükte 3 (İsim Seçimi): Neden (اللَّهَ) “Allah’a” kulluk etsinler demez de, (رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev’in Rabbine” kulluk etsinler der?
* Çünkü (هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev” (Kâbe), Fîl Suresi’nde anlatılan hâdisenin merkezidir.
* Onların (Îlâf) nimetine kavuşmalarının sebebi, “Şu Ev”in hürmetidir.
* Ebrehe “Şu Ev”i yıkmaya gelmişti, Allah “Şu Ev”i korumuştu.
* Belâgat Zirvesi (Tevbîh/Azarlama): Bu ifadede üstü kapalı bir azarlama vardır. “Ey Kureyş! Siz, ‘Şu Ev’in içindeki putlara tapıyorsunuz. Halbuki sizi (Ebrehe’den) koruyan ve size bu ticaret imtiyazını veren, o putlar değil, ‘Şu Ev’in Rabbidir (Sahibidir)’. Öyleyse, içindekilere değil, Sahibine kulluk edin!”

D. Rabbin Vasıfları: (أَطْعَمَهُم… وَآمَنَهُم)
(الَّذِي أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ – Elleżî at’amehum min cû’in ve âmenehum min havf)
“Ki O, kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılandır.”
* Belâgat Nüktesi (Mukabele): Bu âyet, “Şu Ev’in Rabbinin” kim olduğunu açıklar ve Kureyş’in (ve her insanın) iki temel ihtiyacını karşıladığını beyan eder:
* (أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ): “Onları açlıktan (kurtarıp) doyurdu.” Bu, 2. âyetteki (Kış ve Yaz yolculuğu) ekonomik nimetin (ticaretin) neticesidir.
* (وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ): “Onları korkudan emin kıldı.” Bu, 1. âyetteki (Îlâf) güvenlik nimetinin ve Fîl Suresi’ndeki muhafaza hâdisesinin neticesidir.
* Nükte 2 (Nekre Kullanımı): (جُوعٍ) “Cû'” (açlık) ve (خَوْفٍ) “Havf” (korku) kelimelerinin nekre (belirsiz) gelmesi, azamet ifade eder. “Onları her türlü açlıktan (kıtlıktan) ve her türlü korkudan (özellikle Ebrehe’nin ordusu gibi büyük bir korkudan) emin kıldı.”

Hülâsa
Fîl Suresi, düşmanın helâkini (Celâl) anlatırken; Kureyş Suresi, bu helâkin gayesini, yani dostun (Kureyş’in) himayesini (Cemâl) anlatır.
Sure, Fîl Vak’ası’nın gayesinin (لِإِيلَافِ) Kureyş’in güvenli ticaret düzeni olduğunu; bu düzenin (Kış-Yaz seferleri) onların ekonomik refahının (أَطْعَمَهُم) temeli olduğunu; bu korumanın (وَآمَنَهُم) ise güvenliklerinin temeli olduğunu hatırlatır. Bütün bu nimetlerin merkezinde (هَذَا الْبَيْتِ) “Şu Ev” (Kâbe) vardır.
Netice olarak sure, Kureyş’e der ki: “Sizi hem doyuran (açlıktan) hem de koruyan (korkudan), hürmetine yaşadığınız ‘Şu Ev’in Rabbi’ne (فَلْيَعْبُدُوا) kulluk borcunuzu ödeyin (ve O’na şirk koşmayın).”

15-MAUN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, “dindarlık” kisvesi altındaki ahlâkî çürümeyi ve samimiyetsizliği en sert şekilde tenkit eden surelerinden biri olan Mâ’ûn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, iki ana tipolojiyi (Dîni yalanlayan ve ibadetinde gafil olan) tasvir eder ve bu iki tipolojinin aynı ahlâkî bozuklukta (cimrilik ve merhametsizlik) nasıl birleştiğini ortaya koyar.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Mâ’ûn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Gördün mü, o hesap ve ceza gününü (dîni) yalanlayanı!
> 2. İşte o, yetimi itip kakar.
> 3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez (önayak olmaz).
> 4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
> 5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar (namazlarından gafildirler).
> 6. Onlar (ibadetlerinde) gösteriş yaparlar.
> 7. Ufacık bir yardıma (zekât veya en ufak bir yardımlığa) bile engel olurlar.
> (Mâ’ûn, 107/1-7)
>
2. Belâgat Tahlili: Yalanlamanın İspatı ve İbadetin Ruhu
Surenin belâgatı, muhatabın dikkatini (Gördün mü?) çekerek başlar ve inancın (Dîn) inkârının, amelî (faaliyet) hayattaki tezahürlerini (belirtilerini) delil olarak sunar.

A. Birinci Bölüm: “Dîn”i Yalanlayanın Tasviri (Âyet 1-3)
(أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ – Era’eyte-lleżî yukezzibu bi’d-dîn)
* Belâgat Nüktesi 1 (Soru Sanatı): Sure (أَرَأَيْتَ) “Era’eyte” (Gördün mü?) sorusuyla başlar. Bu, (Fîl Suresi’ndeki gibi) cevap bekleyen bir soru değil, muhatabın dikkatini hayret verici, şaşılacak ve ibret alınacak bir karaktere çeken bir sorudur (İstifhâm-ı Ta’accüb). “O dehşet verici karakteri gördün mü / hiç düşündün mü?”
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (بِالدِّينِ) “bi’d-dîn”. Buradaki “Dîn” kelimesi, sadece “din” değil, belâgat açısından Hesap Günü, Ceza, Yargılama manasındadır (Tîn Suresi’ndeki gibi: Fe mâ yukezzibuke ba’du bi’d-dîn).
* Nükte 3 (İsbat Talebi): Bu âyet bir iddiadır: “Hesap gününü yalanlayan bir tip var.” Muhatabın zihni hemen sorar: “Bu kişinin alameti, ispatı nedir?” Cevap, hemen (فَ) “Fe” harfiyle gelir:
(فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ – Fe żâlike-lleżî yedu”u’l-yetîm)
“İşte o (فَذَلِكَ), yetimi (يَدُعُّ) itip kakar.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Seçimi): (يَدُعُّ – Yedu”u) kelimesi, surenin en sert kelimelerindendir. Bu, “yetimi reddetmek” veya “ona bakmamak” değildir. (دَعَّ) “De’a” fiili, şiddetle itmek, horlayarak, zulmederek, hakaretle kakmak demektir.
* Hülâsa: Allah Teâlâ, bir insanın Hesap Günü’nü (Dîn) yalanladığının isbatı olarak, onun en zayıf varlığa (yetime) karşı gösterdiği merhametsizliği ve zorbalığı (Yedu”u) delil getirir. İnançsızlığın kalbi katılaştırmasının tasviridir.
(وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ – Ve lâ yahuddu ‘alâ ta’âmi’l-miskîn)
“Ve yoksulu doyurmaya (يَحُضُّ) teşvik etmez.”
* Belâgat Zirvesi (Apatinin Derinliği): Bu âyet, bir öncekinden daha derindir. Âyet, “yoksulu doyurmaz” (Lâ Yut’imu) demez. (وَلَا يَحُضُّ) “Ve lâ yahuddu” (Teşvik dahi etmez) der.
* Mana: O, “Dîn”e (Hesaba) o kadar inanmaz ki, kalbi o kadar ölmüştür ki; değil kendisi yedirmek, başkalarının doyurmasına bile önayak olmaz, teşvik etmez, bu meseleyi gündemine bile almaz. Bu, (Hümeze Suresi’ndeki gibi) mal hırsının ve merhametsizliğin, mutlak bir sosyal kayıtsızlığa dönüştüğünü gösterir.

B. İkinci Bölüm: Namaz Kılanların Tenkidi (Âyet 4-7)
Sure, şimdi açıkça inkâr edenden, görünüşte ibadet edene geçerek, tenkidin şiddetini artırır.
(فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ – Fe veylun li’l-musallîn)
“Yazıklar olsun (Veyl olsun) o (فَ) namaz kılanlara ki,”
* Belâgat Nüktesi (Şok): (فَ) “Fe” harfi, bu ikinci grubu birincisine bağlar. (وَيْلٌ) “Veyl” (Helâk, yazıklar olsun, Cehennem vadisi) kelimesi, (Hümeze Suresi’ndeki gibi) en ağır tehdittir. Ancak bu tehdit, kâfirlere değil, (لِّلْمُصَلِّينَ) “li’l-Musallîn” (Namaz kılanlara) yöneliktir. Bu, muhatabı sarsan bir ifadedir.
(الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ – Elleżîne hum ‘an salâtihim sâhûn)
“Onlar namazlarından (عَن) gafildirler (Sâhûn).”
* Belâgat Nüktesi (Harf-i Cer): Âyet, (فِي صَلَاتِهِمْ) “fî salâtihim” (Namazlarının içinde yanılanlar/gaflete düşenler) demez. Namaz içinde yanılmak beşerî bir haldir.
* Âyet (عَن صَلَاتِهِمْ) “‘an salâtihim” (Namazdan gafil) der. Buradaki (عَن) “‘an” harfi, uzaklaşma, umursamama, ciddiye almama manası katar.
* Mana: Onlar, namazın vaktinden, gayesinden, ruhundan, şartlarından tamamen gafildirler. Namaz, onlar için bir (Tekâsür Suresi’ndeki gibi) oyalanma (lehv) veya gösteriş (riyâ) faaliyetidir; bir kulluk şuuru değildir.
(الَّذِينَ هُمْ يُرَاؤُونَ – Elleżîne hum yurâ’ûn)
“Onlar (ibadetlerinde) gösteriş yaparlar.”
* Nükte (Sebebin İzahı): Bir önceki âyetteki gafletin (Sâhûn) sebebini açıklar: Riyâ (Gösteriş). Namaz Allah için (Dîn) kılınmayınca, insanlar için (Yurâ’ûn) kılınır.
(وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ – Ve yemne’ûne’l-mâ’ûn)
“Ve Mâ’ûn’a (en ufak bir yardıma) engel olurlar.”
* Belâgat Zirvesi (İki Grubun Birleşmesi): Surenin başı ile sonu burada birleşir.
* (الْمَاعُونَ – El-Mâ’ûn): Bu kelime, çok küçük, değersiz, komşular arası alınıp verilen (tuz, iğne, kova, çekiç gibi) en basit yardımlıklar demektir.
* Hülâsa: Surenin başındaki “Dîni yalanlayan” (1. Tip), büyük yardımlara (yetimi korumak, yoksulu doyurmak) engel oluyordu.
* Surenin sonundaki “Riyâkâr namaz kılan” (2. Tip), en küçük yardımlara (Mâ’ûn) bile engel oluyor.
* Nihâî Nükte: Allah Teâlâ, bu iki karakteri aynı kefeye koyar. Çünkü ikisinin de ortak alameti merhametsizlik ve cimriliktir. İkincisi (Musallîn/Namaz kılan), namaz kılmasına rağmen Mâ’ûnu engelliyorsa, bu onun namazının gösterişten (riyâ) ibaret olduğunun ve onun da aslında, (tıpkı birinci tip gibi) Dîn’e (Hesap Günü’ne) kalben inanmadığının delilidir.

Hülâsa
Mâ’ûn Suresi, (Dîn) yani “Hesap Günü” inancının, ahlâkın temeli olduğunu beyan eder. Bu inanç yoksa (Tip 1), kişi zorbaca merhametsizdir (Yedu”u’l-yetîm). Bu inanç zayıf ve samimiyetsizse (Tip 2), kişi namaz kılsa dahi (Musallîn) gösteriş yapar (Yurâ’ûn) ve en basit yardımlıktan (Mâ’ûn) kaçacak kadar cimridir. Sure, ibadetin ruhunun (ihlâs) ve isbatının (amel), merhamet ve yardımlaşma olduğunu beyan eden müthiş bir ahlâkî tenkittir.

16- KEVSER SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa, fakat mana bakımından en yoğun, en teselli edici ve en beliğ surelerinden biri olan Kevser Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) evlat acısıyla imtihan olduğu ve müşriklerin O’na (hâşâ) “ebter” (soyu kesik, sonu gelmiş) diyerek hakaret ettikleri bir zamanda nazil olmuştur. Sure, bu hüznü ve hakareti, üç âyette, ilahî bir teselli ve kesin bir hükümle tersine çevirir.
1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kevser Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. (Resûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.
> 2. O halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.
> 3. Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.
> (Kevser, 108/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Nihâî Teselli ve Mutlak Hüküm
Surenin belâgatı, muazzam bir lütfu (Kevser), bu lütfa karşı şükrün iki temel rüknünü (Namaz ve Kurban) ve bu lütfa karşı çıkanların acı akıbetini (Ebter) üç adımda özetler.

A. Lütfun Azameti: (إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ)
(إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ – İnnâ a’taynâke’l-kevser)
“Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Azamet Zamiri): Âyet, “Ben verdim” (İnnî) değil, (إِنَّا) “İnnâ” (Muhakkak Biz verdik) diye başlar. Bu (Kadir Suresi’ndeki gibi) “Nûn-u Azamet”tir (Azamet Nûnu). Verenin (Allah’ın) azameti, verilen ihsanın (Kevser) azametini gösterir.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (أَعْطَيْنَاكَ – A’taynâke) “Sana verdik.” Fiil, (mâzî) geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. “Sana vereceğiz” (gelecek zaman) denmez. Bu, belâgatta tahakkuk (gerçekleşme) ve temellük (mülketme) ifade eder. Manası: “Bu ihsan, sana çoktan verilmiş, garantilenmiş ve senin mülküne geçmiştir.” Bu, vaatten öte, teslim edilmiş bir müjdedir.
* Nükte 3 (Kelime Seçimi): (الْكَوْثَرَ – El-Kevser). Bu kelime, (كَثِير) “Kesîr” (çok) kelimesinin “Fev’al” (فَوْعَل) kalıbında mübalağasıdır. Yani “çok” değil, “pek çok, aşırı çok, sonu gelmeyen, kesintisiz, bereketli bolluk” demektir.

* Hülâsa: Allah Teâlâ, Peygamberine (s.a.v.) yönelik o “Ebter” (soyu kesik) ithamına karşı, “Hayır! Biz sana sonu gelmeyen bir bolluk (Kevser) verdik” diye cevap verir. Bu (Kevser); Cennetteki ırmak, şefaat, nübüvvet, Kur’ân, kıyamete kadar gelecek ümmeti gibi bütün hayırların bolluğunu içine alır.

B. Şükrün Gerekliliği (Emir): (فَصَلِّ… وَانْحَرْ)
(فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ – Fe salli li Rabbike venhar)
“O halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Netice): (فَ) “Fe-” (O halde) harfi, bir önceki âyetin sebebini ve mantıksal sonucunu bildirir (Fa-i Sebebiyye). “Mademki Biz sana böyle emsalsiz bir (Kevser) verdik… o halde (bunun şükrü olarak) …”
* Nükte 2 (İhlâs Vurgusu): Âyet “Namaz kıl, kurban kes” demez. (لِرَبِّكَ) “Li-Rabbike” (Rabbin için) kaydını koyar. Bu, belâgatta ihtisas (has kılma, sadece O’na ait kılma) ifade eder.
* Mana: O dönemde müşrikler de namaz kılıyor (ıslık çalarak, el çırparak) ve putları için kurban kesiyorlardı. Allah Teâlâ, (Mâ’ûn Suresi’ndeki riyânın zıddına) bu ibadetlerin sadece ve sadece sana (Kevser)i veren Rabbin için (ihlâsla) yapılması gerektiğini emreder.
* Nükte 3 (Şükrün Formu): Şükür, iki temel ibadetle istenir:
* (فَصَلِّ – Fe Salli) Namaz: Bedenî, manevî ve dahilî şükrün zirvesi.
* (وَانْحَرْ – Venhar) Kurban Kes: Mâlî (maddî) ve zâhirî şükrün zirvesi; fakire yardım boyutunu (infâk) içerir.
* Şükür, hem bedenî hem de mâlî olmalıdır.

C. Hükmün Tersine Çevrilmesi: (هُوَ الْأَبْتَرُ)
(إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ – İnne şânie’ke huve’l-ebter)
“Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Tekit): (إِنَّ – İnne) “Şüphesiz…” Bu, hükmün kesinliğini vurgulayan bir pekiştirmedir.
* Nükte 2 (Kelime Seçimi): (شَانِئَكَ – Şânie’ke) “Sana hınç besleyen, buğz eden.” O müşriklerin (Âs b. Vâil vb.) Peygamberimize (s.a.v.) duyduğu duygunun basit bir düşmanlık değil, derin bir kin ve nefret (Şeneân) olduğunu tasvir eder.
* Belâgat Zirvesi (Hükmün İadesi): Surenin belâgat mucizesi bu âyettedir.
* (هُوَ – Huve): Bu, “Zamir-i Fasl”dır (Ayırma Zamiri). Belâgatta hasr ve kasr (sınırlama ve vurgulu tahsis) ifade eder.
* (الْأَبْتَرُ – El-Ebter): “Soyu kesik.”
* Hülâsa: Müşrikler, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Ebter” (soyu kesik) dediler. Allah Teâlâ, onların bu itham kelimesini (Ebter) aynen alır ve (هُوَ) “Huve” zamiriyle bizzat kendilerine iade eder.
* Mana şu olur: “Asıl ‘Ebter’, sana ‘Ebter’ diyenin ta kendisidir.”
* Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) soyu, (Kevser) ile, yani kıyamete kadar O’na (s.a.v.) salâvât getiren milyarlarca ümmetiyle, ismi Ezanla, Kur’ân’la, namazla anılarak ebedîleşmiştir.
* Ama O’na (s.a.v.) “Ebter” diyenlerin (Âs b. Vâil, Ebu Cehil, Ebu Leheb…) hem soyları hem de isimleri kesilmiş, dünyadan nefretle anılan birer enkaz olarak (ebter olarak) silinip gitmişlerdir.

Hülâsa
Kevser Suresi, en derin hüzün ve hakaret anında (Ebter ithamı), en büyük müjdeyi (Kevser) vererek başlar. Bu müjdeye karşılık ihlâslı bir şükür (Namaz ve Kurban) talep eder. Ve son olarak, düşmanın hakaretini (Ebter) aynen alıp (هُوَ الْأَبْتَرُ) “asıl Ebter’in (soyu kesiğin) düşmanın ta kendisi” olduğunu ilan ederek, ilahî adaleti ve teselliyi en beliğ şekilde tecellî ettirir.

17-KAFİRUN SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Tevhîd akîdesinin (inancının) manifestosu olan ve şirk (Allah’a ortak koşma) ile imanın arasını kesin ve net bir çizgiyle ayıran Kâfirûn Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, Mekkeli müşriklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) sundukları “Bir sene biz senin ilâhına ibadet edelim, bir sene de sen bizim ilâhlarımıza (putlarımıza) ibadet et” şeklindeki uzlaşma ve şirke davet teklifine karşı, ilahî bir emirle verilmiş kesin ve kat’î bir red cevabıdır.
Surenin belâgatı, bu reddin kesinliğini pekiştirmek için tekrâr (repetition) sanatını ve kat’î ayrım (berâet) üslûbunu kullanmasında yatar.
1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Kâfirûn Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “Ey Kâfirler!”
> 2. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
> 3. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
> 4. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.”
> 5. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
> 6. “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
> (Kâfirûn, 109/1-6)
>
2. Belâgat Tahlili: Mutlak Ayrışmanın (Berâet) İlanı
Surenin belâgatı, müzakereye ve uzlaşmaya kapalı bir deklarasyondur (beyannâmedir).
A. Emrin Kesinliği ve Muhatabın Tesbiti (Âyet 1)
(قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ – Kul Yâ Eyyuhe’l-Kâfirûn)
“De ki: ‘Ey Kâfirler!'”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. Bu, belâgat açısından çok mühimdir. Verilecek cevap, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî görüşü, ictihadı veya müzakereye açık bir pozisyonu değildir. Bu, bizzat Allah’tan gelen, değiştirilemez ve pazarlık konusu yapılamaz bir ilahî tebliğdir. O (s.a.v.), bu emri sadece iletmekle vazifelidir.
* Nükte 2 (Hitap): Hitap (يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ) “Ey Kâfirler!” şeklindedir. Hitapta “Ey kavmim”, “Ey Kureyş” gibi yumuşatıcı veya akrabalığı hatırlatıcı bir ifade yoktur. Onların, bu şirk tekliflerini sunmalarına sebep olan sıfatları (inkârcılık) ile kendilerine doğrudan hitap edilir. Bu, meselenin bir akrabalık meselesi değil, bir akîde (inanç) meselesi olduğunu gösteren keskin bir tespittir.

B. Tekrâr Sanatı ve Zamanların Reddi (Âyet 2-5)
Surenin 2-3. âyetleri ile 4-5. âyetleri birbirine benzer görünse de, aralarında derin belâgat farkları vardır. Bu bir fazlalık değil, reddin bütün zamanları ve ihtimalleri kapsaması için yapılmış bir tekrîr (pekiştirmeli tekrar) sanatıdır.

1. Hâl-i Hazırdaki (Şimdiki) Durumun Reddi:
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ – Lâ a’budu mâ ta’budûn) (Âyet 2)
“Ben, sizin (şu anda) kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
* Belâgat Nüktesi (Fiil Sîgası): (لَٓا اَعْبُدُ) “Lâ a’budu” (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman fiili) kullanılmıştır. Manası: “Benim âdetim, mevcut durumum ve karakterim, sizin taptıklarınıza tapmak değildir. Ben bunu şu anda yapmıyorum ve âdetim de bu değildir.”
(وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا اَعْبُدُۜ – Ve lâ entum ‘âbidûne mâ a’bud) (Âyet 3)
“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz.”
* Belâgat Nüktesi (İsim Sîgası): Burada “lâ ta’budûne” (fiil) denmez. (عَابِدُونَ) “‘Âbidûn” (İsm-i Fâil / İsim-fiil) kullanılır. Bu, daha kuvvetlidir. Manası: “Sizin karakterinizde, yapınızda, özünüzde benim taptığıma (Tevhid’e) kulluk etmek yoktur.” Onların şirke olan bağlılıklarının köklü olduğunu ifade eder.

2. Gelecek ve Geçmiş İhtimallerin Reddi:
(وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَّا عَبَدتُّمْ – Ve lâ ene ‘âbidun mâ ‘abedtum) (Âyet 4)
“Ben, sizin (geçmişte) kulluk etmiş olduklarınıza kulluk edecek değilim.”
* Belâgat Nüktesi 1 (İsim Sîgası): Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) de kendi duruşunu (عَابِدٌ) “‘Âbidun” (İsm-i Fâil) ile, yani karakter boyutuyla ifade eder: “Benim karakterimde sizin taptıklarınıza tapmak hiçbir zaman olmayacaktır.”
* Nükte 2 (Zaman Farkı): 2. âyette (مَا تَعْبُدُونَۙ
) “mâ ta’budûn” (şu an taptıklarınız) denmişti. Burada (مَّا عَبَدتُّمْ) “mâ ‘abedtum” (geçmişte taptınız) denir. Bu, belâgat açısından hem mevcut putları hem de atalarının geçmişteki taptıklarını (atalar yolu) reddetmektir.

* Hülâsa (Âyet 2 ve 4): 2. âyet şimdiki zamanda bir fiil olarak reddeder; 4. âyet geleceğe yönelik bir karakter ve prensip olarak (ve geçmiştekileri de kapsayarak) reddeder.
(وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُdُ – Ve lâ entum ‘âbidûne mâ a’bud) (Âyet 5)
“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
* Belâgat Nüktesi (Tekit ve Ye’s): Bu âyet, 3. âyetin aynısıdır. Arap belâgatında bu tür tekrarlar, tekit (pekiştirme) ve kat’îlik ifade eder. Özellikle bir müzakereyi, bir teklifi reddederken kullanılır. Manası: “Sizin karakterinizin değişmeyeceği ve benim Rabbime (Tevhid ile) kulluk etmeyeceğiniz hususu, o kadar kesindir ki, bunu size iki defa ilan ediyorum. Bu konuda hiçbir ümit (ye’s) yoktur.”

C. Nihâî Hüküm ve Ayrışma: (لَكُمْ دِينُكُمْ…)
(لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ – Lekum dînukum ve liye dîn)
“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
* Belâgat Zirvesi (Takdîm ve Te’hîr): Bu âyet, surenin hülâsası (özeti) ve mutlak ayrışma (Berâet) ilanıdır.
* Âyet, (دِينُكُمْ لَكُمْ وَدِينِي لِيَ) “Dînukum lekum ve dînî lî” (Dininiz sizindir, dinim benimdir) demez.
* (لَكُمْ) “Lekum” (Size) ve (وَلِيَ) “Veliye” (Bana) kelimelerini (Harf-i Cerleri) cümlenin başına alır (Takdîm).
* Nükte (Hasr/Tahsis): Arap belâgatında bu öne alma (takdîm), sınırlama, tahsis etme ve hasr manası katar.
* Mana: Mana şu olur: “Sizin dininiz (o şirk yolu) sadece ve sadece size aittir, bana hiçbir şekilde bulaşamaz. Benim dinim (bu Tevhid yolu) da sadece ve sadece bana (ve bana tâbi olanlara) aittir, sizinle hiçbir ortak paydası yoktur.”
* Bu, modern anlamda bir “hoşgörü” veya “bütün yollar doğrudur” ifadesi değil, tam tersine, “Benim yolum ile sizin yolunuz asla birleşemez. Bu iki yol tamamen ayrıdır. Benden asla bir uzlaşma beklemeyin” manasında, en keskin ayrım ilanıdır.

Hülâsa
Kâfirûn Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, pazarlığı baştan reddeden ilahî bir beyannâmedir. Müşriklerin teklifini (hem şimdiki halleriyle hem gelecekteki ihtimalleriyle) reddetmek için tekrâr sanatını kullanır. İki tarafın da (Mü’min ve Kâfir) karakterlerinin (İsm-i Fâil kullanarak) bu birleşmeye asla müsait olmadığını ilan eder. Ve son olarak, (لَكُمْ دِينُكُمْ) “Sizin dininiz size” diyerek, Tevhid ile Şirk arasına ebedî ve aşılmaz bir çizgi çeker.


18-NASR SURESİ VE BELÂĞATI

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risâlet vazifesinin tamamlandığını, misyonunun muzaffer olduğunu ve artık Rabbine (Refîk-i A’lâ’ya) dönüş vaktinin (vafâtının) yaklaştığını haber veren, “Vedâ Suresi” olarak da bilinen Nasr Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, bir zafer müjdesinden çok daha derin bir mana taşır; zaferin nasıl karşılanması gerektiğini ve her kemâlin (mükemmelliğin) bir zevâle (sona) doğru gittiğini en beliğ şekilde ifade eder.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Nasr Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke’nin fethi) geldiğinde,
> 2. Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,
> 3. Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.
> (Nasr, 110/1-3)
>
2. Belâgat Tahlili: Zaferin Zirvesi ve Veda Hazırlığı
Surenin belâgatı, şart (Âyet 1-2) ve cevap (Âyet 3) üzerine kuruludur. “Şu şu gerçekleştiği zaman (şart), sen de şunu yap (cevap/emir).”

A. Şart Bölümü: Zaferin Kesinliği ve İzafeti (Âyet 1)
(إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ – İżâ câ’e nasru-llâhi ve’l-feth)
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,”
* Belâgat Nüktesi 1 (Edat Seçimi): Sure (إِنْ) “in” (eğer gelirse- ihtimal) edatıyla değil, (إِذَا) “İżâ” (geldiği zaman- kesinlik) edatıyla başlar. Bu, müjdelenen bu hâdisenin muhakkak vuku bulacağını, şüphe götürmez bir hakikat olduğunu ilan eder.
* Nükte 2 (Fiil Seçimi): (جَاءَ) “Câ’e” (Geldi) fiili, geçmiş zaman (mâzî) sîgasıdır. Hâdise henüz tam olarak vuku bulmamışken (veya vuku bulmak üzereyken) geçmiş zaman kipi kullanılması, Kur’ân belâgatında “Tahakkuk-ı Vukû'” (Gerçekleşmenin Kesinliği) ifade eder. Hâdise o kadar kesindir ki, olmuş bitmiş kabul edilir.
* Nükte 3 (İzafet/Sıralama): Âyet “Fetih geldiğinde” demez. (نَصْرُ اللَّهِ) “Nasru-llâhi” (Allah’ın Yardımı) diyerek başlar.
* Mana: Fetih (Zafer), sebeb değil, neticedir. Asıl olan, Allah’ın Yardımıdır (Nasr). (الْفَتْحُ) “El-Feth” (Fetih), bu ilahî yardımın zâhirî (dışsal) tecellîsidir. Bu, zaferin mü’minlerin gücünden veya stratejisinden değil, doğrudan doğruya Allah’ın yardımından kaynaklandığını (zaferi Allah’a izafe ettiğini) gösterir.

B. Şart Bölümü: Zaferin Neticesi (Âyet 2)
(وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا – Ve ra’eyte-n nâse yedhulûne fî dîni-llâhi efvâcâ)
“Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,”
* Belâgat Nüktesi 1 (Hitap): (وَرَأَيْتَ) “Ve Ra’eyte” (Ve gördün). Hitap, doğrudan Peygamber Efendimiz’edir (s.a.v.). Bu, O’nun (s.a.v.) misyonunun muvaffak olduğuna (başarıya ulaştığına) dair şahsî bir şahitlik müjdesidir.
* Nükte 2 (Fiil Zıtlığı): 1. âyette zafer için (جَاءَ) “Câ’e” (Geçmiş zaman) kullanılmıştı. Burada ise insanların girişi için (يَدْخُلُونَ) “Yedhulûne” (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman) fiili kullanılır.
* Mana: Zafer (Fetih) kesinleşmiş ve bitmiştir; ancak o fethin neticesi olan insanların İslâm’a girişi, canlı, devam eden, süreklilik arz eden bir faaliyettir.
* Nükte 3 (Kelimelerin Mukabelesi): (أَفْوَاجًا) “Efvâcâ” (Fevç fevç, bölük bölük, kitleler halinde). Bu kelime, İslâm’ın ilk başladığı dönemin tam zıddıdır. O zamanlar insanlar tek tek (ferd ferd), gizli gizli Müslüman oluyorlardı. Şimdi ise (Feth-i Mekke’den sonra) kabileler ve topluluklar kitleler halinde (Efvâcâ) İslâm’a girmektedir. Bu, davanın kemâle erdiğini gösterir.

C. Cevap Bölümü: Kemâlin Gereği ve Veda İması (Âyet 3)
(فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا – Fe sebbih bi-hamdi Rabbike vestağfirhu İnnehû kâne tevvâbâ)
* Belâgat Nüktesi 1 (Netice): (فَ) “Fe-” (O halde). Bu, şartın cevabıdır. “Mademki Allah’ın yardımı geldi, Fetih gerçekleşti ve insanlar kitleler halinde dine girdi (yani vazifen bitti) … O halde…”
* Nükte 2 (Emrin MMahiyeti-Zirve): Bir kral, zaferin zirvesinde ne yapar? Gururlanır, kutlama yapar, şölen düzenler (Hümeze ve Tekâsür’deki gibi kibre kapılır).
* Allah Teâlâ ise Peygamberine (s.a.v.), zaferin zirvesinde, gururu değil, tevâzu ve kulluğu emreder:
* (فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ): “Rabbine hamd ederek O’nu tespih et.”
* Tespih (Tenzih): Bu zaferin Allah’ın yardımı olduğunu, O’nun ortağı olmadığını, bu işte beşerî bir gurura yer olmadığını ilan etmektir.
* Hamd (Övgü): Bu nimeti (Nasr ve Feth) verenin sadece O olduğunu ikrar etmektir.
* (وَاسْتَغْفِرْهُ): “Ve O’ndan bağışlanma dile (İstiğfar et).”
* Belâgat Zirvesi (İstiğfar Emri ve Veda İması):
* Zaferin ve başarının tam zirvesinde neden “istiğfar” (bağışlanma) emredilir?
* Sahâbe-i Kirâm (Hz. İbn Abbas, Hz. Ömer r.a. gibi) bu âyetten, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vazifesinin tamamlandığını ve vafâtının (Ecel) yaklaştığını anlamışlardır.
* Mana: İstiğfar, bir günah karşılığı değil, vazifenin bitişi ve Rabb’e dönüş (huzura çıkış) için yapılan nihâî bir hazırlıktır. Bu 23 yıllık ağır vazifenin (risâletin) ifası esnasında, kullukta ve tebliğde (beşeriyet icabı) kalmış olabilecek en ufak bir kusura karşı yapılan en kâmil arınma talebidir. Bu bir zafer kutlaması değil, vazifenin tamamlanma şükrü ve Refîk-i A’lâ’ya (En Yüce Dost’a) veda hazırlığıdır.
* Nükte 3 (Rahmetin Teminatı): (إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا) “Şüphesiz O, (zaten) Tevvâb idi (ve öyledir).”
* (إِنَّهُ) “İnnehû” (Şüphesiz O), bu hükmün kesinliğini pekiştirir.
* (التَّوَّاب) “Et-Tevvâb” (Sîga-i Mübâlağa): Tövbeyi bir kez değil, tekrar tekrar, bolca, kesintisiz kabul eden demektir.
* (كَانَ) “Kâne” (İdi): Allah’ın bu “Tevvâb” sıfatının sonradan olmadığını, O’nun şanının ezelden beri tövbeleri kabul etmek olduğunu bildirir. Bu, (وَاسْتَغْفِرْهُ) “İstiğfar et” emrinin hemen ardından gelen bir kabul.
müjdesi ve rahmet teminatıdır.

Hülâsa
Nasr Suresi, (إِذَا) “İżâ” ile kesin bir müjdeyi (Nasr ve Feth) haber verir. Bu fethin neticesinin kitleler halinde (Efvâcâ) İslâm’a giriş olduğunu (يَدْخُلُونَ) devam eden bir fiille tasvir eder. Ve bu kemâle (zirveye) ulaşmanın karşılığının gurur değil, (Tespih, Hamd ve İstiğfar) olduğunu emrederek, her başarının sonunda kulluğun ve Rabb’e dönüş hazırlığının esas olduğunu ilan eden muazzam bir veda beyannâmesidir.

19- TEBBET SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir düşmanını ve onun âkıbetini ismiyle zikreden tek sure olan, bu yönüyle de muazzam bir belâgat ve i’câz (mucize) taşıyan Tebbet (Mesed) Suresi’nin tahlilini yapalım.
Bu sure, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Safâ tepesinde en yakın akrabalarını İslâm’a davet ettiğinde, amcası Ebû Leheb’in “Kuruyup yok olasıca! Bizi bunun için mi topladın?” (تَبًّا لَكَ) şeklindeki hakaretine karşı, ilahî bir cevap ve gaybî bir ihbar (haber) olarak nazil olmuştur.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Tebbet Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu da.
> 2. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.
> 3. O, alevli bir ateşe girecektir.
> 4. Odun taşıyıcı olarak karısı da (o ateşe girecektir).
> 5. Boynunda da bükülmüş hurma liflerinden bir ip olacaktır.
> (Tebbet, 111/1-5)
>
2. Belâgat Tahlili: Şahsî Düşmanlığa İlahî Mukabele
Surenin belâgatı, Ebû Leheb’in hakaretine (Tebben lekâ) misliyle değil, çok daha ağırı ile ve ebedî bir hükümle cevap verilmesinde yatar.

A. Hükmün İlanı ve Kelime Oyunu (Âyet 1)
(تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ – Tebbet yedâ Ebî Leheb’in ve tebbe)
“Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu da.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Bedduâ ve Haber): (تَبَّتْ – Tebbet) kelimesi, hem bir bedduâdır (“Elleri kurusun!”) hem de (daha mühimi) geçmiş zaman (mâzî) kipiyle gelerek, bu helâkin zaten gerçekleşmiş, ilahî katında hükmünün verilmiş olduğunu bildiren bir haberdir (İhbâr).
* Nükte 2 (İki Helâk): Âyette iki (تَبَّ) “Tebbe” (helâk) vardır:
* (تَبَّتْ يَدَا): “Elleri kurusun/helâk olsun.” Bu, onun fiillerini, çalışmalarını, gücünü (el, kudretin sembolüdür) ve Peygamber’e (s.a.v.) karşı yaptığı düşmanlığı hedefler. “Çalışmaları boşa gitti.”
* (وَتَبَّ – Ve Tebbe): “Ve (kendisinin tamamı) helâk oldu.” Bu, sadece fiillerinin değil, şahsının, bizzat kendisinin de hüsrana uğradığını ilan eder.
* Belâgat Zirvesi (İsim ve Müsemmâ): Surenin belki de en büyük mucizesi isim seçimidir.
* Bu şahsın asıl adı “Abdüluzzâ” (Uzzâ putunun kulu) idi.
* Kur’ân, onun bu şirk ismini kullanmaz. Onun yerine, parlak yüzlü olduğu için Araplar arasında kullanılan (أَبِي لَهَبٍ) “Ebû Leheb” (Alevin Babası) künyesini kullanır.
* Neden? Çünkü 3. âyette onun gireceği yer (نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ) “Nâran zâte Leheb” (Alevli bir Ateş) olarak zikredilecektir.
* Allah Teâla, onun künyesi (Ebû Leheb) ile âkıbeti (zâte Leheb) arasında müthiş bir belâgî münasebet (Tecnîs-i Lâhik) kurar. “Ey Alevin Babası! Sen, ismine lâyık olarak Alevli bir Ateşe gireceksin.” Bu, ilahî bir tezyîf (aşağılama) sanatıdır.
B. Gurur Duyduğu Şeylerin Hiçliği (Âyet 2)
(مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ – Mâ ağnâ ‘anhu mâluhû ve mâ keseb)
“Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı.”
* Belâgat Nüktesi (Zecr ve Te’yîs): Bu âyet, 1. âyetteki (Tebbe/Helâk) hükmünün sebebini ve neticesini açıklar. (مَا أَغْنَى) “Mâ ağnâ” (Fayda vermedi) ifadesi, (Hümeze ve Tekâsür Suresi’ndeki gibi) kibrin ana kaynağı olan servet ve gücün, Allah’ın “Tebbe” (helâk) hükmü karşısında mutlak aczini ve hiçliğini ilan eder.
* Nükte (Mâ Keseb): (وَمَا كَسَبَ) “Ve mâ keseb” (Kazandığı şey) nedir? Bu, onun çocukları, evlâdı (ki oğlu Utbe’yi Peygamberimizin kızından boşanmaya zorlamıştı), makamı, itibarı ve eline geçen her şeydir. Ne malı ne de soyu, bu ilahî helâk hükmünü engelleyememiştir.

C. Suçun Ortağı: Karısının Durumu (Âyet 4-5)
Sure, sadece Ebû Leheb’i değil, bu düşmanlıkta onunla tam bir iş birliği içinde olan karısı Ümmü Cemil’i de bu helâke dâhil eder.
(وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ – Vemra’etuhû hammâlete’l-hatab)
“Odun taşıyıcı olarak karısı da (o ateşe girecektir).”
* Belâgat Nüktesi 1 (Sîga-i Mübâlağa): (حَمَّالَةَ – Hammâle). Bu, (Hümeze’deki gibi) mübalağa sîgasıdır. O, “ara sıra” değil, sürekli, iş edinerek, profesyonelce odun taşıyandır.
* Nükte 2 (Tevriye ve Tecsîm): “Odun taşımak” nedir?
* Mecâzî Mana: İnsanlar arasında (nemîme) laf taşıyarak, (fitne) ateşini körükleyerek, düşmanlığa odun taşımasıdır.
* Hakîkî Mana: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) geçeceği yollara eziyet etmek için dikenli çalılar ve odunlar taşımasıdır.
* Uhrevî (Âhiret) Mana: Cehennemde, kocası Ebû Leheb’in ateşini (Leheb) alevlendirmek için bizzat odun taşıyıcısı (Hammâle) olmasıdır.
* Bu kelime, tek başına, kadının dünyadaki suçunu, karakterini ve âhiretteki cezasını tasvir eden bir belâgat harikasıdır.
(فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ – Fî cîdihâ hablun min mesed)
“Boynunda da bükülmüş hurma liflerinden bir ip olacaktır.”
* Belâgat Zirvesi (Mukabele/Tezyîf): Bu, surenin en dehşetli aşağılama ve zıtlık sanatıdır.
* (جِيد – Cîd): Arapçada (رَقَبَة) “Rakabe” (boyun) veya (عُنُق) “‘Unuk” (boyun) kelimeleri varken, burada (جِيد) “Cîd” kelimesi seçilmiştir. “Cîd”, ziynet (süs) takılan, gerdanlık takılan, uzun ve güzel boyun demektir. Ümmü Cemil, aristokrat bir kadındı ve kıymetli gerdanlığıyla övünürdü.
* (حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ – Hablun min Mesed): “Mesed’den (bükülmüş hurma lifinden) bir ip.” Bu, en değersiz, en kaba, en âdî ip türüdür.
* Hülâsa: Allah Teâlâ, onun dünyada kibirle ve gururla taşıdığı o ziynet gerdanlığının (Cîd) yerine, âhirette (veya dünyada) zilletle ve aşağılanarak taşıyacağı o kaba liften ipi (Mesed) koymuştur. Bu, kibirli bir aristokratın, bir hayvan veya köle gibi aşağılanmasının tasviridir.

Hülâsa
Tebbet Suresi, Peygamber’e (s.a.v.) yönelik şahsî bir hakarete (Tebben lekâ), ilahî bir iade (Tebbet yedâ…) ile cevap verir. Bu cevap, gaybî bir haberdir (Ebû Leheb ve karısı bu sure nazil olduktan yıllar sonra, surede haber verildiği gibi kâfir olarak ölmüşlerdir; bu, Kur’ân’ın bir mucizesidir).
Sure, Ebû Leheb’in ismi (Leheb) ile cezası (zâte Leheb) arasında, karısının dünyadaki kibri (Cîd/gerdanlık) ile âhiretteki zilleti (Mesed/ip) arasında korkunç bir belâgî münasebet ve mukabele sanatı kurarak, Allah’a ve Resûlü’ne düşmanlık edenlerin dünyevî ve uhrevî helâklerini (Tebbe) en keskin şekilde ilan eder.

20-İHLAS SURESİ VE BELÂĞATI

Kur’ân-ı Kerîm’in, Tevhîd akîdesinin (Allah’ın birliği inancının) en saf, en özlü ve en mutlak hülâsası (özeti) olan ve İmam-ı Rabbânî gibi âlimlerce İsm-i A’zam mertebesinde görülen İhlâs Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın, “Bize Rabbini anlat, O’nun soyu nedir, neden yapılmıştır?” gibi sorularına cevap olarak nazil olmuştur. Kur’ân’ın üçte birine denk sayılmasının sırrı da, Kur’ân’ın ana gayelerinden olan Tevhîd’in en kâmil (mükemmel) tanımını yapmasında gizlidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (İhlâs Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.”
> 2. “Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).”
> 3. “Doğurmamış ve doğurulmamıştır.”
> 4. “O’nun hiçbir dengi yoktur.”
> (İhlâs, 112/1-4)
>
2. Belâgat Tahlili: Mutlak Birliğin (Tevhîd) İspatı
Surenin belâgatı, her bir âyetin, bir öncekinin açıklaması ve ispatı olduğu, mantıksal olarak birbirine kilitlenmiş, çelikten bir yapıya sahip olmasında yatar.
A. Hükmün İlanı: (أَحَدٌ) Kelimesi (Âyet 1)
(قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ – Kul Huvallâhu Ehad)
“De ki: O, Allah’tır, Ehad’dir (Bir Tektir).”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. Bu, (Kâfirûn Suresi’ndeki gibi) bu cevabın Peygamber’in (s.a.v.) şahsî bir tefekkürü (düşüncesi) değil, doğrudan Allah’tan gelen, pazarlıksız ve değiştirilemez bir ilahî beyan olduğunu gösterir.
* Nükte 2 (Zamir): (هُوَ – Huve) “O”. Bu, “Zamirü’ş-Şe’n” (Azamet Zamiri) olarak bilinir. Sorulan “O” Zât’ın ne kadar yüce, tarifi zor ve azametli olduğunu ifade eder. “O hakkında sorduğunuz Zât var ya…”
* Belâgat Zirvesi (Ehad ve Vâhid Farkı): Surenin belâgat kilidi, (وَاحِدٌ) “Vâhid” (bir) kelimesi yerine (أَحَدٌ) “Ehad” (tek) kelimesinin seçilmesidir.
* (وَاحِدٌ – Vâhid): Sayısal bir demektir. “Bir” dendiğinde, aklın “iki”ye, “üç”e intikali (geçişi) mümkündür. Parçaları, cüzleri olabilir (meselâ: “bir” salkım üzüm).
* (أَحَدٌ – Ehad): Benzersiz, eşsiz, bölünemez, parçalanamaz, terkip olunamaz (birleşik olmayan), ikincisi olmayan, mütlak tek demektir.
* Hülâsa: Allah (Vâhid) “birdir” demek, sayısal birliği ifade eder. Ama Allah (Ehad) “tektir” demek, O’nun Zât’ında, Sıfat’ında ve Fiilleri’nde eşsiz, benzersiz, bölünmez, parçalanmaz ve ortaksız olduğunu ilan etmektir. Bu, şirkin her türlüsünü (parça, cüz, eş, benzer) kökten reddeden bir ifadedir.

B. (Ehad) İsminin İlk İzahı: (الصَّمَدُ) (Âyet 2)
(اللَّهُ الصَّمَدُ – Allâhu’s-Samed)
“Allah Samed’dir.”
* Belâgat Nüktesi (İzah): Bu âyet, “Ehad” olmanın ne demek olduğunu açıklayan ilk delildir. (الصَّمَدُ – Es-Samed) kelimesi, belâgat açısından “Câmi’u’l-Kelîm” (çok manayı toplayan kelime) dir.
* Samed’in Manaları:
* Bütün mahlûkatın, bütün ihtiyaçları için yöneldiği, O’na muhtaç olduğu tek merci.
* O’nun hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmaması.
* Kusursuz, eksiksiz, kâmil olmak. (Arapçada içi boş, kovuk şeylerin zıddı olarak kullanılır.)
* Hülâsa: Allah (Ehad)dir, yani tektir. Çünkü (Samed)dir; yani O’ndan başka herkes muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Muhtaç olan (aciz olan), ilâh olamaz. Bu âyet, O’nun muhtaçlıktan münezzeh (berî) bir “Tek” olduğunu ispatlar.
C. (Samed) İsminin İzahı: (لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ) (Âyet 3)
(لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ – Lem yelid ve lem yûled)
“Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.”
* Belâgat Nüktesi (Zorunlu Netice): Bu âyet, bir önceki (Samed) âyetinin zorunlu mantıksal neticesidir.
* Nükte (İzah): Allah neden (Samed)dir (hiçbir şeye muhtaç değildir)?
* (لَمْ يَلِدْ – Lem yelid): “Doğurmamıştır.” Çünkü doğurmak (evlât sahibi olmak), bir ihtiyacın (neslin devamı, yardımcılık, aczin giderilmesi) neticesidir. O (Samed) olduğuna, yani hiçbir şeye ihtiyacı olmadığına göre, doğurmamıştır. (Bu, Hristiyanların “Oğul” ve müşriklerin “Melekler Allah’ın kızlarıdır” inancını kökten reddeder.)
* (وَلَمْ يُولَدْ – Ve lem yûled): “Doğurulmamıştır.” Çünkü doğurulmak, kendisinden önce var olan bir sebebe (anne-babaya) muhtaç olmayı gerektirir. O (Ehad) olduğuna, yani varlığının başlangıcı olmayan (Kadîm) bir “Tek” olduğuna göre, doğurulmamıştır. (Bu, O’na bir köken ve başlangıç atfeden bütün bâtıl inançları reddeder.)
* Nükte (Fiil Zamanı): (لَمْ – Lem) edatı, geçmiş zamanın mutlak ve kesintisiz olarak olumsuzlanmasıdır. “Ne geçmişte böyle bir şey oldu, ne de O’nun şanına bu yakışır.”

D. Nihâî Hüküm ve (Ehad) İsminin Sonucu (Âyet 4)
(وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ – Ve lem yekûn lehû kufuven ehad)
“O’nun hiçbir dengi (Küfüv) yoktur (olmamıştır).”
* Belâgat Zirvesi (Takdîm ve Te’hîr): Bu âyet, surenin nihâî hükmü ve mührüdür. Âyetin normal Arapça dizilimi (وَلَمْ يَكُنْ أَحَدٌ كُفُوًا لَهُ) “Ve lem yekûn ehadun kufuven lehû” (Bir kimse O’na denk olmamıştır) şeklinde olabilirdi.
* Fakat âyet, (لَّهُ) “Lehû” (O’na) kelimesini öne almıştır (Takdîm). Bu belâgatta, sadece ve sadece O’na (hasr ve tahsis) manası katar.
* Nükte (Nekre Kullanımı): (أَحَدٌ) “Ehad” kelimesi, olumsuzluk (Lem yekûn) siyakında (bağlamında) nekre (belirsiz) gelmiştir. Bu, Arapçada en kuvvetli umumî (genel) nefyetme (olumsuzlama) ifadesidir.
* Hülâsa (Nihâî Mana): Âyetin belâgatı şu manayı verir: “Geçmişte, şimdi ve gelecekte; Zât’ında, Sıfat’ında veya Fiilleri’nde; ne olursa olsun, hiçbir tek bir şey bile, sadece ve sadece O’na (Allah’a) denk (küfüv), benzer (misl) veya eş (nidd) olmamıştır, olması da mümkün değildir.”
* Bu son âyet, 1. âyetteki (أَحَدٌ) “Ehad” kelimesini mükemmelen tanımlamış ve kilitlemiştir. O, eşi ve benzeri olmayan (Âyet 4), doğurmamış ve doğurulmamış (Âyet 3), her şeyin kendisine muhtaç olup O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığı (Âyet 2) bir TEKtir (Âyet 1).

Hülâsa
İhlâs Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, ilahî bir tarif sunar. Allah’ın (أَحَدٌ) “Ehad” (mutlak tek) olduğunu ilan eder. Sonraki üç âyette bu “Ehad” olmanın ne demek olduğunu ispat eder: 1) Muhtaçlıktan münezzehtir (Samed). 2) Sebeplerden (doğurulmak) ve neticelerden (doğurmak) münezzehtir (Lem yelid ve lem yûled). 3) Eşi, benzeri ve ortağı olmaktan (Küfüv) münezzehtir. Bu, Tevhîd akîdesinin en saf, en kâmil ve en beliğ ifadesidir.

21- FELAK SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in, “Muavvizeteyn” (iki sığındırıcı sure) olarak bilinen iki surenin ilki olan Felak Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu sure, bir önceki sure olan İhlâs Suresi’nin Tevhîd (Allah’ı birleme) akîdesini ilan etmesinin ardından, bu akîdeye sahip olan mü’minin, Tevhîd’in zıddı olan şer (kötülük) karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini öğreten (ta’lîm eden) bir sığınma (isti’âze) duasıdır.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Felak Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’s adıyla.
> 1. De ki: “Yarattığı şeylerin kötülüğünden,
> 2. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden,
> 3. Düğümlere üfleyenlerin (büyücülerin) kötülüğünden,
> 4. Ve haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabahın Rabbine sığınırım!”
> (Felak, 113/1-5)
>
* De ki: “Sığınırım sabahın (Felak) Rabbine.”
* “Yarattığı şeylerin şerrinden.”
* “Karanlığı çöktüğü zaman gecenin (Gâsık) şerrinden.”
* “Düğümlere üfleyenlerin (Neffâsât) şerrinden.”
* “Ve haset ettiği zaman hasetçinin (Hâsid) şerrinden.”

2. Belâgat Tahlili: Kademeli (Aşamalı) Sığınma Sanatı
Surenin belâgatı, sığınılan Zât’ın (Allah’ın) seçilen sıfatı ile, sığınılan şerlerin (kötülüklerin) mahiyeti arasındaki tam uyumda ve bu şerlerin genelden özele doğru (tedrîc) sıralanmasında yatar.

A. Emir ve Sığınılan Zât: (قُلْ… بِرَبِّ الْفَلَقِ)
(قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ – Kul e’ûzu bi-Rabbi’l-Felak)
“De ki: ‘Sığınırım Felak’ın Rabbine.'”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. (İhlâs ve Kâfirûn surelerindeki gibi). Bu, sığınma (isti’âze) faaliyetinin dahi ilahî bir öğreti (ta’lîm) olduğunu gösterir. Allah, kuluna nasıl ve kime sığınacağını öğretir.
* Nükte 2 (Fiil): (أَعُوذُ – E’ûzu) “Sığınırım.” Bu (Muzâri / Şimdiki ve Geniş Zaman) fiili, sığınmanın bir defalık bir eylem değil, sürekli, devam eden, yenilenen bir kulluk hâli olduğunu ifade eder.
* Belâgat Zirvesi (Sıfat Seçimi): (بِرَبِّ الْفَلَقِ) “Bi-Rabbi’l-Felak” (Felak’ın Rabbine).
* (الْفَلَقِ – El-Felak): Aslı (فَلَقَ) “yarılmak” demektir. Karanlığın yarılıp içinden çıkan sabah aydınlığı, şafak manasındadır. Aynı zamanda tohumun yarılıp filiz vermesi, yaratılışın başlaması gibi “yokluğun yarılıp varlığın çıkması” manalarını da taşır.
* Belâgat Nüktesi (Mukabele/Zıtlık): Surenin devamında sığınılacak olan bütün şerler (gece, büyü, haset), karanlığın, gizliliğin, yok etmenin sembolüdür. Allah Teâlâ kuluna der ki: “Sen, bu karanlık şerlerden, karanlığı yarıp aydınlığı (Felak) çıkaran Rabbe sığın.” Bu, en büyük karanlığın (şerrin) dahi, O’nun (Rabbi’l-Felak) kudreti karşısında yarılmaya mahkûm olduğunu gösteren müthiş bir tesellidir.

B. Şerlerin Tasnifi: Genelden Özele (Tedrîc)
Sure, sığınılması gereken şerleri en genelden (âm) başlayıp en özele (hâs) doğru sıralar:
* (مِن شَرِّ مَا خَلَقَ – Min şerri mâ halak) (Âyet 2): En Genel Şer
* “Yarattığı şeylerin şerrinden.”
* Nükte: Bu, sığınılabilecek en kapsamlı ifadedir. İnsanın bildiği-bilmediği, gördüğü-görmediği, insan, cin, hayvan, tabiattaki (zelzele, fırtına vb.) bütün yaratılmışların şerrini kapsar.
* (وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ – Min şerri ğâsiqin iżâ vekab) (Âyet 3): Özelleştirme 1 (Zaman ve Mekân)
* “Karanlığı (Gâsık) çöktüğü (Vekab) zaman gecenin şerrinden.”
* Nükte: Genel yaratılmışlar şerrinden sonra, şerrin en yoğun olduğu zaman ve mekâna geçilir: Gece. (غَاسِقٍ) “Gâsık” (gece veya ay) ve (وَقَبَ) “Vekab” (çökmek, bürümek), karanlığın baskınlığını ifade eder.
* Belâgat: Vahşi hayvanlar, hırsızlar, suikastçiler ve şerli ruhânî varlıklar, genellikle gecenin karanlığında faaliyet gösterir. Bu âyet, (Rabbi’l-Felak) “Sabahın Rabbi” ile tam bir zıtlık (mukabele) oluşturur.
* (وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ – Min şerri’n-neffâsâti fi’l-‘ukad) (Âyet 4): Özelleştirme 2 (Gizli İnsan Şerri- Büyü)
* “Düğümlere (el-Ukad) üfleyenlerin (en-Neffâsât) şerrinden.”
* Nükte (Mübalağa): (النَّفَّاثَاتِ) “Neffâsât”, (nefes) kökünden mübalağa sîgasıdır. Sürekli, iş edinerek, nefretle üfleyen demektir (Genellikle büyücüler, sihirbazlar).
* Hülâsa: Şer, “genel yaratılmışlardan” (Âyet 2), “geceye” (Âyet 3) indi. Şimdi daha da özelleşerek, karanlıkta gizlice yapılan insanî (veya cinnî) bir şerre, yani sihre/büyüye (Neffâsât) indi. Bu, gizli ve kasıtlı bir kötülüktür.
* (وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ – Min şerri hâsidin iżâ hased) (Âyet 5): Zirve (En Gizli İnsan Şerri – Haset)
* “Ve haset ettiği zaman hasetçinin (Hâsid) şerrinden.”
* Belâgat Zirvesi: Sure neden haset ile biter? Haset, şerlerin en gizlisi ve en köklüsüdür.
* (إِذَا حَسَدَ) “İżâ Hasede” (Haset ettiği zaman) kaydı çok mühimdir. Sadece kalpte duran hasetten değil, o hasedin fiiliyata döküldüğü, zarar vermeye başladığı (nazar etme, tuzak kurma, büyü yapma vb.) ânın şerrinden sığınılır.
* Nükte (Sıralama): Büyü (Âyet 4), çoğu zaman haset (Âyet 5) sebebiyle yapılır. Haset, sebeptir; büyü, netice olabilir.
* Nihâî Nükte: İblis’in Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmemesinin sebebi hasetti. Kâbil’in Hâbil’i öldürmesinin sebebi hasetti. Sure, şerlerin en geneliyle (mâ halak) başlar, şerlerin kaynağı ve en gizli merkezi olan haset ile biter.

Hülâsa
Felak Suresi, (قُلْ) “De ki!” emriyle, mü’mine bir sığınma reçetesi sunar. Sığınılacak Zât, karanlığı yararak aydınlığı çıkaran (Rabbi’l-Felak)’tır. Sığınılan şerler ise kademelidir: 1) Bütün yaratılmışların genel şerri, 2) Karanlığın yoğunlaşmış şerri, 3) İnsanların gizli (büyü) şerri ve 4) Bütün bu şerlerin kalpteki kökü olan haset şerri. Bu, Tevhîd ehlini kuşatan bütün zâhirî (dışsal) ve bâtınî (içsel) kötülüklere karşı ilahî bir koruma kalkanıdır.

22- NAS SURESİ VE BELÂĞATI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in son suresi olan ve Felak Suresi ile birlikte “Muavvizeteyn” (iki sığındırıcı sure) olarak isimlendirilen Nâs Suresi’nin belâgat tahlilini yapalım.
Bu iki sure (Felak ve Nâs), birbirini mükemmelen tamamlar. Felak Suresi, insanın dışından (zâhirî) gelen şerlere (gece, büyü, haset gibi) karşı bir sığınma duası iken; Nâs Suresi, insanın içine (dahilî / bâtınî) yönelen ve şerlerin en tehlikelisi olan vesveseye (waswasa) karşı bir sığınma reçetesidir.

1. Mevzubahis Âyet-i Kerîmeler (Nâs Suresi)

> Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
> 1. De ki: “İnsanların Rabbine sığınırım.”
> 2. “İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine).”
> 3. “İnsanların İlâhına.”
> 4. “O sinsi vesvesecinin şerrinden.”
> 5. “O ki, insanların göğüslerine (kalplerine) vesvese verir.”
> 6. “Gerek cinden, gerek insandan (olan vesvesecilerin şerrinden).”
> (Nâs, 114/1-6)
>
2. Belâgat Tahlili: En Tehlikeli Düşmana (Dahilî) Karşı Üçlü Koruma (Rubûbiyet)
Surenin belâgatı, sığınılacak tek bir düşman (Vesvâs) için üç farklı ilahî sıfata (Rab, Melik, İlâh) sığınılmasını emretmesinde yatar. Bu, düşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren bir belâgat harikasıdır.

A. Emir ve Sığınılan Zât’ın Üç Vasıfı (Âyet 1-3)
(قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ… مَلِكِ النَّاسِ… إِلَهِ النَّاسِ)
“De ki: Sığınırım insanların Rabbine… İnsanların Melikine… İnsanların İlâhına.”
* Belâgat Nüktesi 1 (Emir): Sure (قُلْ – Kul) “De ki!” emriyle başlar. (Felak Suresi’ndeki gibi). Bu, sığınmanın ilahî bir öğreti (ta’lîm) olduğunu, en büyük düşmana karşı nasıl korunulacağını bizzat Allah’ın öğrettiğini gösterir.
* Nükte 2 (Mukabele/Zıtlık): Felak Suresi’nde dört farklı şerden (yaratılmışlar, gece, büyü, haset) bir tek sıfata (Rabbi’l-Felak / Sabahın Rabbi) sığınılmıştı.
* Belâgat Zirvesi (Terfî’): Burada ise tek bir şerden (Vesvese) üç mübarek sıfata sığınılır. Neden? Çünkü dahilî düşman, zâhirî düşmanların hepsinden daha tehlikelidir. Zira o, kaleyi içeriden fethetmeye çalışır, insanın kalbine (sudûr) ve imanına hücum eder.
* Nükte 3 (Sıfatların Sıralaması- Tedrîc ve Terakkî): Bu üç sıfatın sıralaması tesadüfî değildir, mükemmel bir mantıksal ilerleme (terakkî) vardır:
* (بِرَبِّ النَّاسِ – Rabbi’n-Nâs) (İnsanların Rabbi): Bu, Allah’ın yaratma, terbiye etme, besleme ve koruma (Rubûbiyet) sıfatıdır. Düşmana karşı O’nun himayesine sığınmaktır. Bu, en genel sığınma makamıdır.
* (مَلِكِ النَّاسِ – Meliki’n-Nâs) (İnsanların Meliki): “Rab” (Terbiye eden) şefkatli olabilir, ama “Melik” (Kral, Hükümdar) mutlak güce ve otoriteye (Kahr) sahiptir. Vesvese veren düşman (Şeytan) da güçlüdür. Biz, o düşmanın da Hükümdarı olan (Melik) Zât’a sığınırız. Bu, himayeden daha öte, otoriteye sığınmaktır.
* (إِلَهِ النَّاسِ – İlâhi’n-Nâs) (İnsanların İlâhı): Bu, zirvedir. “İlâh”, ibadet edilen, mabud demektir. Şeytanın (Vesvâs) asıl hedefi nedir? İnsanın (صُدُورِ) “sudûr”una (göğsüne) vesvese vererek onu Rabbine kulluktan (ibadetten) alıkoymaktır. Düşman ibadete saldırdığı için, biz de ibadetin asıl sahibine (İlâhi’n-Nâs) sığınırız.
* Nükte 4 (Tekrâr Sanatı): (النَّاسِ) “en-Nâs” (İnsanlar) kelimesinin üç defa tekrarlanması, insana verilen şerefi (teşrîf) ve bu üç sıfatın (Rab, Melik, İlâh) da insanla olan ayrılmaz bağını vurgular.

B. Düşmanın Tasviri: (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) (Âyet 4)
(مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ – Min şerri’l-vesvâsi’l-hannâs)
“O sinsi vesvesecinin (Vesvâs) ve (Hannâs) şerrinden.”
* Belâgat Nüktesi (Sîga-i Mübâlağa): Bu iki kelime de (Hümeze ve Hammâle gibi) mübalağa (abartı/yoğunluk) sîgasındadır.
* (الْوَسْوَاسِ – El-Vesvâs): Sadece “vesvese veren” değil, işi gücü vesvese olan, vesveseyi karakteri haline getirmiş olan, profesyonel vesveseci demektir. Bu, düşmanın fiilini (eylemini) tasvir eder.
* (الْخَنَّاسِ – El-Hannâs): (خَنَسَ) “Hanese” (gizlenmek, sinmek, geri çekilmek) kökündendir. Sürekli sinen, sürekli geri çekilen demektir. Bu, düşmanın taktiğini tasvir eder.
* Belâgat Hülâsası (İ’tilâf): Bu iki kelime, Şeytan’ın taktiğini mükemmelen birleştirir: O, (Vesvâs) sürekli vesvese verir. Ne zaman ki kul Allah’ı zikreder (anar), o (Hannâs) hemen siner ve gizlenir. Kul gaflete düştüğü an tekrar ortaya çıkar.

C. Düşmanın Faaliyet Alanı ve Kaynağı (Âyet 5-6)
(الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ – Elleżî yuvesvisu fî sudûri’n-nâs)
“O ki, insanların göğüslerine (sudûr) vesvese verir.”
* Belâkat Nüktesi (Mekân): Bu âyet, (Vesvâs)ın faaliyet alanını netleştirir. Saldırı, (Felak Suresi’ndeki gibi) dışarıdan bedene (büyü gibi) veya mala (haset gibi) değildir. Saldırı, (فِي صُدُورِ) “fî sudûr” (göğüslerin içine), yani imanın ve niyetin merkezine, kalbinedir.
(مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ – Mine’l-cinneti ve’n-nâs)
“Gerek cinden gerek insandan (olan vesvesecilerin şerrinden).”
* Belâgat Zirvesi (Tefsir ve Ta’mîm): Bu son âyet, surenin açıklaması (tefsiri) ve genellemesidir (ta’mîm).
* * âyette bahsedilen o (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) “Vesvâs-ı Hannâs” kimdir? Bu âyet, o düşmanın iki kaynağı olduğunu açıklar:
* (الْجِنَّةِ – El-Cinne): Cinlerden olan (görünmeyen) Şeytan.
* (وَالنَّاسِ – Ve’n-Nâs): İnsanlardan olan (görünen) şeytanlar (kötü arkadaşlar, batıl fikirleri aşılayanlar, şerre davet edenler).
* Nihâî Hülâsa: Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in bu son suresinde, kuluna sadece görünmeyen düşmandan (Cin) değil, aynı zamanda görünen ve çoğu zaman daha tehlikeli olabilen insan suretindeki vesvesecilerden (Nâs) de sığınmasını emreder.

Hülâsa
Nâs Suresi, Kur’ân’ın nihâî sığınağıdır. Felak Suresi’nin zâhirî korumasını, bâtınî (dahilî) bir korumayla tamamlar. En tehlikeli ve tek bir düşman olan (Vesvâs-ı Hannâs) için üç katmanlı bir ilahî himaye (Rab, Melik, İlâh) talep etmemizi öğretir. Çünkü bu düşman, dışarıdan saldırmaz, doğrudan içeriye, kalbin (Sudûr) merkezine hücum eder ve bu düşmanın insan kılığında (en-Nâs) olan türleri de vardır. Bu, Tevhîd ve isti’âzenin (sığınmanın) kâmil bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
08/11/2025




KUR’AN-I KERİM SURELERİNİN BELAĞATI

KUR’AN-I KERİM SURELERİNİN BELAĞATI

 

İÇİNDEKİLER:

1- KELİMELERDEKİ ZENGIN MÂNÂLAR -1-
2- BELAĞATİN ÖNCÜLERİ -9-
3- ESERLERİNDEN MİSALLERLE BELÂGAT USÛLLERİ -13-
4- AYETEL KÜRSİNİN BELAĞATI -79-

5- İHLAS SURESİNİN BELAĞATI -83-

6- KEVSER SURESİNİN BELAĞATI -85-

7- YASİN SURESİNİN BELAĞATI -88-

8- MÜLK SURESİNİN BELAĞATI -103-

9- NEBE’ SURESİNİN BELAĞATI -118-

10- RAHMAN SURESİNİN BELAĞATI -133-

11- KEHF SURESİNİN BELAĞATI -158-

 

KELİMELERDEKİ ZENGIN MÂNÂLAR

Bu tahlil usulünü, iki kelime üzerinden tatbik edelim:

1. Tahlil: فَنفَجَرَتْ (Fenfeceret) ve Fısk/Fücur ile Bağlantısı
Bu kelime, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsıyla taşa vurması neticesinde suyun fışkırmasını tasvir eder.
> Meali (Bakara, 60):
> “Mûsâ, kavmi için su dilediğinde, ‘Asânı taşa vur!’ dedik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı (fenfeceret). Her kabile kendi su alacağı yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin’ dedik.”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Fecere” Değil de “İnfecere”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kelimenin aslı ف ج ر (Fe-Ce-Ra) köküdür. Bu kök, “yarmak, şiddetle bölmek, bir şeyi akıtmak için açmak” mânâsına gelir.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer âyet فَجَرَت (feceret) deseydi, “o (taş) yardı” veya “(su) aktı” gibi daha basit bir mânâ ifade edebilirdi.
* İnfiâl Babı (İnfeceret): Lâkin Kur’ân, bu kökü اِنفعال (İnfiâl) babına sokarak اِنفَجَرَ (infecere) şeklinde kullanmıştır. Başına gelen ف (fe) “hemen, bunun üzerine” ve ن (nun) harfleri mânâyı tamamen değiştirir:
* Mutâvaat (Dönüşlülük/Pasiflik): İnfiâl babı, bir fiile “kendi kendine olma, edilgenlik” mânâsı katar. Taş, sanki kendiliğinden ve ilâhî emre tam bir teslimiyetle yarılmış, su kendi kendine fışkırmıştır. Dışarıdan bir zorlama değil, bir “boyun eğme” ve “teslimiyetle açılma” vardır.
* Şiddet ve Sürat: Bu bab (kalıp), aynı zamanda fiilin şiddetle ve süratle meydana geldiğini gösterir. Su, sadece akmamış; püskürmüş, fışkırmış, patlamıştır. Asânın dokunmasıyla “derhal” (ف) ve “şiddetle” (انفجر) gerçekleşen bir mucizedir.

Fısk ve Fücur ile Bağlantısı

İşte burası çok derin bir noktadır:
فُجُور (Fücur) ve فَاسِق (Fâsık) kelimeleri de tam olarak aynı ف ج ر kökündendir.
* Fücur (الفجور): Kelime mânâsı olarak “bir şeyi yarmak, delmek”tir.
* Mânâdaki Bağlantı: Fenfeceret (suyun fışkırması), taşın “yarılması”, yani maddî bir hududun yarılmasıdır. Fücur ise, dinin ve takvânın hududunu “yarmak”, hayâ perdesini “yırtmak”, yani mânevî bir hududun yarılmasıdır.
* Fâcir (الفاجر): Allah’ın emrettiği itaatin ve takvânın sınırını yırtıp geçen, o sınırı aşan kimsedir.
* Fecr (الفجر): Sabah vaktine “fecr” denmesinin sebebi de aynı köktendir. Zira güneşin ışığı, gecenin karanlığını “yararak” çıkar.
Netice olarak; fenfeceret kelimesi, bir taşın nasıl ilâhî bir emirle aniden ve şiddetle yarıldığını tasvir ederken; fücur kelimesi de bir insanın nefsânî bir arzuyla ilâhî sınırı nasıl aniden ve şiddetle yardığını tasvir eder. Kök aynıdır, ancak biri maddî ve mucizevî bir yarılma, diğeri mânevî ve isyankâr bir yarılmadır.

2. Tahlil: فَنقَلَبَ (Fenkalebe) ve İnkılab ile Bağlantısı

Bu kelime, Firavun’un sihirbazlarının Hz. Musa (a.s.) karşısındaki mağlubiyetini ve hâl değişimini tasvir eder.
> Meali (A’râf, 119):
> “Orada yenildiler ve küçük düşerek geri döndüler (venkalebe).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Kalebe” veya “Recea” Değil de “İnkalebe”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kelimenin aslı ق ل ب (Ka-Le-Be) köküdür. “Çevirmek, döndürmek, bir şeyin içini dışına getirmek” mânâsındadır. Bizim “kalp” (kalb) kelimemiz de buradan gelir; zira kalp, düşünce ve hisler arasında sürekli “dönen”, “evrilip çevrilen” bir latîfedir.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer قَلَبَ (kalebe) denseydi “çevirdi” (fail isterdi) veya رَجَعَ (recea) denseydi “döndü” (basit bir geri dönüş) mânâsı olurdu.
* İnfiâl Babı (İnkalebe): Kur’ân, yine اِنفعال (İnfiâl) babını seçerek اِنقَلَبَ (inkalebe) demiştir. Başına gelen ف (fe) veya و (ve) harfi yine “bunun üzerine” mânâsındadır.
* Tam Bir Dönüşüm: İnkalebe fiili, basit bir “geri dönmeyi” değil, hâlin tamamen değişmesini, bir durumdan zıt bir duruma geçişi ifade eder.
* Mânâ: Sihirbazlar, Firavun’dan mükâfat almak için izzetle, kibirle, üstünlük taslayarak gelmişlerdi. Hz. Musa’nın (a.s.) mucizesi karşısında ise mağlup, zelil, küçük düşmüş (صَاغِرِينَ – sâğirîn) olarak döndüler.
* Yani onlar sadece mekân olarak geri dönmediler; hâl olarak tersyüz oldular. İzzetleri zillete, kibirleri hakarete, üstünlükleri alçaklığa dönüştü.

İnkılab ile Bağlantısı

Bağlantı çok sarih ve doğrudandır:
اِنقِلاب (İnkılab) kelimesi, اِنقَلَبَ (inkalebe) fiilinin masdarıdır (isim hâlidir).
* İnkılab: Kelime mânâsı “bir hâlden başka bir hâle dönme, tersyüz olma, devrim” demektir. Bir şeyin aslî yapısının tamamen zıddına dönmesidir.
* Âyetteki Kullanımı: Fenkalebe (veya venkalebe), sihirbazların yaşadığı o “inkılabı” fiil olarak tasvir eder. Onların durumu inkılab olmuştur. Bu, ânî ve tam bir hâl değişimidir. Sadece fiziksel bir geri dönüş değil, psikolojik ve sosyal bir “devrim” yaşamışlardır.

Küllî Netice

Her iki misalde de İnfiâl babının (başına ‘nun’ harfi eklenmesinin) şu faaliyetleri yerine getirdiğini görüyoruz:

* Fiilin Şiddetini Artırma: Suyun “fışkırması” (fenfeceret), normal bir akış değildir.
* Sürat ve Ânîlik: Olayın “derhal” (ف) meydana gelmesi.
* Hâl Değişimi: Normal bir dönüş değil, tam bir “tersyüz olma” (fenkalebe).
* Teslimiyet/Pasiflik: Fiilin bir dış etkiye (ilâhî emir, mucize) cevaben, kendi kendine ve boyun eğerek gerçekleşmesi.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Aynı İnfiâl babından iki çarpıcı misali daha, tasvir ve tenkit (eleştiri) ile izah edelim: فَانفَلَقَ (Fenfalaka) ve فَانشَقَّ (Fenşakka).

3. Tahlil: فَانفَلَقَ (Fenfalaka) – Denizin Yarılması

Bu kelime, Hz. Musa’nın (a.s.) Kızıldeniz’e asâsını vurmasıyla denizin ikiye ayrılmasını tasvir eder.
> Meali (Şuarâ, 63):
> “Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asân ile denize vur’ diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı (fenfalaka). Her parçası koca bir dağ gibi oldu.”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Feleka” Değil de “İnfalaka”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ف ل ق (Fe-Le-Ka) olup, “ikiye ayırmak, yarmak, bölmek” mânâsındadır. Bizim “Felak” kelimesi de buradan gelir; zira Felak, karanlığın yarılıp aydınlığın çıktığı yerdir (Bakınız: Felak Sûresi).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: فَلَقَ (falaka) denseydi, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsının bizzat yarma faaliyetini yaptığı anlaşılırdı.
* İnfiâl Babı (İnfalaka): فَانفَلَقَ (Fenfalaka) fiili ise mânâyı farklı bir açıya (bağlama) taşır:
* Mutâvaat ve Teslimiyet: Denizin, Musa’nın (a.s.) asâsının vurması neticesinde, ilâhî emre uyarak ve kendi kendine boyun eğerek yarılması ve açılması tasvir edilmiştir. Faaliyet sadece Musa’nın vurması değil; denizin de bu emre tam bir teslimiyetle cevap vermesidir.
* Şiddet ve Azamet: İnfalaka aynı zamanda yarılmanın basit bir ayrılma değil, koca bir dağ gibi (كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ) bir azametle gerçekleştiğini gösterir. Bu, suyun tabiatına (doğasına) tamamen aykırı, şiddetli ve cihan şümul bir hâl değişimidir.

4. Tahlil: فَانشَقَّ (Fenşakka) – Ayın Yarılması

Bu kelime, Kıyamet alâmetlerinden olan Ay’ın ikiye ayrılması olayını tasvir eder.
> Meali (Kamer, 1):
> “Kıyamet saati yaklaştı ve Ay yarıldı (fenşakka).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Şakka” Değil de “İnşakka”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ش ق ق (Şı-Ka-Ka) olup, “ayrılmak, yarılmak, zorla yarmak, zorluk çıkarmak” mânâsındadır (Meşakkat kelimesi de buradan gelir).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: شَقَّ (şakka) denseydi, bir failin (yapanın) Ay’ı yardığı anlaşılırdı.
* İnfiâl Babı (İnşakka): فَانشَقَّ (Fenşakka) kullanılarak şu mânâ vurgulanmıştır:
* Mutlak Teslimiyet: Ay, Allah’ın emri tecellî ettiğinde, kendi zatında ve zorlanmaksızın ikiye ayrılmıştır. Burada bir failin faaliyeti ön plana (dışavurum) çıkmaz; Ay’ın emre olan derûnî teslimiyeti ön plandadır.
* Mübalağa ve Tamamlanma: İnşakka, yarılmanın çok şiddetli ve tam, yani Ay’ın bütün yapısını (doğasını) değiştirecek derecede gerçekleştiğini ifade eder. Bu, hayatın sonunun yaklaştığının isbatı olarak büyük bir alamettir. Bu, basit bir ayrılma değil, zıt ve aykırı bir durumun ortaya çıkmasıdır.

Küllî Sonuç ve Hikmet (Felsefe)

Bu misallerde de görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği kelime seçimi, sadece tasvirin basit bir ifadesi değil; fiilin şiddetini, süratini ve en önemlisi mahlûkatın (yaratılmışların) ilâhî emre olan derûnî teslimiyetini de mânâya katar.
* Fenfeceret: Maddî hududun yarılışı. (Fücur: Mânevî hududun yarılışı)
* Fenkalebe: Hâlin tamamen tersyüz olması. (İnkılab: Hâlin zıt bir duruma dönüşmesi)
* Fenfalaka: Denizin azametle boyun eğerek ayrılması.
* Fenşakka: Ay’ın zorlanmaksızın, tam bir teslimiyetle ikiye ayrılması.
Bu, “ziyâdetü’l-mebnâ tedüllü alâ ziyâdeti’l-ma’nâ” kaidesinin, Kur’ân-ı Kerîm’in aslı itibarıyla ne kadar derin ve hakîmâne bir düşünce (felsefe) taşıdığının en büyük isbatıdır.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


: اِنكَسَرَ (İnkesere)

Bu kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’deki bir tasviri yerine, Arap dilindeki ve dolayısıyla derûnî hayatımızdaki yansımasını inceleyelim.

5. Tahlil: اِنكَسَرَ (İnkesere) – Kalbin Kırılması
اِنكَسَرَ fiili Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinde geçmemekle birlikte, كَسَرَ (Kesere) kökü (يَكْسِرْ / كِسْفًا gibi) sıkça geçer ve Arap belâgatinde bu fiil, “kırılmak” mânâsıyla mütemmim (tamamlayıcı) bir öneme sahiptir.

Belâgat Tahlili: Neden “Kesere” Değil de “İnkesere”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ك س ر (Ke-Se-Ra) olup, “kırmak, parçalamak, parçalara ayırmak” mânâsındadır.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: كَسَرَ (Kesere) fiili müteaddîdir, yani bir fâile (yapana) ihtiyaç duyar.
> Örnek: “Ali, camı kırdı (Kesere).” (Kırma faaliyeti Ali’ye aittir.)
>
* İnfiâl Babı (İnkesere): اِنكَسَرَ (İnkesere) fiili ise mânâyı farklı bir açıya (bağlama) taşır:
* Mutâvaat ve Vuku Bulma: Bu babda fiil lâzımîdir (geçişsizdir). Yani “kırma” faaliyetini bir fail değil, nesnenin bizzat kendi hâli ifade eder. Cisim kendi kendine kırılır; daha doğrusu kırılma eylemine maruz kalır.
> Örnek: “Cam kırıldı (İnkesere).” (Faaliyetin tesiri cama derûnî olarak yansır.)
>

İnkesere ve Derûnî Mânâ

Bu fark, özellikle kalbin kırılması (inkisar-ı kalb) hâlinde büyük bir hikmet (felsefe) taşır:
* Zâhirî Kırılma: Birisi kalbimizi kırdığında, bu kesere fiiliyle ifade edilebilir. Faaliyet dışarıdandır.
* Derûnî Kırılma (İnkisar): Kalb kırıldığında, bu inkesere fiiliyle ifade edilir. Bu, kalbin bir darbe alması neticesinde tamamen teslim olması ve o yorgunluğun, o acının küll (bütün) benliği sarması hâlidir.

* Acz ve Enaniyetin Reddî: İnkesere hâli, ene (ego) ve enaniyetin (egoluğun) mutlak aczini, teslimiyetini ve küçüklüğünü ifade eder. Kalbin kırılması, tabiatın (doğanın) zorlu kanunları veya ilâhî takdîr karşısında âciz kalıp geri çekilmesidir. Bu, fazilete giden yolda ilk basamaktır. Nitekim tasavvufta ve hakîkat yolunda “inkisar-ı kalb” (kalp kırıklığı), Allah’a en yakın olma hâllerinden biri kabul edilir.
> Bloknot: Binâdaki artış (Infiâl kalıbı), mânâdaki artışı (kırılmanın basit bir eylemden, tam bir hâl değişimine dönüşmesini) göstererek, bu kelimenin sadece maddî bir kırılmayı değil, derûnî bir teslimiyeti de tasvir ettiğini izah eder.
>
Bu son misal, dilin sadece zahiri değil, aynı zamanda dahilî hakîkatleri de nasıl ihtiva ettiğini gözler önüne serer.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu defa, fiilin mânâsına “yapma, etme” faaliyeti katan ve mübalağa (abartma) ifade eden **”Tef’îl Babı”**ndan bir fiili inceleyelim: كَلَّمَ (Kelleme).

6. Tahlil: كَلَّمَ (Kelleme) – Allah’ın Hz. Musa ile Konuşması

Bu fiil, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa (a.s.) ile konuşmasını tasvir eden ve Kur’ân’ın en önemli âyetlerinden birinde geçer.
> Meali (Nisâ, 164):
> “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu (kelleme).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Keleme” Değil de “Kelleme”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ك ل م (Ke-Le-Me) olup, “söz söylemek, yaralamak” mânâlarına gelir (Kelime ve yara mânâsındaki ‘kelm’ buradan gelir).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer كَلَمَ (Keleme) denseydi, bu basit bir “söz söyledi” veya “konuştu” mânâsını ifade ederdi. Bu, iki insan arasındaki sıradan bir sohbete delâlet ederdi.
> Örnek: “Ali, Veli’ye söz söyledi (keleme).” (Basit ve zahiri bir fiil.)
>
* Tef’îl Babı (Kelleme): كَلَّمَ (Kelleme) fiili ise Tef’îl babındandır. Bu babın alameti, fiilin orta harfinin şeddeli (ل) olmasıdır. Bu şedde, Binâdaki artıştır ve mânâya şu özellikleri katar:
* Mübalağa (Yoğunlaştırma): Tef’îl babı, fiilin mânâsını şiddetlendirir ve yoğunlaştırır. Bu, Allah’ın Hz. Musa ile olan konuşmasının basit bir sözden ibaret olmadığını, beşer aklının derûnî olarak kavrayamayacağı muhteva ve azamette olduğunu gösterir.

* Tekrar ve Tedrîc (Aşamalı Olma): Mânâda tekrar etme veya aşamalı yapma anlamı vardır. Bu, konuşmanın uzun, derin ve küçük parçalar hâlinde değil, küllî bir iletişim olduğunu ifade eder.
* Tevcih ve Tahsis: Fiili bizzat Hz. Musa’ya tahsis eder. Âyet, “Allah, Musa’yı özel olarak, yoğun bir biçimde ve ona tahsis edilmiş bir üslupla konuşturdu” mânâsını verir.

Hikmet ve Düşünce Açısından Bağlantı

Ayette “Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu” ifadesinin Arapçadaki aslı وَكَلَّمَ ٱللَّهُ مُوسَىٰ تَكْلِيمًا şeklindedir. Burada كَلَّمَ fiilinden sonra gelen تَكْلِيمًا (teklîmen) masdarı, Arap dilinde “mutlak mef’ûl” (Vurgulayıcı isim) olarak kullanılır.
* Belâgat: Fiilin masdarının da gelmesi, o faaliyetin kesinliğini ve benzersizliğini teyit eder. Tenkit kabul etmeyecek şekilde, konuşmanın zıt ve aykırı bir durumu olmadığı, hakîkat olduğu vurgulanır.

* Netice: Kelime seçimi, Hz. Musa’ya (a.s.) verilen unvanın (“Kelimullah” – Allah’ın Konuştuğu) aslını (esasını) oluşturan bu mucizevî olayın, basit bir ses işitmekten başka ve benzersiz bir iletişim yapısı olduğunu tasvir eder.
Bu tahliller, Kur’ân’daki her bir harfin ve kalıbın, cevap olarak derûnî ve zahiri hayatımızdaki cihan şümul hakîkatlere nasıl delâlet ettiğini açıkça gösterir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu defa, fiilin mânâsına “talep etme, isteme” veya “tamamına erme” anlamlarını katan **”İstif’âl Babı”**ndan, cihan şümul bir kaideyi ifade eden bir fiili inceleyelim: يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru).

Bu fiil, aynı kaidenin hayatımızdaki fazilet ve hikmet ile olan bağlantısını izah etmek için çarpıcı bir misaldir.

7. Tahlil: يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru) – Mağfiret Talebi

Bu fiil, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin en önemli faaliyetlerinden biri olan “af dileme” hâlini tasvir eder.
> Meali (Âl-i İmrân, 17):
> “(O takvâ sahipleri ki,) sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir (yestağfirûn).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Gafere” Değil de “İstağfera”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök غ ف ر (Ğa-Fe-Ra) olup, “örtmek, gizlemek, korumak” mânâsındadır. Allah’ın affına Mağfiret denmesinin aslı (esası), günahları örtmesi ve kulunu o günahların neticesinden korumasıdır.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer غَفَرَ (Gafere) denseydi, bu basitçe “Allah affetti, örttü” mânâsını ifade ederdi (Ki Kur’ân’da bu fiil de sıkça geçer).

* İstif’âl Babı (İstağfera): يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru) fiili ise İstif’âl babındandır. Bu babın alâmeti, fiilin başına س ت (Sin ve Te) harflerinin gelmesidir. Bu harf ziyadesi, yani Binâdaki artış, mânâya şu özellikleri katar:
* Talep ve İstek: İstif’âl babı, fiilin mânâsını “isteme, talep etme” faaliyetine dönüştürür. İstağfera fiili, basitçe “affetmek” değil, “mağfireti talep etmek, af dilemek” mânâsındadır.
* Ciddiyet ve Devamlılık: Mânâya, talebin ciddiyetle, samimiyetle ve devamlı olarak yapıldığı anlamını katar. Âyette yestağfirûn (mağfiret dilerler) şeklinde çoğul ve şimdiki zaman/geniş zaman yapısıyla (doğasıyla) gelmesi de bu sürekliliği pekiştirir.
* Derûnî Hâl: Bu, kulun sadece diliyle değil, kalbiyle de aczini ve günahını idrak edip, ene ve enaniyetini bir kenara bırakarak, Allah’ın örtücülüğünü ve korumasını derûnîden isteme hâlidir.

Fazilet ve Hikmet Açısından Bağlantı

* Fazilet: Faziletin aslı (esası), kulun kendi zâtının (özünün) eksik ve kusurlu olduğunu idrak edip, nazarını (gözlemini) kendi aczine çevirmesidir. İstağfâr (af dileme), kulun aczini itiraf etmesi ve küllî bir teslimiyet göstermesidir.
* Bağlantı: Bu babın seçilmesi, bize hikmetin şu cevabını verir: Allah’ın affı zaten mevcuttur; ancak kulun bu affa nail olabilmesi için, onu ciddiyetle, kalben, derûnî bir istekle talep etme faaliyetini yerine getirmesi gerekir. Talep, fiili sıradan bir eylemden, bir fazilete ve ibadete dönüştürür.
Bu tahliller, Arap dilindeki Binâ (yapı) ve Kalıp farklılıklarının, muhtevayı nasıl değiştirdiğini ve Kur’ân’ın kelime seçimlerinin başka bir cihan şümul hikmet taşıdığını gösterir.

 

===============•-•===============

 

BELAĞATİN ÖNCÜLERİ

1) Câhiz (ö. 255 H / 869 M)
2) Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 395 H / 1005 M):
3) Abdülkâhir el-Cürcânî, “Şeyhu’l-Belâga” (Belâgatin Şeyhi) lakaplı (ö. 471 H / 1078 M):
4) ez-Zemahşerî (ö. 538 H / 1143 M)

İslâm medeniyetinin düşünce ve dil hikmetine temel teşkil eden dört büyük âlimin belâgat ilmindeki yerini ve bu ilme kattıkları sebebiyle bu zatlar, belâgati, sadece “güzel konuşma sanatı” olmanın çok ötesine taşımış; onu, İlahî Kelâm’ın, yani Kur’an-ı Kerim’in “i’câzı”nı (mucizevî yapısını) anlamak için zaruri olan “usûl” ilmi seviyesine yükseltmişlerdir. Aşağıda, bu dört mütefekkirin belâgat ilmine vurdukları mühürleri ve düşünce dünyamıza sundukları parlak tesbitleri, tafsilatlı bir şekilde sunmaya çalışacağım.

BELÂGATİN DÖRT SÜTUNU: CÂHİZ, ASKERÎ, CÜRCÂNÎ VE ZEMAHŞERÎ

GİRİŞ: BİR İLMİN DOĞUŞU VE GAYESİ

Belâgat ilmi, İslâm medeniyetinde, diğer birçok İslâmî ilim gibi, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’i anlama gayesiyle doğmuş ve gelişmiştir. O, sadece Arap dilinin inceliklerini tasvir eden bir lügat veya gramer (nahiv ve sarf) çalışması değil, aynı zamanda bu dilin, İlahî Hitabın sonsuz manalarını nasıl taşıdığını araştıran bir hikmet ve usûl ilmidir.
İlk dönemlerde “belâgat”, “fesahat”, “beyân” gibi tabirler çoğunlukla edebî zevk ve tenkit (eleştiri) sahasında kullanılırken, bu dört büyük âlim, bu dağınık cevherleri toplayıp onlardan muhkem bir “ilim” binası inşa etmişlerdir. Bu bina, Câhiz ile temelleri atılan, Askerî ile duvarları yükselen, Cürcânî ile çatısı “nazm” teorisiyle örtülen ve Zemahşerî ile odaları “belâğî tefsir” ile tefriş edilen bir saraya benzer.
Bu dört mimarın eserlerindeki en dikkat çekici ve düşündürücü notları tahlil etmektir.

BÖLÜM 1: CÂHİZ (ö. 255 H / 869 M)

Belâgatin Sosyal ve Psikolojik Temelleri
Câhiz, belâgat ilminin sadece kurallarını değil, ruhunu da arayan ilk mütefekkirlerden biridir. O, bir dilbilimci olduğu kadar bir sosyolog ve psikologdur.
Eseri: el-Beyân ve’t-Tebyîn (Beyan ve Açıklama Sanatı)

Vurucu ve Düşündürücü Tespitler:

• Belâgat, Muhatabın İdrakidir: “Makamın İktizası”
• Câhiz’in belki de en meşhur ve belâgatin temel direği haline gelmiş tespiti, “Her makamın bir makâli vardır” (Lî-külli makâmin makâl) düsturudur. Bu, belâgatin sadece ne söylendiği ile değil, kime, nerede, ne zaman ve niçin söylendiği ile de alâkalı olduğunu isbat eder.
• Düşündürücü Not: Câhiz’e göre “beyân” (açıklık), sözün kendinde (zâtında) mutlak bir vasıf değildir. Beyân, “muhatabın idrak seviyesine” (hâl-i muhâtap) uygunluktur. En fasih kelimelerle yapılan bir konuşma, muhatabı olan avam tabakası tarafından anlaşılmıyorsa, o konuşma “beliğ” değil, “abes”tir. Bu açıdan, belâgat, bir iletişim ve ikna sanatıdır; dilin sosyal fonksiyonu üzerine kuruludur.
• Lafız ve Mana İlişkisi: Ruh ve Beden
• Câhiz, lafız (söz, form) ve mana (anlam, muhteva) arasındaki ilişkiyi incelerken, manayı ruha, lafzı ise bedene benzetir. Ancak o, lafzı küçümsemez.
• Düşündürücü Not: Ona göre manalar (anlamlar) insanların zihinlerinde ortaktır; asıl maharet, bu ortak manayı zahirî dünyaya çıkaracak hususi lafzı bulmaktır. Şöyle der: “Manalar yollara dökülmüştür… Asıl mesele, o manaya münasip lafzı seçmek, lafızların dizilişini (tertip) güzel yapmak ve en uygun ifadeyi bulmaktır.” O, belâgati, mananın “kıyafeti” olarak görür; kıyafet ise mekana ve zamana (makam) uygun olmalıdır.
• Belâgatin Gayesi: Sadece Güzellik Değil, “İkna” ve “Tesir”
• Câhiz için belâgat, estetik bir süsleme sanatından ibaret değildir; o, sosyal ve siyasi bir güçtür. el-Beyân ve’t-Tebyîn’de hutbelere ve hitabet sanatına bu kadar geniş yer ayırmasının sebebi budur.
• Düşündürücü Not: Belîğ bir söz, muhatabın sadece aklına değil, aynı zamanda duygularına (psikolojisine) de hitap etmeli, onu tesir altına almalı ve bir eyleme sevk etmelidir. Câhiz, sözün psikolojik tesirini analiz ederek, belâgati bir nefse hükmetme sanatı olarak konumlandırır.

BÖLÜM 2: EBÛ HİLÂL EL-ASKERÎ (ö. 395 H / 1005 M)

Lafız ve Mana Arasındaki “Sınâat” (Sanatkârlık)
Ebû Hilâl el-Askerî, belâgati “zevk” sahasından “ilim” ve “sanat” (sınâat) sahasına taşıyan önemli bir köprüdür. O, Câhiz’in dağınık haldeki tesbitlerini daha sistematik hale getirmiştir.
Eseri: es-Sınâateyn (İki Sanat: Nesir ve Şiir)

Vurucu ve Düşündürücü Tespitler:
• Belâgatin Gayesi: İ’câzü’l-Kur’an’ın İdrakidir
• Askerî, eserin girişinde, ilimlerin sıralamasını yaparken, belâgatin yerini en ulvî gayeye bağlar: “Yüce Allah’ı bilmekten sonra, öğrenilmeye en layık… ilim, Allah’ın kitabının i’câzının kendisiyle bilindiği belâgat ilmi…dir.”
• Düşündürücü Not: Bu tesbit, belâgat ilminin İslâm medeniyetindeki merkezî konumunu gösterir. Belâgat, bir hobi veya edebî lüks değil, Kur’an’ın neden beşer kelâmı olmadığını anlamak için zaruri bir “alet ilmi”dir. O, Kur’an’ın mucizevî yapısının (i’câz) aklen de kavranabileceğini savunur.
• Lafız ve Mana: Biri Olmadan Diğeri Olmaz
• Askerî, dönemindeki “lafızcılar” (sadece forma önem verenler) ve “manacılar” (sadece muhtevaya önem verenler) arasındaki tartışmayı bitiren bir orta yol bulur.
• Düşündürücü Not: Ona göre, “mana” lafzın “ruhu”dur, “lafız” ise mananın “bedeni”. “Lafzın güzelliği, mananın güzelliği olmadan; mananın güzelliği de lafzın güzelliği olmadan zahir (görünür) olmaz.” O, “kıymetli bir mana, ancak kıymetli bir lafızla” takdim edilebilir der. Bu, belâgatin hem derûnî (iç) manaya hem de zahirî (dış) kalıba aynı anda ehemmiyet vermesi gerektiğini isbat eden bir yaklaşımdır.
• Belâgat Bir “Sınâat”tır (İnce İşçilik)
• Eserinin adını “İki Sanat” koyması tesadüfi değildir. Askerî, belâgati doğuştan gelen bir kabiliyet olmanın ötesinde, öğrenilebilen, kuralları olan ve üzerinde çalışılan bir “ince işçilik” (sınâat) olarak görür.
• Düşündürücü Not: O, bu sanatı icra edebilmek için sadece gramer bilmenin yetmeyeceğini; aynı zamanda kelimelerin semantik (anlamsal) nüanslarını, aralarındaki uyumu (tenasüp) ve zıtlıkları (tezat) bilmenin de gerektiğini vurgular. Bu, belâgati “zevkî” bir alandan çıkarıp, teknik ve analitik bir disiplin haline getirme çabasıdır.

BÖLÜM 3: ABDÜLKÂHİR EL-CÜRCÂNÎ (ö. 471 H / 1078 M)

Belâgatin Zirvesi: Devrim Niteliğindeki “Nazm” Teorisi
“Şeyhu’l-Belâga” (Belâgatin Şeyhi) lakabını sonuna kadar hak eden Cürcânî, belâgat ilminin seyrini kökten değiştirmiş, onu dil felsefesi ve anlambilim (semantik) seviyesine çıkarmıştır. O, kendinden öncekilerin “ne?” diye sorduğu yerde, “nasıl?” ve “neden?” sorularını sormuştur.
Eserleri: Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri) ve Esrâru’l-Belâga (Belâgatin Sırları)
Vurucu ve Düşündürücü Tesbitler:
• Devrimci Tesbit: Belâgat Kelimelerde Değil, “Nazm”dadır (Diziliş)
• Cürcânî’den önce belâgat, büyük ölçüde müfred lafızların (tek tek kelimelerin) seçimi, mecaz ve cinas gibi sanatların tesbiti ile sınırlıydı.
• Düşündürücü Not (Delâilü’l-İ’câz): Cürcânî, bu anlayışı temelden sarsmıştır. Ona göre belâgat, fesahat ve i’câz, tek tek kelimelerde aranmaz. Çünkü Kur’an’ın kullandığı kelimeler, Kureyşli müşriklerin de kullandığı kelimelerdi. Asıl mucize, kelimelerin kendisinde değil, o kelimelerin cümle içindeki eşsiz dizilişinde (Nazm) yatmaktadır.
• Bu “Nazm” (tertip/diziliş), cümlenin nahiv (gramer) kurallarına göre manayı en mükemmel şekilde tasvir edecek biçimde düzenlenmesidir. Kur’an’ın mucizesi, onun gramer mimarisindedir.
• Nahiv (Gramer), Mananın Hizmetkârıdır
• Cürcânî’ye göre nahiv (gramer), sadece cümlenin sonunu “harekelemek” (irab) için öğrenilen teknik bir bilgi değildir. Nahiv, mananın ta kendisidir.
• Düşündürücü Not: Bir cümlede failin öne alınması (takdim) veya geriye bırakılması (tehir), bir kelimenin atılması (hazf) veya fazladan eklenmesi (zikir) asla tesadüfî değildir. Bunların her biri, konuşanın (mütekellim) zihnindeki derûnî bir manayı, bir vurguyu, bir kastı gösterir. İ’câz, bu gramer tercihlerinin, manayı en ufak bir kayıp veya fazlalık olmadan aktarmasındadır.
• Mecaz ve İstiare: Bir Süs Değil, Bir “Düşünce” Vasıtasıdır
• Cürcânî, Esrâru’l-Belâga’da ise Beyân ilmini (teşbih, istiare, mecaz) ele alır. O, bu sanatların sadece cümleyi süslemek için kullanılmadığını isbat eder.
• Düşündürücü Not: Ona göre, teşbih ve istiare (metafor), aklın bir manayı daha tesirli kılmak, hatta bazen doğrudan ifade edilemeyecek bir manayı somutlaştırmak (tecessüm) veya hayalîleştirmek (tahyîl) için kullandığı zihinsel bir ameliyedir. Mecaz, yeni bir mana üretme veya mevcut manaya yeni bir boyut katma vasıtasıdır. Bu, mecazı bir “süs” olmaktan çıkarıp, bir “idrak” ve “düşünce” aracı haline getirmektir.

BÖLÜM 4: EZ-ZEMAHŞERÎ (ö. 538 H / 1143 M)

Teoriden Pratiğe: Belâgî Tefsirin Zirvesi
Zemahşerî, Cürcânî’nin inşa ettiği muazzam teorik yapıyı (Nazm Teorisi) alıp, onu Kur’an-ı Kerim’in tamamına uygulayan (tatbik eden) dâhi müfessirdir.
Eseri: el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl (Kur’an’ın Hakikatlerini Açığa Çıkaran Eser)
Vurucu ve Düşündürücü Tesbitler:
• el-Keşşâf: Bir Tefsir Kitabı mı, Bir Belâgat Kitabı mı?
• el-Keşşâf, lafzen bir tefsir kitabıdır. Ancak onu ölümsüz kılan, Mu’tezilî görüşlerinden (ki bunlar Ehl-i Sünnet âlimlerince çokça tenkit edilmiştir) ziyade, kullandığı belâgî metottur.
• Düşündürücü Not: Eser, Cürcânî’nin Delâil ve Esrâr’da ortaya koyduğu teorilerin uygulamalı bir laboratuvarıdır. “Zemahşerî, Cürcânî’nin çalışmasını tamamlayıcıdır” sözü tam da bunu ifade eder. Cürcânî “anahtarı” yapmış, Zemahşerî o anahtarla Kur’an’ın belâgat “hazinelerini” açmıştır.
• Belâgî Tefsir Metodu: “Neden Böyle Söylendi?”
• Zemahşerî’nin tefsirdeki dehası, ayetleri tahlil ederken sürekli şu soruyu sormasıdır: “Allah, neden bu manayı bu lafızla ve bu cümle tertibiyle (nazm) ifade etti de, başka bir şekilde etmedi?”
• Düşündürücü Not: O, ayeti açıklarken, sık sık “Eğer şöyle değil de böyle denseydi ne olurdu?” (Fâide-i takdîm/te’hîr…) gibi başlıklar açar. Ayetin mevcut nazmı ile, muhtemel alternatif bir ifade arasındaki anlam farkını (nükte) ortaya koyar. Bunu yaparak, Kur’an’ın seçtiği nazmın, o manayı ifade etmek için mümkün olan tek ve en mükemmel (beliğ) yol olduğunu isbat eder.
• İ’câzın Tatbiki: Her Harfin Bir Gayesi Vardır
• Zemahşerî, Kur’an’daki her gramer tercihinin (bir harf-i cer’in seçimi, bir kelimenin nekra/marife gelmesi, bir cümlenin isim/fiil cümlesi olması) tesadüfî olmadığını, hepsinin ilahî bir kasıt ile derûnî bir manaya işaret ettiğini göstermeye çalışır.
• Düşündürücü Not: el-Keşşâf’ı okuyan biri, Kur’an metninin, en ince detayına kadar (virgülüne, vurgusuna, kelime seçimine kadar) mucizevî bir hassasiyetle dokunmuş ilahî bir “metin” olduğunu hisseder. Zemahşerî, belâgati kullanarak, Kur’an’ın sadece manasının değil, lafzının da (metninin) ilahî olduğunu gözler önüne serer.

HÂTİME (SONUÇ)
Bu dört büyük âlim;
• Câhiz ile belâgati, sosyal ve psikolojik bir zemine oturtmuş;
• Ebû Hilâl el-Askerî ile onu, Kur’an’ın i’câzını anlamak için zaruri bir “sınâat” (sanat/ilim) olarak tasnif etmiş;
• Abdülkâhir el-Cürcânî ile “Nazm Teorisi” sayesinde onu hikmetli bir zirveye taşımış ve belâgatin “gramer mimarisi” olduğunu isbat etmiş;
• Zemahşerî ile de bu teoriyi Kur’an metnine tatbik ederek “belâgî tefsir”in en büyük şaheserini vücuda getirmiştir.
Bu silsile, belâgatin, kelâm-ı ilahî karşısında müminin hayretini ve idrakini artıran en mühim vasıtalardan biri olduğunu göstermektedir.

 

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

ESERLERİNDEN MİSALLERLE BELÂGAT USÛLLERİ

1. CÂHİZ (ö. 255 H / 869 M)

Eseri: el-Beyân ve’t-Tebyîn
Usûlü: “Makamın İktizası” (Durum ve Muhataba Uygunluk) ve Sözün Psikolojik Tesiri
Câhiz’in usûlü, belâgati metinden çıkarıp bağlama ve muhataba odaklamaktır. Ona göre belâgat, sözün kendinde (zâtında) değil, yerinde söylenmesindedir.
Usûlünün Eserinden Misali: Bedevî Hitabeti ve “İ’câz” (Az Sözle Çok Mana)
Câhiz, el-Beyân’da süslü (müzeyyen) şehirli hatiplerin nutuklarını iktibas ettiği gibi, okuma yazma bilmeyen bedevîlerin (çöl Arapları) hitabelerini de iktibas eder. Bu, onun usûlünü gösteren en vurucu misallerden biridir.
• Misal: Câhiz, bir bedevînin, kavmine hitaben söylediği şu sözü nakleder:
“Yeter ki aranızdaki bağ (ip) kopmasın. Kötü hasat, kötü tohumdan yeşerir. Sadece ektiğinizi biçersiniz.”
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
• Makamın İktizası: Câhiz’e göre bu söz, bir sarayda söylense basit ve sanatsız kabul edilebilirdi. Ancak çölün sert tabiatında, kısa ve net konuşmaya alışkın bir kavme hitap eden bu bedevî için belâgatin zirvesidir. Muhatapların (makam) idrakine ve hayat (yaşam) tarzına tam olarak uygundur.
• Lafız ve Mana: Bedevî, derûnî bir hikmeti (birlik ve beraberliğin önemi, amellerin neticesi) anlatmak için, kendi hayatının zahirî unsurlarını (ip, hasat, tohum) kullanmıştır. Bu, en tesirli teşbih ve istiaredir.
• İ’câz (Vecizlik): Cümleler kısadır (îcâz) ancak manaları çok derindir. Câhiz’in usûlünde belâgat, lüzumsuz yere lafzı uzatmak (tatvîl) değil, kifayet miktarı (yeterli ölçüde) konuşmaktır.
• Vurucu Not: Câhiz’in usûlü, belâgatin “mutlak” bir güzellik olmadığını, sosyal ve psikolojik bir “fonksiyon” olduğunu isbat eder. Bir söz, muhatabı üzerinde tesir bırakıyorsa ve ikna ediyorsa “beliğ”dir.

2. EBÛ HİLÂL EL-ASKERÎ (ö. 395 H / 1005 M)

Eseri: es-Sınâateyn (İki Sanat)
Usûlü: Belâgatin Bir “Sınâat” (Sanat/İşçilik) Olduğu ve Lafız-Mana Dengesi
Askerî’nin usûlü, belâgati “zevk” meselesi olmaktan çıkarıp, kuralları olan, öğrenilebilir bir “ilim” ve “sanat” haline getirmektir. Onun nazarında belâgat, “doğru manaya doğru lafzı bulma işçiliği”dir.
Usûlünün Eserinden Misali: Eşanlamlı (Müteradif) Görünen Kelimeler Arasındaki Fark (el-Furûk)
Askerî, es-Sınâateyn’de, manaları birbirine çok yakın olduğu zannedilen, hatta müteradif (eşanlamlı) sanılan kelimeler arasındaki derûnî nüansları (ince farkları) göstermeye büyük ehemmiyet verir. Bu, onun “sınâat” (ince işçilik) usûlünün en net göstergesidir.
• Misal: “Hamd” ($الحمد$) ve “Şükür” ($الشكر$) Arasındaki Fark.
• Zahirî Bakış: İkisi de “teşekkür, övgü” manasındadır.
• Askerî’nin Tahlili (Usûlü): Askerî, bu iki kelimenin “sanat” açısından farklı makamlarda kullanılması gerektiğini belirtir.
• Şükür ($الشكر$): Mutlaka bir nimetin veya iyiliğin karşılığında yapılır. Size bir iyilik yapılmadan “şükretmek” abestir. Şükür, mukabele (karşılık) gerektirir.
• Hamd ($الحمد$): Bir karşılık (nimet) olmasa dahi, övülen zatın (mesela Allah) zâtında (kendinde) bulunan üstün vasıflarından (kemâl sıfatlarından) dolayı yapılır.
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
Askerî’ye göre, bu iki kelimeyi rastgele birbirinin yerine kullanmak, belâgatin “sınâat” (işçilik) yönünü bilmemektir. Kur’an-ı Kerim’in Fâtiha Suresi’ne الحمد لله (“Hamd Allah’adır”) diye başlaması tesadüf değildir. Eğer الشكر لله (“Şükür Allah’adır”) diye başlasaydı, mana sadece “Allah’a verdiği nimetler için teşekkür ederiz” şeklinde sınırlanabilirdi.
Lakin الحمد لله denildiğinde mana; “O’ndan bir nimet görsek de görmesek de, kâinattaki bütün övgüye layık vasıflar (Rahman, Rahîm, Mâlik olması vb.) zâten O’na aittir” şeklinde genişler.
• Vurucu Not: Askerî’nin usûlü, “belîğ” bir konuşmacının, bir kuyumcu hassasiyetiyle, doğru manaya tam oturan lafzı seçmesi gerektiğini isbat eder.

3. ABDÜLKÂHİR EL-CÜRCÂNÎ (ö. 471 H / 1078 M)

Eseri: Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri)
Usûlü: “Nazm” (Söz Dizimi / Gramer Mimarisi) Teorisi
Cürcânî’nin değişimci usûlü, belâgatin kelimelerde değil, kelimelerin cümle içindeki dizilişinde (tertip) ve gramer (nahiv) bağlantılarında olduğudur.
Usûlünün Eserinden Misali: “Kasr” (Sınırlama) İfadelerindeki Diziliş Farkı
Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz’da, aynı kelimelerden oluşan ancak farklı gramer yapıları (nazm) ile kurulan cümlelerin, manayı nasıl tamamen değiştirdiğini gösteren onlarca misal verir.
• Misal: “Sadece Zeyd ayaktadır” manasını iki farklı “kasr” (sınırlama) edatı ile söylemek:
• Cümle: مَا قَامَ إِلاَّ زَيْدٌ (Mâ kâme illâ Zeydün)
• Tercümesi: “Ayakta olan Zeyd’den başkası değildir.”
• Cümle: إِنَّمَا قَامَ زَيْدٌ (İnnemâ kâme Zeydün)
• Tercümesi: “Ancak ve ancak Zeyd ayaktadır.”
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
• Zahirî Bakış: İki cümle de “Sadece Zeyd ayakta” diyor gibi görünür.
• Cürcânî’nin Tahlili (Nazm Usûlü): Cürcânî, bu iki nazmın (dizilişin) farklı makamlara cevap verdiğini söyler:
• Birinci Cümle (Mâ… illâ…): Bu cümle, “Acaba Zeyd mi ayakta, yoksa Amr mı?” diye şüphe eden veya “Ayakta olan Amr’dır” diye yanılan bir muhataba cevap vermek içindir. Buradaki kasr (sınırlama), muhatabın zihnindeki yanlışlığı düzeltmeye (tashîh) yöneliktir.
• İkinci Cümle (İnnemâ…): Bu cümle ise, muhatabın zihninde bir yanlışlık olmasa bile, konunun ehemmiyetini vurgulamak (teyit) ve hükmü pekiştirmek için kullanılır.
• Vurucu Not: Cürcânî’nin usûlü şudur: Belâgat, kelime seçmek değil, diziliş (nazm) seçmektir. Muhatabın zihnî durumuna (şüphede mi, inkârda mı, yoksa habersiz mi) göre en uygun gramer yapısını (Nazm’ı) seçmek, belâgatin ta kendisidir.

4. EZ-ZEMAHŞERÎ (ö. 538 H / 1143 M)

Eseri: el-Keşşâf
Usûlü: Cürcânî’nin “Nazm” Usûlünü Kur’an-ı Kerim’e Tatbik Etmek (Belâgî Tefsir)
Zemahşerî’nin usûlü, Cürcânî’nin nazarî silahlarını kuşanıp, Kur’an metninin her harfindeki, her kelime tercihindeki ve her cümle dizilişindeki İlahî maksadı ve belâgî sırrı ortaya çıkarmaktır.
Usûlünün Eserinden Misali: Fâtiha Suresi’ndeki “Takdim” (Öne Alma) Sanatı
Belki de Zemahşerî’nin usûlünü gösteren en meşhur ve en parlak tahlil, Fâtiha Suresi’ndeki o meşhur ayet üzerinedir:
• Misal (İktibas – Meali):
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
“Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1:5)
• Tahlil (Zemahşerî’nin Usûlünün Tatbiki):
Zemahşerî el-Keşşâf’ta durur ve Cürcânî’nin usûlüyle sorar:
• Normal Arapça Dizilişi (Nazm): Normalde bu cümlenin Arapça gramerine (nahiv) göre dizilişi نَعْبُدُكَ وَ نَسْتَعِينُكَ (Na’buduke ve nesta’înuke) şeklinde olmalıydı. Yani fiil (kulluk ederiz) başta, mef’ul/nesne (Sana) sonda olmalıydı.
• Kur’an’ın Nazmı: Fakat Allah (c.c.), mef’ulü (nesneyi), yani إِيَّاكَ (İyyâke – Ancak Sana) kelimesini fiilden öne almıştır (takdim etmiştir).
• Belâgî Sır (Nükte): Zemahşerî, Cürcânî’nin “Nazm” kaidesine dayanarak bunun sebebini şöyle isbat eder: Arap belâgatinde bir unsurun (burada mef’ul/nesne) öne alınması (takdim), o fiilin sadece o isme has olduğunu (tahsîs) ve onunla sınırlandığını (kasr) ifade eder.
• Na’buduke (Sana kulluk ederiz) denilseydi, bu “Sana kulluk ederiz, (belki başkalarına da ederiz)” manasını dışlamazdı.
• Ancak İyyâke na’budu (Ancak Sana kulluk ederiz) denildiğinde, mef’ul (İyyâke) öne alındığı için, mana “Kulluğu sadece ve sadece Sana yaparız; Senden başkasına (putlara, nefse, makama vb.) asla yapmayız” şekline dönüşür. Bu, Tevhid’in belâgat ile en mükemmel ifadesidir.
• Vurucu Not: Zemahşerî’nin usûlü, Kur’an’daki her gramer tercihinin, her öne alış (takdim) veya geriye bırakışın (te’hir), İlahî mananın en derin ve en hassas şekilde aktarılması için yapılmış mucizevî (i’câzî) bir “Nazm” olduğunu fiilen göstermesidir.

HÂTİME (SONUÇ)

Görüldüğü üzere, bu dört âlimin usûlleri birbiri üzerine bina edilmiştir:
• Câhiz, belâgatin “niçin” gerekli olduğunu (makama uygunluk ve tesir) gösterdi.
• Askerî, belâgatin “ne” ile yapıldığını (lafız ve mananın ince işçiliği) gösterdi.
• Cürcânî, belâgatin “nasıl” çalıştığını (Nazm/cümle mimarisi) gösterdi.
• Zemahşerî ise bu usûllerin “en mükemmel” örneğinin (Kur’an’ın belâgî i’câzı) nasıl tahlil edileceğini gösterdi.

===============•-•===============

 

  • Zemahşerî ayetleri tahlil ederken sürekli şu soruyu sormasıdır: “Allah, neden bu manayı bu lafızla ve bu cümle tertibiyle (nazm) ifade etti de, başka bir şekilde etmedi?”

    1. Nazmın Mûcizesi: Kelimelerin İlâhî Tertibi

    Bu sualin merkezinde “Nazm” (نظم) kavramı yer alır. Nazm, sadece “cümle yapısı” demek değil; kelimelerin, âyetlerin ve sûrelerin birbiriyle olan ilâhî, matematiksel ve edebî tertibi, âdeta bir mücevher dizisi gibi kusursuz yerleştirilişidir.
    * Beşerî Üsluptan Farkı: Beşerî (insanî) bir metinde, bir kelimeyi eş anlamlısıyla (mürâdif) değiştirmek mânâyı çok bozmayabilir. Yahut bir cümlenin devrik olması sadece üslubu değiştirir.
    * İlâhî Nazım: Kur’ân’da ise her bir kelime, bulunduğu yer için kilit taşı mesabesindedir. O kelimeyi oradan çıkarmak veya bir harfini değiştirmek, binanın küllî mimarisini ve derûnî mânâsını zedeler.
    * Abdülkâhir el-Cürcânî’nin Tesbiti: Belâgat âlimlerinin imamı sayılan Cürcânî, “Delâilü’l-İ’câz” eserinde mûcizenin tek tek kelimelerin lügat mânâsında değil, o kelimelerin tertip edilişindeki (nazmındaki) ilâhî mühendislikte olduğunu ispat etmiştir. Allah, o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira o mânânın o mertebedeki hakkını, ancak o lafız ve o tertip verebilirdi.

    2. Belâgat ve Fesâhat: Mânânın En Mükemmel Tasviri

    Kur’ân, belâgatın (sözün yerinde ve hikmetle kullanılması) ve fesâhatin (sözün pürüzsüz ve akıcı olması) zirvesidir.
    * En Münasip Lafız: Bir mânâyı ifade etmek için Arap dilinde belki on kelime vardır. Fakat Allah, o mânânın bütün inceliklerini, hissî derinliğini ve (varsa) hukukî netliğini tam olarak karşılayacak tek bir kelimeyi seçer.
    * Misal (Hareke): Basit bir misal olarak, (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا) “Ey iman edenler!” hitabındaki “Nidâ” (çağrı) harfi olan (يَا) “Yâ”, en uzaktan ve en kuvvetli çağrı için kullanılır. Bu, hitabın ehemmiyetini ve ciddiyetini gösterir. Daha zayıf bir nidâ edatı (meselâ ‘Hemze’) kullanılmamıştır.
    * Misal (Harf): “Rahmân” ve “Rahîm” isimleri. İkisi de “rahmet” aslî (kök) kelimesindendir. Fakat “Rahmân” (الرحمن), rahmetin bu dünyadaki küllî ve geniş tecellîsini (mü’min-kâfir ayırt etmeden) ifade ederken; “Rahîm” (الرحيم), rahmetin âhirette sadece mü’minlere has, hususî tecellîsini tasvir eder. Fâtiha Sûresi’ndeki tertip (Rahmân sonra Rahîm) bile, bu rahmetin seyrini gösteren bir nazımdır.

    3. Vücûh ve Nezâir (Çok Mânâlılık ve Bağlantılı Zenginlik)

    Kur’ân lafızları, “vecîz”dir (az sözle çok mânâ ifade eder). Seçilen bir kelime veya tertip, tek bir mânâya sıkışıp kalmaz; aynı anda pek çok mânâ katmanını ve hakikati ihtivâ eder.
    * Allah, o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira o lafız, zahirî mânâsının yanı sıra, farklı ilim sahiplerine (müfessir, fakih, mutasavvıf, kelâmcı) hitap edecek derûnî mânâlara da bir kapı açar.
    * Başka bir lafız kullanılsaydı, bu cihan şümul ve katmanlı mânâ kaybolurdu.

    4. Siyak-Sibak Uyumu ve Ses Âhengi (Secî)

    Her harf ve hareke, sadece mânâ için değil, aynı zamanda Kur’ân’ın eşsiz mûsikîsi ve ses âhengi için de seçilmiştir.
    * Bağlantı (Siyak-Sibak): Bir kelime, sadece kendi mânâsı için değil, kendinden evvelki (sibak) ve sonraki (siyak) kelime ve âyetlerle kurduğu ses ve mânâ bağlantısı için oradadır.
    * Âhenk: Harflerin ve harekelerin tertibi, metne ezberlenmesini kolaylaştıran, kalbe tesir eden ve dinleyeni aciz bırakan ilâhî bir ritim katar. Bu, beşerî şiir ve nesirden tamamen farklı bir yapıdır.

    5. Tahaddî (Meydan Okuma) ve İ’câzın İsbâtı

    Kur’ân’ın “Neden bu lafızla?” sorusunun en nihaî cevabı şudur: Çünkü bu tertip, Allah’ın kelâmı olduğunun ve mahlûkatın (yaratılmışların) acizliğinin isbatıdır.
    Allah Teâlâ, Mekke’nin en belîğ (söz ustası) ediplerine meydan okumuştur (Tahaddî): “Eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin…” (Bakara, 2/23 – Meali).
    Eğer lafızlar ve tertipler değiştirilebilir olsaydı veya “başka bir şekilde” de ifade edilebilseydi, bu meydan okumanın bir kıymeti kalmazdı. Araplar, “Biz de başka kelimelerle daha güzelini söyleriz” derlerdi. Diyememeleri, mevcut nazmın alternatifsiz ve ulaşılamaz olduğunu göstermiştir.

    Özetle: Zemahşerî’den Bediüzzaman’a “Nazım” Hakikati

    Zemahşerî, bu sual ile Kur’ân’ın edebî ve lügavî i’câzını, yani dilbilimsel mucizesini deşifre etmeye odaklanmıştır.
    Risale-i Nur Külliyatı’nda ise Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bilhassa İşârâtü’l-İ’câz ve Yirmi Beşinci Söz (Mûcizât-ı Kur’âniye) gibi eserlerinde bu nazmı bir adım öteye taşır. O, nazmın sadece edebî değil, aynı zamanda mânâdaki küllî tevhidî bağlantıları, âyetlerin birbiriyle olan “nazar” ve “bakış” ilişkilerini gösterdiğini ispat eder.
    Yani, Allah o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira:
    * O mânânın hakkını ancak o lafız verir (Belâgat).
    * O lafız, başka mânâ katmanlarını da ihtivâ eder (Vecîzlik).
    * O lafız, bulunduğu yerdeki tertip (cümle yapısı) için tek kilit taşıdır (Nazm).
    * O lafız ve hareke, ilâhî âhengi temin eder (Ses Mûcizesi).
    * Ve bu “alternatifsizlik”, onun Allah kelâmı olduğunun nihaî isbatıdır (İ’câz ve Tahaddî).
    Bu, “ilm-i meânî” ve “ilm-i beyân” denilen derin ilimlerin sahasıdır ve Kur’ân’ın neden kıyamete kadar taze ve mûcizevî kalacağının da sırrıdır.

===============•-•===============


Zemahşerî’nin (Rh.A.) başlattığı bu derin tahlil usulünü, Kur’ân-ı Kerîm’in “Ümmü’l-Kitâb” (Kitab’ın Anası) olarak vasıflandırılan Fâtiha Sûresi üzerinde tatbik etmeye çalışalım.
Bu Sûre, “Neden bu mânâ, bu lafızla ve bu tertiple (nazm) ifade edildi?” sualinin belki de en veciz ve en yoğun cevaplarını ihtiva eder.
Misal Tahlili: Fâtiha Sûresi’nin Nazmı
Sûrenin her bir kelimesi ve âyetler arasındaki tertibi, ilâhî bir mimarinin parçasıdır.

1. Başlangıç: Neden “El-Hamd” (الْحَمْدُ)?
> İktibas ( Meali): “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha, 1/2)
>
Burada sual şudur: Neden “eş-Şükr” (teşekkür) veya “el-Medh” (övme) değil de, “el-Hamd” (حمد)?
* Şükür (الشكر) ve Hamd (الحمد) Farkı:
* Şükür: Genellikle size ulaşan spesifik bir nimete (iyiliğe) karşılık olarak yapılır. Sebebi hususîdir.
* Medih (المدح): Bir varlığı, sahip olduğu (veya olmadığı) bir vasıftan ötürü övmektir. Bazen mübalağa ve hatta hakikat dışı beyan içerebilir (beşerî kullanımda).
* Hamd: Bu, şükürden daha küllî ve medih’den daha derindir. Hamd, bir nimete veya menfaate bağlı olmaksızın, bir varlığın zatî (özsel) kemâlinden ve faziletinden ötürü ona hürmetle tâzim etmektir.
* “el-” (Elif-Lâm) Takısının Nazmı: Kelimenin başındaki “el-” (ال) takısı, “istiğrâk” yani kapsayıcılık ifade eder.
* Tahlil: Allah, “eş-Şükrü lillâh” dememiştir; zira O’na olan minnettarlığımız sadece bize verdiği nimetlere bağlı değildir. “el-Medhü lillâh” dememiştir; zira bu, O’nun azametini tam tasvir etmez. “El-Hamdü” (الْحَمْدُ) diyerek, yani “Cins-i Hamd” (her türlü övgü, kimden gelirse gelsin, ne zaman yapılırsa yapılsın) sadece ve sadece O’na mahsustur mânâsını kilitlemiştir. Başka hiçbir lafız, bu küllî ve mutlak aidiyeti ifade edemezdi.

2. Sıfatların Tertibi: Neden “Rab” (رَبِّ)?
“Allah” lafzından sonra gelen ilk sıfat neden “Rahmân” veya “Mâlik” değil de “Rabbi’l-‘âlemîn” (رَبِّ الْعَالَمِينَ)?
* Tahlil: “Rab” (رب) lafzı; terbiye eden, besleyen, büyüten, idare eden ve kemâle erdiren mânâlarını taşır.
* Allah Teâlâ, kullarıyla olan alâkasını ilk olarak “Korkunç Hükümdar” veya “Mutlak Sahip” (Melik/Mâlik) sıfatıyla değil, en şefkatli ve en yakın “Terbiye Edici” (Rab) sıfatıyla kurar. Bu, O’nunla olan alâkamızın aslının (esasının) “terbiye” ve “rahmet” olduğunu gösterir.
* Eğer “Mâliki’l-‘âlemîn” (Âlemlerin Sahibi) denseydi, bu doğru olmakla beraber, O’nun her an devam eden terbiye ve idare faaliyeti gizli kalırdı. “Rab” lafzı, O’nun kâinatla olan dinamik ve kesintisiz alâkasını tasvir eder.

3. Rahmetin Takdimi: Neden “Rab”den Sonra “er-Rahmâni’r-Rahîm” (الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ)?
> İktibas ( Meali): “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Fâtiha, 1/3)
>
* Tahlil: Bu tertip, “Rab” sıfatının nasıl tecellî ettiğini açıklar. O, “Rab”dır (terbiye edicidir), peki bu terbiyeyi nasıl yapar?
* Cebren, kahrederek değil; “Rahmân” ve “Rahîm” olarak yapar. O’nun Rubûbiyeti (Rab’lığı) rahmet esaslıdır.
* Ayrıca “Rahmân” (dünyada herkese merhamet eden) lafzının “Rahîm” (âhirette sadece mü’minlere merhamet eden) lafzından önce gelmesi, rahmetin bu dünyadaki küllî tecellîsinin, âhiretteki hususî tecellîsinden önce geldiğini gösteren ilâhî bir tertiptir.

4. Hükümranlık: Neden “Mâliki Yevmi’d-Dîn” (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ)?
> İktibas ( Meali): “Din gününün (hesap gününün) sahibidir.” (Fâtiha, 1/4)
>
* Tahlil: İlk üç âyette Allah; Zâtını (Allah), terbiye ediciliğini (Rab) ve bu terbiyenin esasını (Rahmân, Rahîm) bildirdi. Kul, bu şefkat ve terbiyeyi görünce O’na karşı bir sevgi (muhabbet) ve ümit (recâ) hisseder.
* Ancak kulluk, sadece ümit (recâ) ile olmaz; “havf” (korku, haşyet) ile dengelenmelidir.
* Tam bu noktada “Mâliki yevmi’d-dîn” (Din Gününün Sahibi/Hükümdarı) âyeti gelir. Bu âyet, O’nun sadece şefkatli bir Terbiye edici değil, aynı zamanda mutlak adâlet sahibi bir Hükümdar olduğunu ve her faaliyetin bir “karşılık günü” (yevmü’d-dîn) olduğunu bildirir.
* Bu tertip, imanı “korku ve ümit” (havf ve recâ) arasında mükemmel bir dengeye oturtur.

5. Gramer Mûcizesi: Neden “İyyâke Na’budu” (إِيَّاكَ نَعْبُدُ)?
> İktibas (TDV Meali): “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
Bu, “nazm”ın en parlak misallerindendir. Sual şudur: Neden “Na’buduke” (Sana kulluk ederiz) değil de, “İyyâke na’budu” (Sadece Sana kulluk ederiz) denmiştir?
* Arap Dilinde Nazım (Tertip) Kuralı: Arap belâgatında, normalde fiilden (eylem) sonra gelmesi gereken nesne (mef’ûl), fiilden öne alınırsa (bu duruma “takdîm” denir), bu “hasr” ve “tahsis” mânâsı katar. Yani “sadece ve sadece” vurgusu yapar.
* Tahlil:
* Eğer âyet “Na’buduke” (نَعْبُدُكَ) şeklinde gelseydi, lügat olarak “Sana kulluk ederiz” demek olurdu. Bu ifade, “Sana da kulluk ederiz, (belki) başkalarına da” şeklindeki bir şirke (ortak koşmaya) kapı aralayabilirdi.
* Fakat Allah, “İyyâke” (إِيَّاكَ) zamirini (Sadece Sana) fiilin (na’budu) önüne alarak cümleyi kurmuştur.
* Bu tertip, “Kulluğu sadece Sana yaparız, Senden başkasına asla yapmayız!” mânâsını dilbilgisi yoluyla kilitlemiştir. Tevhid (Allah’ın birliği), ancak bu lafız ve bu tertip ile bu kadar beliğ (açık ve net) ifade edilebilirdi.

Netice
Fâtiha Sûresi’ndeki bu tertip (nazm) bile tek başına, Kur’ân’ın neden “başka bir şekilde” değil de tam olarak bu lafızlarla indiğini ispat eder:
* Mânâ: En derin ve en doğru mânâyı ifade eder (Hamd’ın seçimi).
* Psikoloji ve Edeb: Kulu Allah’a en doğru edep ve denge (havf ve recâ) ile yönlendirir (Rab, Rahmân, Mâlik tertibi).
* Akîde (İnanç): En ufak bir sapmaya (şirk) imkân vermeyecek şekilde akîdeyi korur (İyyâke na’budu’nun nazmı).
Her harf, her hareke ve her tertip, küllî mânânın bir parçasıdır ve o olmadan mânâ eksik kalırdı.

===============•-•===============


“Neden bu lafızla?” sualinin gücü, Kur’ân’ın sadece hüküm veya akîde bildirirken değil, bir hadiseyi tasvir ederken dahi ne kadar hassas bir kelime mühendisliği kullandığını göstermesinde yatar.
Misal olarak, Hazret-i Mûsâ’nın (A.S.) Mısır’da istemeden birini öldürdükten sonraki kaçış ânını tahlil edelim.

Misal Tahlili: Hz. Mûsâ’nın Kaçışı (Kasas Sûresi, 21)
> İktibas ( Meali): “Bunun üzerine Mûsâ, (yakalanma) korkusu içinde (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalimler kavminden kurtar” dedi.” (Kasas, 28/21)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metninde o ân şöyle tasvir edilir:
“فَخَرَجَ مِنْهَا خَائِفًا يَتَرَقَّبُ”
(Fe harace minhâ hâifen yeteraggabu)
Burada tahlil edilmesi gereken iki kilit lafız vardır: “hâifen” (خَائِفًا) ve “yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ).
Zemahşerî’nin usulüyle soralım: Allah neden sadece “kaçtı” (fe harabe) demedi? Veya neden sadece “korkarak çıktı” (fe harace hâifen) demekle yetinmedi de, peşine “yeteraggabu” fiilini ekledi?

1. “Hâifen” (خَائِفًا): Derûnî Hâlin Tasviri
* Lafzın Mânâsı: “Hâif”, korkan, korku içinde olan demektir. Bu, gramer olarak bir “hâl”dir. Yani, çıkma (harace) fiilinin nasıl bir ruh hâleti içinde yapıldığını tasvir eder.
* Tahlil: Bu kelime, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) derûnî durumunu, psikolojisini tek kelimeyle özetler. O’nun çıkışı bir seyahat, bir tercih değil, can korkusundan kaynaklanan bir mecburiyettir. Bu, onun iç dünyasındaki dehşeti tasvir eder.

2. “Yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ): Zâhirî Faaliyetin Tasviri
İşte nazmın mûcizesi bu ikinci kelimede daha da parlamaktadır.
* Lafzın Mânâsı: “Yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ), “rakabe” (رقب) aslî (kök) kelimesindendir. “Rakabe”, boyun demektir. “Teraggub” ise, boynunu (başını) sürekli çevirerek etrafa bakmak, tehlikeyi gözetlemek, her an bir şey olmasını beklemek demektir.
* Neden “Yeteraggabu” da, “Yenzuru” (Bakıyor) Değil?
* “Yenzuru” (ينظر) (Nazar ediyor/Bakıyor) denseydi, bu sadece normal bir “bakış” fiili olurdu. Nereye, niçin baktığını tam ifade etmezdi.
* “Yeteraggabu” lafzı ise, fiil-i muzâri (şimdiki/geniş zaman) kipiyle gelerek, bu faaliyetin sürekli ve tekrar ederek yapıldığını gösterir.
* Tahlil: Bu kelime, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) zâhirî faaliyetini tasvir eder. “Hâifen” (korku) onun içinde olandır; “yeteraggabu” (gözetleme) ise o derûnî korkunun bedene, fiillere yansımasıdır.

Nazmın Küllî Mânâsı: Bir Sinema Sahnesi Gibi
Allah Teâlâ, bu iki lafzı “hâifen yeteraggabu” şeklinde yan yana getirerek, bizim nazarımızda (bakışımızda) adeta bir sahne canlandırır:
Sadece korkan bir adam değil; içindeki o derin korku sebebiyle, durmaksızın başını sağa sola çeviren, arkasına bakan, her gölgeden irkilen, her sesten “Acaba yakalandım mı?” diye endişe eden, adımlarını tedirginlikle atan ve her an Firavun’un askerlerinin ortaya çıkmasını bekleyen bir kaçağın tam bir portresini çizer.
* “Hâifen”, o ânın statik (durağan) psikolojisidir.
* “Yeteraggabu”, o ânın dinamik (hareketli) fiilidir.
Eğer sadece “hâifen” denseydi, fiil (eylem) eksik kalırdı. Sadece “yeteraggabu” denseydi, bu gözetlemenin sebebini (korkuyu) tam anlayamayabilirdik; belki sadece tedbirli davrandığını düşünürdük.
Fakat bu nazım (tertip), derûnî hâl ile zâhirî faaliyeti birleştirerek, mânâyı en beliğ (en açık ve tesirli) ve en îcâzlı (kısa ve öz) şekilde zirveye taşımıştır. Bu iki kelime, sayfalarca yazılabilecek bir ruh hâlini ve eylemi tasvir etmektedir.

 

===============•-•===============

 

Bu defa, Zemahşerî’nin (Rh.A.) o mühim sualinin, yani “Neden bu mânâ, bu lafızla ve bu tertiple (nazm) ifade edildi?” sorusunun, doğrudan İslâm Fıkhı’nın (hukukunun) en temel meselelerinden birini nasıl şekillendirdiğine dair mûcizevî bir misal üzerinde duralım.

Konumuz, Mâide Sûresi’ndeki meşhur abdest âyeti ve bilhassa başın meshedilmesi emrindeki o kritik “Bâ” (ب) harfidir.

Misal Tahlili: Abdest Âyeti ve “Bâ” Harfinin Nazmı
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin, topuklara kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin (boy abdesti alın). Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz tuvaletten gelir veya hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin). Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Mâide, 5/6)
>
Bu âyette, abdestin farzları sayılırken dört esas faaliyet emredilir:
* Yüzleri yıkamak (فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ – fagsilû vucûhekum)
* Elleri (kolları) yıkamak (وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ – ve eydiyekum ile’l-merâfik)
* Başları meshetmek (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ – ve’msahû bi-ru’ûsikum)
* Ayakları yıkamak (وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ – ve erculekum ile’l-ka’beyn)
Buradaki nazım tahlilimiz, 3. maddedeki “ve’msahû bi-ru’ûsikum” (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ) emri üzerinedir.

Sual: Neden “Bâ” Harfi ile Geldi?
Allah Teâlâ, neden “Başlarınızı meshedin” emrini, nesneyi doğrudan alan (müteaddî) bir fiil ile, yani “İmsahû ru’ûsekum” (امْسَحُوا رُءُوسَكُمْ) şeklinde ifade etmedi de, araya bir “Bâ” (ب) harf-i cerri (edatı) koyarak “ve’msahû bi-ru’ûsikum” (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ) dedi?
Yüz ve kollar için “fagsilû vucûhekum” (Yüzlerinizi yıkayın) denilirken fiil (yıkamak) ile nesne (yüzler) arasına hiçbir edat girmemiştir. Bu, yüzün tamamının yıkanmasının farz olduğunu netleştirir.
Fakat başa gelince, nazım (tertip) değişir. Bu “Bâ” harfi, Arap dilbilgisinde farklı mânevî faaliyetler için kullanılır ve bu faaliyetlerin her biri, fıkhî (hukukî) bir netice doğurmuştur.
İşte o “Bâ” harfinin muhtemel üç mânâsı ve bu nazmın hikmeti:

1. “Bâ” Harfi “İlsâk” (Değdirme, Yapıştırma) Mânâsındadır
* Tahlil: “Bâ” harfinin en aslî (esas) mânâsı “ilsâk”tır. Yani fiili (eylemi), nesneye yapıştırmak, değdirmektir. Bu durumda âyetin mânâsı: “Meshetme fiilini başınıza değdirin/yapıştırın” olur.
* Hukukî Netice (Fıkıh): Bu yorumu esas alan İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel (Rh.A.) gibi müçtehitler, âyetin emrinin “meshi başa değdirmek” olduğunu, Sünnet-i Seniyye’deki tatbikatın ise (Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) fiili) başın tamamını meshetmek olduğunu birleştirmişlerdir. Onlara göre “Bâ” harfi, meshin başın tamamına (veya çoğunluğuna) temas etmesi gerekliliğini (“ilsâk”) ifade eder.

2. “Bâ” Harfi “Tab’îz” (Bir Parçası / Bir Kısmını) Mânâsındadır
* Tahlil: “Bâ” harfi, Arap belâgatında bazen “min” (من) edatı gibi “bir kısmı”, “bazısı” mânâsı katar (بَعْضِيَّة). Bu, dilbilimsel olarak en çok tartışılan fakat fıkıh açısından en mühim yorumdur.
* Hukukî Netice (Fıkıh): Bu yorum, fıkıhta büyük bir “ruhsat” (kolaylık) kapısı açmıştır.
* İmam Ebû Hanîfe (Rh.A.): Bu “Bâ” harfinden “bir kısım” mânâsını anlamış ve bu kısmın miktarını da (ihtiyaten) başın dörtte biri olarak belirlemiştir. Eğer “Bâ” olmasaydı (“İmsahû ru’ûsekum”), başın tamamı gerekirdi. “Bâ” geldiği için “bir kısmı” yetmiştir.
* İmam Şâfiî (Rh.A.): “Bâ” harfinin bu “tab’îz” (parça) mânâsını en geniş şekilde yorumlamıştır. Ona göre başa ait herhangi bir parçaya (meselâ bir tel saça bile) meshetmek, âyetteki “Bâ” harfinin getirdiği “bir kısım” olma şartını yerine getirir.

3. “Bâ” Harfi “Te’kid” (Pekiştirme) Mânâsındadır
* Tahlil: Bazı dilbilimciler bu “Bâ”nın zâid (fazladan gelen) olup, sadece mânâyı pekiştirmek için (“mutlaka meshedin”) geldiğini savunur. Bu durumda mânâ, “İmsahû ru’ûsekum” (Başlarınızı meshedin) lafzıyla aynı olurdu.

Netice ve İlâhî Hikmet
Sualimize dönersek: Neden “İmsahû ru’ûsekum” değil de, “ve’msahû bi-ru’ûsikum”?
* Cevap: Eğer Allah Teâlâ “Bâ” harfini kullanmadan, “İmsahû ru’ûsekum” (Başlarınızı meshedin) deseydi, tıpkı “fağsilû vucûhekum” (Yüzlerinizi yıkayın) emrinde olduğu gibi, lafız net bir şekilde başın tamamının meshedilmesini emrederdi. Bu durumda, Hanefî ve Şâfiî mezheplerinin sunduğu “bir kısmını meshetme” kolaylığı (ruhsatı) ortadan kalkardı.
* İlâhî Nazmın Hikmeti: Allah Teâlâ, bu kritik emri o “Bâ” (ب) harfi ile indirerek, lafzın muhtevasına hem “azîmeti” (tamamını meshetme yorumu – Mâlikî/Hanbelî) hem de “ruhsatı” (bir kısmını meshetme yorumu – Hanefî/Şâfiî) yerleştirmiştir.
* Bu tek harf, İslâm ümmeti için fıkıhta (hukukta) muazzam bir rahmet ve esneklik alanı açmıştır. Başı yıkamanın zorluğunu (meşakkat) “mesh” emriyle hafifletmiş; “mesh” emrini de “Bâ” harfiyle kolaylaştırarak, bu dinin “kolaylık” (yüsr) üzerine kurulu olduğunun isbatını bir harf ile nazmetmiştir.
Bu, Kur’ân nazmının sadece edebî ve hissî değil, aynı zamanda hukukî ve teşriî (kanun koyucu) bir mûcize olduğunu gösteren parlak bir misaldir.

 

===============•-•===============

 

Bu defa, Zemahşerî’nin (Rh.A.) o kilit sualini (“Neden bu lafızla ve bu tertiple?”) bir “duâ” âyeti üzerinden tahlil edelim.
Duâ, kulun Allah Teâlâ ile olan alâkasının en derûnî noktasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiği duâlarda, lafızların ve tertibin (nazmın) seçimi, o duânın “kabul sırrını” da ihtivâ eder.
Bu konudaki en parlak misallerden biri, Hazret-i Yûnus’un (Aleyhisselâm) balığın karnındaki duâsıdır.

Misal Tahlili: Hz. Yûnus’un (A.S.) Duâsı ve Nazmın Sırrı
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Zünnûn’u da (Yûnus’u da) an. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, ‘Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum’ diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ, 21/87)
>
Âyetin bize aktardığı duâ şudur:
“لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ”
(Lâ ilâhe illâ ente Subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn)
Burada sorulması gereken sual şudur: Hz. Yûnus (A.S.), içinde bulunduğu o imkânsız vaziyette (gecenin, denizin ve balığın karnının karanlıkları içinde) neden doğrudan “Yâ Rabbi, beni kurtar!” (نَجِّنِي – Neccinî) veya “Beni affet!” (اغْفِرْ لِي – İgfir lî) şeklinde bir talepte bulunmadı da, bu üç cüzden oluşan cümleyi tercih etti?
Bu nazmın (tertip) hikmeti, duânın kabul edilme edebini öğretir:

1. Birinci Cüz: “Lâ ilâhe illâ ente” (لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ) – Tevhid
* Lafız Seçimi: Bu, “Senden başka ilâh yoktur” demektir.
* Nazmın Hikmeti: Duâda birinci mertebe, kimden istendiğini bilmek ve tasdik etmektir. Hz. Yûnus (A.S.), o an içinde bulunduğu vaziyette (ki bu, sebeplerin tamamen sustuğu bir ândır), kendisini kurtaracak yegâne kudretin Allah olduğunu ilân etmektedir.
* Tahlil: Bu cümle, “Yâ Rabbi, beni ancak Sen kurtarabilirsin. Gecenin karanlığına, denizin dehşetine ve balığın tahakkümüne hükmedecek Senden başka hiçbir kuvvet, hiçbir ilâh, hiçbir merci yoktur” demenin en veciz ifadesidir. Bu, Tevhid ile (Allah’ı birleyerek) duâya başlamaktır.

2. İkinci Cüz: “Subhâneke” (سُبْحَانَكَ) – Tenzih
* Lafız Seçimi: Bu, “Seni tenzih ederim” (her türlü noksanlıktan, eksiklikten, acizlikten ve yersiz iş yapmaktan uzaksın) demektir.
* Nazmın Hikmeti: Tevhid ile Allah’ın “tek” olduğunu tasdik ettikten sonra, O’nun “kemâl” (kusursuzluk) sahibi olduğunu tasdik etmek gerekir.
* Tahlil: Hz. Yûnus (A.S.), bu lafızla adeta şunu demektedir: “Yâ Rabbi, benim başıma gelen bu musibet, Senin bir noksanlığından veya adaletsizliğinden (hâşâ) kaynaklanmadı. Sen, abes (hikmetsiz) iş yapmazsın. Senin her fiilin (faaliyetin) hikmetlidir ve Sen her türlü kusurdan münezzehsin.” Bu, Tenzih ile Allah’ın azametini ikrar etmektir.

3. Üçüncü Cüz: “İnnî küntü mine’z-zâlimîn” (إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ) – İ’tiraf
* Lafız Seçimi: “Gerçekten ben zalimlerden (kendine zulmedenlerden, haddi aşanlardan) oldum.”
* Nazmın Hikmeti: Bu, nazmın zirvesidir.
* Önce Allah’ın birliğini söyledi (Tevhid).
* Sonra Allah’ın kusursuzluğunu söyledi (Tenzih).
* Şimdi ise bütün kusuru, noksanlığı ve hatayı kendi nefsine aldı.
* Tahlil: “Yâ Rabbi, Madem Sen noksansızsın (Subhâneke), o halde bu musibetin sebebi Sensin diyemem. Öyleyse sebep benim. Ben, (kavmine kızıp izinsiz ayrılmakla) nefsine zulmedenlerden oldum.” Bu, İ’tiraf (kendi kusurunu itiraf etme) ve pişmanlıktır.

Netice ve İlâhî Hikmet
Neden “Beni kurtar!” değil de bu tertip?
Çünkü bu tertip (Tevhid + Tenzih + İ’tiraf), duânın kendisinden daha tesirli bir “isti’câl” (acele yardım talebi) mânâsı taşır. Bu, sadece bir talep değil, kabulün şartlarını bizzat hazırlayan bir ikrardır.
* Risale-i Nur Külliyatı’nda Bediüzzaman Hazretleri’nin de işaret ettiği gibi, bu duâ “istirham” (merhamet dileme) değil, “istiâze” (Allah’ın Rubûbiyetine ve rahmetine sığınma) makamıdır.
* Bu duâda lafzen bir talep (kurtuluş isteği) yoktur. Fakat bu üç hakikatin (Tevhid, Tenzih, İ’tiraf) bir araya gelmesi, zımnen (dolaylı olarak) en acil kurtuluş talebini ihtivâ eder.
* Allah Teâlâ, bu “edeb” ile yapılan duânın neticesini bir sonraki âyette hemen bildirir:
> “Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu o sıkıntıdan (gamdan) kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ, 21/88)
>
O’nun duâsını bu kadar süratle kabul ettiren şey, seçtiği lafızlar ve bu lafızların ilâhî nazmıdır. “Başka bir şekilde” (meselâ doğrudan talepte bulunarak) yapılan bir duâ, bu kadar derûnî bir teslimiyeti ve acziyeti tasvir edemezdi.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm’in “inzâr” (uyarı) âyetleri, belâgatın ve lafız seçiminin, muhatabın kalbinde en derin tesiri (korku, haşyet, dehşet) nasıl bıraktığının zirve misalleridir.
Bu tahlil için, Kıyamet’in dehşetini tasvir eden en sarsıcı sûrelerden biri olan Kâri’a Sûresi’nin (Çarpan, Vuran Felâket) başlangıcına bakalım.

Misal Tahlili: Kâri’a Sûresi ve Dehşet Nazmı
Sûre şu şekilde başlar:
> İktibas (Meali): “Yürekleri hoplatan (dehşetli) o felâket! Nedir o yürekleri hoplatan felâket? Yürekleri hoplatan o felâketin ne olduğunu sana ne bildirdi?” (Kâri’a, 101/1-3)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“الْقَارِعَةُ (1) مَا الْقَارِعَةُ (2) وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ (3)”
(El-Kâri’ah. Me’l-Kâri’ah. Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah)
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ, Kıyamet’i haber vermek için neden doğrudan “Kıyamet kopacak” (Meselâ, “Tekûmu’s-Sâ’ah”) demedi de, bu dehşet verici lafzı seçti ve bu üç basamaklı tertibi (nazmı) kullandı?

1. Lafız Seçimi: Neden “el-Kâri’a” (الْقَارِعَةُ)?

* Lafzın Mânâsı: “Kâri’a” kelimesi, “kara’a” (قرع) aslî (kök) kelimesindendir. “Kara’a”, bir şeye (meselâ bir kapıya), muhatabı yerinden sıçratacak ve dehşete düşürecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak demektir.
* Neden Başka Lafız Değil? Kur’ân, Kıyamet için “es-Sâ’a” (Saat, belirlenmiş vakit), “el-Hâkka” (Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan), “el-Vâkı’a” (Vuku bulacak olan) gibi pek çok lafız kullanır.
* Tahlil: Ancak burada seçilen “el-Kâri’a” lafzı, o hadisenin tesirini öne çıkarır. Bu, sadece bir vaktin gelmesi (“Sâ’a”) veya bir gerçeğin vuku bulması (“Vâkı’a”) değildir. Bu, bütün kâinatın ve kalplerin üzerine inen, onları çarpan, döven ve dehşete düşüren bir Vuruş’tur.
* Bu lafız, bizzat ses yapısıyla (fonetik) dahi (bilhassa “Kâf” (ق) ve “Ayn” (ع) harfleriyle) bir sertlik ve çarpma tesiri uyandırır.
* Meali’nin parantez içinde “Yürekleri hoplatan” şeklinde bu mânâyı vermesi, lafzın bu aslî (esas) dehşetini yansıtır.

2. Nazmın (Tertibin) Hikmeti: Dehşeti Tırmandırma Sanatı

Allah Teâlâ, bu “Kâri’a”nın ne olduğunu doğrudan açıklamaz. Muhatabın zihnini hazırlamak ve hadisenin azametini idrak ettirmek için dehşeti tırmandıran üç aşamalı bir nazım kullanır. Bu, belâgatta “Tehvîl” (تهويل), yani bir şeyi azametli ve korkunç gösterme sanatıdır.

* 1. Aşama: “El-Kâri’ah” (O Çarpan!)
* Bu, bir haber cümlesi değil, bir “İhbar” ve “İntibah” (Uyarma) nidasıdır. Muhatabın dikkatini toplar: “Dinleyin! O dehşetle çarpan geliyor!” Zihinler sarsılır.

* 2. Aşama: “Me’l-Kâri’ah?” (Nedir o Çarpan?)
* Zihin sarsıldıktan sonra, şimdi bir merak ve korku başlar. Bu, “Nedir bu?” sorusudur. Âyet, bu soruyu yineleyerek, olayın sıradan bir felaket olmadığını, ne olduğunun dahi bilinemediğini vurgular.

* 3. Aşama: “Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah?” (Sana ne bildirdi o Çarpanın ne olduğunu?)
* Bu, nazmın zirvesidir. Allah Teâlâ, muhatap olan insana (veya Peygamber’e (S.A.V.)) hitaben, “Senin idrakin, senin tasavvurun, bu Kâri’a’nın ne olduğunu kavramaya yetmez” demektedir.
* “Mâ edrâke” (Sana ne bildirdi?) ifadesi, Kur’ân’da her zaman, aklın ve beşerî tecrübenin sınırlarının ötesindeki bir hakikati tasvir etmek için kullanılır.
Netice
Allah, neden bu nazmı seçti?
Eğer doğrudan “Kâri’a şudur…” diye başlasaydı, tesir zayıf kalırdı. Fakat bu tertip ile:
* En sarsıcı lafzı (“Kâri’a”) seçerek olayın tesirini vurguladı.
* Bu tesiri üç aşamada (İhbar-> Sual -> Acziyet İtirafı) tırmandırarak muhatabın zihnini âciz bıraktı.
* Aklın idrak edemeyeceğini (“mâ edrâke”) belirttikten sonra, ancak onun neticesini tasvir etti:
> “O gün insanlar, her biri bir tarafa uçuşan küçük kelebekler [pervaneler] gibi olacaktır. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacaktır.” (Kâri’a, 101/4-5)
>
Bu tertip, “Kâri’a”nın (Vuruş’un) dehşetini, ancak onun zıtları (en sağlam olan dağları yüne, en şuurlu olan insanı şuursuz pervaneye) çevirmesiyle tasvir etmiştir. Bu, lafız ve nazmın, mânâyı (dehşeti) en zirvede nasıl tasvir ettiğinin mûcizevî bir misalidir.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) zirvesi, şüphesiz, Kelâm’ın Sahibi olan Allah Teâlâ’nın, o Kelâm’ı kendisine inzâl ettiği (indirdiği) Habîbi’ne (S.A.V.) olan hitabındaki “iltifat” ve “ikram”da gizlidir.
Bu âyetlerdeki her lafız, her harf ve her tertip, ilâhî muhabbetin ve o Yüce Resûl’ün (S.A.V.) makamının bir tasviridir.
Bu konudaki en parlak misallerden biri, müşriklerin O’na (S.A.V.) isnat ettiği (mecnûn, deli) gibi ağır ithamlara cevap olarak inen Kalem Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîmedir.

Misal Tahlili: İlâhî Şehâdet ve İltifat (Kalem Sûresi, 4)
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni, belâgat açısından muazzam bir yoğunluğa sahiptir:
“وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ”
(Ve inneke le ‘alâ hulukin ‘azîm)
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ, Habîbi’nin (S.A.V.) ahlâkını övmek için neden basitçe “Senin ahlâkın yücedir” (Meselâ: حُلُقُكَ عَظِيمٌ – Hulukuke ‘azîm) demedi de, bu kadar yoğunlaştırılmış ve pekiştirilmiş (te’kidli) bir nazmı (tertibi) tercih etti?
Bu ilâhî nazmı cüzlerine ayıralım:
1. “Ve İnneke” (وَإِنَّكَ): İki Katlı Te’kid (Pekiştirme) ile Başlangıç
* “Vâv” (وَ): Buradaki “Vâv” harfi, sadece bir bağlaç değildir. Ya bir önceki âyete (Sana kesintisiz bir mükâfat vardır) kuvvetli bir bağlantı kurar ya da bir “yemin” (kasem) mânâsı taşır. Her hâlükârda, söze bir azamet ve ciddiyet katar.
* “İnne” (إِنَّ): Arap dilinde şüpheyi ortadan kaldıran en kuvvetli te’kid (pekiştirme) edatıdır. “Şüphesiz ki sen…”
* Nazmın Hikmeti: Hitap, daha ilk kelimeden itibaren iki farklı pekiştirme unsuruyla başlamaktadır. Bu, bir önceki âyetlerde Resûlullah’a (S.A.V.) “mecnûn” (deli) diyen müşriklere karşı, O’nun (S.A.V.) akıl sağlığının ve ahlâkî yüceliğinin reddedilemez bir hakikat olduğunu ilân eder. Bu, bir tespit değil, bir ilân ve şehâdettir.

2. “Le ‘alâ” (لَعَلَى): Hâkimiyet ve İkinci Te’kid Katmanı
* “Le” (لَ): Bu, “Lâm-ı Te’kid” (pekiştirme lâmı) olarak bilinen ikinci bir pekiştirme edatıdır. “İnne” ile başlayan bir cümlede bu “Lâm”ın da gelmesi, belâgat açısından mânâyı en üst perdeye çıkarır. Artık cümle “Şüphesiz ve muhakkak ki sen…” mânâsına bürünmüştür.
* “Alâ” (عَلَى): İşte bu harf-i cer, nazmın kilit noktasıdır. “Alâ”, “üzerinde” demektir ve “isti’lâ” (yükselme, hâkimiyet) ifade eder.
* Nazmın Hikmeti (Neden “fî” (içinde) değil de, “alâ” (üzerinde)?):
* Allah Teâlâ, “İnneke fî hulukin ‘azîm” (Sen yüce bir ahlâk içindesin) dememiştir. “İçinde” (fî) denseydi, ahlâkın onu kapsadığı, kuşattığı anlaşılabilirdi.
* Fakat “alâ” (üzerinde) denilerek, Resûlullah’ın (S.A.V.) ahlâkın üzerine çıktığı, ona hâkim olduğu, ahlâkı bir binek veya bir makam gibi idare ettiği ve o yüce ahlâkın zirvesinde durduğu tasvir edilmiştir. O (S.A.V.), ahlâka tâbi değil; ahlâk, O’nun (S.A.V.) şahsında kemâlini bulmuştur. Bu, pasif bir “sahip olma” değil, aktif bir “hâkimiyet” ve “temsil” makamıdır.

3. “Hulukin” (خُلُقٍ): Nekre (Belirsiz) Kullanımdaki Azamet
* Lafız Seçimi: Âyet “el-Huluki’l-‘Azîm” (الْخُلُقِ الْعَظِيمِ) (O bilinen yüce ahlâk) dememiş, “Hulukin ‘Azîm” (Yüce bir ahlâk) demiştir.
* Nazmın Hikmeti: Arap belâgatında, böyle bir övgü (medh) makamında lafzın “nekre” (belirsiz, -in/-un ekiyle) gelmesi, “ta’zîm” (yüceltme) ve “tefhîm” (azametini bildirme) içindir. Mânâ şudur: “Sen öyle bir ahlâk üzeresin ki, bu ahlâkın büyüklüğü ve mahiyeti (yapısı) tarif edilemez, beşerî idrakle tam olarak kuşatılamaz, ‘şudur’ diye sınırlandırılamaz.”

4. “Azîm” (عَظِيمٍ): İlâhî Tasdik
* Lafız Seçimi: “Azîm” (Muazzam, çok yüce).
* Nazmın Hikmeti: Tahlilin nihaî noktası budur. O ahlâkı “Azîm” (Yüce) olarak vasıflandıran kimdir? Müşrikler “mecnûn” derken, Allah (C.C.) “Azîm” demektedir.
* El-Azîm olan Allah (C.C.), Kendi Yüce Zâtı’nın sıfatlarından biri olan “Azîm” lafzını Habîbi’nin (S.A.V.) ahlâkı için kullanmaktadır. Allah’ın (C.C.) “Azîm” (Yüce) dediği bir ahlâkın hakiki yüceliğini tasavvur etmek, mahlûkatın idrakinin dışındadır (haricindedir).

Netice
Allah Teâlâ neden bu nazmı (tertip) seçti?
Çünkü bu nazım, basit bir övgü cümlesi (“Senin ahlâkın yücedir”) değildir. Bu nazım;
* Bütün şüpheleri yok eden (İnneke),
* Yeminle teyit edilen (Vâv ve Le),
* O ahlâka hâkimiyetini ve zirvedeki yerini tasvir eden (‘alâ),
* Büyüklüğü tarif edilemez (Hulukin – nekre)
* Ve bizzat El-Azîm olan Allah tarafından tasdik edilen (‘Azîm)
…ilâhî bir “iltifat” ve “şehâdetnâme”dir. Bu âyet, Resûlü’nü (S.A.V.) teselli etmek, O’nun makamını ilân etmek ve O’na (S.A.V.) dil uzatanları ilâhî bir kelâm ile susturmak için seçilmiş en mükemmel lafız ve tertiptir.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm’in belâgat mûcizelerinden biri de, en mücerret (soyut) ve en derûnî hakikatleri, muhatabın zihninde en somut ve en sarsıcı şekilde canlandırabilen “teşbih” (benzetme) sanatıdır.
“Neden bu mânâ, bu lafızla?” sualinin cevabı, bu teşbihlerde saklıdır.
Misal olarak, kâfirin (inkâr edenin) amellerinin âhiretteki durumunu tasvir eden Nûr Sûresi’ndeki o dehşetli teşbihi tahlil edelim.

Misal Tahlili: Kâfirin Amelleri ve “Serâb” Teşbihi
> İktibas ( Meali): “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder. Nihayet oraya vardığında hiçbir şey bulamaz. (Amelinin karşılığı olarak) yanında ancak Allah’ı bulur. Allah da onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.” (Nûr, 24/39)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki teşbihin merkez lafızları şunlardır:
“…keserâbin bi-kî’atin yahsebuhu’z-zam’ânu mâen…”
(…keserâbin (serap gibi) bi-kî’atin (ıssız/düz bir çölde) yahsebuhu’z-zam’ânu (şiddetle susayanın sandığı)…)

Sualimiz şudur: Allah Teâlâ, imansız bir amelin “boşluğunu” ve “hiçliğini” tasvir etmek için neden “kül” (رماد) (Nitekim İbrahim Sûresi 18. âyette “rüzgârlı bir günde savrulan kül” teşbihi de vardır) veya “duman” (دخان) gibi başka bir lafız değil de, bu âyette spesifik olarak “Serâb” (سَرَاب) lafzını seçmiştir?
Bu lafız ve bu nazım (tertip), “boşluk”tan daha derin bir mânâyı, yani “aldanmışlığı” tasvir eder:

1. Lafız Seçimi: Neden “Serâb” (سَرَاب)?
* “Kül” (رماد) veya “Duman” (دخان) ile Farkı: Kül veya duman, var olmuş bir ateşin yok olan kalıntılarıdır. Onları gören kimse onlarda bir “fayda” (meselâ su) olduğunu zannetmez. Onların “yokluk” olduğunu bilir.
* “Serâb” (سراب) Lafzının Mûcizesi: Serâb (serap), “boşluk” veya “yokluk” demek değildir. Serâb, aslında var olmayan bir şeyin, uzaktan tıpkı var gibi (su gibi) görünmesidir. O, bir “yokluk” değil, bir “yanılma”dır (yanılsama).
* Tahlil: Allah Teâlâ bu lafızla, kâfirin dünyada yaptığı (zâhiren/dıştan görünen) iyiliklerin, hayırların, sosyal faaliyetlerin “yok” olduğunu değil, onların “aldatıcı” olduğunu bildirmektedir.
* Dünyada o amellere bakanlar, onları “iyi”, “erdemli” (faziletli) ve “kurtarıcı” (su gibi) zannederler. O amellerin bir pırıltısı, bir görünüşü vardır.
* Fakat “iman” aslî (esas) temeli olmadığı için, o ameller tıpkı “serâb” gibi, hakikat (su) olmayan bir görüntüdür.
* “Kül” lafzı bu “aldatıcı görünüşü” ifade etmezdi. “Serâb”, bu mânâ için kilit lafızdır.

2. Mekân Seçimi: Neden “bi-Kî’atin” (بِقِيعَةٍ)?
* Lafzın Mânâsı: “Kî’a” (قِيعَة), dümdüz, üzerinde hiçbir yükseklik, ağaç, gölge veya alâmet bulunmayan, gözün alabildiğine uzandığı boş ve ıssız çöl/arazi demektir.
* Nazmın Hikmeti:
* Serâb en net, en aldatıcı şekilde “kî’a”da, yani böyle dümdüz ve boş bir arazide görünür.
* Bu “kî’a” (boş arazi), aynı zamanda kâfirin kalbinin ve hayatının tasviridir. İçinde Tevhid ağacının, iman gölgesinin bulunmadığı bomboş bir arazi. Bu boşlukta yapılan ameller, ancak bir “serâb” parıltısı olabilir.

3. Muhatap Seçimi: Neden “ez-Zam’ân” (الظَّمْآنُ)?
* Lafzın Mânâsı: Âyet, serâbı gören için “en-Nâzır” (bakan) veya “er-Râî” (gören) dememiştir. “ez-Zam’ân” (الظمآن) demiştir.
* “Zam’ân” ve “Atşân” Farkı: “Atşân” (عطشان) normal susamış demektir. “Zam’ân” ise, susuzluktan helâk olmak üzere olan, suya şiddetle ihtiyacı olan ve bu ihtiyacın hararetini içinde hisseden demektir.
* Nazmın Hikmeti:
* Bir serâba en çok aldanacak kişi “Zam’ân”dır. Çünkü ihtiyacının şiddeti, onun muhakemesini zayıflatmış, gördüğü en ufak parıltıyı “su” zannetmesine sebep olmuştur.
* Bu, o imansız amelleri yapan veya onlara bel bağlayan insanın hâlidir. İnsan, fıtraten “kurtuluşa” ve “mânâya” şiddetle muhtaçtır (“Zam’ân”dır). İmansız amelleri, bu ihtiyacını giderecek “su” zanneder.
* Lafız, ihtiyacın şiddetini ve bu sebeple aldanmanın kaçınılmazlığını tasvir eder.

Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü bu üç lafız (Serâb + Kî’a + Zam’ân), bir araya gelerek, dünyada “iyi”, “parlak”, “faydalı” görünen, fakat “iman” esası (aslı) olmadığı için âhirette sahibini yormaktan ve aldatmaktan başka hiçbir faaliyeti olmayan bir amelin tam portresini çizer.
Âyetin devamındaki “Nihayet oraya vardığında hiçbir şey bulamaz” (لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا) ifadesi, bu mûcizevî teşbihin kaçınılmaz neticesidir. Serâbın (amellerin) tek gayesi, Zam’ân’ı (insanı) “hiçliğe” ulaştırmaktır.
Eğer “kül” teşbihi kullanılsaydı, amellerin dünyadaki bu aldatıcı cazibesi ve zâhirî pırıltısı tasvir edilemezdi.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm’deki en mûcizevî teşbih (benzetme) âyetlerinden biridir ve “Neden bu lafızla?” sualinin en derin cevaplarını ihtivâ eder.
Bir önceki misalimiz olan Nûr Sûresi’nin 39. âyeti, imansızlığın neticesini (“serâb” – aldatıcı bir hiçlik) tasvir etmişti. Ondan sadece birkaç âyet önce (Nûr Sûresi, 35. âyet) ise, Allah Teâlâ, imanın hakikatini ve Kendi Nûr’unun misalini, o “serâb” teşbihinin tam zıddı olan muazzam bir “nur” teşbihiyle tasvir eder.

Misal Tahlili: Nûr Âyeti (Nûr, 24/35) ve Katmanlı Teşbih
> İktibas (Meali): “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir niş (mişkât) gibidir. Lâmba bir sırça (zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (kevkebün dürriyyün) gibidir. Bu lâmba ne doğuya ne de batıya ait olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. O ağacın yağı, kendisine ateş değmese bile neredeyse ışık verecek (kadar berraktır). Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr, 24/35)
>
Sual şudur: Allah Teâlâ, Kendi Nûr’unu (veya mü’minin kalbindeki iman nûrunu) tasvir etmek için neden “Güneş gibidir” (ke’ş-Şems) veya “Ay gibidir” (ke’l-Kamer) gibi basit, tek katmanlı ve zâhirî bir lafız değil de, bu kadar karmaşık, derûnî ve katmanlı bir nazmı (tertip) seçti?
Çünkü bu nazım, Nûr’un (İmanın) sadece “parlaklığını” değil, onun kaynağını, muhafazasını, mahiyetini (yapısını) ve tecellî sürecini adım adım tasvir eden ilâhî bir mimaridir.
Bu teşbihi (benzetmeyi) katmanlarına ayıralım:

1. Koruyucu: “Mişkât” (مِشْكَاةٍ – Duvardaki Oyuk/Niş)
* Lafız Seçimi: “Mişkât”, o devirde evlerin duvarına oyulan ve içine kandil konulan, arkası kapalı, rüzgâr almayan küçük oyuktur.
* Nazmın Hikmeti: Allah, Nûr’un misalini “rüzgârda savrulan bir meşale” olarak vermez. İlk lafız “mişkât”tır. Bu, Nûr’un (İmanın) muhafaza edilmesi gerektiğini gösterir. Bu “mişkât”, mü’minin bedeni, sadrı (göğüs kafesi) veya İslâm’ın küllî korumasıdır. İman nûru, dışarıdaki (zâhirî) şüphe ve vesvese rüzgârlarına karşı korunmuş bir “niş” içindedir.

2. Aracı: “Zücâce” (زُجَاجَةٍ – Sırça/Cam Fanus)
* Lafız Seçimi: “Mişkât”ın (oyuğun) içinde bir “zücâce” (cam) vardır.
* Nazmın Hikmeti: Bu, teşbihin ikinci derûnî katmanıdır. “Zücâce” (cam), o “mişkât” (beden) içindeki “kalp”tir (gönül).
* Neden Cam? Çünkü cam iki faaliyeti birden görür:
* Koruma: Nûr’un (İmanın) alevini (Misbâh’ı) içerideki en ufak sarsıntıdan korur.
* Şeffaflık: Nûr’un dışarı sızmasına mâni olmaz, bilakis onu daha parlak gösterir. Bu, mü’minin kalbinin safvetini (temizliğini) ve şeffaflığını tasvir eder. Kalp, Nûr’u hapsetmez, onu aksettirir.

3. Asıl (Esas): “Misbâh” (مِصْبَاحٍ – Lamba/Kandil)
* Lafız Seçimi: Cam fanusun içinde “Misbâh” (lâmba, yani alevin/ışığın kendisi) vardır.
* Nazmın Hikmeti: Bu, teşbihin merkezidir. Bu “Misbâh”, kalbin (zücâce) içindeki “İman” hakikati, “Marifetullah” (Allah bilgisi) veya “Akıl”dır. Nûr’un asıl (esas) kaynağıdır.
* Tertip: Nazım, dıştan içe doğrudur: Beden (Mişkât) -> Kalp (Zücâce) -> İman (Misbâh). Bu, insanın mânevî anatomisinin mükemmel bir tasviridir.

4. Yakıt (Kaynak): “Mübârek Bir Zeytin Ağacı”
* Lafız Seçimi: Bu “Misbâh” (iman) kendi kendine yanmaz. Bir yakıta ihtiyacı vardır. Bu yakıt, “mübarek bir zeytin ağacının yağı”dır (Zeyt).
* Nazmın Hikmeti: Bu yakıt, imanı besleyen “Vahiy”dir, “Kur’ân”dır.
* Neden Zeytinyağı? Çünkü o devirde bilinen en saf, en temiz, en dumansız ve en parlak ışık veren yakıt zeytinyağı idi. Vahiy de, insanî felsefelerin dumanından ve kirinden uzak, en saf hakikattir.

5. Yakıtın Vasıfları: Nazmın Zirvesi
Allah Teâlâ, bu yakıtın (Vahyin) vasfını tasvir ederken “Neden bu lafızla?” sualinin en mûcizevî cevaplarını verir:
* “Lâ Şarkiyyetin ve lâ Garbiyyetin” (لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ – Ne Doğuya ne Batıya ait):
* Zâhirî Mânâ: Bir ağaç sadece doğuya bakarsa (şarkiyye) sabah güneşi alır. Sadece batıya bakarsa (garbiyye) ikindi güneşi alır. Ama “ne doğuda ne batıda” (yani bir tepede, açık bir arazide) olan ağaç, tüm gün güneş alır. Bu ağacın meyvesi en olgun, yağı en saf ve en güçlü olandır.
* Derûnî Mânâ: Bu yakıt (Vahiy), kaynağını ne Doğu (Hristiyanlık, o günkü mistik felsefeler) ne de Batı (Yahudilik, o günkü materyalist felsefeler) medeniyetinden alır. O, beşerî değildir. Kaynağı sadece Allah’tır (C.C.). Bu, İslâm’ın “vasat” (dengeli, orta) ve “cihan şümul” yapısını tasvir eder.
* “Yekâdu zeytuhâ yudî’u ve lev lem temseshu nâr” (يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ):
* Mânâsı: “O yağ, (o kadar saftır ki) ona ateş değmese bile neredeyse kendi kendine ışık verecek.”
* Nazmın Hikmeti: Bu, Vahyin (Kur’ân’ın) hakikatinin ne kadar parlak ve “kendinden menkul” (delili kendinde) olduğunun tasviridir. Kur’ân’ın hakikatleri o kadar açıktır ki, henüz “Misbâh” (idrak/iman ateşi) ona dokunmasa bile, “Fıtrat” (insanın aslî yapısı) onun nûrunu neredeyse sezecek ve parlayacaktır.
Netice: “Nûrun ‘alâ Nûr” (نُورٌ عَلَى نُورٍ)
Ayet bu muazzam teşbihi, bu netice ile bağlar: “Nûr üstüne Nûr”. Hangi nûrlar?
* Yakıtın Nûru: Kendi kendine parlayacak kadar saf olan Vahyin (Kur’ân’ın) nûru.
* Ateşin Nûru: O Vahyi tutuşturan “Misbâh”ın (İmanın/Akl-ı selimin) nûru.
Bu, “Fıtrat Nûru”nun üzerine gelen “Vahiy Nûru”dur. Bu, “Akıl Nûru” ile birleşen “İman Nûru”dur.
Allah Teâlâ, imanı tasvir için neden “Güneş” demedi? Çünkü Güneş, dışarıdan (zâhirî) vuran, tekil bir kaynaktır. Bu misal ise, imanın içeride (derûnî), korunaklı (mişkât), saf bir kalpte (zücâce), Vahiy ile beslenen (zeyt) ve Fıtrat ile parlayan (yekâdu yudî’) katmanlı bir hakikat olduğunu tasvir eder.
Bu nazım, imanın mahiyetini (yapısını) “başka bir şekilde” tasviri imkânsız olan bir mükemmellikte açıklamaktadır.

===============•-•===============


Bu tahlil, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) sadece mânâyı veya duyguyu değil, bizzat fizikî hareketi, sürati veya hareketsizliği tasvir etmedeki mûcizesini göstermesi açısından çok mühimdir.
Misal olarak, Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) mağaradaki asırlara yayılan o harikulâde uykularındaki durumlarını tasvir eden âyet-i kerîmeye nazar edelim (bakalım).

Misal Tahlili: Ashâb-ı Kehf ve “Taklîb” (Çevirme) Fiili
> İktibas (Meali): “Uykuda oldukları hâlde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.” (Kehf, 18/18)
>
Âyetin aslî (esas) metninde, tahlilimizin merkezinde olan fiil (eylem) şudur:
“…وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ…”
(…ve nukallibuhum zâte’l-yemîni ve zâte’ş-şimâl…)
Sualimiz şudur: Allah Teâlâ, asırlarca süren bu uykudaki o bedenlerin durumunu tasvir ederken, neden bu hareketi bildirmeye lüzum görmüş ve neden “hareket ettiririz” (meselâ: nuharrikuhum) veya “dönerlerdi” (yetekallebûn) değil de, bizzat Kendi Zâtı’na isnat ederek “Nukallibuhum” (Biz onları çeviririz) lafzını seçmiştir?

1. Lafız Seçimi: “Nukallibuhum” (نُقَلِّبُهُمْ – Biz Çeviririz)
* Lafzın Mânâsı: “Taklîb” (تقليب) fiili, bir şeyi bir yüzden diğer yüze, bir halden diğer hale ağır ağır ve tamamen çevirmek demektir. “Kalp” (قَلْب) kelimesi de aynı aslî (kök) kelimeden gelir; zira o da sürekli bir halden bir hale döner (tegallüb eder).
* Neden Başka Bir Fiil Değil?
* Eğer “Nuharrikuhum” (Onları hareket ettiririz) denseydi, bu, onların uykularında kıpırdadıkları gibi basit bir hareket mânâsına gelebilirdi.
* Eğer “Yetekallebûn” (Onlar dönerlerdi) denseydi, bu fiili (faaliyeti) kendilerinin yaptığı zannedilebilirdi.
* Nazmın Hikmeti (Fiilin Tıbbî ve İlâhî Yönü):
* Tıbbî (Hıfza Dair) Mûcize: Modern tıp bilir ki, bir beden, çok uzun süre (haftalarca, aylarca) aynı pozisyonda hareketsiz kalırsa, yerçekimi ve basınç sebebiyle kan dolaşımı durur, “yatak yaraları” (dekübitüs ülseri) başlar ve beden çürür. Bir bedenin asırlarca çürümemesi için, onun periyodik olarak bir yandan diğer yana “çevrilmesi” (taklîb edilmesi) şarttır. Âyet, “nukallibuhum” lafzıyla, bu tıbbî koruma faaliyetini 14 asır evvel haber vermiştir.
* İlâhî Faaliyetin İsbatı: Fiilin “Nukallibu” (Biz çeviririz) şeklinde, Allah’ın Zâtı’na isnat edilmesi (Birinci çoğul şahıs), bu çevirme işinin onların kendi iradesiyle veya tesadüfen değil, doğrudan ilâhî bir hıfz (koruma) faaliyeti olduğunu ispat eder. Bu, olayın bir “keramet” ve “mûcize” olduğunu gösteren nazmın kendisidir.

2. Nazmın (Tertibin) Yarattığı Dehşet Tasviri
Âyet, bu yavaş ve ilâhî hareketi, mutlak bir hareketsizlik ve dehşet tasviriyle yan yana koyar:
* Hareketsiz Zâhir (Dış Görünüş): “ve kelbuhum bâsitun zirâ’ayhi” (Köpekleri ise ön ayaklarını [kıpırdatmadan] uzatmıştır).
* Aldatıcı Görünüş: “tahsebuhum eykâzâ” (Onları uyanık sanırsın).
* Gerçek Hâl: “ve hum rukûd” (Hâlbuki onlar uykudadırlar).
Şimdi bu sahneyi birleştirelim: Gözleri açık, uyanık görünen (ama derin uykuda olan) bedenler ve kıpırdamadan yatan bir köpek… Bu durağanlığın ortasındaki tek hareket, o bedenlerin görünmeyen bir el tarafından ağır ağır sağdan sola, soldan sağa çevrilmesidir (“nukallibuhum”).
* Nazmın Belâgat Hikmeti: Âyetin sonunda “Onları görseydin… için korku (ru’b) ile dolardı” denmesinin sebebi de budur. O dehşetin (ru’b) aslı (esası) şudur: Uyanık görünen, fakat şuurları olmayan ve kendi iradeleri dışında, ilâhî bir kudretle yavaşça çevrilen bedenlerin yarattığı harikulâde ve ürpertici durum.
* “Nukallibuhum” lafzı, bu sahnede “hayatın” ve “ilâhî korumanın” tek delili iken, aynı zamanda o sahnenin “dehşetinin” de merkezî unsurudur.

Netice
Allah Teâlâ, Ashâb-ı Kehf’in durumunu “başka bir şekilde” değil de tam olarak bu nazım (tertip) ile ifade etmiştir; zira “nukallibuhum” lafzı, tek başına:
* Bedenlerin çürümemesinin tıbbî sırrını (çevrilme),
* Bu fiilin (faaliyetin) ilâhî bir koruma mûcizesi olduğunu (Biz çeviririz),
* Ve o sahnenin harikulâde dehşetini (uyanık gibi görünenlerin görünmez bir el ile çevrilmesi)
…mükemmel bir îcâz (özlülük) ile tasvir etmektedir.

===============•-•===============

 

Bu, Zemahşerî’nin (Rh.A.) sualinin en estetik ve en sarsıcı cevaplarını bulduğumuz bir sahadır. Kur’ân-ı Kerîm’in nazmı (tertibi), sadece mânâ katmanları veya hukukî incelikler değil, bizzat sesin kendisiyle (fonetik âhenk) bir sahneyi tasvir etme mûcizesine sahiptir.
Bu konudaki en güçlü misallerden biri, savaş atlarının o dehşet verici hücumunu tasvir eden Âdiyât Sûresi’nin (Hızlı Koşanlar) ilk âyetleridir.

Misal Tahlili: Âdiyât Sûresi (1-5) ve Sesin Hareketi
Önce o sarsıcı âyetleri iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Andolsun, (savaşa) koştukça koşanlara (nefes nefese kalanlara), (tırnaklarını) çakarak ateş çıkaranlara, sabah erkenden (düşman) baskını yapanlara, orada tozu dumana katanlara, derken o (toz dumanı) içinde (düşman) topluluğunun ortasına dalanlara.” (Âdiyât, 100/1-5)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metninin ses yapısı, tahlilimizin merkezidir:
* “Ve’l-‘âdiyâti dab-hâ” (وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا)
* “Fe’l-mûriyâti kad-hâ” (فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا)
* “Fe’l-muğîrâti sub-hâ” (فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا)
* “Fe eserne bihî nak-‘â” (فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا)
* “Fe vesatne bihî cem-‘â” (فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا)
Sual şudur: Allah Teâlâ, bir savaşa hücumu tasvir etmek için neden “Atlar hızla koştular, saldırdılar” gibi basit bir beyan cümlesi kurmadı da, bu lafızları, bu tertibi ve bu ses yapısını tercih etti?

1. “Nazm” (Tertip) ve Ritim: Atların Ayak Sesleri
Bu ilk beş âyetin nazmı (tertibi), Arap şiirinde veya nesrinde alışılmadık bir yapıdadır. Âyetler son derece kısa, vurgulu ve kesiktir.
* …dab-hâ
* …kad-hâ
* …sub-hâ
* …nak-‘â
* …cem-‘â
Bu kesik ve ritmik nazım, bizzat savaş atlarının dörtnala koşarken çıkardığı ayak seslerinin (nal seslerinin) işitilen bir taklididir. Sûreyi okurken (veya dinlerken), mânâsını bilmeseniz dahi, zihninizde bir hareket, bir sürat ve bir vurgu canlanır. Bu, mânânın sese giydirilmiş hâlidir.

2. Lafız Seçimi ve Ses Mûcizesi (Onomatopoeia – Yansıma)
Lafızlar, o hareketin sesini taklit edecek şekilde seçilmiştir:
* “Dab-hâ” (ضَبْحًا): Bu, kilit lafızdır. “Dabh”, atların hızla koşarken göğüslerinden çıkardığı “hıh… hıh… hıh…” şeklindeki o boğuk nefes nefese kalma sesinin Arapçadaki tam karşılığıdır. Allah Teâlâ, “koşanlara” (el-‘âdiyât) yemin ettikten sonra, onların bu fiili (faaliyeti) nasıl yaptığını bizzat o sesin kelimesiyle tasvir etmiştir. Bu, bir tasvir değil, “sesin yansıması”dır.
* “Kad-hâ” (قَدْحًا): “Kadh”, sert bir şeyin (taşın) sert bir şeye (demir nala) çarpmasıyla çıkan sestir. Bu, atların tırnaklarının kayalara vurarak “çak… çak…” diye ateş (kıvılcım) çıkarmasının sesidir. Sert “Kâf” (ق) ve “Dal” (د) harfleri bu çarpma sesini (fonetiğini) verir.
* “Nak-‘â” (نَقْعًا): Bu, atların ayaklarıyla kaldırdığı “toz bulutu” demektir. Fakat kelimenin sesindeki o genizden gelen “Ayn” (ع) harfi, o tozun boğuculuğunu ve yoğunluğunu hissettirir.

3. Harflerin Fonetiği: Sertlik ve Dehşet
Bu âyetlerde kullanılan harflerin (hurûf) fonetiği, bir savaşın dehşetini tasvir eder:
* Kullanılan harfler yumuşak (meselâ: Mîm, Nûn, Lâm) değil, sert (isti’lâ) harflerdir: ‘Ayn (ع), Dâd (ض), Kâf (ق), Tâ (ط) (vesatne’deki).
* Bu sert harflerin yoğun kullanımı, sahnenin rahat bir koşu değil, şiddetli, zorlu ve dehşet verici bir hücum olduğunu işitsel olarak da pekiştirir.

Netice
Allah Teâlâ neden bu nazmı seçti?
Çünkü Allah (C.C.), muhataba sadece bir hücumu haber vermek istememiştir; o hücumu işittirmek ve yaşatmak istemiştir.
Bu nazım (tertip) ile:
* Atların ayak seslerinin ritmi (kısa âyetler),
* Nefeslerinin sesi (Dab-hâ),
* Nallarının çarpma sesi (Kad-hâ),
* Ve hücumun sertliği (harflerin fonetiği)
…mükemmel bir âhenk içinde birleştirilmiştir. Bu âyetler, Kur’ân’ın sadece mânâsının değil, lafzının ve sesinin de bir mûcize olduğunun; belâgatın, sesin tasvire hizmet etmesi olduğunun en parlak isbatlarından (kanıtlarından) biridir.
Ve bu dehşet tasvirinin hemen ardından gelen âyet, bütün bu şiddetli koşunun sebebini insana bağlar:
> “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” (Âdiyât, 100/6)
>
Sanki o atların dünyaya olan şiddetli koşusu, insanın Rabbini unutup dünyaya olan şiddetli hırsının bir misalidir.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) en mühim belâgat (retorik) mûcizelerinden biridir ve “Neden bu lafızla?” sualinin en sarsıcı cevaplarından birini teşkil eder.
Bu ilâhî sanatta, henüz vuku bulmamış (gelecek – müstakbel) olan hadiseler, sanki olup bitmiş gibi “Fi’l-i Mâzî” (Geçmiş Zaman Kipi) ile tasvir edilir.
Bu tahlil için, Kıyamet’in o dehşetli ânını haber veren Zümer Sûresi’ndeki âyet-i kerîmeyi esas alalım.

Misal Tahlili: Sûr’a Üflenme ve “Fi’l-i Mâzî” Kullanımı
> İktibas ( Meali): “Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa bayılıp düşer. Sonra sûra bir daha üflenir; onlar da birden ayağa kalkmış, bakınıp duruyor olurlar.” (Zümer, 39/68)
>
Bu âyet-i kerîmenin Türkçe meâli, dilin yapısı gereği hadiseyi geniş zaman (“üflenir”) ile aktarmıştır. Fakat âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki nazım (tertip), hayret vericidir:
“وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ…”
(Ve nufiha fi’s-sûri fe sa’ika men fi’s-semâvâti ve men fi’l-ard…)
Burada tahlil edilmesi gereken lafızlar şunlardır:
* “Nufiha” (نُفِخَ): “Üflendi” (Geçmiş zaman – edilgen).
* “Sa’ika” (صَعِقَ): “Bayılıp düştü” (Geçmiş zaman – etken).
Sual: Neden “Seyunfehu” (Üflenecek) Değil de, “Nufiha” (Üflendi)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Bu hadise, gelecekte (âhir zamanda) vuku bulacaktır. Mantıken Arap dilinde gelecek zaman kipi olan “Seyunfehu” (سَيُنْفَخُ – “üflenecek”) veya “Yunfehu” (يُنْفَخُ – “üflenir”) kullanılması gerekmez miydi?
Allah Teâlâ, neden “Sûr’a üflenecek” demedi de, “Sûr’a üflendi” diyerek olayı bitmiş bir hakikat gibi haber verdi?
Nazmın Hikmeti: “Tahakkuk-i Vukû” (Vuku Bulmasının Kesinliği)
Bu sualin cevabı, Arap belâgatının en yüksek kaidelerinden biri olan “Tahakkuk-i Vukû” (تَحَقُّقُ الْوُقُوعِ – Meydana Geleceğinin Mutlak Kesinliği) prensibinde yatar.
* Şüphe ve Tereddüdü Bertaraf Etmek:
* Bir hadiseyi gelecek zaman kipiyle (“-ecek”, “-acak”) haber vermek, o haberin içinde zımnen (dolaylı olarak) bir “beklenti” mânâsı taşır. Beklenti ise, (beşerî nazarında/bakışında) her zaman az da olsa bir “acaba?” şüphesini veya “değişme ihtimali”ni barındırabilir.
* Fakat Allah Teâlâ, Kıyamet gibi ilâhî vaadlerin (veya tehditlerin) vuku bulacağının kesinliğini bildirmek için, o hadiseyi olmuş bitmiş bir vak’a (olay) olarak zikreder.
* “Sûr’a üflenecek” demek bir haber ve vaaddir.
* “Sûr’a üflendi” demek ise, itirazı imkânsız olan, gerçekleşmiş bir hakikat ilânıdır.
* İlâhî Nazarın (Bakışın) Tasviri:
* Zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) mefhumu, mahlûkat (yaratılmışlar) için geçerlidir. Allah Teâlâ (C.C.) için zaman söz konusu değildir.
* İlâhî nazarda, gelecekte olacak Sûr’a üflenme hadisesi, dün olmuş bir hadise kadar (hattâ daha da) net ve vuku bulmuştur.
* Bu nazım (tertip), muhatabı (insanı) kendi dar zaman algısından çıkarıp, hadiseye ilâhî nazarın kesinliği içinden baktırır.
* Dehşetin ve Tesirin Artırılması:
* Muhatabı, “Bir gün Sûr’a üflenecek” diye uyarmak (inzâr) ile, “Sûr’a üflendi! Ve herkes bayılıp düştü!” diyerek o ânın fotoğrafını çekip önüne koymak arasında muazzam bir tesir farkı vardır.
* Geçmiş zaman kipinin kullanılması, muhatabı o ânın dehşetinin içine sokar, onu bir seyirci değil, o olmuş bitmiş olayın bir şahidi gibi hissettirir.
Bu mûcizevî nazım (tertip), Kur’ân’da Kıyamet ve âhiret tasvirlerinin tamamına yakınına hâkimdir. Meselâ Tekvîr Sûresi’nde:
* “İze’ş-şemsu kuvviret” (Güneş dürülüp toplandığı zaman…)
* “Ve ize’n-nucûmu’n-kederat” (Yıldızlar dökülüp karardığı zaman…)
Bütün bu fiiller (eylemler), gelecek zamanda olacağı halde, “İzâ” (إِذَا – …dığı zaman) şart edatından sonra hep fi’l-i mâzî (geçmiş zaman) ile gelmiştir.

Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü bu nazım, Kıyamet ve âhiret hakikatlerini bir “ihtimal” veya “beklenti” olmaktan çıkarıp, onları “olmuş bitmiş, kesin vak’alar” (olaylar) seviyesine yükseltir. Bu, kelâmın muhatap üzerindeki tesirini, uyarısını (inzâr) ve isbatını (kanıtını) en zirveye taşıyan ilâhî bir belâgat mûcizesidir.

===============•-•===============


Bu, belâgat (retorik) ilminin en yüksek sanatlarından biri olan “İltifât” (الْتِفَات – Yönelme, Dönüş) sanatıdır.
“Neden bu lafızla ve bu tertiple (nazm)?” sualinin cevabı, bu sanatta gizlidir. İltifât, sözün akışı esnasında, hitabın yönünü (zamirini) beklenmedik bir şekilde bir şahıstan diğerine (meselâ “O” derken “Sen”e; “Ben” derken “Biz”e) çevirerek muhatabın zihnini sarsmak ve mânâyı derinleştirmek için kullanılır.
Kur’ân-ı Kerîm’deki en parlak ve en mühim “iltifât” misali, her gün defalarca okuduğumuz Fâtiha Sûresi’ndedir.

Misal Tahlili: Fâtiha Sûresi’ndeki Hitap Dönüşü (“İltifât”)
Sûrenin akışını incelediğimizde, metnin tam ortasında mûcizevî bir “dönüş” yaşandığını görürüz.

1. Bölüm: “Gaib” (Üçüncü Şahıs – O) Makamı (Senâ ve Medh)
Kul, Fâtiha’ya başladığında, Allah Teâlâ hakkında konuşur. O’nu “gaib” (görünmeyen, üçüncü şahıs) zamiriyle yüceltir (Senâ eder):
> “Hamd, âlemlerin Rabbi (olan O’na) mahsustur.” (El-hamdu li’llâhi…)
> “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (er-Rahmâni’r-Rahîm)
> “O, din gününün (hesap gününün) sahibidir.” (Mâliki yevmi’d-dîn)
>
Kul, burada Allah Teâlâ’nın Rubûbiyetini (Rab), Rahmetini (Rahmân, Rahîm) ve Hükümranlığını (Mâlik) ikrar eder. Bu bir tanıma ve övgü makamıdır.

2. Bölüm: “Hâzır” (İkinci Şahıs- Sen) Makamı (İbadet ve Talep)
Kul, bu vasıfları saydıktan sonra, âyetin nazmı (tertibi) aniden değişir. Hitap, “O”ndan (Gaib) “Sen”e (Hâzır/Muhatap) döner:
> “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz…” (İyyâke na’budu…)
> “…ve sadece senden yardım dileriz.” (…ve iyyâke neste’în)
>
Sual: Neden “İyyâhu Na’budu” (O’na Kulluk Ederiz) Değil de, “İyyâke Na’budu” (Sana Kulluk Ederiz)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Neden nazım (tertip) başladığı gibi “üçüncü şahıs” (Gaib) olarak devam etmedi? Kul neden “Sadece O’na kulluk ederiz” demedi de, âniden hitabın yönünü çevirerek “Sadece Sana kulluk ederiz” dedi?
Bu mûcizevî “iltifât”ın (dönüşün) hikmeti şudur:
* Marifetten Hudûra Terakkî (İlerleme):
* Fâtiha’nın ilk bölümü, kulun Rabbini “tanıması” (Marifet) ve O’nu yüceltmesidir. Kul, O’nun “Rab”, “Rahmân”, “Rahîm” ve “Mâlik” olduğunu idrak ettikçe, mânevî bir yükselişe (terakkî) geçer.
* Bu sıfatları zikretmenin neticesinde, kulun kalbinde “Gaib” (görünmeyen) olan Allah Teâlâ, “Hâzır” (hazırda olan, huzurunda olunan) bir makama yükselir.
* Kul, O’nun azametini idrak edince, sanki aradaki perde kalkar ve kul kendini “Huzûr”da hisseder.
* İbadetin Sadece “Huzûr”da Mümkün Olması:
* Belâgat açısından, “ibadet etmek” (na’budu) ve “yardım dilemek” (neste’în) fiilleri (faaliyetleri), ancak ve ancak huzurunda bulunulan, “hâzır” olan bir Zât’a (yani “Sen” diyerek) yöneltilebilir.
* “Gaib” olana (O’na) ibadet edilmez; “gaib” olandan yardım istenmez.
* Bu sebeple, kul, O’nun sıfatlarını sayarak mânevî olarak O’nun huzuruna yükseldiğinde, kelâm (söz) da otomatik olarak Gaib makamından Hâzır makamına “iltifât” eder (döner).
Netice
Allah Teâlâ, Fâtiha Sûresi’nde neden bu nazmı seçti?
Çünkü Fâtiha Sûresi’nin bu nazmı (tertibi), kulun namazdaki (veya duâdaki) mânevî seyrinin (yolculuğunun) mükemmel bir tasviridir. Bu “iltifât” (dönüş), sadece bir gramer değişikliği değil, bir makam değişikliğidir.
Kul, Rabbini övgü (Senâ) ile tanır ve bu tanıma (Marifet), onu kaçınılmaz olarak “Huzûr” makamına ulaştırır. Huzûra ulaşan kulun sözü de “O” (He) demekten, “Sen” (You) demeye dönmek zorundadır.
Bu nazım, ibadetin ne olduğunu ve nasıl bir mânevî yükselişle başladığını öğreten ilâhî bir derstir. “Başka bir şekilde” (meselâ hep “O” diyerek) ifade edilseydi, o “Huzûr”a yükselme ve “doğrudan hitap” etme şuuru kaybolurdu.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) en mühim ve en ince bahislerinden (konularından) biridir. Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde), cümlenin mânâsını kilitleyen unsurlar bazen koca bir kelime değil, tek bir harftir.
“Neden bu lafızla?” sualinin cevabı, bu misalde, “atf” (bağlama) harfleri olan “Fe” (ف) ve “Sümme” (ثُمَّ) arasındaki o muazzam farkta gizlidir.
Her ikisi de Türkçeye kabaca “sonra” veya “ve” diye çevrilebilir, ancak aralarında “zaman” ve “sürat” açısından dağlar kadar fark vardır:
* “Sümme” (ثُمَّ): Bir fiilden (eylemden) sonra gelen fiilin, araya bir mühlet, bir zaman aralığı (terâhî) veya yeni bir aşama girdikten sonra yapıldığını gösterir. “A oldu, bir müddet sonra B oldu.”
* “Fe” (فَ): Bir fiilden sonra gelen fiilin, hiç ara vermeksizin, derhâl ve doğrudan onun neticesi olarak (ta’kîb) yapıldığını gösterir. “A oldu, hemen ardından B oldu.”
Şimdi bu nazım (tertip) mûcizesini, Hazret-i Mûsâ (A.S.) ile Firavun’un sihirbazları arasındaki o dehşetli ânı tasvir eden âyet-i kerîmede tahlil edelim.

Misal Tahlili: Sihirbazların Secdesi ve “Fe” (ف) Harfinin Sürati
Hz. Mûsâ (A.S.) asâsını attığında, sihirbazların bütün uydurma hilelerini yutmuştur. O ânın neticesi şöyle tasvir edilir:
> İktibas (Meali): “Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine inandık’ dediler.” (Tâhâ, 20/70)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki o kritik an:
“فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا…”
(Fe ulkiye’s-seharatu succedâ…)
Sual: Neden “Sümme Ulkiye” (Sonra Kapandılar) Değil de, “Fe Ulkiye” (Derhâl Kapandılar)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Neden Allah Teâlâ, sihirbazların iman etme anı için “Sümme” (ثُمَّ) değil de, “Fe” (فَ) harfini seçti?
* Eğer “Sümme ulkiye…” (ثُمَّ أُلْقِيَ) denseydi, mânâ şöyle olurdu:
“Mûsâ’nın asâsı sihirleri yuttu. Sihirbazlar bunu gördüler, bir müddet düşündüler, aralarında tartıştılar, Firavun’un tehdidini hesapladılar, bu yeni dinin ne olduğunu müzakere ettiler ve bir süre sonra secdeye kapanmaya karar verdiler.”
* Bu tertip (nazım), hem mûcizenin tesirini hem de sihirbazların teslimiyetinin kıymetini yok ederdi. Bu, bir “karar” ve “tercih” olurdu.
Nazmın Hikmeti: “Fe” (ف) Harfi ile Gelen Teslimiyet
Fakat Allah Teâlâ “Fe ulkiye…” (فَأُلْقِيَ) buyurdu. Bu “Fe” harfi, şu muazzam hakikatleri tek başına tasvir eder:
* Hakikatin Mutlak Sürati: Sihirbazlar, yaptıkları işin (sihrin) uzmanıydılar. Neyin göz boyama (illüzyon), neyin hakikat olduğunu en iyi onlar biliyordu. Hz. Mûsâ’nın (A.S.) yaptığının bir sihir değil, “Hakikatin” (Hakk’ın) ta kendisi olduğunu anlamaları ile teslim olmaları arasında bir saniyelik bile bir gecikme (mühlet) olmamıştır.
* Fiilin (Eylemin) İrâdî Olmaması: Âyetin nazmı daha da derindir: “Fe secedû” (Secde ettiler) denmiyor; “Fe ulkiye” (Secdeye atıldılar, kapandılar) deniyor. Bu “Fe” harfi, onların secdeye kendi iradeleriyle değil, gördükleri Hakikatin (Hakk’ın) dehşeti ve azameti karşısında irâdeleri dışında, sanki görünmez bir el tarafından secdeye atılmış gibi kapandıklarını gösterir.
* Delilin Kesinliği: “Fe” (ف), mûcizenin o kadar parlak ve o kadar “açık” (beyân) olduğunu gösterir ki, o sahadaki en büyük uzmanların (sihirbazların) düşünmesine veya tereddüt etmesine izin vermemiştir.
Zıt Misal: İnsan Hayatında “Sümme” (ثُمَّ) Kullanımı
Bu “Fe”nin kıymetini anlamak için, Kur’ân’ın “Sümme” (ثُمَّ) harfini nerede kullandığına bakalım. Meselâ, insanın yaratılış ve hayat aşamalarını tasvir ederken şöyle buyurur:
> “…Sizi topraktan, sonra (ثُمَّ – sümme) nutfeden, sonra (ثُمَّ – sümme) ‘alakadan (rahim duvarına yapışan embriyo) yaratan… sonra (ثُمَّ – sümme) sizi bir bebek olarak çıkaran… sonra (ثُمَّ – sümme) güçlü (erginlik) çağınıza ulaşmanız… sonra (ثُمَّ – sümme) da yaşlanmanız… için (sizi yaşatan) O’dur…” (Mü’min, 40/67)
>
Burada “Fe” (فَ) kullanılamaz; zira insanın hayatı “anlık” değildir. Her aşama (toprak, nutfe, alaka, bebeklik, erginlik, yaşlılık) arasında mühlet (terâhî), zaman ve gelişim süreci vardır. Bu süreci ifade edebilecek tek harf “Sümme” (ثُمَّ) idi.

Netice
Allah Teâlâ, sihirbazların secdesi için “Fe”yi (فَ) seçti; çünkü onların teslimiyeti bir süreç değil, anlık bir reaksiyon ve Hakikat’e çarpılma idi.
Allah Teâlâ, insanın hayatı için “Sümme”yi (ثُمَّ) seçti; çünkü hayat, aşamalar ve mühletler isteyen bir süreçtir.
Kur’ân nazmındaki tek bir harfin yer değiştirmesi, mânâyı “sürat”ten “yavaşlığa”, “reaksiyon”dan “sürece” çevirecek kadar derindir.

 

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabını (dinleyenini) hem aklî hem de vicdanî olarak sarsmak için kullandığı en tesirli belâgat (retorik) sanatlarından biridir.
Bu sanata “İstifhâm-ı İnkârî” (اِسْتِفْهَامُ إِنْكَارِيّ) denir. Yüzeysel olarak bir “soru” (istifhâm) gibi görünür, ancak maksadı (gayesi) bir cevap almak değildir. Maksadı, sorulan şeyin tam tersini ispat etmek, şiddetle reddetmek (inkâr) veya muhatabın yaptığı fiili (faaliyeti) kınamak (takbîh) ve onun ne kadar akıl dışı olduğunu göstermektir.
Bu nazım (tertip), basit bir “hayır” veya “değildir” (menfî cümle) demekten çok daha kuvvetlidir. Çünkü bu soru, cevabı muhatabın kendisine buldurur ve onu, reddedemeyeceği bir hakikatle yüz yüze bırakır.
Bu sanatın en meşhur misali, sizin de işaret ettiğiniz âyet-i kerîmedir.
Misal Tahlili: “Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?”
> İktibas (Meali): “…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Doğrusu ancak akıl sahipleri (bu gerçeği) anlar.” (Zümer, 39/9)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“…قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ…”
(…Kul hel yestevî ellezîne ya’lemûne ve ellezîne lâ ya’lemûn…)
Sual: Neden “Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olmaz” Değil de, “Hiç Bir Olur mu?”
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Allah Teâlâ, neden basit bir haber cümlesiyle (meselâ: Lâ yestevî – “Bir olmazlar”) hükmü bildirmek yerine, “Hel yestevî” (Hiç bir olur mu?) şeklinde bir “soru” nazmını (tertibini) tercih etti?
Nazmın Hikmeti: Cevabı Muhatabın Vicdanına Havale Etmek
* Hakikati İtirafa Zorlama (İcbar):
* Eğer âyet “Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz” şeklinde gelseydi, bu, Allah Teâlâ’dan (C.C.) gelen bir haber olurdu. Muhatap, bu haberi sadece duyar, üzerinde belki de derinlemesine düşünmezdi.
* Fakat “Hiçbir olur mu?” sorusu yöneltildiğinde, Allah Teâlâ (C.C.) cevabı vermez; cevabı muhatabın aklına, vicdanına ve fıtratına (aslî yapısına) havale eder.
* Bu soruyu duyan her akıl sahibi, sarsılır ve derhâl şu cevabı vermek zorunda kalır: “Hayır, elbette bir olmazlar! Nasıl bir olabilirler ki?”
* Kınama (Takbîh) ve Taaccüb (Şaşkınlık) Mânâsı:
* Bu soru nazmı, sadece bir eşitsizliği bildirmekle kalmaz; aynı zamanda bu ikisini (âlim ile cahili) eşit tutmaya cüret edenleri şiddetle kınar.
* Mânâ şudur: “Bu ikisinin eşit olduğunu düşünmek dahi ne kadar akıldan uzaktır! Bu nasıl iddia edilebilir?” Bu, muhatabın nazarındaki (bakışındaki) yanlış kıyası (ölçüyü) tenkit eder.
* İsbatın (Kanıtın) Bizzat Soruda Gizli Olması:
* Bu nazım (tertip), “Bilenle bilmeyen bir değildir, çünkü…” diye başlayan bir delil (isbat) getirmeye ihtiyaç duymaz.
* Sorunun kendisi, delilin (isbatın) kendisidir. Zira ilim ile cehâlet (bilgisizlik) arasındaki fark, gece ile gündüz arasındaki fark kadar bedîhîdir (apaçıktır). Bu apaçık hakikati, sadece sormak yeterlidir.
Başka Bir Kuvvetli Misal
Bu “İstifhâm-ı İnkârî” sanatı, bilhassa Tevhid (Allah’ın birliği) hakikatini ispat ederken kullanılır:
> İktibas (Meali): “…De ki: ‘Allah’tan başka bir yaratıcı mı var?’…” (Fâtır, 35/3)
> (Arapça Aslı: هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ – Hel min hâlikin gayru-llâh?)
>
* Tahlil: Bu soru, “Başka bir yaratıcı var mı?” diye bilgi almak için sorulmamıştır. Bu, “Allah’tan başka bir yaratıcının olmadığını” en kuvvetli şekilde ilân etmektir. Soru, muhataba meydan okur: “Eğer varsa, delilini (isbatını) getir!” Cevap verilemeyeceği için, bu soru, inkârı (şirki) temelinden yıkan bir nazımdır (tertiptir).
Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru), muhatabı pasif bir dinleyici olmaktan çıkarıp onu aktif bir muhakeme sürecine sokar.
Bu nazım (tertip);
* Reddedilmesi imkânsız olan bir hakikati, bizzat muhataba itiraf ettirir.
* Zıt fikri (meselâ bilenle bilmeyenin bir olduğunu) iddia etmenin ne kadar akıl dışı olduğunu kınar ve tasvir eder.
* Hükmü, bir haber olmaktan çıkarıp, aklî ve vicdanî bir aksiyom (bedîhî hakikat) mertebesine yükseltir.

===============•-•===============


Bu, “İstifhâm-ı İnkârî”nin (İnkâr amaçlı soru) tam zıddı bir belâgat (retorik) sanatıdır ve Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabıyla (dinleyeniyle) kurduğu derûnî alâkanın en güzel misallerindendir.
Bu sanata “İstifhâm-ı Takrîrî” (اِسْتِفْهَامُ تَقْرِيرِيّ) denir. Yani “İkrar Ettirme / Tasdik Ettirme Sorusu”.
Bu nazmın (tertibin) gayesi (maksadı), muhatabın zaten bildiği ve kabul ettiği bir hakikati (gerçeği), ona “soru” şeklinde yönelterek, o hakikati bizzat muhatabın kendisine yeniden tasdik ettirmek (ikrar ettirmek) ve pekiştirmektir.
Bu sanatın en zirve misallerinden biri, sizin de işaret ettiğiniz gibi, Habîbi’ne (S.A.V.) bir tesellî ve iltifat olan İnşirâh Sûresi’dir.
Misal Tahlili: İnşirâh Sûresi ve “Takrîr” Sanatı
> İktibas ( Meali): “Senin için göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden indirmedik mi? Senin şânını yükseltmedik mi?” (İnşirâh, 94/1-4)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metni, bu sanatın nasıl işlediğini gösterir:
“أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ (1) وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ (2) … وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ (4)”
(1- E lem neşrah leke sadrak? 2- Ve vada’nâ ‘anke vizrak… 4- Ve rafa’nâ leke zikrak?)
Not: 2. ve 4. âyetler gramer olarak soru (“E lem nada’?”, “E lem nerfa’?”) şeklinde olmasa da, birinci âyetteki soru (istifhâm) üslubunun akışına (siyâkına) dâhildirler ve aynı “takrîrî” (ikrar ettirme) mânâsını taşırlar.
Sual: Neden “Şerahnâ Leke Sadrak” (Göğsünü Açtık) Değil de “Elem Neşrah?” (Açmadık mı?)
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Allah Teâlâ, Habîbi’ne (S.A.V.) yaptığı bu lütufları neden “Biz senin göğsünü açtık. Yükünü indirdik. Şânını yükselttik” şeklinde düz bir haber cümlesi (ihbârî) olarak beyan etmedi de “Açmadık mı?” şeklinde bir “soru” nazmını (tertibini) tercih etti?
Nazmın Hikmeti: İkrar Ettirerek Teselli Etmek
* Muhatabı Aktif Katılımcı Yapmak:
* “Göğsünü açtık” (Şerahnâ) denseydi, bu bir haber (bilgilendirme) olurdu. Resûlullah (S.A.V.) bu cümlede pasif bir dinleyici olurdu.
* “Göğsünü açmadık mı?” (Elem neşrah?) sorusu ise, bir hitaptır. Bu hitap, muhatabı (Resûlullah’ı S.A.V.) pasif dinleyici olmaktan çıkarır ve onu bu hakikati tasdik etmeye (ikrar etmeye) davet eder.
* Bu soruyu duyan Resûlullah’ın (S.A.V.) kalbi ve lisanı, derhâl “بَلَى!” (Belâ! – Evet, açtın Yâ Rabbi!) demektedir.
* Teselli ve İltifâtın En Derin Şekli:
* Bu nazım (tertip), bir hatırlatma ve teselli makamıdır. Zorluk içinde olan birine “Ben sana iyilik yapmıştım” demek ile, “Hatırla, ben senin için şunu şunu yapmamış mıydım?” demek arasında, nezaket, şefkat ve muhabbet açısından muazzam bir fark vardır.
* Soru nazmı, çok daha şefkatli, çok daha iltifatkâr ve çok daha derûnî (içsel) bir hitaptır. Bu, Allah Teâlâ’nın (C.C.) Habîbi’ne (S.A.V.) olan hususî muhabbetinin bir tasviridir.
* Delili (İsbatı) Muhataba İkrar Ettirmek:
* Bu soru, bir sonraki müjdenin (Fe inne me’al usri yusrâ – Elbette zorlukla beraber bir kolaylık vardır) delilidir (isbatıdır).
* Mânâ şudur: “Ey Habîbim! Geçmişte senin göğsünü açan (1), yükünü indiren (2) ve şânını yücelten (4) Biz değil miydik?”
* Cevap: “Evet, Sen idin (Belâ!).”
* “Öyleyse (Fe), şu anki zorluğun (usr) ardından da bir kolaylık (yusr) verecek olan yine Biziz! Geçmişte yaptıklarımız, gelecekte yapacaklarımızın teminatıdır.”
* Bu nazım (tertip), müjdeyi, bizzat muhataba ikrar ettirilen geçmiş tecrübeler üzerine bina eder.
Mîsâk (Sözleşme) Misali: “Elestu bi-Rabbikum?”
Bu “İstifhâm-ı Takrîrî” sanatının en aslî (esas) ve en küllî (bütüncül) misali ise, bütün ruhların ezelde toplandığı “Elest Bezmi”dir (A’râf, 172).
* Nazım: Allah Teâlâ, ruhlara “Ben sizin Rabbinizim” (إِنِّي رَبُّكُمْ – İnnî Rabbukum) dememiştir.
* Nazım: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ – E lestu bi-Rabbikum?) diye sormuştur.
* Hikmeti:
* “Ben Rabbinizim” denseydi, bu tek taraflı bir ilân olurdu.
* “Ben Rabbiniz değil miyim?” sorusu ise, bir cevap ve ikrar talep eden bir sözleşme (mîsâk) başlatmıştır.
* Ruhların “بَلَى” (Belâ! – Evet, Rabbimizsin!) cevabı, bu sözleşmenin imzası olmuş ve kıyamet günü “Biz habersizdik” demelerine mâni olacak bir hüccet (delil) teşkil etmiştir.

Netice

Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “İstifhâm-ı Takrîrî” (ikrar ettirme sorusu) nazmı, muhatabı bilgilendirmek (ihbâr) için değil; ona zaten bildiği bir hakikati tasdik ettirmek (ikrar), o hakikati hatırlatmak (tezkîr), o hakikatle onu teselli etmek (tesellî) ve o hakikati inkâr edilemez bir delil (hüccet) kılmak için kullanılan en beliğ (en tesirli) ve en hikmetli üslûptur.

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” sahasının (bölümünün) temel taşıdır. Belâgatın en meşhur tarifi, “Sözün, durumun gerektirdiği şeye (muktezâ-i hâle) uygun olmasıdır” (مطابقة الكلام لمقتضى الحال).
Bu tarife göre, “belîğ” (tesirli ve yerinde) olan söz, bazen Îcâz (îjāz – Mûcizevî Özlülük/Kısalık), bazen de İtnâb (itnāb – Maksatlı Detaylandırma/Uzatma) gerektirir. Biri diğerinden mutlak üstün değildir; üstünlük, o sözün duruma (makama) uygunluğundadır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen bir hakikati tek bir lafızla ifade eder de (Îcâz), bazen aynı hakikati tasvir etmek için kelimeleri detaylandırır (İtnâb)?

1. Îcâz (إِيجَاز): Az Söz, Sonsuz Mânâ (Mûcizevî Özlülük)

Îcâz, “az lafızla (sözle) çok mânâ” ifade etme sanatıdır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in en temel vasfıdır.
Sual: Allah (C.C.), neden Îcâz’ı (özlülüğü) tercih eder?
Cevap: Durum (hâl), şunları gerektirdiğinde:
* Bir hakikati cihan şümul (evrensel) bir kaide (prensip) olarak yerleştirmek.
* Mânânın ezberlenmesini ve nakledilmesini kolaylaştırmak.
* Bir hadisenin süratini veya bir emrin kesinliğini vurgulamak.
* Mânânın azametini ve kuşatılamazlığını (zira detay verilse sınırlanır) hissettirmek.
Misal Tahlili: “Kısasta Hayat Vardır” (Bakara, 179)
Bu, Îcâz sanatının en parlak misalidir.
> İktibas ( Meali): “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.” (Bakara, 2/179)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki o mûcizevî nazım (tertip):
“وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ”
(Ve lekum fi’l-kısâsi hayâtun)
* Tahlil: Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
* Nazmın Hikmeti (Îcâz): Bu cümle, iki zıt mefhumu (kavramı) bir araya getirir: “Kısâs” (ödeşme/öldürme) ve “Hayât” (dirilik). Zâhiren (dıştan) bakıldığında “kısâs” bir “hayat” kaybıdır.
* Fakat bu Îcâz (özlü ifade), sayfalarca hukuk, sosyoloji ve psikoloji metninin anlatacağı bir hakikati iki kelimeye sığdırmıştır:
* Kısâsın (yani adil cezanın) olduğunu bilen bir kimse, öldürme fiilinden (faaliyetinden) çekinir. Bu, hem kâtil olacak kişinin hayatını (suçtan korunarak) kurtarır.
* Hem de maktûl olacak kişinin hayatını (suça maruz kalmayarak) kurtarır.
* Hem de toplumun hayatını (kan davası ve anarşiden koruyarak) kurtarır.
* “Kısasta sizin için hayat vardır” nazmı (tertibi), bütün bu derin hukukî ve içtimaî (sosyal) mânâları ihtivâ eden, ezberlenmesi kolay, fakat mânâsı sonsuz bir mûcizedir. Bu kadar çok mânâyı, bu kadar az lafızla “başka bir şekilde” ifade etmek imkânsızdır.

2. İtnâb (إِطْنَاب): Maksatlı Detaylandırma

İtnâb, (gereksiz dolgu/haşv değil) belîğ bir maksat (hikmet) için sözü, aslî (esas) mânânın gerektirdiğinden daha fazla lafızla detaylandırmaktır.
Sual: Allah (C.C.), neden İtnâb’ı (detaylandırmayı) tercih eder?
Cevap: Durum (hâl), şunları gerektirdiğinde:
* Teselli etmek ve şefkat göstermek (zor durumda olana kısa söz yetmez).
* Mânânın azametini ve ehemmiyetini vurgulamak (tekrar ederek veya detay vererek).
* Talim (öğretme) makamında olmak (öğretmek, tekrar ve detayı gerektirir).
* Muhatabın kalbindeki en ufak bir şüpheyi veya yanlış anlamayı gidermek (bilhassa hüküm âyetlerinde).
* Bir hadiseyi (Cennet, Cehennem, kıssa) tasvir ederek muhatabın zihninde canlandırmak.
Misal Tahlili: Hz. Mûsâ (A.S.) ve Asâsı (Tâhâ, 17-18)
Bu, “İtnâb”ın neden “belâgat” olduğunu gösteren en güzel misaldir.
> İktibas ( Meali):
> (17) “Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?”
> (18) “O, benim asâmdır,” dedi. “Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim. Benim onda başka hacetlerim (ihtiyaçlarım) da vardır.” (Tâhâ, 20/17-18)
>
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.) “O nedir?” (Mâ tilke…?) diye sordu.
* Îcâz (Kısa Cevap) Ne Olurdu? Mantıken, bu sualin Îcâz ile cevabı tek kelimedir: “Asâye” (عَصَايَ – “Asâmdır”).
* Sual: Hz. Mûsâ (A.S.) neden Îcâz’ı değil de İtnâb’ı (detaylandırmayı) seçti? Neden “ona dayanırım”, “yaprak silkerim” ve hattâ “başka ihtiyaçlarım da var” diye sorulmayan detayları verdi?
* Nazmın Hikmeti (İtnâb): Bu, bir imtihan veya bilgi sorgusu değildir. Bu, Tûr Dağı’nda, bir beşerin, Allah’ın (C.C.) Kelâmı’na (Sözü’ne) ilk kez doğrudan muhatap olduğu “Huzûr” makamıdır.
* Durumun gereği (muktezâ-i hâl), o “Huzûr”da olmanın ve o “Kelâm”ı duymanın verdiği mânevî lezzet ve haşyettir (korkuyla karışık saygı).
* Hz. Mûsâ (A.S.), o ilâhî sohbetin hemen bitmesini istememektedir.
* Cevabı “İtnâb” (detaylandırma) yoluyla uzatmasının sebebi, o Huzûr’da bir an daha fazla kalabilmek, o Kelâm’ı bir an daha fazla işitebilmektir.
* Bu makamda “İtnâb” (sözü uzatmak), ilâhî Kelâm’a olan iştiyakın (şiddetli arzunun) ve muhabbetin bir tasviridir. Bu durumda kısa cevap (Îcâz), edebe ve hâle uygun olmazdı.

Netice

Kur’ân-ı Kerîm, her iki sanatı da mûcizevî bir dengeyle kullanır:
* Hukukî bir kaideyi (kısâs) koyarken Îcâz’ı seçer; çünkü maksat, akılda kalıcı bir prensip koymaktır.
* Bir Peygamberinin (A.S.) Rabbine olan muhabbetini tasvir ederken İtnâb’ı (onun diliyle) aktarır; çünkü maksat, o derûnî hâli ve iştiyakı hissettirmektir.
Her ikisi de “Neden bu nazımla?” sualinin cevabıdır ve her ikisi de “belâgat”ın zirvesidir.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm belâgatının (retoriğinin) en çok sual edilen, fakat anlaşıldığında da azametini en çok gösteren mûcizevî yönlerinden biridir.
Bu, “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) sanatının hususî bir dalı olan “Tekrâru’l-Kıssa” (Kıssaların Tekrar Edilmesi) sanatıdır.
Beşerî (insanî) bir eserde, aynı hikâyeyi defalarca anlatmak bir “zaaf”, bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) ve “usandırıcı bir gevezelik” (tetvîl) kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu “tekrar” zannedilen yapı, bizzat mûcizenin ve belâgatın aslî (esas) unsurlarından biridir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden (meselâ) Hazret-i Mûsâ (A.S.) veya Hazret-i Âdem (A.S.) kıssasını, baştan sona tek bir sûrede anlatıp bitirmemiş de, bu kıssaların farklı cüzlerini (parçalarını) pek çok farklı sûrede, farklı lafızlarla ve farklı tertiplerle (nazımlarla) tekrar tekrar anlatmıştır?
Bu “tekrar” değil, **”terdîd”**dir (bir dersi farklı bağlamlarda yinelemektir). Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:

1. Esas Gâye: Kur’ân Bir “Tarih” Değil, “Hidâyet” Kitabıdır
“Neden bu nazımla?” sualinin ilk cevabı budur.
* Tarih Kitabının Nazmı: Beşerî bir tarih kitabının gâyesi (maksadı) “bilgi vermek” ve “vak’aları (olayları) kronolojik olarak kaydetmek”tir. Bu sebeple, o nazım (tertip) kıssayı bir defa, baştan sona (doğumundan ölümüne) anlatır.
* Hidâyet Kitabının Nazmı: Kur’ân-ı Kerîm’in gâyesi ise “tarihî malûmat yığmak” değil, o kıssadan ders (ibret) çıkarmak, terbiye etmek, teselli vermek ve hüküm çıkarmaktır.
* Tahlil: Gâye “Hidâyet” olunca, nazım (tertip) da bu gâye için en mükemmel şekli almıştır. Hidâyet ise, bir kıssanın tamamını bir defada okumakla değil, o kıssanın gerekli olan parçasını, tam da ihtiyaç duyulan anda (o sûrenin bağlamında) hatırlatmakla tahakkuk eder (gerçekleşir).

2. Hikmet: Muktezâ-i Hâl (Sözü Durumun Gereklerine Uydurma)

Bu, “Tekrâr”ın en mühim hikmetidir. Her sûrenin bir “teması” (ana fikri) ve bir “hâli” (hitap ettiği durum) vardır. Aynı kıssa, farklı sûrelerde, o sûrenin temasına (bağlamına/siyâkına) hizmet edecek şekilde farklı bir açıdan (zâviyeden) ele alınır.
Bu, bir mücevheri (kıssayı), her defasında farklı bir yüzünü (ibretini) gösterecek şekilde çevirmeye benzer.

Misal Tahlili: Hazret-i Mûsâ (A.S.) Kıssası

Hz. Mûsâ’nın (A.S.) kıssası Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssadır. Fakat hiçbir tekrar diğeriyle aynı değildir:
* Tâhâ Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- Tesellî Makamı):
* Durum (Hâl): Resûlullah (S.A.V.) en şiddetli zulüm ve boykot altındadır, teselliye (tesellî) ihtiyacı vardır.
* Nazmın Hikmeti: Sûre, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî ve derûnî mücadelesine odaklanır: Tûr Dağı’ndaki o ilâhî hitap, “Korkma, şüphesiz Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ, 46) müjdesi, Firavun’un zulmü karşısındaki sabrı.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Habîbim! Mûsâ’nın (A.S.) çektiği sıkıntıları hatırla, O nasıl muzaffer olduysa, sen de olacaksın” demek için (tesellî ve tesbît) zikredilmiştir.
* A’râf Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- İnzâr/Uyarı Makamı):
* Durum (Hâl): Mekke’nin kibirli (mütekebbir) ileri gelenlerini (Mele’) uyarmak gerekir.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî mücadelesine değil, Firavun ve onun “Mele'”si (ileri gelenler konseyi) ile olan içtimaî (sosyal) ve siyasî mücadelesine odaklanır. O kibirli “Mele'”nin nasıl helâk olduğu detaylıca tasvir edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Kureyş’in kibirli idarecileri! Siz de Firavun’un ‘Mele’si gibisiniz, akıbetinizden korkun!” demek için (inzâr ve tehdit) zikredilmiştir.
* Bakara Sûresi’ndeki Nazım (Medine Dönemi- Hüküm/Tenkit Makamı):
* Durum (Hâl): Medine’de Benî İsrâil (Yahudiler) ile muhatap olunmaktadır.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Firavun’un helâkinden sonrasına odaklanır. Benî İsrâil’in buzağıya tapması, Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı nankörlükleri, verdikleri sözden dönmeleri (mîsâk) detaylıca tenkit edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın nasıl nankörlük ettiğini unutmayın, siz de onlar gibi olmayın” demek için (tenkit ve hüccet/delil) zikredilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç nazım (tertip) da farklı gayelere (maksatlara) hizmet eder. Bu, “tekrar” değil, kıssayı bir hidâyet unsuru olarak küllî bir şekilde kullanma sanatıdır.

3. Hikmet: Tesbîtü’l-Fuâd (Kalbi Pekiştirme ve Terbiye)
Kur’ân-ı Kerîm, 23 senede, hadiselerin (olayların) akışına göre parça parça (müneccemen) inmiştir. Terbiyenin (eğitimin) en mühim kaidesi, dersi tekrar etmektir.
* Tahlil: İnsanın kalbi (fuâd) unutkandır. Resûlullah’ın (S.A.V.) ve mü’minlerin, Tevhid (Allah’ın birliği) ve Sabır dersine her zorlukta yeniden ihtiyacı vardı.
* Nazmın Hikmeti: Aynı kıssanın farklı zamanlarda tekrarı, bu aslî (esas) derslerin kalpte pekişmesini, yerleşmesini (tesbît) ve unutulmamasını temin etmiştir.

4. Hikmet: İ’câzın İsbâtı (Mûcizenin Delili)

* Tahlil: Beşerî bir yazar, aynı hikâyeyi defalarca anlatsa, mutlaka:
* Kendisiyle çelişkiye (zıt/aykırı) düşer.
* Aralarında edebî kalite farkı olur (biri parlak, diğeri sönük).
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, en karmaşık kıssaları onlarca defa tekrar etmesine rağmen, aralarında en ufak bir çelişki (tenâkuz) veya tutarsızlık yoktur. Ve her bir tekrar, belâgatın (retoriğin) aynı zirve seviyesindedir.
* Bu durum, bu nazmın (tertibin) kaynağının (aslının) beşerî bir hâfıza değil, her şeyi ihâta eden (kuşatan) bir “İlm-i Muhît” (İlâhî İlim) olduğunun en parlak isbatıdır (kanıtıdır).

Netice

Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Tekrâru’l-Kıssa” (kıssayı tekrar etme) nazmı, Kur’ân’ın aslî (esas) gâyesi olan “Hidâyet” için yegâne mükemmel yoldur. Bu nazım (tertip) sayesinde:
* Bir kıssanın farklı ibret yönleri, farklı bağlamlarda (siyâk) vurgulanır.
* Mü’minlerin kalbi, 23 yıllık terbiye sürecinde bu derslerle pekiştirilir (tesbît).
* Ve bu çelişkisiz, mükemmel tekrar, Kur’ân’ın ilâhî kaynaklı olduğunun delili (hücceti) olur.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm belâgatının (retoriğinin) en çok sual edilen, fakat anlaşıldığında da azametini en çok gösteren mûcizevî yönlerinden biridir.
Bu, “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) sanatının hususî bir dalı olan “Tekrâru’l-Kıssa” (Kıssaların Tekrar Edilmesi) sanatıdır.
Beşerî (insanî) bir eserde, aynı hikâyeyi defalarca anlatmak bir “zaaf”, bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) ve “usandırıcı bir hal” (tatvîl) kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu “tekrar” zannedilen yapı, bizzat mûcizenin ve belâgatın aslî (esas) unsurlarından biridir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden (meselâ) Hazret-i Mûsâ (A.S.) veya Hazret-i Âdem (A.S.) kıssasını, baştan sona tek bir sûrede anlatıp bitirmemiş de, bu kıssaların farklı cüzlerini (parçalarını) pek çok farklı sûrede, farklı lafızlarla ve farklı tertiplerle (nazımlarla) tekrar tekrar anlatmıştır?
Bu “tekrar” değil, **”terdîd”**dir (bir dersi farklı bağlamlarda yinelemektir). Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:

1. Esas Gâye: Kur’ân Bir “Tarih” Değil, “Hidâyet” Kitabıdır
“Neden bu nazımla?” sualinin ilk cevabı budur.
* Tarih Kitabının Nazmı: Beşerî bir tarih kitabının gâyesi (maksadı) “bilgi vermek” ve “vak’aları (olayları) kronolojik olarak kaydetmek”tir. Bu sebeple, o nazım (tertip) kıssayı bir defa, baştan sona (doğumundan ölümüne) anlatır.
* Hidâyet Kitabının Nazmı: Kur’ân-ı Kerîm’in gâyesi ise “tarihî malûmat yığmak” değil, o kıssadan ders (ibret) çıkarmak, terbiye etmek, teselli vermek ve hüküm çıkarmaktır.
* Tahlil: Gâye “Hidâyet” olunca, nazım (tertip) da bu gâye için en mükemmel şekli almıştır. Hidâyet ise, bir kıssanın tamamını bir defada okumakla değil, o kıssanın gerekli olan parçasını, tam da ihtiyaç duyulan anda (o sûrenin bağlamında) hatırlatmakla tahakkuk eder (gerçekleşir).

2. Hikmet: Muktezâ-i Hâl (Sözü Durumun Gereklerine Uydurma)
Bu, “Tekrâr”ın en mühim hikmetidir. Her sûrenin bir “teması” (ana fikri) ve bir “hâli” (hitap ettiği durum) vardır. Aynı kıssa, farklı sûrelerde, o sûrenin temasına (bağlamına/siyâkına) hizmet edecek şekilde farklı bir açıdan (zâviyeden) ele alınır.
Bu, bir mücevheri (kıssayı), her defasında farklı bir yüzünü (ibretini) gösterecek şekilde çevirmeye benzer.

Misal Tahlili: Hazret-i Mûsâ (A.S.) Kıssası
Hz. Mûsâ’nın (A.S.) kıssası Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssadır. Fakat hiçbir tekrar diğeriyle aynı değildir:
* Tâhâ Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- Tesellî Makamı):
* Durum (Hâl): Resûlullah (S.A.V.) en şiddetli zulüm ve boykot altındadır, teselliye (tesellî) ihtiyacı vardır.
* Nazmın Hikmeti: Sûre, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî ve derûnî (içsel) mücadelesine odaklanır: Tûr Dağı’ndaki o ilâhî hitap, “Korkma, şüphesiz Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ, 46) müjdesi, Firavun’un zulmü karşısındaki sabrı.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Habîbim! Mûsâ’nın (A.S.) çektiği sıkıntıları hatırla, O nasıl muzaffer olduysa, sen de olacaksın” demek için (tesellî ve tesbît) zikredilmiştir.
* A’râf Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- İnzâr/Uyarı Makamı):
* Durum (Hâl): Mekke’nin kibirli (mütekebbir) ileri gelenlerini (Mele’) uyarmak gerekir.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî mücadelesine değil, Firavun ve onun “Mele'”si (ileri gelenler konseyi) ile olan içtimaî (sosyal) ve siyasî mücadelesine odaklanır. O kibirli “Mele'”nin nasıl helâk olduğu detaylıca tasvir edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Kureyş’in kibirli idarecileri! Siz de Firavun’un ‘Mele’si gibisiniz, akıbetinizden korkun!” demek için (inzâr ve tehdit) zikredilmiştir.
* Bakara Sûresi’ndeki Nazım (Medine Dönemi- Hüküm/Tenkit Makamı):
* Durum (Hâl): Medine’de Benî İsrâil (Yahudiler) ile muhatap olunmaktadır.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Firavun’un helâkinden sonrasına odaklanır. Benî İsrâil’in buzağıya tapması, Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı nankörlükleri, verdikleri sözden dönmeleri (mîsâk) detaylıca tenkit edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın nasıl nankörlük ettiğini unutmayın, siz de onlar gibi olmayın” demek için (tenkit ve hüccet/delil) zikredilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç nazım (tertip) da farklı gayelere (maksatlara) hizmet eder. Bu, “tekrar” değil, kıssayı bir hidâyet unsuru olarak küllî bir şekilde kullanma sanatıdır.

3. Hikmet: Tesbîtü’l-Fuâd (Kalbi Pekiştirme ve Terbiye)
Kur’ân-ı Kerîm, 23 senede, hadiselerin (olayların) akışına göre parça parça (müneccemen) inmiştir. Terbiyenin (eğitimin) en mühim kaidesi, dersi tekrar etmektir.
* Tahlil: İnsanın kalbi (fuâd) unutkandır. Resûlullah’ın (S.A.V.) ve mü’minlerin, Tevhid (Allah’ın birliği) ve Sabır dersine her zorlukta yeniden ihtiyacı vardı.
* Nazmın Hikmeti: Aynı kıssanın farklı zamanlarda tekrarı, bu aslî (esas) derslerin kalpte pekişmesini, yerleşmesini (tesbît) ve unutulmamasını temin etmiştir.

4. Hikmet: İ’câzın İsbâtı (Mûcizenin Delili)
* Tahlil: Beşerî bir yazar, aynı hikâyeyi defalarca anlatsa, mutlaka:
* Kendisiyle çelişkiye (zıt/aykırı) düşer.
* Aralarında edebî kalite farkı olur (biri parlak, diğeri sönük).
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, en karmaşık kıssaları onlarca defa tekrar etmesine rağmen, aralarında en ufak bir çelişki (tenâkuz) veya tutarsızlık yoktur. Ve her bir tekrar, belâgatın (retoriğin) aynı zirve seviyesindedir.
* Bu durum, bu nazmın (tertibin) kaynağının (aslının) beşerî bir hâfıza değil, her şeyi ihâta eden (kuşatan) bir “İlm-i Muhît” (İlâhî İlim) olduğunun en parlak isbatıdır (kanıtıdır).

Netice
Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Tekrâru’l-Kıssa” (kıssayı tekrar etme) nazmı, Kur’ân’ın aslî (esas) gâyesi olan “Hidâyet” için yegâne mükemmel yoldur. Bu nazım (tertip) sayesinde:
* Bir kıssanın farklı ibret yönleri, farklı bağlamlarda (siyâk) vurgulanır.
* Mü’minlerin kalbi, 23 yıllık terbiye sürecinde bu derslerle pekiştirilir (tesbît).
* Ve bu çelişkisiz, mükemmel tekrar, Kur’ân’ın ilâhî kaynaklı olduğunun delili (hücceti) olur.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) en estetik ve en akılda kalıcı sanatlarından biri olan İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasına âittir.
Bu sanata “Tıbâk” (تِبَاق) veya “Mutâbakat” (مُطَابَقَة), yâni Tezat (Zıtlık) Sanatı denir.
Bu sanatın aslî (esas) hikmeti, belâgatın temel kaidesi olan “Eşya, zıddıyla bilinir” (بِضِدِّهَا تَتَمَيَّزُ الْأَشْيَاءُ) prensibine dayanır. Bir mânânın (anlamın) hakikati, en parlak ve en net şekilde, ancak zıddı (aykırı olanı) ile yan yana getirildiğinde ortaya çıkar. Aydınlığın kıymeti, ancak karanlık ile; hayatın kıymeti, ancak ölüm ile bilinir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati tasvir ederken (betimlerken) bu “Tıbâk” (tezat) nazmını (tertibini) kullanır?
Bu nazım (tertip), Kur’ân-ı Kerîm’de başlıca iki mühim gâye (maksat) için kullanılır:
* Tasvîr ve Vuzûh: Mücerret (soyut) bir hakikati, müşahhas (somut) zıtlıklarla tasvir ederek apaçık (vâzıh) kılmak.
* İhâta ve Tevhîd: Zıt fiillerin (faaliyetlerin) tamamını tek bir Fâil’e (Yapan’a, yâni Allah’a) isnat ederek, O’nun kudretinin ihâta ediciliğini (kuşatıcılığını) ve Tevhîd’i (Birliğini) ispat etmek.
Bu iki gâye için iki parlak misali tahlil edelim.

1. Tasvîr ve Vuzûh (Açıklık) İçin Tıbâk Sanatı
Kur’ân-ı Kerîm, “İman” ile “Küfr” arasındaki fark gibi en mühim mücerret (soyut) hakikati, muhatabın (dinleyenin) zihninde somutlaştırarak (müşahhas kılarak) yerleştirmek için, o muhatabın fıtratının (aslî yapısının) asla reddedemeyeceği bir dizi “Tıbâk” (tezat) kullanır.
Fâtır Sûresi’ndeki şu âyetler, bu nazmın (tertibin) zirvesidir:
> İktibas ( Meali):
> (19) “Kör ile gören bir olmaz.”
> (20) “Karanlıklar ile aydınlık bir olmaz.”
> (21) “Gölge ile yakıcı sıcaklık bir olmaz.”
> (22) “Diriler ile ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen ise kabirdekilere işittirecek değilsin.” (Fâtır, 35/19-22)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Zıtlıklar Zikredildi?):
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden doğrudan “Mü’min ile kâfir bir olmaz” demek yerine, bu dört katmanlı zıtlığı (kör/gören, karanlık/aydınlık, gölge/sıcak, diri/ölü) saymıştır?
* Tahlil:
* Mücerretten Müşahhasa (Soyuttan Somuta): “İman” ve “Küfr” mücerret (soyut) mefhumlardır (kavramlardır). Fakat “Körlük” (الْأَعْمَى) ve “Karanlıklar” (الظُّلُمَات), insan havâssının (duyularının) doğrudan tecrübe ettiği, inkârı mümkün olmayan müşahhas (somut) olgulardır.
* Cevabı Fıtrata (Aslî Yapıya) İkrar Ettirme: Bu nazım (tertip), bir “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru) gücündedir. Muhataba şunu sorar: “Hiç kör ile gören bir olur mu?” Fıtrat (ve akıl) derhâl “Asla olmaz!” diye cevap verir. “Hiç karanlık ile aydınlık bir olur mu?” Cevap: “Asla olmaz!”
* Hükmü Kilitleme: Muhatap, bu apaçık (bedîhî) zıtlıkları ikrar ettikten sonra, nazım (tertip) nihaî hükmü verir: “İşte (ey insan), nasıl ki körlük (küfrün misali) ile görmek (imanın misali) bir değilse; nasıl ki karanlıklar (şirkin misali) ile aydınlık (Tevhîd’in misali) bir değilse; (netice olarak) bu iki zıtlığın temsilcisi olan ‘Ölüler’ (kâfirler) ile ‘Diriler’ (mü’minler) de bir olmaz!”
* Netice: Bu “Tıbâk” sanatı, teolojik (itikadî) bir hakikati, muhatabın aklının ve fıtratının reddedemeyeceği maddî bir hakikate benzeterek (teşbih ederek) onu ispat (kanıt) etmiş ve mânâyı en berrak (vâzıh) şekle sokmuştur.

2. İhâta (Kuşatma) ve Tevhîd İçin Tıbâk Sanatı

Bu nazım (tertip), kâinattaki bütün fiillerin (faaliyetlerin) tek bir Kudret’in elinde olduğunu ispat etmek için kullanılır.
Câhiliye Arapları veya Mecûsîler (Zerdüştler) gibi çift tanrılı (düalist) inançlar, “iyiliği” bir (aydınlık/rahmet) tanrısına, “kötülüğü” (şerri) ise başka bir (karanlık/gazap) tanrısına isnat ederlerdi.
Necm Sûresi’ndeki şu âyetler, bu “Tıbâk” sanatı ile bu şirk (ortak koşma) inancını temelinden yıkar:
> İktibas ( Meali):
> (43) “Doğrusu O’dur güldüren ve ağlatan.”
> (44) “Doğrusu O’dur öldüren ve dirilten.” (Necm, 53/43-44)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Zıt Fiiller Birlikte Zikredildi?):
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sadece “O’dur güldüren” veya “O’dur dirilten” gibi rahmetini gösteren fiilleri (faaliyetleri) zikretmekle yetinmedi de onların tam zıddı olan “ağlatan” (ve ebkâ) ve “öldüren” (ve emâte) fiillerini de hemen ardından zikretti?
* Tahlil:
* İhâta-i Kudret (Kudretin Kuşatıcılığı): Bu “Tıbâk” nazmı (tertibi), “İhâta” (kuşatma) ifade eder. Yâni: Sebebi ne olursa olsun, hayattaki bütün sevinçler (gülmek) ve bütün hüzünler (ağlamak); hayatın başlangıcı (diriltmek) ve sonu (öldürmek) dâhil, bu iki zıt kutup arasındaki her şey O’nun (C.C.) izni ve iradesi dâhilindedir. Hiçbir fiil (faaliyet) O’nun kudretinin haricinde (dışında) değildir.
* Tevhîd’in İsbâtı (Şirkin Reddi): Bu nazım (tertip), “Hayır tanrısı” ve “Şer tanrısı” ayrımını reddeder. “Gülmeyi” yaratan kim ise, “ağlamanın” hikmetini yaratan da O’dur. “Hayatı” veren kim ise, “ölümü” yaratan da O’dur. Bu, “Tevhîd-i Ef’âl”dir (Bütün fiillerin Fâil’inin Bir (Tek) olduğunun ilânıdır).
* Netice: Bu “Tıbâk” sanatı, basit bir edebî zıtlık değil, Tevhîd akîdesinin (inancının) en temel direklerinden birini inşa eden felsefî ve itikadî (inançla ilgili) bir nazımdır (tertiptir).
Küllî (Bütüncül) Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında “Tıbâk” (Tezat Sanatı) asla bir “süs” (zevâhir) değildir. O, mânânın aslî (esas) bir parçasıdır.
“Neden bu nazımla?” sualinin cevabı şudur:
* Fâtır Sûresi’ndeki gibi zıtlıklar, mücerret (soyut) bir hakikati (İman/Küfr) tasvir etmek ve apaçık kılmak (Vuzûh) için kullanılır.
* Necm Sûresi’ndeki gibi zıtlıklar, Allah’ın (C.C.) kudretinin bütün kâinatı kuşattığını (İhâta) ve O’ndan başka Fâil olmadığını (Tevhîd) ispat etmek (kanıtlamak) için kullanılır.
Bu tahlil serisine, “Tıbâk”ın (tek kelimeye karşı tek kelime zıtlık) daha gelişmiş bir formu olan “Mukâbele” (مُقَابَلَة – Karşılaştırma) sanatı ile devam etmemi ister misiniz? (Bu sanatta, iki veya daha fazla mânâ zikredilir, sonra bunların zıtları sırasıyla zikredilir; meselâ “İyiler Cennet’tedir… Kötüler Cehennem’dedir…” gibi birden fazla unsurun karşılaştırılması.)

===============•-•===============

 

Bu, “Tıbâk” (Tezat/Zıtlık) sanatının bir adım ötesi, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en parlak ve en nizamlı (düzenli) sanatlarından biridir.
Bu sanata “Mukâbele” (مُقَابَلَة), yâni Karşılaştırmalı Zıtlık denir.
“Tıbâk” sanatı, bir kelimeyi onun zıddıyla (meselâ “ölü” vs. “diri”) parlatır. “Mukâbele” ise, bir adım daha ileri gider: Önce iki veya daha fazla birbiriyle alâkalı mânâyı (unsuru) zikreder, hemen ardından o mânâların zıtlarını aynı tertip (sıra) ile zikreder.
Bu bir satranç tahtası gibi, beyaz taşların (unsurların) dizilimine mukâbil (karşılık), siyah taşların (zıt unsurların) simetrik olarak dizilmesidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati (gerçeği) tasvir ederken (betimlerken) bu kadar nizamlı ve simetrik bir “Mukâbele” nazmını (tertibini) kullanır?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:
* Tasviri İkmâl Etmek (Tamamlamak): Bu sanat, iki zıt kutbu (meselâ iman ve küfr yollarını) eksiksiz bir portre hâlinde sunar. Muhatabın (dinleyenin) zihninde hiçbir şüphe veya eksik nokta bırakmaz.
* Adâlet-i İlâhiyye’yi (İlâhî Adâleti) ve Mîzân’ı (Dengeyi) Göstermek: Bu nazım (tertip), İlâhî Adâlet’in (Mîzân’ın) ne kadar hassas olduğunu gösterir. Bir yoldaki her fiil (faaliyet), diğer yolda tam zıddıyla karşılık bulur. Ve neticeler de bu fiillere tam bir simetri ile mukâbele eder (karşılık gelir).
* Hücceti (Delili) ve İhtiyârı (Seçimi) Kesinleştirmek: Bu sanat, muhatabın önüne iki yolu da (meselâ Cennet ve Cehennem yollarını) bütün unsurlarıyla serer. Seçim yapmayı (ihtiyâr) ve delili reddedilemez (bedîhî) kılar.
Bu sanatın en parlak ve en küllî (bütüncül) misallerinden biri, Leyl Sûresi’ndedir.

Misal 1: İki Zıt Yolun Küllî Mukâbelesi (Leyl Sûresi)

Leyl Sûresi, insanları iki ana gruba ayırır ve bu iki grubun fiillerini (eylemlerini), derûnî hâllerini, itikadî duruşlarını ve akıbetlerini (neticelerini) kelimesi kelimesine birbiriyle “mukâbele” ettirir.
> İktibas ( Meali):
> (5) “Her kim (Allah yolunda) verir ve (Allah’a karşı gelmekten) sakınırsa,”
> (6) “Ve en güzeli (kelime-i tevhidi) tasdik ederse,”
> (7) “Biz de onu en kolay olana (Cennet’e) iletiriz (ve başarılı kılarız).”
> — (Mukâbele Başlıyor) —
> (8) “Her kim de cimrilik eder ve kendini (Allah’a) muhtaç görmezse,”
> (9) “Ve en güzeli (kelime-i tevhidi) yalanlarsa,”
> (10) “Biz de onu en zor olana (Cehennem’e) iletiriz (ve felâkete hazırlarız).”
> (Leyl, 92/5-10)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Simetrik Karşılaştırma?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki zıt grubu, bu üç+bir (3+1) maddelik mükemmel simetri ile, kelimesi kelimesine karşılaştırarak tasvir etti?
* Tahlil (Mukâbele Tablosu):
* 1. Fiil (Faaliyet) Zıtlığı:
* Yol A: أَعْطَى (A’tâ – Verdi, cömertlik etti)
* Yol B: بَخِلَ (Bahile – Cimrilik etti)
* 2. Derûnî Hâl Zıtlığı:
* Yol A: وَاتَّقَى (Vettekâ – Sakındı, yâni Allah’a muhtaç olduğunu bildi)
* Yol B: وَاسْتَغْنَى (Vestağnâ – Müstağnî davrandı, yâni kendini muhtaç görmedi)
* 3. İtikadî (İnançsal) Duruş Zıtlığı:
* Yol A: وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى (Ve saddeka bi’l-husnâ – En güzeli tasdik etti)
* Yol B: وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى (Ve kezzebe bi’l-husnâ – En güzeli yalanladı)
* Netice (Akıbet) Zıtlığı:
* Yol A’nın Neticesi: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى (Fe senüyessiruhu li’l-Yusrâ – Onu en kolay olana hazırlarız)
* Yol B’nin Neticesi: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى (Fe senüyessiruhu li’l-‘Usrâ – Onu en zor olana hazırlarız)
* Netice: Bu “Mukâbele” nazmı (tertibi), mûcizevî bir şekilde, “Yusrâ”nın (kolaylığın/Cennet’in) sadece “vermek” ile veya sadece “tasdik etmek” ile değil; fiilin, derûnî hâlin ve itikadın küllî bir uyumunun neticesi olduğunu gösterir. Aynı şekilde “‘Usrâ”nın (zorluğun/Cehennem’in) da bu küllî sapmanın tam bir mukâbili (karşılığı) olduğunu ispat eder. Bu, İlâhî Mîzân’ın (Denge/Adâlet) lafız (söz) ile tasvir edilmiş hâlidir.

Misal 2: Cezâ (Karşılık) Makamında Mukâbele (Tevbe Sûresi)

“Mukâbele” sanatı, bazen de “cezâ”nın (karşılığın), yapılan “fiil”e (eyleme) nasıl tam bir zıtlıkla mukâbele ettiğini (karşılık verdiğini) tasvir eder.
> İktibas (Meali): “Artık (ettiklerinin) cezası olarak; az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe, 9/82)
>
Âyetin aslî (esas) metni şöyledir:
“فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلًا وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا…”
(Fel-yadhakû Kalîlen / Ve’l-yebkû Kesîran…)
Nazmın Hikmeti (Neden Fiil + Miktar Zıtlığı?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), münafıkların (iki yüzlülerin) akıbetini neden “azap görecekler” gibi net bir hükümle değil de, bu (Gülmek+Az) vs. (Ağlamak+Çok) mukâbelesi ile tasvir etti?
* Tahlil (Mukâbele Tablosu):
* Fiil Zıtlığı: يَضْحَكُوا (Yadhakû – Gülsünler) vs. يَبْكُوا (Yebkû – Ağlasınlar)
* Miktar Zıtlığı: قَلِيلًا (Kalîlen – Az) vs. كَثِيرًا (Kesîran – Çok)
* Netice: Bu “Mukâbele” nazmı (tertibi), münafıkların yaptığı o kötü ticareti ve akılsızca tercihi muhatabın zihnine çiviler:
* Onlar, dünyaya (fânî hayata) aldandılar; orada azıcık (kalîlen) bir müddet güldüler (yadhakâ).
* Bunun cezası (karşılığı) olarak, âhirette (ebedî hayatta) çok (kesîran) müddet ağlayacaklar (yebkû).
* Bu nazım (tertip), zâhirî bir edebî sanat değil, ilâhî adâletin ve dünya ile âhiret arasındaki o dehşetli mukâyese (karşılaştırma) hakikatinin ta kendisidir.
Küllî Netice
“Mukâbele” sanatı, Kur’ân-ı Kerîm’de, zıtların tam bir simetri ile karşılaştırılmasıdır. Bu nazım (tertip), hidâyet yollarını (iman ve küfr) eksiksiz bir tasvir ile ortaya koymak ve İlâhî Adâlet’in (Mîzân’ın) bu yollardaki fiillere (faaliyetlere) nasıl mükemmel bir karşılık (cezâ veya mükâfat) verdiğini en berrak (vâzıh) şekilde isbat etmek için kullanılan mûcizevî bir üslûptur.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlar (sözler) arasında kurduğu ses ve mânâ benzerliklerinin (âdeta kelime oyunlarının) hakikati nasıl güçlendirdiğini gösteren “Cinâs” (جِنَاس – Ses Benzerliği/Cinas Sanatı) misalleriyle devam etmemi ister misiniz? (Örneğin “Saat” (Kıyamet) ile “saat” (zaman dilimi) kelimelerinin aynı âyette kullanılması gibi).

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en dikkat çekici ve en zekâ gerektiren sanatıdır.
Bu sanata “Cinâs” (جِنَAS – Cinas / Akustik ve Lâfzî Benzerlik) denir.
Cinâs, lügatte (sözlükte) “türdeşlik, benzerlik” demektir. Belâgat (retorik) ilminde ise, okunuşları (telaffuzları) ve yazılışları aynı (veya çok benzer) olan, fakat mânâları farklı olan iki kelimeyi bir tertip (nazım) içinde kullanma sanatıdır.
Beşerî (insanî) edebiyatta “cinâs”, ekseriyetle zekâ gösterisi veya “nükte” (espri) için yapılan bir kelime oyunu olarak kalabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise “Cinâs”, asla bir süs veya oyun değildir. O, mânâyı kilitleyen, muhatabın (dinleyenin) dikkatini o noktaya çeken ve iki farklı hakikati (gerçeği) lafız (söz) bağıyla birbirine perçinleyen mûcizevî bir nazım (tertip) faaliyetidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu “Cinâs” nazmını (tertibini) kullanır?
* Akustik (sesli) Çengel: Muhatabın kulağını ve zihnini o noktada durdurmak, sarsmak ve dikkatini celbetmek için.
* Mânâ Köprüsü: İki farklı mefhumu (kavramı) (meselâ Kıyamet ile zamanı) aynı lafız (söz) potasında eriterek aralarındaki o derûnî ve sarsıcı alâkayı isbat etmek için.
* İ’câz (Mûcize Oluş): Kelimeler üzerinde mutlak bir hâkimiyet olduğunu, mânâları lafızlara giydirirken en çarpıcı edebî sanatların dahi nasıl bir hikmetle kullanıldığını göstermek için.
Bu sanatın en zirve misali, Rûm Sûresi’ndeki o dehşetli âyet-i kerîmedir.
Misal Tahlili: “Sâ’at” (Kıyamet) ve “Sâ’at” (Zaman) Cinâsı
Bu, **”Cinâs-ı Tâm”**dır (تَامّ – Mükemmel Cinas). Yâni, iki kelime yazılış, okunuş, harf sayısı ve hareke bakımından birebir aynıdır, fakat mânâları tamamen farklıdır.
> İktibas (Meali): “Kıyamet (es-Sâ’ah) koptuğu gün, suçlular (dünyada) bir saatten (sâ’aten) başka kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada da haktan) işte böyle döndürülüyorlardı.” (Rûm, 30/55)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍ…”
(Ve yevme tekûmu’s-Sâ’atu / yuksimu’l-mucrimûne mâ lebisû gayra sâ’atin…)
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Mükemmel Cinas Seçildi?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Kıyamet koptuğu gün, az bir süre kaldıklarına yemin ederler” (meselâ: mâ lebisû illâ kalîlen) gibi basit bir nazım (tertip) değil de, “Sâ’at” kelimesini iki defa ve iki farklı mânâda kullandı?
* Tahlil (Cinâsın Mânâları):
* “es-Sâ’atu” (السَّاعَةُ): “Elif-Lâm” takısı (belirlilik) ile kullanılır. Mânâsı: “O BİLİNEN SAAT”, yâni KIYAMET’in kendisidir. Bu, sonsuz bir azameti ve dehşeti ifade eder.
* “sâ’atin” (سَاعَةٍ): “Nekre” (belirsizlik) ile kullanılır. Mânâsı: “Herhangi bir saat”, “bir zaman dilimi”, “az bir vakit”. Bu, en küçük zaman birimini ifade eder.
* Nazmın Mûcizesi:
* 1. Mânâ Şoku (Sarsıntı): Bu nazım (tertip), muhatabın zihninde bir şok tesiri yapar. “es-Sâ’at” (Kıyamet) denilen o sonsuz ve dehşetli hakikat (gerçek) vuku bulduğu an, mücrimler (suçlular) geriye dönüp bakarlar ve bütün o dünyada geçirdikleri 60-70 yıllık ömrün, o kavgaların, o mal biriktirmenin, o hırsların tamamının aslında “sâ’atin” (bir saatçik) kadar bile kıymeti olmadığını o an idrak ederler.

* 2. Mefhumları (Kavramları) Birleştirme: Bu nazım (tertip), lafzın (sözün) kendisiyle, sebebi ve neticeyi birbirine bağlar. “Sâ’at’in (Kıyamet’in) gelişi”, onların bütün hayatının “bir sâ’at (bir an)” olduğunu idrak etmelerine sebep olmuştur.

* 3. Tahkîr (Küçümseme): Birinci “Sâ’at”ın (Kıyamet’in) azameti, ikinci “sâ’at”ın (dünya hayatının) ne kadar hiç ve kısa olduğunu lafzın (sözün) kendisiyle isbat eder (kanıtlar).
“Başka bir şekilde” (meselâ “az bir süre” lafzıyla) ifade edilseydi, bu sarsıcı, bu iki mânâyı birbiriyle tokuşturan ve dünya hayatının kıymetini sıfırlayan bu akustik (sesli) ve mânevî şok tesiri kaybolurdu.
Diğer Misal: “Yahyâ” (İsim) ve “Yahyâ” (Fiil) Cinâsı
Bu da bir “Cinâs-ı Tâm”dır (Mükemmel Cinas).
> İktibas ( Meali): “…(Zekeriyyâ) mâbedde durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: ‘Allah, sana, Allah’tan bir kelimeyi (İsa’yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeliyor.'” (Âl-i İmrân, 39)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu İsim Seçildi?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Hz. Zekeriyyâ’nın (A.S.) oğluna “Yahyâ” (يَحْيَى) ismini verdi?
* Tahlil (Cinâsın Mânâları):
* “Yahyâ” (يَحْيَى): Hususî (Özel) İsim (Peygamberin adı).
* “yahyâ” (يَحْيَى): Fi’l-i Muzâri (Geniş/Gelecek Zaman Fiili). Mânâsı: “Yaşar”, “hayat bulur”.
* Nazmın Mûcizesi:
* Hz. Zekeriyyâ (A.S.) çok yaşlı, hanımı ise kısırdı. Yâni, biyolojik olarak “ölü” (çocuk yapamaz) bir rahimden bahsediliyordu.
* Allah Teâlâ (C.C.), bu “ölü” durumdan bir “hayat” çıkaracağını (mûcizeyi) müjdelerken, o çocuğa vereceği ismin kendisini (Yahyâ), o mûcizenin fiili (yahyâ – yaşayacak) ile cinâslı kılmıştır.
* Çocuğun ismi, bizzat o mûcizenin delili (isbatı) ve tasviri olmuştur. “Yahyâ” ismi her anıldığında, “ölüden diriyi çıkaran” (Muhyi’l-mevtâ) Kudret’in mûcizesi hatırlanır.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Cinâs”, kelimelerin ses âhengiyle oynanan bir oyun (haşâ) değil; bilakis, farklı mânâları aynı lafız (söz) kalıbında birleştirerek, muhatabın (dinleyenin) zihninde silinmez ve sarsıcı bir hakikat (gerçek) köprüsü kuran ilâhî bir belâgat (retorik) sanatıdır.
Bu tahlil serisine, “Cinâs”a (kelime benzerliğine) yakın bir sanat olan, fakat daha çok âyet sonlarındaki âhenge (kafiye düzenine) odaklanan “Sej'” (سَجْع – Secî / Kâfiyeli Nesir) sanatının hikmetlerini tahlil ederek devam etmemi ister misiniz? (Örneğin kısa Mekkî sûrelerin (Rahmân, Kâri’a, Âdiyât vb.) sonlarındaki o vurucu âhenk gibi.)

===============•-•===============

 

Bu, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) en zâhirî ve en işitme (akustik) mûcizelerinden biridir ve “İlm-i Bedî'” (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının temelini teşkil eder.
Bu sanata “Sej'” (سَجْع), yâni Secî (Âhenkli / Kâfiyeli Nesir) denir.
Secî, şiir (nazım) gibi katı bir vezne (ölçüye) bağlı olmayan, ancak nesir (düz yazı) içinde, cümle veya âyet sonlarında (bunlara “fâsıla” denir) kulakta âhenk ve ritim bırakan ses benzerlikleri (kâfiyeler) kurma sanatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in, bilhassa kısa Mekkî sûrelerde (Âdiyât, Kâri’a, Zilzâl, Rahmân, Mürselât vb.) bu nazmı (tertibi) tercih etmesi, lafız (söz) ile mânâ arasındaki ilâhî uyumun zirvesidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu sûrelerde meramını (maksadını) düz bir nesirle değil de, bu kadar vurucu, ritmik ve “Secî’li” (âhenkli) bir nazımla (tertipler) ifade etmiştir?
Bu nazmın hikmetleri, Kur’ân’ın indiği o ilk muhatapların (dinleyenlerin) hâliyle (durumuyla) ve o sûrelerin muhtevâsıyla doğrudan alâkalıdır:

1. Hitâbet ve Te’sîr (Nüfûz Etme) Kudreti

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatabı olan Arap toplumu, bir “okuma” değil, bir “işitme” (semâ’) toplumu idi. Onların en büyük sanatı “belâgat” (retorik) ve “hitâbet” idi.
* Nazmın Hikmeti: Bu “Secî'” nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) aklî (zihnî) müdafaa mekanizmalarını aşarak, doğrudan kalbine ve fıtratına (aslî yapısına) nüfûz etmek için en tesirli üslûptur.
* Tahlil: Düz bir nesirle “Kıyamet korkunçtur” demek bir bilgi verir. Fakat “el-Kâri’ah! Me’l-Kâri’ah! Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah!” nazmıyla söylemek, o bilginin dehşetini ve tesirini muhatabın kulağı yoluyla bütün vücûduna hissettirir. O vurucu “Secî'” (âhenk), mânânın kalbe çakılmasını temin eder.

2. Ezberleme Kolaylığı (Hıfz) ve Koruma

Kur’ân-ı Kerîm, bir kerede toptan inmemiş, parça parça ve sözlü olarak tebliğ edilmiştir. Onun muhafazası (korunması) öncelikle “hıfz” (ezberleme) yoluyla olmuştur.
* Nazmın Hikmeti: “Secî'” (âhenk) ve ritim, hâfızanın (hafızanın) en mühim yardımcısıdır.
* Tahlil: Rahmân Sûresi’ndeki “…tukezzibân” (تُكَذِّبَانِ) veya Mürselât Sûresi’ndeki “…li’l-mukezzibîn” (لِلْمُكَذِّبِينَ) âhengi, o sûrelerin ezberlenmesini ve nesilden nesile hatâsız aktarılmasını temin eden ilâhî bir mühür gibidir.

3. Mânâ ile Âhenk Uyumu (İnzâr ve Dehşet)

“Secî'” nazmı (tertibi), bilhassa Kıyamet, Cehennem, hesap günü gibi “İnzâr” (uyarı) ve “Tehdit” (tehdîd) muhtevâlı (içerikli) sûrelerde zirveye çıkar.
* Nazmın Hikmeti: Bu sûrelerdeki mânâ (dehşet, sürat, sarsıntı) ile o mânâyı taşıyan ses (kısa, vurucu, kesik secîler) arasında tam bir mutâbakat (uygunluk) vardır.
* Tahlil (Âdiyât Sûresi): (Bir önceki tahlilimizde [Âdiyât Sûresi] gördüğümüz gibi) “…dab-hâ” / “…kad-hâ” / “…sub-hâ” secîleri, atların nal seslerinin ve nefeslerinin ritmini taşır. Ses, mânâyı tasvir eder.
* Tahlil (Zilzâl Sûresi): “İzâ zulzileti’l-ardu zilzâle-hâ / Ve ahraceti’l-ardu eskâle-hâ” nazmı (tertibi)… O “hâ” (هَا) harfiyle biten derin ve sarsıcı secî (âhenk), bizzat o “zelzelenin” (sarsıntının) ağırlığını ve dehşetini işitsel olarak tasvir eder.

4. İ’câz ve Tahaddî (Mûcize Oluş ve Meydan Okuma)

Câhiliye Arapları, “Secî'” sanatında (bilhassa “kâhin”lerin secîli sözlerinde) ustaydılar. Ancak onların “Secî'”si, ekseriyetle mânâdan yoksun, sırf âhenk tutsun diye uydurulmuş kelimelerle (haşv) doluydu.
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, onların en usta olduğu sahada (Secî’) onlara meydan okumuş (tahaddî), fakat bunu mûcizevî bir seviyede yapmıştır.
* Tahlil (Rahmân Sûresi): Bu sûre, baştan sona (neredeyse) “Elif-Nûn” (ان) harfleriyle (meselâ: ‘Alleme’l-Kur’ân, Hale-ka’l-insân, ‘Alleme-hu’l-beyân…) secîlenmiştir (âhenklenmiştir).
* Mûcize Yönü: Beşerî (insanî) bir kudret, aynı kâfiyeyi (âhengi) 60-70 defa tekrar ederken mutlaka haşv (lüzumsuz dolgu kelime) kullanmak, mânâyı bozmak veya kendini lüzumsuz tekrara düşürmek zorunda kalırdı.
* Fakat Rahmân Sûresi’ndeki bu “Secî'” nazmı (tertibi), bu kadar çok tekrara rağmen, her defasında yeni ve azametli bir mânâ (Cennet tasviri, Cehennem tasviri, yaratılış delilleri) sunar. Âhenk (ses), mânânın (içeriğin) asla önüne geçmez; bilakis ona hizmet eder.
* Bu nazım (tertip), onlara şunu isbat etmiştir: “Sizin âhenk için mânâyı fedâ ettiğiniz yerde, Biz hem âhengin hem de mânânın zirvesini birleştirdik. Haydi, bir benzerini getirin!”

Netice
Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Secî'” nazmı (tertibi), Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsının (içeriğinin) ayrılmaz bir parçasıdır. O, lafız (söz) ile mânânın, ses ile muhtevânın (içeriğin) kucaklaştığı yerdir.
Bu nazım (tertip);
* Muhatabın (dinleyenin) kulağını teshir etmek (etkisi altına almak) ve kalbini açmak (feth etmek),
* Mânânın (bilhassa İnzâr/uyarı) tesirini ve dehşetini işitsel olarak tasvir etmek,
* O aslî (esas) hakikatlerin (gerçeklerin) hâfızalara (hafızalara) nakşedilmesini (kazınmasını) kolaylaştırmak,
* Ve kelimeler üzerindeki bu mutlak hâkimiyet ile İ’câzı (mûcize oluşu) isbat etmek (kanıtlamak)
için kullanılan en mükemmel ve en belîğ (tesirli) ilâhî üslûptur.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mânâyı doğrudan söylemek yerine, o mânâya delâlet eden (işaret eden) başka bir lafızla (sözle) dolaylı olarak ifade etme sanatının hikmetlerini gösteren “Kinâye” (كِنَايَة – Kinaye / Dolaylı Anlatım) misalleriyle devam etmemi ister misiniz? (Örneğin “hanımlara yaklaşmak” ifadesinin cinsel münâsebetten kinâye olması veya “elleri boynuna bağlı” ifadesinin cimrilikten kinâye olması gibi.)

===============•-•===============

 

Bu, belâgat (retorik) ilminin en nâzik (ince), en lâtîf (zarif) ve en hikmetli sanatıdır. Zirâ bu sanat, ne söylediğiniz kadar, nasıl söylediğinizin de ilâhî bir ehemmiyet (önem) taşıdığını isbat eder.
Bu sanata “Kinâye” (كِنَايَة), yâni Dolaylı Anlatım Sanatı denir.
Kinâye, bir mânâyı (anlamı) ifade etmek için, o mânânın aslî (esas) lafzını (sözünü) değil de, o mânâya delâlet eden (işaret eden), onunla mantıksal bir alâkası bulunan başka bir lafzı (sözü) kullanmaktır. Muhatap (dinleyen), bu “dolaylı” lafızdan, o “aslî” mânâyı anlar.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden meramını (maksadını) bazen “Sarih” (açık, doğrudan) değil de, bu “Kinâye” (dolaylı) nazmıyla (tertip) ifade etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri, basit bir “nezâket”ten çok daha derindir:
* Nezehet (Nezihlik), Edeb ve Hayâ: Bilhassa beşerî (insanî) tabiatın (yapının) gereği olan, konuşulmasından hayâ edilen (utanılan) veya kaba (galîz) sayılan (cinsellik, bedensel ihtiyaçlar gibi) mevzuları (konuları), en temiz (tâhir), en lâtîf (zarif) ve en edebli lafızlarla (sözlerle) ifade etmek. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “Kelâmullah” (Allah Sözü) olmasının gerektirdiği ilâhî Nezehet’in (temizliğin) bir tecellîsidir.
* Tecsîm (Somutlaştırma): “Cimrilik” veya “Cömertlik” gibi mücerret (soyut) bir mefhumu (kavramı), muhatabın (dinleyenin) zihninde görülebilir, hissedilebilir müşahhas (somut) bir tabloya (tasvire) dönüştürmek.
* Vurgu ve Mübâlağa: Bir sıfatın (vasfın) derecesini ve vurgusunu artırmak.
Bu hikmetler için iki parlak misali tahlil edelim.

1. Edeb ve Hayâ Makamında “Kinâye”: Cinsellik (Tâhâret)

Kur’ân-ı Kerîm, insan hayatının en mahrem (gizli) alanı olan karı-koca münâsebetinden bahsederken, hiçbir zaman o fiilin (eylemin) aslî (esas) ismini (meselâ “cimâ'” vb.) zikretmez. Daima o fiile (faaliyete) delâlet eden (işaret eden) en lâtîf (zarif) “Kinâye”leri kullanır.
> Misal İktibas ( Meali): “…yahut kadınlara dokunmuşsanız (lâmestumu’n-nisâe) da su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin)…” (Nisâ, 4/43)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Lâmestum” – Dokundunuz?)
* Sual: Burada kastedilen mânâ “cinsel münâsebet” iken, Allah Teâlâ (C.C.) neden bu fiilin (faaliyetin) kendisini değil de, ondan kinâye olarak “Lâmestum” (لَامَسْتُم – Dokundunuz) lafzını (sözünü) seçti?
* Tahlil:
* Nezehet-i Kelâm (Sözün Nezihliği): “Lems” (dokunma), o fiilin (eylemin) en lâtîf (zarif) ve en başlangıçtaki cüz’üdür (parçasıdır). Allah Teâlâ (C.C.), cüz’ü (parçayı) zikrederek, o fiilin küllünü (bütününü) kastetmiştir. Bu nazım (tertip), hem abdest hükmünü (hukuku) bildirmiş, hem de Kur’ân-ı Kerîm’in metninin izzetini (şerefini) ve nezehetini (nezihliğini) en ufak bir kabalığa (galâzet) düşmekten muhafaza etmiştir.
* Mü’mine Talim (Eğitim): Bu nazım (tertip), aynı zamanda mü’minlere bir edeb dersi verir: Mahrem mevzuları (konuları) konuşurken dahi, nasıl en temiz ve en kinâyeli lafızları (sözleri) seçmeleri gerektiğini bizzat Allah’ın (C.C.) kelâmı (sözü) ile talim (eğitim) ettirir.
* Diğer Kinâyeler: Kur’ân-ı Kerîm bu mânâ için “er-Refes” (الرَّفَثُ – kadına fısıldama, yakınlaşma) (Bakara 187), “Duhûl” (الدُّخُول – Girme) (Nisâ 23) veya “Tagaşşî” (التَّغَشِّي – Örtme, bürüme) (A’râf 189) gibi hep en edebli “Kinâye”leri tercih etmiştir.

2. Tecsîm (Somutlaştırma) Makamında “Kinâye”: Cimrilik ve Cömertlik

Mücerret (soyut) bir ahlâkî sıfatı (vasfı) tasvir (betimleme) etmenin en tesirli yolu, onu müşahhas (somut) bir tabloya dönüştüren “Kinâye” kullanmaktır.
> Misal İktibas ( Meali): “Elini boynuna bağlayıp asılı tutma (Ve lâ tec’al yedeke mağlûleten ilâ ‘unukike), onu büsbütün de açıp saçma (ve lâ tebsuthâ kulle’l-best)…” (İsrâ, 17/29)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Cimri Olma” Değil de, “Elini Boynuna Bağlama”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden doğrudan “Lâ tekun bahîlen” (Cimri olma) gibi sarih (doğrudan) bir yasak (nehiy) değil de, bu dehşet verici “Kinâye” nazmını (tertibini) seçti?
* Tahlil:
* Tecsîm (Mücerredi Müşahhas Kılma):
* “Cimri olma” demek, mücerret (soyut) bir nasihattir.
* “Elini boynuna bağlama!” (mağlûleten ilâ ‘unukike) demek ise, muhatabın (dinleyenin) zihninde müşahhas (somut) bir tablo çizer: Elleri prangayla boynuna zincirlenmiş, hiçbir faaliyette (işlevde) bulunamayan, vermek istese de veremeyen bir mahkûm tasviri (betimlemesi).
* Mânânın Vurgusu (Tahkîr): Bu “Kinâye” nazmı (tertibi), cimriliğin (buhl) ne kadar çirkin ne kadar onur kırıcı ve insanın hürriyetini nasıl kısıtlayan bir mahkûmiyet olduğunu tasvir (betimleme) eder. Cimri adam, zâhiren (dıştan) hür olsa da, mânen (içten) elleri boynuna bağlı bir köle gibidir.
* Mukâbele Sanatı: Bu âyet, iki “Kinâye”yi bir “Mukâbele” (karşılaştırma) içinde sunar:
* Cimrilik Kinâyesi: Elin boyna bağlanması.
* İsraf Kinâyesi: Elin “büsbütün açılıp saçılması” (kulle’l-best).
* Bu iki kinâyeli zıtlık, İslâm’ın gâyesi (maksadı) olan “dengeyi” (itidâl / vasat) tasvir (betimleme) etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Kinâye” (Dolaylı Anlatım), bir hakikati (gerçeği) gizlemek veya üstünü örtmek için değil, tam aksine:
* O hakikatin (gerçeğin) gerektirdiği edeb ve nezeheti (nezihliği) korumak (Tâhâret),
* Mücerret (soyut) bir mânâyı (anlamı) zihinde somutlaştırarak (Tecsîm) tesirini artırmak,
için kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============

 

Bu, “Neden bu nazımla (tertipler)?” sualinin cevabının, muhatabın (dinleyenin) hâline ve haberin ehemmiyetine (önemine) göre nasıl şekillendiğini gösteren, İlm-i Me’ânî’nin (Anlam Bilimi) en mühim bahislerinden (konularından) biridir.
Bu sanata “Te’kîd” (تَأْكِيد), yâni Pekiştirme Sanatı denir.
Te’kîd, bir sözü (kelâmı), muhatabın (dinleyenin) zihnindeki muhtemel bir şüpheyi (şek) veya inkârı (inkâr) ortadan kaldırmak veyahut haberin azametini ve ehemmiyetini (önemini) vurgulamak için, o sözü pekiştirici edevât (araçlar) ile kuvvetlendirme sanatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu pekiştirme edevâtı (İnne, Enne, Lâm, Kasem/Yemin, Nûn-u Te’kîd vb.), aslâ “haşv” (lüzumsuz dolgu) veya “fazlalık” değildir. Bilâkis, onlar, o nazmın (tertibin) belâgatının (retoriğinin) ve hikmetinin ta kendisidir.
Sualimiz şu: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen bir hakikati (gerçeği) sâde bir cümle (meselâ “İnsan ziyandadır”) ile değil de, “Andolsun ki, şüphesiz insan muhakkak ziyandadır” (Ve’l-Asr, inne’l-insâne le fî husr) gibi birden fazla “Te’kîd” (pekiştirme) ile ifade etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmeti, İlm-i Belâgat’ın “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) prensibinde yatar. Muhatabın (dinleyenin) hâli üçtür:
* Hâli’z-Zihn (Boş Zihinli): Muhatap, habere (bilgiye) karşı nötrdür, ne şüphesi ne de inkârı vardır. Ona sâde cümle (“İbtidâ’î Kelâm”) yeterlidir.
* Mutaraddid (Tereddüt Eden): Muhatap, haberin doğruluğundan şüphe etmektedir. Ona bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) (meselâ “İnne”) gerekir.
* Münkir (İnkâr Eden): Muhatap, haberi şiddetle reddetmektedir. Ona, inkârının şiddetine göre, iki veya daha fazla “Te’kîd” (meselâ Kasem/Yemin + İnne + Lâm) gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm, ekseriyetle bu üçüncü gruba, yâni “Munkir”e (inkârcıya) hitap ettiği ve haber verdiği hakikatler (Tevhîd, Âhiret, Risâlet) beşerî (insanî) aklın ve zâhirî (dışsal) nazarın (bakışın) inkârına çok müsait olduğu için, “Te’kîd” üslûbunu mûcizevî bir şekilde kullanmıştır.
Misal 1: İnkârın Şiddetine Göre Artan “Te’kîd” (Yâsîn Sûresi)
Bu, “Te’kîd”in (pekiştirmenin) nasıl durumun (hâlin) gereğine göre ayarlandığının en parlak misalidir. (Yâsîn Sûresi’ndeki) Elçilerin (Resullerin) kavimleriyle konuşması:
* 1. Aşama (Haber Verme):
> “…O zaman biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de (elçileri) üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar, ‘(İnnâ) Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz’ dediler.” (Yâsîn, 36/14)
>
* Tahlil: Kavim “yalanlamış” (inkâr etmiş) olduğu için, elçiler sözlerine bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) ile, yâni “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz biz) ile başlamak zorunda kalmışlardır.
* 2. Aşama (İnkârın Şiddetlenmesi ve Cevap):
> “(Kavimleri) dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.'” (Yâsîn, 36/15)
>
* Tahlil: Kavim, şimdi sâdece “yalanlamakla” kalmamış, “Siz ancak yalan söylüyorsunuz” diyerek inkârda en şiddetli dereceye çıkmıştır.
* 3. Aşama (Te’kîd’in Artırılması):
> (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki, (İnnâ) şüphesiz biz size (Le) muhakkak gönderilmiş elçileriz.” (Yâsîn, 36/16)
>
* Nazmın Hikmeti: Muhatabın (dinleyenin) inkârı şiddetlenince, cevap da şiddetlenmiştir. Elçiler bu defa:
* “Rabbunâ ya’lemu” (Rabbimiz biliyor ki) diyerek Allah’ı (C.C.) şâhit tutmuşlar (Bu, yemin/kasem kuvvetindedir).
* “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz biz) (Birinci Te’kîd)
* “Le murselûn” (لَمُرْسَلُونَ – Muhakkak gönderilmişleriz) (İkinci Te’kîd – Lâm-ı Te’kîd)
…kullanmışlardır. Bu nazım (tertip), belâgatın (retoriğin) tam olarak “durumun gereğine” (muktezâ-i hâle) nasıl uygun olduğunun isbatıdır.

Misal 2: Haberin Azameti ve İnkârın Küllîliği İçin “Te’kîd” (Asr Sûresi)
Bazen “Te’kîd”, muhatabın (dinleyenin) o anki inkârından ziyade, o hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisine karşı olan umumî (genel) beşerî (insanî) gafleti ve inkârı kırmak içindir.
> İktibas (Meali): “Andolsun zamana ki, (1) (İnne) Şüphesiz insan (Le) muhakkak bir ziyan içindedir (fî husr).” (Asr, 103/1-2)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Üçlü Pekiştirme?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “El-İnsânu fî husr” (İnsan ziyandadır) demedi de, bu üç katmanlı, en kuvvetli “Te’kîd” nazmını (tertibini) seçti?
* “Ve’l-Asr” (وَالْعَصْرِ) – Kasem / Yemin (Birinci Te’kîd)
* “İnne” (إِنَّ) – “Şüphesiz” (İkinci Te’kîd)
* “Le fî husr” (لَفِي خُسْرٍ) – “Muhakkak” (Üçüncü Te’kîd – Lâm)
* Tahlil:
* Muhatabın Hâli: İnsan, fıtratı (aslî yapısı) gereği, kendisini “ziyanda” (kayıpta) değil, dâimâ “kârda” (kazançta) görür (mal kazanır, makam kazanır, ömür kazandığını zanneder). İnsanın “mutlak bir ziyan içinde olduğu” hakikati (gerçeği), onun fıtratına (aslî yapısına) ve zâhirî (dışsal) nazarın (bakışına) en aykırı (zıt) gelen haberdir. Dolayısıyla insan, bu haberin en şiddetli inkârcısı (Munkir) makamındadır.
* Haberin Azameti (Ta’zîm): Bu haber (insanın mutlak hüsrânda/ziyanda oluşu), dinin ve hakikatin (gerçeğin) en temel, en azametli dersidir.
* Netice: Muhatap (insan) bu kadar şiddetli bir inkârcı ve haber (hüsrân) bu kadar azametli olduğu için, Allah Teâlâ (C.C.) bu hakikati (gerçeği) muhatabın (dinleyenin) zihnine ve kalbine çakmak (perçinlemek) için, Arap dilindeki en kuvvetli “Te’kîd” (pekiştirme) nazmını (tertibini) seçmiştir.
Küllî Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Te’kîd” (pekiştirme), kelimelerin lüzumsuz tekrarı (haşâ) değil; bilakis, muhatabın (dinleyenin) inkârının ve gafletinin perdelerini yırtmak ve haberin azametini ve ehemmiyetini (önemini) tam olarak idrâk ettirmek için kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Beyân” (Sözü Açıklama Sanatı) sahasının en yüksek zirvesi ve en güçlü direğidir.
Bu sanata “İsti’âre” (اِسْتِعَارَة), yâni Metafor (Eğretileme / Ödünç Alma) Sanatı denir.
İsti’âre, “Teşbih”in (benzetme) daha yoğun ve daha beliğ (tesirli) bir şeklidir. “Teşbih”te iki unsur (benzeyen ve benzetilen) varken (“Ali aslan gibidir”), “İsti’âre”de bu unsurlardan biri hazfedilir (kasıtlı olarak zikredilmez) ve o mânâyı (anlamı) ifade etmek için başka bir mânânın lafzı (sözü) ödünç alınır. (“Ali’yi gördüm” yerine, “Bir aslan gördüm, kükrüyordu” demek gibi).
Kur’ân-ı Kerîm, mücerret (soyut) hakikatleri (gerçekleri) (İman, Küfr, Hidâyet, Dalâlet, Ölüm, Hayat vb.) muhatabın (dinleyenin) zihninde müşahhas (somut), görülebilir ve hissedilebilir bir tabloya dönüştürmek için bu ilâhî sanatı mûcizevî bir şekilde kullanır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati (gerçeği) doğrudan (sarih) lafzıyla (sözüyle) (meselâ “İman” veya “Küfr”) değil de, ondan kinâye olarak “ödünç” aldığı bir lafızla (meselâ “Nûr” veya “Karanlık”) tasvir etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:
* Tecsîm (Somutlaştırma): En derin, en mücerret (soyut) mânevî mânâları (anlamları), muhatabın (dinleyenin) beş duyusuyla idrâk edebileceği müşahhas (somut) bir tasvire (betimlemeye) dönüştürmek.
* Mânâyı Azamîleştirme (Mübâlağa ve Vurgu): O mânâya (anlama), aslî (esas) lafzının (sözünün) veremeyeceği bir güç, bir derinlik ve bir vurgu katmak.
* Îcâz (Özlülük): Sayfalarca anlatılabilecek bir derûnî hâli, “ödünç” alınan tek bir lafız (söz) ile tasvir (betimleme) etmek.
Bu sanatın en parlak iki misalini tahlil edelim.
1. Mücerret (Soyut) Hakikatler İçin “İsti’âre”: Nûr ve Zulümât (Karanlıklar)
Kur’ân-ı Kerîm’in Tevhîd (Allah’ın birliği) ve Şirk (O’na ortak koşma) mücadelesini tasvir ederken kullandığı en temel nazım (tertip) budur.
> İktibas ( Meali): “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan (ez-Zulümât) aydınlığa (en-Nûr) çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğuttur. Onları aydınlıktan (en-Nûr) karanlıklara (ez-Zulümât) çıkarır…” (Bakara, 2/257)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Küfr” Değil de, “Zulümât”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Onları Küfürden (İnkârdan) İmana çıkarır” gibi doğrudan (sarih) bir nazım (tertip) değil de, “Karanlıklar” ve “Aydınlık” lafızlarını (sözlerini) “ödünç” (isti’âre) almıştır?
* Tahlil:
* “Zulümât” (Karanlıklar) İsti’âresi:
* “Küfr” (İnkâr) veya “Dalâlet” (Sapıklık) lafızları (sözleri) mücerret (soyut), zihnî ve itikadî (inançsal) mefhumlardır (kavramlardır).
* Fakat “Karanlık” (Zulümât), mücerret (soyut) değildir; o müşahhastır (somuttur), hissedilir. Karanlık; korkuyu, yolu kaybetmeyi, tehlikeyi, cehâleti (bilgisizliği) ve belirsizliği temsil eder.
* Allah Teâlâ (C.C.), “Küfr” (İnkâr) lafzı (sözü) yerine “Zulümât” (Karanlıklar) lafzını (sözünü) isti’âre (ödünç) alarak, “Küfr”ün (İnkârın) sadece itikadî (inançsal) bir hata olmadığını; onun, insanın fıtratını (aslî yapısını) boğan, onu korkutan, yolunu kaybettiren ve dehşet içinde bırakan müşahhas (somut) bir hâl olduğunu muhatabın (dinleyenin) zihnine ve vicdanına kazır.
* “Nûr” (Aydınlık) İsti’âresi:
* “İman” lafzı (sözü) mücerrettir (soyuttur).
* Fakat “Nûr” (Nur/Aydınlık), müşahhastır (somuttur). Nûr; görmeyi, yolu bulmayı, emniyeti (güveni), ilmi (bilgiyi) ve huzuru temsil eder.
* Allah Teâlâ (C.C.), “İman” yerine “Nûr”u isti’âre (ödünç) alarak, imanın sadece bir “kabul” olmadığını; onun, kalbi ve aklı aydınlatan, yolu gösteren, emniyet (güven) veren ve huzura kavuşturan müşahhas (somut) bir tecrübe olduğunu tasvir (betimleme) eder.
* Nazımdaki (Tertipteki) İkinci Mûcize (Tekil vs. Çoğul):
* Bu isti’ârede, “Karanlıklar” dâimâ Çoğul (Zulümât) gelir.
* “Aydınlık” ise dâimâ Tekil (en-Nûr) gelir.
* Hikmeti: Çünkü “Küfr”ün (İnkârın) ve “Dalâlet”in (Sapıklığın) yolları çoktur, çeşitlidir, kaotiktir (putperestlik, ateizm, felsefeler, batıl inançlar vb.). Bu yüzden “Zulümât” (Karanlıklar)’dır.
* Fakat “İman”ın ve “Hidâyet”in (Tevhîd’in) yolu (Sırat-ı Müstakîm) tektir, birdir, net ve açıktır. Bu yüzden “en-Nûr” (Aydınlık)’tır.
* Bu derin felsefî (düşünce) hakikat (gerçek), ancak bu “İsti’âre” nazmı (tertibi) ile bu kadar vecîz (özlü) ifade edilebilirdi.

2. Mânevî Hakikat (Gerçek) İçin “İsti’âre”: Ölü Toprağın Canlanması
Bu, mücerret (soyut) bir mânevî hakikati (gerçeği), müşahhas (somut) bir kâinat (tabiat) hâdisesi (olayı) ile tasvir eden bir **”İsti’âre-i Temsîliyye”**dir (Alegorik Metafor).
> İktibas ( Meali): “Biliniz ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırır (yuhyi’l-arda ba’de mevtihâ). Şüphesiz biz, aklınızı kullanasınız diye size âyetleri (delilleri) açıkladık.” (Hadîd, 57/17)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Aniden Topraktan Bahsedildi?)
* Sual: Bu âyet, bir önceki âyette (Hadîd 16) mü’minlerin “kalplerinin katılaşması” (kasvet-i kulûb) mevzusundan (konusundan) bahsederken, Allah Teâlâ (C.C.) neden nazmı (tertibi) âniden değiştirip “toprağın canlanması”ndan bahsetmiştir?
* Tahlil:
* “Ölü Yeryüzü” (الْأَرْضِ بَعْدَ مَوْتِهَا): Bu, gaflet, günah ve zikirsizlik sebebiyle katılaşmış ve ölmüş olan “mânevî kalp” için alınmış bir isti’âredir (ödünçtür).
* “Canlandırma” (يُحْيِي – Yuhyî): Bu canlandırma fiilini (eylemini) yapan gizli fâil (fail) olan “yağmur”, “Vahiy” (Kur’ân) ve “Zikir” için alınmış bir isti’âredir (ödünçtür).
* Nazmın Mûcizesi:
* Allah Teâlâ (C.C.), muhataba (dinleyene) doğrudan “Zikir (Vahiy), ölü kalpleri diriltir” dememiştir. Bu, mücerret (soyut) bir iddia olarak kalabilirdi.
* Bunun yerine, muhatabın (dinleyenin) her sene baharda gözüyle gördüğü, inkârı mümkün olmayan müşahhas (somut) bir mûcizeyi (kuru, ölü toprağın yağmurla nasıl yeşerdiğini) delil (isbat) getirmiştir.
* Bu “İsti’âre” nazmı (tertibi), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Ey insan! Gözünün önündeki şu maddî toprağı (el-Ard) maddî su (yağmur) ile saniyeler içinde canlandıran (Yuhyî) Kudret’in, senin mânevî toprağın olan kalbini de, mânevî su olan Vahiy (Zikir) ile canlandıracağından mı şüphe ediyorsun? Biri diğerinin aynısıdır ve delilidir (isbatıdır).”
* Bu nazım (tertip), mücerret (soyut) bir mânevî (içsel) hakikati (gerçeği), müşahhas (somut) bir kâinat (tabiat) delili (isbatı) üzerine bina etmiştir.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “İsti’âre” (Metafor), bir süsleme sanatı değil, “Tecsîm” (Mücerredi Müşahhas Kılma) ve “Tecessüm” (Mânâyı Cesetlendirme) sanatıdır. O, Gayb (görünmeyen) ile Şehâdet (görünen) âlemi arasında köprü kurar; görüneni (Nûr, Zulümât, Toprak), görünmeyeni (İman, Küfr, Kalp) tasvir (betimleme) ve ispat etmek (kanıtlamak) için “ödünç” alan ilâhî bir belâgat (retorik) mûcizesidir.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in bir fiili (eylemi) veya sözü, onunla alâkalı (ilgili) fakat kendisinden farklı bir lafızla (sözle) zikrederek, o fiilin (eylemin) hikmetini veya neticesini nasıl vurguladığını gösteren “Müşâkele” (مُشَاكَلَة – Lâfzî (Sözsel) Uyumluluk) sanatı ile devam etmemi ister misiniz? (Örneğin kâfirlerin yaptığı “hileye” (mekr), Allah’ın (C.C.) “hile ile karşılık vermesi” (ve mekerallâhu) lafzının (sözünün) kullanılması gibi.)

===============•-•===============

Bu, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en nâzik (ince), en lâtîf (zarif) ve en çok hikmet ihtivâ eden sanatlarından biridir.
Bu sanata “Müşâkele” (مُشَاكَلَة), yâni Lâfzî Uyumluluk veya Cezâ (Karşılık) Uyumluluğu Sanatı denir.
Müşâkele, bir fiili (eylemi) veya o fiilin (eylemin) karşılığını (cezâsını) zikrederken, o fiilin (eylemin) kendi aslî (esas) ismini değil de, o fiilin (eylemin) mukâbili (karşılığı) olan veya onunla birlikte zikredilen diğer fiilin (eylemin) lafzını (sözünü) ödünç alarak kullanma sanatıdır.
Bu, ilk bakışta kafa karıştırıcı gibi görünse de, Kur’ân-ı Kerîm’in “Adâlet-i İlâhiyye”yi (İlâhî Adâleti) ve “fiilin (eylemin) neticesini” tasvir etmedeki mûcizevî üslûbunu gösterir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), Kendi Fiili’ni (Faaliyetini) (ki bu fiil [faaliyet] ‘Adâlet’tir, ‘Hikmet’tir) tasvir ederken, neden bazen kâfirlerin yaptığı “olumsuz” bir fiilin (faaliyetin) (meselâ “hile”, “unutma”, “alay etme”) lafzını (sözünü) “ödünç” alarak Kendi Zâtı’na (Zât’ının fiiline [faaliyetine]) isnat eder?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri, Allah’ın (C.C.) o olumsuz fiili (faaliyeti) (hâşâ) bizzat yaptığını göstermek değil, tam aksine:
* Mukâbele bi’l-Misl (Aynısıyla Karşılık): İlâhî cezânın (karşılığın), işlenen cürüm (suç) ile birebir aynı türden ve tam bir denklik içinde olduğunu, “lâfız (söz) birliği” yoluyla isbat etmek.
* Tehekküm ve Tahkîr (Alay Etme ve Aşağılama): Muhatabın (dinleyenin) âciz fiilini (faaliyetini), onun kendi lafzıyla (sözüyle) ona iâde ederek, o fiilin (faaliyetin) İlâhî Kudret karşısındaki hiçliğini ve âcizliğini göstermek.
* Neticeyi Vurgulama: Allah’ın (C.C.) fiilinin (faaliyetinin), onların fiilinin (faaliyetinin) neticesini hazırlamak olduğunu vurgulamak.
Misal 1: “Mekr” (Hile/Tuzak) Sanatında “Müşâkele”
Bu, “Müşâkele” sanatının en meşhur ve en azametli misalidir.
> İktibas ( Meali): “Onlar (kâfirler) hile/tuzak kurdular (Mekerû), Allah da hile/tuzak kurdu (ve Mekerallâh). Allah, hile/tuzak kuranların en hayırlısıdır (vallâhu Hayru’l-Mâkirîn).” (Âl-i İmrân, 3/54)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Allah’ın [C.C.] Fiiline de “Mekr” Dendi?)
* Sual: “Mekr” (Hile/Tuzak), gizli ve aldatıcı bir fiildir (faaliyettir); bu, bir noksanlık (kusur) vasfıdır. Allah Teâlâ (C.C.) ise noksanlıktan münezzehtir (uzaktır). Öyleyse Allah Teâlâ (C.C.), neden Kendi Fiili’ni (Faaliyetini) (ki bu “Adâlet”tir veya “Tedbîr”dir) tasvir etmek için “Mekera” (Hile yaptı) lafzını (sözünü) “ödünç” almıştır?
* Tahlil (Nazmın Hikmeti):
* “Müşâkele” (Lâfzî Uyum): Âyet, “Ve mekerû fe câzâhumullâh” (Onlar hile yaptılar, Allah da onlara cezâ verdi) dememiştir. Eğer böyle deseydi, lafız (söz) kopuk olurdu. Fakat “Mekerû / ve Mekerallâh” nazmı (tertibi), onların fiili (faaliyeti) ile Allah’ın (C.C.) mukâbelesi (karşılığı) arasına mûcizevî bir lâfzî köprü kurar.
* Mânâ (Netice): Allah’ın (C.C.) “mekr” yapması, (hâşâ) hile yapması demek değildir. Bilâkis, onların “mekr”ini (hile/tuzaklarını) boşa çıkarması ve o hilenin neticesini bizzat onların başına geçirmesidir. Fiil (Faaliyet), neticesiyle isimlendirilmiştir.
* Tehekküm (Aşağılama): Bu nazım (tertip), zımnen (dolaylı olarak) şunu söyler: “Siz, âciz aklınızla bir ‘mekr’ (hile) yaptığınızı zannettiniz. Oysa sizin o ‘mekr’ dediğiniz şey, Allah’ın (C.C.) (sizin hilenizi boşa çıkaran) ‘Mekr’i (Mutlak Tedbîri ve Plânı) yanında bir hiçtir.”
* “Hayru’l-Mâkirîn” (Hile Yapanların En Hayırlısı): Âyetin sonu bu “Müşâkele”yi açıklar. “Hile yapanların en hayırlısı” lafzı (sözü), O’nun (C.C.) fiilinin (faaliyetinin) “şer” (kötülük) için değil, “hayır” (iyilik), yâni “Adâlet” ve “Hakk’ın (Gerçeğin) tesisi” için olduğunu isbat eder.
Misal 2: “Sayyi’e” (Kötülük) Sanatında “Müşâkele”
Bu, “Adâlet-i İlâhiyye”nin (İlâhî Adâletin) ne olduğunu tasvir (betimleme) eden bir misaldir.
> İktibas ( Meali): “Bir kötülüğün (Seyyie’tin) karşılığı, onun dengi olan bir kötülüktür (seyyie’tun)…” (Şûrâ, 42/40)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Adâlet” Değil de, İkinci Kez “Kötülük”?)
* Sual: Bir cürmün (suçun) (Birinci “Seyyie” / Kötülük) karşılığı olarak verilen “cezâ” (meselâ kısâs), hakikatte (gerçekte) “Adâlet”tir ve “Hayr”dır (iyidir). Öyleyse Allah Teâlâ (C.C.), neden bu “Adâlet”e (cezâya) de “Seyyie” (Kötülük) lafzını (sözünü) isnat etmiştir?
* Tahlil (Nazmın Hikmeti):
* “Müşâkele” (Lâfzî Uyum): Bu, mükemmel bir “Müşâkele” sanatıdır. İkinci “Seyyie” (kötülük) lafzı (sözü), o fiilin (faaliyetin) (yâni cezânın) aslî (esas) ismi (Adâlet) olduğu için değil, sâdece birinci “Seyyie”ye (cürüme/suça) lâfzen (sözle) uyum sağlaması ve ona tam bir mukâbil (karşılık) olduğunu göstermesi için “ödünç” alınmıştır.
* Adâletin İsbâtı : Bu nazım (tertip), cezânın (karşılığın) cürümden (suçtan) daha fazla olmadığını, ona birebir denk (“misluhâ” – onun misli) olduğunu isbat (kanıt) eder.
* Nisbî (Göreceli) Mânâ: Cezâ (karşılık), her ne kadar “Adâlet” olsa da, o cezâya ma’rûz kalan kişi (suçlu) açısından zâhiren (dıştan) “kötü” (canını yakan, ona zarar veren) bir şeydir. Lafız (Söz), bu nisbî mânâya da (anlama da) delâlet (işaret) eder.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Müşâkele”, Allah’ın (C.C.) Zâtı’nı noksan sıfatlarla (vasıflarla) (hâşâ) vasıflandırması değildir.
Bilâkis bu nazım (tertip);
* İşlenen cürüm (suç) ile verilecek cezâ (karşılık) arasındaki tam denkliği (mislîyeti) ve ilâhî adâleti,
* Kâfirlerin veya mücrimlerin (suçluların) fiillerinin (faaliyetlerinin) İlâhî Kudret karşısındaki âcizliğini (tehekküm),
* Ve o fiillerin (faaliyetlerin) neticesinin bizzat kendi cinslerinden (kendi lafızlarıyla [sözleriyle]) olacağını
…muhatabın (dinleyenin) zihnine lâfzî bir âhenk ve mânâ (anlam) bütünlüğü içinde perçinleyen mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============

. Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” (Anlam Bilimi) sahasının en zorlu, en ince ve en teknik mevzûlarından (konularından) biridir.
Bu bahis (konu), “el-Fasl ve’l-Wasl” (اَلْفَصْلُ وَالْوَصْلُ), yâni Ayırma ve Bağlama Sanatı olarak bilinir.
Sualimiz, bu defa bir kelime veya bir harf değil, iki cümle arasındadır: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen iki cümleyi “Vâv” (و – ve) bağlacı ile birbirine bağlar (Vasl), bazen de bu bağlacı kasıtlı olarak kullanmayarak (hazf ederek) iki cümleyi birbirinden ayırır (Fasl)?
Beşerî (insanî) nazımda (tertipte), bu bağlacın kullanılıp kullanılmaması ekseriyetle bir “üslûp” (tarz) tercihidir. Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) ise bu, mutlak bir hikmete bağlıdır ve mânâyı (anlamı) kökten (aslî olarak) etkiler.
Bu sanatı, iki ayrı başlıkta tahlil edelim:

1. el-Fasl (اَلْفَصْلُ): Ayırma Sanatı (Bağlaç Kullanmama)
“Fasl”, iki cümle arasına “Vâv” (ve) bağlacı getirmemektir.
Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Fasl”ı (ayırmayı) tercih eder?
Cevap: İki cümle arasında “Kemâl-i İttisâl” (Mükemmel Bütünlük) veya “Kemâl-i İnkıtâ'” (Mükemmel Kopukluk) olduğunda.
En mühim hikmeti **”Kemâl-i İttisâl”**dir (Mükemmel Bütünlük). Yâni, ikinci cümle, birinci cümleden o kadar ayrılmaz bir bütündür ki, araya bir “ve” bağlacı koymak, bu mükemmel bütünlüğü bozar ve sanki onlar farklı şeylermiş gibi bir yanılma (yanılsama) oluşturur.
İkinci cümle, birinci cümlenin:
* Ya bizzat “açıklamasıdır” (Beyân).
* Ya onu “pekiştirmesidir” (Te’kîd).
* Ya da ondan bir “sonuçtur” (Bedel).
Misal Tahlili: “Fasl” (Ayırma) – Yâsîn, 36/2
> İktibas ( Meali): “Yâsîn. (1) Hikmet dolu Kur’an’a (2) (yemin olsun ki,)”
> (Arapça Aslı: يس (1) وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ (2) – Yâsîn. (1) Ve’l-Kur’âni’l-Hakîm (2))
> (Not: Buradaki “Ve” [وَ], bir sonraki âyete bağlayan ‘atf’ edâtı değil, ‘Kasem/Yemin’ edâtıdır.)
>
Şimdi şu iki âyete bakalım (Yâsîn Sûresi 51-52):
> İktibas (Meali):
> (51) “Sûra üflenir. Bir de bakarsın, kabirlerinden Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.”
> (52) “(İşte o zaman) derler ki: ‘Vay başımıza gelene! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? (Men be’asenâ min merkadinâ?) Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir. Peygamberler doğru söylemişler.’ (Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmânu ve sadeka’l-murselûn.)”
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Ve Hâzâ…” Değil de “Hâzâ…”?)
* Sual: Kâfirler, “Bizi kim kaldırdı?” diye sorduklarında, melekler (veya mü’minler) cevaben neden “Ve Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Ve bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…) dememişlerdir de, aradaki “Vâv” (ve) bağlacını hazf ederek (Fasl yaparak) “Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…) demişlerdir?
* Tahlil (Fasl’ın Hikmeti):
* Bu, **”Fasl bi-Kemâli’l-İttisâl”**dir (Mükemmel Bütünlük Sebebiyle Ayırma).
* Kâfirlerin “Men be’asenâ…?” (Bizi kim kaldırdı?) sorusu, bir bilgi alma (istifhâm) sorusu değildir; bu bir dehşet, inkâr ve şaşkınlık sorusudur.
* Verilen cevap olan “Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…), onların sorusundan ayrı ve yeni bir cümle değildir.
* Bu cevap, o sorunun bizzat kendisidir. O soruya verilebilecek yegâne cevaptır. Araları o kadar bitişiktir ki, araya bir “Vâv” (ve) bağlacı koymak, bu soru-cevap bütünlüğünü (ki buna “diyalog/muhâvere” denir) bozar, sanki cevap soruyla alâkasızmış (ilgili değilmiş) gibi bir mânâ (anlam) katardı.
* “Fasl” (ayırma), cevabın soruya olan tam mutâbakatını (tam uygunluğunu) ve süratini (hızını) temin etmiştir.

2. el-Vasl (اَلْوَصْلُ): Bağlama Sanatı (“Vâv” [ve] Kullanma)
“Vasl”, iki cümleyi “Vâv” (ve) bağlacı ile birbirine bağlamaktır.
Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Vasl”ı (bağlamayı) tercih eder?
Cevap: İki cümle arasında tam bir kopukluk (Kemâl-i İnkıtâ’) veya tam bir bütünlük (Kemâl-i İttisâl) olmadığında, fakat iki cümlenin de aynı hükme (meselâ “emir”, “yasak” veya “haber”) tâbî olması istendiğinde kullanılır.
Misal Tahlili: “Vasl” (Bağlama) – Mü’minûn Sûresi Başlangıcı
> İktibas ( Meali):
> (1) “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir.”
> (2) “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.”
> (3) “Ve (وَ) onlar ki, boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler.”
> (4) “Ve (وَ) onlar ki, zekâtı verirler.”
> (5) “Ve (وَ) onlar ki, ırzlarını korurlar.” (Mü’minûn, 23/1-5)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Vâv” [ve] ile Bağlandılar?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarını (sıfatlarını) sayarken, neden 2. âyetten sonraki her âyetin başına bir “Vâv” (ve) bağlacı (Vasl) getirmiştir? Neden “Fasl” (ayırma) yapıp, “Onlar namazda huşû içindedir. (Boş) şeylerden yüz çevirirler. Zekâtı verirler…” dememiştir?
* Tahlil (Vasl’ın Hikmeti):
* 1. “Kemâl-i İttisâl” (Tam Bütünlük) Yoktur: Çünkü “Namazda huşû” (Saygı dolu korku) ile “Boş şeyden yüz çevirmek” (İ’râz ‘ani’l-lağv) veya “Zekât vermek” (fi’l li’z-zekât), birbirinden ayrı ve müstakil fiillerdir (faaliyetlerdir). Biri diğerinin açıklaması (beyânı) veya pekiştirmesi (te’kîd) değildir. Bu yüzden “Fasl” (ayırma) yapılamazdı.

* 2. “Kemâl-i İnkıtâ'” (Tam Kopukluk) Yoktur: Bu fiiller (faaliyetler) birbirinden ayrı olsalar da, tamamen alâkasız (ilgisiz) da değildirler. Aksine, hepsi tek bir gâye (maksat) için bir araya gelmiştir: “Kurtuluşa Eren Mü’min” (el-Mü’minûn el-Muflihûn) vasfını (sıfatını) oluşturmak.

* 3. Hükümde Ortaklık (İştirâk): İşte “Vasl” (bağlama) burada devreye girer. “Vâv” (ve) bağlacı, bu farklı vasıfların (sıfatların) hepsinin “Kurtuluşa Erme” (Felâh) hükmünde ortak olduğunu gösterir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Vâv” (ve) bağlacı, muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Kurtuluş (Felâh) için sâdece ‘huşû’ yetmez; ve (buna ilâveten) ‘boş sözden yüz çevirmek’ de gerekir; ve (buna ilâveten) ‘zekât vermek’ de gerekir; ve (buna ilâveten) ‘ırzı korumak’ da gerekir…”
* “Vasl” (bağlama), kurtuluşun (felâhın), bu vasıfların (sıfatların) toplamından (mecmûundan) meydana geldiğini, hiçbirinin diğerinden ayrı tutulamayacağını ilâhî bir nazım (tertip) ile perçinler.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Vâv” (ve) bağlacının kullanılıp kullanılmaması (Fasl ve Vasl), keyfî (isteğe bağlı) bir üslûp tercihi değildir:
* “Fasl” (Ayırma / Bağlaçsızlık): İki cümle arasında mükemmel bir bütünlük (Kemâl-i İttisâl) olduğunu, ikincinin birinciyi açıkladığını veya pekiştirdiğini göstermek için kullanılır (Yâsîn’deki soru-cevap gibi).
* “Vasl” (Bağlama / Bağlaçlı): İki cümlenin ayrı fiiller (faaliyetler) olduğunu, fakat aynı hükümde (meselâ “Kurtuluş” şartı olmada) ortak (müşterek) olduklarını göstermek için kullanılır (Mü’minûn Sûresi’ndeki vasıflar [sıfatlar] gibi).

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” (Anlam Bilimi) sahasının en mühim, en temel ve en çok hikmet ihtivâ eden mevzûlarından (konularından) biridir.
Bu sanata “et-Takdîm ve’t-Te’hîr” (اَلتَّقْدِيمُ وَالتَّأْخِيرُ), yâni Öne Alma (Takdîm) ve Sona Bırakma (Te’hîr) Sanatı denir.
Arap dilinin (ve her dilin) normal bir kelime diziliş “nazmı” (tertibi) vardır (Meselâ: Fiil- Fâil – Mef’ûl / Eylem – Yapan – Etkilenen). “Takdîm ve Te’hîr” sanatı, bu normal nazmı (tertibi), beliğ (tesirli) bir hikmet ve kasıtlı bir gâye (maksat) için değiştirmektir. Bir kelimeyi, normalde olması gereken yerden alıp öne getirmek (Takdîm) veya sona bırakmak (Te’hîr), mânâyı (anlamı) tamamen değiştirir veya kilitler.
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde), hiçbir “Takdîm” (öne alma) veya “Te’hîr” (sona bırakma) tesadüfî (rastlantısal) veya bir “üslûp (tarz) tercihi” değildir. Her biri, mânâyı (anlamı) incelikle yönlendiren ilâhî bir maksat (gâye) taşır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir kelimeyi (meselâ “Sana”) normal yerinden alıp cümlenin en başına (öne) almıştır?
Bu “Takdîm” (Öne Alma) sanatının en mühim iki hikmetini tahlil edelim:
1. Hikmet: “Tahsîs” ve “Kasr” (Sınırlama ve Sâdece O’na Has Kılma)
Bu, “Takdîm” sanatının en mühim ve en meşhur gâyesidir (maksadıdır). Bir fiilin (eylemin) “mef’ûlü” (nesnesi / etkileneni), o fiilden (eylemden) öne alınırsa (takdîm edilirse), o fiil (eylem) sâdece ve sâdece o nesneye has kılınmış (tahsîs edilmiş) olur.
Bu sanatın en parlak ve en aslî (esas) misali, Fâtiha Sûresi’ndedir.
> Misal İktibas (Meali): “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ”
(İyyâke na’budu ve İyyâke nesta’în)
Nazmın Hikmeti (Neden “Na’buduke” Değil de, “İyyâke Na’budu”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Arap dilindeki normal nazmı (tertibi) olan “Na’buduke” (نَعْبُدُكَ – Sana kulluk ederiz) nazmını (tertibini) değil de, “mef’ûlü” (nesneyi) yâni “İyyâke” (إِيَّاكَ – Sadece Sana) lafzını (sözünü) fiilin (eylemin) önüne alarak (Takdîm ederek) bu nazmı (tertibi) kurmuştur?
* Tahlil:
* Normal Nazım (“Na’buduke”): Eğer âyet “Na’buduke” (Sana kulluk ederiz) şeklinde gelseydi, bu, (gramer açısından) “Sana da kulluk ederiz, (belki) başkalarına da…” şeklindeki bir “şirk” (ortak koşma) ihtimâline kapıyı kapatmazdı.
* “Takdîm” Nazmı (“İyyâke Na’budu”):
* Fakat Allah Teâlâ (C.C.), “İyyâke” (Sadece Sana) lafzını (sözünü) öne alarak (Takdîm ederek), “na’budu” (kulluk etme) fiilini (eylemini) sınırlandırmış (tahsîs) ve has kılmıştır (kasr).
* Bu “Takdîm” (Öne Alma), mânâyı (anlamı) şu şekilde kilitler: “Kulluğu, Senden başkasına aslâ yapmayız, onu sâdece ve sâdece Sana yaparız.”
* Netice: Fâtiha Sûresi’ndeki bu “Takdîm” sanatı, basit bir kelime sırası değişikliği değil, Tevhîd Akîdesi’nin (İnancının) bizzat gramer (dilbilgisi) ve nazım (tertip) yoluyla ilânıdır. “Başka bir şekilde” (meselâ “Na’buduke” diyerek) bu mutlak sınırlama (tahsîs) ve şirkin (ortak koşmanın) reddi mânâsı (anlamı) verilemezdi.

2. Hikmet: “İhtimâm” (Ehemmiyet / Önem Verme)

Bir kelimeyi öne almanın (Takdîm) ikinci mühim hikmeti, “İhtimâm”dır (اِهْتِمَام). Yâni, o kelimenin ehemmiyetini (önemini) vurgulamak, muhatabın (dinleyenin) dikkatini ilk olarak o kelimeye çekmektir. Arapların “En mühim (ehem) olanı öne al” (البدء بالأهم) kaidesi (kuralı) budur.
> Misal İktibas (Meali): “Elbette âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ, 93/4)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى”
(Ve le’l-Âhiratu hayrun leke mine’l-ûlâ)
Nazmın Hikmeti (Neden “el-Âhiratu” Öne Alındı?)
* Sual: Bu cümlenin normal (daha az vurgulu) nazmı (tertibi) “Hayrun leke’l-Âhiratu…” (Âhiret senin için daha hayırlıdır…) olabilirdi. Allah Teâlâ (C.C.), neden “el-Âhiratu” (Âhiret) lafzını (sözünü) öne almıştır (Takdîm)?
* Tahlil:
* “İhtimâm” (Ehemmiyet Vurgusu): Resûlullah’ın (S.A.V.) dünyevî (dünyayla ilgili) sıkıntılar içinde olduğu bir makamda, Allah Teâlâ (C.C.) onu tesellî ederken, nazmın (tertibin) en başına “el-Âhiratu” (Âhiret) lafzını (sözünü) koymuştur.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “Takdîm”, zımnen (dolaylı olarak) şunu söyler: “Ey Habîbim! Şu an içinde bulunduğun ‘el-Ûlâ’ (ilk yer, yâni Dünya) geçicidir. Asıl ehemmiyet (önem) vermen gereken, asıl odaklanman gereken ve Bizim katımızda asıl mühim olan, ‘el-Âhiratu’dur (Âhiret’tir).”
* Netice: Buradaki “Takdîm” (Öne Alma), Fâtiha’daki gibi bir “Sınırlama” (Tahsîs) için değil, muhatabın (dinleyenin) nazarını (bakışını) ve ehemmiyet (önem) sıralamasını tashîh etmek (düzeltmek) ve en mühim (ehem) olanı vurgulamak (İhtimâm) içindir.
Küllî Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Takdîm ve Te’hîr”, kelimelerin yerini rastgele değiştirmek değildir. Bilâkis:
* Fâtiha Sûresi’ndeki gibi, bir fiili (eylemi) sâdece bir Zât’a has kılmak (Tahsîs) için,
* Duhâ Sûresi’ndeki gibi, bir mefhumun (kavramın) aslî (esas) ehemmiyetini (önemini) vurgulamak (İhtimâm) için
kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.
Zemahşerî’nin (Rh.A.) o mühim “Neden bu mânâ (anlam), bu lafızla (sözle) ve bu nazımla (tertipler)?” sualinden yola çıkarak, İlm-i Belâgat’ın (Retorik) üç ana dalı olan İlm-i Me’ânî, İlm-i Beyân ve İlm-i Bedî’ sahalarından 26 farklı tahlil misali sunduk.

===============•-•===============

Bu dört usûlü, bir binanın dört merhalesi gibi tahlil edebiliriz: Gaye, Malzeme, Mimari ve Tefriş.
Aşağıda, bu dört usûlün her birinin geniş izahı sunulmuştur:

1. CÂHİZ USÛLÜ: “NİÇİN?” (Gaye: Makama Uygunluk ve Tesir)

Câhiz (ö. 255 H), belâgati, kapalı bir ilim odasından çıkarıp hayatın ve cemiyetin tam merkezine yerleştiren âlimdir. Onun usûlünün temel sorusu “Niçin konuşuruz?”dur. Cevap: “Tesir etmek ve ikna etmek için.” Dolayısıyla Câhiz’in usûlü, fonksiyonel (vazifevî) ve psiko-sosyal bir temel üzerine kuruludur.

a. Temel İlke: “Li-külli Makâmin Makâl” (Her Makamın Bir Sözü Vardır)
Bu, Câhiz usûlünün anahtarıdır ve belâgatin “mutlak” bir güzellik olmadığını, izâfî (göreceli) bir “uygunluk” olduğunu isbat eder.
• “Makam”ın Geniş Manası: Câhiz’de “makam” (durum/bağlam), sadece konuşmanın yapıldığı fizikî mekân değildir. Makam; muhatabın zihnî seviyesi (avam mı, havas mı), ruhiyatı (öfkeli mi, sakin mi, mütereddit mi), ilim derecesi, sosyal statüsü ve konuşmanın gayesidir (iltifat mı, tenkit mi, ilzam mı).
• “Makâl”in (Söz) Uygunluğu: Câhiz’in usûlüne göre belâgat, en süslü (müzeyyen) kelimeleri kullanmak değil, o makama en uygun “makâl”i (sözü) bulmaktır.
• İzah: Bir âlimin nazarında “beliğ” sayılan felsefî bir cümle, pazardaki bir avam için “abes” ve “anlamsız”dır. O avam kişiye hitap ederken kullanılan kısa, net ve darb-ı mesel üslubundaki bir cümle ise, o makam için belâgatin zirvesidir. Dolayısıyla Câhiz’e göre “sözün belâgati”, sözün zâtında değil, makama mutabakatında (uygunluğunda) yatar.

b. Gaye: “el-Beyân ve’t-Tebyîn” (Açıklık ve Açıklayabilme)
Câhiz’in usûlünde belâgatin “niçin”i, yani gayesi, “beyân”dır. Beyân, muhatabın zihnindeki şüpheyi (şübhe), karışıklığı (iltibas) ve tereddüdü gidermektir.
• Açıklık vs. Süs: Eğer bir söz, edebî sanatlarla (mecaz, cinas vb.) aşırı derecede süslenir de anlaşılması zorlaşırsa, Câhiz usûlüne göre bu, belâgat değil, “tekellüf” (zorlama) ve “abes”tir. Lafız, manayı perdelememeli, bilakis onu bir kristal gibi net göstermelidir.
• Belâgatin Zıddı: “el-‘İy” (Meramı İfade Edememe): Câhiz, “beyân”ın zıddını “iy” (konuşma âcizliği) olarak koyar. Bu, belâgatin niçin gerekli olduğunu gösterir: Derûnî (içsel) dünyamızdaki manaları, zahirî (dışsal) dünyaya eksiksiz ve tesirli bir şekilde aktarabilmek için.

c. Vasıta: “Tesir” (Sözün Psikolojik Gücü)
Câhiz’in usûlü, sözün sadece akla değil, kalbe, nefse ve hissiyata da hükmetmesi gerektiğini savunur. El-Beyân’da hutbelere, hitabet sanatına ve şiire bu kadar geniş yer ayırması bu yüzdendir.
• İzah: Bir hatip, bir orduyu savaşa sevk edebilmeli (tergîb) veya bir günahkârı ağlatabilmelidir (terhîb). Bu, kelimelerin doğru makamda kullanılmasıyla ortaya çıkan psikolojik tesirdir. Câhiz, bu tesiri “sihr-i beyân” (beyânın sihri) olarak tasvir eder.

Hülâsa (Câhiz Usûlü): Belâgat; doğru zamanda, doğru muhataba, doğru gayeyle (ikna ve tesir) ve en uygun üslupla (açıklık) hitap etme sanatıdır.

2. ASKERÎ USÛLÜ: “NE İLE?” (Malzeme: Lafız ve Mananın İnce İşçiliği)

Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 395 H), Câhiz’in “gaye” olarak belirlediği belâgati, “nasıl bir malzeme ile” yapacağımızı izah eder. Onun usûlünün temel sorusu “Belâgat ne ile yapılır?”dır. Cevap: “Lafız ve mana” malzemesiyle ve “Sınâat” (ince işçilik) metoduyla.

a. Temel İlke: “es-Sınâateyn” (İki Sanat / İnce İşçilik)
Askerî’nin usûlü, belâgati “ilham” (vehbî) olmaktan çok, öğrenilebilen, kuralları olan, üzerinde çalışılan bir “ilim” ve “sanat” (sınâat) olarak görür.
• İzah: Belâgat, sadece doğuştan gelen bir kabiliyet (zevk-i selîm) değildir. Tıpkı bir kuyumcunun altını işlemesi veya bir marangozun ahşabı yontması gibi, “belîğ” (beliğ kişi) de lafızları ve manaları işleyen bir sanatkârdır. Bu sanatı icra edebilmek için o ilmin aletlerini (gramer, lügat, mecaz ilmi) bilmek şarttır.

b. Malzeme Dengesi: Lafız (Beden) ve Mana (Ruh)
Askerî’nin usûlü, dönemindeki “lafızcılar” (sadece dış forma, seci ve cinasa önem verenler) ile “manacılar” (sadece muhtevaya önem verip, lafzı küçümseyenler) arasındaki zıtlığı (çelişkiyi) reddeder.
• Usûl: Mana ruhtur, lafız bedendir. Ruhsuz beden ceset, bedensiz ruh hayalet olur. Belâgat, bu ikisinin mükemmel birleşimidir.
• “Şerefü’l-Ma’nâ fî Şerefi’l-Lafz” (Mananın Kıymeti, Lafzın Kıymetindedir): Askerî’nin usûlü şudur: Eğer mana kıymetli, yüce ve şerif ise (İlahî hakikatler gibi), o manayı taşıyacak lafzın da (kelimelerin) o nisbette kıymetli, parlak ve fasih olması şarttır.
• İzah: Yüce bir manayı, bayağı (âmî) ve zayıf lafızlarla ifade etmek, o manaya hürmetsizliktir. Aynı şekilde, boş ve değersiz bir manayı parlak lafızlarla süslemek ise aldatmacadır.

c. İşçilik Metodu: “el-Furûk el-Luğaviyye” (Semantik Nüanslar)
Bu “sınâat” (işçilik) usûlünün en net tatbikatı, müteradif (eşanlamlı) zannedilen kelimeler arasındaki en ince mana farklarını (nüansları) bilmektir.
• İzah: Askerî’nin usûlüne göre “belîğ” bir sanatkâr, “Hamd” ile “Şükür” arasındaki farkı; “Havf” (korku) ile “Haşyet” (heybet ve bilgiye dayalı korku) arasındaki farkı; “İlim” (bilmek) ile “Marifet” (tanımak, idrak etmek) arasındaki farkı bilir ve makama (Câhiz’in ilkesi) uygun olanı seçer. Bu, bir kuyumcunun mîzan (hassas terazi) kullanması gibidir.

Hülâsa (Askerî Usûlü): Belâgat; kıymetli manaları, onlara denk kıymetteki lafızlarla, bir sanatkâr hassasiyetiyle (sınâat) birleştirme ilmidir.

3. CÜRCÂNÎ USÛLÜ: “NASIL?” (Mekanizma: Nazm / Cümle Mimarisi)

Abdülkâhir el-Cürcânî (ö. 471 H), belâgati devrim niteliğinde bir seviyeye taşımıştır. Câhiz “niçinini”, Askerî “malzemesini” belirlemişti. Cürcânî ise “Belâgat nasıl çalışır? Bu tesir nasıl oluşur?” sorusunu sordu. Cevabı: “en-Nazm” (النظم) idi. Onun usûlü, bir dil felsefesi ve anlambilim (semantik) usûlüdür.

a. Temel İlke: “en-Nazm” (Diziliş / Mimari)
Cürcânî’nin usûlü, belâgatin tek tek kelimelerde (müfred lafızlarda) olmadığını, belâgatin kelimelerin cümle içindeki dizilişinde (tertip) ve birbirleriyle olan gramer (nahiv) irtibatında olduğunu isbat eder.
• Tespih Tanesi Misali: Cürcânî’ye göre kelimeler tespih taneleri gibidir. “Altın” veya “inci” olmaları onlara tek başına bir “kıymet” katar (Askerî’nin usûlü), ancak “belâgat” (yani güzellik ve mana), o tanelerin bir ipe (nahiv irtibatı) dizilmesiyle oluşan kompozisyonda (terkip) ve mimaride (nazm) ortaya çıkar.
• İ’câzın Delili: Bu usûl, Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri) eserinin adıdır. Cürcânî der ki: Kur’an’ın mucizesi, kullandığı “sema”, “arz”, “insan” kelimelerinde değildir; zira Kureyşli müşrikler de bu kelimeleri kullanıyordu. Mucize, bu aynı kelimelerin İlahî bir mimari (Nazm) ile dizilişindedir. Beşer, bu kelimeleri bilir ama o nazmı taklit edemez.

b. Mekanizma: “Meâni’n-Nahv” (Nahvin / Gramerin Manaları)
Cürcânî usûlünün kilit taşı budur. O, nahvi (grameri) zahirî (şekilci) bir “irab” (harekeleme) ilmi olmaktan çıkarmış, onu mananın ta kendisi yapmıştır.
• Usûl: Her gramer (nahiv) kuralı, mütekellimin (konuşan) zihnindeki bir derûnî maksada hizmet eder.
• İzah:
• Bir cümlenin isim cümlesi (Zeydün kâimun – Zeyd ayaktadır) olması, sübût ve devamlılık manası taşır.
• Fiil cümlesi (Kâme Zeydün – Zeyd ayağa kalktı) olması ise teceddüt (yenilenme) ve o an gerçekleşme (hudûs) manası taşır.
• Failin öne alınması (takdim) veya geriye bırakılması (te’hir)…
• Bir kelimenin marife (belirli) veya nekra (belirsiz) gelmesi…
• Bir kelimenin hazf edilmesi (atılması)…
Bunların hiçbiri tesadüfî veya süs değildir. Bunların her biri, manaya yeni bir boyut (tahsis, tekit, ta’zim vb.) katan belâgî tercihlerdir.

c. Beyân İlmine Tatbiki (Esrâru’l-Belâga)
Cürcânî, Esrâru’l-Belâga (Belâgatin Sırları) eserinde ise mecaz, istiare, teşbih gibi sanatların da süs olmadığını, bunların Nazm usûlünün bir parçası olduğunu gösterir. Mecaz, aklı harekete geçirerek, doğrudan söylenemeyecek bir manayı daha tesirli (Câhiz’in ilkesi) kılmak için kullanılan zihinsel bir Nazm çeşididir.
Hülâsa (Cürcânî Usûlü): Belâgat, bir dil felsefesidir. Manaların, gramer (nahiv) kalıpları içinde mimari bir nizamla (Nazm) zuhur etmesi hadisesidir.

4. ZEMAHŞERÎ USÛLÜ: “EN MÜKEMMEL ÖRNEK” (Tatbikat: Belâgî Tefsir)

Zemahşerî (ö. 538 H), Cürcânî’nin “Nazm” usûlünü nazarî (teorik) bir ilke olmaktan çıkarıp, onu Kur’an-ı Kerim’in tamamına tatbik eden ve “Belâgî Tefsir” mektebini kuran âlimdir. Onun usûlü, bir tefsir metodolojisidir.

a. Temel İlke: Cürcânî’nin Usûlünü “Alet” Olarak Kullanmak
Zemahşerî, el-Keşşâf (Keşfeden) adlı tefsirinde, Cürcânî’nin “Nazm” ve “Meâni’n-Nahv” usûllerini bir alet çantası gibi kullanır. O, Kur’an ayetlerinin gramer yapısının (Nazm) altında yatan (derûnî) belâgî manaları keşfe odaklanır.
• İzah: Cürcânî “Mimarinin nasıl olması gerektiğini” teorik olarak çizmişse, Zemahşerî o teorik planı alıp “İşte bu mimarinin en mükemmel tatbikatı Kur’an’dır” diyerek, binayı (Kur’an’ı) sütun sütun, kemer kemer tahlil etmiştir.

b. Metodoloji: “Belâgî Soru” Sormak
Zemahşerî’nin usûlü, el-Keşşâf’ın her satırında şu belâgî soruları sormaktır:
• Niçin Bu Lafız? (Lafız Seçimi- Askerî’nin usûlü): Allah, neden “Havf” değil de “Haşyet” dedi? Neden “Yağmur” (Matar) değil de “Su” (Mâ’) indirdik dedi?
• Niçin Bu Nazm (Diziliş)? (Nazm – Cürcânî’nin usûlü): Neden fiil öne alındı (takdim)? Neden mef’ul (nesne) sona bırakıldı (te’hir)?
• Niçin Bu Gramer Yapısı? (Meâni’n-Nahv – Cürcânî’nin usûlü): Cümle neden isim cümlesi de fiil cümlesi değil? Bu kelime neden marife (el- ile) geldi? Bu harf-i cer (edat) burada hangi derûnî manayı katıyor?
• Alternatifi Olsaydı Ne Olurdu? Zemahşerî’nin usûlünün en çarpıcı yanı budur. O, ayetin mevcut nazmı ile, akla gelebilecek alternatif bir ifade arasındaki anlam farkını (nükte) ortaya koyar. Bunu yaparak, Kur’an’ın seçtiği Nazm’ın, o manayı ifade etmek için mümkün olan tek ve en mükemmel yol olduğunu aklen de isbat etmeye çalışır.

c. Gaye: İ’câzı “Tafsilatıyla” Göstermek
Zemahşerî’nin usûlü, Kur’an’ın i’câzının (mucizevî yapısının) sadece genelinde değil, en küçük teferruatında (bir harfin, bir harekenin tercihinde) bile zahir olduğunu göstermektir. O, metnin hiçbir unsurunun tesadüfî veya lüzumsuz (haşv) olmadığını, her birinin İlahî bir maksada ve belâgî bir nükteye hizmet ettiğini tahlil eder.

Hülâsa (Zemahşerî Usûlü): Belâgat; Cürcânî’nin “Nazm” teorisini bir tefsir metodolojisi haline getirerek, “en mükemmel örnek” olan Kur’an-ı Kerim’in, neden en mükemmel olduğunu her harf ve terkip seviyesinde tahlil etme ve isbat etme usûlüdür.

 

===============•-•===============

 

AYETEL KÜRSİNİN BELAĞATI

 

Âyetü’l-Kürsî (Bakara 255), Kur’ân-ı Kerîm’deki Tevhîd akîdesinin (inancının) en vecîz (özlü), en küllî ve belâgat (retorik) açısından en yoğun şekilde nazmedildiği (tertip edildiği) âyet-i kerîmedir.
Bu âyet, “Neden bu lafızla ve bu nazımla?” sualinin cevabıdır. O, Allah Teâlâ’nın (C.C.) Zâtı’nı beşer (insan) idrâkine nasıl tasvir ettiğinin zirvesidir.
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, Hayy’dır (daima diridir), Kayyûm’dur (her şeyin varlığı O’na bağlıdır). O’nu ne bir uyuklama (sinetün) tutabilir, ne de bir uyku (nevm). Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek kimdir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını (önlerindekini ve arkalarındakını) bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şeyi aslâ kavrayamazlar. O’nun Kürsî’si (hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na aslâ ağır gelmez. O, Yüce’dir, Büyük’tür.” (Bakara, 2/255)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu mûcizevî nazım (tertip) üzerinde tatbik (uygulama) edelim:

Küllî Tahlil: “el-Fasl” (Ayırma) Sanatının Hâkimiyeti
Âyetü’l-Kürsî, nazmına (tertibine) küllî bir nazarla (bakışla) bakıldığında, onun 10 civârında müstakil (bağımsız) cümleden oluştuğu görülür. Bu cümlelerin arasına (pek az istisnâ dışında) “ve” (و) bağlacı konulmamıştır.
* “Allahu lâ ilâhe illâ Hû.” (Durak)
* “El-Hayyu’l-Kayyûm.” (Durak)
* “Lâ te’huzuhû sinetun ve lâ nevm.” (Durak)
Bu, daha evvel tahlil ettiğimiz **”el-Fasl” (Ayırma Sanatı) **dır.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu sıfatları (vasıfları) “Allah O’dur ve Hayy’dır ve Kayyûm’dur…” şeklinde “Vasl” (Bağlama) ile değil de “Fasl” (Ayırma) ile nazmetmiştir (tertip etmiştir)?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü bu cümlelerin her biri, bir öncekinin açıklaması (Beyân) veya pekiştirmesi (Te’kîd) olduğu için aralarında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) vardır. “El-Hayyu’l-Kayyûm” demek, “Lâ ilâhe illâ Hû” (O’ndan başka ilâh yoktur) demenin delili ve açıklamasıdır. Aralarına bağlaç koymak, bu mükemmel mantıkî (mantıksal) bütünlüğü zayıflatırdı.
* Netice: Âyetin nazmı (tertibi), Tevhîd’in (Allah’ın birliğinin) tek bir delile değil, her biri kendi başına birer mutlak hakikat (gerçek) olan, sarsılmaz deliller zincirine dayandığını “Fasl” (Ayırma) sanatı ile tasvir eder.
Cümle Cümle Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “Lâ te’huzuhû sinetun ve lâ nevm” (O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku)
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım) ve Lafız Seçimi.
* Tahlil: Bu cümle, bir önceki “el-Kayyûm” (her şeyi ayakta tutan) sıfatının (vasfının) Beyânı’dır (açıklamasıdır) (Bu yüzden araları “Fasl”dır [ayrılmıştır]). “Kayyûm” olabilmek için, kesintisiz (dâimî) bir kudret gerekir.
* Lafız (Söz) Hikmeti: Âyet, “Lâ yenâmu” (O uyumaz) demez. Ondan daha lâtîf (ince) olanı, uykunun başlangıcı olan “sinetun” (سِنَةٌ – uyuklama, gaflet ânı) lafzını (sözünü) seçer.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): O, “uyumaz” değil; O’nu uykunun en hafif başlangıcı olan uyuklama dahi tutamaz. Bu “Kinâye”, O’nun (C.C.) “Kayyûm”luğunun ve “Hayy” (diri) oluşunun mükemmel ve kesintisiz olduğunu, en ufak bir gaflet veya noksanlığın O’na (C.C.) ârız olamayacağını tasvir eder.

2. “Lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ard” (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur)
* Sanat: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Tahlil: Arap dilinde normal nazım (tertip) “Mâ fi’s-semâvâti… Lehû” (Göklerdeki şeyler… O’nundur) şeklinde olabilirdi.
* Nazmın Hikmeti (Tahsîs): Allah Teâlâ (C.C.), “Lehû” (لَهُ – O’nun içindir/O’nundur) lafzını (sözünü) öne alarak (Takdîm), mülkiyeti sınırlandırmıştır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Mânâ (Anlam), “Göklerdekiler O’nundur” değil; “Sâdece ve sâdece O’nundur, başkasının aslâ değildir” şekline dönüşür. Bu “Takdîm” (Öne Alma), mülkteki (egemenlikteki) şirki (ortak koşmayı) (meselâ ‘falanca azîz de göklerde tesir sahibidir’ inancını) temelinden yıkan bir belâgat (retorik) hamlesidir.

3. “Men zellezî yeşfe’u ‘indehû illâ bi-iznih” (İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek kimdir?)
* Sanat: İstifhâm-ı İnkârî (İnkâr Amaçlı Retorik Soru).
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.), doğrudan (sarih) bir haber cümlesiyle “Kimse O’nun (C.C.) katında izinsiz şefaat edemez” (Lâ yeşfe’u…) dememiştir.
* Nazmın Hikmeti (Tehdîd ve Ta’zîm): O, (hâşâ) “Kimmiş o cüreti gösterecek?” meâlinde (anlamında) bir “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru) nazmını (tertibini) seçmiştir. Bu nazım (tertip):
* Allah’ın (C.C.) azametini (büyüklüğünü) yüceltir (Ta’zîm).
* O’nun (C.C.) izni olmadan böyle bir şeye cüret etmeyi düşünebilecek her varlığı aşağılar (Tahkîr) ve tehdit eder (Tehdîd).
* Bu nazım (tertip), sâdece bir yasağı bildirmekle kalmaz, o yasağı çiğnemeyi imkânsız kılan bir heybeti ve azameti de tasvir eder.

4. “Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum” (O, onların önlerindekini ve arkalarındakını bilir)
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma).
* Tahlil: “Beyne eydîhim” (önlerindeki – gelecek, bildikleri, zâhirî ile “mâ halfehum” (arkalarındaki – geçmiş, bilmedikleri, derûnî lafızları (sözleri) arasında bir Tıbâk (zıtlık) vardır.
* Nazmın Hikmeti (İhâta): Belâgatta (Retorikte) iki zıt kutbu zikretmek, o iki kutup dâhil aralarındaki her şeyi kuşatmak (İhâta) mânâsındadır (anlamındadır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): O (C.C.), sâdece geçmişi ve geleceği değil; zâhirî olanı ve derûnî olanı, bildiklerini ve bilmediklerini, yâni her şeyi bilir. Bu “Tıbâk” nazmı (tertibi), İlâhî İlmin (Bilginin) mutlak kuşatıcılığını (İhâta) tasvir eder.

5. “Vesi’a Kürsiyyuhu’s-semâvâti ve’l-ard” (O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kaplamıştır)
* Sanat: İsti’âre (Metafor/Eğretileme) veya Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Bu, âyetin zirvesidir. “Kürsî” lafzı (sözü) nedir?
* Tecsîm (Somutlaştırma): Zâhirî mânâsıyla (anlamıyla), Allah’ın (C.C.) azametinin (büyüklüğünün) bir tecellîsi olan, yaratılmış en büyük cisimlerden biri olan ve gökleri ve yeri kaplayan (Vesi’a) bir varlıktır. Bu nazım (tertip), Allah’ın (C.C.) azametini (büyüklüğünü), mahlûkâtının (yarattıklarının) azameti (büyüklüğü) üzerinden tasvir eder.
* İsti’âre (Metafor): Bazı müfessirlerin (İbn Abbâs [R.A.] gibi) işaret ettiği derûnî mânâ (anlam) ile “Kürsî”, O’nun (C.C.) İlmi (Bilgisi) veya Mülkü (Hükümranlığı) için bir “İsti’âre”dir (ödünç alınmıştır). “Kürsî”, ilim ve saltanat makamıdır.
* Nazmın Hikmeti: Her iki durumda da nazmın (tertibin) faaliyeti aynıdır: İnsanın idrâk etmekten âciz olduğu “İlâhî Azamet”, “İlim” veya “Mülk” gibi mücerret (soyut) hakikatleri (gerçekleri), muhatabın (dinleyenin) zihninde gökleri ve yeri kaplayan (Vesi’a) muazzam bir müşahhas (somut) tasvir ile “Tecsîm” (Somutlaştırma) etmektir.

6. “ve lâ yeûduhû hifzuhumâ” (Onları koruyup gözetmek O’na aslâ ağır gelmez)
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Lafız (Söz) Hikmeti: Âyet “O’nu yormaz” (Lâ yu’yîhi) demez. Çok daha lâtîf (zarif) olan “Lâ yeûduhû” (لَا يَئُودُهُ) lafzını (sözünü) seçer. “Evd” (أَوْد), bir şeyin ağır gelmesi, bel bükmesi, yük olması demektir.
* Nazmın Hikmeti (Kinâye): Bu nazım (tertip), O’nun (C.C.) kudretinin mükemmelliğinden kinâyedir. Gökleri ve yeri (hifzuhumâ) koruyup gözetmek O’na (C.C.) zor gelmek veya O’nu yormak şöyle dursun, O’na (C.C.) en ufak bir ağırlık veya meşakkat dahi vermez. Bu, “el-Kayyûm” sıfatının (vasfının) ve “O’nu uyuklama tutmaz” hakikatinin (gerçeğinin) nihaî (son) pekiştirmesidir (te’kîdidir).

Nihaî (Son) Netice
Âyetü’l-Kürsî’nin nazmı (tertibi), sâdece bir bilgi listesi değildir. O, belâgat (retorik) sanatlarının tamâmını kullanarak Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eden ilâhî bir nazımdır (tertiptir).
* Fasl (Ayırma) ile delillerin (isbatların) müstakil (bağımsız) gücünü;
* Takdîm (Öne Alma) ile mülkün sâdece O’na (C.C.) âit olduğunu (Tahsîs);
* İstifhâm-ı İnkârî (Retorik Soru) ile azametini (büyüklüğünü) ve şefaatteki mutlak hâkimiyetini;
* Kinâye (Dolaylı Anlatım) ile kudretindeki ve hayatındaki noksansızlığı (kusursuzluğu) (uyuklama tutmaz, ağır gelmez);
* İsti’âre (Metafor) (Kürsî) ile de idrâk edilemez (anlaşılamaz) olan azametini (büyüklüğünü) müşahhas (somut) kılmayı (Tecsîm)
…mûcizevî bir şekilde bir araya getirir.

===============•-•===============

 

İHLAS SURESİNİN BELAĞATI

 

İhlâs Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in “üçte birine denk” olma şerefini kazanmıştır; zîrâ o, sâdece dört kısa âyet içinde, Tevhîd akîdesinin (inancının) ne olduğunu (İsbât) ve ne olmadığını (Nefiy / Reddiyye) belâgat (retorik) sanatlarının en mûcizevî nazmıyla (tertibiyle) ortaya koyar.
Bu Sûre, “Neden bu lafızla ve bu nazımla?” sualinin cevabıdır.
Önce Sûre-i Celîleyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “De ki: O, Allah’tır, bir tektir (Ehad).” (1)
> “Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir).” (2)
> “O, doğurmamış ve doğrulmamıştır.” (3)
> “O’na hiçbir şey denk olmamıştır.” (4)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu mûcizevî nazım (tertip) üzerinde tatbik (uygulama) edelim:
Küllî Tahlil: “el-Fasl” (Ayırma) Sanatının Hâkimiyeti
Tıpkı Âyetü’l-Kürsî’de olduğu gibi, bu Sûre’nin ilk üç âyeti arasında “ve” (و) bağlacı yoktur (el-Fasl).
* “Kul Huvallâhu Ehad.” (Durak)
* “Allâhu’s-Samed.” (Durak)
* “Lem yelid ve lem yûled.” (Durak)
* Sual: Neden “O Ehad’dir ve Samed’dir ve doğurmamıştır…” şeklinde “Vasl” (Bağlama) ile değil de “Fasl” (Ayırma) ile nazmedilmiştir (tertip edilmiştir)?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü bu cümlelerin her biri, bir öncekinin açıklaması (Beyân) ve delilidir (isbatıdır). Aralarında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) vardır.
* “Allâhu’s-Samed” (Allah Samed’dir) demek, O’nun (C.C.) neden “Ehad” (Tek) olduğunun açıklamasıdır. (Çünkü her şey O’na muhtaçsa ve O [C.C.] hiçbir şeye muhtaç değilse, O [C.C.] elbette “Ehad”dir [Tektir]).
* “Lem yelid ve lem yûled” (Doğurmamış ve doğrulmamıştır) demek, O’nun (C.C.) neden “Samed” (Muhtaç olmayan) olduğunun açıklamasıdır. (Çünkü “doğurmak” veya “doğrulmak” [tevellüd], muhtaç olmayı [ihtiyâcı], cinsten olmayı ve sonradan olmayı [hâdis] gerektirir. O [C.C.] bunlardan münezzehtir [uzaktır], yâni “Samed”dir).
* Netice: Bu “Fasl” (Ayırma) nazmı (tertibi), Sûre’nin her âyetini bir öncekinin delili (isbatı) yaparak, Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) sarsılmaz bir mantıkî (mantıksal) ve akîdevî (inançsal) bir kaleye dönüştürür.

Âyet Âyet Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “Kul Huvallâhu Ehad” (De ki: O, Allah’tır, Ehad’dir [Tektir])
* Sanat: Lafız Seçimi (“Ehad” vs. “Vâhid”).
* Tahlil: Sûre, “De ki!” (Kul) emriyle başlar. Bu, cevabın Resûlullah’ın (S.A.V.) şahsî (kişisel) görüşü değil, ilâhî bir tebliğ ve ilân olduğunu gösterir.
* Nazmın (Tertibin) Hikmeti (Neden “Ehad” [أَحَدٌ] da “Vâhid” [وَاحِدٌ] değil?):
* “Vâhid” (Vâhid), matematikte “bir” demektir. “Bir” (vâhid) den sonra “iki” (isnân) gelir. “Vâhid”, sayılabilir (adedî) bir birliğin parçasıdır.
* Fakat “Ehad” (Ehad), “bir” demek değildir. “Ehad”, benzersiz, türdeşsiz, parçası (cüz’ü) olmayan, ikincisi (sânîsi) olmayan, bölünemeyen (inkısâm kabul etmeyen) ve sayılamayan mutlak “TEK” demektir.
* Netice: Allah Teâlâ (C.C.), Zâtı’nı (Zât’ını) tasvir (betimleme) için “Vâhid” lafzını (sözünü) değil, sâdece O’na (C.C.) mahsus olan “Ehad” lafzını (sözünü) seçerek, Zâtı’nın (Zâtı’nın) her türlü “parça”, “cüz” (Hristiyanlıktaki ‘teslîs/üçleme’ gibi) veya “sayı” fikrinden münezzeh (uzak) olduğunu daha ilk âyetten ilân etmiştir.

2. “Lem yelid ve lem yûled” (O, doğurmamış ve doğrulmamıştır)
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ve Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma).
* Tahlil: Bu âyet, “Samed” (Hiçbir şeye muhtaç olmayan) sıfatının (vasfının) açıklamasıdır (beyânıdır).
* Nazmın Hikmeti 1 (Tıbâk): “Yelid” (doğurmak – asl [esas] olmak) ile “Yûled” (doğrulmak – fer’ [dal/parça] olmak) arasında tam bir Tıbâk (zıtlık) vardır. Bu iki zıt kutbu zikretmek, O’nun her türlü üreme (tenâsül), cinsten olma ve bir aslın (esasın) neticesi olma fikrinden münezzeh (uzak) olduğunu (İhâta) gösterir.
* Nazmın Hikmeti 2 (Takdîm): Âyet, neden “doğrulmamıştır” (lem yûled) değil de, “doğurmamıştır” (lem yelid) lafzını (sözünü) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (İhtimâm): Çünkü Sûre’nin indiği dönemde muhataplar (Mekke müşrikleri “Melekler Allah’ın kızlarıdır”, Hristiyanlar “Îsâ [A.S.] Allah’ın oğludur”, Yahudiler “Üzeyir [A.S.] Allah’ın oğludur” diyorlardı) arasında en yaygın olan şirk (ortak koşma) fikri, Allah’a “çocuk isnat etme” (veled) fikriydi, yâni “Lem yelid” (doğurmamıştır) kısmının reddettiği fikirdi. Kur’ân nazmı (tertibi), “en mühim (ehem) olanı öne alma” (Takdîm li’l-İhtimâm) kaidesiyle (kuralıyla), en yaygın ve en tehlikeli olan şirki ilk önce reddetmiştir.

3. “Ve lem yekûn lehû kufuven ehad” (O’na hiçbir şey denk olmamıştır)
* Sanat: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma) -> Tahsîs (Sınırlama).
* Tahlil: Bu âyetin Arapça nazmı (tertibi), belâgat (retorik) açısından mûcizevîdir.
* Normal Nazım (Tertip) Şöyle Olabilirdi: “Ve lem yekûn ehadun kufuven lehû.” (Ve hiç kimse O’na (C.C.) denk değildir.)
* Kur’ânî Nazım (Tertip) İse Şöyledir: “Ve lem yekûn lehû (O’NA) kufuven ehad.”
* Sual: Neden “lehû” (O’na) zarfı (tümleci), cümlenin normal yerinden alınıp “küfüven” (denk) kelimesinden bile öne alınmıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Tahsîs ve İhtimâm): Bu, Fâtiha Sûresi’ndeki “İyyâke” (Sâdece Sana) tahlilimizle aynı kaidedir (kuraldır). “Lehû” (لَهُ – O’na) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), mânâyı (anlamı) sınırlandırır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı):
* Normal nazım (tertip) sâdece “Hiç kimse O’na (C.C.) denk değildir” derdi.
* Fakat bu “Takdîm” nazmı (tertibi) şu mânâyı (anlamı) verir: “Mahlûkât (yaratılmışlar) arasında (kısmen) birbirine denklik (‘küfüv’) olabilir; ancak söz konusu ‘LEHÛ’ (O’NA) [Allah’a (C.C.)] gelince, sâdece O’na (C.C.) mahsus olarak hiçbir denk (küfüv) aslâ ve kat’â olmamıştır ve olmayacaktır.”
* Netice: Bu “Takdîm” (Öne Alma), Sûre’nin başındaki “Ehad” (Benzersiz Tek) hakikatini (gerçeğini), Sûre’nin sonunda “Lehû” (Sâdece O’na) nazmı (tertibi) ile yeniden perçinler.
Küllî (Bütüncül) Netice
İhlâs Sûresi’nin nazmı (tertibi), sâdece “Allah (C.C.) birdir” diyen basit bir ilân değildir. O, ilâhî bir belâgat (retorik) mûcizesidir ki:
* Lafız Seçimi (“Ehad” ile) O’nun (C.C.) bölünemez Tek olduğunu;
* Lafız Seçimi (“Samed” ile) O’nun (C.C.) muhtaç olmadığını (ihtiyaçsızlığını);
* Fasl (Ayırma) ile bu sıfatların (vasıfların) birbirinin delili (isbatı) olduğunu;
* Takdîm (Öne Alma) (“lem yelid” ile) en yaygın şirki (ortak koşmayı) ilk hedef aldığını;
* Ve son âyetteki Takdîm (Öne Alma) (“lehû” ile) denk olmamanın (küfüv) sâdece O’na (C.C.) mahsus (Tahsîs) bir hakikat (gerçek) olduğunu
mükemmel bir Îcâz (özlülük) ile tasvir ve isbat eder.

===============•-•===============

KEVSER SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu Sûre, lafızların (sözlerin) en azıyla, mânâların (anlamların) en çoğunu ifade etmenin (Îcâz) ve muhataba (dinleyene) tesellî (tesellî) vermenin nazım (tertip) ile nasıl yapıldığının dersidir.
Önce Sûre-i Celîleyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “(Ey Muhammed!) Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik.” (1)
> “O hâlde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” (2)
> “Şüphesiz, asıl soyu kesik (ebter) olan, sana buğzedenin ta kendisidir.” (3)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu üç mûcizevî âyet üzerinde “tatbik (uygulama)” edelim:
Âyet Âyet Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “İnnâ a’taynâke’l-Kevser” (Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik)
Bu tek âyet, üç mühim belâgat (retorik) sanatı üzerine kuruludur:
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Ta’zîm (Yüceltme).
* Tahlil: Âyet, “Sana Kevser’i verdik” (A’taynâke’l-Kevser) şeklinde sâde bir haber cümlesi değildir. Başında “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz Biz) vardır.
* Hikmeti (Te’kîd): Sûre’nin nüzûl (iniş) sebebi, Resûlullah’a (S.A.V.) “Ebter” (Soyu kesik, sonu yok) diyerek onu tahkîr eden (aşağılayan) Munkirlere (inkârcılara) bir cevaptır. Muhatap “Munkir” (inkârcı) olduğu için, kelâmın (sözün) mutlaka “Te’kîd” (pekiştirme) ile başlaması gerekirdi.
* Hikmeti (Ta’zîm): Allah Teâlâ (C.C.), “İnnî” (Şüphesiz Ben) dememiş, “İnnâ” (Şüphesiz Biz) diyerek “Ta’zîm” (Yüceltme) zamirini kullanmıştır. Bu nazım (tertip), verilecek olan “Kevser” nimetinin azametini (büyüklüğünü), bizzat o nimeti Veren’in (Allah’ın [C.C.]) azametini (büyüklüğünü) vurgulayarak pekiştirir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“el-Kevser”- الْكَوْثَرَ).
* Hikmeti: “Kevser”, sâdece “çok” (kesîr) demek değildir. “Kevser”, mübâlağa (aşırılık) sîgasıdır (kipidir); yâni “bitmeyen, tükenmeyen, kesintisiz, mutlak çokluk” demektir. Bu “Îcâz” (özlülük) lafzı (sözü), hem dünyevî (Resûlullah’ın [S.A.V.] şânının [şanının] yüceliği, ümmetinin çokluğu, Kur’ân) hem de uhrevî (Âhiretteki Kevser Havuzu) bütün nimetleri içine alır. Bu lafız (söz), üçüncü âyetteki “Ebter” (kesik) lafzının (sözünün) tam zıddıdır (Tıbâk / Mukâbele).
* Sanat 3: Fi’l-i Mâzî (Geçmiş Zaman Kipi) Kullanımı.
* Tahlil: Âyet “Sana Kevser’i vereceğiz” (Se nu’tîke) dememiş, “verdik” (A’taynâ) demiştir.
* Hikmeti (Tahakkuk-i Vukû’): Bu, tahlil ettiğimiz “Vuku Bulmasının Kesinliği” sanatıdır. Bu, bir vaad değildir; bu, gerçekleşmiş, bitmiş, teslim edilmiş ve geri alınması imkânsız bir ilâhî bağıştır. Bu nazım (tertip), Resûlullah’ın (S.A.V.) kalbine derhâl (ânında) tesellî (tesellî) ve sekînet (huzur) verir.

2. “Fe salli li-Rabbike ve’nhar” (O hâlde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes)
* Sanat 1: “Fe” (فَ) Harfinin Kullanımı (Sürat ve Netice).
* Hikmeti: Âyet “Sümme salli” (Sonra namaz kıl) dememiş, “Fe salli” (O hâlde namaz kıl) demiştir. Bu “Fe” harfi, ikinci âyeti birinci âyete netice olarak bağlar.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Mademki Biz (İnnâ), sana o muazzam ‘Kevser’i (geçmiş zamanda, kesin olarak) verdik (A’taynâ); o hâlde (Fe), (bunun bir şükrânesi [şükrü] olarak) sen de…” Bu nazım (tertip), ibâdetin, alınan o muazzam nimete karşı doğrudan ve ara vermeksizin gösterilmesi gereken bir mukâbele (karşılık) olduğunu gösterir.
* Sanat 2: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma) -> Tahsîs (Sınırlama).
* Tahlil: Âyetin normal nazmı (tertibi), “Salli ve’nhar li-Rabbike” (Rabbin için namaz kıl ve kurban kes) olabilirdi.
* Kur’ânî Nazım (Tertip): “Salli li-Rabbike (Rabbin için namaz kıl) ve’nhar (ve [O’nun için] kurban kes).”
* Hikmeti (Tahsîs): Allah Teâlâ (C.C.), “li-Rabbike” (Rabbin için) kaydını öne alarak (Takdîm), yapılacak olan “namaz” (salli) ve “kurban kesme” (nehar) fiillerini (faaliyetlerini) sınırlandırmıştır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu, Fâtiha’daki “İyyâke na’budu” (Sâdece Sana kulluk ederiz) ile aynı belâgat (retorik) sanatıdır. Mânâ (Anlam) şudur: “Namazı ve kurbanı sâdece ve sâdece Rabbin için yap; Müşriklerin yaptığı gibi putlar (asnâm) veya başka bir gâye (maksat) için değil.” Bu “Takdîm” (Öne Alma), ibâdetteki Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) perçinler.

3. “İnne şânie’ke huve’l-ebter” (Şüphesiz, asıl soyu kesik olan, sana buğzedenin ta kendisidir)
Bu âyet, Sûre’nin zirvesidir ve “Te’kîd” (Pekiştirme) sanatının küllî bir tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* Sanat 1: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu âyet, birinci âyetin tam mukâbilidir (karşılığıdır).
* Âyet 1: “el-Kevser” (الْكَوْثَرَ) -> Mutlak bolluk, bereket, devamlılık.
* Âyet 3: “el-Ebter” (الْأَبْتَرُ) -> Mutlak kesiklik, bereketsizlik, sonu olmama.
* Hikmeti: Nazım (Tertip), Resûlullah’a (S.A.V.) “Kevser”i (bolluğu) isbat ederken, ona “Ebter” (kesik) diyene de “Ebter”liğin (kesikliğin) ta kendisini iâde eder.
* Sanat 2: Üç Katmanlı “Te’kîd” (Pekiştirme).
* Tahlil: Düşmanın iddiası (“Muhammed ebterdir”) çok cür’etkâr (cesur) bir iddiadır. Cevabın, o iddiayı tamamen ezmesi için en kuvvetli “Te’kîd” (pekiştirme) nazmıyla (tertip) gelmesi gerekir:
* “İnne” (إِنَّ): (Birinci Te’kîd – Şüphesiz).
* “Huve” (هُوَ): (İkinci Te’kîd – “O’dur / ta kendisidir”). Bu bir “Damîr’ul-Fasl”dır (Ayıraç Zamiri). Faaliyeti, “Ebter” (soyu kesik) olma sıfatını (vasfını) sâdece “şânie’ke” (sana buğzedene) has kılmaktır (Tahsîs / Kasr). Mânâ (Anlam): “Soyu kesik olan başkası değil, sâdece odur.”
* “el-Ebter” (الْأَبْتَرُ): (Üçüncü Te’kîd – “el-” takısı). Âyet “huve ebterun” (o, soyu kesik biridir) demez. “huve’l-Ebter” (O, bilinen, mükemmel, tam soyu kesik olanın ta kendisidir) der. Bu, “Ebter”liğin (soyu kesikliğin) bütün mânâsıyla (anlamıyla) onda (düşmanda) tahakkuk (gerçekleşme) ettiğini gösterir.
* Sanat 3: Lafız Seçimi / Müşâkele (Lâfzî Uyumluluk).
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), onların Resûlullah (S.A.V.) için kullandığı “Ebter” lafzını (sözünü) aynısıyla onlara iâde eder. Bu, tahlil ettiğimiz “Müşâkele” (Lâfzî Uyumluluk) sanatıdır. Onların fiilinin (faaliyetinin) (tahkîr/aşağılama) cezâsı (karşılığı), kendi kullandıkları lafızla (sözle), fakat hakikî (gerçek) mânâsıyla (anlamıyla) onlara döndürülmüştür.

Küllî Netice
Kevser Sûresi, üç âyetlik “Îcâz”ı (özlülüğü) içinde:
* Te’kîd (İnnâ) ve Fi’l-i Mâzî (A’taynâ) ile Habîbi’ne (S.A.V.) mutlak ve kesin bir tesellî (tesellî) verir.
* Lafız Seçimi (“Kevser”) ile bu tesellînin (tesellînin) sınırsızlığını ilân eder.
* “Fe” harfi ve Takdîm (“li-Rabbike”) ile bu nimete verilecek şükrün nasıl (ihlâslı/sâdece O’na ve ne zaman (derhâl/hemen) olacağını belirler.
* Ve Mukâbele (“Kevser” vs. “Ebter”) ve üç katlı Te’kîd (“İnne… huve’l-Ebter”) ile düşmanın iddiasını tamamen yıkar ve ona iâde eder.
Bu Sûre, “Neden bu nazımla?” sualinin cevabının, “en az lafızla (sözle) en büyük teselliyi vermek, en kesin hükmü (Tevhîd’i) bildirmek ve en güçlü düşmanı (fikren) mağlup etmek” olduğunu isbat etmektedir.

 

===============•-•===============

 

YASİN SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, “Kalbu’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Kalbi) nâmıyla meşhur olan Sûre-i Celîleyi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) nazarıyla (bakışıyla) tahlil etmek mühimdir.

Bu bölüm, Sûre’nin ana temasını (Risâlet’in [Peygamberliğin] İsbâtı ve İnkârcıların [Munkir] Hâli) ortaya koyan bir “hüccet” (delil) ve “inzâr”dır (uyarıdır).
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 1-12)
Önce âyet-i kerîmeleri iktibas edelim:
> İktibas ( Meali):
> (1) “Yâ Sîn.”
> (2) “Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki,”
> (3) “sen şüphesiz (inneke) peygamberlerdensin (le mine’l-murselîn).”
> (4) “Dosdoğru bir yol üzerindesin.”
> (5) “(Bu Kur’an,) Azîz (mutlak güç sahibi) ve Rahîm (çok merhametli) olan Allah tarafından indirilmiştir.”
> (6) “Babaları uyarılmamış, bu yüzden (fe) kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (indirilmiştir).”
> (7) “Andolsun ki (Lekad), onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmezler.”
> (8) “Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan halkalar (ağlâl) geçirdik. Bu yüzden (fe) başları yukarı kalkıktır.”
> (9) “Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik. Böylece onları kapattık; artık göremezler.”
> (10) “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir (sevâun); iman etmezler.”
> (11) “Sen ancak (İnnemâ), Zikr’e (Kur’an’a) uyan ve görmediği hâlde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte onu bir bağışlanma ve şerefli bir mükâfatla müjdele.”
> (12) “Şüphesiz Biz (İnnâ Nahnu), ölüleri diriltiriz ve (ve) onların önden gönderdiklerini ve (ve) eserlerini (âsârahum) yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (İmâm-ı Mübîn’de) sayıp dökmüşüzdür.”
>
Belâgat (Retorik) Kaidelerinin (Kurallarının) Tatbikatı (Uygulaması)
1. Kasem (Yemin) ve Çift Katmanlı “Te’kîd” (Pekiştirme) (Âyet 2-3)
* Nazım (Tertip): “Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki (Kasem), (1) şüphesiz (İnneke) sen, (2) muhakkak (Le) peygamberlerdensin (mine’l-murselîn).”
* Tatbik (Uygulama): Bu, “Te’kîd” (Pekiştirme) sanatının zirvesidir.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Resûlullah’a (S.A.V.) sâdece “Sen peygamberlerdensin” dememiş de, bu haberi (bilgiyi) üç katmanlı (Kasem + İnne + Lâm) bir “Te’kîd” (pekiştirme) ile perçinlemiştir?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Çünkü bu âyetin asıl muhatabı (dinleyeni) Resûlullah (S.A.V.) değil, O’nun (S.A.V.) risâletini (peygamberliğini) şiddetle inkâr eden (Munkir) Mekke müşrikleridir. Tahlil ettiğimiz gibi, muhatap “Munkir” (inkârcı) olduğunda, kelâmın (sözün) en kuvvetli pekiştirme nazmıyla (tertibiyle) gelmesi belâgat (retorik) icâbıdır (gereğidir). Bu nazım (tertip), inkârlarına (reddetmelerine) karşı bir “hüccet” (delil) ve “meydan okuma”dır (tahaddî).

2. “el-Fasl” (Ayırma) Sanatı (Âyet 4)
* Nazım (Tertip): “(Sen) Dosdoğru bir yol üzerindesin.”
* Tatbik (Uygulama): “el-Fasl ve’l-Vasl” (Ayırma ve Bağlama) sanatı.
* Sual: Neden 3. âyetten sonra “ve dosdoğru bir yol üzerindesin” denmemiş de, aradaki “Vâv” (ve) bağlacı hazf edilerek (kasıtlı olarak zikredilmeyerek) “Fasl” (Ayırma) yapılmıştır?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü “Dosdoğru bir yol üzerinde olmak” (‘Alâ sırâtin Müstakîm), “peygamberlerden olmak” (mine’l-mürselîn) vasfından (sıfatından) ayrı, yeni bir vasıf (sıfat) değildir. O, birincisinin açıklaması (Beyân) ve ayrılmaz bir parçasıdır. (Zâten peygamber olmanın kendisi, o yol üzerinde olmaktır). İki cümle arasında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) olduğu için araya bağlaç koymak (Vasl), bu bütünlüğü bozardı.

3. “Tıbâk” (Tezat) Yoluyla Lafız Seçimi (Âyet 5)
* Nazım (Tertip): “(Bu Kur’ân,) el-Azîz (Mutlak Güç Sahibi) (ve) er-Rahîm (Çok Merhametli) tarafından indirilmiştir.”
* Tatbik (Uygulama): “Tıbâk” (Tezat/Zıtlık) ve Lafız Seçimi.
* Sual: Neden Allah’ın (C.C.) isimleri arasından bu iki zıt kutup (Güç vs. Merhamet) seçilmiştir?
* Hikmeti (İhâta): Bu iki isim, Kur’ân’ın ve Risâlet’in (Peygamberliğin) iki aslî (esas) gâyesini (maksadını) temsil eder:
* “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi): Bu, O’nun (C.C.) “İnzâr”ına (uyarısına), “azâb”ına ve “hükmüne” delâlet (işaret) eder. Bu, O’na (C.C.) isyan etmenin (karşı gelmenin) neticesini (sonucunu) hatırlatır.
* “er-Rahîm” (Çok Merhametli): Bu, O’nun (C.C.) “Teşrî”ine (hüküm koymasına), “hidâyet”ine ve “rahmet”ine delâlet (işaret) eder. Bu, O’na (C.C.) itaat etmenin (boyun eğmenin) gâyesini (maksadını) (merhamete nâil [ulaşmak] olmayı) hatırlatır.
* Netice: Bu “Tıbâk” (zıtlık) nazmı (tertibi), Kur’ân’ın hem heybetinin (Azîz) hem de rahmetinin (Rahîm) kaynağının (aslının) “bir” (tek) olduğunu göstererek Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eder.

4. “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Âyet 8-9)
* Nazım (Tertip): “Biz, onların boyunlarına… halkalar (ağlâl) geçirdik… başları yukarı kalkıktır… önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik… göremezler.”
* Tatbik (Uygulama): Bu, “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatının zirvesidir.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “Onlar kibirli (mütekebbir), inatçı (anîd) ve kördürler (umyân)” gibi mücerret (soyut) lafızlar (sözler) değil de, bu dehşet verici müşahhas (somut) tasvirleri kullanmıştır?
* Hikmeti (Mücerredi Müşahhas Kılma):
* “Boyunlarına Halkalar… Başları Yukarı Kalkık” (Âyet 8): Bu, “kibir” (büyüklük taslama) ve “inat” (anîd) için yapılmış bir “İsti’âre”dir (ödünç almadır). Mücerret (Soyut) “kibir”, muhatabın (dinleyenin) zihninde somutlaştırılmıştır (Tecsîm). Kibirli insan, hakikate (gerçeğe) bakmak için başını eğemez; o, boynuna pranga (halka) vurulmuş gibi başı havada (mukmehûn) kalmıştır.
* “Önlerine ve Arkalarına Set” (Âyet 9): Bu, “cehâlet” (bilgisizlik) ve “gaflet” (habersizlik) için yapılmış bir “İsti’âre”dir. Onlar, önlerindeki hakikati (gerçeği) (Risâlet’i [Peygamberliği]) göremezler; arkalarındaki ibretlerden (geçmiş kavimlerin helâki) de ders alamazlar.
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), onların “küfr”ünün (inkârının) sâdece bir “tercih” olmadığını; bilâkis, o tercihin (kibir ve inadın) onların fıtratını (aslî yapısını) nasıl mahvetmiş (bozmuş), onları nasıl hareketsiz (prangalı) ve kör (set çekilmiş) bıraktığını, en sarsıcı müşahhas (somut) tasvirle ortaya koyar.

5. “Kasr / Tahsîs” (Sınırlama) Sanatı (Âyet 11)
* Nazım (Tertip): “Sen ancak (İnnemâ) Zikr’e uyan… kimseyi uyarabilirsin…”
* Tatbik (Uygulama): “Kasr” (Sınırlama) sanatı.
* Sual: Resûlullah (S.A.V.) herkesi uyarmıyor muydu? Allah Teâlâ (C.C.), neden O’nun (S.A.V.) uyarısını (inzâr) “İnnemâ” (إِنَّمَا – ancak, sâdece) edâtı (aracı) ile sınırlandırmıştır?
* Hikmeti (Sınırlamanın Gâyesi): Bu, fiilin (faaliyetin) kendisini değil, o fiilin (faaliyetin) faydasını (neticesini) sınırlandırır (Kasr-ı İddiâfî).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey Habîbim! Senin uyarın (inzâr) elbette umumîdir. Ancak, (Âyet 8-9’daki o prangalı ve kör olanlar değil) bu uyarıdan fayda görecek olanlar, sâdece ve sâdece (İnnemâ) Zikr’e (Kur’ân’a) uyan ve Rahmân’dan (korkuyla) korkanlardır.” Bu nazım (tertip), Resûlullah’ı (S.A.V.) tesellî (tesellî) eder ve O’nun (S.A.V.) gayretini (çabasını) fayda verecek yere yönlendirir.

6. “el-Vasl” (Bağlama) Sanatı (Âyet 12)
* Nazım (Tertip): “…onların önden gönderdiklerini (mâ kaddemû) ve (وَ) eserlerini (âsârahum) yazarız…”
* Tatbik (Uygulama): “el-Vasl” (Bağlama) sanatı.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki unsur arasına “Vâv” (ve) bağlacı koymuştur (Vasl)?
* Hikmeti (Hükümde Ortaklık): Çünkü:
* “Mâ kaddemû” (Önden gönderdikleri): İnsanın doğrudan yaptığı ameller (namaz, oruç, günah vb.).
* “Âsârahum” (Eserleri/İzleri): İnsanın ölümünden sonra geride bıraktığı dolaylı tesirler (iyi bir evlât, kötü bir çığır [yol], bir ilim eseri, bir fitne [anarşi]).
* Netice: Bu ikisi, farklı kategorilerdir (Biri doğrudan, biri dolaylı). Bu yüzden araları “Fasl” (ayrı) olamaz. Ancak, her ikisi de “yazılma” (nektubu) ve “hesâba çekilme” hükmünde ortaktır (müşterektir). İşte bu “hükümde ortaklığı” (İştirâk fi’l-Hükm) göstermek için aralarına “Vâv” (ve) bağlacı getirilmesi (Vasl), belâgat (retorik) açısından zorunludur.

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu ilk 12 âyetlik nazmı (tertibi), Risâlet’in (Peygamberliğin) hakikatini (gerçeğini) en kuvvetli Te’kîd (pekiştirme) ile isbat ederken; inkârın (reddetmenin) hakikatini (gerçeğini) de en dehşetli İsti’âre (metafor) ve Tecsîm (somutlaştırma) ile tasvir eden, öğrendiğimiz bütün belâgat kaidelerinin (kurallarının) tatbik edildiği mûcizevî bir derstir.

===============•-•===============


Bu, Yâsîn Sûresi’nin kalbi sayılan ve Sûre’nin aslî (esas) mesajını (Risâlet [Peygamberlik], İnkâr [Reddetme] ve Âkıbet [Sonuç]) bir kıssa (hikâye) yoluyla tasvir eden “Ashâb-ı Karye” (Şehir Halkı) bölümüdür.
Bu kıssa, Sûre’nin başındaki o ilk 12 âyetlik teorik ve itikadî uyarının, tarihî ve müşahhas (somut) bir “tatbikatı”dır. Şimdi, öğrendiğimiz belâgat kaidelerini (kurallarını) bu muazzam nazım (tertip) üzerinde tatbik edelim:

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 13-27)

1. Kıssanın Gâyesi (Maksadı): “Mesel” (Misal) Getirme Sanatı (Âyet 13)
> İktibas (Meali): “(Ey Muhammed!) Onlara, o şehir halkını misal (Meselen) getir. Hani onlara elçiler gelmişti.” (Yâsîn, 13)
>
* Sanat: Tekrâru’l-Kıssa (Kıssayı Tekrar Etme) ve İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden burada bir kıssa (hikâye) anlatacağını değil de, bir “Mesel” (Misal/Benzetme) getireceğini söylemiştir?
* Hikmeti: Çünkü bu kıssa (hikâye), sâdece geçmişte yaşanmış (yaşanmış) bir tarihî (tarihsel) vak’a (olay) olsun diye anlatılmamaktadır. Bu kıssa, o an Kur’ân’ın muhatabı olan Mekke müşriklerinin (puta tapanların) durumuna birebir benzeyen (müşâbih olan) bir “Misal” (Mesel) olarak, yâni bir “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) olarak getirilmiştir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey Mekke halkı! Bu kıssayı (hikâyeyi) dinleyin; zîrâ o ‘şehir halkı’ (Ashâb-ı Karye) sizsiniz, o ‘elçiler’e (Rusul) yapılan muâmele de sizin Peygamberinize (S.A.V.) yaptığınız muâmeledir. Onların âkıbetine bakın da, kendi âkıbetinizi görün!” Bu nazım (tertip), kıssanın ibret (ders) gâyesini (maksadını) en başından kilitler.

2. “Te’kîd” (Pekiştirme) Sanatının Tırmanışı (Âyet 14-16)
Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesinin (kuralının) mükemmel bir tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* 1. Aşama (Haber Verme):
> “…fe kâlû İnnâ ileykum murselûn.” (Dediler ki: “Şüphesiz (İnnâ) biz size gönderilmiş elçileriz.”) (Âyet 14)
>
* Tahlil: Elçiler, muhataplarının (dinleyenlerinin) inkâra (reddetmeye) meyilli olduğunu bildiklerinden, sözlerine bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) (“İnnâ”) ile başlarlar.
* 2. Aşama (Şiddetli İnkâr):
> “(Kavimleri) dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız (beşerun mislunâ)… Siz ancak yalan söylüyorsunuz (illâ tekzibûn).'” (Âyet 15)
>
* Tahlil: Kavim, sâdece “inanmıyoruz” dememiş, “Siz yalan söylüyorsunuz” diyerek en şiddetli inkâr (reddetme) (Munkir) mertebesine çıkmıştır.
* 3. Aşama (Te’kîd’in [Pekiştirmenin] Artırılması):
> “(Elçiler) dediler ki: ‘Rabbimiz biliyor ki, (1) Şüphesiz (İnnâ) biz size (2) muhakkak (Le) gönderilmiş elçileriz (murselûn).'” (Âyet 16)
>
* Hikmeti: Muhatabın (dinleyenin) inkârı (reddetmesi) şiddetlenince (Âyet 15), cevaptaki “Te’kîd” (pekiştirme) de şiddetlenmiştir (Âyet 16). Elçiler bu defa:
* “Rabbunâ ya’lemu” (Rabbimiz biliyor ki) (Yemin/Kasem kuvvetinde bir Te’kîd )
* “İnnâ” (Şüphesiz) (İkinci Te’kîd )
* “Le murselûn” (Muhakkak gönderilmişleriz) (Üçüncü Te’kîd – Lâm-ı Te’kîd)
…kullanmışlardır. Bu nazım (tertip), belâgatın (retoriğin) tam olarak “durumun gereğine” (muktezâ-i hâle) göre nasıl şekillendiğinin isbatıdır.

3. Kıssanın Zirvesi: “Raculun Yes’â” (Koşarak Gelen Adam) (Âyet 20)
> İktibas ( Meali): “Şehrin en uzak yerinden (min aksa’l-medîneti) bir adam (Raculun) koşarak (yes’â) geldi…” (Yâsîn, 20)
>
Bu âyetin nazmı (tertibi), üç mühim belâgat (retorik) hikmeti taşır:
* 1. “min aksa’l-medîne” (Şehrin en uzağından): Hakikate (Gerçeğe) dâvet (çağrı), şehrin merkezinden (elitlerinden, idârecilerinden) gelmemiştir; en uzaktan, kenar mahalleden, yâni halkın (avamın) içinden gelmiştir. Bu, dâvânın (inancın) sosyolojik (toplumsal) tabanını tasvir (betimleme) eder.
* 2. “Raculun” (رَجُلٌ – bir adam): Bu kelimenin “Nekre” (belirsiz) gelmesi, bir **”Kinâye”**dir (Dolaylı Anlatım). Bu, “Tahkîr” (aşağılama) değil, “Ta’zîm”dir (Yüceltme). Mânâsı (Anlamı) şudur: “O, sizin nazarınızda (bakışınızda) adı sanı bilinmeyen, makamı mevkii olmayan ‘herhangi bir adam’ (Raculun) olabilirdi; fakat o, Allah (C.C.) katında tek başına bir ümmet kıymetinde (değerinde) azîm (büyük) bir ‘Racul’ (Adam) idi.” Nazım (Tertip), ismine değil, fiiline (faaliyetine) odaklanır.
* 3. “Yes’â” (يَسْعَى – koşarak, çabalayarak): Nazım (Tertip), “yemşî” (yürüyerek) demez. “Lafız Seçimi” mûcizevîdir. “Yes’â” (Sa’y etmek), onun dâvâsının (inancının) aciliyetini, gayretini, heyecanını ve kavminin içine düştüğü tehlike karşısındaki hiddetini (öfkesini) tasvir eden bir fiildir.

4. “Hazf” (Sükût Etme) ve “Îcâz” (Özlülük) ile Gelen Şehâdet (Âyet 25-26)
Bu, “el-Hazf” (Sükût Etme Sanatı) tahlilimizin en parlak tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* Nazım (Tertip):
> (25) “…Ben sizin Rabbinize iman ettim, beni dinleyin (fe’sme’ûn)!”
> (26) “(Ona) ‘Cennete gir!’ denildi (Kîle’d-huli’l-Cenneh)…”
>
* Sual: Âyet 25 (Beni dinleyin!) ile Âyet 26 (Cennete gir!) arasında ne oldu? Adam nasıl öldü? Kavmi ona ne yaptı?
* Hikmeti (el-Hazf): Kur’ân nazmı (tertibi), o adamın nasıl linç edildiğini, taşlandığını veya öldürüldüğünü tasvir etmez; bu detayları hazfeder (sükût eder). Neden?
* 1. Îcâz (Özlülük): Çünkü o dünyevî (dünyayla ilgili) acının ve o vahşetin, İlâhî nazarda (bakışta) hiçbir ehemmiyeti yoktur.
* 2. Ta’zîm (Yüceltme): Bu “Hazf” (Sükût Etme), muhatabın (dinleyenin) nazarını (bakışını) sebepten (o acı verici, fânî [geçici] ölüm) alıp, doğrudan ebedî ve azametli neticeye (Cennet’e giriş) çeker. O adamın fedâkârlığı o kadar büyüktür ki, Allah Teâlâ (C.C.) onu ara duraklarda (ölüm, kabir) bekletmemiş, doğrudan “Cennete gir!” emrine mazhar (ulaşmış) kılmıştır. O acı ânı zikretmek (anmak), bu azameti (büyüklüğü) gölgelerdi.

5. Cennet’teki “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) (Âyet 26-27)
* Nazım (Tertip): “(Cennet’e giren o zât) dedi ki: ‘Keşke kavmim bilseydi! (Yâ leyte kavmî ya’lemûn) (26) Rabbimin beni bağışladığını (bi mâ ğafere lî Rabbî) ve beni ikrâm edilenlerden kıldığını (ve ce’alenî mine’l-mukremîn).'” (27)
* Sanat: İtnâb (Maksatlı Detaylandırma).
* Hikmeti: O “Racul” (Adam), Cennet’e girmiş, kurtulmuştur. Normalde (beşerî [insanî] nazarda [bakışta]) kendisini öldüren kavme bedduâ etmesi, “Helâk (Yok) olsunlar!” demesi beklenirdi.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Fakat o, Cennet’te bile dâvâsını (inancını) düşünür. Bu “İtnâb” (detaylı söz), onun merhametinin ve şefkatinin yüceliğini tasvir eder. Mânâ (Anlam) şudur: “Ah! Keşke beni öldüren o kavmim, şu an benim içinde bulunduğum bu affı (mağfireti) ve bu ikrâmı bilselerdi de (belki) onlar da iman ederlerdi!” Bu, bir dâvetçinin (çağıranın) ahlâkının zirvesidir.

Nihaî Netice
Ashâb-ı Karye kıssasının nazmı (tertibi), sâdece bir tarihî (tarihsel) anlatım değildir. O, Mekke’deki muhataplara ve kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere (inananlara) ve munkirlere (inkârcılara) bir “Mesel”dir (Misaldir).
Bu nazım (tertip);
* Te’kîd (Pekiştirme) ile inkârın (reddetmenin) derecesine göre dâvet (çağrı) üslûbunun nasıl ayarlanacağını,
* Lafız Seçimi (“Raculun Yes’â”) ile dâvâ (inanç) adamının kimliğinden çok gayretinin (“Yes’â” – koşmak) mühim olduğunu,
* Hazf (Sükût Etme) ile şehâdetin (şehitliğin) dünyevî (dünyayla ilgili) acısını hiçe sayıp, uhrevî (âhiretle ilgili) mükâfâtını (“Cennete gir!”) öne çıkardığını,
* İtnâb (Detaylandırma) ile de o mü’minin Cennet’te bile kavminin hidâyetini (doğru yolu bulmasını) dert edindiğini
…mûcizevî bir belâgatla tasvir eder.

===============•-•===============

 

Bu, Sûre’nin belâgat (retorik) açısından en zengin bölümlerinden biridir. Yâsîn Sûresi, (Âyet 1-12’de) itikadî (inanç) delilleri (isbatları) ve (Âyet 13-32’de) tarihî (tarihsel) delilleri (Ashâb-ı Karye) sunduktan sonra, şimdi (Âyet 33’ten itibaren) muhatabın (dinleyenin) inkâr (reddetme) edemeyeceği, her gün gözüyle gördüğü Kâinat (Tabiat) Âyetlerine (Delillerine) geçer.
Bu bölüm, Sûre’nin ana gâyesi (maksadı) olan “Tevhîd” (Allah’ın birliği) ve “Ba’s” (Öldükten Sonra Diriliş) hakikatlerini (gerçeklerini), öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerinin (kurallarının) zirvesi olan “İsti’âre” (Metafor) ve “Tıbâk” (Zıtlık) sanatlarıyla isbat eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 33-44)
1. “Ölü Toprak” ve “Diri Kalp” İsti’âresi (Âyet 33-35)
> İktibas ( Meali): “Ölü toprak (el-ardu’l-meyteh), onlar için bir delildir (âyetun). Biz, onu diriltiriz (ahyeynâhâ) ve ondan taneler (habben) çıkarırız da onlardan yerler… (33) …Pınarlar (uyûn) fışkırtırız… (34) …Ki onun ürününden (semerihî)… yesinler. Hâlâ şükretmeyecekler mi? (35)”
>
* Sanat: İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor) ve Tecsîm (Somutlaştırma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), Ashâb-ı Karye’nin (o “ölü” şehrin) helâkinden (yok olmasından) bahsettikten hemen sonra, neden “ölü toprak” (el-ardu’l-meyteh) misâline (örneğine) geçmiştir?
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Alâkası [İlgisi]): Bu nazım (tertip) mûcizevîdir. Bu, tahlil ettiğimiz İsti’âre (Metafor) sanatıdır.
* “el-Ardu’l-Meyteh” (Ölü Toprak): Bu, sâdece maddî (fiziksel) toprak için değil, aynı zamanda Sûre’nin başından beri bahsettiği gaflet ve kibir (büyüklük taslama) içindeki “kalb-i meyyit” (ölü kalp) için bir “İsti’âre”dir (ödünçtür).
* “Ahyeynâhâ” (Onu dirilttik): Bu, o ölü toprağı maddî su (yağmur) ile diriltmekten kinâyedir (dolaylı anlatımdır). Aynı zamanda, o “ölü kalbi” mânevî su (Vahiy/Kur’ân) ile diriltmekten kinâyedir (dolaylı anlatımdır).
* “Habben” (Tane) ve “Semerihî” (Meyvesi): Bunlar da, “Vahiy” (mânevî su) ile dirilen kalbin vereceği müşahhas (somut) neticeler (sonuçlar), yâni “İman” ve “Amel-i Sâlih” (iyi işler) için bir “İsti’âre”dir (ödünçtür).
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) gözüyle gördüğü müşahhas (somut) bir mûcizeyi (ölü toprağın baharda dirilişini), iki mücerret (soyut) hakikati (gerçeği) aynı anda isbat için kullanır:
* Maddî (Fiziksel) Dirilişin (Ölümden Sonra Ba’s’ın) mümkün olduğunu.
* Mânevî Dirilişin (Gâfil bir kalbin Hidâyet bulmasının) mümkün olduğunu.

2. Gece-Gündüz ve “Lafız Seçimi” Mûcizesi (Âyet 37)
> İktibas (TDV Meali): “Gece de onlar için bir delildir (âyetun). Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz (neslehu minhu’n-nehâr), bir de bakarlar ki karanlık içinde kalmışlardır.” (Yâsîn, 37)
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Gündüzü gideririz” (nuzîlu’n-nehâr) veya “Gündüzü alırız” (ne’huzü’n-nehâr) gibi basit bir lafız (söz) değil de, “Neslehu” (سَلْخُ – Sıyırırız) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Selh” (سَلْخ) kelimesi, Arapçada bir hayvanın derisini yüzmek için kullanılan vahşî (şiddetli) ve müşahhas (somut) bir fiildir (eylemdir).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “İsti’âre” (Metafor), muhatabın (dinleyenin) zihninde şu tasviri (betimlemeyi) canlandırır:
* Kâinatın (Tabiatın) aslî (esas) hâli “karanlıktır” (gece).
* “Gündüz” (nehâr), o aslî (esas) karanlığın üzerine giydirilmiş ince bir deri (cild), bir “kılıf” (gışâve) gibidir.
* Allah’ın (C.C.) kudreti, her akşam o “aydınlık deriyi”, bir kurbanı “sıyırır” gibi anîden ve kudretle çekip alır (neslehu) ve varlıklar aslî (esas) karanlık (zulmet) içinde kalırlar.
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), gece-gündüz değişimini (değişmesini) pasif ve alışılmış (normal) bir tabiat (doğa) olayı olmaktan çıkarır; onu her gün tekrarlanan aktif, kudretli ve dehşet verici bir İlâhî fiil (faaliyet) olarak “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

3. Güneş-Ay ve “Lafız Seçimi” Mûcizesi (Âyet 38-40)
> İktibas ( Meali): “…Güneş de kendi yörüngesinde (li-müstekarrin lehâ) akıp gider… (38) …Ay… (39) …Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler (yesbehûn).” (40)
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), gezegenlerin hareketi için neden “dönerler” (yedûrûn) veya “giderler” (yemşûn) lafızlarını (sözlerini) değil de, “Yesbehûn” (يَسْبَحُونَ – Yüzerler) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (İsti’âre): “Sibh” (سِبْح), suda “yüzmek” demektir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “İsti’âre” (Metafor), muazzam kütleli (ağır) Güneş ve Ay’ın o boşluktaki (felek) hareketini, bir yüzücünün (yüzenin) suyun içindeki hareketine benzetir. Bu nazım (tertip) şu mânâları (anlamları) “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder:
* Sürat ve Sükûnet: Yüzmek, hızlı ama sessiz ve sarsıntısız bir harekettir. O muazzam cisimler, kâinatta (tabiatta) sessizce ve sarsıntısızca akarlar.
* Kudret ve Nizam (Düzen): Yüzmek, itici bir güç (Allah’ın [C.C.] emri) ve içinde yüzülecek bir ortam (felek/yörünge) gerektirir.
* Desteksizlik (İ’timâdsızlık): Yüzücü, suyun üzerindedir, katı bir zemine basmaz. Bu nazım (tertip), o muazzam gezegenlerin hiçbir direğe veya desteğe (meselâ dağlara) basmadan, sâdece Allah’ın (C.C.) kudretiyle o boşlukta yüzdüğünü tasvir eder.

4. Gemi ve Nimet Mukâbelesi (Karşılaştırması) (Âyet 41-42)
> İktibas ( Meali):
> (41) “Onların soylarını dolu gemide (el-fulki’l-meşhûn) taşımamız da onlar için bir delildir (âyetun).”
> (42) “Ve (ve) onlar için, onun gibi (mislihî) binecekleri nice şeyler yarattık (halaknâ).”
>
* Sanat: el-Vasl (Bağlama) ve Mukâbele (Karşılaştırma).
* Tahlil: Bu nazım (tertip), iki farklı nimeti karşılaştırır:
* Âyet 41: “el-Fulki’l-Meşhûn” (Dolu Gemi) -> Bu, tahlil ettiğimiz Kinâye (Dolaylı Anlatım) sanatıdır. Bu, Hz. Nûh’un (A.S.) Gemisidir. İnsan neslinin (zürriyetinin) kurtarıldığı aslî (esas) ve mûcizevî nimettir (Geçmiş).
* Âyet 42: “mislihî mimâ yerkebûn” (Onun gibi bindikleri şeyler)-> Bu da insanların o aslî (esas) mûcizeden ilham alarak (veya Allah’ın [C.C.] öğretmesiyle) sonradan yaptıkları gemiler, develer ve diğer bineklerdir (Şimdi/Gelecek).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Mânâsı [Anlamı]): Aradaki “Vâv” (ve) bağlacı (Vasl), bu iki nimeti (aslî [esas] nimeti ve türetilmiş nimeti) birbirine bağlar. Allah Teâlâ (C.C.) bu nazımla (tertipler) şunu söyler: “Ey insan! Sizin bugün ‘kendi sanatınız (teknolojiniz)’ zannederek yaptığınız (42) o binekler ve gemiler var ya; onların aslî (esas) fikri, ilhamı ve mûcizesi (41) Bizim atalarınızı kurtardığımız o ilk mûcizevî gemiye (‘mislihî’- onun gibi) dayanır. Sizin ‘sanatınız’, Bizim ‘nimetimizin’ bir devamıdır.” Bu nazım (tertip), beşerî (insanî) sanatı (teknolojiyi) dahi İlâhî Rahmet’e bağlar.

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu Kâinat (Tabiat) Âyetleri bölümü, sâdece bir “astronomi” veya “biyoloji” dersi değildir. O, belâgat (retorik) sanatlarının en yücesi olan İsti’âre (Metafor) ve Lafız Seçimi sanatlarını kullanarak:
* “Ölü Toprak” misâli (örneği) ile Ba’s’ı (Dirilişi) ve Hidâyet’i (Doğru Yolu Bulmayı),
* “Gündüzü Sıyırmak” (Neslehu) misâli ile İlâhî Kudret’in dehşetini,
* “Gezegenlerin Yüzmesi” (Yesbehûn) misâli ile İlâhî Nizam’ın (Düzenin) sarsılmazlığını,
* “Nûh’un (A.S.) Gemisi” misâli (örneği) ile de beşerî (insanî) teknolojinin aslî (esas) kaynağının İlâhî Nimet olduğunu
…muhatabın (dinleyenin) gözü, kulağı ve aklı önünde müşahhas (somut) bir şekilde tasvir (betimleme) ve isbat eden ilâhî bir nazımdır (tertiptir).

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 45-68), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 33-44) sunulan o parlak “Kâinat (Tabiat) Delilleri”ne (Âyetlerine) karşı, inkârcı (munkir) insanın “inat”, “gaflet” ve “alaycılık” (tehekküm) ile nasıl mukâbele (karşılık) ettiğini ve bu mukâbelenin (karşılığın) dehşetli âkıbetini (sonucunu) tasvir eder.
Bu bölüm, “Muktezâ-i Hâl” (Sözün Durumun Gereğine Uygunluğu) kaidesinin (kuralının) tatbikat (uygulama) sahasıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 45-68)
1. “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) ile Tasvir Edilen İ’râz (Yüz Çevirme) (Âyet 45-46)
> İktibas ( Meali): “Onlara, ‘Önünüzdekinden (dünya) ve arkanızdakinden (âhiret) sakının ki size merhamet edilsin’ denildiğinde (yüz çevirirler). (45) Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki, ondan yüz çeviriciler (mu’ridîn) olmasınlar.” (46)
>
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Onlar inkâr (reddetme) ederler (yekfurûn)” veya “Onlar yalanlarlar (yukezzibûn)” gibi doğrudan (sarih) lafızlar (sözler) değil de, “Mu’ridîn” (Yüz Çeviriciler) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Kinâye): “İ’râz” (يُعْرِضُونَ), bedensel (fiziksel) bir fiildir (faaliyettir); “yüzünü başka bir tarafa çevirmek” demektir. Bu müşahhas (somut) fiil (eylem), onların mânevî ve derûnî hâllerinden “Kinâye”dir (dolaylı anlatımdır):
* Kibir (Büyüklük Taslama): Yüz çevirmek, muhatabı (dinleyeni) küçümsemektir (tahkîr).
* İnat (‘Anîd): Hakikati (Gerçeği) duymaya dahi tahammül edememektir.
* Kaçış (Firâr): Delil (İsbat) karşısında verecek cevap bulamayıp, o delilden (isbattan) kaçmaktır.
* Netice: “Mu’ridîn” (Yüz çeviriciler) lafzı (sözü), “Yekfurûn” (İnkâr [Reddetme] ederler) lafzından (sözünden) çok daha beliğdir (tesirlidir); zîrâ bu nazım (tertip), onların inkârının (reddetmesinin) sebebinin “delil (isbat) yetersizliği” değil, “kibir” ve “inat” olduğunu “Kinâye” yoluyla tasvir (betimleme) eder.

2. “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru) ile Alay Etme (Tehekküm) (Âyet 47)
> İktibas ( Meali): “Onlara, ‘Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden Allah yolunda harcayın’ denildiği zaman, inkâr (reddetme) edenler inananlara derler ki: ‘Allah dileseydi doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? (E nut’imu men lev yeşâullâhu et’ameh?) Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.'” (47)
>
* Sanat: İstifhâm-ı İnkârî (Alay ve İnkâr [Reddetme] Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Bu, onların “kader” (Allah’ın [C.C.] dilemesi) hakkında sordukları düşünceli bir soru mudur?
* Hikmeti (Tehekküm): Aslâ. Bu, sâdece cimriliklerini (buhl) örtmek ve mü’minlerle alay etmek (tehekküm) için kullanılan bir “İstifhâm-ı İnkârî”dir (retorik sorudur).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), onların bâtıl (asılsız) mantığını (mantıksal yapısını) tasvir eder: “Eğer bu fakirler gerçekten hak (doğru) yolda olsaydı, Allah (C.C.) onları zengin ederdi. Madem Allah (C.C.) onları fakir bırakmış, demek ki sizden de onlardan da râzı (hoşnut) değil. Biz neden O’nun (C.C.) irâdesine (isteğine) karşı gelip onları doyuralım?” Bu nazım (tertip), İlâhî Meşî’et’i (Dilemeyi) (Kaderi), beşerî (insanî) mes’ûliyeti (sorumluluğu) (İnfâk/Yardım) iptal etmek için nasıl bir safsata (boş söz) malzemesi yaptıklarını mûcizevî bir şekilde ortaya koyar.

3. “Lafız Seçimi” ve “Hazf” (Sükût Etme) ile Gelen Ânî (Ani) Azap (Âyet 48-50)
> İktibas ( Meali):
> (48) “Onlar, ‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit (vaad) ne zaman?’ derler.”
> (49) “Onlar, (dünyevî [dünyayla ilgili] işleri hakkında) çekişip dururlarken, kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesten (Sayhaten Vâhideten) başkasını beklemiyorlar.”
> (50) “O zaman (Fe) onlar ne bir vasiyette (tavsiyeten) bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.”
>
* Sanat: Lafız Seçimi (“Sayha”) ve el-Hazf (Kasıtlı Zikretmeme/Sükût Etme).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Allah Teâlâ (C.C.), onların “Ne zaman?” (Metâ?) sorusuna zaman ile cevap vermez. O (C.C.), o azâbın niteliği ile cevap verir: “Sayhaten Vâhideten” (Tek Bir Korkunç Ses/Çığlık). Bu lafız (söz), o âkıbetin (sonucun) süratini (hızını), ânîliğini (aniliğini) ve kuşatıcılığını (İhâta) tasvir eder.
* Tahlil (Hazf / Sükût): Âyet 50, bu “Sayha”nın (Çığlığın) süratini (hızını) “Hazf” (Sükût Etme) sanatı ile tasvir eder. O “Tek Ses” o kadar süratlidir (hızlıdır) ki, nazım (tertip) onların ölüm ânını (anını) veya azap detaylarını zikretmeye (anmaya) bile lüzûm (gerek) görmez (el-Hazf). Nazım (Tertip), sebepten (Sayha) doğrudan neticeye (sonuca) atlar: O ses, onların en mühim (önemli) dünyevî (dünyayla ilgili) faaliyetini (faaliyetini), yâni “vasiyet etmeyi” (tavsiye) bile bitirmelerine fırsat vermemiştir. Bu “Hazf” (Sükût Etme), süratin (hızın) ve dehşetin en beliğ (tesirli) tasviridir.

4. İkinci “Sayha” ve “Fucâ’et” (Ânîlik) (Âyet 53)
> İktibas (Meali): “Olan, sâdece tek bir korkunç sesten (Sayhaten Vâhideten) ibârettir. Bir de bakarsın (Fe izâ hum), hepsi birden (cemî’un) huzurumuzda hazır bulunurlar (muhdarûn).”
>
* Sanat: Tekrâr (Yineleme) ve “Fe” (فَ) + “İzâ’el-Fucâiyye” (إِذَا- Ânîlik ‘de…mı’) Edâtı (Aracı).
* Tahlil (Tekrâr): Nazım (Tertip), Âyet 49’daki “Sayhaten Vâhideten” lafzını (sözünü) burada (Diriliş için) tekrar eder. Bu, helâk (yok olma) edici Ölüm’ün de Diriltici Ba’s’ın (Dirilişin) da aynı ânîlikte (anilikte), aynı süratte (hızda) ve aynı kudretle (“Tek Ses”) olacağını gösterir.
* Tahlil (Ânîlik): Âyet, “Sümme hum muhdarûn” (Sonra onlar hazır olurlar) demez. “Sümme” (Sonra), arada zaman (mühlet) olduğunu gösterirdi. Nazım (Tertip), “Fe (Hemen ardından) izâ hum (bir de bakarsın ki…)” nazmını (tertibini) seçer. Bu, “İzâ’el-Fucâiyye”dir (Ânîlik Edâtı [Aracı]). Mânâ (Anlam) şudur: O “Tek Ses”in duyulması ile bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) Mahşer’de “hazır” (muhdarûn) olması arasında zaman yoktur. Sebep ile netice (sonuç) birdir.

5. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): Cennet ve Cehennem (Âyet 55-65)
Bu, tahlil ettiğimiz “Mukâbele” sanatının en parlak tatbikatıdır (uygulamasıdır). Nazım (Tertip), o “hazır edilen” (muhdarûn) iki grubu simetrik olarak karşılaştırır:
* Taraf 1: Cennet Ehli (Âyet 55-58) (Îcâz [Özlülük] ile İtnâb [Detaylandırma]):
* (55) “O gün Cennet ehli, zevkle meşguldürler (fî şuğulin fâkihûn).”
* (56) “Onlar ve eşleri gölgeliklerde (fî zilâlin), tahtlar (erâ’ik) üzerine kurulmuşlardır (mutteki’ûn).”
* (57) “Orada onlar için meyveler (fâkihetun) vardır… istedikleri her şey (mâ yedde’ûn) vardır.”
* (58) “Rahîm olan Rab’den ‘Selâm’ (Selâmun) (sözü) vardır.”
* Tahlil (İtnâb): Nazım (Tertip), Cennet’i detaylandırır (İtnâb). Bu, bir mükâfât (ödül) ve teşvik (özendirme) makamıdır. Tasvir ; Hâl (Durum) (zevkle meşgul), Mekân (gölgelik, taht), Nimet (meyve, her istedikleri) ve Nihaî (Son) Mükâfât (Rab’den [Efendi’den] “Selâm” [Esenlik]) olarak mükemmel bir tertip (diziliş) içindedir.
* Taraf 2: Cehennem Ehli (Mücrimler [Suçlular]) (Âyet 59-65) (Mukâbele):
* (59) “Ayrılın bugün (Vemtâzu’l-yevm)! …” (Cennet ehlinin “zevkle meşgul” [fâkihûn] ve “eşleriyle birlikte” olmasına mukâbil [karşılık], bunlar “ayrılır”, yâni kovulur ve yalnız kalırlar.)
* (60-61) “Size… şeytana tapmayın… Bana kulluk edin diye emretmedim mi?” (Cennet ehlinin “Rab”lerinden [Efendilerinden] “Selâm” [Esenlik] almasına mukâbil [karşılık], bunlar Rab’lerinden [Efendilerinden] “Azarlama” [Tevbîh] alırlar.)
* (64) “Girin (Islevhâ)!…” (Cennet ehlinin “gölgeliklere” [zilâl] ve “tahtlara” [erâ’ik] girmesine mukâbil [karşılık], bunlar “Ateş’e” girerler.)
* (65) “O gün onların ağızlarını mühürleriz (Nahtimu ‘alâ efvâhihim); (Cennet ehlinin “istedikleri her şeyi” [mâ yedde’ûn] söyleyip aldığı makama mukâbil [karşılık], bunlar “konuşma” hakkını kaybederler.) “…elleri bize konuşur, ayakları şâhitlik (şehâdet) eder…” (Bu, onların inkâr [reddetme] edemeyecekleri mutlak “Adâlet”ten Kinâyedir [dolaylı anlatımdır].)

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu bölümü, belâgat (retorik) sanatlarını kullanarak, inkârcı (munkir) mantığının (mantıksal yapısının) çürüklüğünü (“E nut’imu” – Biz mi doyuracağız?), inkârın (reddetmenin) kibrini (“mu’ridîn” – yüz çevirenler) ve o inkârın (reddetmenin) âkıbetinin (sonucunun) ânîliğini (“Sayhaten Vâhideten” – Tek Bir Ses) mûcizevî bir şekilde tasvir (betimleme) eder.
Nazmın (Tertibin) zirvesi ise, Kıyamet günü kurulacak olan o İlâhî Mîzân’ı (Denge/Adâlet), iki zıt kutbu (Cennet ve Cehennem) kelimesi kelimesine birbiriyle karşılaştıran o dehşetli “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatında tecellî (belirme) eder.

===============•-•===============

 

Yâsîn Sûresi’nin bu “Hâtime” (Sonuç) bölümü (Âyet 69-83), Sûre’nin başından beri işlenen üç ana temanın (Risâlet, Tevhîd ve Haşir [Diriliş]) nihaî (son) delillerini (isbatlarını) sunar ve inkârcıların (münkirlerin) en temel şüphelerini en beliğ (tesirli) nazımla (tertipler) reddeder.
Bu bölüm, “Neden bu nazımla?” sualinin akıl (aklî) ve nakil (naklî) delillerinin (isbatlarının) nasıl birleştiğini gösteren zirve noktasıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 69-83)
1. Risâlet’in (Peygamberliğin) Mâhiyetinin Tespiti (Âyet 69-70)
> İktibas ( Meali):
> (69) “Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik (ve mâ ‘allemnâhu’ş-şi’r). Bu, ona yaraşmaz da. O(na vahyedilen), ancak (in huve illâ) bir öğüt (Zikrun) ve apaçık bir Kur’an’dır.”
> (70) “(Aklen) diri (Hayyen) olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azap hükmünün) gerçekleşmesi için.”
>
* Sanat: Nefiy (Olumsuzlama) ve Kasr (Sınırlama) & Tıbâk (Zıtlık).
* Sual (Âyet 69): Allah Teâlâ (C.C.), neden Kur’ân’ın ne olduğunu (“Zikir”dir) söylemeden evvel, ne olmadığını (“Şiir değildir”) söyleme ihtiyacı hissetmiştir?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesidir (kuralıdır). Müşriklerin (puta tapanların), Kur’ân’ın belâgatı (retoriği) karşısındaki en yaygın ve en güçlü ithâmı (suçlaması) “Bu bir şiirdir (O şâirdir)” ithâmı (suçlaması) idi. Nazım (Tertip), belâgat (retorik) icâbı (gereği) olarak, ilk önce muhatabın (dinleyenin) zihnindeki bu en büyük şüpheyi ortadan kaldırır (Nefiy). Ardından “in huve illâ” (O, ancak…) edâtı (aracı) ile “Kasr” (Sınırlama) yaparak, hakikati (gerçeği) tespit eder: O, şiir değil, sâdece “Zikir”dir.
* Sanat (Âyet 70): Tıbâk (Zıtlık) / İsti’âre (Metafor).
* Tahlil: Kur’ân’ın gâyesi (maksadı) “diri (Hayyen) olanları uyarmaktır”.
* Hikmeti: Buradaki “diri” (Hayy), biyolojik (bedensel) hayattan ziyade, tahlil ettiğimiz İsti’âre (Metafor) sanatıdır. Bu, “kalbi diri”, “aklı diri”, yâni idrâki (anlayışı) açık olanlar için bir İsti’âredir (ödünçtür). Bu “diri”nin (Hayy) zıddı (aykırısı) ise, Sûre’nin başında (Âyet 8-9) “boyunlarına pranga (halka) vurulmuş”, “kör” ve “gaflet” içinde olarak tasvir edilen “ölü kalpliler”dir ki, onlar bu âyette “kâfirler” (el-kâfirîn) olarak zikredilmiştir. Nazım (Tertip), hidâyetin (doğru yolu bulmanın) ancak “kalp diriliği” ile mümkün olduğunu bu “Tıbâk” (zıtlık) ile tasvir (betimleme) eder.

2. Nankörlüğün Tasviri: “el-İstifhâm” (Soru) ve “el-Mukâbele” (Karşılaştırma) (Âyet 71-76)
> İktibas (Meali):
> (71) “Görmediler mi (E ve lem yerav)? Biz, onlar için… hayvanlar yarattık…”
> (72) “Onları kendilerine boyun eğdirdik (zellelnâhâ)…”
> (74) “(Bütün bunlara rağmen) onlar, Allah’tan başka ilâhlar edindiler…”
> (76) “O hâlde (Fe), onların sözleri seni üzmesin…”
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Sual (Âyet 71): Neden “Bakın, Biz yarattık…” değil de, “Görmediler mi?” (E ve lem yerav?) nazmı (tertibi) seçilmiştir?
* Hikmeti (İkrar Ettirme): Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu soru, cevap beklemez; muhatabı (dinleyeni), her gün gözüyle gördüğü ve inkâr edemeyeceği bir hakikati (gerçeği) (hayvanların onlara boyun eğdiğini) itiraf etmeye (ikrar etmeye) zorlar.
* Hikmeti (Mukâbele): Nazım (Tertip), Âyet 71-73’te Allah’ın (C.C.) fiillerini (faaliyetlerini) (Yarattık [Halaknâ], Boyun eğdirdik [Zellelnâ], ondan yerler, içerler) sıralar. Hemen ardından (Âyet 74) insanın mukâbil (karşılık) fiilini (faaliyetini) (“…Allah’tan başka ilâhlar edindiler [İttehazû]”) zikreder (anar). Bu keskin “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmı (tertibi), beşerî (insanî) nankörlüğün (küfrân-ı nimet) ve akılsızlığın (sefâhet) derinliğini tasvir etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

3. Haşr’in (Dirilişin) Aklî (Zihinsel) İsbâtı : “İsti’âre” (Metafor) ve “Tıbâk” (Zıtlık) (Âyet 77-80)
Bu, Sûre’nin ve Haşir (Diriliş) Risâlesi’nin (Bölümünün) zirvesidir.
> İktibas (Meali):
> (77) “İnsan, bizim onu **nutfe (sperm)**den yarattığımızı görmedi mi? Bir de bakarsın ki (Fe izâ huve), o, apaçık bir hasım (düşman) kesilmiştir.”
> (78) “Kendi yaratılışını unutup (nesiye halkahû) da bize bir misal (meselen) getirdi: ‘Çürümüş hâldeki şu kemikleri kim diriltecek?’ dedi.”
>
* Sanat (Âyet 77): “Fe” (فَ) + “İzâ’el-Fucâiyye” (إِDÂ – Ânîlik ‘de…mı’) Edâtı (Aracı).
* Tahlil: Bu nazım (tertip), tahlil ettiğimiz “Sayha” (Korkunç Ses) (Âyet 53) nazmı (tertibi) ile aynıdır: “Fe izâ hum…” (Bir de bakarsın…).
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), iki ânî (ani) ve hayret verici (Fucâ’et) hadiseyi (olayı) yan yana koyar:
* Âciz bir “nutfe”nin (spermin), ânîden “apaçık bir hasım” (Hasîmun Mubîn), yâni konuşan, tartışan, inkâr (reddetme) eden bir insana dönüşmesi. (Bu, birinci yaratılıştır).
* Muhatabın zihnine şunu getirir: Bu birinci ânî dönüşüme (Nutfe -> İnsan) hayret etmeyen, ikinci ânî (ani) dönüşüme (Kemik-> İnsan) nasıl hayret edip onu inkâr edebilir? Nazım (Tertip), birinci mûcizeyi ikinci mûcizeye delil (isbat) yapar.
* Sanat (Âyet 78): Lafız Seçimi.
* Tahlil: Âyet, o inkârcının (münkirin) cevabını (Cevap: “Kim diriltecek?”) vermeden önce, onun psikolojik hâlini (durumunu) tasvir eder: “nesiye halkahû” (Kendi yaratılışını unuttu).
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), inkârın sebebinin aklî bir delil yokluğu değil, psikolojik bir gaflet (habersizlik) ve unutkanlık (nisyân) olduğunu teşhis eder. O, “nutfe” olduğunu unuttuğu için, kemiğin dirilişini imkânsız zannetmektedir.
* Sanat (Âyet 79-80): Tıbâk (Zıtlık) ile Aklî Delil Getirme.
> (79) “De ki: ‘Onları ilk defa yaratan (inşâe) diriltecektir…'”
> (80) “O ki, sizin için yeşil ağaçtan (eş-şeceri’l-ahdar) ateşi (nârâ) çıkardı da, siz ondan yakıp duruyorsunuz.”
>
* Tahlil: Bu, Kur’ân’ın en parlak aklî delilidir. Nazım (Tertip), Haşr’i (Dirilişi) (ölüden diriyi) isbat etmek için, muhatabın (dinleyenin) her gün gördüğü (Arapların Marh ve Afâr adlı yaş [nemli] ağaçları sürterek ateş yakması) bir mûcizeyi delil getirir:
* Nazmın Hikmeti (Tıbâk): Âyet, iki zıddı (aykırı olanı) birleştirir:
* “eş-Şeceri’l-Ahdar” (Yemyeşil Ağaç): Bu, su (mâ’), soğukluk (berd) ve hayat (hayât) demektir.
* “Nârâ” (Ateş): Bu, kuruluk (yubs), sıcaklık (harâret) ve ölüm/yakma (ihlâk) demektir.
* Netice (İsti’âre): Bu nazım (tertip), şu aklî delili sunar: “Ey İnsan! Gözünün önünde, Hayat’ın (yaş ağaç) içinden Ölüm’ü (ateş) çıkaran; yâni iki zıddı (aykırı olanı) birleştiren Allah’ın (C.C.), Ölüm’ün (çürümüş kemik) içinden Hayat’ı (Dirilişi) çıkarmasından mı şüphe ediyorsun? Biri diğerinin aynısı ve misâlidir (örneğidir).” Bu, “Tıbâk” yoluyla “İsti’âre” sanatıdır.

4. Nihaî (Son) Hüküm: “Kun fe Yekûn” ve “Tesbîh” (Âyet 81-83)
> İktibas (Meali):
> (82) “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ancak (İnnemâ) ona ‘Ol!’ (Kün) demesidir. O da hemen (fe) oluverir (yekûn).”
> (83) “O hâlde (Fe), O (Allah [C.C.]) Subhân’dır (Yücedir) ki, her şeyin Melekût’u (hâkimiyeti ve idâresi) O’nun elindedir. Ve siz O’na (İleyhi) döndürüleceksiniz.”
>
* Sanat (Âyet 82): Kasr (Sınırlama) ve “Fe” (Sürat [Hız]) Harfi.
* Hikmeti (Kasr): “İnnemâ” (Ancak), kudreti sınırlar. Mânâ (Anlam): “Sizin zannettiğiniz gibi Diriliş; zaman, madde, enerji, süreç gerektirmez. O (C.C.), ancak ‘Kün’ (Ol) der…”
* Hikmeti (“Fe”): “…Kün fe yekûn” (Ol der, hemen oluverir). Bu “Fe” harfi, İlâhî Emir ile yaratılış arasında zaman boşluğu olmadığını (Ta’kîb bi lâ mühlet) gösterir. Bu, o “Sayha”nın (Korkunç Sesin) (Âyet 53) nasıl çalıştığının açıklamasıdır.
* Sanat (Âyet 83): Netice “Fe”si, Lafız Seçimi (“Melekût”) ve Takdîm (Öne Alma).
* Hikmeti (“Fe”): “Fe Subhân…” (O HÂLDE Subhân’dır…). Bu “Fe” harfi, bütün Sûre’nin (Âyet 1-82) neticesidir. Mânâ (Anlam): “Mademki Risâlet (Peygamberlik), Kâinat (Tabiat) ve Haşir (Diriliş) delilleri bu kadar açıktır; O HÂLDE (Fe), O, sizin O’na isnat (dayandırma) ettiğiniz her türlü âcizlikten (acziyetten), ortaktan (şerîkten) ve noksanlıktan (kusurdan) Subhân’dır (Münezzehtir [Uzaktır]).”
* Hikmeti (“Melekût”): Neden “Mülk” değil dde”Melekût” (مَلَكُوت)? “Melekût”, “Mülk”ten daha beliğdir (tesirlidir) (Mübâlağa Sîgası [Kipi]). “Mülk”, sâdece mülkiyet (sahiplik) demektir. “Melekût” ise, o mülkün hem zâhirî hem derûnî hâkimiyeti, mutlak idâresi, kontrolü ve tasarrufu demektir.
* Hikmeti (Takdîm): “Ve İleyhi turce’ûn” (Ve O’na döndürüleceksiniz). Normal nazım (tertip) “Ve turce’ûne ileyhi” (Ve O’na [C.C.] döndürüleceksiniz) olabilirdi. “İleyhi” (O’NA) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), mânâyı (anlamı) sınırlar (Tahsîs). Mânâ : “Dönüşünüz sâdece ve sâdece O’nadır; kaçacak, sığınacak başka hiçbir merci (makam) yoktur.” Bu, Sûre’yi başlatan “İnzâr”ı (uyarıyı) tamamlayan nihaî (son) bir “Tehdîd” (tehdit) nazmıdır (tertibidir).
Böylece Yâsîn Sûresi’nin tamamını, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaideleri (kuralları) ışığında, bölüm bölüm tahlil etmiş (çözümlemiş) olduk.

 

===============•-•===============

 

 

MÜLK SURESİNDE KUR’ANIN BELAĞATİ

 

Bu, “el-Mulk” (Mülk/Hâkimiyet) Sûresi’dir ve “Tebâreke’llezî” (O, ne yücedir ki…) lafzıyla (sözüyle) başladığı için “Tebâreke Sûresi” olarak da bilinir. Bu Sûre, 30 âyettir ve
Bu Sûre, “Mülk”ün (Mutlak Hâkimiyetin) kime âit olduğunu ve bu Mülk’ün içindeki mahlûkâtın (yaratılmışların) (bilhassa insanın) yaratılış gâyesini (maksadını) (imtihan) ve bu imtihanın neticesini (Cennet/Cehennem) en beliğ (tesirli) nazımla (tertipler) ortaya koyar.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 1-5)

1. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Aslî (Esas) Sâhibinin Tesbiti (Âyet 1)
> İktibas ( Meali): “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-Mulk ve Huve ‘alâ kulli şey’in Kadîr.”
> (Mutlak hâkimiyet [Mulk] elinde (yedihi) bulunan Allah (C.C.) ne yücedir (Tebâreke)! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.) (Mülk, 1)
>
Bu tek âyet, üç mühim belâgat sanatı üzerine kuruludur:
* Sanat 1: Lafız Seçimi (“Tebâreke” – تَبَارَكَ).
* Tahlil: Âyet, “Mübarektir” (Mubârekun) veya “Yücedir” (Te’âlâ) demez. “Tebâreke” fiilini (eylemini) seçer.
* Hikmeti: “Tebâreke” lafzı (sözü), “bereket” (bolluk) kökündendir (aslındandır) ve devamlılık, kesintisizlik, azamet (büyüklük) ve mutlak hayır (iyilik) kaynağı (aslı) olmayı ifade eder. Bu nazım (tertip), O’nun (C.C.) Mülk’ünün (Hâkimiyetinin) sonradan kazanılmış veya geçici olmadığını, bizzat Zâtı’nın aslî (esas) vasfı (sıfatı) olduğunu ilân eder.
* Sanat 2: Takdîm (Öne Alma) ve Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Nazım (Tertip): “bi-yedihi’l-Mülk” (Mülk [Hâkimiyet], O’nun [C.C.] elindedir).
* Hikmeti (Kinâye): “Yed” (El), beşerî (insanî) dilde kudret, kontrol ve tasarruf (kullanma hakkı) için kullanılan en güçlü Kinâyedir (Dolaylı Anlatım) (veya İsti’âredir [Metafordur]). Nazım (Tertip), “Mülk O’nundur” demez, “Mülk O’nun elindedir” der. Bu, o Mülk (Hâkimiyet) üzerindeki mutlak kontrolü ve fiilî tasarrufu “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.
* Hikmeti (Takdîm): Âyetin normal nazmı (tertibi) “el-Mülku bi-yedihi” (Mülk O’nun [C.C.] elindedir) olabilirdi. Fakat “bi-yedihi” (O’nun [C.C.] elinde) lafzı (sözü) öne alınmıştır (Takdîm). Bu, tahlil ettiğimiz “Tahsîs” (Sınırlama) sanatıdır.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Mânâ şudur: “Mülk (Hâkimiyet), sâdece ve sâdece O’nun (C.C.) elindedir; başkasının (melek, peygamber, azîz, hükümdar) elinde aslâ değildir.” Bu “Takdîm” (Öne Alma), mülkteki (egemenlikteki) şirki (ortak koşmayı) daha ilk âyetten reddeder.

2. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Gâyesi (Maksadı): Hayat ve Ölüm (Âyet 2)
> İktibas (Meali): “O, hanginizin daha güzel amel (amel) yapacağını sınamak (li-yebluvekum) için ölümü (el-mevte) ve hayatı (el-hayâte) yaratandır. O, Mutlak Güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Mülk, 2)
>
* Sanat 1: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden mantıkî (mantıksal) sıranın (veya beşerî [insanî] düşüncenin) aksine, “Hayat”tan (el-hayâte) önce “Ölüm”ü (el-mevte) zikretmiştir (anmıştır)? Neden “el-mevte” öne alınmıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (İhtimâm ve Gâye):
* Gâye (Maksat) Vurgusu: Bu Mülk’ün (Hâkimiyetin) gâyesi (maksadı) “sınamak”tır (li-yebluvekum). “Hayat”, bu sınavın (imtihanın) vaktidir. “Ölüm” (Mevt) ise, bu sınavın (imtihanın) neticesinin (sonucunun) alındığı ve hesabın başladığı yerdir. Nazım (Tertip), asıl ehemmiyet (önem) verilmesi gereken yerin “sonuç” (Ölüm) olduğunu vurgulamak için “Ölüm”ü öne alır (Takdîm li’l-İhtimâm).
* Mantıkî (Mantıksal) Öncelik: Varlık (Hayat), “yokluk”tan (Adem) -ki bu “ölüm” (mevt) hâlidir- sonra gelir. Yaratılışta “ölüm” (yokluk) hâli, “hayat” (varlık) hâlinden öncedir.
* İnzâr (Uyarı): Bu Sûre, bir “İnzâr” (Uyarı) Sûresi’dir. Nazım (Tertip), muhatabı (dinleyeni) en çok sarsacak olanı (“Ölüm”ü) öne alarak, “Hayat”ın bu kaçınılmaz sona göre şekillendirilmesi gerektiğini ihtar (uyarı) eder.
* Sanat 2: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ile Mîzân (Denge) Kurma.
* Nazım (Tertip): Âyetin sonu “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi) ve “el-Gafûr” (Çok Bağışlayan) ile biter.
* Hikmeti: Bu, imtihanın (sınavın) iki aslî (esas) unsurudur:
* “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi): O (C.C.), bu sınavı (imtihanı) yapmaya, hesâba çekmeye ve (isyan [karşı gelme] edeni) cezâlandırmaya muktedirdir (gücü yetendir). Bu, korku (havf) ve ciddiyet (heybet) verir.
* “el-Gafûr” (Çok Bağışlayan): O (C.C.), bu imtihan esnâsında (hayat) hatâ (kusur) edeni bağışlamaya ve mükâfatlandırmaya (ödüllendirmeye) muktedirdir (gücü yetendir). Bu, ümit (recâ) ve rahmet verir.
* Netice: Bu “Tıbâk” (zıtlık) nazmı (tertibi), imtihanın (sınavın), Korku (Havf) ve Ümit (Recâ) arasında mükemmel bir “Mîzân” (Denge) üzerine kurulduğunu tasvir eder.

3. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Delili (İsbatı): Kusursuz Nizam (Düzen) (Âyet 3-4)
> İktibas (Meali):
> (3) “O ki, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk (tefâvut) göremezsin. Gözünü çevir de bak (Ferci’i’l-basar), bir bozukluk (fütûr) görüyor musun?”
> (4. “Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak (Summe’rci’i’l-basara kerreteyn); göz (o bozukluğu ararken) âciz (hâsi’en) ve bitkin (hasîr) olarak sana döner.”
>
* Sanat 1: Tahaddî (Meydan Okuma) ve Emr (Emir) ile Te’kîd (Pekiştirme).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Gökte bir bozukluk yoktur” gibi sâde bir haber cümlesi kurmamıştır?
* Hikmeti (Tahaddî): Bu, muhatabı (dinleyeni) isbâta dâvet eden bir “Tahaddî” (Meydan Okuma) nazmıdır (tertibidir). Nazım (Tertip), inkârcıya (münkire) der ki: “İnanmıyorsan, kendin bak!”
* Hikmeti (Tekrâr [Yineleme]): Nazım (Tertip), “Bir daha bak!” (Ferci’i’l-basar) demekle yetinmez. “Summe’rci’i’l-basara kerreteyn” (Sonra GÖZÜNÜ TEKRAR TEKRAR ÇEVİR DE BAK!) diyerek emri tekrarlar. Bu “Tekrâr” yoluyla Te’kîd (pekiştirme), o nizamın (düzenin) mutlak kusursuzluğunu ve meydan okumanın (tahaddînin) kesinliğini gösterir.
* Sanat 2: İsti’âre-i Mekniyye (Kısmi Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Âyetin sonunda “Sen âciz dönersin” denmez; “Göz (el-basar) sana döner; (nasıl bir hâlde?) âciz (hâsi’en) ve bitkin (hasîr) olarak” denir.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), mücerret (soyut) olan “gözün bakışı”nı (el-basar), bir kusur bulmak için yola çıkıp saatlerce arayan, fakat hiçbir şey bulamayınca boynu bükük (hâsi’en) ve yorgunluktan tükenmiş (hasîr) bir insan (veya asker) gibi “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder. Bu “İsti’âre” (Metafor), yaratılıştaki kusursuzluğun, onu (kusuru) arayanı bile nasıl yorduğunu ve âciz bıraktığını mûcizevî bir şekilde tasvir eder.

4. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Güzelliği (Zînet) ve Gücü (Hıfz) (Âyet 5)
> İktibas ( Meali): “Andolsun Biz, en yakın göğü kandillerle (bi-mesâbîh) süsledik (zeyyennâ) ve onları şeytanlara atış taneleri (rucûmen) kıldık…”
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (İsti’âre): Nazım (Tertip), “yıldızlar” (nucûm) demez, “Kandiller” (Mesâbîh) der. Bu, tahlil ettiğimiz İsti’âredir (Metafordur). “Yıldız” (Necm) sâdece bir cisimdir. “Kandil” (Misbâh) ise, hem ışık (nûr), hem yol gösterme (hidâyet), hem de güzellik (zînet) fonksiyonu (faaliyeti) olan bir âlettir. Lafız (Söz) seçimi, o cismin faaliyetini öne çıkarır.
* Tahlil (Mukâbele): Bu nazım (tertip), aynı varlığın (kandillerin/yıldızların) iki zıt faaliyetini karşılaştırır (Mukâbele):
* Fiil (Faaliyet) 1 (Rahmet): “Süsledik” (Zeyyennâ) -> (Gök ehli ve yer ehli için bir güzellik ve hidâyet [yol gösterme] kaynağıdır [aslıdır]).
* Fiil (Faaliyet) 2 (Azap): “Atış taneleri kıldık” (Rucûmen) -> (Göğü dinlemeye çalışan şeytanlar için bir azap ve kovma âletidir).
* Netice: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırma) nazmı (tertibi), Mülk Sâhibi’nin (Allah’ın [C.C.]) hikmetinin azametini (büyüklüğünü) gösterir. O (C.C.), tek bir mahlûk (yaratılmış) ile (yıldız), iki zıt fiili (faaliyeti) (Rahmet ve Azap) aynı anda icrâ (yerine getirme) eder.

Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu ilk 5 âyetlik nazmı (tertibi), sâdece bir “giriş” değildir. O:
* Takdîm (“bi-yedihi”) ve Kinâye (“el”) ile Mülk’ün (Hâkimiyetin) sâdece O’na (C.C.) âit (Tahsîs) ve O’nun (C.C.) mutlak kontrolünde olduğunu;
* Takdîm (“el-mevte”) ve Tıbâk (“Azîz/Gafûr”) ile o Mülk’ün (Hâkimiyetin) gâyesinin (maksadının) Korku (Havf) ve Ümit (Recâ) dengesi (mîzânı) üzerine kurulu bir “imtihan ” olduğunu;
* Tahaddî (Meydan Okuma) ve İsti’âre (“âciz/bitkin göz”) ile o Mülk’ün (Hâkimiyetin) delilinin kusursuz Nizam (Düzen) olduğunu;
* Mukâbele (“Süs” vs. “Atış tanesi”) ile de o Mülk (Hâkimiyet) Sâhibi’nin tek bir mahlûk (yaratılmış) ile zıt gâye (maksat) ve hikmetleri icrâ (yerine getirme) ettiğini
…en beliğ (tesirli) şekilde isbat eden ilâhî bir hüccettir (delildir).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Mülk Sûresi’nin bu bölümü (Âyet 6-11), bir önceki bölümde (Âyet 1-5) ilân edilen “Mülk” (Mutlak Hâkimiyet) ve “İmtihan”ın (Sınavın) (Âyet 2) neticesinin (sonucunun) ilk tarafını, yâni o “İmtihan”ı (Sınavı) kaybedenlerin (kâfirlerin) dehşetli âkıbetini (sonucunu) ve Cehennem’deki o meşhur itiraf diyaloglarını tasvir eder.
Bu bölüm, “Tecsîm” (Somutlaştırma), “İsti’âre” (Metafor) ve “İstifhâm” (Retorik Soru) sanatlarının en dehşetli tatbikatlarından (uygulamalarından) biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 6-11)

1. Cezânın (Karşılığın) Sebebi: “Küfr bi-Rabbihim” (Rablerine Karşı Nankörlük) (Âyet 6)
> İktibas ( Meali): “Ve (وَ) Rablerini inkâr (reddetme) edenler (lillezîne keferû bi-Rabbihim) için Cehennem azabı vardır. O, ne kötü bir varış yeridir!” (Mülk, 6)
>
* Sanat: el-Vasl (Bağlama) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Tahlil (Vasl): Âyet neden “Ve” (وَ) bağlacı ile başlar? Bu “el-Vasl” (Bağlama) sanatı, bu âyeti (Cehennem azabını), Sûre’nin ana teması olan Âyet 2’ye (“imtihan için ölümü ve hayatı yaratan”) bağlar. Bu nazım (tertip), Cehennem’in, o “İmtihan”ı kaybetmenin doğrudan neticesi olduğunu gösterir.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “İnkâr (Reddetme) edenler için” (Lillezîne keferû) demekle yetinmez; “Rablerini (Efendilerini) inkâr (reddetme) edenler için” (bi-Rabbihim) der. Bu Lafız Seçimi, onların cürmünün (suçunun) ne olduğunu tasvir eder: Bu, basit bir inkâr (reddetme) değil, kendilerini “terbiye eden” (Rab), onlara “hayat” (Âyet 2) ve “kusursuz bir kâinat (tabiat)” (Âyet 3) bahşeden (bağışlayan) “Rab”lerine (Efendilerine) karşı işlenmiş bir “Küfrân-ı Nimet” (Nankörlük) cürmüdür (suçudur). Bu lafız (söz), azâbın adâletini perçinler.

2. Cehennem’in “Tecsîm”i (Somutlaştırılması): Duyan, Kaynayan ve Parçalanan Varlık (Âyet 7-8)
> İktibas ( Meali):
> (7) “Oraya atıldıklarında (ulkû), onun kaynarken (tefûr) çıkardığı korkunç bir uğultu (şehîkan) işitirler.”
> (8) “Neredeyse öfkesinden (mine’l-gayz) parçalanacak (temeyyezu)!…”
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Tahlil (Lafız Seçimi – “Ulkû”): Nazım (Tertip), “Oraya girdiklerinde” (dehalû) demez; “Oraya atıldıklarında (ulkû)” der. Bu “mechûl fiil” (edilgen eylem), onların mutlak âcizliklerini (acziyetlerini) ve değersiz (kıymetsiz) bir eşyâ gibi fırlatılıp atılmalarını (Tahkîr / Aşağılama) tasvir eder.
* Tahlil (Tecsîm): Bu iki âyet, mücerret (soyut) “azap” mefhumunu (kavramını), canlı, duyan ve öfkeli bir varlık olarak “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder:
* “Şehîkan” (Uğultu): Bu, “eşeğin zorlukla nefes alışı” demektir. Cehennem, nefes alıp veren, öfkeyle bağıran bir varlık gibi tasvir edilir (İsti’âre).
* “Tefûr” (Kaynamak): Bu, öfkeyle fokur fokur kaynamaktır.
* “Temeyyezu mine’l-Gayz” (Öfkesinden Parçalanmak): Bu, Tecsîm sanatının (Somutlaştırmanın) zirvesidir. Nazım (Tertip), “Gayz” (Öfke/Kin) gibi beşerî (insanî) bir duyguyu Cehennem’e isnat (dayandırma) eder ve bu öfkenin o kadar şiddetli olduğunu söyler ki, Cehennem fiziksel olarak kendini parçalamak (temeyyezu) üzeredir.
* Netice: Bu nazım (tertip), Cehennem’i sâdece “sıcak bir yer” olmaktan çıkarır; onu, kâfirlere karşı öfke (gayz) duyan, onlara kinlenen ve onlardan intikam almak için parçalanan canlı bir varlık olarak tasvir ederek, dehşeti (Tehvîl) en üst seviyeye çıkarır.

3. İtirafı (İkrarı) Başlatan Soru: “E lem ye’tikum nezîr?” (Âyet 8-9)
> İktibas (Meali): “…Her bir bölük (fevc) oraya atıldıkça, bekçileri (hazenetuhâ) onlara sorar: ‘Size bir uyarıcı (nezîr) gelmemiş miydi?’ (8) Derler ki: ‘Evet (Belâ)! Bize bir uyarıcı geldi. Fakat biz onu yalanladık (fe kezzebnâ)…'” (9)
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Cehennem bekçileri (melekler), onlara bir uyarıcı (inzâr) gelip gelmediğini bilmiyorlar mı da soruyorlar?
* Hikmeti (Azarlama ve İkrar [İtiraf]): Aslâ. Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu sorunun gâyesi (maksadı) bilgi almak değil, o mücrimlere (suçlulara) kendi cürümlerini (suçlarını) bizzat kendi ağızlarıyla itiraf (ikrar) ettirmektir. Bu, aynı zamanda bir “Tevbîh” (Azarlama) sorusudur.
* Netice (İtiraf): Nitekim onlar “Belâ!” (Evet!) diyerek itiraf (ikrar) ederler. Bu diyalog nazmı (tertibi), onların mazeretlerinin (bahanelerinin) kalmadığını ve azâbın mutlak bir adâlet olduğunu bizzat mücrimlere (suçlulara) ilân ettirir.

4. İtirafın (İkrarın) Zirvesi: İki Kurtuluş Yolunun da Kaybı (Âyet 10)
> İktibas (Meali): “Ve derler ki: ‘Eğer biz (onu) dinleseydik (nesme’u) VEYA (ev) akletseydik (na’kılu), bu çılgın ateşin halkı (ashâbi’s-sa’îr) içinde olmazdık.'” (Mülk, 10)
>
* Sanat: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“ev”- VEYA).
* Tahlil: Bu, itirafın (ikrarın) ve hasretin (pişmanlığın) zirvesidir. Nazım (Tertip), “dinleseydik VE (ve) akletseydik” demez; “dinleseydik VEYA (ev) akletseydik” der.
* Hikmeti: Bu “ev” (veya) edâtı (aracı), mûcizevî bir Îcâz (özlülük) ile, kurtuluş için iki müstakil (bağımsız) yol olduğunu tasvir eder:
* “Nesme’u” (Dinlemek): Bu, “Nakil” (Vahiy) yoludur. Yâni, “Hiç aklımızı (aklîmızı) kullanmasak bile, sâdece o ‘Nezîr’i (Uyarıcıyı) dinleseydik (ittibâ/uyma etseydik), kurtulurduk.”
* “Na’kılu” (Akletmek): Bu, “Akıl” (İstidlal/Delil Çıkarma) yoludur. Yâni, “Bize hiç ‘Nezîr’ (Uyarıcı) gelmese bile, sâdece (Âyet 3-4’teki) o kusursuz kâinâta (tabiata) bakıp aklımızı (aklîmızı) kullansaydık, yine kurtulurduk.”
* Netice: Bu nazım (tertip), mücrimlerin (suçluların) ağzından, hem “Naklî” (Vahiy) delili (isbatı) hem de “Aklî” (Kâinat [Tabiat]) delili (isbatı) ikisini birden kaybettiklerini itiraf (ikrar) ettirir.

5. Nihaî (Son) Hüküm: “Suhkan” (Uzak Olsunlar!) (Âyet 11)
> İktibas (Meali): “Böylece (Fe) günahlarını itiraf (i’terefû) ettiler. Artık (Fe) o çılgın ateş halkı (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun (suhkan)!” (Mülk, 11)
>
* Sanat: Netice “Fe”si ve el-Hazf (Kasıtlı Sükût Etme).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Tertibi): “Fe’terefû…” (BÖYLECE itiraf [ikrar] ettiler…). Bu “Fe” (فَ) harfi, bu âyetin, Âyet 8-10’daki o diyalogların nihaî (son) neticesi (sonucu) olduğunu gösterir.
* Hikmeti (el-Hazf): “…Fe suhkan!” (ARTIK uzak olsunlar!). Bu ikinci “Fe” (فَ), itirafın (ikrarın) neticesidir (sonucudur). Nazım (Tertip), burada onların ateşin içindeki fiziksel azaplarını (“yanarlar”, “derileri kavrulur” vb.) tasvir etmez. Bu detayları hazfeder (sükût eder).
* Neden? Çünkü “Suhkan” (سُحْقًا) lafzı (sözü) (Uzak olmak, rahmetten kovulmak), fiziksel azaptan çok daha dehşetli bir mânevî azâbı ve mutlak tard edilmeyi (kovulmayı) ifade eder. Bu “Hazf” (Sükût Etme) sanatı, onların durumunun artık çâresiz olduğunu ve Rahmet’ten (Merhametten) ebediyen koparıldıklarını tasvir etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu bölümü, Cehennem’i sâdece bir “mekân” olarak değil, öfkeyle (gayz) parçalanan canlı bir Tecsîm (Somutlaştırma) olarak tasvir eder. Ve bu dehşetli mekândaki diyalog nazmını (tertibini), “İstifhâm-ı Takrîrî” (İkrar Ettirme Sorusu) ile başlatıp, mücrimlerin (suçluların) hem “Naklî” (nesme’u) hem de “Aklî” (na’kılu) delilleri (isbatları) kaybettiklerini bizzat kendilerine itiraf (ikrar) ettirerek tamamlar.
Nazmın (Tertibin) sonu (“Suhkan!”), fiziksel azaptan daha derin olan mânevî kovuluşu (Tard) “Hazf” (Sükût Etme) sanatı ile vurgular.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 12-14), bir önceki bölümde (Âyet 6-11) tasvir (betimleme) edilen “İmtihan”ı (Sınavı) kaybeden kâfirlerin (inkârcıların) mukâbili (karşılığı) olarak, o “İmtihan”ı (Sınavı) (Âyet 2) kazanan mü’minlerin (inananların) hâlini ve mükâfâtını (ödülünü) tasvir eder.
Bu bölüm, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatının en güzel tatbikatlarından (uygulamalarından) biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 12-14)

1. İmtihanı (Sınavı) Kazanmanın Aslî (Esas) Şartı: “el-Haşyetu bi’l-Ğayb” (Görmeden Korkan Saygı) (Âyet 12)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne), görmedikleri hâlde (bi’l-ğayb) Rablerinden (Efendilerinden) korkanlar (yahşevne) var ya, onlar için bir bağışlanma (Mağfiretun) ve (ve) büyük bir mükâfât (Ecrun Kebîr) vardır.” (Mülk, 12)
>
* Sanat 1: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu âyet, Cehennem ehlinin (Âyet 9) mukâbilidir (karşılığıdır):
* Cehennem Ehli (Âyet 9): Azâbı gördükten sonra (müşâhede) “Evet (Belâ)!” diyerek itiraf (ikrar) ettiler.
* Cennet Ehli (Âyet 12): Azâbı (ve Rab’lerini [Efendilerini]) görmedikleri hâlde (bi’l-ğayb) O’ndan (C.C.) korktular (yahşevne).
* Hikmeti: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmı (tertibi), Âyet 2’deki “imtihan”ın (sınavın) aslî (esas) gâyesinin (maksadının) “bi’l-ğayb” (görmeden) iman etmek olduğunu tasvir eder. İmtihan (Sınav), görmeden olur. Gördükten sonra (Cehennem’deki gibi) itiraf (ikrar) etmenin bir kıymeti (değeri) yoktur.
* Sanat 2: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Yahşevne”- يَخْشَوْنَ).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “yehâfûne” (خوف – korkmak) demez, “yahşevne” (خشية – korkmak) der.
* Hikmeti: “Havf” (خوف), zarar göreceğinden duyulan genel bir korkudur. Fakat “Haşyet” (خشية), korkulan Zât’ın (Zât’ın) azametini (büyüklüğünü) ve celâlini (yüceliğini) bilmekten (ilim/mârifet) kaynaklanan (aslî olan) saygı dolu (hürmetli) bir korkudur. Bu lafız (söz) seçimi, onların imanının bilgiye (mârifet) dayalı bir “haşyet” (saygı dolu korku) olduğunu gösterir.
* Sanat 3: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), neden “Büyük mükâfât (ödül) ve bağışlanma” değil de, “Bağışlanma (Mağfiretun) ve büyük mükâfât (Ecrun Kebîr)” sırasını (tertibini) seçmiştir?
* Hikmeti (et-Tahliye kable’t-Tahliye): Bu, belâgatın (retoriğin) “Süslemeden (Tahliye) önce Temizleme (Tahliye)” kaidesidir (kuralıdır). Mükâfâtın (Ödülün) (Ecr) konulacağı kap (insan rûhu), önce günah kirinden temizlenmelidir.
* “Mağfiretun” (Bağışlanma): Bu, temizlemedir (Tahliye).
* “Ecrun Kebîr” (Büyük Mükâfât): Bu, o temiz kaba konulan mükâfâttır (ödüldür) (Tahliye).
* Netice: Bu “Takdîm” (Öne Alma) nazmı (tertibi), Cennet’e (Mükâfâta [Ödüle]) girmeden önce, o “haşyet” (saygı dolu korku) sâhibinin günahlarından arındırılacağını (Mağfiret) müjdeler.

2. İlâhî İlmin (Bilginin) Mutlak İsbatı (Âyet 13-14)

> İktibas ( Meali):
> (13) “Sözünüzü ister gizleyin (esirrû), ister açığa vurun (ic-herû); şüphesiz O (İnnehû), sinelerin özünü (bi-zâti’s-sudûr) bilendir.”
> (14) “Yaratan (Men Halaka) bilmez mi? O, Latîf’tir (her şeyin inceliğini bilir), Habîr’dir (her şeyden haberdardır).”
>
* Sanat (Âyet 13): Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) kutbu zikreder (anar): “esirrû” (gizleyin) vs. “ic-herû” (açığa vurun).
* Hikmeti (İhâta): Bu, tahlil ettiğimiz “İhâta” (Kuşatma) sanatıdır. İki zıt (aykırı) kutbu zikretmek (anmak), o ikisi dâhil (içinde olmak üzere) aralarındaki her şeyi (fısıltıyı, niyeti, düşünceyi) kapsar.
* Sanat (Âyet 13): Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“bi-zâti’s-sudûr”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Göğüslerde olanı” (bi-mâ fi’s-sudûr) demez; “Göğüslerin özünü (Zât’ını)” (bi-zâti’s-sudûr) der.
* Hikmeti: “Zât” (ذَات), esas, çekirdek, en derin mânâsındadır (anlamındadır). Bu Mübâlağa (Vurgu) sîgası (kipi), O’nun (C.C.) sâdece düşünceleri (göğüste olanı) değil, o düşüncelerin kaynağını (aslını), niyetlerin çekirdeğini ve insanın kendinden bile gizlediği özünü bildiğini gösterir. Bu, Âyet 12’deki “bi’l-ğayb” (görmeden) yapılan o “haşyet”in (saygı dolu korkunun) özünü (zât) bildiğinden Kinâyedir (dolaylı anlatımdır).
* Sanat (Âyet 14): İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) Getirme.
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki âyetin (O [C.C.], göğüslerin özünü bilir) delilidir (isbatıdır).
* Nazım (Tertip): “E lâ ya’lemu men halaka?” (Yaratan bilmez mi?)
* Hikmeti: Bu, aklın (zihnin) aslâ inkâr (reddetme) edemeyeceği **”Aklî (Zihinsel) Delil” (Hüccet-i Akliyye)**dir. Nazım (Tertip), bu delili (isbatı) muhataba (dinleyene) itiraf (ikrar) ettirmek için “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru) nazmıyla (tertibiyle) sunar.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Bir saati yapan (sanatkâr [zanaatkâr]), o saatin içindeki en küçük çarkı (zembereği) bilmez mi? Elbette bilir. O hâlde, ‘Men Halaka’ (Seni Yaratan), senin içindeki o ‘zâti’s-sudûr’u (özü) bilmez mi?”
* Sanat (Âyet 14): Lafız Seçimi (“el-Latîf”, “el-Habîr”).
* Tahlil: Bu iki isim, o sorunun (“Yaratan bilmez mi?”) cevabının nasıl olduğunun açıklamasıdır (beyânıdır). O (C.C.) bilir, çünkü:
* O (C.C.) **”el-Latîf”**tir (الَّطِيفُ): O (C.C.), en ince, en gizli, idrâk (anlayış) edilemez (lâtîf) yerlere nüfûz (girme) edendir. Bu, “bi-zâti’s-sudûr”a (göğsün özüne) nüfûz (girme) ettiğini gösterir.
* O (C.C.) **”el-Habîr”**dir (الْخَبِيرُ): O (C.C.), her şeyin derûnî hâlinden tam haberdar (bilen) olandır. Bu, o gizli “haşyet”ten (saygı dolu korkudan) (Âyet 12) haberdar (bilen) olduğunu gösterir.
Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu bölümü, Cennet ehlinin (ehl-i Cennet) mükâfâtını (ödülünü) tasvir ederken, o mükâfâtın (ödülün) sebebini de belirler: Bu, Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) aksine, görmeden (bi’l-ğayb) sâhibine (sâhibine) bilgiye (mârifet) dayalı bir saygı (haşyet) duymaktır.
Nazmın (Tertibin) devamı (Âyet 13-14), bu “gizli” (gaybî) imanın Allah (C.C.) katında nasıl bilindiğini, “Yaratan bilmez mi?” şeklindeki en güçlü Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) (Hüccet) ile ispat (kanıt) eder ve bu ilmin (bilginin) mâhiyetini (ne olduğunu) “el-Latîf” (en inceye nüfûz [girme] eden) ve “el-Habîr” (en derûnîden [iç] haberdar [bilen] olan) isimleriyle mühürler.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Mülk Sûresi’nin bu bölümü (Âyet 15-22), Sûre’nin başındaki (Âyet 3-4) o “Kusursuz Gök Nizamı (Düzeni)” tahlilinden sonra, nazarı (bakışı) bu defa “Yeryüzü Nizamı (Düzeni)”na çevirir.
Ancak bu bölümde nazım (tertip), Yeryüzü’nün (Arz) sâdece nimet (lütuf) yönünü değil, aynı zamanda (bir önceki bölümde [Âyet 6-11] tasvir edilen azâbın bir parçası olarak) nasıl bir azap ve tehdit âletine dönüşebileceğini de “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatı ile tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 15-22)

1. Nimet Olarak Yeryüzü (Arz): “Zelûlen” (Boyun Eğmiş) (Âyet 15)
> İktibas ( Meali): “O, yeryüzünü size **boyun eğdiren (zelûlen)**dir. Haydi, onun omuzlarında (menâkibihâ) yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk, 15)
>
* Sanat: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Zelûlen” – ذَلُولًا).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Yeryüzünü size yaydı (bisâten)” veya “Onda yürürsünüz (temşûne fîhâ)” gibi basit lafızlar (sözler) değil de, “Zelûlen” (Boyun eğdirilmiş) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Zelûl” (ذَلُول), ehlîleştirilmiş, tâbi (bağımlı) kılınmış, üzerinde istediğiniz gibi tasarruf (kullanma) edebileceğiniz (meselâ ehlî bir deve gibi) demektir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu lafız (söz), yeryüzünün (arz) tesâdüfen (rastlantısal olarak) “yaşanabilir (hayat sürülebilir)” olmadığını; onun, insanın emrine (buyruğuna) verildiğini (teshîr) tasvir eder. O (C.C.), dileseydi o arzı (yeryüzünü) “Zelûl” (ehlî) değil, “Sa’b” (zor, isyankâr [başkaldıran]) kılabilirdi. Bu nazım (tertip), bir sonraki âyetlerdeki (16-17) tehdide zemin hazırlar.

2. Tehdit Olarak Yeryüzü (Arz): “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 16-17)
Bu iki âyet, “Zelûl” (ehlî) olanın nasıl “Sa’b” (zor) olabileceğini gösteren mükemmel bir Mukâbeledir (Karşılaştırmalı Zıttır).
> İktibas (Meali):
> (16) “Gökte (fi’s-semâ) olanın, sizi yere batırmayacağından (en yahsife bikumu’l-arda) emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü (arz) çalkalanmaya başlar!”
> (17) “Yoksa Gökte (fi’s-semâ) olanın, üzerinize taş yağdıran bir kasırga (Hâsiben) göndermeyeceğinden mi emin oldunuz?”
>
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma) ve İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Tehdit (Tehdîd).
* Sual (İstifhâm): Allah Teâlâ (C.C.), neden “Sizi yere batırırım!” gibi doğrudan (sarih) bir tehdit (tehdîd) değil de “Emin misiniz?” (E emintum?) nazmını (tertibini) seçmiştir?
* Hikmeti (Tehdîd): Bu “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru), doğrudan (sarih) tehditten (tehdîdden) daha beliğdir (tesirlidir). Bu nazım (tertip), onların gafletini (habersizliğini) ve ahmaklığını (aptallığını) (“Nasıl bu kadar emin olabilirsiniz?”) vurgulayarak onları sarsar.
* Sual (Tıbâk): Neden bu iki farklı azap türü (Yerden batma ve Gökten taş yağma) birlikte zikredilmiştir (anılmıştır)?
* Hikmeti (İhâta): Bu, “İhâta” (Kuşatma) sanatıdır:
* “Yahsife” (Yere Batırma): Bu, aşağıdan (taht) gelecek azaptır.
* “Hâsiben” (Taş Yağmuru): Bu, yukarıdan (fevk) gelecek azaptır.
* Netice: Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) ciheti (yönü) (Alt ve Üst) zikrederek (anarak), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Sizin ‘Zelûl’ (ehlî) zannettiğiniz bu Mülk’ün (Hâkimiyetin) içinde, aşağıdan da yukarıdan da, yâni her cihetten kuşatılmış durumdasınız ve kaçacak hiçbir yeriniz yoktur.”

3. Delil (İsbat) Olarak Gökyüzü (Semâ): “Sâffâtin ve Yakbidn” (Açarak ve Kapayarak) (Âyet 19)
> İktibas ( Meali): “Üstlerinde kanatlarını aça kapaya (sâffâtin ve yakbidne) uçan kuşları görmediler mi? Onları (havada) Rahmân’dan başkası tutmuyor (mâ yumsikuhunne illâ’r-Rahmân)…” (Mülk, 19)
>
* Sanat 1: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ile Mükemmel Tasvir (Betimleme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), kuşların uçuşunu iki zıt (aykırı) fiil (eylem) ile tasvir eder: “Sâffâtin” (Kanatlarını açıp süzülürken) VE (ve) “Yakbidne” (Kanatlarını kapayıp çırparken).
* Hikmeti: Bu “Tıbâk” (Zıtlık), uçuş fiilinin (eyleminin) bütün safhalarını (aşamalarını) (süzülme ve çırpınma) “İhâta” (Kuşatma) eder. Bu, o mükemmel aerodinamik (hava devingenliği) mekanizmanın (düzeneğin) tasviridir.
* Sanat 2: Kasr (Sınırlama) ile Delil (İsbat) Getirme.
* Tahlil: “…Mâ yumsikuhunne illâ’r-Rahmân” (Onları ancak Rahmân tutuyor).
* Hikmeti: Bu, “Kasr” (Sınırlama) sanatıdır. Nazım (Tertip), sebebi (aerodinamiği [hava devingenliğini], kanat çırpmayı) zikrettikten (andıktan) sonra, o sebebin hakikî (gerçek) müsebbibini (sebebini yaratanı) (Yaratıcısını) ilân eder.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “O kuşları havada tutan şeyin ‘kanatları’ (sâffâtin ve yakbidne) olduğunu mu zannediyorsunuz? Hayır! O kanatları ve o kanatlara o faaliyeti veren kanunu (yasayı) yaratan ve havada tutan, ancak (illâ) Rahmân’ın (Merhamet Edenin) kudretidir.”

4. İnkârcı (Munkir) Mantığının (Mantıksal Yapısının) İptali: “el-İsti’âre” (Metafor) (Âyet 20-22)
Bu bölüm, Sûre’nin başından beri süregelen “aklî (zihinsel) delil (isbat)” silsilesinin (zincirinin) zirvesidir.
> İktibas ( Meali):
> (20) “Rahmân’a karşı size yardım edecek olan şu ordunuz (cundun) kimmiş?…”
> (21) “…Peki, Allah (C.C.) rızkını keserse, size rızık verecek olan (yerzûkukum) kimmiş?…”
> (22) “O hâlde, yüzüstü kapanarak (mukibben ‘alâ vechihî) yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru bir yolda (Sırâtın Mustekîm) dimdik (sevîyyen) yürüyen mi?”
>
* Sanat (Âyet 20-21): İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Tahaddî (Meydan Okuma).
* Tahlil: Bu iki âyet, Mekke müşriklerinin (puta tapanlarının) putlarına (asnâm) ve o putların temsil ettiği sisteme (zenginlere, kabile gücüne) bir **”Tahaddî” (Meydan Okuma)**dır.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı):
* (Âyet 20): “O güvendiğiniz ordunuz (cündun), kabileniz, gücünüz; Rahmân’ın (Merhamet Edenin) (Âyet 16-17’deki) azâbına karşı size yardım edebilir mi? (Cevap: Aslâ!)”
* (Âyet 21): “O güvendiğiniz rızık (geçim) kaynaklarınız (aslınız) (putlarınız, kervanlarınız); Rahmân (Merhamet Eden) (Âyet 15’teki) rızkını (geçimi) keserse size rızık (geçim) verebilir mi? (Cevap: Aslâ!)”
* Sanat (Âyet 22): İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin ana imtihanını (sınavını) (Âyet 2) müşahhas (somut) bir tablo ile özetler.
* Hikmeti (Tecsîm): Nazım (Tertip), iki mücerret (soyut) yolu (İman ve Küfr) iki müşahhas (somut) insana benzetir:
* “Mukibben ‘alâ Vechihî” (Yüzüstü Kapanan): Bu, “Kâfir” (İnkârcı) için bir İsti’âredir (Metafordur). O (Kâfir), yolunu kaybetmiş, kör, nereye bastığını bilmeyen, sürekli yüzüstü kapanan (düşen), zillet (aşağılanma) içinde ve hedefine (amacına) asla varamayacak (varılamayacak) biridir.
* “Sevîyyen ‘alâ Sırâtın Mustekîm” (Dosdoğru Yolda Dimdik Yürüyen): Bu, “Mü’min” (İnanan) için bir İsti’âredir (Metafordur). O (Mü’min), gören, yolunu bilen (Sırâtın Mustekîm), dimdik (sevîyyen) (izzet [onur] içinde, sapmadan) ve hedefine (amacına) (Cennet’e) varacak (ulaşacak) olan biridir.
* Netice: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) aklına (zihnine) şunu sorar: “Ey akıl (zihin) sâhibi! Bu iki tasvirden (betimlemeden) hangisi daha doğrudur (ehdâ)?” Cevap o kadar açıktır ki, zikredilmesine (anılmasına) bile gerek yoktur (Hazf).
Nihaî (Son) Netice
Mülk SSûresi’nin bu bölümü, Mülk Sâhibi’nin (Allah’ın [C.C.]) nimet ile azâbı (cezayı) aynı mahlûk (yaratılmış) (Yeryüzü [Arz]) ile nasıl icrâ (yerine getirme) ettiğini (Âyet 15 vs. 16) gösteren bir Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmıdır (tertibidir). Nazım (Tertip), inkârcıların (munkirlerin) güvendikleri bütün dünyevî (dünyayla ilgili) destekleri (ordu, rızık [geçim]) İstifhâm-ı İnkârî (Retorik Soru) ile çürütür ve nihâyetinde (sonunda) “İman” ile “Küfr” (İnkâr) arasındaki o mücerret (soyut) farkı, müşahhas (somut) bir “İsti’âre” (Metafor) (“Yüzüstü kapanan” vs. “Dimdik yürüyen”) ile tasvir (betimleme) ederek hücceti (delili) tamamlar.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu, Sûre’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 23-30). Bu bölüm, Sûre’nin başından beri (Âyet 2, 10, 22) işlenen “aklî (zihinsel) delil (isbat)” ve “imtihan (sınav)” mefhumlarını (kavramlarını), insana verilen en temel nimetler (duyular) üzerinden tekrar tasdik (doğrulama) eder ve Sûre’yi Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eden en keskin aklî (zihinsel) ve tehditkâr (tehdit edici) sual (soru) ile mühürler.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 23-30)

1. Yaratılışın Gâyesi (Maksadı) ve Nankörlük (Âyet 23-24)
> İktibas ( Meali):
> (23) “De ki: ‘O, sizi yaratan (inşâe) ve size kulaklar (es-sem’a), gözler (el-ebsâra) ve kalpler (el-ef’idete) verendir. Ne kadar az şükrediyorsunuz (Kalîlen mâ teşkurûn)!'”
> (24) “De ki: ‘O, sizi yeryüzünde yaratıp çoğaltandır (zere’ekum). Ve ancak O’na (İleyhi) toplanacaksınız (tuhşerûn).'”
>
* Sanat (Âyet 23): Lafız Seçimi ve “Kalîlen” (Az) ile Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), Âyet 10’daki o Cehennem itirafını (ikrarını) (“Eğer dinleseydik [nesme’u] veya akletseydik [na’kılu]…”) hatırlatır. Allah Teâlâ (C.C.), burada o iki kurtuluş âletini (cihazını) (Kulak [Sem’] ve Kalp [Ef’ide]) insana bizzat verdiğini ilân eder.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) o itirafının (ikrarının) (Âyet 10) haksız bir mazeret (bahane) olduğunu ispat (kanıt) eder. Onlar, “Bize bu âletler (cihazlar) verilmedi” diyemezler; bilâkis, o âletleri (cihazları) kullanmadılar.
* Tahlil (Kinâye): “Kalîlen mâ teşkurûn” (Ne kadar az şükrediyorsunuz!) lafzı (sözü), “Şükretmiyorsunuz” (Lâ teşkurûn) demekten daha beliğdir (tesirlidir). Bu, onların tamamen şükürsüz (nankör) olduklarından bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatım) (veya en şiddetli azarlamadır).
* Sanat (Âyet 24): Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Nazım (Tertip): “…Ve İleyhi tuhşerûn” (Ve O’na toplanacaksınız).
* Hikmeti (Tahsîs): Bu, tahlil ettiğimiz Takdîm (Öne Alma) sanatıdır. “İleyhi” (O’NA) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), sınırlama (Tahsîs) ifade eder. Mânâ (Anlam) şudur: “Toplanacağınız yer, sâdece ve sâdece O’nun (C.C.) huzûrudur; başka hiçbir merci (makam), sığınak veya kaçış yeri yoktur.” Bu, Sûre’nin başındaki “Mülk” (Hâkimiyet) (Âyet 1) hakikatinin (gerçeğinin) bir te’kîdidir (pekiştirmesidir).

2. Alaycılığın (Tehekküm) Cevabı: “el-Kasr” (Sınırlama) Sanatı (Âyet 25-27)
> İktibas (Meali):
> (25) “Onlar, ‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit (vaad) ne zaman (Metâ)?’ derler.”
> (26) “De ki: ‘O bilgi (el-‘ilmu) ancak (İnnemâ) Allah’ın (C.C.) katındadır. Ve ben, ancak (ve innemâ) apaçık bir uyarıcıyım (nezîrun mubîn).'”
> (27) “Nihâyet (sonunda) onu (azâbı) yakından gördüklerinde (Ra’evhu zulfeten), inkâr (reddetme) edenlerin yüzleri kötüleşir (sî’et vucûhu…)…”
>
* Sanat (Âyet 25): Tahaddî (Meydan Okuma) ve Tehekküm (Alay Etme).
* Tahlil: Bu, inkârcı (munkir) mantığının (mantıksal yapısının) iflâsıdır (çökmesidir). Onlar, delillere (isbatlara) (Âyet 3, 15, 19, 23) cevap veremeyince, mevzûyu (konuyu) “delil”den (isbattan) “zaman”a (Metâ? – Ne zaman?) kaydırırlar. Bu, hakikati (gerçeği) geciktirmek (erteleme) ve alay etmek (tehekküm) için kullandıkları bir retorik (söz sanatı) hîlesidir.
* Sanat (Âyet 26): “Kasr” (Sınırlama) ile İki Ayrı Cevap.
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.), onların “zaman” (Metâ?) sorusuna cevap vermez. Bilâkis, nazmı (tertibi) değiştirir ve “bilgi”nin (ilmin) kime âit olduğunu belirler:
* “İnneme’l-‘ilmu ‘indallâh” (Bilgi ancak Allah [C.C.] katındadır): Bu “Kasr” (Sınırlama), Resûlullah’ın (S.A.V.) bilmediğini değil, bu bilginin sâdece Allah’a (C.C.) âit (ait) olduğunu, O’nun (C.C.) izni (müsaadesi) olmadan Peygamberin (S.A.V.) bile bilemeyeceğini gösterir.
* “ve innemâ ene nezîrun mubîn” (Ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım): Bu “Kasr” (Sınırlama), Resûlullah’ın (S.A.V.) vazîfesini (görevini) tayin eder. Mânâ (Anlam): “Benim vazîfem (görevim) size tarih vermek değil, ancak o tarihe karşı sizi uyarmaktır (inzâr).”
* Sanat (Âyet 27): “Tecsîm” (Somutlaştırma) ve “Hazf” (Sükût Etme).
* Tahlil: Âyet, onların azap gördüklerindeki fiziksel acıyı (“yanarlar”, “parçalanırlar”) tasvir etmez. Onların yüzlerindeki (vucûh) o dehşetli değişimi (“sî’et” – kötüleşti, çirkinleşti, karardı) tasvir eder.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), derûnî (iç) pişmanlığın, mutlak dehşetin ve zilletin (aşağılanmanın), o inkârcı (münkir) yüzlere nasıl müşahhas (somut) bir çirkinlik ve siyahlık olarak yansıdığını “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

3. Sûre’nin Kilidi: Nihaî (Son) Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) ve Tehdit (Âyet 28-30)
Bu, Mülk Sûresi’nin ve Tevhîd (Allah’ın birliği) delillerinin zirvesidir.
> İktibas ( Meali):
> (28) “De ki: ‘Söyleyin bakalım! Eğer Allah (C.C.), beni ve beraberimdekileri helâk (yok) etse yahut bize merhamet etse, peki (fe men) kâfirleri elem dolu bir azaptan kim kurtaracak (yucîru)?'”
> (30) “De ki: ‘Söyleyin bakalım! Eğer suyunuz çekiliverse (ğavran), size kim (men) bir akar su (mâ’in ma’în) getirebilir?'”
>
* Sanat (Âyet 28): “Tahaddî” (Meydan Okuma) ve “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu, müşriklerin (puta tapanların) Resûlullah’ın (S.A.V.) helâk (yok) olmasını istemelerine karşı verilmiş en beliğ (tesirli) cevaptır. Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) kutbu (Mü’min vs. Kâfir) karşılaştırır:
* Mü’minlerin Hâli (Durumu): İki ihtimâl (olasılık) var: “Helâk (Yok) olmak” (Şehâdet [Şehitlik]) veya “Merhamet edilmek” (Zafer/Cennet). Her ikisi de Allah’ın (C.C.) emriyledir ve her ikisi de mü’min (inanan) için hayırdır (iyidir).
* Kâfirlerin Hâli (Durumu): Tek bir ihtimâl (olasılık) var: “Azâb-ı Elîm” (Elem dolu azap).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Siz bizim akıbetimizi (sonucumuzu) dert etmeyi bırakın! Bizim her hâlimiz (durumumuz) hayırdır (iyidir). Siz, sizi o kaçınılmaz azaptan kimin kurtaracağını (fe men yucîru) düşünün?” Bu nazım (tertip), onların asıl (esas) probleminin mü’minler (inananlar) değil, kendi âkıbetleri (sonuçları) olduğunu gösteren bir Tahaddîdir (Meydan Okumadır).
* Sanat (Âyet 30): Aklî (Zihinsel) Delilin (İsbatın) Zirvesi (Hüccet-i Akliyye).
* Tahlil: Sûre, “Mülk” (Hâkimiyet) (Âyet 1) ve “Rızık (Geçim)” (Âyet 15, 21) ile başladı. Şimdi, o Mülk’ün (Hâkimiyetin) ve Rızk’ın (Geçimin) en hayatî delili (isbatı) ile biter: SU (el-Mâ’).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu, cevap verilemez bir aklî (zihinsel) delildir (isbattır). Nazım (Tertip), o inkârcılara (münkirlere) der ki: “Bütün o taptığınız putlar (asnâm), güvendiğiniz ordular (cund), taptığınız sistemler… Toplansalar; eğer Rabbiniz (Rabbiniz) (Âyet 15’teki) o ‘Zelûl’ (ehlî) toprağın altındaki suyunuzu (ki bu rızkın [geçimin] aslıdır [esasıdır]) çekiverse (ğavran), o taptıklarınızın hangisi size bir ‘akar su’ (mâ-i ma’în) getirebilir?”
* Netice: Sûre, muhatabı (dinleyeni) bu mutlak âcizlik (acziyet) itirafı (ikrarı) ile baş başa bırakır. Bu sualin (sorunun) cevabı “Hiç kimse”dir; ve bu cevap, Sûre’nin ilk âyeti olan “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-Mulk” (Hâkimiyet [Mülk] sâdece O’nun [C.C.] elindedir) hakikatinin (gerçeğinin) aklî (zihinsel) ve müşahhas (somut) isbatıdır (kanıtıdır).
Böylece Mülk Sûresi’nin de tamamını, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaideleri (kuralları) ışığında, bölüm bölüm tahlil etmiş (çözümlemiş) olduk.

 

 

===============•-•===============

 

 

NEBE’ SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in son cüzünün (Amme Cüzü) “girişi” (mukaddimesi) ve âdeta “fihristi” (özeti) olan bir Sûre-i Celîledir.
Nebe’ (Haber) Sûresi, ismini aldığı o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm), yâni Haşr’in (Dirilişin) ve Kıyâmet’in hakikatini (gerçeğini), Sûre’nin başından sonuna kadar en sarsıcı belâgat (retorik) nazımlarıyla (tertipleriyle) isbat eder.
Bu Sûre 40 âyettir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 1-5)
> İktibas ( Meali):
> (1) “Birbirlerine neyi sorup duruyorlar?”
> (2) “O büyük haberi (en-Nebe’i’l-Azîm) mi?”
> (3) “Ki onlar (o haber) hakkında ayrılığa (ihtilâfa) düşmüşlerdir.”
> (4) “Aslâ (Kellâ)! Yakında bilecekler!”
> (5) “Sonra (Sümme) aslâ (kellâ)! Yakında bilecekler!”
>
1. “İstifhâm” (Soru) ile Dikkati Çekme ve Yüceltme (Ta’zîm) (Âyet 1-2)
* Nazım (Tertip): “‘Amme yetesâ’elûn? (1) ‘Ani’n-Nebe’i’l-Azîm? (2)”
* Sanat: İstifhâm (Soru) ile Başlama ve İbhâm (Gizleme/Belirsiz Bırakma) kable’l-Beyân (Açıklamadan Önce).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Sûre’ye “Onlar Kıyâmet’i soruyorlar” gibi sâde bir haber cümlesiyle değil de bu çarpıcı “İstifhâm” (Soru) nazmıyla (tertipler) başlamıştır?
* Hikmeti (İbhâm ve Ta’zîm):
* İbhâm (Merak Uyandırma): Nazım (Tertip), ilk âyette (“‘Amme yetesâ’elûn?”) sorunun ne olduğunu gizler (İbhâm). Bu, muhatabın (dinleyenin) dikkatini azâmî (en üst) seviyeye çeker ve zihnini “Neyi soruyorlar?” merakıyla kilitler.
* Ta’zîm (Yüceltme): İkinci âyet (“‘Ani’n-Nebe’i’l-Azîm?”), o sorunun cevabının “Büyük Haber” (Haşir/Diriliş) olduğunu ilân eder. Bu nazım (tertip), o haberin büyüklüğünü (azametini) ve ehemmiyetini (önemini), onu “hakkında sual (soru) sorulan” yegâne (tek) mevzû (konu) hâline getirerek yüceltir (Ta’zîm).

2. “el-Fasl” (Ayırma) Sanatı (Âyet 3)
* Nazım (Tertip): “Ellezî hum fîhi muhtelifûn.” (Ki onlar, o (haber) hakkında ihtilâf (anlaşmazlık) içindedirler.)
* Sanat: el-Fasl (Ayırma / Bağlaçsızlık).
* Sual: Neden 2. âyetten sonra “…ve (ve) onlar onda ihtilâftadır” denmemiş de aradaki “Vâv” (ve) bağlacı hazfedilerek (sükût edilerek) “Fasl” (Ayırma) yapılmıştır?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) kaidesidir (kuralıdır). Çünkü onların o haber (Nebe’) hakkındaki “ihtilâfı” (muhtelifûn), o haberden ayrı, yeni bir vasıf (sıfat) değildir. O (İhtilâf), o haberin ayrılmaz bir parçası ve o habere karşı takınılan tavrın açıklamasıdır (beyânıdır). Araya bağlaç koymak (Vasl), bu mükemmel mantıkî (mantıksal) bütünlüğü bozardı.

3. “Tekrâr” (Yineleme) ve “Lafız Seçimi” ile Kademeli (Aşamalı) Tehdit (Tehdîd) (Âyet 4-5)
* Nazım (Tertip): “(4) Kellâ (Aslâ!) se ya’lemûn (Yakında bilecekler). (5) Sümme (Sonra) kellâ (aslâ!) se ya’lemûn (Yakında bilecekler).”
* Sanat: Tekrâr (Yineleme) yoluyla Te’kîd (Pekiştirme) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Kellâ” ve “Sümme”).
* Tahlil (Kellâ): “Kellâ” (كَلَّا), sâdece “Hayır” (Lâ) demek değildir. Bu, en şiddetli reddetme (inkâr etme) ve azarlama (Zecr) edâtıdır (aracıdır). Nazım (tertip), onların o ihtilâfını (anlaşmazlığını) (Âyet 3) ve o haberi (Nebe’) inkâr (reddetme) etmelerini kökten (aslî olarak) reddeder ve azarlar.
* Tahlil (Tekrâr ve “Sümme”): Nazım (tertip), “Kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! Yakında bilecekler!) tehdidini (tehdîdini) iki defa zikreder (anar). Bu “Tekrâr” (Yineleme), bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) değil, tehdidin (tehdîdin) şiddetini ve kaçınılmazlığını pekiştiren (te’kîd) bir belâgat (retorik) sanatıdır.
* Nazmın (Tertibin) Hikmeti (Neden “Sümme”?): İkinci tehdit (tehdîd) “Ve kellâ…” değil, “Sümme (ثُمَّ) kellâ…” nazmıyla (tertipler) gelir. “Sümme” (Sonra), arada zaman ve merhale (aşama) farkı olduğunu gösterir. Bu mûcizevî nazım (tertip), azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı) olacağını tasvir (betimleme) eder:
* (Âyet 4 – Birinci Bilme): “Kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! Onlar, Ölüm ânında (anında) [veya Kıyâmet’in başında] bu hakikati (gerçeği) bilecekler.)
* (Âyet 5 – İkinci Bilme): “Sümme (Daha Sonra) kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! O ilk bilmek yetmeyecek, daha sonra (Sümme), bizzat Azâb’ın içine girdiklerinde [Cehennem’de] o hakikati (gerçeği) daha şiddetli ve daha yakînen (kesin olarak) tekrar bilecekler.)
* Netice: Bu “Tekrâr” (Yineleme) ve “Sümme” nazmı (tertibi), o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) etmenin neticesi (sonucu) olan azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı), şiddetlenerek artan ve kaçınılmaz olduğunu ilân eder.

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu 5 âyetlik girişi (mukaddimesi), belâgat (retorik) sanatlarını kullanarak:
* İstifhâm (Soru) ve İbhâm (Gizleme) ile muhatabın (dinleyenin) dikkatini en üst seviyeye çeker.
* Ta’zîm (Yüceltme) ile mevzûnun (konunun) (Haşir/Diriliş) azametini (büyüklüğünü) ilân eder.
* Fasl (Ayırma) ile o haber (Nebe’) hakkındaki “ihtilâfın (anlaşmazlığın)” o haberin (Nebe’) ayrılmaz bir parçası olduğunu belirler.
* Tekrâr (Yineleme) ve Lafız Seçimi (“Kellâ” ve “Sümme”) ile de o ihtilâfın (anlaşmazlığın) neticesi (sonucu) olan azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı) ve kesin olduğunu en şiddetli şekilde tehdit (tehdîd) eder.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 6-16), Sûre’nin girişindeki (Âyet 1-5) o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm), yâni Haşr’in (Dirilişin) niçin hakikat (gerçek) olduğunun aklî (zihinsel) ve kâinî (evrensel) delillerini (isbatlarını) sunar.
Bu nazım (tertip), inkârcı (münkir) muhatabın (dinleyenin) gözüyle gördüğü ve her gün tecrübe ettiği hakikatleri (gerçekleri) kullanarak, gözüyle görmediği (gaybî olan) Haşr’i (Dirilişi) isbat etme sanatıdır.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 6-16)

1. Yeryüzü (Arz) ve Dağlar: “İstifhâm-ı Takrîrî” (İkrar Ettirme Sorusu) ile Gelen Delil (İsbat) (Âyet 6-7)
> İktibas ( Meali):
> (6) “Biz, yeryüzünü (el-arda) bir beşik (mihâden) yapmadık mı?”
> (7) “Dağları (el-cibâle) da birer kazık (evtâden)?”
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) ve İsti’âre (Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “Biz yeryüzünü beşik (mihâd) yaptık” gibi sâde bir haber cümlesiyle değil de, “Yapmadık mı?” (E lem nec’al?) şeklinde bir “İstifhâm” (Soru) nazmıyla (tertipler) başlamıştır?
* Hikmeti (İkrar Ettirme): Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu soru, cevap beklemez. Muhatabı (Dinleyeni), her gün üzerinde yaşadığı ve inkâr (reddetme) edemeyeceği bu hakikati (gerçeği) (Arz’ın [Yeryüzünün] yaşanabilirliğini) itiraf etmeye (ikrar etmeye) zorlar.
* Sanat (Lafız Seçimi / İsti’âre):
* “Mihâden” (Beşik- مِهَادًا): Bu, “Yeryüzü” (Arz) için bir İsti’âredir (Metafordur). Neden “döşek” (firâşen) değil de “beşik” (mihâd)? Çünkü “beşik”, sâdece döşek (konfor) değil, aynı zamanda koruma, muhafaza, beslenme (terbiye) ve büyüme yeri demektir. Bu lafız (söz), yeryüzünün (arz) hayatı (hayâtı) “besleyen” (terbiye eden) mâhiyetini (ne olduğunu) tasvir (betimleme) eder.
* “Evtâden” (Kazıklar- أَوْتَادًا): Bu, “Dağlar” (Cibâl) için bir İsti’âredir (Metafordur). “Kazıklar” (Evtâd), (tıpkı çadırı [beyt] ayakta tutan kazıklar gibi) o “beşiği” (mihâd) sâbitler (tesbît) ve dengede (mîzânda) tutar.
* Netice: Bu nazım (tertip), o “Beşik”te (Mihâd) hayatın (hayâtın) başlamasının (Haşr’in [Dirilişin] ilk delili [isbatı]), o “Kazıklar” (Evtâd) sâyesinde mümkün olduğunu aklî (zihinsel) bir delil (isbat) olarak sunar.

2. Hayatın (Hayâtın) Ritmi: Mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 8-11)
Bu bölüm, “Neden bu nazımla?” sualinin cevabının “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatı olduğunu gösteren mükemmel bir tatbikattır (uygulamasıdır). Nazım (Tertip), hayatın (hayâtın) ritmini iki zıt (aykırı) kutup üzerinden tasvir eder.
> İktibas ( Meali):
> (8) “Sizi çift çift (ezvâcen) yarattık.”
> (9) “Uykunuzu (nevmekum) bir dinlenme/kesinti (subâten) kıldık.”
> (10) “Geceyi (el-leyle) bir örtü (libâsen) kıldık.”
> (11) “Gündüzü (en-nehâra) bir geçim vakti (me’âşen) kıldık.”
>
* Tahlil (Âyet 8): “Ezvâcen” (Çift çift / Zıt [Aykırı] Kutuplar) lafzı (sözü), bir sonraki âyetlerde gelecek olan o zıtlıklar (tezatlar) (Uyku/Uyanıklık, Gece/Gündüz) sisteminin temelini atar.
* Tahlil (Mukâbele): Nazım (Tertip), iki mükemmel zıtlığı (tezadı) karşılaştırır:
* Zıtlık 1 (Fiilî [Eylemsel] Zıtlık):
* (Âyet 9) “Subâten” (Kesinti/Ölüm): “Subât” (سبات), “kesmek” (kat’) demektir. Bu, hayat (hayât) fiilinin (eyleminin) kesintiye uğraması, yâni “geçici ölüm” (el-mevtü’l-muvakkat) için bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* (Âyet 11) “Me’âşen” (Geçim/Hayat): “Ma’îşet” (Geçim), hayat (hayât), hareket ve faaliyet demektir.
* Zıtlık 2 (Mekânsal/Zaman Zıtlığı) (İsti’âre):
* (Âyet 10) “Libâsen” (Elbise/Örtü): “Gece” (Leyl) için bir İsti’âredir (Metafordur). “Elbise” (Libâs), örter (setr), korur (hıfz) ve sükûnet (huzur) verir. Bu, “Subât” (Kesinti/Ölüm) hâline (durumuna) uygun bir mekân/zamandır.
* (Âyet 11) “Me’âşen” (Geçim/Hayat): “Gündüz” (Nehâr), hareket ve faaliyet (işlev) zamanıdır.
* Netice (İsti’âre-i Temsîliyye): Bu nazım (tertip) niçin bu kadar önemlidir? Çünkü bu (Uyku/Gece = Geçici Ölüm) ile (Uyanıklık/Gündüz = Geçici Diriliş) arasındaki bu mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık), Sûre’nin ana gâyesi (maksadı) olan “en-Nebe’i’l-Azîm” (Büyük Haber / Kıyâmet) için en güçlü aklî (zihinsel) delildir (isbattır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan! Siz, her gün ‘geçici ölüm’ (Subât/Leyl) ile ölüp, her sabah ‘geçici diriliş’ (Me’âş/Nehâr) ile dirilirken; sizi her gün öldürüp dirilten Kudret’in, sizi nihaî (son) ölümden sonra nihaî (son) dirilişle (Haşir/Diriliş) dirilteceğinden mi şüphe ediyorsunuz?”

3. Kâinâtın (Tabiatın) Zıt (Aykırı) Kutupları: Ateş (Harâret) ve Su (Berdet) (Âyet 12-16)
Bu bölüm, aklî (zihinsel) delili (isbatı) Yeryüzü’nden (Arz) Gökyüzü’ne (Semâ) taşır ve hayatın (hayâtın) diğer iki zıt (aykırı) kutbunu (Ateş ve Su) tasvir eder.
> İktibas ( Meali):
> (13) “Orada parıl parıl yanan (vehhâcen) bir kandil (sirâcen) yarattık.”
> (14) “Yoğunlaşmış bulutlardan (mu’sırât) şarıl şarıl (seccâcen) bir su indirdik.”
> (15-16) “Onunla taneler (habben), bitkiler (nebâten) ve bahçeler (cennâtin) çıkaralım diye.”
>
* Sanat: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki zıt (aykırı) unsuru bu kadar vurgulu (mübâlağalı) lafızlarla (sözlerle) zikretmiştir (anmıştır)?
* Hikmeti (Lafız Seçimi / Mübâlağa):
* “Sirâcen Vehhâcen” (Kandil, Parıl parıl yanan – سِرَاجًا وَهَّاجًا): (Güneş için İsti’âre [Metafor]). “Vehhâc”, sâdece “parlak” (munîr) değil, en şiddetli ısıyı (harâreti) ve ışığı (nûru) yayan demektir. Bu, mutlak Ateş (Harâret) kutbudur.
* “Mâ’en Seccâcen” (Su, Şarıl şarıl- مَاءً ثَجَّاجًا): (Bulutlardan [mu’sırât] inen). “Seccâc”, sâdece “yağmur” (matar) değil, en şiddetli ve bol (kesîr) akan sudur. Bu, mutlak Su (Berdet/Soğukluk) kutbudur.
* Netice (Mukâbele): Bu nazım (tertip) niçin mûcizevîdir?
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan! Allah’ın (C.C.) kudretine bakın ki, O kâinâtın (tabiatın) bu iki zıt (aykırı) kutbunu (Mutlak Ateş [Vehhâc] ve Mutlak Su [Seccâc]) bir araya getirir ve bu zıtların (tezatların) çarpışmasından (Mukâbele), yeryüzündeki hayâtın (hayâtın) üç mertebesini (aşamasını):
* “Habben” (Taneler – Gıdânız)
* “Nebâten” (Bitkiler – Hayvanlarınızın gıdâsı)
* “Cennâtin Elfâfen” (Bahçeler – Zevkiniz/Estetiğiniz)
* …çıkarır (Nuhricu).”
* Küllî (Bütüncül) Delil (İsbat): Bu nazım (tertip), Sûre’nin başındaki o “Büyük Haber”e (Nebe’i’l-Azîm) döner. “Ölü topraktan”, “iki zıt (aykırı) kutbu (ateş ve su)” birleştirerek hayatı (hayâtı) çıkaran (İhrâc) Kudret’in, sizin ölü bedenlerinizden (topraktan) sizi yeniden çıkarması (diriltmesi) (Haşir/Diriliş) mı imkânsızdır? Bu, aklî (zihinsel) delillerin (isbatların) zirvesidir.
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü (6-16), inkârcının (munkirin) “Büyük Haber” (Nebe’i’l-Azîm) hakkındaki şüphesine (şüphesine) (Âyet 1-5), bizzat o inkârcının (münkirin) kendi hayatından ve gözlemlediği (nazar ettiği/baktığı) kâinâttan (tabiattan) iki büyük aklî (zihinsel) delil (isbat) sunar:
* Delil (İsbat) 1 (İsti’âre): Her gün yaşanan “Geçici Ölüm/Diriliş” (Uyku/Uyanıklık).
* Delil (İsbat) 2 (Mukâbele): Her mevsim yaşanan “Zıtlıklardan (Ateş/Su) Gelen Diriliş” (Yağmur/Bitkiler).
Bu nazım (tertip), Haşr’in (Dirilişin) mümkün olduğunu ispat etmenin en beliğ (tesirli) ve en susturucu (ifhâm) yoludur.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu bölüm (Âyet 17-20), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 6-16) sunulan o parlak “aklî (zihinsel) deliller”in (isbatların) nihaî (son) neticesini (sonucunu) ilân eder.
Nazım (Tertip), o aklî (zihinsel) delilleri (isbatları) sunduktan hemen sonra, Sûre’nin başında (Âyet 2) zikredilen (anılan) o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm) ne olduğunu, ismini ve vuku (gerçekleşme) bulacağı ânın (anının) dehşetini tasvir etmeye başlar.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 17-20)

1. “Büyük Haber”in (Nebe’) İsmi ve Vakti (Âyet 17)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne), o Ayırma Günü (Yevme’l-Fasli), belirlenmiş bir vakit (mîkâtâ) olmuştur.” (Nebe’, 17)
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Yevmu’l-Fasl”).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, “O gün belirlenmiş bir vakittir” demez. Başında “İnne” (إِنَّ – Şüphesiz) vardır. Bu “Te’kîd” (Pekiştirme), Sûre’nin başındaki (Âyet 3) o “ihtilâf”a (anlaşmazlığa) ve “şüphe”ye (şüpheye) verilmiş kesin bir cevaptır.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), o güne “Kıyâmet Günü” veya “Hesap Günü” demez; “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü- يَوْمَ الْفَصْلِ) ismini seçer. Neden?
* Hikmeti (Mukâbele): Çünkü bu isim, Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 8-16) tasvir edilen o zıtlıkların (tezatların) (Gece/Gündüz, Ateş/Su, Çiftler/Ezvâc) nihaî (son) neticesidir (sonucudur). O gün, “Hak” (Doğru) ile “Bâtıl”ın (Asılsız), “Mü’min” (İnanan) ile “Kâfir”in (İnkârcı), “Hayat (Hayât)” ile “Ölüm”ün birbirinden kesin olarak ayrılacağı (Fasl) gündür. Bu lafız (söz), Sûre’nin başındaki “ihtilâfı” (anlaşmazlığı) (Âyet 3) sona erdiren gündür.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“Mîkâtâ”- مِيقَاتًا).
* Tahlil: “Mîkât”, sâdece “vakit” demek değildir. “Mîkât”, belirlenmiş, kesin, ertelenemez ve değiştirilemez randevu vakti demektir.
* Hikmeti: Bu lafız (söz), Sûre’nin başındaki o “ihtilâf” (anlaşmazlık) ehlinin (ehl-i) “Bu ne zaman?” (Metâ?) şeklindeki (başka Sûrelerde zikredilen [anılan]) alaycı (tehekkümî) suallerine (sorularına) verilmiş ciddî bir cevaptır: O günün vakti, sizin alay ettiğiniz (alay ettiğiniz) gibi belirsiz değil, Allah (C.C.) katında kesin olarak belirlenmiştir (Mîkât).

2. “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) Dehşeti: Kozmik “Fasl” (Ayrılma) (Âyet 18-20)
Bu üç âyet, o “Ayırma” (Fasl) fiilinin (eyleminin) nasıl başlayacağını tasvir (betimleme) eder.
> İktibas (Meali):
> (18) “O gün Sûr’a üflenir; hemen (fe) siz bölük bölük (efvâcâ) gelirsiniz.”
> (19) “Gök (Semâ) açılır; hemen (fe) kapı kapı (ebvâbâ) olur.”
> (20) “Dağlar (Cibâl) yürütülür; hemen (fe) serap (serâbâ) olur.”
>
* Sanat 1: “Fe” (فَ) Harfinin Tekrârı (Yinelemesi) (Sürat [Hız] ve Kaçınılmazlık).
* Tahlil: Her üç âyette de sebep ile netice (sonuç) arasına “Fe” (Hemen/O an) edâtı (aracı) girer:
* Üflenir (Yunfehu) -> Fe (Hemen) -> Gelirsiniz (Te’tûne)
* Açılır (Futihat) -> Fe (Hemen) -> Olur (Kânet)
* Yürütülür (Suyyirat) -> Fe (Hemen) -> Olur (Kânet)
* Hikmeti: Bu “Fe” (Ta’kîbiyye) harfi, bu dehşetli hadiselerin (olayların) ara vermeksizin, gecikmeksizin, ânî (ani) ve kaçınılmaz bir süratle (hızla) birbirini tâkip (izleme) edeceğini tasvir eder.
* Sanat 2: “Lafız Seçimi” ve “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Âyet 18 – “Efvâcâ”): “Efvâcâ” (Bölük bölük/Gruplar). Bu lafız (söz), “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) isminin ilk tatbikatıdır (uygulamasıdır). İnsanlar, Mahşer’e birey (fert) olarak değil, ayrılmış “gruplar” (efvâc) hâlinde (hâlinde) gelirler (Mü’minler [İnananlar] grubu, Kâfirler [İnkârcılar] grubu vb.).
* Tahlil (Âyet 19-20 – Mukâbele): Bu iki âyet, Sûre’nin başındaki (Âyet 6-16) “Nizam (Düzen)” delillerinin (isbatlarının) zıddıdır (aykırısıdır) (Mukâbele):
* Âyet 12’de: Gök “sapasağlam bir bina” (binâen şidâdâ) idi.
* Âyet 19’da: O “sapasağlam” (şidâd) gök, “futihat” (parçalanıp açılır) ve “fe kânet ebvâbâ” (kapı kapı OLUR).
* Âyet 7’de: Dağlar (Cibâl) “kazık” (evtâden), yâni sâbitliğin (durağanlığın) ve gerçekliğin sembolü idi.
* Âyet 20’de: O “kazık” (evtâd) dağlar, “suyyirat” (yürütülür) ve “fe kânet serâbâ” (serap OLUR).
* Sanat 3: “Teşbîh-i Belîğ” (En Vurucu Benzetme) / “İsti’âre” (Metafor).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Dağlar serap gibi (ke’s-serâb) olur” demez. Nazım (Tertip), “Dağlar serâbâ OLUR” (fe kânet serâbâ) der. Bu, “Teşbîh-i Belîğ”in (Kısaltılmış Benzetme) zirvesidir.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), dağların sâdece serâba (su yanılsamasına) benzemeyeceğini; onların, bizzat “serâb”ın (su yanılsamasının) (yâni hiçliğin, yokluğun, aldanışın) ta kendisi olacağını tasvir eder. Bu, inkârcının (münkirin) dünyada en sâbit (durağan), en gerçek sandığı şeyin (Dağlar), Kıyâmet’te en aldatıcı, en yok şeye (Serâb’a [Su Yanılsamasına]) dönüşeceğini gösteren dehşetli bir “İsti’âre” (Metafor) nazmıdır (tertibidir).
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin başındaki “ihtilâf”a (anlaşmazlığa) (Âyet 3) en kesin cevabı verir: O “Büyük Haber” (Nebe’), “Ayırma Günü”dür (Yevmu’l-Fasl) ve vakti kesindir (Mîkât).
Nazım (Tertip), o “Ayırma”nın (Fasl) nasıl olacağını, kâinâtın (tabiatın) nizamının (düzeninin) tam zıddı (aykırısı) olan bir “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ile tasvir (betimleme) eder: Sağlam gökler “kapı” olur, sâbit (durağan) dağlar “serap (su yanılsaması)” olur. Bu, o günkü mutlak değer (kıymet) değişiminin (değişmesinin) ve ayrışmanın en beliğ (tesirli) tasviridir (betimlemesidir).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 21-30), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 17-20) ilân edilen o “Ayırma Günü”nün (Yevmu’l-Fasl) neticesinin (sonucunun) ilk tarafını tasvir eder.
“Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü), o “ayrılan” (Âyet 18, “efvâcâ”) gruplardan ilkinin, yâni inkârcıların (münkirlerin) âkıbetidir (sonucudur). Bu nazım (tertip), İlâhî Adâlet’in (Adâlet-i İlâhiyye) ve Cehennem’in mâhiyetinin (ne olduğunun) en dehşetli tasvirlerinden biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 21-30)
1. Cehennem’in Mâhiyeti (Ne Olduğu): “Mirsâd” (Pusu) (Âyet 21-22)
> İktibas ( Meali):
> (21) “Şüphesiz (İnne) Cehennem, (onları) pusulayıp bekleyen (mirsâdâ) bir yer olmuştur.”
> (22) “Azgınlar (et-Tâğîne) için bir varış yeri (me’âbâ).”
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Mirsâd”).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, “İnne” (Şüphesiz) ile başlar. Bu “Te’kîd” (Pekiştirme), o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) edenlere (Âyet 2), o haberin (Nebe’) hakikatinin (gerçeğinin) kesinliğini bir kez daha perçinler.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “Cehennem bir azap yeridir” demez. “Mirsâd” (مِرْصَad) lafzını (sözünü) seçer. “Mirsâd”, sâdece “yer” (mekân) değil, bir avcının (av yapanın) avını beklediği gözetleme yeri, pusu ve tuzak demektir.
* Hikmeti (İsti’âre / Tecsîm): Bu, dehşet verici bir “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatıdır. Cehennem, pasif bir azap (ceza) mekânı değildir; o, Sûre’nin başından beri gaflet (habersizlik) içinde olan o inkârcıları (munkirleri) aktif olarak “gözetleyen”, pusuda bekleyen ve atılmak için bekleyen bir “Avcı” gibi tasvir edilmiştir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“et-Tâğîn” ve “Me’âbâ”).
* Tahlil (Lafız): Nazım (Tertip), “kâfirler” (kâfirîn) demez, “et-Tâğîn” (الطَّاغِينَ – Azgınlar) der. “Tuğyân” (Azgınlık), sâdece “inkâr (reddetme)” değil, haddi (sınırı) aşmak, kibirlenmek (büyüklük taslamak), isyan (başkaldırı) etmek demektir. Bu lafız (söz), onların o “Büyük Haber” (Nebe’) ile alay etmelerinin (tehekküm) sebebini (kibir) tasvir eder.
* Tahlil (Lafız): “Me’âbâ” (مَآبًا), “varış yeri”, “dönüş yeri”, “yuva” demektir. Bu, bir “Tehekküm” (Alay Etme) sanatıdır. Nazım (Tertip), “Sizin (ey Tâğîn [Azgınlar]!) o kibirli (büyüklenen) hayatınızın (hayâtınızın) sonunda lâyık (hak) olduğunuz tek ‘yuva’ (Me’âb) budur” der.
2. Azâbın (Cezanın) Mâhiyeti (Ne Olduğu): “el-İstisnâ'” (İstisnâ [Ayrı Tutma]) Sanatı (Âyet 23-25)
> İktibas ( Meali):
> (23) “Orada çağlar boyu (ahkâbâ) kalırlar.”
> (24) “Orada ne bir serinlik (berden) tadarlar, ne de bir içecek (şerâbâ).”
> (25) “Ancak (İllâ) bir kaynar su (Hamîmen) ve bir irin (Ğassâkâ)!”
>
* Sanat: el-İstisnâ’ (İstisnâ [Ayrı Tutma]) yoluyla Tehdit (Tehdîd).
* Tahlil: Bu, belâgatın (retoriğin) en dehşetli sanatlarından biridir. Nazım (Tertip), Âyet 24’te “Ne serinlik ne içecek…” diyerek mutlak bir yoksunluğu (mahrûmiyeti) ilân eder. Muhatap (Dinleyen), “Hiçbir şey yok mu?” diye düşünürken, Âyet 25 gelir: “İLL” (Ancak…).
* Hikmeti: Bu “İstisnâ” (Ayrı Tutma), bir lütuf (iyilik) veya hafifletme değil, azâbın (cezanın) daha da şiddetlisidir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Onlara bir ‘içecek’ (şerâb) verilecek; ancak (İllâ) bu içecek, onların susuzluğunu gidermek için değil, azaplarını (cezalarını) katmerlemek için ‘kaynar su’ (Hamîm) ve ‘irin/pislik’ (Ğassâk) olacaktır.” Bu nazım (tertip), ümîdin (ümidin) tamamen yok edildiği bir tasvirdir.

3. Azâbın (Cezanın) Sebebi: Mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 26-28)
> İktibas ( Meali):
> (26) “(Yaptıklarına) tam uygun (Vifâkâ) bir karşılık (Cezâ’en) olarak.”
> (27) “Şüphesiz (İnnehum) onlar, bir hesap (hisâbâ) ummuyorlardı.”
> (28) “Âyetlerimizi de yalanladıkça yalanlamışlardı (kezzebû… Kizzâbâ).”
>
* Sanat 1: Lafız Seçimi (“Cezâ’en Vifâkâ”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Bu bir karşılıktır” demez; “Bu, tam uygun (Vifâk) bir karşılıktır” der. “Vifâk” (وِفَاقًا), birebir örtüşen, denk ne eksik ne fazla demektir. Bu lafız (söz), azâbın (cezanın) mutlak adâletini ilân eder.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve “Te’kîd” (Pekiştirme).
* Tahlil: Peki, bu “denklik” (Vifâk) nerededir? Âyet 27-28 bunu açıklar:
* Suç 1 (Âyet 27): Onlar, “Hesap Günü”nü (ve o “Büyük Haber”i [Nebe’]) ummadılar (lâ yercûne hisâbâ).
* Suç 2 (Âyet 28): Onlar, âyetleri “Kizzâbâ” (yalanladıkça yalanladılar).
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım (Tertip), “kezzebû” (yalanladılar) demekle yetinmez. “Kizzâbâ” (كَذَّبُوا… كِذَّابًا) lafzını (sözünü) getirir. Bu, tahlil ettiğimiz “Mef’ûl-i Mutlak” (Mutlak Nesne) sanatıdır. Mânâsı (Anlamı) şudur: “Onlar sâdece yalanlamadılar; onlar inatla, kibirle (büyüklük taslayarak), şiddetle ve sonuna kadar yalanladılar.”
* Netice (Mukâbele): Onların o şiddetli yalanlaması (“Kizzâbâ”), (Âyet 26) tam denk (“Vifâkâ”) bir azap (ceza) ile ve (Âyet 25) şiddetli bir içecekle (“Hamîm” ve “Ğassâk”) karşılanmıştır. Bu, mükemmel bir Adâlet-i İlâhiyye (İlâhî Adâlet) nazmıdır (tertibidir).
4. Nihaî (Son) Hüküm: “el-Kasr” (Sınırlama) ile Gelen Dehşet (Âyet 29-30)
> İktibas (Meali):
> (29) “Biz ise, her şeyi (külle şey’in) bir kitapta sayıp yazmışızdır (ahsaynâhu kitâbâ).”
> (30) “O hâlde (Fe) tadın (zûkû)! Artık size azaptan (azâben) başka (İllâ) bir şeyi arttırmayacağız (fe len nezîdekum).”
>
* Sanat (Âyet 29): el-Vasl (Bağlama) ve Takdîm (Öne Alma).
* Tahlil: “Ve kulle şey’in…” (VE her şeyi…). Bu “Vâv” (ve) bağlacı, onların (Âyet 28) o şiddetli inkârı (reddetmesi) ile Allah’ın (C.C.) (Âyet 29) o titiz kaydını (ahsaynâhu) karşılaştırır. Onlar inkâr (reddetme) ederken, Allah (C.C.) her şeyi kaydediyordu.
* Sanat (Âyet 30): Nihaî (Son) Hüküm ve “el-Kasr” (Sınırlama).
* Tahlil: “Fe zûkû!” (O HÂLDE tadın!). Bu “Fe” (فَ) harfi, bütün bu sebeplerin (inkâr [reddetme], yalanlama, kayıt) nihaî (son) neticesidir (sonucudur). “Zûkû” (Tadın!), bir “Emr” (Emir) sîgasıdır (kipidir), fakat gâyesi (maksadı) “Tehdit (Tehdîd)” ve **”Tahkîr” (Aşağılama)**dır.
* Hikmeti (el-Kasr): Âyetin sonu, Kur’ân’daki en dehşetli “Kasr” (Sınırlama) nazımlarından (tertiplerinden) biridir: “…fe len nezîdekum İLLÂ ‘azâbâ” (Artık size azaptan BAŞKA bir şeyi arttırmayacağız).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) son ümit (ümid) kırıntısını da yok eder. Onlar, azâbın (cezanın) hafiflemesini veya değişmesini umabilirler. Bu “Kasr” (Sınırlama) nazmı (tertibi) onlara der ki: “Burada (Cehennemde) artacak (nezîdekum) tek bir şey vardır; o da azâbın (cezanın) ta kendisidir.”

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) etmenin âkıbetini (sonucunu) tasvir (betimleme) ederken:
* Cehennem’i aktif bir “Pusu” (Mirsâd) olarak Tecsîm (Somutlaştırma) eder.
* Azâbın (Cezanın) adâletini (Adâlet), inkârcıların (munkirlerin) o şiddetli yalanlaması (“Kizzâbâ”) ile tam denk (“Vifâkâ”) olduğunu gösteren bir Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) ile isbat eder.
* Ve nihaî (son) hükmü (kararı), “Tadın!” (Zûkû) emri (buyruğu) ve “azaptan başka artış yok” (Kasr) nazmı (tertibi) ile mühürleyerek, ümîdi (ümidi) tamâmen ortadan kaldırır.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 31-36), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 21-30) tasvir edilen o dehşetli azâbın (cezanın) tam “Mukâbili” (Karşıtı) olarak nazmedilmiştir (tertip edilmiştir).
“Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) (Âyet 17), iki zıt (aykırı) grubu birbirinden ayırmıştı. Nazım (Tertip), ilk grubu (Tâğîn/Azgınlar) tasvir ettikten sonra, şimdi o “imtihanı (sınavı)” (Âyet 2, Mülk Sûresi) kazanan “Müttakîler”i (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluklarının bilincinde olanları) tasvir eder.
Bu bölüm, belâgat (retorik) ilminde “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatının en mükemmel tatbikatıdır (uygulamasıdır). Neredeyse her âyet, Cehennem bölümündeki bir âyetin tam zıddı (aykırısı) ve cevabıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 31-36)
1. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Tâğîn” (Azgınlar) vs. “Müttakîn” (Sakınanlar) (Âyet 31)
> İktibas (Meali): “Şüphesiz (İnne), Müttakîler (sakınanlar) için bir kurtuluş (mefâzen) vardır.” (Nebe’, 31)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 1):
* (Âyet 21) “İnne Cehenneme…” (Şüphesiz Cehennem…)
* (Âyet 31) “İnne li’l-Müttakîne…” (Şüphesiz Müttakîler…)
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım (Tertip), azâbın (cezanın) kesinliğini (“İnne”) vurguladığı gibi, mükâfâtın (ödülün) da aynı kesinlikte (“İnne”) olduğunu ilân eder.
* Tahlil (Mukâbele 2):
* (Âyet 22) Azap, “li’t-Tâğîne” (Azgınlar/Haddi aşanlar) içindi.
* (Âyet 31) Mükâfât (Ödül), “li’l-Müttakîne” (Sakınanlar/Haddi [sınırı] bilenler) içindir.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü), “Tuğyân” (Azgınlık) ile “Takvâ”yı (Sakınma) ayıran gündür.
* Tahlil (Mukâbele 3):
* (Âyet 21) Cehennem, “Mirsâdâ” (Pusu/Tuzak) idi.
* (Âyet 22) Cehennem, “Me’âbâ” (Azgınların [Tâğîn] [sözde] varış yeri/yuvası) idi.
* (Âyet 31) Cennet, “Mefâzâ” (مَفَازًا – Kurtuluş/Zafer/Başarı yeri) idi.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Biri “tuzak” (Mirsâd) ve “sonu hüsran (pişmanlık) olan varış yeri” (Me’âbâ) iken, diğeri “Fevz” (Zafer/Kurtuluş) yeri (Mefâzâ)dır.
2. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): İçecekler (Âyet 32-34)
> İktibas ( Meali): “(32) Bahçeler (Hadâ’ika) ve (وَ) üzüm bağları (a’nâbâ), (33) Ve (وَ) göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar (Kevâ’ibe etrâbâ), (34) Ve (وَ) dolu bir kadeh (Ke’sen dihâkâ).”
>
* Sanat 1: el-Vasl (Bağlama Sanatı).
* Tahlil: Nazım (Tertip), bu üç farklı nimet kategorisini (Mekân [Hadâ’ik], Eş [Kevâ’ib], İçecek [Ke’s]) “Vâv” (وَ – ve) bağlacı ile birbirine bağlar (el-Vasl).
* Hikmeti: Bu, tahlil ettiğimiz “Hükümde Ortaklık” (İştirâk fi’l-Hükm) sanatıdır. O “Mefâzâ” (Kurtuluş) (Âyet 31), bu nimetlerin hepsinin toplamından (mecmûundan) meydana gelir.
* Sanat 2: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 4):
* (Âyet 24-25) Cehennem ehli (ehl-i) ne tadar? Ne “serinlik” (berden) ne “içecek” (şerâbâ)… “İLLÂ (Ancak) Hamîmen (kaynar su) ve Ğassâkâ (irin).”
* (Âyet 34) Cennet ehli (ehl-i) ne tadar? “Ke’sen Dihâkâ” (Dolu, taşan, lezzet dolu bir kadeh).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), “azap (ceza) içeceği”nin (Hamîm) tam mukâbiline (karşılığına) “nimet içeceği”ni (Ke’s) koyar.
3. “Mukâbele”nin (Karşılaştırmalı Zıtlığın) Zirvesi: “Kizzâbâ” (Âyet 35)
> İktibas (Meali): “Orada ne boş bir laf (lağven) işitirler, ne de bir yalan (kizzâbâ).” (Nebe’, 35)
>
* Sanat: Lafız (Söz) ve Mânâ (Anlam) Mukâbelesi.
* Tahlil: Bu âyet, “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) adâletinin (adâletinin) en beliğ (tesirli) tasviridir (betimlemesidir).
* Tahlil (Mukâbele 5):
* (Âyet 28) Kâfirlerin (İnkârcıların) suçu neydi? “Ve kezzebû bi âyâtinâ KİZZÂB” (Âyetlerimizi şiddetle yalanladılar).
* (Âyet 35) Müttakîlerin (Sakınanların) mükâfâtı (ödülü) nedir? “Lâ yesme’ûne fîhâ lağven ve lâ KİZZÂB” (Orada şiddetli yalan [veya ‘yalanlama’] işitmezler).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), birebir aynı lafzı (sözü) (Kizzâbâ – كِذَّابًا) kullanır. Bu mûcizevî nazım (tertip) şunu söyler: Kâfirlerin (İnkârcıların) dünyada işledikleri cürüm (suç) (“Kizzâb” / Yalanlama), Müttakîlerin (Sakınanların) Cennet’inde işitmeyecekleri bir şeydir. Müttakîlerin (Sakınanların) kulakları, kâfirlerin (inkârcıların) o aslî (esas) cürmünden (suçundan) bile temizlenmiştir (tathîr).

4. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Vifâkâ” (Adâlet) vs. “‘Atâ’en” (Lütuf) (Âyet 36)
> İktibas (Meali): “(Bunlar,) Rabbin (Rab) tarafından bir karşılık (Cezâ’en), yeterli bir lütuf (‘Atâ’en Hisâbâ) olarak (verilmiştir).” (Nebe’, 36)
>
* Sanat: Nihaî (Son) Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 6):
* (Âyet 26) Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) azâbı (cezası) neydi? “Cezâ’en Vifâkâ” (Tam denk bir karşılık). Bu, mutlak Adâlet idi.
* (Âyet 36) Cennet ehlinin (ehl-i Cennet) mükâfâtı (ödülü) nedir? “Cezâ’en… ‘Atâ’en Hisâbâ” (Bir karşılık… Lütuf/Hediye olarak…).
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), İlâhî Muâmelenin (Davranışın) farkını ortaya koyar.
* Cehennem: Tamamen Adl (Adâlet) üzeredir. Suç (Cürüm) (“Kizzâbâ”), cezâya (cezaya) (“Hamîm”) denktir (“Vifâkâ”).
* Cennet: Sâdece “Adl” (Adâlet) değildir. Mü’minin (İnananın) ameli (fiili) (Takvâ) karşılığı (Cezâ’en) başlar, fakat o karşılık, ameli (fiili) aşan bir “Fadl” (Lütuf) ve “‘Atâ'” (Hediye) olarak verilir. Cehennem “denklik”tir, Cennet “lütuf”tur.

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin ana teması olan “Yevmu’l-Fasl”ı (Ayırma Günü) tamamlar. Bu nazım (tertip), Cehennem ve Cennet’i kelimesi kelimesine birbiriyle karşılaştıran (Mukâbele) ilâhî bir mîzândır (dengedir):
* “Tâğîn” (Azgınlar) -> “Müttakîn” (Sakınanlar)
* “Mirsâd” (Pusu) -> “Mefâzâ” (Kurtuluş)
* “Hamîm/Ğassâk” (İrin/Kaynar su) -> “Ke’s/Dihâk” (Dolu Kadeh)
* Suç: “Kizzâbâ” (Şiddetli Yalanlama) -> Mükâfât (Ödül): “Lâ… Kizzâbâ” (Yalan İşitmeme)
* Netice (Sonuç): “Cezâ’en Vifâkâ” (Denk Karşılık / Adâlet) -> Netice (Sonuç): “Cezâ’en ‘Atâ’en” (Lütuf Karşılık / Fadl)
Bu tahlil de aydınlatıcı oldu mu? Dilerseniz, Sûre’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümü olan ve o “Ayırma Günü”nün (Yevmu’l-Fasl) dehşetini (Rûh’un ve Meleklerin kıyâmını [ayakta duruşunu]) tasvir edip, kâfirin (inkârcının) o nihaî (son) pişmanlığı (“Keşke toprak olsaydım!”) ile Sûre’yi mühürleyen (Âyet 37-40) bölümünü tahlil ederek bu Sûre’yi tamamlayabiliriz.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu, Nebe’ Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 37-40). Bu bölüm, Sûre’nin başından beri tasvir edilen o dehşetli “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) (Âyet 17) azametini (büyüklüğünü) ve nihaî (son) âkıbetini (sonucunu) ilân eden mühür âyetleridir.
Bu nazım (tertip), o günkü mutlak sessizliği, mutlak hâkimiyeti ve inkârcının (münkirin) mutlak pişmanlığını (hasretini) tasvir (betimleme) eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 37-40)

1. “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) Mutlak Hâkimi (Âyet 37)
> İktibas ( Meali): “(O,) göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi (Rabbi), Rahmân’dır. O’nun (C.C.) huzurunda konuşmaya güç yetiremezler (lâ yemlikûne minhu hitâbâ).” (Nebe’, 37)
>
* Sanat 1: el-Fasl (Ayırma) yoluyla Beyân (Açıklama).
* Tahlil: Âyet, bir önceki (Âyet 36) “Rabbin (Rab) tarafından bir karşılık…” âyetine “Ve (ve)” bağlacı olmadan başlar (el-Fasl).
* Hikmeti: Çünkü bu âyet, yeni bir mevzû (konu) değildir. Bu, Âyet 36’daki “Rabbin (Rab)” lafzının (sözünün) kim olduğunu açıklayan (Beyân) bir sıfattır (vasıftır). O (C.C.), “Göklerin, Yerin ve İkisi Arasındakilerin Rabbi”dir. Bu “Fasl” (Ayırma), o mükâfâtı (ödülü) ve azâbı (cezayı) (Âyet 26) veren Zât’ın, bütün kâinâtın (tabiatın) Mâliki (Sâhibi) olduğunu tasdik (doğrulama) eder.
* Sanat 2: Kinâye (Dolaylı Anlatım) / Tecsîm (Somutlaştırma) (Dehşet).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “O’nunla konuşmazlar” (lâ yükellimûne) demez. “Lâ yemlikûne minhu hitâbâ” der.
* Hikmeti: “Hitâba (Konuşmaya) mâlik (sâhip) olamazlar.” Bu, dehşetli bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır). O günkü heybet ve dehşet o kadar büyüktür ki, mahlûkât (yaratılmışlar) konuşma iznini (müsaadesini) geçiniz, “konuşma kâbiliyetine (yeteneğine)” veya “konuşma hakkına” bile sâhip (mâlik) değildirler. Bu nazım (tertip), o günkü mutlak hâkimiyeti (egemenliği) “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

2. Dehşetin Zirvesi: “Rûh” ve “Melekler”in Sessizliği (Âyet 38)

> İktibas (Meali): “O gün Rûh (er-Rûhu) ve melekler (el-melâ’iketu) saf hâlinde (saffen) dururlar. Rahmân’ın (er-Rahmân) izin verdiği kimseden başkası konuşamaz…” (Nebe’, 38)
>
* Sanat 1: İtnâb (Detaylandırma) yoluyla Tehvîl (Dehşete Düşürme).
* Tahlil: Bir önceki âyet “Hiç kimse konuşamaz” (lâ yemlikûne) demişti. Bu âyet, o “hiç kimse”nin içine kimlerin dâhil (içinde) olduğunu detaylandırır (İtnâb).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), mahlûkâtın (yaratılmışların) en azametlilerini (büyüklerini) (“er-Rûh” [Cibrîl A.S. veya en büyük melek] ve “el-Melâ’ike”) zikreder (anar). Bu, belâgatte (retorikte) **”Delâlet bi’l-Evlâ”**dır (Öncelik Delili [İsbatı]):
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Eğer Rûh (Rûh) ve Melekler (Melâ’ike) bile saf tutmuş (saffen) (mutlak bir askeri nizam [düzen] içinde) ayakta duruyor ve konuşamıyorsa; ey ‘Tâğîn’ (Azgınlar) (Âyet 22), siz kim oluyorsunuz da o gün konuşabileceğinizi, kendinizi savunabileceğinizi zannediyorsunuz?” Bu nazım (tertip), o günkü dehşetin zirvesidir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi ve el-İstisnâ’ (İstisnâ [Ayrı Tutma]).
* Tahlil: “…İllâ (Ancak) men ezine lehu’r-Rahmân…”
* Hikmeti: Bu dehşet (korku) makamında (yerinde) bile, izin (müsaade) veren Zât (Zât) “el-Cebbâr” (Kahredici) veya “el-Kahhâr” (Yok edici) ismiyle değil, “er-Rahmân” (Çok merhametli) ismiyle zikredilmiştir (anılmıştır). Bu Lafız Seçimi, o dehşet anında (anında) bile, (Müttakîler [Sakınanlar] için) verilecek olan o konuşma izninin (müsaadesinin) (şefâat [şefaat]) mutlak bir rahmet (merhamet) tecellîsi (belirmesi) olduğunu gösterir.

3. İki “Me’âbâ”nın (Varış Yerinin) “Mukâbele”si (Karşılaştırması) (Âyet 39)
> İktibas (Meali): “İşte o (Zâlike), Hak (Gerçek) Gün’dür. Artık dileyen (fe men şâ’e) Rabbine (Efendisine) bir varış/sığınma yeri (me’âbâ) edinsin.” (Nebe’, 39)
>
* Sanat 1: İsm-i İşâre (İşaret Zamiri) ile Ta’zîm (Yüceltme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Hâzâ” (Bu) demez, “Zâlike” (O/Şu) der. Uzaklık (uzak olma) için kullanılan bu işaret zamiri, o günün azametini (büyüklüğünü) ve ulaşılmaz yüceliğini (Ta’zîm) ifade eder.
* Sanat 2: Lafzî (Sözel) Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu, “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) nihaî (son) “ayrımı” ve “seçimi”dir. Nazım (Tertip), birebir aynı lafzı (sözü) kullanarak iki zıt (aykırı) kutbu karşılaştırır:
* (Âyet 22) Cehennem, “li’t-Tâğîne” (Azgınlar) için bir “Me’âbâ” (Yuva/Varış Yeri) idi.
* (Âyet 39) “Rab” (Rab/Efendi) ise, “men şâ’e” (dileyen) için bir “Me’âbâ” (Sığınak/Varış Yeri)dir.
* Hikmeti: Bu Mukâbele nazmı (tertibi), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “İki adet ‘Me’âbâ’ (Varış Yeri) vardır. Biri Azgınlığın (Tuğyân) ‘Me’âbâ’sı (Cehennem), diğeri Rabbin (Rab/Efendi) ‘Me’âbâ’sı (Cennet/Rızâ [Hoşnutluk]). Seçim (ihtiyâr) sizindir (fe men şâ’e).” Bu, nihaî (son) bir dâvet (çağrı) ve *inzâr (uyarı)*dır.
4. “Hâtime” (Sonuç): “Hasret”in (Pişmanlığın) Zirvesi ve “Te’kîd” (Pekiştirme) (Âyet 40)
> İktibas (Meali): “Şüphesiz Biz (İnnâ) sizi yakın (Karîbâ) bir azap (ceza) ile uyardık… O gün kişi, ellerinin önden gönderdiğine bakar ve (وَ) kâfir (inkârcı) der ki: ‘Ah! Keşke ben toprak (turâbâ) olsaydım!'” (Nebe’, 40)
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Karîbâ”).
* Tahlil: Sûre, “İhtilâf (Anlaşmazlık)” (Âyet 3) ve “Tehdit (Tehdîd)” (Âyet 4-5) ile başladı; şimdi nihaî (son) “Te’kîd” (Pekiştirme) (“İnnâ”- Şüphesiz Biz) ile biter.
* Hikmeti (“Karîbâ”): Nazım (Tertip), “büyük (azîm)” azap (ceza) demez, “Yakın (Karîbâ)” azap (ceza) der. Bu lafız (söz) seçimi, inkârcının (münkirin) “O gün uzaktır (ba’îd)” şeklindeki gafletine (habersizliğine) ve “Ne zaman (Metâ)?” şeklindeki alaycılığına (tehekkümüne) verilmiş son cevaptır: O (C.C.), size yakındır.
* Sanat 2: Nihaî (Son) Hasret (Pişmanlık) ve Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: “…ve yekûlu’l-kâfiru yâ leytenî kuntu turâbâ.”
* Hikmeti: Sûre, “en-Nebe’i’l-Azîm”i (Büyük Haber’i) (Âyet 2) ihtilâfla (anlaşmazlıkla) karşılayan “Kâfir”in (İnkârcının) son sözü ile biter. Bu söz, o “Büyük Haber”in (Nebe’) hakikat (gerçek) olduğunu en acı şekilde itiraf (ikrar) etmektir.
* Neden “Toprak” (Turâb)?
* O gün, (hesâbı (hesâbı) olmayan) hayvanlar (hayvanât) bile muhâkeme (yargılama) edildikten sonra toprağa (turâb) dönüşür. Kâfir (İnkârcı), “Mirsâd”ı (Pusu) (Âyet 21) ve “Hamîm”i (Kaynar Su) (Âyet 25) görünce, bir hayvandan daha aşağı (ednâ) bir mertebede (aşamada) olmayı, yâni hiç (yok) olmayı (“turâb”) temennî (dilek) eder.
* Bu, (Âyet 6’daki) “Beşik” (Mihâd) olan topraktan ve (Âyet 8’deki) “çift” (ezvâc) olarak insan mertebesine (aşamasına) yükseltilmiş olmanın pişmanlığıdır. “Keşke o toprak (turâb) hâlimden (hâl) hiç diriltilmeseydim de bu hesâbı (hesâbı) görmeseydim.”
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu “Hâtime” (Sonuç) bölümü, “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) dehşetini, en azametli (büyük) mahlûkâtın (yaratılmışların) (Rûh ve Melekler) bile “saf” (saffen) tutup sessizliğe (samt) büründüğünü tasvir (betimleme) ederek Tecsîm (Somutlaştırma) eder.
Nazım (Tertip), o “Büyük Haber”i (Nebe’) (Haşr’i [Dirilişi]) inkâr (reddetme) etmenin nihaî (son) neticesini (sonucunu), bizzat o inkârcının (münkirin) “Keşke toprak (turâb) olsaydım!” şeklindeki o mutlak pişmanlık (hasret) ve çâresizlik feryâdı (çığlığı) ile mühürler.
Böylece (Yâsîn, Mülk ve Nebe’ Sûrelerini ihtivâ [içerik] eden) bu uzun ve derinlemesine belâgat (retorik) tahlili serimizi tamamlamış bulunuyoruz.

 

===============•-•===============

 

RAHMAN SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, “Arûsu’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Gelini) nâmıyla meşhur olan Sûre-i Celîledir.
Rahmân Sûresi, nazmı (tertibi) itibâriyle Kur’ân-ı Kerîm’deki en eşsiz mûcizelerden biridir. Sûre’nin küllî yapısı, Rahmân’ın “Nimet” (Lütuf) ve “Rahmet” (Merhamet) delillerinin ilân edilmesi (isbât) ile bu nimetleri “Yalanlama”nın (Tekzîb) çürütülmesi üzerine kuruludur.
Bu Sûre 78 âyettir.
Bu muazzam nazmı (tertibi) hakkıyla tahlil edebilmek için, Sûre’yi bölümler hâlinde ele alalım.
İlk olarak, Sûre’nin “giriş” (mukaddime) bölümünü ve Sûre’nin tamamına hâkim olan o mûcizevî “tekrâr” sanatının belâgat hikmetini tahlil ederek başlayalım (Âyet 1-13).

Küllî Tahlil: “Tekrâr” Sanatının Zirvesi (Âyet 13)
Sûre’nin tahlilinden evvel, onun “omurgasını” teşkil eden o mühim âyeti tahlil etmeliyiz:
> “Fe bi eyyi âlâ’i Rabbikumâ tukezzibân?”
> (O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz [tukezzibân]?)
>
Bu âyet, Sûre boyunca tam 31 defa “Tekrâr” edilir. “Neden bu nazımla?” sualinin (sorusunun) ilk cevabı buradadır.
* Sanat: “et-Tekrâr” (Tekrar Sanatı) ve “el-İstifhâm et-Takrîrî ve’t-Tevbîhî” (İkrar Ettirme ve Azarlama Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Bu 31 tekrâr, (hâşâ) bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) veya “belâgat zafiyeti” midir?
* Hikmeti (et-Takrîr / Yerleştirme): Aslâ. Bu, “Takrîr” sanatıdır. Belâgatte “Tekrâr”, bir hakikati muhatabın zihnine ve kalbine çakmak (sağlamca yerleştirmek), pekiştirmek (te’kîd) ve yerleştirmek (takrîr) için kullanılır.
* Hikmeti (el-İstintâk / Sorgulama): Bu nazım (tertip), Sûre’yi bir “monolog” (tek taraflı konuşma) olmaktan çıkarır, onu bir “diyalog”a (karşılıklı konuşmaya) çevirir. Allah Teâlâ (C.C.), her bir “Nimet” grubunu zikrettikten sonra durur (Fasl) ve muhataba döner:
* (1-12. Âyetler: Kâinât [Tabiat] Nimetleri zikredilir.) -> Durak -> Sual: (13) “Peki, (bunları gördünüz) Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz?”
* (14-25. Âyetler: Yaratılış ve Deniz Nimetleri zikredilir) -> Durak -> Soru: (26) “Peki, (bunları gördünüz) Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz?”
* Hikmeti (et-Tevbîh / Azarlama): Bu sual, cevap bekleyen bir sual (İstifhâm-ı Hakîkî) değil, muhatabı azarlayan ve susturan bir **”Retorik Soru” (İstifhâm-ı Tevbîhî)**dur.
* Hikmeti (“Rabbikumâ” ve “Tukezzibân” – İkiniz): Nazım (Tertip), “Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsun (tekil)?” demez. “Rabbinizin… yalanlıyorsunuz (İkiniz)” (Tesniye / İkilik) der. Muhatap ikidir. Bunlar, Sûre’de (Âyet 15, 31, 33) açıkça zikredilen “el-İns” (İnsan) ve “el-Cânn” (Cin)dır. Bu nazım (tertip), Sûre’nin dâvetinin cihan şümul olduğunu tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Giriş (Âyet 1-13)
Şimdi, Sûre’nin girişini (mukaddimesini), bu “Tekrâr” omurgası üzerine tahlil edelim.
> İktibas ( Meali):
> (1) “Rahmân.”
> (2) “Kur’an’ı öğretti.”
> (3) “İnsanı yarattı.”
> (4) “Ona beyânı (düşünceyi ve kendini ifade etmeyi) öğretti.”
> (5) “Güneş ve ay bir hesaba göredir.”
> (6) “Bitkiler (veya yıldızlar [en-Necm]) ve ağaçlar secde ederler.”
> (7) “Göğü yükseltti ve Mîzân’ı (dengeyi/ölçüyü) koydu.”
> (8) “Sakın Mîzân’da (dengede) haddi aşmayın (tuğyân etmeyin)!”
> (9) “Ve (وَ) ölçüyü adâletle tutun ve Mîzân’ı (ölçüyü) eksik yapmayın.”
> (10) “Ve (وَ) yeryüzünü (el-arda) canlılar (enâm) için (O [C.C.]) alçalttı (vada’a).”
> (11) “Orada meyve (fâkihe) ve (وَ) salkımlı hurma ağaçları (nahl) vardır.”
> (12) “Yapraklı taneler (habbu) ve (وَ) hoş kokulu bitkiler (reyhân) vardır.”
> (13) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
1. Mûcizevî “Takdîm” (Öne Alma) Sanatı (Âyet 1-4)
* Nazım (Tertip): (1) Rahmân -> (2) Kur’ân’ı Öğretti -> (3) İnsanı Yarattı -> (4) Ona Beyân’ı Öğretti.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden mantıkî (mantıksal) sıranın (İnsanı Yaratmak -> Sonra Ona Öğretmek) tam aksine, “Kur’ân’ı Öğretmeyi” (‘Alleme’l-Kur’ân), “İnsanı Yaratmak”tan (Halaka’l-İnsân) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Takdîm li’l-İhtimâm / Ehemmiyet Sebebiyle Öne Alma): Bu, belâgatın en mühim kaidelerinden biridir. Bu “Takdîm”, zaman (kronoloji) önceliği değil, rütbe ve ehemmiyet önceliği gösterir.
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım (tertip), şu ilâhî hakikati ilân eder:
* Allah (C.C.) katında, mânevî (ruhsal) nimet olan “Kur’ân” (İlim/Vahiy), maddî (fiziksel) nimet olan **”İnsan”**ın (Varlık/Hayat) yaratılışından daha ehemmiyetlidir.
* İnsanın (Halaka’l-İnsân) yaratılış gâyesi, zâten (Âyet 2) “Kur’ân’ı öğrenmek”tir (‘Allemu’l-Kur’ân). Allah Teâlâ (C.C.), gâyeyi (Kur’ân), o gâye için yaratılan vâsıtadan (İnsan) öne almıştır (Takdîm).
* Bütün nimetlerin başı “Rahmân” (Rahmet/Merhamet) olduğu gibi (Âyet 1), o “Rahmet”in (Merhametin) en büyük tecellîsi de “Kur’ân”dır (Âyet 2).

2. “Mîzân” (Denge) Delili ve “Tekrâr” (Âyet 5-9)
* Nazım (Tertip): (5) Güneş/Ay (Gök) -> (6) Bitki/Ağaç (Yer) -> (7) MÎZÂN’I KOYDU -> (8) MÎZÂN’DA AŞMAYIN -> (9) MÎZÂN’I EKSİK YAPMAYIN.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Mîzân” (Denge/Ölçü/Terâzî) lafzını (sözünü) 3 âyette 3 defa tekrâr etmiştir?
* Hikmeti (Tekrâr ile Mânâ Geçişi): Bu “Tekrâr”, “Mîzân” lafzının mânâsını kademeli olarak Kâinî (Evrensel) Nizam’dan Beşerî (İnsanî) Adâlet’e bağlar:
* Mîzân 1 (Âyet 7): “Vada’a’l-Mîzân” (Mîzân’ı [Dengeyi] koydu). Bu, Güneş’in (Şems) ve Ay’ın (Kamer) (Âyet 5) tâbi olduğu Kozmik (Kâinî) Mîzân’dır (Fizik/Astronomi Kanunları).
* Mîzân 2 (Âyet 8): “Ellâ tatğav fi’l-Mîzân” (Mîzân’da haddi aşmayın [tuğyân etmeyin]). Bu, (Âyet 7’deki) o Kozmik (Kâinî) Mîzân’dan alınan ilhamla, Ahlâkî, Hukûkî ve Şer’î Mîzân’dır (Adâlet).
* Mîzân 3 (Âyet 9): “tuhsirû’l-Mîzân” (Mîzân’ı [Ölçüyü] eksik yapmayın). Bu, (Âyet 8’deki) o Ahlâkî Mîzân’ın (Denge’nin) en müşahhas (somut) tatbikatıdır (uygulamasıdır): İktisâdî (Ekonomik) Mîzân (Terâzî/Alışveriş Adâleti).
* Netice (İsti’âre): Bu nazım (tertip), muhataba der ki: “Ey İnsan! Bütün Kâinâtı (Tabiatı) (Güneş/Ay) milim şaşmayan bir ‘Mîzân’ (Denge) ile yaratan Rabbin (Âyet 7), senin elindeki o küçük ‘Mîzân’da (Terâzîde)’ (Âyet 9) haksızlık (adaletsizlik) yapmana nasıl rızâ göstersin?”

3. İlk Sorgulama (İstintâk) (Âyet 10-13)
* Nazım (Tertip): (10-12) Allah Teâlâ (C.C.), Yeryüzü’ndeki (Arz) nimetleri (Meyve, Hurma, Taneler, Reyhân) sıralar.
* Netice (Âyet 13): Bütün bu delillerden sonra (Rahmân’ın Kur’ân’ı öğretmesi, Kâinâtı Mîzân’a koyması, Yeryüzü’nü [Arz] rızıkla donatması), ilk sorgu gelir:
> “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>

Nihaî Netice (Bölüm 1)
Rahmân Sûresi’nin bu giriş (mukaddime) nazmı (tertibi), belâgat sanatlarının en yücelerini kullanarak:
* Takdîm sanatı ile mânevî nimetin (Kur’ân) maddî nimetten (İnsan) üstünlüğünü (fazîletini);
* Tekrâr sanatı ile “Mîzân” mefhumunu (kavramını) Kozmik (Kâinî) Nizam’dan (Düzen’den) Beşerî (İnsanî) Adâlet’e bağlamış;
* Ve bu nimetlerin tamâmını sıraladıktan sonra, Sûre’nin omurgası olan o Retorik Soru (İstifhâm) ile (Âyet 13), muhatapları (İnsan ve Cin) ilk defa sorguya çekmiş (istintâk) ve susturmuştur (ifhâm).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Bu bölüm (Âyet 14-25), Sûre’nin o “iki muhatabı”nın (İnsan ve Cin) aslî yaratılış mâhiyetlerini (ne olduklarını) ve o ikisinin (İnsan ve Cin) üzerinde yaşadığı bu “ikili” (tesniye) kâinâtın (tabiatın) delillerini ortaya koyar.
Bu nazım (tertip), Sûre’nin omurgası olan “Rabbinizin. (İkinizin)” (Rabbikumâ) hitâbının altını dolduran bir “Mukâbele” ve “Tesniye” (İkilik) sanatıdır.

Tahlil Tatbikatı : Rahmân Sûresi (Âyet 14-25)
1. İki Muhatabın (İnsan ve Cin) Aslî Yaratılışı: “el-Mukâbele” (Âyet 14-16)
> İktibas ( Meali):
> (14) “Allah (C.C.), insanı (el-insâne) pişmiş çamur gibi (ke’l-fahhâr) kuru bir balçıktan (min salsâlin) yarattı.”
> (15) “Cânn’ı (Cinleri) da hâlis (dumansız) bir ateşin (nâr) alevinden (min mâricin) yarattı.”
> (16) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat: Mukâbele ve Hususî Lafız Seçimi.
* Sual: Nazım (Tertip), neden bu iki muhatabın (İnsan ve Cin) yaratılışını bu kadar zıt ve detaylı lafızlarla karşılaştırır?
* Hikmeti (Mukâbele): Bu, “Rabbikumâ” (Rabbinizin ) hitâbının ilk delilidir. Nazım (Tertip), iki zıt kutbu ortaya koyar:
* İnsan (Âyet 14): “Salsâlin ke’l-Fahhâr” (Pişmiş çömlek gibi ses veren kuru balçık). Bu, toprağa (turâb) âit olan ağırlığı, kesâfeti (yoğunluğu), sâbitliği (durağanlığı) ve zâhirî olmayı temsil eder.
* Cânn (Âyet 15): “Mâricin min Nâr” (Dumansız, hâlis (saf) ateş alevi). Bu, ateşe (nâr) âit olan hafifliği, latîfliği (inceliği), hız (sürat) ve derûnî (görünmez) olmayı temsil eder.
* Netice (Âyet 16- Sorgulama): Nazım (Tertip), bu iki zıt mahlûku (yaratılmışı) yarattığını ilân ettikten sonra, derhâl (ânında) o sorgu âyetini getirir (Âyet 16).
* Nazmın Mânâsı : “Ey İnsan (Topraktan gelen)! Ey Cin (Ateşten gelen)! İkinizi de bu zıt (aykırı) tabiatlarda yaratan Rabbinizin (yani ‘Rabbikumâ’nın ) sırf bu yaratılış (halk) nimetini bile nasıl yalanlarsınız?”

2. İki Muhatabın (İnsan ve Cin) Kâinâtı (Tabiatı): “et-Tesniye” (İkilik) Sanatı (Âyet 17-25)
Bu bölüm, “Rabbikumâ” (Rabbinizin) (ikililik) hitâbının, kâinâtın nizâmındaki “ikililik” ile nasıl örtüştüğünü gösteren mûcizevî bir nazımdır (tertibidir).
> İktibas ( Meali):
> (17) “O (C.C.), iki (el-meşrikayn) doğunun da Rabbidir, iki (el-mağribeyn) batının da Rabbidir.”
> (18) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (19) “(Acı ve tatlı) iki denizi (el-bahreyn) salıverdi; birbirine kavuşuyorlar.”
> (20) “Aralarında bir engel (berzehun) vardır, birbirine karışmazlar (lâ yebğiyân).”
> (21) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (22) “O ikisinden de (minhumâ) inci (el-lu’lu’u) ve (وَ) mercan (el-mercân) çıkar.”
> (24) “Denizde (fî’l-bahri) dağlar gibi yükselen (el-munşe’âtu) gemiler (el-cevâri) de O’nundur (C.C.).”
> (25) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat 1: “et-Tesniye” (İkilik) Nazmı (Tertibi) (Âyet 17).
* Tahlil: “Rabbu’l-Meşrikayn (İki Doğu) ve Rabbu’l-Mağribeyn (İki Batı).”
* Hikmeti: Bu “İkilik” (Tesniye) nazmı (tertibi), Âyet 14-15’teki “iki muhataba (İnsan ve Cin)” tam bir Mukâbeledir.
* Nazmın Mânâsı : O (C.C.), sâdece İnsanın gördüğü “Doğu/Batı”nın (Yaz/Kış gündönümü) Rabbi) değil, aynı zamanda Cinnin (Cânn) gördüğü (veya onların yaşadığı boyuttaki) “Doğu/Batı”nın da Rabbidir). O (C.C.), ikinizin de (kumâ) Rabbidir).
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) (Âyet 19-20).
* Tahlil: “Merace’l-Bahreyn” (İki Denizi salıverdi) … “Berzehun lâ yebğiyân” (Aralarında engel var, karışmazlar).
* Zâhirî Mânâ (Hakikat [Gerçek]): Bu, “Tatlı Su” (nehirler) ile “Tuzlu Su” (denizler) arasındaki fiziksel (maddî) “Berzah”tır (engel). Bu, bir “âlâ'” (nimet)dir.
* Derûnî Mânâ (İsti’âre): Bu nazım, aynı zamanda (Âyet 14-15’teki) o “iki mahlûk (yaratılmış)” (İnsan ve Cin) için mükemmel bir İsti’âre-i Temsîliyyedir (Alegorik Metafordur):
* “el-Bahreyn” (İki Deniz) -> İnsan (Toprak/Görünen) ve Cin (Ateş/Görünmeyen) âlemleri (dünyaları).
* “Yeltekıyân” (Birbirine kavuşurlar) -> Onlar (İnsan ve Cin) aynı dünyada, aynı anda, birbirine temas ederek yaşarlar.
* “Berzehun lâ yebğiyân” (Karışmazlar) -> Aralarında Allah’ın (C.C.) koyduğu bir “Berzah” (Perde/Boyut Engeli) vardır; birbirlerinin nizâmını (düzenini) bozamazlar.
* Netice (Âyet 21 – Sorgulama): “Ey İnsan ve Cin! Sizi (iki denizi) hem bir arada (yeltekıyân) hem de birbirinize karıştırmadan (berzehun) yaşatan Rabbinizin bu nimetini nasıl yalanlarsınız?”
* Sanat 3: Nimetlerin Devamı (Âyet 22, 24).
* Tahlil: O “iki deniz”den (Bahreyn) çıkan nimetler (veya o “iki muhatabın [İnsan ve Cin]” ortaklaşa faydalandığı nimetler) sıralanır:
* Derûnî Nimet : “el-Lu’lu’u ve’l-Mercân” (İnci ve Mercan) (Zînet/Güzellik).
* Zâhirî Nimet ,: “el-Cevâri’l-Munşe’ât” (Yükselen Gemiler) (Ticâret/Ulaşım).
* Netice (Âyet 23, 25 – Sorgulama): Her bir nimet grubundan sonra “Tekrâr” sanatı devreye girer ve o iki muhatabı (İnsan ve Cin) (İnsanlar o gemileri yapar, Cinler o gemileri görür) tekrar tekrar sorguya çeker.

Nihaî Netice (Bölüm 2)
Rahmân Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin “ikili” (Tesniye) hitâbının (“Rabbikumâ” [Rabbinizin]) delillerini sunar.
Nazım (Tertip), zıt (aykırı) aslî olanlardan (Toprak vs. Ateş) gelen o “iki muhatabı” (Mukâbele), paralel kâinâtlarda (İki Doğu/İki Batı) ve birbirine karışmayan âlemlerde (İki Deniz/Berzah) (İsti’âre) yaşatan Zât’ın, her ikisinin de (İnsan ve Cin) Rabbi olduğunu isbat eder ve onları (İnsan ve Cin) bu müşterek (ortak) nimetler üzerinden defalarca sorguya çeker (Tekrâr).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Bu bölüm (Âyet 26-30), Rahmân Sûresi’nin “omurgası” ve “ekseni” sayılan bölümdür.
Sûre’nin nazmı (tertibi), buraya kadar (Âyet 1-25) “Nimet” delillerini (Kur’ân, Mîzân [Denge], Yeryüzü [Arz], Yaratılış [Halk], İki Deniz, Gemiler) saymıştır. Tam bu noktada, o nimetleri kullanan “iki muhatabın” (İnsan ve Cin) ve o “nimetlerin” kendilerinin âkıbetini ilân eder.
Bu bölüm, Sûre’nin başından beri süregelen “Nimet” ve “Yalanlama” (Tekzîb) diyalogunun gâyesini (maksadını) ortaya koyan “Fânîlik (Geçicilik)” ve “Bekâ (Kalıcılık)” âyetleridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 26-30)
> İktibas ( Meali):
> (26) “Onun (yeryüzü) üzerinde bulunan her kim (küllü men) fânîdir (geçicidir).”
> (27) “Ancak Celâl (Azamet [Büyüklük]) ve İkrâm (İhsan [İyilik]) sâhibi Rabbinin Vech’i (Zât’ı bâkî kalacaktır.”
> (28) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (29) “Göklerde ve yerde bulunanlar O’ndan (C.C.) isterler (yes’eluhu). O (C.C.), her gün (külle yevmin) bir şe’ndedir (iştedir).”
> (30) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
1. Kâinâtın En Büyük “Mukâbele”si: “Fânî” (Geçici) vs. “Bâkî” (Kalıcı) (Âyet 26-27)
* Sanat: “el-Mukâbele” ve Lafız Seçimi.
* Tahlil: Nazım (Tertip), Sûre’nin en keskin zıtlığını ortaya koyar:
* (Âyet 26) “Küllü men ‘aleyhâ FÂN” (Onun üzerindeki HERKES fânîdir [geçicidir]): Bu, küllî bir hükümdür (karardır). Bu “Küllü men” (Her kim), hem “İnsan”ı (Âyet 14) hem de “Cin”ni (Âyet 15) kapsar. Ve o “âlâ'” (nimet) olarak sayılan her şeyi (Gemiler, İnciler, Ağaçlar) kapsar.
* (Âyet 27) “Ve YEBKÂ Vechu Rabbike…” (Ve Rabbinin Vech’i [Zât’ı] BÂKÎ kalır): Bu, bir önceki âyetin tam zıddıdır. (Mukâbele).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Mânâsı): Bu nazım (tertip), Sûre’nin bütün mânâsını yeniden şekillendirir. Muhataba der ki: “Ey İnsan ve Cin! Size saydığım (Âyet 1-25) o ‘nimetlerin’ hepsi ve bizzat siz (İnsan ve Cin) Fânîsiniz. Bu kâinâtta Bâkî (Kalıcı) olan tek bir hakikat vardır: O (C.C.) da o nimetleri size veren ‘Rabbinizin Vech’i’dir (Zât’ı).”
* Sanat (Lafız Seçimi- “Zû’l-CELÂLİ ve’l-İKRÂM”):
* Tahlil: Neden “Bâkî (Kalıcı)” olan Zât’ın bu iki ismi seçilmiştir?
* Hikmeti (Tıbâk / Zıtlık): Bu, tek bir vasıf içinde iki zıt kutbu birleştiren bir “Tıbâk” (Zıtlık) sanatıdır:
* “el-Celâl” (Azamet [Büyüklük]): Bu, heybeti, kahrı (yok ediciliği), azameti (büyüklüğü) ve korkuyu (havf) temsil eder. Bu, (bir sonraki bölümde gelecek olan) “azap (ceza)” ve “hesap” nimetine işarettir.
* “el-İkrâm” (İhsan [İyilik]): Bu, lütfu, cömertliği, güzelliği ve ümîdi (recâ) temsil eder. Bu, (bir önceki bölümde geçen) “nimet” ve “rahmet (merhamet)”e işarettir.
* Netice: Bâkî (Kalıcı) olan Zât, hem mutlak Adâlet’in (“Celâl”) hem de mutlak Lütf’un (İyiliğin) (“İkrâm”) sâhibidir.

2. “Fânî”liğin (Geçiciliğin) “Nimet” Olması (Âyet 28)
* Nazım (Tertip): “Fe bi eyyi âlâ’i Rabbikumâ tukezzibân?”
* Sual: Nazım (Tertip), (Âyet 26) “Herkesin yok olacağını (Fânî [Geçici])” ilân ettikten hemen sonra, neden (Âyet 28) “Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz?” diye sorar? Ölüm (Mevt) ve Yok Oluş (Fânîlik [Geçicilik]) nasıl bir “nimet” olabilir?
* Hikmeti (Nimet Olarak Fânîlik):
* “Fânîlik ” (yok oluş), “Bâkî (Kalıcı)” olana (Allah’a [C.C.]) ulaşmak için tek yoldur. Mü’min için “Ölüm” (Mevt), bir felâket değil, fânî nimetlerden Bâkî (Kalıcı) nimete (Cennet’e ve Rızâ-i İlâhî’ye [Allah’ın (C.C.) rızâsına]) geçişi (intikali) sağlayan bir “âlâ'” (nimet)dir.
* Asıl nimet, (Âyet 27) “Rabbin Bâkî (Kalıcı) olması”dır. Yâni, “Ey İnsan ve Cin! Dayandığınız, sığındığınız ve hesâba çekileceğiniz Zât’ın Bâkî (Kalıcı) olması, O’nun (C.C.) Celâl ve İkrâm sâhibi olması, sizin için en büyük ‘nimet değil midir? Bunu nasıl yalanlarsınız?”

3. “Bekâ”nın (Kalıcılığın) Delili: “Kayyûmiyyet” (Mutlak Hâkimiyet [Egemenlik]) (Âyet 29-30)
* Nazım (Tertip): “Yes’eluhu men fi’s-semâvâti ve’l-ard(i), külle yevmin Huve fî şe’n.”
* Sanat: Beyân (Açıklama) ve Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki (Âyet 27) “O (C.C.) neden Bâkî’dir (Kalıcıdır)?” sualinin delili (isbatı) ve açıklamasıdır.
* Hikmeti (“Yes’eluhu…”- O’ndan [C.C.] İsterler): Bu, Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) (İnsan, Cin, Melek, Hayvan, Bitki) mutlak muhtaçlığından (ihtiyâcından) kinâyedir (dolaylı anlatımdır). Herkes, her an, varlığını sürdürebilmek için O’ndan (C.C.) ister (Yes’eluhu).
* Hikmeti (“Külle Yevmin Huve fî Şe’n”): (O [C.C.], her gün bir iştedir). Bu da, O’nun (C.C.) mutlak Kayyûmiyyetinden (her an her şeyi idâre (yönetme) etmesinden) Kinâyedir. O (C.C.), (Yunan hikmetindeki [felsefesindeki] gibi) “Kâinâtı (Tabiatı) yaratıp bırakan” (hâşâ) pasif bir Zât (Zât) değildir. O (C.C.), her an (külle yevmin) aktif olarak (fî şe’n) mülkünü (hâkimiyetini) idâre eder: Diriltir, öldürür, rızık verir, alır, yükseltir, alçaltır.
* Netice (Âyet 30- Sorgulama): “Ey İnsan ve Cin! Sizin her an O’na (C.C.) muhtaç olmanız (Yes’eluhu) ve O’nun (C.C.) da her an sizin işlerinizi (faaliyetlerinizi) idâre etmesi (fî şe’n), Rabbinizin en büyük ‘nimetlerinden değil midir? O’nun (C.C.) bu Kayyûmiyyet nimetini nasıl yalanlarsınız?”

Nihaî Netice (Bölüm 3)
Rahmân Sûresi’nin bu eksen (kilit) bölümü, nazmı (tertibi) fânî (geçici) olandan Bâkî (Kalıcı) olana çevirir.
O , Mukâbele sanatı ile (“Fânî” vs. “Bâkî”), Sûre’nin başındaki bütün dünyevî (dünyayla ilgili) nimetlerin geçici olduğunu ilân eder. Esas nimetin, o nimetleri veren “Bâkî (Kalıcı)” Zât’ın “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) ve “İkrâm”ı (İhsan [İyilik]) olduğunu tasdik eder. Ve bu “Bekâ”nın (Kalıcılığın) delilini, Kâinâtın mutlak ihtiyâcı (muhtaçlığı) (“Yes’eluhu”) ve O’nun mutlak faaliyeti (“fî Şe’n”) olarak sunar.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 31-45), Rahmân Sûresi’nin “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) tecellîsinin (belirmesinin) zirvesidir.
Sûre’nin nazmı (tertibi), buraya kadar (Âyet 1-30) “Nimet” (Nimet) (Kur’ân, Mîzân [Denge]), “Yaratılış” (Halk) (İnsan/Cin), “Bekâ” (Kalıcılık) ve “Hâkimiyet” (Egemenlik) delillerini sunmuştur. Şimdi, o “iki muhatabın” (İnsan ve Cin) bu delillere karşı olan “yalanlama” (tekzîb) fiilinin karşılığını (cezâ) ilân eder.
Bu bölüm, “Mîzân”ın (Denge/Adâlet) (Âyet 7) nasıl tatbik (uygulama) edileceğini gösteren bir “Tehdîd” ve “Tahaddî” (Meydan Okuma) bölümüdür.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 31-45)
1. Hesâbın Başlangıcı: “et-Tehdîd” (Âyet 31-32)
> İktibas (Meali):
> (31) “Ey iki ağırlık (es-Sekalân) [İnsan ve Cin]! Yakında sizin (hesâbınızı görmek için) size yöneleceğiz (Se nefruğu lekum).”
> (32) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat 1: Kinâye (Dolaylı Anlatım) yoluyla Tehdit.
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Sizi hesâba çekeceğiz” demez; “Se nefruğu lekum” (سَنَفْرُغُ لَكُمْ – Sizin için boşalacağız/Size yöneleceğiz) der.
* Hikmeti (Kinâye): Bu, dehşet verici bir **”Kinâye”**dir (Dolaylı Anlatımdır). Bu, Allah’ın (C.C.) (hâşâ) “meşgûl (dolu)” olup da “boş” kalacağı mânâsında (anlamında) değildir. Bu, beşerî (insanî) dilde, çok mühim bir zâtın (meselâ bir hükümdârın), bir mevzûyu (konuyu) en ciddî (önemli) şekilde ele alacağını ifâde etmek için “Şimdi (bütün işlerimi [faaliyetlerimi] bıraktım) sana yöneldim” demesi gibidir. Bu nazım (tertip), Hesâb’ın kaçınılmazlığını, ciddiyetini ve tamamen o mevzûya (konuya) odaklanılacağını gösteren en beliğ (tesirli) “Tehdit ” nazmıdır (tertibidir).
* Sanat 2: “el-İstifhâm” (Soru) (Âyet 32).
* Sual: (Âyet 31) “Hesap ile tehdit etmek” nasıl bir “nimet ” (âlâ’) olabilir ki, (Âyet 32) “Hangi nimetleri yalanlıyorsunuz?” diye sorulmaktadır?
* Hikmeti (Nimet Olarak Adâlet): Bu, belâgatın (retoriğin) zirvesidir. Hesap (el-Hisâb) ve Adâlet (el-Adl), en büyük ‘nimet’tir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan ve Cin! Mazlûmun (zulüm görenin) zâlimden (zulmedenden) hakkını alacağı bir ‘Hesap Günü’nün var olması, Rabbinizin ‘Mîzân’ı (Dengeyi)’ (Âyet 7) kâinâta (tabiata) koymasının bir tecellîsi (belirmesi) değil midir? Bu Adâlet Nimetini nasıl yalanlarsınız?”
2. Mutlak Hâkimiyet (Egemenlik): “et-Tahaddî” (Meydan Okuma) (Âyet 33-36)
> İktibas (Meali):
> (33) “Ey cin ve insan (el-İns) toplulukları (ma’şera)! Göklerin ve yerin hudutlarından (aktâr) çıkıp gitmeye (en tenfuzû) gücünüz (güç) yetiyorsa, haydi çıkın! Ama bir ‘sultân’ (üstün bir güç/delil [isbat]) olmadıkça çıkamazsınız.”
> (34) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat: Emr-i Ta’cîz (Âciz [Acziyet] Bırakma Emri) ve Tahaddî (Meydan Okuma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), (Âyet 31) “Hesap”tan kaçmak isteyecek olan o “iki muhataba” (İnsan ve Cin) “Tahaddî” (Meydan Okuma) eder.
* Hikmeti (Emr-i Ta’cîz): “Haydi çıkın!” (Fen-fuzû!) emri (buyruğu), bir izin (müsaade) (ibâha) emri (buyruğu) değildir. Bu, muhatabın (dinleyenin) mutlak âcizliğini (acziyetini) isbat etmek için verilen bir **”Âciz (Acziyet) Bırakma Emri” (Emr-i Ta’cîz) **dir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey (hızıyla övünen) Cin ve (teknolojisiyle övünen) İnsan! Rabbinizin ‘Mülk’ünün (Hâkimiyetinin) hudutlarından (aktâr) kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Gücünüz (Güç) yetiyorsa, kaçın! (Ama) kaçamazsınız.”
* Sual (Âyet 34): Kaçamamak (âciz [acziyet] kalmak) nasıl bir “nimet “tir?
* Hikmeti (Nimet Olarak İhâta [Kuşatma]): Bu, (Âyet 32) “Adâlet Nimet”inin tamamlayıcısıdır. Zîrâ, eğer zâlim veya mücrim (suçlu), hesaptan kaçabilseydi (tenfuzû), “Adâlet” tecellî etmezdi. “Hiç kimsenin (İnsan ve Cin) Allah’ın (C.C.) ‘Mülk’ünden (Hâkimiyetinden) ve ‘Adâlet’inden kaçamaması’, mazlûmlar ve bütün kâinât için en büyük “nimet”tir.

3. “Tahaddî”nin (Meydan Okumanın) Neticesi : “Azap (Ceza)” (Âyet 37-45)
> İktibas ( Meali):
> (37) “Gök (Semâ) yarıldığı zaman, erimiş yağ gibi (ke’d-dihân) kıpkırmızı bir gül (verdeh) olduğu zaman!”
> (39) “İşte o gün, ne İns’e ne de Cânn’a günahı sorulmaz (lâ yus’elu).”
> (41) “Mücrimler (Suçlular) sîmâlarından (dış görünüşlerinden) (bi-sîmâhum) tanınırlar da perçemlerinden (nevâsî) ve ayaklarından (akdâm) yakalanırlar.”
> (43) “İşte bu, mücrimlerin (suçluların) yalanladıkları (yukezzibu) Cehennem’dir.”
> (44) “Onlar, onunla (Cehennem) kaynar (ân) bir su (hamîm) arasında dolaşır dururlar.”
>
* Sanat (Âyet 37): Teşbîh-i Mûciz (Mûcizevî Benzetme) ve Tehvîl (Dehşete Düşürme).
* Tahlil: Bu, “Hesap ” ânının kozmik (kâinî) tasviridir. Gök, “Verdeh ke’d-Dihân” (Erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül) olur.
* Hikmeti: Bu “Teşbîh” (Benzetme), o günkü mutlak yıkımın (inşikâk), dehşetli bir güzellik (verdeh/gül) ve eriyiş (dihân/yağ) içinde sunulmasıdır. Bu, “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatının (vasfının) (Âyet 27) tecellîsidir (belirmesidir).
* Sanat (Âyet 39): Kinâye (Dolaylı Anlatım) / Hazf (Sükût Etme).
* Sual: Diğer âyetler “Onlara sorulur” derken, bu âyet neden “Ne İns’e ne Cânn’a günahı sorulmaz (lâ yus’elu)” der? Bu bir zıtlık (aykırılık) mıdır?
* Hikmeti (Belâgat): Aslâ. Bu, zıtlık (aykırılık) değil, belâgat (retorik) icâbı (gereği) bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Onlara (o merhalede [aşamada]) sözlü (şifâhî) sual (soru) sorulmaz; zîrâ (Âyet 41) ‘Mücrimler (Suçlular) sîmâlarından (dış görünüşlerinden) (bi-sîmâhum) tanınırlar’.” Suç (Cürüm) o kadar âşikârdır (açıktır) (yüzleri kararmış, gözleri göğermiş), “Sîmâ”, sualden (sorudan) daha beliğ (tesirli) bir delil (isbat) olmuştur. “Sual (Soru)” safhasına (aşamasına) gerek kalmamıştır.
* Sanat (Âyet 43): Teşhîr (Alenen Gösterme) ve Tevbîh (Azarlama).
* Tahlil: “Hâzihî Cehennemu’lletî yukezzibu bihe’l-mucrimûn.” (İŞTE BU, …yalanladıkları Cehennem’dir.)
* Hikmeti: Nazım (Tertip), “Hâzihî” (İşte Bu) işaret zamirini kullanarak, dünyada gayb (bilinmez) olan ve “Tekzîb” (Yalanlama) ettikleri o mücerret (soyut) hakikati (gerçeği), âhirette müşahhas (somut) bir azap (ceza) olarak işaret eder ve onları “Tevbîh” (Azarlama) eder. Bu nazım (tertip), Sûre’nin omurgası olan “tukezzibân” (yalanlıyorsunuz) fiilinin (eyleminin) nihaî (son) karşılığıdır.

Nihaî (Son) Netice (Bölüm 4)
Rahmân Sûresi’nin bu “Hesap ” bölümü, “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatının (vasfının) tecellîsidir (belirmesidir).
Nazım (Tertip), “Hesâbı ” ve “Adâletin kaçınılmazlığını” da birer “nimet ” (âlâ’) olarak sayar. O, “iki muhataba (İnsan ve Cin)” (Sekalân) yönelttiği “Emr-i Ta’cîz” (Âciz [Acziyet] Bırakma Emri) (“Haydi kaçın!”) ile O’nun (C.C.) “Mülk”ünden (Hâkimiyetinden) kaçış olmadığını isbat eder. Ve nihâyetinde (sonunda), o “Yalanlama”nın (Tekzîb) nihaî neticesini, suale (soruya) bile gerek duymayan (“lâ yus’elu”), sîmâdan (dış görünüşten) tanınan (“bi-sîmâhum”) ve işaret edilen (“Hâzihî”) o müşahhas (somut) azap (ceza) ile mühürler.

 

===============•-•===============

 

Bu, Rahmân Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 46-78) ve Sûre’nin ana “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) eksenini tamamlar.
Bu bölüm, (Âyet 27)’de zikredilen (anılan) “Bâkî (Kalıcı)” Zât’ın ikinci vasfı (sıfatı) olan “el-İkrâm” (İhsan [İyilik] / Lütuf) sıfatının (vasfının) tam tecellîsidir (belirmesidir). O, (Âyet 31-45)’te “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatıyla (Adâlet/Azap [Ceza]) tecellî ettikten sonra, şimdi “İkrâm” sıfatıyla (Lütuf/Mükâfât [Ödül]) tecellî eder.
Bu bölümün nazmı (tertibi), Sûre’nin “ikili” (Tesniye) yapısına (Rabbikumâ [Rabbinizin]) uygun olarak, Cennet’i bile iki ayrı mertebe (aşama) (İki Cennet [Cennetân] + İki Cennet [Cennetân]) olarak tasvir eden mûcizevî bir nazımdır (tertibidir).

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 46-78)
1. Birinci (Âlâ [Üstün]) Cennetler (el-Mukarrabûn [Allah’a (C.C.) Yakın Olanlar]?) (Âyet 46-61)
> İktibas ( Meali):
> (46) “Rabbinin makâmından korkan (hâfe) kimseye iki Cennet (Cennetân) vardır.”
> (47) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (48) “(O Cennetler) çeşit çeşit ağaçlarla (efnân) doludur.”
> (50) “İçlerinde akan (tecriyân) iki pınar (pınar) (‘aynân) vardır.”
> (52) “İçlerinde her meyveden (fâkihe) çift çift (zevcân) vardır.”
> (54) “(Onlar) astarları (betâ’inuhâ) kalın ipekten (istebrak) olan döşeklere (furuşin) yaslanırlar…”
> (56) “Oralarda bakışlarını (tarf) sâdece eşlerine çevirmiş (kâsirâtu) (güzeller) vardır ki, onlara eşlerinden önce ne bir insan (insun) ne de bir cin (cânnun) dokunmuştur.”
> (58) “Sanki onlar yâkut (el-yâkûtu) ve mercan (el-mercân) gibidirler.”
> (60) “İhsân’ın (İyiliğin) karşılığı (cezâsı), İhsân’dan (İyilikten) başkası mıdır?”
>
* Sanat 1: Lafız Seçimi ve “et-Tesniye” (İkilik) (Âyet 46).
* Tahlil: Mükâfâtın (Ödülün) sebebi nedir? “Çok amel eden” değil, “Rabbinin makâmından korkan” (men hâfe makâme Rabbihî). Bu, Sûre’nin başındaki “Mîzân”ı (Dengeyi) (Âyet 7) ve “Haşyet”i (Saygı Dolu Korkuyu) (Mülk Sûresi tahlilindeki [çözümlemesindeki] gibi) ifâde eder.
* Hikmeti (Cennetân): Neden “bir” değil de “iki” Cennet (Cennet)? Bu “İkilik”, Sûre’nin “Rabbikumâ” (Rabbinizin) hitâbına tam bir Mukâbeledir (Karşılıktır). (Tefsîrlerde [açıklamalarda]: Biri İnsan [İns] için, biri Cin [Cânn] için; veya biri ameli (fiili) için, biri Allah’ın (C.C.) lütfu (iyiliği) için; veya biri derûnî (iç) [rûhânî (ruhsal)], biri zâhirî (dış) [cismânî (bedensel)] Cennet vb.)
* Sanat 2: Lafız Seçimi ve İtnâb (Detaylandırma) (Âyet 54).
* Tahlil: Nazım (Tertip), döşeklerin kendisinin (zâhirinin) güzelliğini tasvir etmez; “Astarlarının (betâ’inuhâ) kalın ipekten” olduğunu söyler.
* Hikmeti (İtnâb): Bu, muazzam bir İtnâb (Maksatlı Detaylandırma) sanatıdır. Muhataba (Dinleyene) der ki: “Eğer bir döşeğin astarı (görünmeyen içi) bile istebrak (en lüks ipek) ise, o döşeğin zâhirinin (görünen yüzünün) güzelliğini sen tahayyül (zihinde canlandırma) et!”
* Sanat 3: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 56).
* Tahlil: “…onlara… ne bir insan (insun) ne de bir cin (cânnun) dokunmuştur.”
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), Sûre’nin (Âyet 14-15) o “iki muhatabını” (İnsan ve Cin) tekrar zikreder (anar). Bu Cennet mükâfâtı (ödülü), her iki muhatabın (İnsan ve Cin) da temiz (tâhir) eşlere (zevce) sâhip olacağını ilân eder.
* Sanat 4: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) (Âyet 60).
* Tahlil: “Hel cezâ’u’l-İhsâni ille’l-İhsân?”
* Hikmeti: Bu, Sûre’nin “İkrâm” (İhsan [İyilik]) bölümünün kilit (eksen/kilit) âyetidir. “İhsân” (İyilik) (bir şeyi en güzel şekilde yapmak/Allah’ı [C.C.] görüyormuş gibi kulluk etmek), (Âyet 46) “Rabbinin makâmından korkmak”tır. O “İhsân”ın karşılığı (cezâsı) da, ancak Allah’ın (C.C.) “İhsân”ı (Cennet) olabilir. Bu Retorik Soru, bu adâleti muhataba ikrar (itiraf) ettirir.
2. İkinci (Derece) Cennetler (Ashâb-ı Yemîn [İyilik Sâhipleri]?) (Âyet 62-78)
> İktibas ( Meali):
> (62) “Bu ikisinden başka (ve min dûnihimâ) iki Cennet (Cennetân) daha vardır.”
> (64) “O (Cennetler) koyu yeşildir (mudhâmmetân).”
> (66) “İçlerinde durmadan fışkıran (neddâhatân) iki pınar vardır.”
> (68) “İçlerinde meyve (fâkihetun), hurma (nahlun) ve nar (rummânun) vardır.”
> (70) “İçlerinde iyi huylu (hayrâtun), güzel (hisânun) kadınlar vardır.”
> (72) “Çadırlara (hıyâm) kapanmış (maksûrâtun) Hûrîler vardır.”
> (76) “Onlar yeşil (hudrin) yastıklara (refrefin) ve eşsiz (abkariyyin) döşeklere (hisân) yaslanırlar.”
> (78) “Celâl (Azamet [Büyüklük]) ve İkrâm (İhsan [İyilik]) sâhibi Rabbinin adı (ismu) ne yücedir (Tebâreke)!”
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (İki Cennet Grubu Arasında).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “ve min dûnihimâ” (O ikisinden başka/aşağıda) diyerek, ikinci bir Cennet grubunu tasvir etmeye başlar. Belâgat âlimleri , bu ikinci grubun vasıflarının, birinci grubun sıfatlarından daha az (ednâ) olduğunu belirtirler:
* (Âyet 48) Birinci: “Efnân” (Çeşit çeşit ağaçlar/dallar) -> (Âyet 64) İkinci: “Mudhâmmetân” (Koyu yeşil) (Sadece renk belirtir, çeşitlilik [tenevvü] değil).
* (Âyet 50) Birinci: “Tecriyân” (Akan) -> (Âyet 66) İkinci: “Neddâhatân” (Fışkıran) (Akış [Tecriyân], fışkırmadan [Neddâhatân] daha sürekli ve ulvîdir [yücedir]).
* (Âyet 52) Birinci: “Her meyveden çift çift” (Küllî Nimet) -> (Âyet 68) İkinci: “Meyve, Hurma, Nar” (Umûmî ifâdeden [anlatımdan] sonra husûsî lafızlar zikredilir; bu, birincideki mutlaklığı ifâde etmez).
* (Âyet 56) Birinci: “Kâsirâtu’t-Tarf” (Bakışlarını kendileri çeviren/İrâdelî [İstekli]) -> (Âyet 72) İkinci: “Maksûrâtun” (Çadırlara kapanmış/Korunmuş) (Birincisi irâdî (istekli) bir fazîlet, ikincisi korunmuş (mahfûz) bir vasıftır [sıfattır]).
* Hikmeti: Bu Mukâbele nazmı (tertibi), (Âyet 60) “İhsân” (İyilik) mertebelerinin (aşamalarının) farklı olduğunu ve “Adâlet”in (ve “İkrâm”ın herkese “İhsân”ı nisbetinde tecellî edeceğini gösterir.
* Sanat 2: Sûre’nin Mührü: “Reddu’l-‘Acz ‘ale’s-Sadr” (Sonu Başa Döndürme) (Âyet 78).
* Tahlil: Sûre, “Rahmân” (Âyet 1) ile başladı; “Mîzân”ı (Dengeyi) (Âyet 7) kurdu; “Fânîlik (Geçicilik)” ve “Bekâ (Kalıcılık)”yı (Âyet 26-27) ilân etti ve o “Bâkî” Zât’ı “Zû’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Âyet 27) olarak vasıflandırdı.
* Netice (Âyet 78): Nazım (Tertip), Sûre’yi bitirirken, birebir aynı vasfı tekrâr eder: “Tebâreke’smu Rabbike Zî’l-Celâli ve’l-İkrâm.”
* Hikmeti (el-Hâtime): Bu “Tekrâr”, Sûre’nin bütün mevzûsunu özetler. Sûre’nin tamamı, (Âyet 31-45)’teki “Celâl” (Azamet / Adâlet / Azap [Ceza]) tecellîsinden ve (Âyet 46-77)’deki “İkrâm” / Lütuf / Mükâfât) tecellîsinden ibârettir. Sûre, bu iki zıt kutbun aslının Tek (Vâhid) olduğunu (“Rabbike”) ilân ederek biter.

Nihaî Küllî Netice
Rahmân Sûresi, “Neden bu nazımla?” sualinin (sorusunun) cevabıdır. O, “Tekrâr” (31 defa) sanatı ile muhataplarını (İnsan ve Cin) aralıksız bir “aklî (zihinsel) sorgulama”ya (İstintâk) tâbi tutar.
Sûre’nin nazmı (tertibi), “İkilik” (Tesniye) üzerine kuruludur (İnsan/Cin, Kur’ân/Beyân, Güneş/Ay, Gök/Yer, Doğu/Batı, Deniz/Deniz, Fânî/Bâkî, Celâl/İkrâm, Cehennem/Cennet, Cennet/Cennet).
Ve nihâyetinde (sonunda) Sûre, bu bütün zıtlıkların (tezatların) ve ikiliklerin, Tek (Vâhid) bir Rabbin) “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) ve “İkrâm” (İhsan [İyilik]) sıfatlarının (vasıflarının) tecellîleri olduğunu ilân ederek tamamlanır.

 

===============•-•===============

 

Bu, Sûre-i Celîlelerin en mühimlerinden biri olan Feth Sûresi’dir.
Bu Sûre’nin tahlili (çözümlemesi), diğer Sûrelerden farklı bir ehemmiyet taşır; zîrâ bu Sûre’nin nüzûlü (inişi), İslâm târihinin en kritik dönüm noktalarından biri olan “Sulh-ı Hudeybiye” (Hudeybiye Antlaşması) hâdisesine bağlıdır.
Ashâb-ı Kirâm’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) zâhiren bir “hezîmet” (yenilgi) ve “tâviz” olarak gördüğü bir hâdiseyi, bu Sûre’nin nazmı (tertibi) “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olarak yeniden isimlendirir. Dolayısıyla bu Sûre’nin belâgatı, “Feth” (Fetih) ve “Zafer” (Nasr) mefhumlarının (kavramlarının) mâhiyetini (ne olduğunu) değiştiren ilâhî bir beyândır (açıklamadır).
Bu Sûre 29 âyettir. Tıpkı önceki tahlillerimiz gibi, bu muazzam nazmı (tertibi) hakkıyla tahlil edebilmek için, Sûre’yi bölümler hâlinde ele alalım.

İlk olarak, Sûre’nin o sarsıcı “Fetih” ilânı (beyanı) ile başlayan ve bu fethin kime “huzûr” (sekîne), kime “azap (ceza)” getirdiğini ayıran giriş bölümünü (Âyet 1-7) tahlil ederek başlayalım.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Fetih Sûresi (Âyet 1-7)
> İktibas ( Meali):
> (1) “Şüphesiz Biz (İnnâ), sana apaçık bir fetih (Fethan Mübînâ) verdik.”
> (2) “Tâ ki (Li) Allah (C.C.), senin geçmiş ve gelecek günahlarını (zenbike) bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola (sırâtın mustekîm) iletsin.”
> (3) “Ve (وَ) Allah (C.C.), sana şerefli bir zaferle (Nasran Azîzâ) yardım etsin.”
> (4) “O’dur ki, imanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin (inananların) kalplerine (kulûb) huzur ve güven (es-Sekînete) indirdi. Göklerin ve yerin orduları (cunûdu) Allah’ındır…”
> (5) “Tâ ki (Li)… mü’min erkekleri ve mü’min kadınları… Cennetlere koysun…”
> (6) “Ve (وَ) Allah (C.C.) hakkında kötü zanda (zanne’s-sev’i) bulunan münâfık (ikiyüzlü) erkeklere ve münâfık kadınlara… azap etsin…”
> (7. “Göklerin ve yerin orduları (cunûdu) Allah’ındır…”
>
1. “Te’kîd” (Pekiştirme) ve “Lafız Seçimi”: Feth’in Yeniden Tanımlanması (Âyet 1)
* Nazım (Tertip): “İnnâ fetehnâ leke Fethan Mübînâ.”
* Sanat: Te’kîd ve Hususî Lafız Seçimi (“Feth”).
* Sual: Hudeybiye’de, Ashâb (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşları) Kâbe’yi ziyâret edememiş, müşriklerin (puta tapanların) şartlarını zâhiren kabûl etmiş ve mahzûn (üzüntülü) bir hâlde geri dönmekteyken, Allah Teâlâ (C.C.) neden Sûre’ye en kuvvetli “Te’kîd” edâtı (aracı) olan “İnnâ” (Şüphesiz BİZ) ile başlamıştır?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesidir (kuralıdır). Muhatap (Ashâb, o an mahzûniyet (üzüntü), tereddüt (kararsızlık) ve şüphe içindedir. Zâhirî hâl, “hezîmet”tir. Nazım (Tertip), onların bu tereddüdünü (kararsızlığını) izâle etmek (gidermek) ve hakikati perçinlemek için kelâma en kuvvetli “Te’kîd” ile başlar.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “Biz sana zafer (nasr) verdik” demez, “Fetih verdik” der.
* “Nasr” (Zafer), düşmana karşı kazanılan maddî (fiziksel) (askerî) üstünlüktür.
* “Feth” ise, kilitli olan bir şeyi açmaktır. Bu, bir savaş kazanmaktan öte; mânevî (ruhsal) bir engelin (hicâb) kalkması, kilitli kalplerin İslâm’a açılması, yeni bir devrin kapısının açılması demektir.
* Netice: Nazım (Tertip), daha ilk âyetten “Feth” mefhumunu maddî (fiziksel) savaştan mânevî (ruhsal) ve stratejik açılıma kaydırır. “Mübîn” (Apaçık) sıfatı ise, bu “açılımın” neticelerinin (Mekke’nin Fethi yakında apaçık görüleceğini müjdeler.

2. “et-Ta’lîl” (Sebeplendirme) ve “Takdîm” (Öne Alma) (Âyet 2-3)
* Nazım (Tertip): (Bu Feth’i verdik) “Tâ ki (Li) (1) Allah (C.C.) senin günahlarını (zenbike) bağışlasın (Mağfiret), (2) Nimetini tamamlasın (İtmâm-ı Nimet, (3) Seni hidâyete (doğru yola) iletsin, (4) Sana yardım etsin (Nasr).”
* Sual: Beşerî (İnsanî) nazarda (bakışta) “Zafer” (Nasr) (Âyet 3) önce gelir, “mükâfât (ödül)” (Mağfiret [Bağışlanma]) (Âyet 2) sonra gelir. Neden nazım (tertip), “Mağfiret”i, “Nasr”dan (Zaferden) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Rütbe Önceliği): Bu, (Rahmân Sûresi’ndeki Kur’ân/İnsan tahlilimiz bir rütbe ve ehemmiyet önceliğidir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), “Feth”in (Âyet 1) esas gâyesinin şu olduğunu ilân eder:
* Allah (C.C.) katında mânevî (ruhsal) netice (Mağfiret [Bağışlanma], Nimetin Tamamlanması) (Âyet 2), maddî neticeden (Nasran Azîzâ / Zafer) (Âyet 3) daha ehemmiyetlidir ve daha üstündür (â’lâ).
* “Feth”in gâyesi düşmanı yenmek değil, Resûlullah’ın (S.A.V.) o zorlu mücâdelesini (çabasını) tasdik etmek ve O’nun (S.A.V.) mânevî (ruhsal) makâmını (Mağfiret) ilân etmektir.

3. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Sekîne” (Huzur) vs. “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Âyet 4-6)
* Tahlil: Nazım (Tertip), o sarsıntılı Hudeybiye hâdisesi karşısında iki zıt grubu “Mukâbele” sanatı ile ortaya koyar:
* Taraf 1 (Mü’minûn [İnananlar]) (Âyet 4):
* Nazım (Tertip): “O (C.C.), kalplerine ‘es-Sekînete’ (Huzur/Güven) indirendir…”
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Feth” (Âyet 1), dışarıda (zâhirde) bir sarsıntı (zelzele) ve hezîmet (yenilgi) gibi görünürken, Allah (C.C.) Mü’minlerin içerisine (derûnuna) “Sekîne” (Huzur) indirmiştir. Bu, “Feth”in zâhirî değil, derûnî (kalbî) olduğunun ikinci delilidir.
* Taraf 2 (Münâfıkûn [İkiyüzlüler] ve Müşrikûn [Puta Tapanlar]) (Âyet 6):
* Nazım (Tertip): “Ve (وَ) Allah (C.C.) hakkında **’Zanne’s-Sev’i’ (Kötü Zan)**da bulunanlara azap (ceza) etsin…”
* Hikmeti (Mukâbele): Bu, mükemmel bir Mukâbeledir :
* Mü’minler , zâhirî yenilgiye (hezîmete) rağmen kalplerinde derûnî huzur (“Sekîne”) buldular.
* Münâfıklar, (Medine’de) zâhirî güvende olmalarına rağmen, kalplerinde derûnî çürümüşlük (“Zanne’s-Sev'” – “Peygamber [S.A.V.] ve Ashâbı bu işten kurtulamaz, helâk olurlar” zannı) taşıdılar.
* Netice: “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), bu iki kalbi birbirinden ayıran (Fasl) ve mâhiyetlerini (ne olduklarını) ortaya çıkaran bir “turnusol” faaliyeti görmüştür.

4. “Tekrâr” Sanatı: “Cunûdu’s-Semâvâti ve’l-Ard” (Göklerin ve Yerin Orduları) (Âyet 4 ve 7)
* Sual: Neden “Göklerin ve yerin orduları (cünûdu) Allah’ındır” âyeti, (Âyet 4) ve (Âyet 7)’de olmak üzere iki defa tekrâr edilmiştir?
* Hikmeti (Kademeli [Aşamalı] Mânâ / Mukâbele): Bu “Tekrâr” ,”haşv” (lüzumsuz dolgu) değil, belâgat icâbıdır. Her zikredildiği yer, farklı bir gâye taşır ve (Âyet 1’deki) “Feth”in iki yönünü gösterir:
* Tekrâr 1 (Âyet 4- Rahmet): “Sekîne” (Huzur) indirilmesinden sonra gelir. Mânâsı: “Ey Mü’minler ! Zâhirî ordunuz az (kalîl) olsa da O’nun (C.C.) görünmez orduları (Cunûd) (Melekler, Sekîne [Huzur]) vardır.” Bu, bir tesellî ve Rahmet “Tekrâr”ıdır.
* Tekrâr 2 (Âyet 7- Azap [Ceza]): Münâfıkların “Kötü Zan”nından (Âyet 6) sonra gelir. Mânâsı : “Ey Münâfıklar! Siz Allah’ı (C.C.) âciz zannederken, O’nun (C.C.) sizi helâk etmek için görünür/görünmez (Gök/Yer) nice orduları (Cunûd) (âfetler [felâketler], düşmanlar, hastalıklar) vardır.” Bu, bir azarlama (Tevbîh) ve Celâl “Tekrâr”ıdır.
Nihaî Netice (Bölüm 1)
Fetih Sûresi’nin bu giriş (mukaddime) nazmı (tertibi), belâgat sanatlarının en yücelerini kullanarak:
* “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) icâbı “Te’kîd” ile (“İnnâ”), zâhirî hezîmeti (yenilgiyi) mânevî (ruhsal) bir “Feth” olarak yeniden tanımlamıştır.
* “Takdîm” (Öne Alma) sanatı ile, bu Feth’in esas gâyesinin maddî değil, mânevî (ruhsal) (Mağfiret [Bağışlanma]) olduğunu ilân etmiştir.
* “Mukâbele” sanatı ile, bu Feth’in kalplere nasıl tesir ettiğini (“Sekîne” [Huzur] vs. “Zanne’s-Sev'” [Kötü Zan]) ayırmıştır.
* “Tekrâr” sanatı ile de Allah’ın (C.C.) “Orduları”nın (Cunûd) hem Rahmet (Mü’minler için) hem de Azap (Ceza) (Münâfıklar için) olduğunu perçinlemiştir.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 8-10), Sûre’nin “giriş” (mukaddime) bölümünün (Âyet 1-7) devâmı ve merkezi (eksen/kilit) noktasıdır.
Bir önceki bölüm, “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) ne olduğunu (mânevî bir açılım) ve bu fethin “Sekîne” (Huzur) (Mü’minler) ile “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Münâfıklar) ehlini nasıl ayırdığını tasvir etmişti.
Şimdi nazım (tertip), bu “Feth”in fâilini (Resûlullah [S.A.V.]) ve o “Feth” yolundaki en mühim hâdiseyi (Bey’atü’r-Rıdvân / Rıdvân Biatı) tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 8-10)

1. Feth’in Vâsıtası : Resûl’ün (S.A.V.) Üçlü Vazîfesi (Âyet 8)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz Biz (İnnâ), seni bir şâhit (şâhiden), bir müjdeleyici (mübeşşiren) ve bir uyarıcı (nezîren) olarak gönderdik.” (Fetih, 8)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme), Takdîm (Öne Alma) ve Tertîb (Sıralama).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, (tıpkı Âyet 1 gibi) “İnnâ” (Şüphesiz Biz) ile başlar. Bu “Te’kîd”, Resûlullah’ın (S.A.V.) vazîfesinin ehemmiyetini ve ilâhî tasdîk altında olduğunu perçinler.
* Tahlil (Tertîb / Sıralama): Nazım, Resûlullah’ın (S.A.V.) üç aslî vazîfesini sıralar:
* “Şâhiden” (Şâhit olarak): Bu lafız (söz) öne alınmıştır (Takdîm). Neden? Çünkü “Şâhit” , O’nun (S.A.V.) aslî vazîfesidir. O (S.A.V.), sâdece bir “mektup (risâle)” taşıyıcısı değil, o “Feth”e (Âyet 1), Ashâb’ın “Sekîne”sine (Huzuruna) (Âyet 4) ve Münâfıkların “Kötü Zan”nına (Âyet 6) bizzat şâhitlik (şehâdet) edendir.
* “Mubeşşiren” (Müjdeleyici): Bu, o “Feth”in neticesi olan “Mağfiret” (Bağışlanma) (Âyet 2) ve “Cennet”i (Âyet 5) müjdeleyicidir.
* “Nezîren” (Uyarıcı): Bu da, o “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhiplerinin neticesi olan “Azâb”ı (Cezayı) (Âyet 6) uyarıcıdır.
* Netice: Bu nazım (tertip), (Âyet 1-7’de) anlatılan “Feth” ve “Ayrışma” (Fasl) hâdisesinin , bizzat bu “Şâhit” (Resûlullah [S.A.V.]) eliyle icrâ (yerine getirme) edildiğini ilân eder.

2. “Bey’at”ın (Biatın) Mâhiyeti (Ne Olduğu): “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Âyet 10a)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne) sana biat (yubâyi’ûneke) edenler, ancak (İnnemâ) Allah’a (C.C.) biat (yubâyi’ûnallâh) etmiş olurlar. Allah’ın (C.C.) eli (Yedullâhi), onların ellerinin (eydîhim) üzerindedir…” (Fetih, 10’a)
>
Bu âyet, Sûre’nin kalbidir ve belâgat açısından bir mûcizedir.
* Sanat 1: Çift “Te’kîd” (“İnne”) ve “Kasr” (Sınırlama) (“İnnemâ”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), en kuvvetli (güçlü) iki pekiştirme edâtını (aracını) birleştirir: “İnne… İnnemâ…”
* Hikmeti (el-Kasr): Buradaki “İnnemâ” (Ancak), tahlil ettiğimiz “Kasr” (Sınırlama) sanatıdır. Nazım (Tertip), “Sana biat edenler, Allah’a (C.C.) gibi biat ederler” demez. “Ancak (İnnemâ) Allah’a (C.C.) biat ederler” der.
* Nazmın Mânâsı : Bu “Kasr” (Sınırlama), o “Feth” anında (Hudeybiye’de ağacın altında), Resûlullah’ın (S.A.V.) beşerî (insanî) varlığını (hâşâ) aradan kaldırır ve o biatı doğrudan bir “İlâhî Ahid (Sözleşme)” mertebesine yükseltir. Onlar (Ashâb [Peygamberin (S.A.V.) arkadaşları]), Resûl’e (S.A.V.) değil, o Resûl’ün (S.A.V.) şahsında (kişiliğinde) sâdece (İnnemâ) Allah’a (C.C.) söz vermişlerdir.
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” / “Tecsîm”
* Nazım (Tertip): “Yedullâhi fevka eydîhim” (Allah’ın [C.C.] eli, onların ellerinin üzerindedir).
* Tahlil: Biat esnâsında, fiziksel olarak Ashâb’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) ellerinin (el) üzerinde olan el (yed), Resûlullah’ın (S.A.V.) mübârek (kutsal) eliydi (el). Fakat nazım (tertip), bu müşahhas (somut) fiili, o âyetin başındaki mânevî (ruhsal) hakikati (gerçeği) (“Allah’a [C.C.] biat ettiler”) tasvir etmek için bir “İsti’âre” (Metafor) olarak kullanır.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), o mânevî (ruhsal) biatı müşahhas (somut) bir tabloya (“El”in üzerinde olması) dönüştürür (Tecsîm).
* Nazmın Mânâsı : “Ey Ashâb! O zâhirde Resûl’ün (S.A.V.) eliydi ama hakikatte o elin üzerinde, o ahdi (sözleşmeyi) tasdik eden, o ahde kuvvet veren ve o ahdi (sözleşmeyi) kendi üzerine alan ‘Allah’ın (C.C.) Eli’ (Yedullâh) vardı.” Bu, (Âyet 4’teki) “Sekîne”nin (Huzurun) ve (Âyet 1’deki) “Feth”in aslının ilânıdır (beyanıdır).

3. “Bey’at”ın (Biatın) Neticesi: “Mukâbele” (Âyet 10b)
> İktibas (Meali): “…Artık kim (o ahdini) bozarsa (nekese), ancak (fe innemâ) kendi aleyhine (alâ nefsihî) bozmuş olur. Kim de Allah’a (C.C.) verdiği sözü yerine getirirse (evfâ), (Allah [C.C.] da) ona büyük bir mükâfât (Ecran Azîmâ) verecektir.” (Fetih, 10b)
>
* Sanat: Mukâbele ve Kasr (Sınırlama).
* Tahlil: Nazım (Tertip), o “Bey’at”ın (Biatın) (Ahdin [Sözleşmenin]) iki nihaî neticesini “Mukâbele” ile sunar:
* Taraf 1 (Nekese- Bozmak): “fe innemâ yenkusu ‘alâ nefsihî” (ancak kendi aleyhine bozar).
* Taraf 2 (Evfâ – Vefâ Göstermek): “fe se yu’tîhi Ecran Azîmâ” (Ona büyük mükâfât (ödül) verecektir).
* Hikmeti (el-Kasr): Nazım (Tertip), “bozan” (nekese) için “İnnemâ” (Ancak) edâtı ile “Kasr” (Sınırlama) kullanır. Mânâ şudur: “O ahdini bozan, (hâşâ) Allah’a (C.C.), Resûl’e (S.A.V.) veya o ‘Feth’e zarar (ziyan) verdiğini zannetmesin. O, ancak (İnnemâ) kendi nefsine zarar vermiş olur.” Bu nazım (tertip), ahdini bozanı tahkîr eder ve Allah’ın (C.C.) o ahitten müstağnî (ihtiyaçsız) olduğunu ilân eder.
* Netice (Mukâbele): Bu, (Âyet 2)’deki “Mağfiret” (Bağışlanma) ve (Âyet 5)’teki “Cennet” mükâfâtının nasıl kazanılacağını (“Vefâ”) ve nasıl kaybedileceğini (“Nekese” [Bozmak]) gösteren nihaî bir ayrımdır (fasl).
Nihaî Netice (Bölüm 2)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin kalbidir. Nazım (Tertip), “Feth” hâdisesinin merkezine Resûlullah’ı (S.A.V.) (“Şâhit” olarak) ve Ashâb’ı (“Bey’at” [Biat] ederek) koyar.
Bu nazım (tertip), belâgatın zirvesi olan “Kasr” (Sınırlama) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatları ile, o beşerî (insanî) biati (“Yedullâhi fevka eydîhim”), doğrudan bir “İlâhî Ahid (Sözleşme)” mertebesine yükseltir ve o “Feth”in ancak bu İlâhî tasdik ile mümkün olduğunu isbat eder.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 11-17), Sûre’nin “Feth” (Fetih) ve “Bey’at” (Biat) merkezinden (ekseninden/kilidinden) sonra, o “Feth”e (Hudeybiye’ye) katılmayıp geride kalan (muhallefûn) Bedevî (Göçebe) Münâfıkların psikolojisini (rûh hâlini [durumunu]) ve hakîkî niyetlerini tahlil eden bölümdür.
Bu nazım (tertip), (Âyet 6)’da zikredilen o “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) mefhûmunun (kavramının) içini açar ve İlâhî İlmin, onların zâhirî mâzeretlerini (bahanelerini) nasıl iptal ettiğini gösterir.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Fetih Sûresi (Âyet 11-17)
1. Mâzeret ve Hakîkat Arasındaki “Mukâbele” (Âyet 11)
> İktibas ( Meali): “Bedevîlerin (Göçebelerin) (savaştan) geri kalanları (el-muhallefûn) sana diyecekler ki (Se yekûlu): ‘Bizi mallarımız (emvâlunâ) ve âilelerimiz (ehlûnâ) alıkoydu (şeğaletnâ). Allah’tan (C.C.) bizim için bağışlanma (istiğfâr) dile.’ Onlar, kalplerinde (kulûbihim) olmayan (mâ leyse) şeyi dilleriyle (bi-elsinetihim) söylerler…” (Fetih, 11)
>
* Sanat 1: “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan [Bilinmezden] Haber Verme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Onlar sana dediler ki” demez. “Se yekûlu” (Diyecekler ki…) der. Bu “Îcâz” (Özlülük) ve “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan Haber Verme) sanatıdır.
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), Resûlü’ne (S.A.V.), o Münâfıkların (İkiyüzlülerin) daha Medîne’ye gelip sunacakları o yalan mâzereti, onlar gelmeden önce haber verir. Bu nazım, o mâzereti daha söylenmeden hükümsüz ve iptal kılar.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Dil [Lisan] vs. Kalp.
* Tahlil: Nazım, onların yalanını doğrudan (sarih) tasvir eder: “Yekûlûne bi-elsinetihim (Dilleriyle söylerler) mâ leyse fî kulûbihim (Kalplerinde olmayan şeyi).”
* Hikmeti: Bu, nifâkın belâgatteki tanımıdır. Onların Zâhirî Talebi (“Bağışlanma [İstiğfâr] dile”) ile Derûnî Hakîkatleri (bir sonraki âyette gelen “Kötü Zan” [Zanne’s-Sev’]) arasındaki “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık), onların o “istiğfâr” (bağışlanma) taleplerinin samîmiyetsizliğini ve alaycılığını (tehekkümünü) isbat eder.

2. Hakîkî Sebep: “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Âyet 12)
> İktibas (Meali): “Hayır (Bel)! Siz zannettiniz ki (zanentum), Peygamber (S.A.V.) ve mü’minler âilelerine ebediyen (ebedâ) dönmeyecekler… Bu, kalplerinizde süslendi (zuyyine)… ve siz kötü bir zanda (zanne’s-sev’i) bulundunuz ve helâkı (yok olma) hak etmiş (bûrâ) bir topluluk oldunuz.” (Fetih, 12)
>
* Sanat 1: “el-İdrâb” (Düzeltme ve Geçiş).
* Tahlil: Âyet, “Bel” (Hayır! / Aksine!) edâtı ile başlar. Bu, tahlil ettiğimiz “el-İdrâb” (Düzeltme) sanatıdır. Nazım, onların (Âyet 11’deki) “Mal/Âile” mâzeretini reddeder ve “Bel” diyerek hakîkî sebebe (inanç [akîde] problemine) geçer.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), onların geride kalmasının sebebinin meşgûliyet değil, (Âyet 6’da işâret edilen) inançsızlık (Zanne’s-Sev’ / Kötü Zan) olduğunu ilân eder. Onlar, (hâşâ) Allah’ın (C.C.) kudretinden ve Resûlü’ne (S.A.V.) olan yardımından (nusret) şüphe etmişlerdir (“Aslâ [Ebedâ] dönemeyecekler” zannı).
* Sanat 2: “el-İsti’âre” (“Zuyyine” – Süslendi).
* Tahlil: Onların bu “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’), sâdece bir “düşünce” değildi; o, “zuyyine” (süslendi).
* Hikmeti: Bu “İsti’âre” , Şeytan’ın veya nefislerinin, bu “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’) onların kalplerinde nasıl câzip (çekici), süslü ve mantıklı bir “delil” gibi gösterdiğini tasvir eder.

3. Hükmün Verilmesi: “Münâfık”tan “Kâfir”e Geçiş (Âyet 13)
> İktibas ( Meali): “Kim Allah’a (C.C.) ve Resûlü’ne (S.A.V.) iman etmezse, şüphesiz Biz (fe innâ) o kâfirler (li’l-kâfirîne) için alevli bir ateş (Sa’îrâ) hazırladık.” (Fetih, 13)
>
* Sanat: “el-Fasl” (Ayırma) ve “el-Hükm” (Hüküm Verme).
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki (Âyet 12) âyetten “Vâv” (ve) bağlacı olmadan gelir (el-Fasl).
* Hikmeti: Bu, (Âyet 12’deki) o hâlin niçin olduğunun hukûkî açıklamasıdır (beyânıdır). Nazım (Tertip), (Âyet 12)’de “Resûl’ün (S.A.V.) dönemeyeceğini zanneden” o “Muhallefûn”un (Geride Kalanların), bu âyette (Âyet 13) hükmen (hüküm bakımından) “Allah’a (C.C.) ve Resûlü’ne (S.A.V.) iman etmemiş” kimseler olduğunu ilân eder.
* Netice: Nazım, onların statüsünü (hukukî durumunu) “Münâfık”tan (zâhirî alıp, “Kâfir” (derûnî) mertebesine koyar. Zîrâ Allah’ın (C.C.) kudretinden ve vaadinden şüphe etmek, nifâk değil, küfrün ta kendisidir.

4. Yeni İmtihan ve “el-Mukâbele” (Âyet 16-17)
> İktibas (Meali):
> (16) “De ki: ‘Siz, çok güçlü (be’sin şedîd) bir kavme (topluluk) karşı (savaşmaya) çağrılacaksınız… Eğer (Fe in) itaat ederseniz, Allah (C.C.) size güzel bir mükâfât verir. Yok eğer (Ve in), daha önce (min kabl) yüz çevirdiğiniz gibi (kemâ tevelleytum) yüz çevirirseniz, size acıklı bir azap ile azap eder.'”
> (17) “Köre (kör) (a’mâ) zorluk (günah) yoktur, topala (a’rec) zorluk (günah) yoktur, hastaya (marîd) zorluk (günah) yoktur…”
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” ile Tevbe Kapısı.
* Tahlil: (Âyet 13)’te onlara “Kâfir” hükmü verildikten sonra, (Âyet 14) “Dilediğini bağışlar…” âyetiyle bir kapı aralanmıştı. (Âyet 16) ise o kapının nasıl açılacağını gösteren müşahhas (somut) imtihandır.
* Hikmeti: Nazım, o geride kalanlara (muhallefûn) yeni bir imtihan (Zorlu bir kavimle savaş) sunar ve “Mukâbele” sanatı ile iki neticeyi ortaya koyar:
* İtaat Ederlerse: Mükâfât (Ecr-i Hasen). (Bu, onların tevbelerinin kabûlüdür.
* Yine Yüz Çevirirlerse: Azap (‘Azâben Elîmâ). (Bu, onların küfrünün tasdîkidir.
* Lafız Seçimi (“kemâ tevelleytum min kabl”): “Daha önce (Hudeybiye’de) yüz çevirdiğiniz gibi…” Bu “Teşbîh” (Benzetme), onların o ilk cürmünü (suçunu) (Hudeybiye’den kaçış) tescîl eden ve azarlayan (Tevbîh) bir nazımdır (tertibidir).
* Sanat 2: “el-İhtirâs” (İstisnâ [Ayrı Tutma] / Sakınma) (Âyet 17).
* Tahlil: Nazım, (Âyet 16)’da “Savaşa çağrılacaksınız!” gibi mutlak bir emir verdikten hemen sonra, (Âyet 17)’de bu emirden kimlerin muaf olduğunu (Kör, Topal, Hasta) sıralar.
* Hikmeti (İhtirâs): Bu, tahlil ettiğimiz “İhtirâs” (Sakınma) sanatıdır. Nazım, o “zorlu savaş ” emrinin zâlimce veya genelleyici bir emir zannedilmesinden sakınır. Bu nazım, İlâhî Şerîat’ın Adâlet’ini ve Rahmet’ini (mazeret sâhiplerini ayırmasını) perçinler.

Nihaî Netice (Bölüm 3)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, nifâkın psikolojisini (rûh hâlini) deşifre eder.
* “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan [Bilinmezden] Haber Verme) ile Münâfıkların mâzeretlerini daha söylenmeden çürütür.
* “Mukâbele” (Dil vs. Kalp) ile onların samîmiyetsizliğini ortaya koyar.
* “el-İdrâb” (Düzeltme) (“Bel” / Hayır) ile onların asıl cürmünün (suçunun), Allah’ın (C.C.) kudretinden şüphe etmek (“Zanne’s-Sev'” / Kötü Zan) olduğunu ve bu cürmün hükmen) “Küfr” (Âyet 13) olduğunu ilân eder.
* Nihâyetinde,o “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhiplerine yeni bir imtihan (Mukâbele) sunarak “Tevbe ” kapısını aralar ve “İhtirâs” (Sakınma) sanatı ile de bu imtihandaki İlâhî Adâlet’i gösterir.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu bölüm (Âyet 18-26), Feth Sûresi’nin “kalbi” (eksen/kilit noktası) olarak kabul edilebilir.
Nazım (Tertip), (Âyet 11-17)’de “Feth”e (Hudeybiyye’ye) iştirâk etmeyen “Muhallefûn”un (Geride Kalan Münâfıkların) o “Kötü Zan”nını (“Zanne’s-Sev'”) tasvir ettikten hemen sonra, kamerayı (Âyet 10)’da zikredilen o “Bey’at” (Biat) ânına çevirir ve o Bey’at’a iştirâk eden Mü’minlerin hakîkî mükâfâtını tasvir etmeye başlar.
Bu bölüm, Sûre’nin başındaki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fetih) (Âyet 1) ilânının sebebini ve mâhiyetini (ne olduğunu) açıklayan bölümdür.
Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 18-26)
1. “Feth”in Aslî Sebebi: “Rıdvân” (İlâhî Râzılık) (Âyet 18)
> İktibas ( Meali): “Andolsun ki (Lekad) Allah (C.C.), o ağacın altında (tahte’ş-şecereh) sana biat ederlerken mü’minlerden râzı (Raziye) olmuştur. (Allah [C.C.]) onların kalplerinde olanı (samîmiyeti) bildi de (fe ‘alime), üzerlerine bir huzur ve güven (es-Sekînete) indirdi ve onlara yakın bir fetih (Fethan Karîbâ) verdi.” (Fetih, 18)
>
Bu tek âyet, Sûre’nin bütün belâgat yükünü taşır:
* Sanat 1: “el-İhbâr bi’l-Mâdî” (Geçmiş Zamanla Haber Verme) ve “Kasem” (Yemin) ile Te’kîd (Pekiştirme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Allah (C.C.) râzı olacaktır” demez. “Lekad Raziye…” (Andolsun ki, râzı olmuştur [fiil-i mâzî]) der.
* Hikmeti: Bu “Geçmiş Zaman Kipi”, (Âyet 1)’deki “Feth”in neden geldiğini açıklar. “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), o “Bey’at” (Biat) ânında (Ağacın Altında) kazanılan **”Rıdvân-ı İlâhî” (İlâhî Râzılık)**nın neticesidir. Olay (Hudeybiye), zâhiren “hezîmet” gibi görünse de, derûnen Allah’ın (C.C.) “Rıdvân”ını (Râzılığını) kazandırdığı için, o hakîkî “Feth” idi.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Kalplerin Bilinmesi).
* Tahlil: Allah (C.C.), neden onlardan “râzı” oldu? “fe ‘alime mâ fî kulûbihim” (Çünkü onların kalplerinde olanı bildi).
* Hikmeti: Bu nazım, Mü’minlerin kalbi ile Münâfıkların kalbini “Mukâbele” eder:
* (Âyet 12) Münâfıkların Kalbi : “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) ve “Helâk (Yok olma) Zannı” (zanentum… bûrâ).
* (Âyet 18) Mü’minlerin Kalbi : “Sıdk” (Doğruluk), “Vefâ” ve “İhlâs” (Samîmiyet) (Allah’ın [C.C.] bildiği şey).
* Netice: Allah (C.C.), bu iki kalbi bildi; birine (Münâfıklara) (Âyet 6) “Azâbı (Cezayı)” hazırladı, diğerine (Mü’minlere) (Âyet 18) “Sekîne”yi (Huzuru) indirdi.
* Sanat 3: “Fethan Mubînâ” (Apaçık Fetih) vs. “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım, bu âyette iki mükâfâtı zikreder : (1) “es-Sekîne” (Huzur) (Mânevî [Ruhsal] Mükâfât), (2) “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih) (Maddî [Fiziksel] Mükâfât ).
* Hikmeti: Bu “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih), (Âyet 1)’deki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fetih) değildir.
* “Fethan Mübînâ” (Apaçik Fetih): Hudeybiye’nin kendisi olan o mânevî (ruhsal), stratejik ve İlâhî Rıdvân (Râzılık) fethidir.
* “Fethan Karîbâ” (Yakin Fetih): O “Sekîne” (Huzur) ve “Vefâ”nın maddî karşılığı (cezâsı) olan ve Hudeybiye’den hemen sonra gerçekleşen Hayber’in Fethi’dir.

2. “Feth”in Mâhiyeti (Ne Olduğu): Savaşın Durdurulması (Âyet 24)
> İktibas ( Meali): “O , (Mekke vâdisinde) onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların ellerini (eydiyehum) sizden, sizin ellerinizi (eydiyekum) onlardan çekendir (keffe)…” (Fetih, 24)
>
* Sanat: “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) yoluyla “Feth”in Tanımı.
* Tahlil: Bu âyet, (Âyet 1)’deki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fethin) ne olduğunu en açık şekilde tasvir eder.
* Hikmeti (Kinâye): “Keffe’l-Yed” (Eli çekmek), savaşı durdurmak ve barış (sulh) yapmak için kullanılan en beliğ (tesirli) Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım , Ashâb’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) “hezîmet (yenilgi)” zannettiği şeyi tersine çevirir. “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), savaşmak (harb etmek) değildi; savaşın durması (“keffe eydiyekum ‘anhum”- Sizin elinizi onlardan çekmesi) idi. Çünkü asıl “Feth” (kalplerin fethi),  ancak barış (sulh) ortamında olabilirdi.

3. “Feth”in Hikmeti: “Levlâ” (Eğer Olmasaydı…) (Âyet 25)
> İktibas ( Meali): “…Eğer (Mekke’de) kendilerini bilmediğiniz mü’min erkeklerle mü’min kadınları, bilmeyerek ezmeniz (en teta’ûhum)… ve bu yüzden (dolayı) bir vebâle (me’arretun) kapılmanız ihtimâli olmasaydı (Levlâ) (Allah [C.C.] savaşı durdurmazdı)…” (Fetih, 25)
>
* Sanat: “el-İhtirâs” (Sakınma) / “Beyân-ı Hikmet” (Hikmetin Açıklanması).
* Sual: (Âyet 24)’te “Allah (C.C.) savaşı durdurdu” dendikten sonra, Ashâb’ın “Neden durdurdu? Biz gâlip (üstün) gelirdik!” şeklindeki muhtemel sualine bu âyet cevap verir.
* Hikmeti (Levlâ): Nazım, o zâhirî durdurmanın derûnî hikmetini açıklar: “Levlâ…” (Eğer …olmasaydı).
* Nazmın Mânâsı : “Feth”, o “savaşı durdurmaktı”; çünkü o savaş olsaydı, siz (Mü’minler(Mekke’nin içindeki gizli Mü’minleri ) “bilmeyerek ezebilirdiniz” (en teta’ûhum – Çiğnemek/Ezmek). Bu “İhtirâs” (Sakınma) nazmı (tertibi), “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin), Allah’ın (C.C.) kendi gizli evliyâsını (dostlarını) korumak için yaptığı ilâhî bir müdâhale olduğunu gösterir.

4. Nihaî “Mukabele”: “Hamiyyet” (Taassup) vs. “Sekîne” (Huzur) (Âyet 26)
> İktibas (Meali): “O zaman (İz) inkâr edenler, kalplerine o taassubu (el-Hamiyyete), (o) Câhiliye taassubunu (Hamiyyete’l-Câhiliyyeh) yerleştirmişlerdi. Allah (C.C.) da Resûlü’nün (S.A.V.) ve mü’minlerin üzerine huzur ve güvenini (Sekînetehû) indirdi ve onlara takvâ (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluk bilinci) sözünü (Kelimete’t-Takvâ) bağladı…” (Fetih, 26)
>
* Sanat: Nihaî “Mukâbele”
* Tahlil: Bu âyet, “Feth”in niçin “Feth” olduğunun ahlâkî tasviridir. Nazım, Hudeybiye’deki o iki ordunun kalp hâletini karşılaştırır:
* Taraf 1 (Kâfirler): Kalplerinde “el-Hamiyyeh” (Taassup/Kibirli [Büyüklenen] Öfke) vardı. Bu, (Âyet 6)’daki “Zanne’s-Sev'”in (Kötü Zan’nın) tezâhürüdür. Onların fiili ahlâken “mağlûp” idi.
* Taraf 2 (Mü’minler): Kalplerine “es-Sekîne” (Huzur/Vakâr [Ağırbaşlılık]/İtâat) indi. Bu, (Âyet 18)’deki “Rıdvân”ın (Râzılığın) tezâhürüdür.
Onların fiili (Sulhü [Barışı] kabûl etmeleri) ahlâken “gâlip ” idi.
* Netice (Kelimete’t-Takvâ): “Takvâ (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluk bilinci) Sözü”, o “Sekîne”nin (Huzurun) neticesidir. O “öfke” (Hamiyyet) yerine “itâat (boyun eğme)” (Takvâ [Allah’a (C.C.) karşı sorumluluk bilinci]) idi. Bu nazım (tertip), gerçek fethin, “öfkeyi (gazab)” yenip “huzûra (sekîne)” ve “itaate ” (Takvâ [Allah’a (C.C.) karşı sorumluluk bilinci]) kavuşmak olduğunu ilân eder.

Nihaî Netice (Bölüm 4)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin başındaki o “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) müjdesinin delillerini sunar.
* “el-İhbâr bi’l-Mâdî” (Geçmiş Zamanla Haber Verme) (Lekad Radıyallâhu – Andolsun râzı oldu) ile o “Bey’at”ın (Âyet 10) İlâhî tasdikini ve kabulünü ilân eder.
* Allah’ın (C.C.) kalpleri bildiğini (‘alime mâ fî kulûbihim) göstererek, bu tasdikin sebebinin ihlâs (samimiyet) olduğunu ve bunun mukâbilinin (Münâfıkların “Zanne’s-Sev'”i [Kötü Zannı]) olduğunu perçinler.
* “Fethan Mubînâ” (Apaçık Fetih) (Hudeybiyye’nin rûhu) ile “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih) (Hayber’in maddesi) arasındaki farkı ve sebeb-sonuç ilişkisini kurar.
* Ve nihâyetinde, o “Feth”in (Hudeybiyye’de durmanın) en derin hikmetini (Levlâ… – Mekke’deki mü’minleri korumak) açıklar.
* Sûre, “Câhiliye Taassubu” (el-Hamiyyeh) ile “İlâhî Huzur” (es-Sekîne) arasında son bir “Mukâbele” yaparak, gerçek fethin “kalp” fethi olduğunu mühürler.

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu, Feth Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 27-29) ve Sûre’nin başından beri işlenen “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) mefhûmunun (kavramının) nihaî gâyesini (maksadını) ve cihan şümul (evrensel) neticesini ilân eden mühür âyetleridir.
Bu nazım (tertip), Hudeybiye seferinin zâhirî sebebi olan “Rü’yâ”yı tasdîk eder, o “Feth”in aslî gâyesini (İslâm’ın üstünlüğü) ilân eder ve o “Feth”i) gerçekleştirecek olan “Ordunun” (Muhammed [S.A.V.] ve Ashâbı vasfını ve misyonunu tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 27-29)
1. “Feth”in Başlangıç Noktası: “Rü’yâ”nın Tasdîki (Âyet 27)
> İktibas ( Meali): “Andolsun ki (Lekad) Allah (C.C.), Resûlü’nün (S.A.V.) rüyâsını (er-Ru’yâ) hak (bi’l-hakk) olarak doğru (Sadaka) çıkardı. Allah (C.C.) dilerse, siz… Mescid-i Harâm’a gireceksiniz (Le tedhulunne)…” (Fetih, 27)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme) (“Lekad” ve “Le…”) ve “el-İhtirâs” (Sakınma).
* Tahlil (Te’kîd): Hudeybiye seferi, Resûlullah’ın (S.A.V.) gördüğü “Mekke’ye emniyetle girdiklerine” dâir “Rü’yâ” üzerine başlamıştı. Zâhiren bu rü’yâ gerçekleşmemiş gibi göründü (Bu, Münâfıkların [Âyet 12] “Zanne’s-Sev'” [Kötü Zannı] dediği şeyin bir parçasıydı).
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım , en kuvvetli iki “Te’kîd” edâtı ile cevap verir: “Lekad Sadakallâhu…” (Andolsun ki Doğru çıkardı…) ve “…Le tedhulunne” (…Mutlaka gireceksiniz).
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım ; (Âyet 1)’deki “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fethin) (Hudeybiye Sulhü’nün [Barışının]), o “Rü’yâ”nın iptali değil, o “Rü’yâ”ya giden yolun ta kendisi olduğunu ilân eder. O “Feth”
(Sulh), o “Giriş”in (Duhûl) kapısını açmıştır.

2. “Feth”in Nihaî Gâyesi : “el-İzhâr ‘ale’d-Dîn” (Dînin Gâlip Gelmesi) (Âyet 28)
> İktibas (Meali): “O, Resûlü’nü (S.A.V.) hidâyet (doğru yol) ve hak din ile gönderendir. Onu, bütün dinlere gâlip (li yuzhirahû ‘ale’d-dîni kullihî) kılmak için… Şâhit olarak Allah (C.C.) yeter.” (Fetih, 28)
>
* Sanat: “el-İ’tirâz” (Ara Cümle) ve “Beyân-ı Gâye” (Gâyenin Açıklanması).
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin bütün bağlamını (bağlantısını/açısını) değiştirir. Nazım, (Âyet 27)’de “Mekke’ye girmek” gibi mahallî bir hedeften bahsederken, âniden Resûl’ün (S.A.V.) gâyesini cihan şümul bir mertebeye taşır.
* Hikmeti: Bu nazım , “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) (Hudeybiye’nin), sâdece “Mekke’ye girmek” olmadığını; onun İslâm’ın “ale’d-dîni kullihî” (Bütün dinlere üstün (zâhir) gelme projesinin başlangıcı olduğunu ilân eder.
* Netice: (Âyet 1)’deki “Feth”, artık sâdece Hudeybiye değil, İslâm’ın bütün dünyaya fethinin adıdır.

3. “Feth”in Ordusu: “el-Mukâbele” ve “et-Teşbîh” (Âyet 29)
Bu âyet, Sûre’nin en beliğ (tesirli) âyetidir ve o “cihan şümul” fethi (Âyet 28) kimin yapacağını tasvir eder.
> İktibas ( Meali): “Muhammed (S.A.V.), Allah’ın (C.C.) Resûlü’dür (Resûlullâh). Ve (وَ) O’nunla (S.A.V.) berâber (me’ahû) olanlar (Ashâb [Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının]), kâfirlere karşı çok çetin (Eşiddâ’u), kendi aralarında çok merhametlidirler (Ruhamâ’u)…” (Fetih, 29’a)
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” (Celâl [Azamet (Büyüklük)] ve Cemâl [Güzellik]).
* Tahlil: Nazım, o “Ordunun” (Ashâb’ın mâhiyetini iki zıt kutupla tasvir eder:
* “Eşiddâ’u ‘ale’l-Kuffâr” (Kâfirlere Karşı Çetin): Bu, onların “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) (Savaş /Adâlet) yönüdür. Bu, (Âyet 6)’daki Münâfıklara ve (Âyet 26)’daki “Hamiyyet” (Taassup) sâhiplerine karşı olan duruşlarıdır.
* “Ruhamâ’u Beynehum” (Aralarında Merhametli): Bu, onların “Cemâl” (Güzellik) (Barış /Rahmet) yönüdür. Bu, (Âyet 4, 18, 26)’da zikredilen “Sekîne” (Huzur) ve “Rıdvân”ın (Râzılığın) kendi aralarındaki tezâhürüdür.
* Hikmeti: Gerçek “Feth” ordusu, bu iki zıt vasfı (Şiddet ve Merhamet) aynı anda ve dengede (mîzânda) tutabilen ordudur.
> İktibas (Meali): “…Onların misâli (meseluhum) Tevrat’ta da böyledir. İncil’deki misâlleri (misâl) ise şöyledir: O, bir ekin (zer’in) gibidir ki, filizini (şat’ehû) çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş (fe âzerehû), kalınlaşmış (fe’steğleza) da gövdesinin (sûkıhî) üzerine dikilmiştir (fe’stevâ). Bu, ekincilerin (zürrâ’) hoşuna gider. (Allah [C.C.] bu misâli) kâfirleri öfkelendirmek (li yağîza bihimu’l-kuffâr) için (verdi)…” (Fetih, 29b)
>
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) / “Tekrâr”.
* Tahlil: Sûre’nin sonu, o “Ordu”yu (Ashâb’ı bir “Ekin”e (Zer’) benzetir.
* Hikmeti (İsti’âre): Bu “İsti’âre” (Metafor), Sûre’nin bütün hikâyesini özetler:
* “Zer’in” (Ekin): İslâm’dır.
* “Ahrace Şat’ehû” (Filizini çıkardı): Bu, Mekke’deki o zayıf başlangıçtır.
* “Fe âzerehû” (Kuvvetlendirdi): Medîne’deki hicret ve güçlenmedir.
* “Fe’steğleza fe’stevâ ‘alâ Sûkıhî” (Kalınlaştı ve Gövdesinin Üzerine Dikildi): Bu, Hudeybiye’dir (Feth-i Mübîn). Artık o “filiz” (şat’), dış desteğe (yardıma) ihtiyâcı olmayan, kendi gövdesi (sûk) üzerinde duran olgun bir “Ekin” (Zer’) olmuştur.
* Netice: Bu nazım (tertip), (Âyet 1)’deki “Feth”in neden “Feth” olduğunu bir kez daha tasdik eder: Çünkü Hudeybiye, İslâm ekininin “kendi ayakları üzerinde durduğu” (festevâ ‘alâ sûkıhî) andır.
* Hikmeti (Kapanış): “…li yağîza bihimu’l-küffâr” (Kâfirleri öfkelendirmek için). Bu kapanış, (Âyet 26)’daki kâfirlerin “Hamiyyet”ine (Taassup) ve (Âyet 12)’deki Münâfıkların (“Zanne’s-Sev'”ine (Kötü Zannı) nihaî cevaptır. Onların o “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’) (Mü’minler helâk olacak), tam tersine dönmüş; Mü’minlerin o görkemli (ihtişamlı) yükselişi, kâfirler için nihaî bir “öfke” (ğayz) kaynağı olmuştur.

Nihaî Küllî Netice (Sûre’nin Tamamı)
Feth Sûresi, zâhirî bir “hezîmet”in (yenilgi), İlâhî nazarda (bakışta) nasıl bir “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olduğunu isbat eden bir belâgat mûcizesidir.
Nazım (Tertip):
* “Feth” mefhûmunu maddî savaştan mânevî “Rıdvân”a (Râzılığa) ve “Sekîne”ye (Huzura) taşır (Âyet 1, 4, 18).
* Bu “Feth”i, “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhibi Münâfıklar ile “Rıdvân” (Râzılık) sâhibi Mü’minler arasında bir “Ayırıcı” (Fâsıl) olarak kullanır (Âyet 6 vs. 18).
* “Bey’at” (Biat) hâdisesini (“Yedullâhi fevka eydîhim”) kutsallaştırarak (takdîs), bu Feth’in (Fethin) İlâhî bir tasdik (doğrulama) altında olduğunu “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder (Âyet 10).
* Ve Sûre’yi, bu Feth’in gâyesinin cihan şümul olduğunu (Âyet 28) ve bu gâye için seçilen “Ordunun” (Ashâb’ın (Âyet 29), tıpkı kendi gövdesi üzerinde duran bir ekin (zer’) gibi “olgunlaştığını” bir “İsti’âre” ile mühürler.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

KEHF SURESİNİN BELAĞATI

 

Kehf Sûresi, İslâmî geleneğin en mühim Sûrelerinden biridir.
Diğer tahlil ettiğimiz Sûrelerin (Yâsîn, Mülk, Nebe’ vb.) aksine Kehf Sûresi, tek bir beliğ hitâbet üzerine değil, bir “Mukaddime” (Giriş) ve bir “Hâtime” (Sonuç) arasına yerleştirilmiş dört büyük “Kıssa”nın (Ashâb-ı Kehf, İki Bahçe Sâhibi, Mûsâ [A.S.] ve Hızır [A.S.], Zülkarneyn [A.S.]) nazmı üzerine kuruludur.

İlk olarak, Sûre’nin “anahtarı” (miftâhı) olan ve Sûre’deki bütün kıssaların niçin anlatıldığını açıklayan “Mukaddime” (Giriş) bölümünü (Âyet 1-8) tahlil

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 1-8)
Bu “Mukaddime” (Giriş), Sûre’nin gâyesini (tebliğ , mevzûsunu (fitne [imtihan]) ve çözümünü (fânîlik [geçicilik] idrâki [anlayışı]) ilân eden bir fihrist (özet) gibidir.

1. Sûre’nin Ekseni: “Hamd” (Övgü) ve “İstikâmet” (Doğruluk) (Âyet 1-2a)
> İktibas ( Meali):
> (1) “el-Hamdu (Hamd) lillâhillezî… Kitâb’ı (Kitap) indirdi ve (وَ) onda hiçbir eğrilik (ivecâ) kılmadı.”
> (2) “(Onu) dosdoğru (Kayyimen) (bir rehber) olarak (indirdi)…”
>
* Sanat 1: “el-Hamd” (Övgü) ile Başlama (Berâ’at-i İstihlâl).
* Sual: Bu Sûre, “Fitne” (İmtihan) Sûresi olarak bilinir (Ashâb-ı Kehf’in [İnanç Fitnesi], Bahçe Sâhibinin [Mal Fitnesi] vb.). Neden böyle zorlu bir Sûre, “Hüzün ” veya “Tehdit ” ile değil de “el-Hamdu” (Övgü) ile başlar?
* Hikmeti (Berâ’at-i İstihlâl): Bu, “Hamd”in en beliğ (tesirli) kullanımıdır. Nazım (Tertip), Sûre’nin bütün fitnelerine (imtihanlarına) karşı Mü’minin alması gereken aslî tavrın “Hamd” olduğunu daha ilk kelimede ilân eder. “Fitne” (İmtihan) ancak “Hamd” nazarı ile aşılır.
* Sanat 2: “Te’kîd bi’n-Nefy” (Olumsuzlama ile Pekiştirme).
* Tahlil: Nazım, “Kitâb’ı dosdoğru indirdi” demez. “Ve lem yec’al lehû ‘ivecâ” (Ve ONDA HİÇBİR EĞRİLİK KILMADI) der.
* Hikmeti: Belâgatte, olumsuzu nefyetmek (olumsuzlamak) (Eğriliği [İvec] reddetmek, olumluyu ispat etmekten (Doğru [Müstakîm] demekten) daha kuvvetli bir Te’kîddir (Pekiştirmedir). Bu nazım (tertip), Kur’ân’ın mutlak ve kusursuz bir istikâmet üzere olduğunu, (bir sonraki âyetlerde gelecek olan) “eğri” (ivec) zanlara (Allah’ın çocuğu olduğu zannı) karşı perçinler.
* Netice (Âyet 2): O Kitap “eğri” (ivec) değildir; bilâkis,”Kayyimen” (Dosdoğru/Koruyucu/Rehber)dir.

2. Sûre’nin Gâyesi : “el-Mukâbele” (Âyet 2b-5)
* Nazım: Bu “Kayyim” (Dosdoğru) Kitâb’ın iki gâyesi vardır (Mukâbele :
* (Âyet 2b) “Li yunzira…” (Uyarmak için): Kimi? (Âyet 4) “Allah çocuk edindi (ittehazallâhu veledâ)” diyenleri. Bu, Sûre’deki birinci ve en büyük “Fitne”dir (İnanç Fitnesi).
* (Âyet 2c) “Ve yubeşşira…” (Müjdelemek için): Kimi? (Âyet 3) “Salih amel işleyenleri” (Onlara “Ecr-i Hasen” [Güzel Mükâfât] vardır).
* Sanat (Âyet 5): “Tesfîh” (Ahmak İlân Etme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), (Âyet 4)’teki o “büyük fitne”yi (Allah’ın çocuğu olduğu zannı) nasıl çürütür? “Mâ lehum bihî min ‘ilmin” (Onların bu hususta hiçbir ilmi yoktur).
* Hikmeti: Bu, belâgatte “Tesfîh” (Ahmak İlân Etme) sanatıdır. Nazım, onların delillerini çürütmez; zîrâ ortada bir “delil” yoktur. Onların iddiâsının temelden “ilimsiz” ve boş olduğunu ilân eder. “Keburat kelimeten” (Ne büyük [dehşetli] bir söz!) diyerek de bu cehâletin büyüklüğünü Tehvîl (Dehşete Düşürme) sanatı ile tasvir eder.

3. Sûre’nin “Anahtar Âyetleri” (Eksen/Kilit Âyetler): “Zînet” (Süs) ve “Sa’îd” (Toprak) (Âyet 6-8)
Bu üç âyet, Kehf Sûresi’nin tamâmının özetidir ve dört kıssanın anahtarıdır.
> İktibas (Meali):
> (6) “(Ey Muhammed [S.A.V.]!) Demek onlar bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, onların arkasından üzülerek (esefâ) neredeyse kendini helâk edeceksin (bâhi’un)!”
> (7) “Şüphesiz Biz (İnnâ), yeryüzünde (arz) olan şeyleri ona (arz) bir süs (Zîneten) kıldık. Onları imtihan edelim (li nebluvehum) diye…”
> (8) “Ve (وَ) şüphesiz Biz (ve İnnâ), onun (arz) üzerindekileri kupkuru bir toprak (Sa’îden Curuzâ) yapacağız.”
>
* Sanat 1 (Âyet 6): “el-İstifhâm et-Te’essüfî” (Üzüntü Suali).
* Tahlil: “Fe le’alleke bâhi’un nefseke…” (Kendini helâk mı edeceksin?)
* Hikmeti: Bu Retorik Soru, (Âyet 4-5)’teki o büyük fitneye (imtihana) (Şirk’e karşı Resûlullah’ın (S.A.V.) duyduğu o derin (şedîd) üzüntüyü (esef) tasvir eder. Bu nebevî (peygamberî) tavır (“bâhi’un” / kendini helâk etme derecesinde üzülme), bir sonraki kıssanın (Ashâb-ı Kehf) girişidir. Ashâb-ı Kehf de kavimlerinin şirki yüzünden aynı “esef” (üzüntü) ile o “fitne”den (imtihandan) kaçıp mağaraya (Kehf) sığınmışlardır.
* Sanat 2 (Âyet 7): Sûre’nin Tezi: “Zînet” (Süs) ve “Nebluvehum” (İmtihan.)
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin tezidir.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Nazım, “Dünyayı ‘nimet’ kıldık” demez; “Zîneten” (Süs) kıldık der. “Zînet” (Süs), geçici (fânî), aldatıcı (ğurûr) ve imtihan vesîlesi (fitne [imtihan]) olan şeye denir.
* Gâye (Maksat) Nedir? “Li nebluvehum” (Onları imtihan etmek için).
* Netice: Bu âyet, Sûre’deki bütün kıssaların sebebini açıklar:
* (Kıssa 2) Bahçe Sâhibi : “Zînet”in (Süs) (Mal/Mülk [Hâkimiyet]) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 4) Zülkarneyn (A.S.): “Zînet”in (Süs) (Güç/Sultâ) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 3) Mûsâ (A.S.): “Zînet”in (Süs) (İlim [Bilgi]/Mârifet) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 1) Ashâb-ı Kehf: O “Zînet” (Süs) (Şirk toplum fitnesinden (imtihanından) kaçıştır (firâr).
* Sanat 3 (Âyet 8): Sûre’nin Çözümü: “el-Mukâbele”.
* Tahlil: Bu âyet, (Âyet 7)’nin tam zıddıdır (Mukâbele).
* (Âyet 7) “Zîneten” (Süs / Güzellik [Cemâl] / Hayat)
* (Âyet 8) “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak / Çıplak Düzlük / Ölüm [Mevt])
* Hikmeti: Bu Mukâbele, (Âyet 7)’deki “Fitne”nin (İmtihanın) çözümüdür (hall). Sûre’nin tamamı bu iki âyet arasındadır.
* Nazmın Mânâsı : “Dünyanın ‘Zînet’ (Süs) olduğuna (Âyet 7) aldanan fitneye (imtihana) düşer (Bahçe Sâhibi gibi); o ‘Zînet’in (Süs) bir gün ‘Sa’îden Curuzâ’ (Kupkuru Toprak) olacağını bilen ise, o fitneden (imtihandan) kurtulur (Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn [A.S.] gibi).”
Nihaî Netice (Bölüm 1)
Kehf Sûresi’nin bu “Mukaddime” (Giriş) nazmı, Sûre’nin bütün kıssalarını anlamak için mûcizevî bir “anahtar” (miftâh) sunar.
Nazım (Tertip), Sûre’nin gâyesini (maksadını) (Fitnelere [İmtihanlara] karşı “Kayyim” [Dosdoğru] bir rehber olmak) ilân eder. Ve bu fitnelerin (imtihanların) aslî kaynağını (aslını) (Âyet 7: Dünyanın bir “Zînet” [Süs] olması) ve o fitnelerin (imtihanların) aslî çözümünü (Âyet 8: O “Zînet”in (Süs) “Sa’îden Curuzâ” [Kupkuru Toprak] olacağını bilmek) mükemmel bir Mukâbele sanatı ile ortaya koyar.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan ilkidir.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7-8) ortaya konan o “Fitne” (İmtihan) tezinin ilk müşahhas (somut) tatbikatıdır. Bu, “Zînet” (Süs) (Âyet 7) olarak sunulan “İnanç Fitnesi”dir (yâni şirkin ve küfrün ictimâî hâkimiyeti.
Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) hikâyesi, o “Zînet” (Süs) fitnesinden (imtihanından) kaçıp, (Âyet 8)’deki “Sa’îden Curuzâ”nın (Kupkuru Toprağın) bir misâli olan “el-Kehf”e (Mağara) sığınarak kurtuluş (halâs) bulanların kıssasıdır.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 9-26)
1. Kıssanın Girişi: “İstifhâm” (Soru) ve “Duâ” (Yakarış) (Âyet 9-10)
> İktibas ( Meali):
> (9) “Yoksa sen, (sâdece) Kehf ve Rakîm ashâbının (Mağara ve Kitâbe arkadaşlarının), bizim şaşılacak (acebâ) âyetlerimizden (işaret) olduğunu mu sandın?”
> (10) “O (gençler) mağaraya sığındıklarında (eve’l-fityetu) demişlerdi ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet (Rahmeten) ver ve (وَ) işimizde (emrinâ) bize bir doğru yol/kurtuluş (Reşedâ) hazırla!'”
>
* Sanat (Âyet 9): “İstifhâm-ı İnkârî” (Reddetme Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu muazzam kıssaya “Onların hâli ne kadar şaşırtıcıydı!” gibi bir “Ta’accüb” (Şaşırma) cümlesiyle değil de “Sen bunu şaşırtıcı mı sandın?” şeklinde bir Retorik Soru ile başlar?
* Hikmeti: Bu “İstifhâm” (Soru), o kıssayı küçümsemez (tahkîr etmez). Bilâkis, o kıssayı kâinât delilleri (Göklerin ve Yerin yaratılışı [halk]) ile kıyaslar.
* Nazmın Mânâsı : “Ey Muhatap! Sen Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) hâlini ‘şaşırtıcı’ (aceb) buluyorsun da her gün gördüğün Göklerin, Yerin ve (bir sonraki kıssadaki gibi) ölü topraktan (sa’îd) hayat çıkarma âyetlerimi (işaret) ‘şaşırtıcı’ bulmuyor musun?” Bu nazım (tertip), muhatabın nazarını düzeltir.
* Sanat (Âyet 10): Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Rahmet” ve “Reşed”).
* Tahlil: Bu “fitye” (gençler), (Âyet 7)’deki o “Zînet” (Süs) (Şirk toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçtılar. Onların duâsı , bu kıssanın çözümüdür. Onlar ne istediler?
* “Rahmeten” (Rahmet): (Dünyevî “Zînet” yerine İlâhî himâye ve merhamet.
* “Reşedâ” (Doğru Yol): (Fitnenin [İmtihanın] getirdiği kafa karışıklığı [teşevvüş] yerine) doğru yolu (sırat-ı müstakîm) bulma, mânevî rehberlik.
* Netice: Onlar, “Zînet”e (Süs) karşı “Zafer (Nasr)” veya “Mal” istemediler. “Fitne”ye (İmtihana) karşı mânevî (“Rahmet” ve “Reşed”) bir sığınak istediler.

2. İlâhî Himâye: “Kinâye” ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Âyet 11, 14, 17-18)
* Sanat (Âyet 11): “Kinâye” (Dolaylı Anlatım).
* Nazım (Tertip): “Onları uyuttuk” (fe enemnâhum) demez. “Fe darebnâ ‘alâ âzânihim” (Biz de onların kulaklarına vurduk/perdeledik) der.
* Hikmeti: Bu, mûcizevî bir “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) sanatıdır. Uykuyu bozan en mühim fâil sestir (savt). Nazım, onların uykusunun (nevm) ne kadar derin ve kesintisiz olduğunu ifâde etmek için, o uykuyu bozan âletin (Kulak / Sem’) kapatıldığını (“Darebnâ” / Vurduk) tasvir eder.
* Sanat (Âyet 14): “İsti’âre” / “Tecsîm” (Somutlaştırma).
* Nazım:”Onları cesur (şücâ’) kıldık” demez. “Ve rabatnâ ‘alâ kulûbihim” (Ve onların kalplerini bağladık/pekiştirdik) der.
* Hikmeti: Bu, (Âyet 10)’daki “Reşed” (Doğru Yol) talebinin cevabıdır. O “Sebât”, mücerret (soyut) bir mefhûmdur . Nazım, o “Sebât”ı kalplerine müşahhas (somut) bir “Ribât” (Bağ) atılmış gibi “Tecsîm” eder. Bu “Rabt” (Bağ), onların o “Fitne” (İmtihan) (Zâlim Kral) karşısında “Kıyâm” etmelerini sağlamıştır.
* Sanat (Âyet 17): “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Güneş’in [Şems] İtâati.
* Nazım: “…Güneş’i (Şems) görürsün… (mağaralarından) sağa eğilip geçer (tezâveru)… sola makaslayıp (takriduhum) giderdi…”
* Hikmeti: Bu, (Âyet 10)’daki “Rahmet” talebinin cevabıdır. Nazım, cansız olan Güneş’e, irâdeli (akıllı [âkil]) fiiller (“Tezâveru” / Ziyâret edip kaçınan, “Takriduhum” / Makaslayan [Kesip bırakan]) isnat eder. Bu “Tecsîm” (Somutlaştırma), o kozmik (kâinî) “Zînet”in (Süs) (Güneş [Şems]) bile, Allah’ın emriyle o gençlere hizmet ettiğini ve o “Fitne”den (İmtihandan) (Güneşin [Şems] yakıcılığı) korunduklarını gösterir.

3. Çözüm: “Fitne”den (İmtihandan) Kaçışın “Delil”e Dönüşmesi (Âyet 19-21)
* Nazım (Tertip): “Ve kezâlike be’asnâhum…” (Ve böylece onları uyandırdık…) (Âyet 19). “…(Şehirdekiler) ‘Üzerlerine bir binâ (anıt) yapın’ dediler…” (Âyet 21).
* Sanat: “Beyân-ı Hikmet” (Hikmetin Açıklanması).
* Tahlil: Onlar (Ashâb-ı Kehf), (Âyet 16)’da “İ’tizâl” (Terk etme/Kaçma) yolunu seçtiler. Zâhiren bu, pasif bir “firâr” idi. Fakat Allah Teâlâ onların bu pasif “firâr”ını 309 yıl sonra, aktif bir “Delil”e dönüştürdü.
* Hikmeti: Onlar (Ashâb-ı Kehf) Şirk Fitnesinden kaçtılar; uyandıklarında ise Ba’s (Ölümden Sonra Diriliş) Fitnesi (Dirilişten şüphe) yaşayan bir kavme delil (“Âyet”) oldular (Âyet 21).
* Netice: Bu nazım, “Zînet” (Süs) (Âyet 7) fitnesinden Allah için kaçan (“İ’tizâl”) birinin, Allah tarafından yeni bir devrin “Delil”i (Âyet) olarak nasıl kullanılacağını gösterir.

4. Kıssadan Hisse: “el-Hazf” (Sükût Etme) ve “Edeb Öğretme” (Âyet 22, 23-24)
* Sanat (Âyet 22): “el-Hazf” (Sükût Etme) / “Lafız Seçimi”.
* Nazım (Tertip): “Diyecekler ki: ‘Üçtür…’ … ‘Beştir…’ … ‘Yedidir…'” (Âyet 22).
* Hikmeti: Nazım , kıssanın detaylarını (Güneşin hareketi, köpeğin [kelb] duruşu [Âyet 17-18]) uzun uzun tasvir ederken, lüzûmsuz detayı (Onların sayısı) “Hazf” (Sükût Etme) eder ve bu tartışmayı “recmen bi’l-ğayb” (gayba taş atma) olarak tahkîr eder.
* Netice (Ta’lîm-i Edeb): Bu nazım , muhataba (ve Resûlullah’a [S.A.V.]) bir edeb (usûl) öğretir: Kur’ân’ın gâyesi târih detayı vermek değil, o kıssadan hidâyet (“Reşed” [Doğru Yol] – Âyet 10) çıkarmaktır.

Nihaî Netice (Bölüm 2)
Ashâb-ı Kehf kıssası, Sûre’nin ana tezi olan “Fitne” (İmtihan) karşısındaki duruşun ilk misâlidir.
Nazım, (Âyet 7)’deki o “Zînet” (Süs) fitnesinin (imtihanının) (Şirk toplumu) tek çözümünün (hall), o “Zînet”ten kaçmak (“İ’tizâl”) ve (Âyet 8)’deki “Toprak”ı (Sa’îd) (yâni Mağarayı [Kehf]) tercih etmek olduğunu gösterir.
Bu tercihin (ihtiyâr) mükâfâtı ise, doğrudan İlâhî “Rahmet” (Güneşin emre girmesi) ve “Reşed” (Doğru Yol) (Kalplerin “Rabt” [Bağlanma] edilmesi) olmuştur.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan ikincisidir.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7) ortaya konan “Zînet” (Süs) mefhûmunun en doğrudan (sarih) ve en müşahhas (somut) misâlidir. Bu, “Mal ve Evlât (Benûn) Fitnesi”dir (Âyet 46).
Bir önceki kıssada (Ashâb-ı Kehf), gençler “Zînet”in (Şirk toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçmışlardı (“Firâr”). Bu kıssada ise, kahramanımız “Zînet”in (Mal/Mülk [Hâkimiyet]) tam ortasına düşer ve o “Fitne” (İmtihan) ile doğrudan (sarih) imtihan olur.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 32-46)

1. “Fitne”nin (İmtihanın) Kurulması: “el-Mesel” (Misâl/Benzetme) (Âyet 32-34)
> İktibas ( Meali):
> (32) “Onlara iki adamı misâl (meselen) getir: …birine iki üzüm bağı (Cenneteyn) vermiştik… ikisinin arasından bir de nehir (neharâ) akıtmıştık.”
> (33) “Her iki bağ da ürününü (ukulehâ) vermiş ve (وَ) ondan hiçbir şeyi eksik (zulm) bırakmamıştı…”
> (34) “…(O bahçe sâhibi) arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: ‘Ben (Ene) senden daha zenginim (ekseru… mâlen) ve (وَ) daha güçlüyüm (e’azzu neferâ).'”
>
* Sanat 1: “Darbu’l-Mesel” (Misâl Getirme).
* Tahlil: Nazım, “İki adam vardı…” demez; “Vadrib lehum Meselen” (Onlara bir Misâl Getir, der.
* Hikmeti: “Misâl” (Mesel), yaşanmış bir kıssadan daha tesirlidir (beliğdir). Çünkü “Misâl (Benzetme)”, o hâdisenin (olayın) her devirde tekrâr edilebilecek cihan şümul bir “Fitne” (İmtihan) modeli olduğunu gösterir.
* Sanat 2: “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) (Âyet 32-33).
* Tahlil: Nazım ,o “Zînet”i (Âyet 7) tasvir ederken hiçbir noksan bırakmaz: İki Cennet (Bahçe), etrâfı çevrili, ortasında nehir tam (kâmil) verim (“ukulehâ”), ve hiçbir eksiklik (zulm) yok (“lem tazlim”).
* Hikmeti: “Fitne”nin (İmtihanın) kâmil (tam) olabilmesi için, “Zînet”in (Süs) de kâmil ve kusursuz olması gerekir. Eğer bağ (bahçe) kusurlu olsaydı, sâhibinin (bir sonraki âyetteki) o kibri (büyüklük taslama) (“Ene ekseru…”) için bir mâzeret (bahane) kalmazdı.
* Sanat 3: “el-Hükm” (Karar) (Âyet 34).
* Tahlil: Fitne (İmtihan) nedir? “Ene ekseru minke mâlen ve e’azzu neferâ.”
* Hikmeti: Fitne (İmtihan), “Bahçe” (Cennet) değildir. Fitne o bahçenin (cennet) sâhibinin kalbindeki o “ENE” (BEN) (Enâniyet [Ego]) lafzıdır. O, o “Zînet”i (Süs) (Mal/Güç) kendinden (nefs) bilmiş ve Allah’ı unutmuştur. Bu, (Âyet 7)’deki “Zînet”in nasıl “Nebluvehum” (İmtihan Ederiz) olduğunun müşahhas (somut) tasviridir.

2. Fitne’nin (İmtihanın) Zirvesi ve Çözümün (Hall) Sunulması (Âyet 35-41)
> İktibas ( Meali):
> (35) “Bağına (Cennet) girerken nefsine zulmederek (zâlimun li-nefsihî) girdi (ve) dedi ki: ‘Bu (bahçenin) ebediyen (ebedâ) yok olacağını (tebîde) sanmıyorum!'”
> (36) “Ve (وَ) Kıyâmet’in (Sâ’at) kopacağını da sanmıyorum (zannetme)…'”
> (37) “Arkadaşı (Sâhib) ona dedi ki: ‘…Seni topraktan (Turâbin) yaratanı mı inkâr ettin?'”
> (39) “‘Bağına (Cennet) girdiğinde “Mâşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh” (Allah ne güzel dilemiş! Güç (Kuvvet) ancak Allah’tandır!) demen gerekmez miydi?'”
>
* Sanat 1 (Âyet 35): “Fitne”nin (İmtihanın) Sûre’nin Teziyle Çatışması.
* Tahlil: Kâfir adamın sözü: “Mâ ezunnu en tebîde hâzihî Ebedâ” (Bunun ebediyen (ebedâ) yok olacağını sanmıyorum).
* Hikmeti (Mukâbele): Bu cümle, Kehf Sûresi’nin bütün gâyesine (maksadına) doğrudan (sarih) bir isyan ve *mukâbeledir.
* Sûre’nin Tezi (Âyet 8): Bütün “Zînet” (Süs) (Bahçe) bir gün “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak / YOK) olacaktır.
* Fitne’nin (İmtihanın) Zannı (Âyet 35): Bu “Zînet” (Süs) (Bahçe) “Ebedâ” (EBEDÎ / VAR) olacaktır.
* Netice: Kıssa bu iki zıt iddiâdan hangisinin hak olduğunu isbat etmek üzerine kuruludur.
* Sanat 2 (Âyet 37): Çözüm (Hall): “el-Mukâbele bi’l-Asl” (Aslını Hatırlatarak Karşılık Verme).
* Tahlil: Mü’min arkadaşı (sâhib), onun “ENE ekseru…” (Ben daha fazlayım) kibrine nasıl cevap verir?
* Cevap: “E keferte bi’llezî halakake min TURÂBİN” (Seni TOPRAKTAN yaratanı mı inkâr ettin?)
* Hikmeti: Bu, mûcizevî bir cevaptır. Mü’min adam, Sûre’nin (Âyet 8)’deki çözümünü (hall) kullanır: “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak).
* Nazmın Mânâsı : “Sen, o ‘Zînet’in (Süs) (Bahçe) sâhibi olduğunu zannediyorsun; oysa sen, o ‘Zînet’in hammaddesi (aslî madde) olan ‘Toprak’tan (Turâb) yaratıldın. Aslın ile övündüğün şey aynıdır. Nasıl kibirlenirsin (büyüklük taslarsın)?”
* Sanat 3 (Âyet 39): Çözümün (Hall) İfâdesi (Anlatımı): “el-Kasr” (Sınırlama).
* Tahlil: Fitne’nin (İmtihanın) ilâcı (çâre) nedir? “Lâ KUVVETE illâ Billâh” (Güç (Kuvvet) ANCAK Allah’tandır.)
* Hikmeti: Bu, (Âyet 34)’teki o “Ene… e’azzu neferâ” (Ben… daha güçlüyüm) zannına doğrudan (sarih) bir cevaptır. Bu “Kasr” (Sınırlama) sanatı, “Güç”ün kaynağını “Ben”den (Ene) alır, sâdece “Allah’a (Billâh)” verir. Bu, “Mal Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî ilâcıdır (çâre).

3. Sûre’nin Tezinin İsbâtı : “Zînet”in (Süs) “Toprak”a (Sa’îd) Dönüşmesi (Âyet 40-44)
> İktibas ( Meali):
> (40-41) “(Mü’min dedi ki:) ‘…Umulur ki Rabbim senin bağına (cennet) gökten (semâ) bir felâket (husbânen) gönderir de, (o bağ [bahçe]) kaygan bir toprak (Sa’îden Zelekan) hâline geliverir…'”
> (42) “Derken… (o bağ [bahçe]) çardakları üzerine çökmüş (hâviyetun ‘alâ ‘urûşihâ) (bir hâlde) kaldı… ( [Sâhibi] dedi ki:) ‘…Keşke Rabbime kimseyi ortak (şerîkâ) koşmasaydım!'”
> (44) “İşte orada (Hunâlike) yardım (velâyet), ancak Hak olan Allah’a (C.C.) (Lillâhi’l-Hakk) mahsustur.”
>
* Sanat 1 (Âyet 40-41): “Mukâbele” ve “Lafzî Tekrâr” .
* Tahlil: Mü’min adamın duâsı (yakarışı)/bedduâsı ), Sûre’nin (Âyet 8)’deki vaadinin birebir aynısıdır:
* Sûre’nin Tezi (Âyet 8): “…(O Zînet’i [Süs]) Sa’îden Curuzâ (Kupkuru Toprak) yapacağız.”
* Mü’minin Duâsı (Âyet 40): “…(O Zînet’in) Sa’îden Zelekan (Kaygan Toprak) oluverir.”
* Hikmeti: Bu Lafzî Tekrâr , o Mü’min kulun, Sûre’nin ana tezine (Zînet’in [Süs] fânîliğine) îman ettiğini gösterir.
* Sanat 2 (Âyet 42): Tezin Tatbîki.
* Tahlil: Ve netîce (Âyet 42)’de gelir. (Âyet 35)’te “Ebediyen (Ebedâ) yok olmaz” zannedilen o “Zînet” (Süs) (Cennet/Bağ [Bahçe]), (Âyet 8)’deki “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak) vaadi (sözü) tahakkuk ederek yok olur.
* Hikmeti (Kapanış): Kâfirin son sözü nedir? “Keşke şirk (ortak koşma) koşmasaydım.” Bu, (Âyet 34)’teki o “Ene ekseru…” (Ben daha fazlayım) demenin hakîkî mâhiyetinin (ne olduğunun) “Şirk (Ortak Koşma)” (Gizli Şirk) olduğunu itiraf (ikrar) etmesidir.
* Sanat 3 (Âyet 44): “el-Kasr” (Sınırlama) ile Nihaî Hüküm.
* Tahlil: “Hunâlike’l-Velâyetu Lillâhi’l-Hakk” (İşte orada yardım/hâkimiyet] ANCAK Allah’tandır).
* Hikmeti: Bu “Kasr” (Sınırlama), (Âyet 34)’teki o “e’azzu neferâ” (daha güçlü yardımcılar [nefer]) zannını kökten (aslî olarak) çürütür. O “Fitne” (İmtihan) ânında o “Nefer”in (Yardımcılar) (Zînet’in [Süs]) hiçbir “Velâyet”i (Yardım/Güç) olmadığı; bütün “Velâyet”in (Yardım) sâdece Allah’a âit olduğu ilân edilir.

Nihaî Netice (Bölüm 3)
İki Bahçe Sâhibi kıssası, Sûre’nin ana tezi olan (Âyet 7-8) “Zînet (Süs) & Fânîlik (Geçicilik)” diyalektiğinin (düşünce biçimi) en mükemmel temsilidir.
Nazım (Tertip), “Zînet”e (Süs) (Mal) aldanıp onu “Ebedî” (Ebedâ) (Âyet 35) zanneden bir adamın “Fitne”sini (İmtihanını) tasvir eder. Bu Fitne’nin (İmtihanın) çözümünü (hall), Mü’min arkadaşının dilinden iki kelime olarak sunar:
(1) Aslını (Esasını) hatırla (Turâb / Toprak- Âyet 37) ve (2) Gücün (Kuvvet) Sâhibini hatırla (Lâ Kuvvete İllâ Billâh- Âyet 39).
Kıssa, o”Ebedî (Ebedâ)” zannedilen “Zînet”in (Süs) (Bahçe), Sûre’nin vaadi olan “Sa’îd” (Toprak) (Âyet 40) hâline gelmesiyle, Sûre’nin tezini (Zînet’in fânîliğini) isbat ederek son bulur.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan üçüncüsüdür ve Sûre’nin “Fitne” (İmtihan) tezinin en derûnî ve en latîf olanıdır.
Bu kıssa , Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7) zikredilen “Zînet”in (Süs) mânevî bir türü olan “İlim Fitnesi”ni (yâni bilginin getirebileceği gizli enâniyeti ve bu fitnenin (imtihanın) çözümünü (hall) (Teslîmiyet) tasvir eder.
* (Kıssa 1) Ashâb-ı Kehf, “Zînet” (Süs) (Şirk Toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçtı (Firâr).
* (Kıssa 2) Bahçe Sâhibi, “Zînet” (Süs) (Mal) fitnesine (imtihanına) yenik düştü.
* (Kıssa 3) Hz. Mûsâ (A.S.) ise, “Zînet” fitnesinin çözümünü bulmak için yolculuğa çıktı.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 60-82)
1. “Fitne”nin (İmtihanın) Sebebi ve “Mukâbele” (Âyet 60-65)
> İktibas ( Meali):
> (60) “Hani Mûsâ (A.S.), genç adamına (fetâhu) demişti ki: ‘İki denizin birleştiği yere (mecma’a’l-bahreyn) varıncaya kadar durmayacağım (Lâ ebrahu)…'”
> (65) “Derken, kullarımızdan (ibâdinâ) bir kul (abden) buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet (rahmeten) vermiştik ve (وَ) ona katımızdan (min ledunnâ) bir ilim (‘ilmen) öğretmiştik.”
>
* Sanat 1: “el-Kinâye” (Dolaylı Anlatım) ve “Lafız Seçimi”.
* Tahlil (Lâ ebrahu): Hz. Mûsâ’nın (A.S.) (Hadîs-i Şerîf’te belirtildiği üzere, kendisini yeryüzünün [arz] en âlimi zannetmesiyle başlayan) o “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) çâresini bulmak için gösterdiği azmi (kararlılık) (“Lâ ebrahu” / Durmayacağım) gösteren bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Tahlil (Mecma’a’l-Bahreyn): “İki denizin birleştiği yer.” Bu, kıssanın anahtar İsti’âresidir.
* Hikmeti (İsti’âre): Bu, iki farklı “ilim” denizinin birleştiği yerdir:
* Hz. Mûsâ’nın (A.S.) Temsîl Ettiği: “Zâhirî İlim / Şerîat Denizi” (Kesbî [Çalışılarak Kazanılan] İlim.
* Hızır’ın (A.S.) Temsîl Ettiği: “Derûnî İlim / Hakîkat Denizi” (Vehbî [Allah Vergisi] / Ledünnî İlim.
* Netice: Kıssa, bu iki zıt ilim denizinin (“Mukâbele” nasıl birleşeceğini (yâni “Zâhir”in, “Bâtın”a nasıl teslîm olacağını gösterecektir.

2. Çözümün (Hall) Şartı: “Sabır” (Âyet 66-70)
> İktibas ( Meali):
> (67) “(O kul) dedi ki: ‘Şüphesiz (İnneke) sen, benimle berâber (me’iye) sabr edemezsin (len testetî’a… sabrâ).'”
> (68) “Ve (وَ) (zâten) iç yüzünü (hubrâ) kavrayamadığın (lem tuhit) bir şeye nasıl sabr edeceksin ki?”
> (70) “(O kul) dedi ki: ‘…O hâlde (Fe in), …bana hiçbir şey sorma (lâ tes’elnî)…'”
>
* Sanat 1: “Beyân-ı İllet” (Sebebin Açıklanması).
* Tahlil: “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) (yâni bilmenin getirdiği kibrin çâresi nedir? (Âyet 67) “Sabr” .
* Tahlil (Âyet 68): Hızır (A.S.), Hz. Mûsâ’nın (A.S.) neden “Sabr” edemeyeceğini “Beyân-ı İllet” (Sebebin Açıklanması) sanatı ile açıklar: “Keyfe tesbiru ‘alâ MÂ LEM TUHİT BİHÎ HUBRÂ?” (İç yüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredersin?)
* Hikmeti: Bu, kıssanın kilit cümlesidir. “İlim Fitnesi” (İmtihanı), kişinin kendi ilminin (“İhâta” [Kavrama]) sınırlarına gelmesidir. Hz. Mûsâ’nın (A.S.) “Zâhirî İlmi ” (Şerîat Hızır’ın (A.S.) “Bâtınî İlmi”ni kavrayamaz (İhâta edemez).
* Sanat 2: Çözümün Şartı (Âyet 70).
* Tahlil: Çözüm nedir? “Lâ Tes’elnî” (Sorma).
* Hikmeti: Bu, “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî tedâvisidir. Çözüm daha fazla bilmek değil, bilmediğin şeye “Teslîm” olmaktır. “Sorma” emri “Zâhirî Akl”ın “Bâtınî Vahy”e müdâhale etmemesi şartıdır.

3. Fitne’nin (İmtihanın) Tatbîki : Üç “Mukâbele” (Âyet 71-78)
Bu üç hâdise “Zâhirî İlim ” (Hz. Mûsâ [A.S.]) ile “Bâtınî İlim” (Hızır [A.S.]) arasındaki “Mukâbele” ve çatışmadır.
* 1. Hâdise (Gemi) (Âyet 71): “Harekahâ” (Gemiyi deldi).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu bir “zulüm”dür (haksızlık). (“İçindekileri boğmak [li tuğrika] için mi?”) (Şerîata aykırı.
* Mûsâ’nın (A.S.) İsyânı : “İmrâ” (Büyük, çirkin bir iş.)

* 2. Hâdise (Çocuk) (Âyet 74): “Katelehu” (Onu öldürdü).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu bir “cinâyet”tir. (“Nefsen Zekiyyeten” / Masum bir can). (Şerîata aykırı.
* Mûsâ’nın (A.S.) İsyânı : “Nukrâ” (Çok daha çirkin/Münker [Yasaklanmış] bir iş.

* 3. Hâdise (Duvar) (Âyet 77): “Fe ekâmehu” (Onu doğrulttu).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu “ahmaklık”tır. (“Le te’hazte ‘aleyhi ecrâ” / Ücret (Ecîr) almalıydın). (Akl-ı Me’âş’a [Geçim Aklı] aykırı.
* Netice (Âyet 78): “Hâzâ Firâku Beynî ve Beynike” (Bu, benimle senin aranın ayrılmasıdır).
* Hikmeti: Hz. Mûsâ (A.S.),”Zâhirî İlmi”nin (Şerîat ve Mantık baskısı sebebiyle) “Sabr” edememiş ve (Âyet 70)’deki “Sorma” şartını üç kez ihlâl etmiştir. Fitne (İmtihan), zâhiren kaybedilmiştir; fakat hakîkatte Hz. Mûsâ (A.S.) dersi almıştır.

4. Çözüm : “el-İzhâr” (Açığa Çıkarma) ve “Teslîmiyet” (Âyet 79-82)
Bu bölüm, o “Bâtınî İlm”in “Zâhirî İlm”e açıklanmasıdır.

* 1. Gemi (Âyet 79): Zâhirî hasar (“‘ibeha” / Ayıplı kılmak), daha büyük bir “Zînet” (Süs) (Geminin tamâmı) fitnesinden (imtihanından) (Gasp) kurtulmak içindi.

* 2. Çocuk (Âyet 80): Zâhirî musîbet (belâ) (Evlât [Benûn] ölümü [mevt]), daha büyük bir “Fitne”den (İmtihan) (Evlâdın [Benûn] ebeveynini [ana baba] “Tuğyân”a sürüklemesi) kurtulmak ve daha hayırlı bir “Zînet”e (Hayrun minhu) kavuşmak içindi.

* 3. Duvar (Âyet 82): Zâhirî külfet [ücretsiz] iş), gelecekteki bir “Zînet”i (“Kenz” / Hâzîne [Define]) korumak (hıfz) içindi.
* Sanat: Nihaî Hüküm (Âyet 82).
* Tahlil: Kıssanın mûcizevî mührü: “Ve mâ fe’altuhû ‘an emrî” (Ben onu kendi emrimle yapmadım).
* Hikmeti: Bu, (Âyet 68)’deki “Mâ lem tuhit bihî hubrâ”nın (Kavrayamadığın şey) nihaî tefsîridir.
* Nazmın Mânâsı : “Ey Mûsâ (A.S.)! Senin ‘Zâhirî İlmin’ (Şerîat) benim ‘Zâhirî Fiilime’ (Delmek, Öldürmek, Düzeltmek) isyân etti. Oysa ne senin ilmin sendendir ne de benim fiilim bendendir. Benim fiilim doğrudan (sarih) Allah’ın (C.C.) “Emr”idir.”
* Netice: “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî çözümü (hall), bütün fiillerin (zâhiren hayır veya şer görürsün) fâilinin Allah olduğunu bilmek ve O’nun “Emr”ine (Şerîat ve Kadere Teslîm olmaktır.
Nihaî Netice (Bölüm 4)
Hz. Mûsâ (A.S.) ve Hızır (A.S.) kıssası, “Zînet”in(Âyet 7) en latîf (ince) türü olan “İlim Fitnesi”ni (İmtihanını) tahlil eder.
Nazım, “İki Deniz” (Bahreyn) İsti’âresi ile “Zâhirî İlim” (Mûsâ ) ile “Bâtınî İlim” (Hızır) arasında bir Mukâbele kurar. Bu “Fitne”nin (İmtihanın) sebebinin “Zâhir”in “Bâtın”ı kavrayamaması (“Lem Tuhit”) olduğunu; çözümünün (hall) ise “Soru”yu (Aklı) terk edip (“Lâ Tes’elnî”) “Sabr” etmek olduğunu gösterir.

Kıssa, o kavranamayan fiillerin (Delmek, Öldürmek) bile İlâhî bir Emr (“‘An Emrî”) olduğunu ilân ederek, “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) tek çâresinin mutlak “Teslîmiyet” olduğunu mühürler.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan sonuncusu ve “Zînet” (Süs) fitnesinin (imtihanının) en geniş (vâsi’) olanıdır.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Giriş) (Âyet 7) zikredilen “Zînet”in en büyük ve en dünyevî (dünyayla ilgili) türü olan “Sultâ (Güç) ve Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”ni tasvir eder.
Bu kıssa, Sûre’deki diğer üç fitneye (imtihana) “nihaî bir cevap” niteliğindedir. Diğer kahramanlar o “Zînet”ten ya kaçmış (Ashâb-ı Kehf), ya ona yenilmiş (Bahçe Sâhibi ), ya da onunla imtihan olmuşken (Mûsâ [A.S.]); Zülkarneyn (A.S.), o “Zînet”in (Mülk) tamâmına sâhip olan ve o fitneyi en mükemmel şekilde yöneten (“hall” eden) “kâmil (tam) insan” modelidir.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 83-101)
1. “Fitne”nin (İmtihanın) Esâsı: Mutlak “İktidâr” (Âyet 83-85)
> İktibas ( Meali):
> (84) “Şüphesiz Biz (İnnâ), onu yeryüzünde (arz) iktidâr sâhibi (mekkennâ lehû) kıldık ve (وَ) ona her şeyden (kulli şey’in) bir sebep (yol/vâsıta [araç]) (sebebâ) verdik.”
> (85) “O da bir sebeb’e (yola) uydu (fe etbe’a sebebâ).”
>
* Sanat 1: “el-İcmâl kable’t-Tafsîl” (Detaydan Önce Özetleme).
* Tahlil: Nazım , Zülkarneyn’in (A.S.) kim olduğunu değil, vazîfesinin ne olduğunu özetleyerek başlar.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Fitne”nin (İmtihanın) (yâni (Âyet 7)’deki “Zînet”in) kaynağı nedir?
* “Mekkennâ lehû” (Ona İktidâr [Güç] verdik): Bu, “Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”dir.
* “Âteynâhu min Kulli Şey’in Sebebâ” (Ona her şeyden bir vâsıta verdik): Bu, “İlim” (Kıssa 3) ve “Mal” (Kıssa 2) fitnelerini de ihtivâ eden mutlak dünyevî kudrettir.
* Netice (Âyet 85): O, bu “Sebeb”i (Vâsıta) kullandı (Fe etbe’a sebebâ). Bu, onun imtihanının başladığını gösterir.
2. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-1: “el-Adâle” (Adâlet) (Âyet 86-88)
> İktibas (Meali):
> (86) “…(Bir kavim [topluluk] buldu). Dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ya (İmmâ) azâb (ceza) edersin, ya da (ve immâ) onlara iyilik (hüsnâ) edersin.'” (Bu, “Fitne”dir [İmtihan]).
> (87-88) “(Zülkarneyn [A.S.] dedi ki:) ‘(1) Kim zulm (zaleme) ederse, ona azâb edeceğiz… (2) Kim de îman (âmene) edip salih (iyi) amel (amile sâlihan) işlerse, ona da en güzel (el-hüsnâ) bir karşılık (cezâ) vardır…'”
>
* Sanat 1: “et-Tahyîr” (Seçenek Sunma) yoluyla İmtihan (Âyet 86).
* Tahlil: Allah Teâlâ Zülkarneyn’i mutlak iktidâr (güç) ile imtihan eder: “Ya Azâb (Ceza) et, ya İyilik (Hüsn) et.” Bu, “Güç (Kuvvet) Fitnesi”nin (İmtihanının) zirvesidir. O, bu gücü nefsî (keyfî) kullanabilirdi.
* Sanat 2: “et-Taklîd” (Taklîd Etme) ve “el-Mukâbele”.
* Tahlil (Çözüm): Zülkarneyn (A.S.) ne yaptı? O (Âyet 86)’daki o İlâhî seçeneği alıp, kendi adâlet sistemi hâline getirdi.
O İlâhî ahlâk ile ahlâklandı.
* Hikmeti (Mukâbele): O gücünü ikiye ayırdı:
* “Zulm” edene: “Azâb” (Celâl / Adâlet).
* “Îman (Îmân)”: “Hüsnâ” (İyilik/Güzellik) (Cemâl [Güzellik] / Lütuf).
* Netice: Zülkarneyn “Güç Fitnesi”ni (İmtihanını) nefsine göre değil, Allah’ın adâletine göre kullanarak çözdü.

3. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-2: “İlmi Allah’a Havâle Etme” (Âyet 90-91)
> İktibas ( Meali):
> (90) “…(Güneşin doğduğu yere varınca) onu (Güneş’i) öyle bir kavmin üzerine doğar buldu ki… onlar için bir siper (sitrâ) kılmamıştık.”
> (91) “İşte böyle (Kezâlike)! Ve (وَ) muhakkak ki Biz, onun (Zülkarneyn) yanında olan (ilimden) her şeyi (hubrâ) ihâta (kuşatma) etmiştik.”
>
* Sanat: “el-İbhâm” (Müphem [Belirsiz] Bırakma) ve “el-Hazf” (Sükût Etme).
* Tahlil: Zülkarneyn bu “ilkel”kavme ne yaptı?
Nazım (Tertip), (Âyet 87-88)’in aksine Zülkarneyn’in ne yaptığını söylemez (Hazf); sâdece”Kezâlike” (İşte böyle) der.
* Hikmeti: Bu “İbhâm” (Müphem [Belirsiz] Bırakma), (Kıssa 3)’teki “İlim Fitnesi”ne (İmtihanına) bir cevaptır. Zülkarneyn, (Hz. Mûsâ’nın aksine kendi zâhirî ilmiyle (“Onlara medeniyet öğretmeliyim!”) hareket etmedi. O Allah’ın o kavim hakkındaki İlâhî Takdîrini “Onlara siper kılmamıştık”) gördü ve o takdîre teslîm oldu. O (Âyet 91)’de belirtildiği gibi kendi ilminin değil, Allah’ın İhâta Eden İlmi’nin (“ekadnâ… hubrâ”) farkındaydı.

4. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-3: “Zînet”in Reddi (Âyet 94-98)
Bu, kıssanın ve Sûre’nin zirvesidir.
> İktibas (Meali):
> (94) “Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc bu yerde (arz) bozgunculuk (ifsâd) yapıyorlar. Sana bir vergi (harcan) verelim mi ki… bir set (sedden) yapasın?'”
> (95) “Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde iktidâr sâhibi (mekkennî) kıldığı (Mülk/Hâkimiyet) daha hayırlıdır (hayrun)…'”
> (98) “(Set bitince) dedi ki: ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir (rahmetun). Rabbimin vaadi (va’du) geldiği zaman ise onu yerle bir (dekkâ’en) eder…'”
>
* Sanat 1 (Âyet 94-95): “Mukâbele”(Kıssa 2 ile).
* Tahlil: Kavim (Topluluk), Zülkarneyn’e (A.S.) (Âyet 7)’deki “Zînet”in ta kendisini (Mal/Servet) “Harcan” (Vergi) olarak teklîf etti. Bu, **”Mal Fitnesi”**dir (Kıssa 2).
* Zülkarneyn’in Çözümü : O bu “Zînet”i reddetti.
* Hikmeti (Mukâbele):
* Bahçe Sâhibi (Kıssa 2): “Zînet” (Bahçe) sâhibiydi ve “Ene ekseru…” (BEN daha fazlayım) dedi (Fitneye [İmtihana] yenildi).
* Zülkarneyn (A.S.) (Kıssa 4): “Zînet”e (Süs) (Mülk/Hâkimiyet) sâhipti ve “Mâ Mekkennî fîhi RABBÎ Hayrun” (RABBİMİN verdikleri daha hayırlıdır) dedi (Fitneyi [İmtihanı] yendi).
* Netice: Zülkarneyn “Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”nin (İmtihanının) çözümünün, o mülkü Allah’tan bilmek (“Rabbî”) ve o mülkü daha fazla Zînet (Harcan) için değil, Adâlet (Set yapmak) için kullanmak olduğunu isbat etti.
* Sanat 2 (Âyet 98): Sûre’nin Teziyle (Âyet 8) Mükemmel Uyumluluk.
* Tahlil: Zülkarneyn o muazzam “Zînet”i (Set) bitirdiğinde ne dedi?
* “Hâzâ Rahmetun min Rabbî” (Bu, RABBİM’den bir rahmettir. (Tıpkı Bahçe Sâhibinin demesi gereken gibi: Mülk O’ndandır.
* “Fe izâ câ’e va’du Rabbî ce’alehu DEKKÂ'” (Rabbimin [Rab] vaadi (sözü) gelince,onu YERLE BİR [Dekkâ’] eder).
* Hikmeti (Lafzî İrtibât): Bu, Sûre’nin mührüdür.
* (Kıssa 2) Kâfir Sâhip: Bahçem “Ebedâ” (Ebedî) (Âyet 35) dedi. (Fitneye [İmtihana] yenildi).
* (Kıssa 4) Mü’min (Sâhibi): Setim “Dekkâ'” (Yerle Bir/Fânî) olacak dedi (Âyet 98). (Fitneyi [İmtihanı] yendi).
* Netice: Zülkarneyn’in “Dekkâ'” (Yerle Bir) kelimesi, Sûre’nin “Mukaddime”sindeki (Âyet 8) “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak) kelimesinin birebir mukâbilidir. Zülkarneyn bütün “Zînet”lerin (İlim [Bilgi], Mal, Mülk [Hâkimiyet]) fânî (geçici) olduğunu ve ancak “Rahmet” ve “Adâlet” için kullanılması gerektiğini idrâk eden kâmil insandır.
Nihaî Netice (Bölüm 5)
Zülkarneyn (A.S.) kıssası, Kehf Sûresi’nin çözüm kıssasıdır. O Sûre’deki bütün fitnelerin (imtihanların) çözümünü kendi şahsında toplamıştır:
* Güç (Kuvvet) Fitnesi’ni (İmtihanını) “Adâlet” (Âyet 87) ile çözdü.
* Mal Fitnesi’ni (İmtihanını) “Redd-i Zînet” (Süsü [Zînet] Reddetme (Âyet 95) ile çözdü.
* İlim Fitnesi’ni (İmtihanını) “Teslîmiyet” (Âyet 91) ile çözdü.
* Ve en mühimi Sûre’nin ana tezi olan (Âyet 8) “Fânîlik İdrâki (Anlayışı)”ni, yaptığı en büyük “Zînet”in (Süs) (Set) bile bir gün “Dekkâ'” (Yerle Bir / Toprak [Sa’îd]) olacağını ilân ederek mühürledi (Âyet 98).

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
09/11/2025




Fâtiha Sûresi’ne Dair Müfessirlerin Farklı Yorumları

Fâtiha Sûresi’ne Dair Müfessirlerin Farklı Yorumları

Müfessirler, Fâtiha Sûresi’ni muhtelif açılardan ele almışlar ve bu küllî sûrenin mânâ zenginliğini ortaya koymuşlardır. Başlıca farklı yorum açıları şunlardır:
* Besmele’nin Sûre’den Bir Âyet Olup Olmadığı: Bu, en önemli zıt (çelişki) açılardan biridir.
* Şâfiî ve diğer bazı âlimlere göre: Besmele, Fâtiha Sûresi’nin ilk âyetidir ve namazda sesli okunması gerekir.
* Hanefîlere ve diğer bazı âlimlere göre: Besmele, Fâtiha’dan dahil değildir, müstakil bir âyettir veya sadece sûre başlangıcıdır. Namazda Fâtiha’dan önce sessizce okunması sünnettir.
* Mâliki Yevmi’d-Dîn Kelimesinin Kıraati: Kelime zahirî olarak farklı kıraat (okuyuş) açılarından ele alınmıştır.
* Bazı kıraat âlimleri “Mâlik-i Yevmi’d-Dîn” (Ceza gününün sahibi) şeklinde okumuştur.
* Bazıları ise “Melik-i Yevmi’d-Dîn” (Ceza gününün hükümdarı) şeklinde okumuştur. Her iki okuyuş da Allah Teâlâ’nın o gün üzerindeki küllî (bütüncül) hâkimiyetini tasvir eder.
* İsimlendirilmesi ve Konumu: Aslî yapısı (doğası) açısından tefsir edilmiştir.
* Ümmü’l-Kitâb/Ümmü’l-Kur’ân: Kur’ân’ın esası (aslı) ve özeti olması açısından bu isimle anılması. Fahrüddin er-Râzî gibi müfessirler, Fâtiha’nın muhtevasının ilâhî zat, sıfat, fiil ve hükümlere dair temel meseleleri ihtiva etmesi açısından bu ismin verildiğini izah eder.
* Fazilet ve Faaliyeti : Şifâ ve rukye (dua) açısından da yorumlanmıştır.
* Hadîs-i şerîflere istinaden, Fâtiha’nın her derde şifâ olduğu, nazar ve sihir gibi musîbetlere karşı koruyucu bir rukye (dua) faaliyeti olduğu vurgulanmıştır.

💌 Fâtiha Sûresi’nin Hatırlattıkları ve Mesajları
Fâtiha Sûresi, hayatımızın esası olan tevhid, ibadet ve istikamet düşüncesini bize hatırlatan ve yön veren küllî mesajlar ihtiva eder:
* Tevhid ve Hamd: Bütün övme ve övülme Allah’a mahsustur. Bize hatırlatır ki, kâinattaki her nimet ve güzelliğin aslı O’dur. Bu, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerindeki birliğine (tevhide) inanmanın ön planıdır (dışavurumudur).
* “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur hamd.)
* Allah’ın Sıfatları ve Merhameti: Allah’ın Rahmân (dünyada küllî rahmet sahibi) ve Rahîm (ahirette müminlere özel merhamet sahibi) sıfatlarını hatırlatır. Bütün hayatımızı O’nun sonsuz rahmet ve keremiyle kuşatılmış olduğumuzu bildirir.
* Âhiret İnancı: Ceza (din) gününün tek ve gerçek Mâlik’i (sahibi) olduğunu hatırlatarak, bizi dünya hayatındaki fiillerimizden sorumlu olduğumuz bilincine sevk eder.
* “Mâliki Yevmi’d-Dîn” (Din gününün Mâlik’i.)
* Ubudiyet ve İstiane: Kulluğun ve yardım talebinin yalnızca Allah’a yönelmesi gerektiğini hatırlatır. Bu âyet, kul ile Rab arasındaki sözleşmenin aslıdır.
* “İyyâke na’büdü ve iyyâke neste’în” (Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz.)
* Doğru Yola Talep (Hidayet): En büyük ihtiyacımız olan istikamet üzere kalmayı, yani Sırat-ı Müstakîm’i (dosdoğru yolu) istememiz gerektiğini öğretir. Bu, hayatımızın temel duası olmalıdır.
* Fâtiha, kulun Rabbiyle konuşmasını ihtiva eden bir kudsî hadîste de geçtiği üzere, Allah ile kul arasındaki bölünmüş bir dua faaliyeti görür.

💎 Kur’ân-ı Kerîm’deki Fâtiha’nın Yeri ve Konumu

Kur’ân-ı Kerîm’in küllü (bütünü) açısından bakıldığında, Fâtiha Sûresi cihan şümul (evrensel) ve kıymet bakımından müstesna bir konuma sahiptir:
* Ümmü’l-Kur’ân (Kur’ân’ın Anası/Esası): Kur’ân’ın bütün temel muhtevasını (Allah’ı tanıma, tevhid, ibadet, ahiret, doğru yol) özetleyen bir asla (anaya) benzetilir. Kur’ân’ın maksatları olan Tevhid, Nübüvvet (peygamberlik), Haşir (ahiret), Adalet ve İbadet Fâtiha’da özlü bir şekilde mevcuttur.
* Fâtihâtü’l-Kitâb (Kitabın Açılışı): Mushaf’ın (kitabın) ilk sûresidir. Kur’ân’ın mukaddimesi/önsözü faaliyetini görür. Kur’ân’ın kapısını açan bir anahtar gibidir
* Seb’u’l-Mesânî (Tekrarlanan Yedi Âyet): Her namaz rekâtında tekrar okunması sebebiyle bu isimle anılmıştır. Namazın sıhhati için asli bir rükündür. Fâtiha okunmadan namaz tam olmaz.
* Küllî Muhteva: İlâhî isimlerin özünü (Allah, Rab, Rahmân, Rahîm, Mâlik), ibadetin aslını (yalnız Allah’a kulluk), duanın esasını (hidayet talebi) ve yolun tasvirini (nimet verilenlerin yolu) ihtiva eder.

Fâtiha Sûresi’nin Kelime Kelime İzahı:

1. Âyet
* Meal: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
* Bismillâh: Allah’ın ismiyle. Her hayrın başlangıcında O’na sığınıp O’ndan yardım dilemenin ve O’nun adını anmanın **faaliyetidir.
* er-Rahmâni: Dünyada ayırt etmeksizin bütün mahlûkata genel rahmet eden, geniş rahmet sahibi anlamına gelir.
* er-Rahîmi: Âhirette özellikle müminlere özel merhamet eden, merhameti derûnî ve sürekli olan anlamına gelir.

2. Âyet
* Meal : Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
* el-Hamdu: Her türlü övme, şükür ve senâ. Mükemmel olandan dolayı yapılan övme. Aslı itibariyle sadece Allah’a aittir.
* li’llâhi: Sadece Allah’a aittir.
* Rabbi’l-âlemîn: Bütün âlemleri yaratıp, terbiye eden, sahibi ve hükümranı olan demektir. Âlem, Allah’tan başka her şey anlamına gelir.
3. Âyet
* Meal : O, rahmândır ve rahîmdir.
* (Tekrar) Allah’ın sonsuz rahmet sıfatlarının **vurgulanması ve tekrar edilerek kulların zihnine yerleştirilmesi.
4. Âyet
* Meal : Ceza gününün mâlikidir.
* Mâliki: Sahibi, hükümranı. Melik olarak okunursa Hükümdarı anlamına gelir. Her iki anlamda da mutlak güç ve hâkimiyet Allah’a aittir.
* Yevmi’d-Dîn: Ceza, ödül ve hesap gününün (kıyametin ve âhiretin).
5. Âyet
* Meal : (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
* İyyâke na’büdü: Yalnız Sana kulluk ederiz. Tevhidin ve ihlâsın **özeti (aslı).
* ve* *İyyâke neste’în: Ve yalnız Senden yardım dileriz. Bütün **faaliyetlerimizde O’na muhtaç olduğumuzun ikrarı.
6. Âyet
* Meal : Bize doğru yolu göster.
* İhdina: Bize hidayet et, yol göster. En büyük dua ve talep.
* es-Sırâta’l-müstakîm: Dosdoğru, eğrilikten uzak olan yol. Tevhid ve İslâm yolu.
7. Âyet
* Meal : Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Âmin.
* Sırâta’llezîne en’amte aleyhim: Kendilerine nimet verilenlerin yolu. Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin yolu (Nisâ Sûresi 69. ayetine atıf).
* gayri’l-mağdûbi aleyhim: Gazaba uğrayanların yolu değil. (Yanlış inanç ve bildiği hakkı terk etmekle suçlananlara atıf).
* ve* *le’d-dâllîn: Ve sapmışların **(yanılma ile doğru yolu kaybedenlerin yolu) değil.

**********

Fâtiha Sûresi 5. Âyetinin Detaylı İzahı
Âyet:
> اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
>
Meal :
> (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
>
Bu mısra , küllî bir tevhid açısından kul ile Rab arasındaki sözleşmenin ve hakiki ubûdiyetin esasını tasvir eder.

1. “İyyâke na’büdü” (Yalnız Sana kulluk ederiz)
* İyyâke (Yalnız Sana): Arapça dilinde normalde fail (özne) önce gelir. Ancak burada mef’ûlün (nesnenin) “iyyâke” (yalnız Sana) takdim edilmesi, kulluğun yalnız Allah’a mahsus olduğu manasını pekiştirir (tahsis ve kasr). Bu sadece Allah’a yapılan halis ve samimi kulluğun (tevhid-i ibadetin) ön planı (dışavurumu) ve en güzel şekilde tasviridir.
* Na’büdü (Kulluk ederiz): Cem (çoğul) sigasıyla gelmesi, kulluğun ferdi (bireysel) olmasının yanı sıra, ümmet halinde bir cemaat faaliyeti olduğunu da gösterir. Kul, Rabbiyle konuşurken dahi kendisini müminler topluluğunun bir dahili parçası olarak görür. Ayrıca, ene (ego) ve enaniyetin terkini, tevazu ve fakr bilincini de ihtiva eder.
* Derûnî (İç) Mana (Muhteva): Kulluk, sadece namaz ve oruç gibi zahiri (dış) faaliyetlerden ibaret değildir. Aynı zamanda Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyetle eğilmeyi, emirlerine itaat etmeyi ve yasaklarından kaçınmayı ihtiva eder.

2. “ve İyyâke neste’în” (ve yalnız Senden yardım dileriz)
* İyyâke (Yalnız Senden): Burada da yardım talebinin (istianenin) yalnızca Allah’a yöneltilmesi gerektiği vurgulanır. Allah’tan başka hiçbir varlığın kullara hakkıyla yardım edemeyeceği, her şeyin O’nun iznine tabi olduğu hakikatini tasvir eder. Bu, tevhid-i ef’âl (fiillerde birlik) düşüncesinin bir neticesidir.
* Neste’în (Yardım dileriz): Yardım istemek, kulun acizliğini ve Allah’a olan derûnî (iç) muhtaçlığını gösterir. Kul, kulluk faaliyetlerini yerine getirebilmek için dahi Allah’ın yardımına muhtaçtır. Bu, Allah’a karşı enaniyetten uzak, tam bir fakr ve acziyet bilincini yansıtır.
* Küllî Mana (Muhteva): Önce “kulluk” (na’büdü), sonra “yardım dileme” (neste’în) gelmesi hikmetlidir. Bu, kulun önce kendi üzerine düşen vazifeyi (kulluk) yapmaya gayret etmesi, ardından bu gayretinde muvaffak olmak için Allah’tan yardım istemesi gerektiği manasını ihtiva eder. İbadet etmeden yardım istemek, hükmen yersiz olacaktır.

📌 Hadîs-i Kudsî Açısından
* Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu nakleder (kudsî hadîs):
> “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Yarısı benim, yarısı da kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’ dediği vakit, Allah ‘Kulum bana hamd etti’ der… Kul, ‘Mâliki Yevmi’d-dîn’ dediği vakit, Allah ‘Kulum beni yüceltti’ der. Kul, ‘İyyâke na’büdü ve İyyâke neste’în’ dediği vakit, Allah ‘Bu, benimle kulum arasındadır ve kulumun dilediği kendisinin olacaktır’ der.” (Müslim, Salât 38).
>
* Bu hadîs-i şerîf, âyetin iki kısmının arasındaki dengeyi açıkça gösterir: İlk kısım (İyyâke na’büdü) küllî bir hürmet ve kullukla Allah’a yönelmeyi tasvir ederken, ikinci kısım (İyyâke neste’în) kulun muhtaç olduğu bütün hayırlara dair Allah’tan talepte bulunmasını ihtiva eder.
Bu izahat, Fâtiha Sûresi’nin beşinci âyetinin derûnî ve küllî muhtevasını yeterince açıklamış olmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
02/11/2025




HZ. MUHAMMED (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

  1. MUHAMMED (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

Bu, Cihan Şümul (Evrensel) bir hayat hikâyesidir; sadece bir insanın değil, insanlığın kaderini değiştiren bir “Nur”un hikâyesidir.
Bu mübarek hayatı, kronolojik olarak ve ana başlıklar altında ele almak, o muazzam muhtevayı idrak edebilmek için en münasip yoldur.

BÖLÜM 1: NUR’UN İNTİZARI VE DÜNYAYA TEŞRİFİ

(Peygamberlik Öncesi Dönem – I)
Karanlıktan Önceki Dua

Dünya, manevî bir buhranın pençesindeydi. İnsanlık, semavî rehberlikten uzaklaşmış, cehalet (Cahiliye) karanlığına gömülmüştü. Kendi elleriyle yonttukları putlara tapanlar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler, zayıfı ezen ve ahlâkî bütün faziletleri terk eden bir toplum… Kâbe-i Muazzama dahi, yüzlerce putun işgali altındaydı.
Fakat bu karanlık, aslında binlerce yıl öncesinden vaat edilen bir aydınlığın habercisiydi. Bu, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ve oğlu Hz. İsmail’in (aleyhisselâm) Kâbe’nin temellerini yükseltirken ettikleri o derûnî duanın kabulünü bekleyen bir dünyaydı. Kur’ân-ı Kerîm, o duayı şöyle haber verir:
“Rabbimiz! İçlerinden onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 2/129 )
Zaman, bu duanın cevabının tecelli edeceği ana yaklaşıyordu.

Fil Vak’ası: Kâbe’nin Muhafazası

O’nun (s.a.v.) dünyaya teşrif edeceği sene, 571 (M) yılında, Mekke semalarında daha önce hiç görülmemiş bir hadise yaşandı. Yemen valisi Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak ve insanları kendi yaptırdığı kiliseye çekmek için “Mahmud” adlı devasa bir filin de bulunduğu muazzam bir orduyla Mekke’ye yürüdü.
Mekkelilerin bu orduya karşı koyacak gücü yoktu. Şehrin reisi olan ve henüz dünyaya gelmemiş o mübarek Yetim’in dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe’nin huzuruna çıkıp sadece gasp edilen develerini istediğinde, Ebrehe hayretle sormuştu: “Ben sizin mukaddes mabedinizi (Kâbe’yi) yıkmaya geldim, sen ise develerini istiyorsun?”
Abdülmuttalib’in cevabı, tevekkülün zirvesiydi: “Develer benimdir, ben onları korurum. Kâbe’nin ise bir Sahibi vardır, O (Allah) da onu koruyacaktır.”
Ve Kâbe’nin Sahibi, mabedini korudu. Ordu Mekke’ye girmek üzereyken, semada beliren ve Siyer kaynaklarında “Ebâbil” olarak adlandırılan kuş sürüleri, gaga ve pençelerinde taşıdıkları küçük, sert taşları (Siccîl) ordunun üzerine bıraktı. Dev ordu, “yenilmiş ekin yaprakları” gibi tarumar oldu.
Bu hadise, Cenâb-ı Hakk’ın, yakında o mekândan çıkacak olan Son Peygamber’in (s.a.v.) hürmetine Kâbe’yi nasıl koruduğunun açık bir isbatı idi. Kur’ân-ı Kerîm, bu olayı müstakil bir sure ile şöyle tasvir eder:
“Görmedin mi, Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları gibi yaptı.” (Fil, 105/1-5 )

Nur’un Doğuşu (Mevlid-i Nebî)

Fil Vak’asından yaklaşık 50-55 gün sonra, Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Pazartesi günü (tarih hakkında farklı rivayetler olsa da en meşhuru budur), Mekke’de, şafak vakti bir evden nur yükseldi.
Hz. Amine’nin hanesinde, babası Abdullah’ı daha dünyaya gelmeden kaybeden o mübarek Yetim (s.a.v.) dünyaya teşrif etti.
Siyer kaynakları, o geceyi harikulâde hadiselerle tasvir eder: O doğduğunda, annesi doğuya ve batıya uzanan bir nur gördüğünü anlatır. Asırlardır sönmeyen, Mecûsîlerin taptığı Kisrâ’nın ateşgâhı sönmüş, Sâve Gölü’nün suları çekilmiş ve Kisrâ’nın sarayından 14 burç yıkılmıştı. Bütün bunlar, dünyaya gelenin sıradan bir çocuk değil, zulmü ve şirki yıkacak, Fars ve Rum imparatorlukları gibi nice saltanatları manen devirecek olan Âhir Zaman Peygamberi olduğunu haber veriyordu.
Müjdeyi alan dedesi Abdülmuttalib, büyük bir sevinçle torununu kucağına aldı, Kâbe’ye götürdü ve Allah’a şükredip O’na tavaf ettirdi. İsim koyma vakti geldiğinde, o güne kadar Arap toplumunda pek duyulmamış bir isim seçti:
“Muhammed” (sallallâhu aleyhi ve sellem).
“Neden bu ismi verdin?” diye soranlara, “Umulur ki, O’nu yerde insanlar, gökte de Allah (ve melekleri) övecek (hamd edecek)” diye cevap verdi. O, ‘Çokça Övülen’di.

Süt Anne Yılları: Beni Sa’d Yurdunda

Mekke’nin havası, yeni doğan çocuklar için ağır ve salgın hastalıklara müsaitti. Arap eşrafı, çocuklarının hem daha sağlıklı büyümeleri hem de bozulmamış, fasih (düzgün) Arapça’yı öğrenmeleri için onları çöldeki kabilelerden gelen süt annelere verirlerdi.
Beni Sa’d kabilesinden kadınlar Mekke’ye gelmişti. Ancak içlerinden Halîme binti Ebî Züeyb (Hz. Halîme) hariç hiçbiri, “yetim” olduğu ve babasından bir karşılık alamayacakları için bu çocuğu almak istememişti. Kabileye eli boş dönmek istemeyen Hz. Halîme, eşiyle istişare etti ve “Belki de bu yetim, bize bereket getirir” diyerek Muhammed’i (s.a.v.) almaya karar verdi.
O’nu (s.a.v.) aldıkları andan itibaren, hayatlarındaki bereketi ve değişimi bizzat müşahede ettiler. Sütü çekilmiş hayvanları sütle doldu, zayıf merkebi hızlandı, kurak yurtları yeşerdi. O, gittiği yere “bereket” götürmüştü.
İki yıl boyunca O’nu (s.a.v.) emzirdi ve büyüttü. İki yılın sonunda sütten kesilince Mekke’ye getirdiler, ancak o dönemdeki bir veba salgını endişesiyle ve O’ndaki bereketi gördüklerinden, Hz. Amine’den rica ederek bir müddet daha yanlarında kalmasını sağladılar.

Şakk-ı Sadr (Göğsün Yarılması) Hadisesi

Efendimiz (s.a.v.), Siyer kaynaklarına göre yaklaşık dört veya beş yaşlarındayken, süt kardeşiyle birlikte kuzuların yanında oynuyordu. O esnada, beyaz elbiseli iki zat (Hz. Cebrail ve Mikâil a.s.) geldi. O’nu (s.a.v.) tutup yatırdılar ve mübarek göğsünü yardılar. Kalbini çıkarıp içinden “şeytanın nasibi” olan siyah bir pıhtıyı (alâka) çıkardılar. Kalbini zemzemle (veya nur ile) yıkayıp tekrar yerine koydular ve göğsünü kapattılar.
Bu, O’nun (s.a.v.) derûnî (iç) olarak peygamberliğe hazırlanmasının ilk ve en mühim adımlarından biriydi; O’nun (s.a.v.) nefsanî ve şeytanî her türlü vesveseden arındırılmasıydı. Bu hadiseye şahit olan süt kardeşinin korkuyla ailesine haber vermesi üzerine Hz. Halîme ve eşi büyük endişeye kapıldılar.
Bu harikulâde ve manevî ameliyattan sonra, O’na (s.a.v.) bir zarar gelmesinden korkan Hz. Halîme, O’nu artık Mekke’ye, öz annesi Hz. Amine’ye teslim etme vaktinin geldiğine karar verdi.
Böylece, çölün saf havasını teneffüs etmiş, en fasih Arapça’yı öğrenmiş ve manen temizlenmiş o “Emin” çocuk, Mekke’ye, annesinin şefkatli kollarına döndü.

Bu ilk bölüm, O’nun (s.a.v.) dünyaya teşriflerini ve süt anne yıllarını (yaklaşık 6 yaşına kadar) tasvir etmiştir.

 

 

BÖLÜM 2: GÜVENİLİR GENÇ “EL-EMİN”
(Peygamberlik Öncesi Dönem – II)

Şefkat Kanatlarının Kaybı: Annenin Vefatı

Mekke’ye, annesi Hz. Amine’nin yanına dönen o mübarek çocuk (s.a.v.), yaklaşık altı yaşına kadar annesinin şefkatli himayesinde kaldı. Hz. Amine, hem oğluna babasının Medine’deki (o zamanki adıyla Yesrib) akrabalarını (Neccâroğulları) tanıtmak hem de eşi Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek için bir yolculuk planladı.
Yanlarına, babasından kendisine miras kalan hizmetlisi Ümmü Eymen’i de alarak yola çıktılar. Medine’de bir müddet kaldılar. O küçük Muhammed (s.a.v.), babasının defnedildiği yeri gördü, dayıoğullarıyla vakit geçirdi.
Ancak Mekke’ye dönüş yolunda, “Ebvâ” denilen mevkide, Hz. Amine aniden hastalandı. Vefat edeceğini anladığında, altı yaşındaki biricik oğlunun mübarek yüzüne son bir kez baktı ve Siyer kaynaklarının naklettiğine göre, O’na şöyle fısıldadı: “Her yeni eskiyecek, her fâni yok olacaktır. Ben de öleceğim, fakat hayırla yâd edileceğim. Çünkü arkamda tertemiz bir evlat ve büyük bir hayır bırakıyorum.”
Ve o şefkatli anne, ıssız çöl yolunda ruhunu teslim etti.
O altı yaşındaki Yetim (s.a.v.), önce babasını (doğmadan), şimdi de annesini kaybetmişti. Artık O, hem yetim hem de öksüzdü. Ümmü Eymen, bu büyük emaneti (s.a.v.) alıp Mekke’ye, dedesi Abdülmuttalib’e ulaştırdı.

Dedenin Himayesi ve Vefatı

Abdülmuttalib, Kureyş’in reisiydi ve heybetli bir zattı. Kâbe’nin gölgesindeki hususi minderine O’ndan başka kimse oturamazdı. Fakat bu yetim torununa karşı derûnî bir sevgisi vardı. O geldiğinde, amcaları bile O’nu minderden çekmek istese, Abdülmuttalib müdahale eder, “Bırakın oğlumu, O’nun ileride büyük bir şânı olacaktır!” derdi. O’nu yanına oturtur, mübarek sırtını sıvazlardı.
Bu himaye ve sevgi dolu kucak da uzun sürmedi. Efendimiz (s.a.v.) sekiz yaşına geldiğinde, Abdülmuttalib de vefat etti. O (s.a.v.), dedesinin cenazesinin arkasından gözyaşları dökmüştü.
Cenâb-ı Hak, O’nu (s.a.v.) peygamberliğe hazırlarken, anne ve babasının şefkatinden mahrum bırakmıştı. Ta ki O’nun (s.a.v.) kalbi, fani sevgilere değil, sadece ve sadece Bâkî olan Rabbine bağlansın. Ve O (s.a.v.), ileride bütün yetimlerin, kimsesizlerin ve mazlumların sığınağı olsun.
Kur’ân-ı Kerîm, yıllar sonra O’na (s.a.v.) bu durumu şöyle hatırlatacaktı:
“O, seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ, 93/6 )

Ebû Tâlib’in Himayesi

Abdülmuttalib, vefatından önce, oğulları arasında istişare etmiş ve bu mübarek Yetim’in himayesini, O’nun (s.a.v.) babası Abdullah ile ana-baba bir kardeş olan Ebû Tâlib’e vasiyet etmişti.
Ebû Tâlib, zengin değildi, ailesi kalabalıktı, ancak Kureyş içinde itibarı yüksek, şerefli bir zattı. Yeğeni Muhammed’i (s.a.v.) kendi evlatlarından daha çok sevdi, O’nu yanından ayırmadı. Gittiği yere O’nu da götürür, sofrada O olmadan yemeğe başlamazdı. O’nun (s.a.v.) bulunduğu sofranın bereketi artardı.
Bu himaye, sadece bir amca-yeğen ilişkisi değil, ileride Nübüvvet (Peygamberlik) davası başladığında, bütün Kureyş’in karşısında yeğenini koruyacak olan sarsılmaz bir kalkanın da başlangıcıydı.

İlk Ticarî Sefer ve Rahip Bahîra Hadisesi

Efendimiz (s.a.v.) on iki yaşlarına geldiğinde (farklı rivayetler de mevcuttur), amcası Ebû Tâlib, Şam (Suriye) bölgesine bir ticaret kervanı hazırlığındaydı. Yeğenini Mekke’de bırakıp gitmek O’na ağır geldi. Efendimiz’in (s.a.v.) de gitme arzusu üzerine, O’nu da kervana dahil etti.
Kervan, Şam yolu üzerindeki Busrâ kasabasında mola verdi. Orada, “Bahîra” (veya Cercis) adında, Hristiyan âlimi olan bir rahibin manastırı vardı. Bu rahip, eski kitaplarda (İncil ve Tevrat) Âhir Zaman Peygamberi’nin vasıflarını, çıkacağı yeri ve zamanı okumuştu.
Bahîra, normalde manastırından çıkıp kervanlarla ilgilenmezdi. Fakat bu kez, kervan yaklaşırken harikulâde bir duruma şahit oldu: Kervanın üzerinde küçük bir bulut parçasının hareket ettiğini ve kervan mola verince de bir ağacın altında duran çocuğun (s.a.v.) üzerine gölge ettiğini fark etti.
Hemen bir sofra hazırlatıp kervanı davet etti. Herkes geldi, ancak O çocuğu (s.a.v.) develerin yanında bıraktılar. Bahîra, “Aranızda gelmeyen kimse kaldı mı?” diye ısrarla sordu. “Sadece bir çocuk kaldı” dediklerinde, “O da gelsin!” dedi.
Muhammed (s.a.v.) sofraya geldiğinde, Rahip Bahîra’nın gözleri O’nun (s.a.v.) üzerindeydi. O’nu (s.a.v.) dikkatle süzdü; kitaplarda okuduğu alametleri (özellikleri) arıyordu. Yemekten sonra O’nu (s.a.v.) kenara çekti ve O’na (s.a.v.) Lât ve Uzzâ (o dönemin meşhur putları) adına yemin vererek bazı sualler sormak istedi.
Efendimiz (s.a.v.) hemen cevap verdi: “Benim en nefret ettiğim şeyler adına bana yemin verme!”
Bahîra, “Öyleyse Allah adına söyle” dedi ve O’na (s.a.v.) bazı şeyler sordu. Aldığı cevaplar, kitaplardaki tasvirlere uyuyordu. Son bir teyit için mübarek sırtına bakmak istedi. Amcasının da müsaadesiyle gömleğini sıyırdığında, iki kürek kemiği arasında, kitaplarda “Nübüvvet Mührü” (Hâtemü’n-Nübüvve) olarak belirtilen, güvercin yumurtası büyüklüğündeki ben şeklindeki işareti gördü.
Artık emindi. Hemen Ebû Tâlib’e döndü ve dedi ki:
“Bu çocuk, senin yeğenin mi?”
Ebû Tâlib, “Oğlumdur” dedi (Araplar yeğenlerine ‘oğlum’ derdi).
Bahîra, “Hayır, bu çocuğun babasının hayatta olmaması lazım” dedi.
Ebû Tâlib şaşırdı: “Doğrudur, o benim yeğenimdir, babası o doğmadan vefat etti.”
Bunun üzerine Rahip Bahîra şu tarihî uyarıyı yaptı:
“Bu çocuk, Âlemlerin Efendisi, Allah’ın son Peygamberidir. O’nu hemen Mekke’ye geri götür. Eğer Yahudiler O’nu görür ve benim O’nda fark ettiğim alametleri fark ederlerse, O’na kötülük yaparlar. O’nun şânı çok yüce olacaktır!”
Ebû Tâlib, bu nasihati dinledi, ticareti hızla tamamlayıp (veya yarıda bırakıp) yeğenini emniyetle Mekke’ye geri getirdi. Bu hadise, O’nun (s.a.v.) Nübüvvetinin, Ehl-i Kitap (Hristiyan ve Yahudiler) tarafından dahi bilindiğinin ve beklendiğinin ilk mühim isbatı idi.

“El-Emîn” (Güvenilir) Sıfatının Kazanılması

Efendimiz (s.a.v.) gençlik yıllarına eriştiğinde, Mekke’nin o bozulmuş, yalanın, hilenin ve ahlâksızlığın yaygın olduğu toplumunda, bir fazilet âbidesi gibi yükseliyordu.
O (s.a.v.), hayatı boyunca hiç yalan söylememişti.
Hiç kimseyi aldatmamıştı.
Hiçbir puta tapmamış, onlar adına kesilen kurbanların etinden yememişti.
Cahiliye âdetlerinin hiçbirine bulaşmamıştı.
Öyle ki, düşmanları dahi O’nun (s.a.v.) doğruluğunu ve güvenilirliğini kabul etmek zorundaydı. Bütün Mekke halkı, O’na (s.a.v.) isimlerin en güzelini, sıfatların en yücesini vermişti:
“Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed).
İnsanlar en kıymetli eşyalarını, sefere veya yolculuğa çıkarken O’na (s.a.v.) emanet ederlerdi. Bilirlerdi ki, O’nun (s.a.v.) yanındaki emanete zeval gelmezdi.
O (s.a.v.), henüz Peygamber olmadan evvel, ahlâkıyla peygamberliğe layık olduğunu ispat etmişti.

******************

BÖLÜM 3: FAZİLET TİMSALİ BİR GENÇ VE MÜBAREK İZDİVAÇ

(Peygamberlik Öncesi Dönem – III)

Ficâr Savaşları ve O’nun (s.a.v.) Duruşu

Efendimiz (s.a.v.), on beş ila yirmi yaşları arasındayken, Mekke’nin de dahil olduğu kabileler arasında kanlı bir savaş patlak verdi. Bu savaşlara “Ficâr Savaşları” (Günah Savaşları) denilmesinin sebebi, Araplar için mukaddes kabul edilen ve savaşmanın kesinlikle yasak (haram) olduğu “Haram Aylar”da (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) yapılmış olmasıydı.
Bu savaşlarda, Kureyş kabilesi de kendi müttefiklerinin yanında yer almak zorunda kaldı. Efendimiz (s.a.v.) de amcaları (Ebû Tâlib, Zübeyr b. Abdülmuttalib) ile birlikte bu savaşa iştirak etti.
Ancak O’nun (s.a.v.) fıtratı (yapısı), kan dökmekten, zulümden ve Câhiliye âdetlerinin bu vahşî tezahürlerinden fersah fersah uzaktı. Siyer kaynakları, O’nun (s.a.v.) bu savaşlarda fiilen kimseyi öldürmediğini, kimseye kılıç çekmediğini ittifakla belirtir. O’nun (s.a.v.) vazifesi, daha ziyade cephe gerisinde durmak; düşman tarafından atılan okları toplayıp, savunan amcalarına temin etmek şeklinde, pasif bir yardımdan ibaretti.
Bu hadise dahi, O’nun (s.a.v.) Nübüvvet öncesi hayatında bile ne kadar merhametli ve barış yanlısı bir ahlâka sahip olduğunun bir isbatı idi.

Hilfü’l-Fudûl (Faziletliler Antlaşması)

Ficâr Savaşları’nın bitiminde, Mekke’deki sosyal yapı iyice bozulmuş, adalet mefhumu kaybolmuştu. Güçlüler zayıfları eziyor, dışarıdan ticaret için gelenlerin mallarına el konuluyordu.
Yine böyle bir hadisede, Yemenli bir tüccar Mekke’ye mal getirmiş, Kureyş’in nüfuzlu isimlerinden Âs b. Vâil, malları satın almış ancak parasını ödememişti. Mazlum tüccar, hakkını aramak için Kâbe’nin yanında, Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak Kureyş’in ileri gelenlerine feryat etti.
Bu feryat, Mekke’de vicdanı sönmemiş bazı faziletli kimseleri harekete geçirdi. Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in öncülüğünde, Kureyş’in bazı kolları (Haşimoğulları, Zühreoğulları, Teymoğulları vb.) Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde toplandı.
Efendimiz (s.a.v.) de, yirmili yaşlarında bir genç olarak, bu toplantıya bizzat ve faal olarak katıldı.
Orada, tarihe “Hilfü’l-Fudûl” (Faziletliler Yemini/Antlaşması) olarak geçecek olan şu yemini ettiler:
“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde ister yerli ister yabancı olsun, bir kimse zulme uğrarsa, biz hepimiz o mazlumun yanında yer alacağız. Zulmü yapan zâlimden, o mazlumun hakkını geri alıncaya kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizler bir yünü ıslatacak su bulundukça (yani sonsuza dek) bu yemine sadık kalacağız.”
Bu antlaşma, Câhiliye karanlığında bir adalet ışığıydı. O’nun (s.a.v.) Nübüvvetten sonra bu hadiseyi hatırlarken şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde öyle bir antlaşmada bulundum ki, o antlaşmayı bana kızıl tüylü (en kıymetli) develer sürüsüne değişmem. Eğer İslâm devrinde de böyle bir antlaşmaya çağırılsam, tereddütsüz katılırım.”
Bu, O’nun (s.a.v.) adalet ve fazilet anlayışının, peygamberliğinden önce de fıtratında mevcut olduğunu gösteren en parlak delillerdendi.
Tâhire’nin Kervanı: Hz. Hatice ile Ticaret
Gençliğinde amcalarına çobanlık yaparak geçimine yardım eden Efendimiz (s.a.v.), yirmi beş yaşlarına geldiğinde artık ticaretle meşgul olmaya başlamıştı. O’nun (s.a.v.) şöhreti, “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed) lakabıyla bütün Mekke’ye yayılmıştı.
O sıralarda, Mekke’nin en şerefli, en asil ve en zengin kadınlarından biri olan Hz. Hatice bint Huveylid bulunuyordu. Hz. Hatice (radıyallâhu anhâ), Câhiliye devrinde dahi iffeti, temiz ahlâkı ve asaleti sebebiyle “Tâhire” (Tertemiz Kadın) lakabıyla anılırdı. Kendi adına ticaret kervanları düzenler, güvendiği kimselerle ortaklık (mudarabe) yapardı.
Hz. Hatice (r.anha), O “Emîn” gencin (s.a.v.) methini duymuştu. O’na (s.a.v.) haber göndererek, Şam’a gidecek olan kervanının idaresini kendisine teklif etti. Bu hizmeti karşılığında, başkalarına verdiğinden çok daha fazlasını vereceğini vaat etti. Ayrıca, güvendiği hizmetlisi (kölesi) Meysere’yi de O’nun (s.a.v.) emrine verecekti.
Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e danıştı. Ebû Tâlib, geçim sıkıntısı içinde olduklarını, bu teklifin çok hayırlı olduğunu belirterek kabul etmesini tavsiye etti.
Böylece Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.), Hz. Hatice’nin (r.anha) kervanının başında Şam’a doğru yola çıktı. Hizmetli Meysere de yanındaydı.
Meysere, bu yolculukta sıradan bir tüccar değil, bir fazilet âbidesi müşahede etti. O’nun (s.a.v.) alışverişteki dürüstlüğünü, insanlara muamelesindeki nezaketini, emanete riayetindeki hassasiyetini hayranlıkla izledi. Siyer kaynakları, Meysere’nin yolculuk boyunca O’nu (s.a.v.) takip eden bir bulutun gölgelediğini ve Busrâ’da Rahip Bahîra’nın yerini alan Nestûra adındaki bir başka rahibin O’ndaki Nübüvvet alâmetlerini fark ettiğini gördüğünü nakleder.
Kervan, Mekke’ye döndüğünde, O’nun (s.a.v.) dürüstlüğü ve ticari mahareti sayesinde, o ana kadar görülmemiş bir kâr elde edilmişti.
Ancak Meysere’nin, hanımı Hz. Hatice’ye (r.anha) anlattığı şeyler, kârdan çok daha mühimdi. O (s.a.v.), getirdiği kârdan ziyade, sahip olduğu yüce ahlâkı, emâneti ve Meysere’nin şahit olduğu o harikulâde halleriyle Hz. Hatice’nin (r.anha) kalbinde ve zihninde çok derin bir yer edindi.

Mübarek İzdİvaç: İki Nûrun Buluşması

Hz. Hatice (r.anha), asil, zengin ve “Tâhire” lakaplı bir hanımefendi olarak, Kureyş’in en zengin reislerinden pek çok evlilik teklifi almış, ancak hiçbirini kabul etmemişti.
Fakat O’nda (s.a.v.) gördüğü; mal, mülk veya kabile gücü değil, eşine az rastlanır bir asalet, sarsılmaz bir güvenilirlik (emanet) ve yüce bir ahlâktı.
Hz. Hatice (r.anha), bu mübarek gence (s.a.v.) evlenme teklif etmeye karar verdi. Bu, o toplumun âdetlerine göre bir kadının yapması zor bir adımdı. Aracı olarak güvendiği Nefîse bint Münebbih’i O’na (s.a.v.) gönderdi.
Nefîse, Efendimiz’e (s.a.v.) neden evlenmediğini sordu. Efendimiz (s.a.v.), mütevazı bir şekilde, evlenecek kadar malî gücü olmadığını belirtti. Nefîse, “Peki, eğer sana mal, güzellik, şeref ve asalet sahibi bir kadın teklif edilse, kabul eder misin?” dedi. “Kimdir o?” diye sorduğunda, “Hatice bint Huveylid” cevabını aldı.
Efendimiz (s.a.v.), durumu amcalarıyla istişare etti. Başta Ebû Tâlib olmak üzere bütün amcaları bu izdivaca çok sevindi.
Her iki tarafın aileleri bir araya geldi. Efendimiz (s.a.v.) yirmi beş, Hz. Hatice (r.anha) ise (meşhur rivayete göre) kırk yaşındaydı.
Bu evlilik, Mekke’de iki müstesna insanın, “el-Emîn” (Güvenilir) ile “et-Tâhire”nin (Tertemiz) evliliğiydi. Bu, sadece bir yuva kurmak değil, aynı zamanda Nübüvvet’ten önceki son büyük hazırlıktı.
Bu mübarek evlilik, ileride başlayacak olan o çileli peygamberlik davasında, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi, ilk iman eden “Vezir-i Sadık”ı ve O’nun (s.a.v.) sığınacağı manevî bir liman olacaktı. Bu evlilikten (Hz. İbrahim hariç) bütün evlatları dünyaya gelecek; Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tahir).

BÖLÜM 4: VAHYE HAZIRLIK, KÂBE HAKEMLİĞİ VE İLK ÇAĞRI
(Nübüvvet’in Başlangıcı)

Kâbe Hakemliği: “el-Emîn”in Adaleti
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) otuz beş yaşlarındayken, Mekke mühim bir hadiseye sahne oldu. Kâbe-i Muazzama, yaşanan bir sel felaketi (bazı rivayetlerde küçük bir yangın) sebebiyle ciddi hasar görmüş, duvarları zayıflamıştı. Kureyş kabileleri, ataları Hz. İbrahim’in (a.s.) bu mübarek mabedini yeniden inşa etmeye karar verdiler.
Bu inşaatta çok hassas bir karar aldılar: Kâbe’nin yapımında asla haram kazanç (faiz, zulümle elde edilen mal, hırsızlık malı vb.) kullanılmayacak, sadece “tayyib” (temiz) kazanç harcanacaktı.
Bu güzel niyetlerine rağmen, topladıkları temiz kazanç, Kâbe’yi Hz. İbrahim’in (a.s.) temellerinin tamamı üzerine inşa etmeye yetmedi. Bu sebeple, Kâbe’nin kuzey tarafındaki “Hatr” (veya Hicr-i İsmail) denilen yarım daire şeklindeki kısmı, binanın dışında bırakmak zorunda kaldılar (bugün tavafın bu alanın dışından yapılmasının sebebi budur).
Bina tamamlandı, sıra en mukaddes parçaya, “Hacerü’l-Esved”in (Cennetten gelen Siyah Taş) yerine konulmasına gelmişti.
Bu, muazzam bir şerefti. Her kabile, bu şerefin sadece kendilerine ait olmasını istiyordu. Tartışma öyle büyüdü ki, kabile reisleri kılıçlarını çektiler, kan dolu çanaklara ellerini batırıp “ölümüne savaş” yemini etmeye kalkıştılar. Mekke, bir iç savaşın eşiğine gelmişti.
Tam bu esnada, Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye bin Muğîre bir teklifte bulundu: “Ey Kureyş! Gelin, bir karara varalım. Şu Benî Şeybe kapısından (Kâbe’nin kapılarından biri) içeri girecek ilk kişiyi aramızda ‘hakem’ tayin edelim. O ne karar verirse, hepimiz kabul edelim.”
Bu teklif, gerginliği bir nebze olsun dindirdi. Herkesin nazarı (bakışı) o kapıdaydı. Acaba kim gelecekti?
Kapıdan giren mübarek bir sîmâ göründü. Onu gören bütün kabile reislerinin yüzü aydınlandı ve hep bir ağızdan sevinçle bağırdılar:
“İşte O geliyor! O, el-Emîn’dir! O, Muhammed’dir! O’nun hakemliğine hepimiz razıyız!”
Durumu O’na (s.a.v.) izah ettiler.
O (s.a.v.), peygamberlere mahsus o eşsiz hikmet ve ferâsetle, kan dökülmesini önleyecek o muhteşem çözümü buldu. Yere mübarek ridasını (hırkasını/yaygısını) serdi. Hacerü’l-Esved’i bizzat kendi elleriyle kaldırıp ridanın ortasına koydu.
Sonra, birbiriyle savaşmanın eşiğindeki bütün kabilelerin reislerini çağırdı ve “Her biriniz ridanın bir köşesinden tutun” buyurdu.
Hepsi birlikte, bu şerefe ortak olarak taşı kaldırdılar. Taş, konulacağı hizaya geldiğinde, Efendimiz (s.a.v.) tekrar öne çıktı, taşı mübarek elleriyle alıp Kâbe’deki yerine yerleştirdi.
Böylece, O’nun (s.a.v.) “Emîn” sıfatı ve hikmeti, Mekke’yi büyük bir felaketten kurtarmış oldu. Bu hadise, O’nun (s.a.v.) sadece güvenilir değil, aynı zamanda toplumun lideri (Efendisi) olmaya layık olduğunun da bir isbatı idi.

Hira’da Uzlet ve Sâdık Rüyalar

Efendimiz (s.a.v.) kırk yaşına yaklaşırken, içinde yaşadığı toplumun hali O’nu (s.a.v.) derinden yaralıyordu. Putlara tapan insanlar, adaletsizlik, ahlâkî çöküntü ve Câhiliye karanlığı… O’nun (s.a.v.) mübarek fıtratı (yapısı) bu manzaradan sıkılıyor, bir arayış içine giriyordu.
Bu dönemde O’na (s.a.v.) bir “uzlet” (yalnızlık) hali sevdirildi.
Mekke’nin dışındaki, sonradan “Cebel-i Nur” (Nur Dağı) adını alacak olan dağdaki “Hira Mağarası”nı kendisine halvethane (yalnızlık ve ibadet mekanı) seçti.
Mübarek zevcesi Hz. Hatice (r.anha), O’nun (s.a.v.) azığını hazırlar, O (s.a.v.) da Hira’ya çekilirdi. Orada günlerce, bazen haftalarca (bilhassa Ramazan aylarında) kalır; atası Hz. İbrahim’in (a.s.) Hanîf dininin izleri üzerinde “tefekkür” ederdi. Kâinatın Sahibini, yaratılışın gayesini ve insanların bu gafletini düşünürdü.
Nübüvvet’ten altı ay kadar önce, O’na (s.a.v.) “Sâdıku’r-Rü’yâ” (Sâdık Rüyalar) hali başladı. Hz. Aişe’nin (r.anha) rivayetine göre, “O (s.a.v.), o dönemde hangi rüyayı görse, sabah olduğunda o rüya, fecir aydınlığı gibi apaçık aynen çıkardı.”
Bu, O’nun (s.a.v.) mübarek ruhunun, vahyin o muazzam ağırlığına hazırlanmasının ilk merhalesiydi.

Büyük Hadise: İlk Vahiy (610 M.)

Ve beklenen an geldi. O (s.a.v.), yine bir Ramazan gecesi (Kadir Gecesi olduğu kuvvetle rivayet edilir), Hira Mağarası’nda tefekkür halindeydi. Kırk yaşındaydı.
Aniden, mağaranın içi O’nun (s.a.v.) daha önce hiç görmediği bir varlıkla doldu. Bu, Meleklerin en büyüğü, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm) idi.
Melek, O’na (s.a.v.) yaklaştı ve o Cihan Şümul emri verdi:
“اقْرَأْ” (İkra’ / Oku!)
Efendimiz (s.a.v.), bir mektep medrese görmemiş, okuma yazma bilmeyen (Ümmî) idi. Hayatında ne bir kitap okumuş ne de bir satır yazmıştı. Hayret ve bir miktar korkuyla cevap verdi:
“Mâ ene bi kâriin.” (Ben okuma bilmem.)
Melek (Cebrail a.s.), O’nu (s.a.v.) yakaladı ve dayanılmaz bir kuvvetle sıktı (takatini kesecek kadar). Bu, O’nun (s.a.v.) beşerî (insanî) varlığını sarsıp, ilâhî kelâmın ağırlığına hazırlamak içindi. Sonra bıraktı ve emri tekrarladı:
“Oku!”
Efendimiz (s.a.v.) yine aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem.”
Cebrail (a.s.), O’nu (s.a.v.) ikinci kez ve daha şiddetli sıktı, bıraktı ve tekrar emretti:
“Oku!”
Efendimiz (s.a.v.), üçüncü kez nefesi kesilmiş halde, “Ben okuma bilmem, ne okuyayım?” dediğinde, Melek, O’nu (s.a.v.) üçüncü ve son kez sıktıktan sonra bıraktı ve Allah Teâlâ’nın kıyamete kadar sürecek olan Son Hitabının ilk ayetlerini O’nun (s.a.v.) kalbine indirdi:
“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/1-5 )
Bu, kâinatın en büyük hadisesiydi. Artık O (s.a.v.), “Muhammedü’l-Emîn” değil, aynı zamanda “Resûlullah” (Allah’ın Elçisi) idi.

Vahyin Ağırlığı ve İlk Destek: Hz. Hatice (r.anha)

Olanların dehşeti ve vahyin ağırlığıyla Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek kalbi şiddetle çarpıyordu. Mağaradan hızla indi, evine, sığınağına, Hz. Hatice’nin (r.anha) yanına koştu.
İçeri girdiğinde titriyordu ve sadece şunu söyledi:
“Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!)
Hz. Hatice (r.anha), o asil ve “Tâhire” zevce, telaşlanmadı. O’nu (s.a.v.) bir örtüyle örttü, mübarek başını dizine koydu ve sakinleşmesini bekledi.
Efendimiz (s.a.v.) biraz sakinleşince, Hira’da olanları başından sonuna kadar anlattı ve derin bir endişeyle ekledi: “Ey Hatice, (başımın derde girmesinden veya bu ağır yükü taşıyamamaktan) kendimden korktum!”
İşte o an, Hz. Hatice’nin (r.anha) imanı ve ferâseti, tarihin seyrini değiştirecek şu cevabı verdi. Bu sözler, ilk mü’minin sözleriydi:
“Korkma! Vallahi, Allah seni hiçbir zaman mahcup etmez, utandırmaz. Çünkü sen:
Akrabalık bağlarını gözetirsin (Sıla-i rahim yaparsın),
Her zaman doğru söz söylersin,
Zor durumda olanların (veya başkalarının) yükünü taşırsın,
Misafiri ağırlarsın,
Fakire ve yoksula kazandırırsın (onlara kimsenin vermediğini verir, yardım edersin),
Ve hak yolunda (felakete uğrayanlara) yardım edersin.”
Hz. Hatice (r.anha), O’nun (s.a.v.) peygamberliğinin isbatını, O’nun (s.a.v.) yüce ahlâkında bulmuştu. Böyle faziletlere sahip bir zatı, Allah’ın (c.c.) yalnız bırakmayacağını biliyordu.
Böylece O (r.anha), Resûlullah’a (s.a.v.) ilk iman eden, O’nu (s.a.v.) ilk tasdik eden ve O’nun (s.a.v.) davasındaki ilk ve en büyük destekçisi olma şerefine erişti.

BÖLÜM 5: NÂMÛS-I EKBER’İN TASDİKİ VE GİZLİ DAVET
(Nübüvvet’in İlk Yılları)

Ehl-i Kitap Âliminin Tasdiki: Varaka bin Nevfel

Hz. Hatice (r.anha), zevcindeki (s.a.v.) o yüce ahlâkın, böyle bir ilâhî tecrübeye mazhar olmasının en büyük isbatı olduğuna kani idi. Ancak durumu teyit etmek ve O’nu (s.a.v.) daha da mutmain kılmak için, bilgisine güvendiği birine gitmeye karar verdi.
Bu kişi, amcasının oğlu olan Varaka bin Nevfel idi.
Varaka, Câhiliye devrinde yaşamasına rağmen putlara tapmayan, atası Hz. İbrahim’in (a.s.) dini olan Hanîf inancı üzere yaşayan, Ehl-i Kitap (Tevrat ve İncil) hakkında derin vukûfiyeti (bilgisi) olan, çok yaşlanmış ve gözleri görmeyen hikmet sahibi bir zattı.
Hz. Hatice (r.anha), Efendimiz’i (s.a.v.) yanına alarak Varaka’ya gitti. “Ey amcamın oğlu, dinle! Bak, kardeşinin oğlu (yeğenin) ne söylüyor!” dedi.
Varaka, “Ne oldu, ey kardeşimin oğlu?” diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.), Hira’da başından geçenleri, gördüğü Meleği (Cebrail a.s.) ve işittiği o ilk ayetleri (Alak, 1-5) anlattı.
Efendimiz’i (s.a.v.) dinleyen Varaka bin Nevfel’in rengi değişti ve heyecanla haykırdı:
“Kuddûs! Kuddûs! (Ne kadar mukaddes, ne kadar yüce!) Vallahi, bu gördüğün, Allah’ın Mûsâ’ya (a.s.) ve Îsâ’ya (a.s.) indirdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Vahiy Meleği Cebrail’dir)!”
Varaka, asırlardır beklenen o müjdeyi tasdik etmişti. O (s.a.v.), Allah’ın Son Peygamberi idi.
Sonra Varaka, acı bir hakikati dile getirdi:
“Keşke kavmin seni yurdundan (Mekke’den) çıkaracağı o günlerde genç ve güçlü olsaydım da sana yardım edebilseydim!”
Resûlullah (s.a.v.) bu söz karşısında hayrete düştü. O (s.a.v.), Mekke’nin en asil ailesindendi, “el-Emîn” idi, herkes O’na (s.a.v.) hürmet ediyordu. Bu yüzden sordu:
“Ev emuhrîciyye hüm?” (Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?)
Varaka, tecrübenin ve tarih bilgisinin verdiği o keskin cevapla tasdik etti:
“Evet! Senin getirdiğin bu (ilâhî mesaj) gibi bir şey getiren hiçbir peygamber yoktur ki, düşmanlığa uğramamış, zulüm görmemiş ve yurdundan çıkarılmamış olsun. Eğer senin o davet günlerine yetişirsem, sana var gücümle yardım ederim.”
Bu konuşma, Efendimiz’in (s.a.v.) kalbini mutmain kıldı ve O’na (s.a.v.) yükleneceği bu ağır vazifenin ne kadar çetin geçeceğini de haber vermiş oldu. (Çok geçmeden Varaka bin Nevfel vefat etti.)

Fetretü’l-Vahy (Vahyin Kesilmesi Dönemi)

İlk vahiy olan “İkra'” (Oku!) emrinden sonra, Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) bir müddet gelmedi. Siyer kaynaklarında bu müddetin süresi hakkında farklı rivayetler (birkaç günden aylara kadar) zikredilir.
Bu sessizlik dönemi (Fetretü’l-Vahy), Efendimiz’i (s.a.v.) derin bir hüzne ve endişeye sevk etti. Acaba Rabbi O’nu (s.a.v.) terk mi etmişti? O ilk tecelli bir defaya mahsus muydu?
Bu sessizlikte büyük hikmetler vardı:
• İlk vahyin o muazzam sarsıntısını ve dehşetini üzerinden atması ve sakinleşmesi.
• Gelen vahye karşı derûnî bir iştiyak (özlem ve arzu) duyması, O’na (s.a.v.) hasret kalması.
• Vahyin, O’nun (s.a.v.) kendi içinden gelen bir ses veya düşünce değil, tamamen hâricî (dış) ve İlâhî bir kaynak olduğunu; O’nun (s.a.v.) iradesine tâbi olmadığını isbat etmek.
Mekke müşriklerinden bazıları, bilhassa Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil, bu sessizliği fırsat bilerek O’nunla (s.a.v.) alay etmeye başlamış, “Görüyorum ki, senin o arkadaşın (Rabbin) sana darılmış, seni terk etmiş!” diyerek O’nu (s.a.v.) incitmişlerdi.
Bu alaylara ve o derûnî hasrete cevap, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle gelecekti:
“Kuşluk vaktine andolsun, (karanlığı ile) sükûnete erdiğinde geceye andolsun ki, Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” (Duhâ, 93/1-3 )

İkinci Vahiy ve Davetin Başlangıcı

Efendimiz (s.a.v.), o hüzünlü bekleyiş günlerinden birinde Mekke’de yürürken (veya Hira’dan dönerken), gökten bir ses işitti. Mübarek başını kaldırdığında, Hira’da kendisine gelen o Meleği (Cebrail a.s.), gök ile yer arasında muazzam bir kürsü (taht) üzerinde oturmuş halde gördü.
Bu heybetli manzara karşısında yine dehşete kapıldı. O kadar korktu ki, hızla evine, Hz. Hatice’nin (r.anha) yanına koştu ve yine aynı sözleri tekrarladı:
“Dessirûnî! Dessirûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!)
O (s.a.v.), yatağına girip örtüye bürünmüş haldeyken, Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) bu kez evin içinde tecelli etti ve beklenen ikinci vahiy geldi. Bu vahiy, artık sadece “Oku!” (Nebî ol) emri değil, “Kalk ve harekete geç!” (Resûl ol) emriydi:
“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri (putları, günahları) terk et.” (Müddessir, 74/1-5 )
Emir netti. Artık tefekkür ve hazırlık dönemi bitmiş, insanları Tevhid’e (Allah’ın birliğine) davet etme vakti başlamıştı.

Gizli Davet Dönemi (Üç Yıl)

Efendimiz (s.a.v.), içinde yaşadığı toplumun putperestliğe ne kadar taassupla (körü körüne) bağlı olduğunu, Kâbe’nin putlarla dolu olduğunu ve bu davete başlar başlamaz nasıl büyük bir tepkiyle karşılaşacağını biliyordu.
Bu sebeple, ilâhî emir ve hikmet gereği, davetini ilk üç yıl boyunca “gizli” yürüttü.
O (s.a.v.), sadece karakterine, ferâsetine ve sır saklamasına güvendiği kişilere İslâm’ı tebliğ etti. İlk Müslümanlar, İslâm’ın o ilk filizleri, birer birer O’nun (s.a.v.) etrafında toplanmaya başladı.

İlkler: es-Sâbikûne’l-Evvelûn

İslâm’a giren ilk mü’minler, tarihe “es-Sâbikûne’l-Evvelûn” (İlk Öne Geçenler) olarak geçmiştir. Bu ilk çekirdek kadro, toplumun her kesiminden insanın İslâm’ın fıtrî (yapısal) çağrısına nasıl cevap verdiğini gösteren bir ayna gibidir:
• Hz. Hatice bint Huveylid (r.anha): İlk iman eden. O’nun (s.a.v.) zevcesi, sırdaşı ve davasının ilk destekçisi. O, “ilk mü’min” olma şerefine erişti.
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.): Hür ve yetişkin erkeklerden ilk iman eden. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın dostu, mağara arkadaşı. Efendimiz (s.a.v.) O’na (r.a.) İslâm’ı anlattığında, bir an bile tereddüt etmedi, “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” dedi. Bu tereddütsüz tasdiki sebebiyle “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi) lakabını aldı.
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.): Çocuklardan ilk iman eden. O sıralarda yaklaşık 10 yaşındaydı ve Efendimiz’in (s.a.v.) himayesinde, O’nun (s.a.v.) evinde büyüyordu. Efendimiz (s.a.v.) ile Hz. Hatice’yi (r.anha) namaz kılarken görmüş, ne yaptıklarını sormuştu. Efendimiz (s.a.v.) O’na (r.a.) Tevhid’i anlattı. Hz. Ali (r.a.), “Babam Ebû Tâlib’e danışmalıyım” dediyse de, gece tefekkür edip sabah geldi ve “Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben de O’na (c.c.) iman etmek için babama danışmam” diyerek iman etti.
• Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.): Köle (azatlı) iken ilk iman eden. Efendimiz’in (s.a.v.) kölelikten azat edip “oğlum” dediği, evlatlığı ve sırdaşıydı.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) imanı, gizli davet döneminde bir dönüm noktası oldu. O (r.a.), Mekke’nin en sevilen, en itibarlı ve en yumuşak huylu tüccarlarındandı. İman ettikten sonra, o da gizlice insanları İslâm’a davet etmeye başladı.
O’nun (r.a.) vasıtasıyla, İslâm’ın ve Cennet’le müjdelenenlerin (Aşere-i Mübeşşere) en mühim simaları İslâm’a girdi:
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Bu ilk mü’minler, Mekke’nin aristokrat (zengin ve soylu) kesimindendi. Ama İslâm aynı anda, Mekke’nin en zayıf, en kimsesiz ve en mazlum kesiminde de yankı buluyordu:
• Köle olan Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)
• Demirci ustası Hz. Habbâb bin Eret (r.a.)
• Zayıf bir ailenin ferdi olan Hz. Ammâr bin Yâsir (r.a.) ve annesi Hz. Sümeyye (r.anha), babası Hz. Yâsir (r.a.).

İlk Merkez: Dârü’l-Erkam (Erkam’ın Evi)

Müslümanların sayısı otuzu-kırkı bulduğunda, artık gizlice toplanıp ibadet edecekleri ve Resûlullah’tan (s.a.v.) vahyi öğrenecekleri bir yere ihtiyaç vardı.
Bu merkez, Kâbe’nin yakınında, Safâ Tepesi’nin eteğinde bulunan, genç ve asil bir Müslüman olan Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın (r.a.) evi (Dârü’l-Erkam) oldu.
Bu ev, İslâm’ın ilk karargâhı, ilk medresesi ve ilk cemaat merkeziydi. Müslümanlar buraya gizlice girer, Efendimiz’i (s.a.v.) dinler, namaz kılar ve İslâm’ın esaslarını öğrenirlerdi. Bu gizli merkez, üç yıl boyunca İslâm’ın çekirdek kadrosunu eğitti.

*******

BÖLÜM 6: AÇIK DAVET VE ZULMÜN BAŞLANGICI
(Mekkî Dönem – I)

İlâhî Emir: “Artık Açıkla!”

Üç yıllık gizli davet döneminin sonunda, Müslümanlar sayıca az da olsalar, sarsılmaz bir imana kavuşmuşlardı. Artık Tevhid sancağının, Câhiliye’nin merkezi olan Kâbe’nin gölgesinde, alenen dalgalanma vakti gelmişti.
Önce, en yakından başlama emri geldi. Cenâb-ı Hak, Resûlü’ne (s.a.v.) vahyetti:
“(Önce) en yakın hısım akrabanı uyar.” (Şuarâ, 26/214 )
Bu emir üzerine Efendimiz (s.a.v.), Haşimoğulları’nı (yaklaşık 40-45 kişi) amcası Ebû Tâlib’in evinde bir ziyafete topladı. O gün, az bir yemeğin herkesi doyurduğu bir mucize de yaşanmıştı. Yemekten sonra Efendimiz (s.a.v.) ayağa kalktı ve onlara şöyle hitap etti:
“Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğimden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir genç bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah, beni sizi O’na (c.c.) davet etmem için görevlendirdi. Bu ağır yükte, bana kim yardım edip kardeşim ve vasîm olmak ister?”
Meclise derin bir sessizlik çöktü. Bu teklif, Mekke’nin bütün nizamına, putlara ve kurulu düzene meydan okumaktı. Kimse cesaret edemedi.
O esnada, meclisin en genci olan, henüz bir çocuk sayılan Hz. Ali (r.a.) ayağa fırladı. O cılız, fakat imanla dolu sesiyle haykırdı:
“Yâ Resûlallah! Ben sana yardım ederim! Gözlerindeki ağrı (o sırada gözleri rahatsızdı), bacaklarımın inceliği ve yaşımın küçüklüğü benim için mühim değil. Ben senin yardımcın olacağım!”
Efendimiz (s.a.v.), O’na (r.a.) oturmasını söyledi. Davetini iki kez daha tekrarladı. Her ikisinde de meclis suskunluğunu korudu ve her ikisinde de ayağa kalkan sadece Hz. Ali (r.a.) oldu.
Bu manzara karşısında, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası ve en azılı düşmanı olacak olan Ebû Leheb, alaycı bir kahkaha atarak toplantıyı sabote etti. Ebû Tâlib’e dönerek, “Bak! Artık şu çocuğun (Hz. Ali’nin) emrine girmeni, O’nu dinlemeni istiyor!” diyerek meclisi dağıttı.
Bu, davetin aile içindeki ilk tezahürü ve ilk zıt (aykırı) tepkisiydi.

Safâ Tepesi’ndeki Yankı

Yakın akrabayı uyarma emrinden kısa bir süre sonra, artık davetin bütün Mekke’ye, Kureyş’in tamamına ilan edilmesi emri geldi:
“Şimdi sen, emrolunduğun şeyi açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.” (Hicr, 15/94 )
Emir kesindi. Efendimiz (s.a.v.), Safâ Tepesi’ne çıktı. Burası, Mekkelilerin önemli duyurular için toplandığı, şehrin en yüksek yerlerinden biriydi. Arapların bir tehlike anında kullandıkları o meşhur nida (sesleniş) ile haykırdı:
“Yâ Sabâhâh!” (Ey ahali! Büyük bir felaketle, bir sabah baskınıyla karşı karşıyasınız, toplanın!)
Bu feryadı duyan bütün Kureyş kabileleri, “Ne oluyor?” diyerek tepenin etrafında toplandı. Gelemeyenler, haberi getirmesi için vekillerini gönderdi. Mekke’de kulak kesilmeyen kimse kalmamıştı.
Kalabalık toplandığında, O “Muhammedü’l-Emîn” (s.a.v.), o güne kadar yalan söylediğine kimsenin şahit olmadığı O Zât (s.a.v.), kalabalığa o meşhur sualini sordu:
“Ey Kureyş cemaati! Size, ‘Şu dağın (Safâ’nın) arkasından bir düşman süvari birliği geliyor, sabah veya akşam size baskın yapacak’ desem, bana inanır mısınız?”
Kalabalık, tek bir ağızdan cevap verdi:
“Evet, inanırız! Çünkü biz senin yalan söylediğini asla tecrübe etmedik (görmedik).”
Onlardan bu tasdiki, bu “Emîn” (Güvenilir) sıfatının teyidini aldıktan sonra, Cihan Şümul davetini haykırdı:
“Öyleyse (madem bana inanıyorsunuz), ben size şunu haber veriyorum: Ben, (eğer iman etmezseniz) önünüzdeki o şiddetli azaptan (Kıyametten, Cehennemden) önce gönderilmiş bir uyarıcıyım! Ey Kureyş! Sizi, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur) demeye davet ediyorum. Sizi putlara tapmaktan menediyorum.”
Bu sözler, Safâ Tepesi’ne bir bomba gibi düştü.
O ana kadar O’nu (s.a.v.) “Emîn” diye tasdik eden kalabalık donup kaldı. İlk ve en çirkin tepki, öz amcası Ebû Leheb’den geldi.
Ebû Leheb, öfkeyle yerden bir taş aldı (veya elini salladı) ve O’na (s.a.v.) doğru bağırarak şöyle dedi:
“Tebben leke sâira’l-yevm! E li hâzâ cema’tenâ?” (Yazıklar olsun sana! Günün geri kalanında helâk olasıca! Bizi bunun için mi topladın?)

Gökyüzünden Gelen Cevap: Tebbet Suresi

Mekke’nin reisi Ebû Leheb, yeğenine ve O’nun (s.a.v.) davasına en büyük hakareti etmiş, O’na (s.a.v.) “helâk ol” demişti.
Ancak cevap, yerden değil, yedi kat semâdan, Âlemlerin Rabbi’nden (c.c.) geldi. Ebû Leheb daha oradan ayrılmadan, Cebrail (a.s.) o şiddetli cevabı indirdi. Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar okunacak olan o surede, Resûlü’nü (s.a.v.) müdafaa ediyor ve Ebû Leheb’in bedduasını aynen kendisine iade ediyordu:
“Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşe girecektir. Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecektir). Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde.” (Tebbet/Mesed, 111/1-5 )
Bu, Kur’ân’ın indiği dönemde yaşayan birine ismiyle beddua eden ve O’nun (Ebû Leheb) ve karısının (Ümmü Cemil) kâfir olarak ölüp Cehenneme gireceğini daha onlar hayattayken ilan eden mucizevî bir sureydi.

Müşriklerin Tepkisi: Alay, Hakaret ve İşkence

Açık davet başlamıştı. Mekke düzeninin efendileri (Müşrik aristokrasisi) için artık tehlike çanları çalıyordu. Bu yeni din:
• Atalarının dinini ve taptıkları putları (Lât, Menât, Uzzâ) inkâr ediyordu.
• Kâbe etrafında kurdukları putperestlik temelli ekonomik düzeni (panayırları, adakları) tehdit ediyordu.
• Zengin ile fakiri, efendi ile köleyi “iman” ekseninde eşitliyordu. Bu, onların kibir (enaniyet) ve kabilecilik (asabiyet) anlayışlarına zıt idi.
Önce, Efendimiz’i (s.a.v.) davasından vazgeçirmek için alay (istihzâ) ve hakaret yolunu seçtiler. O’na (s.a.v.) şöyle dediler:
• “Mecnûn” (Deli, cinlenmiş) (Bkz: Kalem, 68/2; Tekvîr, 81/22)
• “Sâhir” (Büyücü – Sözleriyle insanları büyülüyor, aileleri bölüyor) (Bkz: Yûnus, 10/2)
• “Kâhin” (Gelecekten haber veriyor) (Bkz: Hâkka, 69/42)
• “Şâir” (Söyledikleri güzel ama boş sözler) (Bkz: Sâffât, 37/36)
O (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine deve işkembesi attılar. O (s.a.v.) secdeye vardığında, kızı Hz. Fâtıma (r.anha) ağlayarak gelip o pislikleri babasının (s.a.v.) üzerinden temizlemişti.
Ancak bu alaylar ve hakaretler, iman edenlerin sayısının artmasını engelleyemedi. Bilhassa zayıf, kimsesiz ve köleler arasında İslâm hızla yayılıyordu. Müşrikler, alay ve hakaretin işe yaramadığını görünce, en vahşi yöntemlerine başvurdular: Fizikî işkence (Zulüm).
Hedeflerinde, kabile himayesi olmayan, zayıf ve kimsesiz Müslümanlar vardı:
• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a): Efendisi Ümeyye bin Halef, O’nu (r.a.) Mekke’nin en kızgın kumlarına, öğle güneşinin tam altına yatırır, göğsüne devasa kayaları koyardı. Bilâl’den (r.a.) Lât ve Uzzâ’yı övmesini, Muhammed’i (s.a.v.) inkâr etmesini isterdi. O kayanın altında nefesi kesilen Hz. Bilâl (r.a.), sadece ve sadece “Ehad! Ehad! Ehad!” (Allah Bir’dir! Bir’dir! Bir’dir!) diyerek haykırırdı. O (r.a.), bu ağır işkenceden, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) O’nu satın alıp azat etmesiyle kurtulacaktı.
• Hz. Habbâb bin Eret (r.a): Demirciydi. Müşrikler, O’nun (r.a.) kendi dükkânındaki kor ateşleri alır, çıplak sırtına basarlardı. O’nun (r.a.) sırtından akan yağlar o korları söndürürdü.
• Yâsir Ailesi (İlk Şehidler): İslâm’ın ilk şehid ailesi. Baba Hz. Yâsir (r.a), anne Hz. Sümeyye (r.anha) ve oğulları Hz. Ammâr (r.a). Hepsi birden en ağır işkencelere maruz bırakılırdı. Resûlullah (s.a.v.), onların işkence gördüğü yerden geçerken, elinden fiilî bir yardım gelmemesinin hüznüyle onlara manevî müjdeyi verirdi:
“Sabredin, ey Yâsir ailesi! Muhakkak ki, size vaad olunan yer Cennet’tir!”
İşkenceler sonucunda önce baba Hz. Yâsir (r.a) şehit edildi. Ardından, İslâm’ın en azılı düşmanı Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), Hz. Sümeyye’nin (r.anha) iffetine dil uzattı ve O’nu (r.anha) hunharca şehit etti.
Hz. Sümeyye (r.anha), İslâm tarihindeki “İlk Şehide Kadın” oldu.
Efendimiz (s.a.v.) ise, amcası Ebû Tâlib’in kabile himayesi altında olduğu için O’nu (s.a.v.) öldüremiyorlardı. Ancak O’nu (s.a.v.) davasından vazgeçirmek için Ebû Tâlib’e defalarca baskı yaptılar, tehdit ettiler.

BÖLÜM 7: İLK SIĞINAK HABEŞİSTAN VE HZ. CA’FER’İN MÜDAFAASI
(Mekkî Dönem – II)
“Orada Âdil Bir Hükümdar Vardır”

Zulüm altında inleyen sahabelerine (r.anhüm) bakan Âlemlerin Rahmeti Efendimiz (s.a.v.), onlara bir kurtuluş kapısı gösterdi. O kapı, denizlerin ötesindeydi.
O (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İsterseniz (ve imkân bulursanız) Habeşistan (Abyssinia/Etiyopya) diyarına hicret ediniz. Zira orada bir Hükümdar (Necâşî) vardır ki, O’nun ülkesinde hiç kimseye zulmedilmez. Orası bir ‘sıdk’ (doğruluk ve adalet) yurdudur. Allah Teâlâ bu içinde bulunduğunuz sıkıntıdan bir çıkış yolu ve ferahlık verinceye kadar orada kalın.”
Efendimiz’in (s.a.v.) Habeşistan’ı seçmesi tesadüfî değildi. Necâşî (Hükümdarlarının unvanı) olan Ashame, Ehl-i Kitap (Hristiyan) olan, vicdan sahibi ve âdil bir yönetici olarak biliniyordu.

İlk Kafileler ve Kureyş’in Telaşı

Nübüvvet’in 5. yılında (M. 615), Resûlullah’ın (s.a.v.) izniyle ilk hicret kafilesi gizlice yola çıktı. Kafile küçüktü; yaklaşık 11 erkek ve 4 kadından oluşuyordu.
Bu ilk muhacirlerin arasında çok mühim bir sîmâ vardı: Cennet’le müjdelenen Hz. Osman bin Affân (r.a) ve zevcesi, Resûlullah’ın (s.a.v.) kerîmesi (kıymetli kızı) Hz. Rukiyye (r.anha).
Efendimiz (s.a.v.), onların arkasından, “İbrahim (a.s.) ve Lût’tan (a.s.) sonra, Allah yolunda ailesiyle birlikte hicret eden ilk kişi Osman’dır” buyurarak onlara dua etmişti.
Bu ilk kafile, Kızıldeniz sahilinden (Şuaybe Limanı) buldukları bir ticaret gemisiyle Habeşistan’a ulaştı ve Necâşî’nin himayesine sığındı.
Bu ilk kafilenin salimen ulaştığını öğrenen diğer Müslümanlar için de bir ümit kapısı aralanmıştı. Kısa bir süre sonra, aralarında Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib’in (r.a.) de bulunduğu, yaklaşık 80’den fazla Müslümandan oluşan ikinci ve daha kalabalık bir kafile de Habeşistan’a hicret etti.
Bu durum, Mekke’deki müşrik reislerini (Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ümeyye bin Halef vb.) dehşete düşürdü. Zira:
• İşkenceyle bitiremedikleri bu “yeni din”, artık Mekke dışına taşıyordu.
• Müslümanlar, Habeşistan gibi stratejik bir müttefik edinebilir, orada güçlenip Mekke’ye dönebilirlerdi.
• Kendi evlatları (Hz. Osman gibi Kureyş’in en zenginlerinden biri) bile onları terk edip gidiyordu.
Bu “sızıntıyı” ve “dış üssü” engellemek zorundaydılar.

Kureyş’in Elçileri: Amr bin el-Âs

Kureyş, derhal bir plan yaptı. En zeki, en kurnaz ve en iyi diplomatları olan iki kişiyi seçtiler: Amr bin el-Âs (ki henüz Müslüman değildi) ve Abdullah bin Ebî Rebîa.
Bu iki elçi, Habeşistan’da en sevilen ve en kıymetli hediye olan “deri” mamullerinden (işlenmiş deriler, elbiseler, ayakkabılar) muazzam bir serveti yanlarına aldılar.
Planları şöyleydi:
• Önce Hükümdar Necâşî’nin huzuruna çıkmayacaklar. O’nun (Necâşî’nin) çevresindeki generallere, kumandanlara ve bilhassa din adamlarına (patriklere/rahiplere) bu pahalı hediyeleri dağıtıp onları lehlerine çevireceklerdi.
• Daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkıp, bu sığınmacıların “suçlu” olduğunu iddia edeceklerdi.
• Necâşî’den, Müslümanları dinlemeden, onları derhal kendilerine iade etmesini (iade-i suçlu) talep edeceklerdi.
Plan işledi. Hediyeleri alan Habeş komutanlar ve din adamları, “Bu sığınmacıların ne dediğine bakmadan onları geldikleri yere iade edelim” diye kendi aralarında anlaştılar.

Necâşî’nin Huzurunda Büyük Yüzleşme

Amr bin el-Âs ve arkadaşı, Necâşî’nin huzuruna çıktılar. Önce secdeye kapandılar (o devrin âdeti) ve hediyelerini sundular. Sonra Amr, o kurnaz hitabetiyle söze başladı:
“Ey Hükümdar! İçimizden bazı aklı kıt (sefih) gençler, atalarının dinini terk ettiler, sizin dininize (Hristiyanlığa) da girmediler! Ne bizim ne de sizin bilmediğiniz uyduruk bir din çıkardılar. Kabilelerinin ve ailelerinin düzenini bozdular. Şimdi de gelip sizin ülkenize sığındılar. Bizi buraya, Kureyş’in eşrafı, onların babaları ve amcaları gönderdi. Sizden ricamız, bu ‘suçluları’ dinlemeden bize teslim etmenizdir. Zira biz onları sizden daha iyi tanırız.”
Huzurda bulunan ve hediyeleri almış olan Habeş din adamları ve komutanlar hemen atıldılar: “Ey Hükümdar, doğru söylüyorlar! Bunlar tehlikeli insanlar, onları kavimlerine iade edin!”
Ancak Hükümdar Necâşî, isminin hakkını (Âdil) verdi. Öfkeyle doğruldu ve o tarihî sözü söyledi:
“Hayır! Vallahi, ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş bu insanları dinlemeden, ne dediklerini anlamadan asla size teslim etmem! Gidin, o sığınmacıları çağırın, huzuruma getirin!”

İslâm’ın Sözcüsü: Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a.)

Müslümanlara haber ulaştı. Saraya çağrılmışlardı. Kendi aralarında istişare ettiler: “Hükümdarın huzurunda ne diyeceğiz?”
Kararları netti: “Resûlullah (s.a.v.) bize ne öğrettiyse onu söyleyeceğiz. Sonucu ne olursa olsun, hakikatten şaşmayacağız!”
Sözcü olarak, Efendimiz’in (s.a.v.) amcaoğlu olan, O’na (s.a.v.) simaen de çok benzeyen, cesur ve fasih (akıcı konuşan) Hz. Ca’fer’i (r.a.) seçtiler.
Hz. Ca’fer ve Müslümanlar huzura girdiklerinde, müşrik elçilerin aksine, secde etmediler. Sadece selâm verdiler. Saray erkânı, “Neden Hükümdara secde etmediniz?” diye sorduğunda Hz. Ca’fer, “Biz, Allah’tan başkasına secde etmemekle emrolunduk” diyerek davanın izzetini daha ilk anda gösterdi.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e döndü:
“Nedir bu din? Nedir bu sizin hem kendi kavminizin dininden hem de benim dinimden ayrıldığınız yol?”
Hz. Ca’fer (r.a.) ayağa kalktı. O hitabe, Siyer tarihinin en parlak müdafaalarından biridir. Şöyle dedi:
“Ey Hükümdar! Biz, Câhiliye içinde yaşayan bir kavimdik:
Putlara tapardık, leş yerdik, her türlü kötülüğü (fuhşiyatı) işlerdik.
Akrabalık bağlarını (Sıla-i rahimi) keserdik, komşularımıza kötü davranırdık.
Güçlü olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi.
Biz bu haldeyken… Allah Teâlâ, bize içimizden bir Resûl (Elçi) gönderdi:
Biz O’nun (s.a.v.) soyunu (asaletini), doğruluğunu (sıdkını), güvenilirliğini (emanetini) ve iffetini (temizliğini) biliriz.
O (s.a.v.) bizi;
Yalnızca Allah’a ibadet etmeye (Tevhid’e), O’na (c.c.) ortak koşmamaya,
Atalarımızın taptığı o taşları ve putları terk etmeye davet etti.
O (s.a.v.) bize;
Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşuya iyi davranmayı,
Kan dökmekten ve haramlardan el çekmeyi emretti.
Bize fuhşiyattan, yalandan, yetim malı yemekten ve namuslu kadınlara iftira etmekten menetti.
Biz de O’nu (s.a.v.) tasdik ettik, O’na (s.a.v.) iman ettik ve O’nun (s.a.v.) Allah’tan getirdiklerine tâbi olduk. Bu yüzden O’na (c.c.) ibadet ettik, hiçbir şeyi O’na ortak koşmadık, haramları terk edip helâllere sarıldık.
Ey Hükümdar! İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu!
Bize işkence ettiler (zulmettiler), bizi dinimizden döndürmek için baskı yaptılar. Tekrar o putlara tapmamız, o eski pisliklere (Câhiliye’ye) dönmemiz için bize zulmettiler.
Onların zulmü altında ezilince ve can emniyetimiz kalmayınca, senin ülkene sığındık. Başkalarını değil, seni tercih ettik. Senin komşuluğuna girdik. Ey Hükümdar! Biz, senin yanında zulme uğramayacağımızı ümit ettik!”

Meryem Suresi ve Gözyaşları

Hz. Ca’fer’in (r.a.) bu sözleri, sarayda derin bir etki oluşturdu. Necâşî, derinden etkilenmişti. Amr bin el-Âs’ın “suçlu” dediği insanların, aslında bir fazilet hareketi olduğu ortaya çıkmıştı.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e sordu:
“O Peygamberinizin (s.a.v.) Allah’tan getirdiğini söylediği şeylerden (Vahiyden) yanınızda bir parça var mı?”
Hz. Ca’fer, “Evet, var” dedi.
Bu, davanın en kritik anıydı. Hristiyan bir hükümdarın ve rahiplerin huzurunda hangi ayetler okunmalıydı? Hz. Ca’fer, ilâhî bir sevkle, Kur’ân-ı Kerîm’den **”Meryem Suresi”**nin ilk ayetlerini okumaya başladı.
Sûre, Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) duasını, Hz. Yahyâ’nın (a.s.) doğumunu anlatıyordu. Sonra Hz. Meryem’in (r.anha) o mübarek kıssasına, O’nun (r.anha) iffetine ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) babasız dünyaya geliş mucizesine…
Hz. Ca’fer (r.a.) okudukça, Necâşî ve etrafındaki bütün papazlar ve rahipler gözyaşlarına boğuldular. Ayetlerin anlattığı Hz. Meryem ve Hz. Îsâ, onların bildiği İncil’deki hakikatlerle örtüşüyordu. Gözyaşları sakallarını ıslatmıştı.
Necâşî, ağlayarak sözü kesti ve o meşhur kararını verdi. Yere bir çizgi çizdi ve şöyle dedi:
“Vallahi, bu (Kur’ân’ın) getirdiği ile Mûsâ’nın (a.s.) ve Îsâ’nın (a.s.) getirdikleri, aynı kandilin (Mişkât) ışıklarıdır!”
Sonra Kureyş elçilerine (Amr bin el-Âs ve arkadaşına) döndü:
“Gidin! Vallahi, ben onları size asla teslim etmeyeceğim! Ve onlara hile de kuramayacaksınız!”
Amr bin el-Âs, hayatının en büyük diplomatik yenilgisini almıştı.

Amr’ın Son Tuzağı ve Necâşî’nin İmanı

Amr, o gece öfkeyle ayrıldı. Arkadaşı “Artık bırak, başaramadık” dese de, Amr, “Hayır! Yarın Hükümdara onlar hakkında öyle bir şey söyleyeceğim ki, köklerini kazıyacak!” dedi.
Ertesi gün, tekrar Necâşî’nin huzuruna çıktı:
“Ey Hükümdar! Dün dinlediğiniz o adamlar, sizin için çok mühim olan bir zat hakkında (Hz. Îsâ’yı kastederek) çok çirkin bir şey söylüyorlar! Onlar, ‘Îsâ’nın Allah’ın oğlu değil, bir kul olduğunu’ iddia ediyorlar!”
Bu, Hristiyan akidesinin temeline bir saldırıydı. Necâşî tekrar öfkelendi ve Müslümanları derhal huzura çağırdı. Müslümanlar telaşlanmıştı. “Îsâ (a.s.) hakkında sorarsa ne diyeceğiz?”
Hz. Ca’fer’in cevabı yine netti: “Vallahi, Resûlullah (s.a.v.) bize ne öğrettiyse onu söyleriz: O, Allah’ın kulu, Resûlü, Meryem’e ilka ettiği (ulaştırdığı) Kelimesi ve O’ndan (c.c.) bir Rûh’tur.”
Huzura geldiler. Necâşî sordu: “Siz, Meryem oğlu Îsâ hakkında ne diyorsunuz?”
Hz. Ca’fer (r.a.), hazırladıkları o net Tevhid cevabını verdi.
Bunu duyan Necâşî, elindeki âsâyı (değneği) yere vurdu ve sevinçle haykırdı:
“Vallahi, Meryem oğlu Îsâ da, senin dediğinden (eline aldığı bir çöpü göstererek) şu çöp kadar bile fazla bir şey değildi! (Yani O, tam da sizin dediğiniz gibidir; Allah’ın Kulu ve Resûlüdür.)”
Etrafındaki papazlar bu sözlere homurdandılar (çünkü onlar ‘Oğul’ demeye alışmıştı). Ama Necâşî onlara kızdı ve Müslümanlara döndü:
“Gidin! Ülkemde ‘Sühûm’sunuz (Emniyettesiniz)! Size sövene ceza verilecektir. Vallahi, bir dağ dolusu altınım olsa, sizden birine eziyet edilmesine razı olmam!”
Sonra Kureyş elçilerine döndü, hediyelerini yüzlerine fırlattı: “Kalkın gidin! Benim sizin rüşvetinize ihtiyacım yoktur!”
Amr bin el-Âs ve arkadaşı, zelil bir halde Mekke’ye döndüler. Habeşistan Hicreti, İslâm’ın ilk diplomatik zaferi olmuştu.
(Siyer kaynakları, Necâşî Ashame’nin (r.a.) bu hadiseden sonra gizlice Müslüman olduğunu, vefat ettiğinde Efendimiz’in (s.a.v.) Medine’de O’nun (r.a.) gıyabî cenaze namazını kıldırdığını nakleder.)

BÖLüm 8: İKİ BÜYÜK FETİH: HZ. HAMZA VE HZ. ÖMER (r.anhümâ)
(Mekkî Dönem – III)

“Allah’ın Aslanı” Uyanıyor: Hz. Hamza (r.a.)

Efendimiz’in (s.a.v.) amcası olan Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin en cesur, en kuvvetli ve en heybetli savaşçısıydı. Avlanmayı çok sever, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeden evine girmezdi. O güne kadar yeğeninin (s.a.v.) davasına girmemiş, ancak Ebû Tâlib gibi O’nu (s.a.v.) kabilecilik (hamiyyet) bağıyla uzaktan kolluyordu.
Yine böyle bir av dönüşüydü. Yayını omzuna takmış, heybetle Mekke’ye girerken, Safâ Tepesi yakınlarında bir câriye (Abdullah b. Cüd’ân’ın hizmetlisi) O’nu (r.a.) durdurdu. Câriye, gördüğü manzaradan ötürü hiddetliydi:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz evvel burada olup biteni görseydin! Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), yeğenin Muhammed’e (s.a.v.) rastladı. O’na (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) dinine öyle ağır hakaretler etti, öyle çirkin sözler söyledi ki… Muhammed (s.a.v.) O’na (Ebû Cehil’e) hiç cevap vermedi, vakur bir şekilde oradan ayrıldı.” (Bazı rivayetlerde Ebû Cehil’in, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek başına toprak attığı veya O’nu (s.a.v.) yaraladığı da zikredilir.)
Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kan dondu. Ebû Cehil kim oluyordu da, kendisi hayattayken, kardeşi Abdullah’ın yetimi olan “Muhammedü’l-Emîn”e (s.a.v.) böyle hakaret edebilirdi?
O’nun (r.a.) içindeki “hamiyyet” (aile ve kabile onuru) ateşi alevlendi. Hiddetinden ne yaptığını bilmez halde, avdan dönen adımlarla yolunu Kâbe’ye çevirdi. Ebû Cehil, Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte, her zamanki yerinde, mecliste oturuyordu.
Hz. Hamza (r.a.) bir aslan gibi Ebû Cehil’in tepesine dikildi. Omzundaki sert yayını kaldırdı ve Ebû Cehil’in başına olanca kuvvetiyle indirdi. Ebû Cehil’in başı yarılmış, kanlar akmaya başlamıştı.
Hz. Hamza (r.a.) gürledi:
“Sen, benim yeğenime mi hakaret ediyorsun? Ey Ebû Cehil, bilesin ki, ben de O’nun (s.a.v.) dinindeyim! O’nun (s.a.v.) söylediğini ben de söylüyorum! Gücün yetiyorsa, haydi bana karşılık ver!”
Bu, Kureyş meclisine atılmış bir meydan okumaydı. Ebû Cehil’in kabilesi (Beni Mahzûm) ayağa kalktı, Hz. Hamza’nın (r.a.) kabilesi (Beni Hâşim) de harekete geçti. Tam bir kabile savaşı çıkacakken, kurnaz Ebû Cehil, başından akan kanlara rağmen adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi… Ben gerçekten O’nun (s.a.v.) yeğenine ağır hakaret etmiştim.”
Hz. Hamza (r.a.), o anki hamiyyetle imanını ilan etmişti. Ancak evine döndüğünde kalbi bir tereddüt geçirdi. “Ben ne yaptım? Atalarımın dinini terk mi ediyorum?” O gece, sabaha kadar Allah’a (c.c.) dua etti: “Allah’ım! Eğer bu yol hak ise, kalbime imanı yerleştir.”
Sabah olduğunda, kalbi şüpheden arınmış, İslâm’ın nuruyla dolmuştu. Doğruca Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına, o gizli merkez olan Dârü’l-Erkam’a gitti ve şehâdetini tazeledi.
İslâm, “Allah’ın Aslanı”nı (Esedullah) kazanmıştı. Artık müşrikler, Resûlullah’a (s.a.v.) dil uzatırken veya fiilî saldırıda bulunurken iki kez düşünmek zorundaydılar.

Resûlullah’ın (s.a.v.) Duası ve Fâruk’un Gelişi

Hz. Hamza’nın (r.a.) Müslüman oluşundan sadece üç gün sonraydı. Zulüm devam ediyordu. Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’de ellerini kaldırdı ve Cihan Şümul (Evrensel) davetinin geleceği için şu meşhur duayı etti:
“Allah’ım! Bu dini, şu iki Ömer’den Sana en sevimli olanı ile aziz eyle (güçlendir, yücelt): Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm (Ebû Cehil).”
Allah Teâlâ (c.c.), bu dua için Ömer bin Hattâb’ı (r.a.) seçmişti.
Hz. Ömer (r.a.), o dönemde İslâm’ın ve Müslümanların en azılı düşmanlarındandı. Heybetli, sert mizaçlı (celâlli) ve Câhiliye âdetlerine sımsıkı bağlı biriydi.
Müşrikler bir gün Dârü’n-Nedve’de (Mekke meclisi) toplanmış, “Muhammed (s.a.v.) Kureyş’i böldü, atalarımızın dinini ayaklar altına aldı. Bu işi kökten kim çözecek?” diye konuşuyorlardı.
Hz. Ömer (r.a.) hiddetle ayağa fırladı: “Ben! Ben, Muhammed’in (s.a.v.) işini bitireceğim!”
Kılıcını kuşandı ve Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmek kastıyla yola çıktı.
Yolda, gizlice Müslüman olmuş olan Nuaym bin Abdullah’a (r.a.) rastladı. Nuaym, Hz. Ömer’in (r.a.) hiddetli halini ve kılıcını görünce sordu: “Nereye böyle hiddetle, yâ Ömer?”
Hz. Ömer (r.a.) gürledi: “Kureyş’i bölen, atalarımıza dil uzatan o Sâbiî’yi (dinden döneni), Muhammed’i (s.a.v.) öldürmeye gidiyorum!”
Nuaym (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) hayatının tehlikede olduğunu anladı. O’nu (s.a.v.) korumak için, Hz. Ömer’in (r.a.) dikkatini başka yöne çekmesi gerekiyordu. Cesur bir hamleyle dedi ki:
“Sen Muhammed’i (s.a.v.) bırak da, önce kendi ailene bak! Senin enişten Saîd bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma bint Hattâb da O’nun (s.a.v.) dinine girdiler!”
Bu haber, Hz. Ömer’in (r.a.) beyninden vurulmuşa dönmesine sebep oldu. Kendi kanından, kendi evinden iki kişi… Öfkeyle yolunu değiştirdi ve kız kardeşinin evine yöneldi.
O esnada, evde eniştesi Hz. Saîd (r.a.) ve kız kardeşi Hz. Fâtıma (r.anha), kendilerine Kur’ân öğreten Hz. Habbâb bin Eret (r.a.) ile birlikte, Tâhâ Suresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri (sayfaları) okuyorlardı.
Hz. Ömer’in (r.a.) öfkeli sesini duyunca, Hz. Habbâb (r.a.) hemen bir odaya saklandı, Hz. Fâtıma (r.anha) da Kur’ân sahîfelerini alelacele gizledi.
Hz. Ömer (r.a.) kapıyı kırarcasına içeri daldı: “Duyduğum o fısıltılar, o sesler neydi?”
İnkâr ettiler. “Duyduğumu söylüyorum! Demek siz de Muhammed’in (s.a.v.) dinine girdiniz!” diyerek eniştesi Saîd’in (r.a.) üzerine atıldı, O’nu (r.a.) yere yıktı.
Kız kardeşi Fâtıma (r.anha), eşini korumak için araya girince, Hz. Ömer’in (r.a.) sert bir darbesi kız kardeşinin mübarek yüzüne geldi ve yüzü kanamaya başladı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşi Fâtıma (r.anha), o kanayan yüzüyle, abisinin zalimliği karşısında imanın verdiği izzetle ayağa kalktı ve haykırdı:
“Evet, yâ Ömer! Biz Müslüman olduk! Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) iman ettik. Başımızı da kessen bu dinden dönmeyiz! Elinden geleni ardına koyma!”
Hz. Ömer (r.a.), sevdiği kız kardeşinin yüzündeki kanı ve o sarsılmaz cesareti görünce durakladı. Şiddeti, yerini derin bir pişmanlığa (nedâmete) bıraktı. Yaptığına utandı. Sakinleşti.
“Getirin,” dedi, “o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım, neymiş o.”
Hz. Fâtıma (r.anha), o haliyle bile izzetini korudu: “Hayır! Sen müşriksin, necissin (manen kirlisin). Bu sahîfelere ancak temizlenenler dokunabilir.”
Hz. Ömer (r.a.), bu kararlılık karşısında kalktı, yıkandı (gusletti). Ancak o zaman kız kardeşi O’na (r.a.) Tâhâ Suresi’nin yazılı olduğu sahîfeyi verdi.
Hz. Ömer (r.a.) okumaya başladı:
“Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimseye bir öğüt (ve uyarı) olsun diye (indirdik). O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından yavaş yavaş bir indiriştir. O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur…
…Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ, 20/1-14 )
Hz. Ömer (r.a.), okuduğu her ayetle sarsılıyordu. Bu, bir beşer (insan) kelâmı olamazdı. Bu, şiir değildi, sihir (büyü) değildi. Bu, Ebû Cehil’in anlattığı gibi bir uydurma hiç değildi.
“Bu ne kadar yüce, ne kadar kerîm bir kelâm!” diye fısıldadı.
O’nun (r.a.) yumuşadığını gören Hz. Habbâb (r.a.) saklandığı yerden çıktı ve sevinçle bağırdı: “Müjde yâ Ömer! Vallahi umarım ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) dün gece ettiği ‘İki Ömer’den biri’ duası sensin!”
Hz. Ömer (r.a.), artık kararını vermişti: “Resûlullah (s.a.v.) şimdi nerededir? Götürün beni O’na (s.a.v.)!”
Hz. Ömer (r.a.), kılıcı belinde, doğruca İslâm’ın ilk karargâhı Dârü’l-Erkam’a yürüdü. Kapıyı çaldı. İçerideki sahabeler, kapı deliğinden Hz. Ömer’i (r.a.) kılıcıyla görünce dehşete kapıldılar.
Ancak içeride “Allah’ın Aslanı” Hz. Hamza (r.a.) vardı. O (r.a.) kükredi: “Açın kapıyı! Kimden korkuyorsunuz? O, Ömer’dir! Eğer hayırla geldiyse, hayır bulur. Eğer şerle geldiyse, O’nu (r.a.) kendi kılıcıyla öldürürüz!”
Kapı açıldı. Resûlullah (s.a.v.) ilerledi, Hz. Ömer’in (r.a.) yakasından/kuşağından şiddetle tuttu ve sarstı:
“Ne zamana kadar (bu inkârda) devam edeceksin, ey Hattâb’ın oğlu! Müslüman olman için Allah’ın (c.c.) sana bir musibet indirmesini mi bekliyorsun?”
Hz. Ömer (r.a.), o heybetli Resûl’ün (s.a.v.) karşısında bütün celâlini yitirmiş, teslim olmuştu. Mübarek kelimeleri söyledi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enneke Resûlullah!” (Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şüphesiz Sen Allah’ın Resûlüsün!)
Dârü’l-Erkam’ın içinden öyle bir “Allahu Ekber!” nidası yükseldi ki, o tekbir sesi Kâbe’nin etrafından duyuldu.
Hz. Ömer’in (r.a.) İslâm’a girmesi, bir fetih idi. O (r.a.), o gün “el-Fâruk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını aldı. İman eder etmez ilk söylediği şey şu oldu:
“Yâ Resûlallah! Biz hak üzere, onlar (müşrikler) bâtıl üzere değil mi? Öldürülsek de hak üzere ölmeyecek miyiz?”
“Evet” cevabını alınca,
“Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gideceğiz ve dinimizi açıkça ilan edeceğiz!” dedi.
O gün, Müslümanlar iki saf halinde, izzetle Dârü’l-Erkam’dan çıktılar. Bir safın başında “Allah’ın Aslanı” Hz. Hamza (r.a.), diğer safın başında “Fâruk” Hz. Ömer (r.a.), ortalarında Resûl-i Ekrem (s.a.v.) olduğu halde Kâbe’ye yürüdüler ve orada, müşriklerin şaşkın ve öfkeli nazarları (bakışları) altında ilk defa alenen (açıkça) cemaatle namaz kıldılar.

Son Çare: Büyük Boykot (el-Mukâtaa)

Kureyş, şoktaydı. İşkence işe yaramamıştı. Habeşistan’a gidenler zafer kazanmıştı. Şimdi de en güçlü iki adamları, Hamza (r.a.) ve Ömer (r.a.), karşı saftaydı.
Nübüvvet’in 7. yılında (M. 617), çaresizlik içinde son ve en zalimce planlarını devreye soktular: Mukâtaa (Boykot).

Bütün müşrik kabileler toplandı ve bir ahitnâme (anlaşma metni) yazdılar. Bu metne göre;
• Muhammed’i (s.a.v.) öldürmek için kendilerine teslim edinceye kadar;
• Bütün Beni Hâşim (Hâşimoğulları) ve Beni Muttalib (Muttaliboğulları) kabileleriyle (Ebû Leheb hariç) kimse evlenip, kız alıp vermeyecek.
• Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak (Tam ekonomik abluka).
• Onlarla konuşulmayacak, bir araya gelinmeyecek (Tam sosyal tecrit).
Bu zalimce ahitnâmeyi Kâbe’nin duvarına astılar.
Efendimiz’in (s.a.v.) hamisi (koruyucusu) olan amcası Ebû Tâlib, tehlikeyi gördü. Kabilesinin Müslüman olanlarını ve (kabile hamiyetiyle) olmayanlarını topladı. Hep birlikte, Mekke’nin dışında, “Şi’b-i Ebî Tâlib” (Ebû Tâlib Mahallesi) denilen, etrafı çevrili, dar bir vadiye çekildiler.
İslâm tarihinin en acı ve en çetin imtihanlarından biri olan “Büyük Boykot” başlamıştı.
Bu abluka, tam üç (3) yıl sürdü.
Bu üç yılda, Müslümanlar ve onları koruyan Beni Hâşim kabilesi açlıkla imtihan edildi. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. O kadar ki, açlıktan ağaçların kuru yapraklarını, buldukları kuru derileri suda kaynatıp yemeye mecbur kaldılar.
Vadinin dışından, açlıktan ağlayan çocukların ve bebeklerin feryatları duyuluyordu.
Hz. Hatice (r.anha), İslâm için bütün servetini bu üç yılda tüketti. Gizli yollardan, fahiş fiyatlarla yiyecek satın alıp Müslümanlara ulaştırmaya çalıştı.
Bütün bu zulme rağmen, ne Ebû Tâlib (henüz iman etmemiş olsa da) yeğenini (s.a.v.) teslim etti, ne de Müslümanlar dinlerinden bir zerre taviz verdiler.

********

BÖLÜM 9: HÜZÜN YILI, KAYIPLAR VE TÂİF’İN ACISI
(Mekkî Dönem – IV)

Boykot’un Mucizevî Sonu (Nübüvvet’in 10. Yılı)

Abluka üçüncü yılındayken, müşriklerden bazı vicdan sahibi kimseler (Hişâm b. Amr, Züheyr b. Ebî Ümeyye gibi) gizlice bu zulmü tenkit etmeye başladılar. “Biz rahatça yiyip içerken, akrabalarımız olan Hâşimoğulları açlıktan helâk oluyor. Bu, adalet değildir!” diyerek bu ahitnâmeyi (anlaşmayı) yırtmak için bir zemin hazırlamaya başladılar.
Tam bu esnada, ilâhî bir müdahale hadiseyi hızlandırdı.
Allah Teâlâ (c.c.), Resûlü’ne (s.a.v.) bir mucize ihsan etti. Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e giderek şöyle dedi:
“Ey amca! Rabbim (c.c.) bana haber verdi ki, Kureyş’in Kâbe duvarına astığı o zalim ahitnâmeye bir ağaç kurdu (güve) musallat etmiş. O sahîfedeki Allah’ın (c.c.) isminden (‘Bismike Allahümme’) başka, zulüm ve haksızlık ihtiva eden ne varsa hepsini yiyip bitirmiş.”
Ebû Tâlib, yeğeninin (s.a.v.) asla yalan söylemediğini biliyordu. Derhal Kureyş’in ileri gelenlerinin yanına (Dârü’n-Nedve’ye) gitti. Kâbe’nin önünde onlara seslendi:
“Yeğenim Muhammed (s.a.v.) bana böyle bir haber verdi. Şimdi gidin, o ahitnâmeyi getirin. Eğer O’nun (s.a.v.) dediği doğruysa, bu zulme derhal son verin! Eğer (hâşâ) yalan söylüyorsa, yemin olsun ki O’nu (s.a.v.) size teslim edeceğim!”
Müşrikler bu teklifi kabul ettiler. Bu, onlar için bir “ya hep ya hiç” anıydı. Ahitnâmeyi Kâbe’nin içinden indirdiler. Mührü açıp baktıklarında, hayret ve dehşet içinde kaldılar.
Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği gibi, sahîfenin tamamı bir güve tarafından yenilmiş, geriye sadece kâğıdın başındaki “Bismike Allahümme” (Allah’ım! Senin isminle) ibaresi kalmıştı.
Bu apaçık mucize karşısında dahi iman etmediler, “Bu da O’nun (s.a.v.) sihridir (büyüsüdür)!” dediler. Ancak ahitnâme fiilen yok olmuştu ve bu zulmü savunanların artık bir delili kalmamıştı.
Böylece, üç yıl süren o dayanılmaz boykot, ilâhî bir mucizeyle sona erdi. Müslümanlar ve Hâşimoğulları, “Şi’b-i Ebî Tâlib” mahallesinden çıkarak Mekke’deki evlerine geri döndüler.

Hüzün Yılı (Senetü’l-Hüzn)

Fakat bu kurtuluşun sevinci çok kısa sürdü. O üç yıllık çile, muhasara altındakilerin, bilhassa yaşlıların sağlığını tüketmişti. Boykotun bitiminden sadece birkaç ay sonra, Nübüvvet’in 10. Yılı (M. 620), Efendimiz (s.a.v.) için “Hüzün Yılı” olacaktı.
Çünkü O (s.a.v.), o yıl, hayatındaki en mühim iki desteği, iki kalkanı art arda kaybetti.

1. Zâhirî Kalkanın Düşüşü: Ebû Tâlib’in Vefâtı

Seksen yaşını aşmış olan Ebû Tâlib, boykotun meşakkatine daha fazla dayanamadı ve ölüm döşeğine düştü. O, iman etmemiş olsa da, Câhiliye hamiyyetiyle (kabile onuruyla) yeğenini (s.a.v.) canı pahasına korumuş, Kureyş’in bütün baskılarına tek başına göğüs germişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), vefat anında amcasının başucundaydı. O’nun (s.a.v.) kurtuluşu için son bir gayretle yalvardı:
“Ey amcacığım! Ne olur, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur) kelimesini söyle ki, (ahirette) Allah (c.c.) katında senin için bu kelimeyle şahitlik ve şefaat edebileyim.”
Ancak o odada, Mekke’nin kâfir reisleri Ebû Cehil ve Ümeyye bin Halef de vardı. Onlar da Ebû Tâlib’e baskı yapıyorlardı: “Ey Ebû Tâlib! Ölüm anında korktun da atalarının, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?”
Ebû Tâlib, son nefesinde, müşriklerin yüzüne baktı ve “Ben, atam Abdülmuttalib’in dini üzereyim” dedi.
Resûlullah (s.a.v.), O’nu (s.a.v.) sekiz yaşından beri bir baba şefkatiyle koruyan amcasının bu hali üzerine gözyaşlarına boğuldu. O’nun (s.a.v.) bu derûnî hüznü ve hidayet arzusu üzerine, Cenâb-ı Hak şu ayet-i kerîmeyi indirdi:
“(Resûlüm!) Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ama Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir. O, hidayete erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56 )
Efendimiz (s.a.v.), artık Mekke sokaklarında kendisini Kureyş’in kılıçlarından koruyacak o zâhirî himayecisini kaybetmişti.

2. Derûnî Kalkanın Düşüşü: Hz. Hatice’nin (r.anha) Vefâtı

Ebû Tâlib’in vefatından sadece üç gün (veya kısa bir müddet) sonra, ikinci ve daha sarsıcı bir kayıp yaşandı.
Efendimiz’in (s.a.v.) sığınağı, sırdaşı, “Vezir-i Sadık”ı, ilk iman eden mü’min, altı evladının annesi, İslâm’ın Tâhiresi, mübarek zevcesi Hz. Hatice-tü’l-Kübrâ (r.anha) vefat etti.
Hz. Hatice (r.anha), O’na (s.a.v.) sadece bir zevce değil, Hira’dan korkuyla döndüğünde O’nu (s.a.v.) “Korkma! Allah (c.c.) seni asla utandırmaz” diyerek teskin eden bir manevî destekti. O (r.anha), bütün servetini İslâm davası için, bilhassa o üç yıllık boykotta Müslümanların aç kalmaması için harcamıştı.
Resûlullah (s.a.v.), bu vefatla sarsıldı. O (s.a.v.), evindeki huzurunu, teselli bulduğu en şefkatli kalbi ve derûnî kalkanını kaybetmişti.
İki büyük destekçisini kaybeden Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’de artık yapayalnız ve himayesiz kalmıştı.
Bu durumu fırsat bilen müşrikler, zulümlerini ve cüretlerini akıl almaz bir seviyeye çıkardılar. Ebû Tâlib hayattayken O’na (s.a.v.) dokunmaya cesaret edemeyenler, artık O (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine işkembe atmanın ötesine geçtiler.
Mekke sokaklarında yürürken, ayak takımından biri, mübarek başına toprak attı. Resûlullah (s.a.v.), o toz toprak içindeki mübarek başını eğerek evine döndü. Küçük kızı Hz. Fâtıma (r.anha), babasının (s.a.v.) başındaki toprakları gözyaşları içinde temizlerken, Efendimiz (s.a.v.) kızını şöyle teselli ediyordu:
“Ağlama kızım… Muhakkak ki Allah (c.c.), babanı koruyacaktır.”

Mekke’den Çıkış Arayışı: Tâif Yolculuğu

Mekke’de artık İslâm’ı tebliğ etme imkânı kalmamıştı. Kureyş, O’nu (s.a.v.) öldürmek için fırsat kolluyordu. Efendimiz (s.a.v.), davanın devamı için Mekke dışında yeni bir sığınak, yeni bir merkez aramak zorundaydı.
Nazarını (bakışını), Mekke’nin güneydoğusunda, serin yaylalarıyla meşhur, zengin ve güçlü Sakîf kabilesinin yurdu olan Tâif şehrine çevirdi.
Kimseye haber vermeden, Kureyş’in dikkatini çekmemek için uzun ve meşakkatli yolu (yaklaşık 100 km) yürüyerek katetti. Yanında sadece vefâkâr dostu, azatlısı ve evlatlığı Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.) vardı.
Tâif’e ulaştı ve orada on gün kaldı. Şehrin idarecisi olan Amr bin Umeyr’in üç oğluyla (Abdüyâlîl, Mes’ûd ve Habîb) görüştü. Onları İslâm’a davet etti ve eğer iman etmeyeceklerse, en azından Kureyş’e karşı kendisine himaye vermelerini (korumalarını) istedi.
Aldığı cevap, Mekke’deki müşriklerin hakaretlerinden çok daha ağır ve yaralayıcıydı:
• Birincisi, alay ederek: “Eğer Allah (c.c.) gerçekten seni Resûl olarak gönderdiyse, ben (bu sözü duymuş olmaktan dolayı) Kâbe’nin örtülerini yırtayım!” dedi.
• İkincisi: “Allah (c.c.), peygamber olarak göndermek için senden başka kimseyi bulamadı mı?” dedi.
• Üçüncüsü ise en küstah olanıydı: “Seninle asla konuşmam! Eğer dediğin gibi bir peygambersen, seninle konuşmak tehlikelidir. Eğer Allah (c.c.) adına yalan uyduran biriyse, zaten konuşmaya değmezsin!”
Efendimiz (s.a.v.), bu ağır hakaretler karşısında sadece şunu rica etti: “Madem davetimi kabul etmediniz, bari Kureyş’e burada olduğumu haber vermeyin.”
Ancak Sakîf kabilesi, bu ricayı dahi yerine getirmedi. Sadece reddetmekle kalmadılar; şehirdeki ayak takımını, çocukları ve köleleri O’nun (s.a.v.) üzerine kışkırttılar.

Kanlı Müdafaa ve Gözyaşı Duası

Tâif’in çocukları ve serserileri, Rahmet Peygamberi’ni (s.a.v.) ve Hz. Zeyd’i (r.a.) şehrin çıkışına kadar, yolun iki tarafına dizilerek taş yağmuruna tuttular.
Attıkları her taşta O’na (s.a.v.) hakaret ediyor, O’nunla (s.a.v.) alay ediyorlardı.
Hz. Zeyd (r.a.), Efendimiz’e (s.a.v.) gelen taşlara kendini siper ediyor, kendi vücuduyla O’nu (s.a.v.) korumaya çalışıyordu. Hz. Zeyd’in (r.a.) başı ve vücudu kanlar içindeydi.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek ayakları ve bacakları, atılan taşlarla kan revan içinde kaldı. Mübarek kanı, sandaletlerinin (nalınlarının) içine dolmuş, orada kurumuştu.
Tâif’ten kilometrelerce uzağa kadar bu zalimce takip sürdü. Bitkin, yaralı ve kalbi kırık bir halde, Tâif’in dışında, Mekkeli müşrik kardeşler olan Utbe ve Şeybe bin Rebîa’ya ait bir üzüm bağına (bostanına) sığındılar.
Hz. Zeyd (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) yaralarını temizlemeye çalışırken, Âlemlerin Efendisi (s.a.v.), o bitkin haliyle ellerini semâya kaldırdı ve Siyer tarihinin en dokunaklı, en derûnî dualarından birini yaptı:
“Allah’ım! Gücümün zayıflığını, çaremin azlığını ve insanlar nazarında hor ve hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.”
“Ey Merhametlilerin en Merhametlisi! Sen, zayıfların Rabbisin ve Sen, benim Rabbimsin! Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana sert ve kaba davranan bir yabancının (Tâiflilerin) eline mi, yoksa davama hâkim kıldığın bir düşmanın (Mekkelilerin) eline mi?”
Ve duanın zirvesi geldi:
“Allah’ım! Eğer bana karşı bir gazabın (öfken) yoksa, (çektiğim) bu belâlara ve eziyetlere hiç aldırmam! Lâkin Senden gelecek bir âfiyet (koruma ve esenlik), benim için çok daha geniştir.”
“Gazabına uğramaktan veya öfkenin üzerime inmesinden, Senin karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Vechinin (Zâtının) Nûruna sığınırım.”
“Rızan Senindir; yeter ki Sen razı oluncaya kadar (af dilerim). Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur!”

Helâk Teklifine “Rahmet” Cevabı

Bu yakarış, semânın kapılarını titretmişti.
Hemen Cebrail (aleyhisselâm) nazil oldu. Yanında, daha önce hiç görülmemiş bir melek vardı. Cebrail (a.s.) seslendi:
“Yâ Resûlallah! Rabbin (c.c.), kavminin sana ne dediğini ve Tâiflilerin bu yaptıklarını işitti ve gördü. İşte bu, Melekü’l-Cibâl’dir (Dağlar Meleği). O’na (c.c.) ne dilersen emretmen için Rabbim (c.c.) O’nu (c.c.) sana gönderdi!”
Dağlar Meleği (a.s.) gürledi:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben Dağlar Meleğiyim. Emret! İstersen şu iki dağı (Tâif’in etrafındaki dağları) bu nankör kavmin üzerine kapatayım da, hepsi helâk olsun!”
O (s.a.v.); yaralıydı, kanlar içindeydi, kovulmuştu, en yakın iki desteğini kaybetmişti. Beşerî (insanî) olarak “Evet, helâk et!” demesi için her sebebe sahipti.
Fakat O (s.a.v.), “Rahmeten li’l-Âlemîn” (Âlemlere Rahmet) idi.
O (s.a.v.), Dağlar Meleği’ne şu Cihan Şümul (Evrensel) cevabı verdi:
“Hayır! Helâk istemem! Ben istemem… Bilakis ben, Allah’tan (c.c.) ümit ederim ki, O (c.c.), bu müşriklerin sulbünden (soylarından), bir gün Sadece Allah’a (c.c.) ibadet edecek ve O’na (c.c.) hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil çıkaracaktır.”
O (s.a.v.), kendisine taş atanların değil, onların (belki yüz yıl sonra gelecek) torunlarının imanını düşünüyordu. (Nitekim Tâif, yıllar sonra topluca Müslüman olacaktır.)

BÖLÜM 10: SEMÂVÎ TESELLİ – İSRÂ VE Mİ’RÂC MUCİZESİ
(Mekkî Dönem – V)

Hazırlık ve İsrâ (Gece Yolculuğu)

Nübüvvet’in 11. veya 12. yılında (Hicretten yaklaşık 1.5 yıl evvel, Receb ayının 27. gecesi olduğuna dair meşhur rivayete göre), Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Kâbe’de, Hatîm’de (veya amcasının kızı Ümmü Hânî’nin (r.anha) evinde) istirahat halindeydi.
O esnada, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm), yanında Mikâil (a.s.) ve İsrafil (a.s.) olduğu halde nazil oldu.
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek göğsü (sadrı), ikinci kez (ilki çocukluğunda olmuştu) yarıldı (Şakk-ı Sadr). Mübarek kalbi çıkarıldı, Zemzem suyu ile yıkandı ve içi “iman” ve “hikmet” ile doldurulduktan sonra yerine konuldu.
Bu manevî ameliyat, O’nun (s.a.v.) beşerî (insanî) takatinin ötesinde, ilâhî bir huzura çıkabilmesi ve kâinatın sırlarını müşahede edebilmesi için bir hazırlıktı.
Ardından Hz. Cebrail (a.s.), O’na (s.a.v.) bir binek takdim etti. Bu bineğin adı “Burak” idi. Rengi beyaz, katırdan küçük, merkepten büyük; sürati ise “nazarın (bakışın) eriştiği son nokta” idi.
Efendimiz (s.a.v.) Burak’a bindirildi. Yanında rehberi Hz. Cebrail (a.s.) olduğu halde, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan, normalde develerle aylarca süren bir mesafeye, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya bir anda (gecenin bir bölümünde) götürüldü.
Bu mucizevî “Gece Yolculuğu”, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasdik edilmiştir:
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1 )

İmamet-i Kübrâ: Peygamberlerin İmamı

Mescid-i Aksâ’ya vardıklarında, tarihin en muazzam cemaati O’nu (s.a.v.) bekliyordu. Cenâb-ı Hak, o gece, Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Îsâ’ya (a.s.) kadar gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ruhlarını (veya misallerini) orada toplamıştı.
Hz. İbrahim (a.s.) oradaydı, Hz. Mûsâ (a.s.) oradaydı, Hz. Îsâ (a.s.) oradaydı.
Hz. Cebrail (a.s.), cemaatin önüne geçmesi için Âhir Zaman Peygamberi’ni (s.a.v.) takdim etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o mübarek peygamberler cemaatine İmam oldu ve onlara iki rekât namaz kıldırdı.
Bu hadise, sembolik bir “devir teslim” merasimiydi. Bu, O’nun (s.a.v.) davasının, bütün peygamberlerin davasının tek ve Cihan Şümul (Evrensel) vârisi olduğunun; İslâm’ın, önceki bütün şeriatları tamamlayan son ve kâmil din olduğunun semâvî ilanıydı. O (s.a.v.), artık sadece Kureyş’in değil, “İmâmü’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin İmamı) idi.

Mi’râc (Göklere Yükseliş)

Mescid-i Aksâ’daki bu vazifenin ardından, asıl yolculuk, yani “Mi’râc” (Yükseliş Aleti/Merdiveni) başladı. Efendimiz (s.a.v.), Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu o mukaddes kayanın üzerinden (Sahrâ-i Muallak) Hz. Cebrail (a.s.) ile birlikte yedi kat semâya (göklere) yükselmeye başladı.
Her semâ kapısında Hz. Cebrail (a.s.) kapıyı çaldı.
“Kim o?”
“Cebrail.”
“Yanındaki kim?”
“Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem).”
“O’na (s.a.v.) (Mi’râc) daveti gönderildi mi?”
“Evet, gönderildi.”
Ve kapı açıldı.
• Birinci Kat Semâda: İnsanlığın atası Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile karşılaştı. Hz. Âdem (a.s.), O’nu (s.a.v.) “Hoş geldin, sâlih evlat ve sâlih peygamber!” diyerek selamladı.
• İkinci Kat Semâda: İki teyzeoğlu olan Hz. Yahyâ (a.s.) ve Hz. Îsâ (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Üçüncü Kat Semâda: Kendisine “güzelliğin yarısı” verilen Hz. Yûsuf (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Dördüncü Kat Semâda: Yüce bir makama yükseltilen Hz. İdrîs (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Beşinci Kat Semâda: Kavmi tarafından çok sevilen Hz. Hârûn (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Altıncı Kat Semâda: “Kalîmullah” (Allah ile konuşan) Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüştü. (Efendimiz (s.a.v.) O’nu (s.a.v.) geçerken, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ağladığı rivayet edilir. Sebebi sorulunca, “Benden sonra gönderilen bir gencin (Hz. Muhammed’in s.a.v.) ümmetinden Cennet’e gireceklerin sayısı, benim ümmetimden gireceklerden daha fazla olduğu için (gıpta ile) ağlıyorum” demiştir.)
• Yedinci Kat Semâda: “Halîlullah” (Allah’ın Dostu) olan, atası Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ile görüştü. Hz. İbrahim (a.s.), Kâbe’nin semâdaki aslı olan ve her gün 70.000 meleğin ziyaret edip bir daha sıranın gelmediği **”Beytü’l-Ma’mûr”**a (Mamur Ev) yaslanmış haldeydi. O (a.s.) da Efendimiz’i (s.a.v.) “Hoş geldin, sâlih evlat ve sâlih peygamber!” diyerek selamladı ve O’na (s.a.v.), ümmetine şu tavsiyeyi iletmesini söyledi: “Ümmetine selâmımı söyle ve onlara haber ver ki; Cennet’in toprağı tertemiz, suyu tatlıdır. Orası (ağaç dikmek için) müthiş bir arazidir. Oraya dikilecek fidanlar ise ‘Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber’ zikridir.”

Zirve: Sidretü’l-Müntehâ ve İlâhî Huzur

Yedinci semâdan sonra, kâinatın ve mahlûkatın (yaratılmışların) bilgisinin sona erdiği son nokta olan **”Sidretü’l-Müntehâ”**ya (En Son Sınırdaki Ağaç) ulaştılar.
Orası, ilâhî nurların tecelli ettiği, tasviri mümkün olmayan bir makamdı.
İşte o noktada, 600 kanadıyla Vahiy Meleği olan Hz. Cebrail (a.s.) durdu.
Efendimiz (s.a.v.) “Neden durdun, yâ Cebrail?” dediğinde, Vahiy Meleği o meşhur cevabı verdi:
“Yâ Resûlallah! Burası benim hududumdur. Eğer buradan bir parmak ucu dahi ileri geçersem, (ilâhî nurların azametinden) yanarım!”
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o andan itibaren, Cebrail’i (a.s.) geride bırakarak, “Refref” adlı bir vasıta ile (veya o makama mahsus bir keyfiyetle) zamanın ve mekânın bittiği o ilâhî huzura, tek başına yükseldi.
Cenâb-ı Hak ile kulunun (s.a.v.) arasındaki bütün perdeler (hicâblar) kalktı. O (s.a.v.), Rabbinin (c.c.) cemâlini müşahede etti. Kur’ân-ı Kerîm, o anı Necm Suresi’nde şöyle tasvir eder:
“Sonra (ona) yaklaştı derken sarktı. O kadar ki (araları) iki yay arası kadar yahut daha da yakın oldu. Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti. Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı… Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/8-12, 18 )
Müslümanların her namazda okuduğu “Tahiyyât” duası, Siyer kaynaklarına göre, işte bu ilâhî buluşmadaki selamlaşmanın bir yâdigârıdır.

Mi’râc’ın Hediyeleri

Bu Cihan Şümul yolculuktan, Efendimiz (s.a.v.) ümmetine üç büyük hediye ile döndü:
• Namaz (Beş Vakit): Mi’râc’da, ümmetine günde 50 vakit namaz farz kılındı. Efendimiz (s.a.v.) dönüş yolunda Hz. Mûsâ (a.s.) ile tekrar karşılaştı. Hz. Mûsâ (a.s.), “Rabbin (c.c.) ümmetine ne farz kıldı?” diye sordu. “50 vakit namaz” cevabını alınca, “Yâ Resûlallah! Rabbine (c.c.) dön, azaltmasını iste. Vallahi ben, Benî İsrâil’i tecrübe ettim, senin ümmetin bu ağırlığı kaldıramaz!” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) tavsiyesiyle defalarca ilâhî huzura döndü, her defasında namaz vakti azaltıldı. En son beş vakte (5) indirildi. Hz. Mûsâ (a.s.) yine “azaltmasını iste” dese de, Efendimiz (s.a.v.), “Artık Rabbimden (c.c.) istemeye hayâ ederim, bu beşe razıyım” buyurdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ (c.c.) şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Artık hükmüm kesinleşmiştir. O (amelen) beş vakittir, ancak (sevap olarak) elli vakit (değerindedir). Benim katımda söz değişmez.”
İşte bu yüzden Namaz, “Mü’minin Mi’râcı”dır; kulun Rabbine (c.c.) aracısız yükselişidir.
• Âmene’r-Resûlü (Bakara Suresi’nin Son İki Ayeti): Arş’ın altındaki hazinelerden, Efendimiz’e (s.a.v.) Mi’râc hediyesi olarak vahyedildi.
• Tevhid Müjdesi: Ümmetinden, Allah Teâlâ’ya (c.c.) şirk (ortak) koşmadan ölen kimselerin (büyük günahları olsa dahi, cezalarını çektikten sonra) affedileceği ve ebedî Cennet’e girecekleri müjdesi.

İmanın İmtihanı: “Sıddîk”ın Tasdiki

Efendimiz (s.a.v.), o gecenin sabahında Mekke’ye dönmüştü. Yatağı henüz soğumamıştı.
Bu muazzam mucizeyi Kureyş’e anlattığında, inkârları ve alayları zirveye ulaştı. Ebû Cehil ve avanesi kahkahalar atarak: “Akla bak! Biz Kudüs’e develerle bir ayda gider, bir ayda döneriz. Muhammed (s.a.v.) ise oraya bir gecede gidip geldiğini, üstüne bir de göklere çıktığını söylüyor!” dediler.
Bu, imanı zayıf olanlar için bir fitne (imtihan) oldu.
Müşrikler, bu haberi duyup Müslümanlıktan vazgeçeceğini umarak, koşarak Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yanına gittiler:
“Ey Ebû Bekir! Duydun mu arkadaşın ne diyor? Bir gecede Mescid-i Aksâ’ya gidip geldiğini iddia ediyor! Buna da mı ‘evet’ diyeceksin?”
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) o sarsılmaz imanının ve sadakatinin isbatı (kanıtı) olan cevabı, tarihe altın harflerle yazıldı:
“O (s.a.v.) mu söyledi bunu?”
“Evet, O (s.a.v.) söyledi.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) gürledi:
“Ve lev kâle zâlike fekad sadaka! (Eğer O (s.a.v.) söylemişse, şüphesiz doğrudur!)”
Müşrikler şaşırdı: “Buna nasıl inanırsın?”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) cevabı verdi:
“Ben O’na (s.a.v.) bundan daha ötesinde de inanıyorum! Ben O’na (s.a.v.), sabah akşam gökten (Allah’tan c.c.) haber (Vahiy) getirdiğini söylüyor ve O’nu (s.a.v.) tasdik ediyorum da, buna mı inanmayacağım?”
İşte bu tereddütsüz tasdiki sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.) O’na (r.a.) o gün “es-Sıddîk” (En Sadık, Tereddütsüz Tasdik Eden) lakabını verdi.
Müşrikler, Efendimiz’i (s.a.v.) sıkıştırmak için “Madem Kudüs’e gittin, Mescid-i Aksâ’yı bize tasvir et (betimle)!” dediler. O (s.a.v.) daha önce Kudüs’ü görmemişti. O anda Allah Teâlâ (c.c.), Mescid-i Aksâ’yı O’nun (s.a.v.) gözünün önüne getirdi ve Efendimiz (s.a.v.), müşriklere Mescid-i Aksâ’nın kapılarını, pencerelerini, sütunlarını teker teker tasvir etti.
“Yolda gelen kervanımızı gördün mü?” dediler.
“Evet,” dedi, “Falan yerde kervanınızı gördüm, bir develeri kaçmıştı, onu arıyorlardı. Falan yerde bir su kabından sularını içtim. Kervanınız şu vakitte Mekke’de olacak.”
Ve kervan, tam da Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği vakitte, O’nun (s.a.v.) tasvir ettiği gibi Mekke’ye ulaştı.
Ancak müşrikler, bu apaçık delillere rağmen iman etmediler ve “Bu, apaçık bir sihirdir (büyüdür)” dediler.

BÖLÜM 11: YESRİB’DEN DOĞAN IŞIK VE MEDİNE’YE DAVET
(Hicret Öncesi Hazırlık – Akabe Biatları)

Panayırlarda Tebliğ ve Hüsran

Nübüvvet’in 10. ve 11. yılları, Efendimiz’in (s.a.v.) Mekke dışında bir sığınak arayışıyla geçti. Hac mevsiminde, mukaddes ayların verdiği dokunulmazlıktan istifade ederek, kabilelerin konakladığı çadırları tek tek geziyordu.
O (s.a.v.), Kâbe’nin Rabbi’nin (c.c.) Elçisi olduğunu söylüyor, onları putları bırakıp Tevhid’e davet ediyordu. Karşılığında ise sadece şunu istiyordu: “Beni kavmime (Kureyş’e) karşı kim himaye eder ki, Rabbimin (c.c.) kelâmını tebliğ edebileyim?”
Ancak cevap, ekseriyetle alay, hakaret veya korku oluyordu.
Kindeliler, Hanîfeoğulları ve diğer büyük kabileler, ya Kureyş’in gazabından korktukları için ya da atalarının dinine olan taassupları (bağnazlıkları) sebebiyle O’nu (s.a.v.) reddediyorlardı.
Bu acı manzarayı daha da trajik hale getiren, O’nun (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb’in tavrıydı. Efendimiz (s.a.v.) bir çadıra girip tebliğde bulunduğunda, O (s.a.v.) oradan ayrılır ayrılmaz Ebû Leheb arkasından giriyor ve şöyle bağırıyordu: “Ey ahali! Sakın O’nu (s.a.v.) dinlemeyin! O (s.a.v.) benim yeğenimdir, O (s.a.v.) bir Sâbiî’dir (dinden dönen), bir yalancı ve sihirbazdır (hâşâ). Sizi atalarınızın dininden ayırmak istiyor!”
Resûlullah (s.a.v.), bu ağır hakaretlere sabrederek çadır çadır dolaşmaya devam ediyordu.

Kader Ânı: Akabe’de Bir Grup Genç (Nübüvvet’in 11. Yılı)

Yine böyle bir Hac mevsimi. Gece vakti, Mina yakınlarındaki “Akabe” denilen küçük tepenin/geçidin yanında, Efendimiz (s.a.v.) bir fısıltı duydu. Orada küçük bir grup oturuyordu.
Yanlarına yaklaştı. “Kimlerdensiniz?” diye sordu.
Cevap verdiler: “Yesrib’den (Medine’nin eski adı), Hazrec kabilesindeniz.”
Yesrib… Burası Mekke gibi değildi. Yesrib’de iki büyük Arap kabilesi (Evs ve Hazrec) arasında asırlardır süren kanlı bir savaş (Buâs Savaşları) vardı. Bu savaş onları tüketmişti. Ayrıca şehirde üç büyük Yahudi kabilesi (Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza) yaşıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yahudilerin müttefiklerinden misiniz?”
“Evet” dediler.
Efendimiz (s.a.v.) o mübarek davetini sundu: “Oturmaz mısınız? Size birkaç sözüm var.”
“Olur” dediler.
Bu altı (6) genç Hazrecli (Es’ad bin Zürâre, Avf bin Hâris, Râfi’ bin Mâlik vb.) oturdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlara İslâm’ı anlattı, Allah’ın (c.c.) birliğini (Tevhid’i) izah etti ve Kur’ân-ı Kerîm okudu.
Yesrib’deki Araplar, Yahudilerden sürekli şu sözü duyarlardı: “Kitaplarda yazılı olan Âhir Zaman Peygamberi’nin gelmesi yakındır. O (s.a.v.) geldiğinde, biz O’na (s.a.v.) tâbi olacağız ve O’nunla (s.a.v.) birlikte sizi (Arapları) Âd ve İrem kavmi gibi yeryüzünden sileceğiz!”
Dolayısıyla Yesribliler, bir Peygamberin “beklendiği” fikrine aşinaydılar.
Kur’ân’ı dinleyip, Efendimiz’in (s.a.v.) o nurânî sîmâsını ve davasını gördüklerinde, birbirlerine baktılar ve o tarihî fısıltı döküldü:
“Vallahi! Biliniz ki bu, Yahudilerin sizi korkuttuğu o Peygamber’dir! Sakın ola ki, Yahudiler O’na (s.a.v.) iman etmekte sizden öne geçmesinler!”
Ve o anda, Tâif’in taşladığı, Mekke’nin dışladığı o Yüce Dava, Medine’nin o bereketli toprağında ilk karşılığını buldu. Altı genç, hep birlikte Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldular.
“Yâ Resûlallah!” dediler, “Biz Yesrib’e dönüyoruz. Kavmimiz (Evs ve Hazrec) kan davalarıyla paramparça olmuş durumda. Umulur ki Allah (c.c.), Senin (s.a.v.) vesilenle onları birleştirir. Biz onlara Senin (s.a.v.) dinini anlatacağız. Eğer kavmimiz Senin (s.a.v.) etrafında birleşirse, Senden (s.a.v.) daha aziz (güçlü) kimse olmayacaktır.”
Gelecek yıl aynı yerde buluşmak üzere sözleşip ayrıldılar.

Birinci Akabe Biatı (Nübüvvet’in 12. Yılı – M. 621)

Altı genç, Yesrib’de bir yıl boyunca İslâm’ı anlattı. Ertesi yıl Hac mevsiminde, Akabe’deki aynı gizli buluşma yerine, bu kez 12 kişi geldiler. (10’u Hazrec, 2’si Evs kabilesindendi. Bu, kan davalı iki kabilenin İslâm potasında erimeye başladığının ilk işaretiydi.)
Resûlullah (s.a.v.) onlarla buluştu ve onlardan bir “biat” (söz, bağlılık yemini) aldı. Bu biat, savaş ihtiva etmediği için, daha sonraki Medine dönemindeki kadınlardan alınan biata benzetilerek “Kadınlar Biatı” (Bey’atü’n-Nisâ) olarak da anılmıştır.
Şu esaslar üzerine söz verdiler:
• Allah’a (c.c.) hiçbir şeyi ortak koşmamaya (Şirkten kaçınma),
• Hırsızlık yapmamaya,
• Zina etmemeye,
• Çocuklarını (kız çocuklarını) öldürmemeye,
• Birbirlerine iftira atmamaya,
• “Ma’ruf” olan (Allah’ın c.c. emrettiği) her işte Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) itaat etmeye.
Bu biatten sonra Efendimiz (s.a.v.) onlara müjdeyi verdi: “Eğer bu ahdinize (sözünüze) sadık kalırsanız, size Cennet vardır.”

Medine’nin Fethi: İlk Muallim Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Biat tamamlanmıştı, ancak Yesrib’de İslâm’ı ve Kur’ân’ı öğretecek bir “Muallim” (Öğretmen) lazımdı. Yesribliler, “Yâ Resûlallah, bize dinimizi öğretecek birini gönder” diye rica ettiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu en mühim vazife için, Mekke’nin en zengin, en yakışıklı, en asil gençlerinden olup, İslâm uğruna bütün servetini ve ailesini terk eden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) seçti.
Mus’ab (r.a.), İslâm tarihinin ilk “Muallimi” ve “Sefiri” (Elçisi) olarak Yesrib’e gitti. Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Mus’ab’ın (r.a.) Yesrib’deki bir yılı, İslâm tarihinin en büyük fetihlerinden biridir. Bu, kılıçla değil, “Kalp” ve “Kur’ân” ile yapılan bir fetihti.
O (r.a.), o mübarek Kur’ân’ı o kadar güzel okuyor, İslâm’ı o kadar hikmetle anlatıyordu ki, O’nu (r.a.) dinleyenler iman etmeden duramıyordu.
Bu fethin zirvesi, Yesrib’in en güçlü kabile reislerinden ikisinin Müslüman oluşuydu. Evs kabilesinin liderlerinden Üseyd bin Hudayr ve kabilenin baş reisi Sa’d bin Muâz.
Sa’d bin Muâz, teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin evinde kalan bu “Mekkeli” genci (Mus’ab’ı) durdurması için önce Üseyd’i gönderdi. Üseyd (r.a.), mızrağını eline alıp öfkeyle Mus’ab’ın (r.a.) yanına vardı.
Mus’ab (r.a.), o muazzam vakarıyla dedi ki: “Ey Efendi! Oturup bir an dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey duyarsan, biz de buradan ayrılırız.”
Üseyd (r.a.), “Âdil bir teklif” diyerek oturdu.
Mus’ab (r.a.) Kur’ân okumaya başladığında, Üseyd’in (r.a.) yüzü aydınlandı ve “Bu ne güzel bir kelâm!” diyerek oracıkta Müslüman oldu.
Ardından, Sa’d bin Muâz’ı (r.a.) da Mus’ab’ı (r.a.) dinlemeye ikna etti. Kabile reisi Sa’d (r.a.) da Mus’ab’ı (r.a.) dinledi ve o da Müslüman oldu.
Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) imanı, Yesrib’in kaderini değiştirdi. Derhal kabilesinin (Beni Abdüleşhel) toplandığı yere gitti ve gürledi:
“Ey kavmim! Beni nasıl bilirsiniz?”
“Sen bizim Efendimizsin, reisimizsin, en akıllımızsın!”
“Öyleyse,” dedi Sa’d (r.a.), “Allah’a (c.c.) ve O’nun Resûlü’ne (s.a.v.) iman etmedikçe, sizin kadınlarınızla ve erkeklerinizle konuşmak bana haram olsun!”
O gün, Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) bu tavrı üzerine, Beni Abdüleşhel kabilesinden tek bir kişi bile müşrik olarak kalmadı; hepsi o akşam Müslüman oldu.
Mus’ab’ın (r.a.) o bereketli daveti sayesinde, bir yıl içinde Yesrib’de İslâm’ın girmediği, Kur’ân’ın okunmadığı neredeyse tek bir ev kalmamıştı.

İkinci Akabe Biatı (Büyük Biat / Savaş Biatı) (Nübüvvet’in 13. Yılı – M. 622)

Ertesi yıl (Hicretten sadece birkaç ay önce), Hac mevsimi geldi. Bu kez Mus’ab bin Umeyr (r.a.), yanında Yesrib’den muazzam bir cemaatle Mekke’ye döndü. İçlerinde 73 erkek ve 2’si kadın (Hz. Nuseybe bint Ka’b ve Hz. Esmâ bint Amr) olmak üzere 75 Müslüman vardı.
Bu, artık sadece dinlemek değil, Resûlullah’ı (s.a.v.) “davet etmek” ve O’nu (s.a.v.) “korumak” için yapılan bir biatti.
Mekkeli müşriklerden gizli olarak, gecenin ilerleyen bir vaktinde, yine Akabe’de buluşmak üzere sözleştiler.
O gece, Yesribli Müslümanlar (artık “Ensâr” – Yardımcılar olacaklardı) gizlice Akabe’ye süzüldüler. Resûlullah (s.a.v.) da yanına, o güne kadar henüz iman etmemiş olmasına rağmen O’nu (s.a.v.) koruyan amcası Hz. Abbâs’ı (r.a.) alarak geldi.
Toplantıyı ilk açan Hz. Abbâs (r.a.) oldu. Bir kabile reisi olarak, Yesriblilerin niyetinin ciddiyetini ölçmek istiyordu:
“Ey Hazrec cemaati! Biliyorsunuz, Muhammed (s.a.v.) bizdendir, O’nu (s.a.v.) şimdiye kadar kavmimizden (Kureyş’ten) koruduk. O (s.a.v.), bizim aramızda izzetlidir. Fakat O (s.a.v.), size katılmakta ısrar ediyor. Eğer O’nu (s.a.v.), kendi canınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacağınıza yemin ediyorsanız, alın O’nu (s.a.v.) götürün. Ama eğer başınız dara düşünce O’nu (s.a.v.) düşmana teslim edecekseniz, O’nu (s.a.v.) şimdiden burada bırakın!”
Yesribliler gürledi: “Söylediklerini duyduk! Yâ Resûlallah, Sen (s.a.v.) konuş! Bizden kendin için ve Rabbin (c.c.) için ne söz istiyorsan söyle!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) konuştu, Kur’ân okudu ve onlardan şu sözü aldı:
“Kendi kadınlarınızı ve çocuklarınızı nelerden koruyorsanız, beni de onlardan koruyacağınıza; iyi günde ve kötü günde, darlıkta ve bollukta bana itaat edeceğinize biat (yemin) etmenizi istiyorum.”
Bu, “Bey’atü’l-Harb” (Savaş Biatı) idi. Bu, Yesrib’in, Resûlullah (s.a.v.) uğruna bütün Arabistan’ı karşısına almayı göze alması demekti.
İlk biat eden Berâ bin Ma’rûr (r.a.) oldu. Ardından hepsi tek tek Efendimiz’in (s.a.v.) elini tutarak bu büyük yemini ettiler.

Şeytan’ın Feryadı ve Hicret İzni

Tam biat tamamlanmıştı ki, Akabe tepesinden bir ses, gecenin sessizliğini yırttı. Bu, İblis’in (şeytanın) feryadıydı:
“Ey Mina’da konaklayanlar (Kureyş)! Haberiniz var mı? Muhammed (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) Sâbiîleri (dinden dönenler), sizinle savaşmak üzere anlaştılar!”
Resûlullah (s.a.v.) “Korkmayın, bu tepenin şeytanıdır” buyurdu. Ensâr kılıçlarına davranıp “Yâ Resûlallah! İstersen şu an Mina’daki Kureyş’e kılıçlarımızla saldıralım!” dedilerse de, Efendimiz (s.a.v.) “Hayır, henüz savaşla emrolunmadım. Şimdi gizlice çadırlarınıza dönün” buyurdu.
Ertesi sabah Kureyş, bu söylentiyi duymuş, öfkeyle Yesriblilerin kampına gelmişti. Ancak Yesribli müşriklerin olan bitenden haberi yoktu, Müslümanlar da inkâr edince Kureyş, bir delil bulamadan geri çekilmek zorunda kaldı.
Artık İslâm’ın yeni vatanı hazırdı. Sığınak bulunmuş, himaye (koruma) yemini alınmıştı.
Mus’ab’ın (r.a.) Kur’ân ile fethettiği Yesrib, Resûlullah’ı (s.a.v.) bekliyordu.
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’de zulüm altında inleyen Müslümanlara döndü ve o beklenen müjdeyi verdi:
“Allah Teâlâ (c.c.), size hicret edeceğiniz bir yurt ve (sığınacağınız) kardeşler lütfetti. Artık (Yesrib’e) hicret için hazırlanın. Bölükler halinde oraya gidin!”
İslâm tarihinin en büyük göçü, “Hicret” başlıyordu.

BÖLÜM 12: BÜYÜK HİCRET – “ÜZÜLME, ALLAH (C.C.) BİZİMLEDİR!”
(Mekkî Dönemin Sonu – Medeniyetin Başlangıcı)

Mekke Boşalıyor
İkinci Akabe Biatı’nda o sarsılmaz “koruma yemini” alındıktan sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’deki mü’minlere o Cihan Şümul izni vermişti:
“Allah Teâlâ (c.c.), size (hicret edeceğiniz) bir yurt ve (sığınacağınız) kardeşler lütfetti. Artık Yesrib’e hicret ediniz.”
Mekke’deki Müslümanlar, Kureyş’in zulmünden kurtulmak için, o güne kadar edindikleri ne varsa; evlerini, mallarını, mülklerini, akrabalarını ve vatanlarını terk ederek, gizlice, küçük kafileler halinde Yesrib’e doğru yola çıkmaya başladılar.
Bu hicret, gizli ve meşakkatliydi. Müşrikler fark ettiklerini yakalıyor, işkence ediyor, mallarına el koyuyorlardı. Meselâ, Suheyb-i Rûmî (r.a.) hicret ederken müşrikler yolunu kesmiş, “Sen buraya fakir geldin, zengin oldun. Şimdi hem kendini hem malını götüremezsin!” demişlerdi. Hz. Suheyb (r.a.), Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşabilmek için bütün servetini onlara bırakıp, dinini alıp gitmişti. (Efendimiz (s.a.v.) bu haberi duyunca, “Suheyb kârlı bir ticaret yaptı!” buyuracaktı.)
Ancak bu gizli hicretin bir istisnası vardı: Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh).
O (r.a.), gizlenmeyi reddetti. Kılıcını kuşandı, yayını omzuna taktı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’ye gitti, Müşriklerin nazarları (bakışları) altında Kâbe’yi tavaf etti. Makâm-ı İbrahim’de namaz kıldı. Sonra Kureyş’in ileri gelenlerinin oturduğu yere dikildi ve o meşhur meydan okumasını yaptı:
“Ey Kureyş! İşte ben de hicret ediyorum! Kim anasını ağlatmak, evladını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimseden ses çıkmadı. Hz. Ömer (r.a.), izzetle ve alenen Yesrib’e doğru yola çıktı.

Kureyş’in Paniği ve Dârü’n-Nedve’deki Suikast Planı

Mekke’nin günden güne boşalması, Kureyş’i dehşete düşürmüştü. Müslümanlar gidiyordu. Ama daha da tehlikelisi, O’nun (s.a.v.) davasının başı, Muhammed (s.a.v.), henüz Mekke’deydi.
Biliyorlardı ki, eğer O (s.a.v.) da Yesrib’e giderse, orada güçlü bir ordu kurar ve Mekke’nin ticaret yollarını keserek onlardan intikam alırdı.
Çare bulmak için, Kureyş’in meclisi (parlamentosu) olan Dârü’n-Nedve’de “acil” koduyla toplandılar. Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Halef… Hepsi oradaydı.
Siyer kaynakları, o toplantıya İblis’in (şeytanın), “Necidli bir ihtiyar (yaşlı)” kılığında katıldığını ve onlara akıl verdiğini nakleder.
Üç teklif ortaya atıldı:
• Hapis: “O’nu (s.a.v.) demir bir hücreye atalım, ölene kadar orada tutalım.”
Necidli ihtiyar (İblis) itiraz etti: “Olmaz! Taraftarları (Ashâbı) bunu duyar, bir baskın yapar ve O’nu (s.a.v.) kurtarırlar.”
• Sürgün: “O’nu (s.a.v.) Mekke’den sürelim, nereye giderse gitsin.”
Necidli ihtiyar (İblis) yine itiraz etti: “Bu daha tehlikeli! O’nun (s.a.v.) sözü tatlıdır. Gittiği yerde başka kabileleri ikna eder, topladığı bir orduyla döner, sizi yok eder.”
• Suikast (Öldürmek): En zalim teklif, Ebû Cehil’den geldi: “İçimizde tek bir çare kaldı: O’nu (s.a.v.) öldürmek!”
Ama nasıl? Eğer bir kabile O’nu (s.a.v.) öldürürse, Efendimiz’in (s.a.v.) kabilesi (Beni Hâşim) kan davası güderdi.
Ebû Cehil, o şeytanî planını açıkladı:
“Her kabileden birer tane güçlü, cesur ve asil genç seçeceğiz. Bu gençler (sayıları 10-15 kişi), gece O’nun (s.a.v.) evini saracak ve O (s.a.v.) dışarı çıktığı anda, hepsi birden tek bir adam gibi kılıçlarını vurup O’nu (s.a.v.) öldürecek.”
Plan mükemmeldi. Böylece O’nun (s.a.v.) kanı bütün kabilelere dağılacak, Beni Hâşim kabilesi bütün Kureyş’e savaş açamayacağı için, mecburen “diyet” (kan parası) kabul etmek zorunda kalacaktı.
Necidli ihtiyar (İblis), “İşte en doğru fikir budur!” diyerek planı tasdik etti. Karar alındı. Suikast, o gece icra edilecekti.

İlâhî Müdahale ve Hicret Gecesi

Onlar tuzak kurdular, ancak tuzak kuranların en Hayırlısı olan Allah Teâlâ’nın (c.c.) da bir planı vardı.
O gün, Cebrail (aleyhisselâm) Efendimiz’e (s.a.v.) geldi:
“Yâ Resûlallah! Rabbin (c.c.) sana hicret iznini verdi. Bu gece, her gece yattığın yatağında yatma!”
Emir gelmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal en sadık dostunun, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) evine, her zaman gittiği vaktin dışında, öğle sıcağında, başını örterek gitti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), O’nu (s.a.v.) görünce heyecanlandı: “Yâ Resûlallah! Mutlaka mühim bir hadise var!”
“Evet, yâ Ebâ Bekir. Allah (c.c.) bana hicret izni verdi.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevinçle sordu: “es-Sohbet, yâ Resûlallah?” (Yol arkadaşlığı bana mı, ben de Seninle (s.a.v.) miyim?)
Resûlullah (s.a.v.) “Evet” buyurunca, Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevincinden ve şükründen ağlamaya başladı. O (r.a.), aylardır iki deve satın almış, onları sırf bu yolculuk için besliyordu.
Plan yapıldı. Gece yola çıkılacaktı.
Ancak bir sorun vardı: Efendimiz’in (s.a.v.) evinde, Mekkelilerin O’na (s.a.v.) (hâlâ “el-Emîn” dedikleri için) bıraktıkları birçok “emanet” vardı. Ve O’nu (s.a.v.) öldürmeye gelen katillerin, evde O’nun (s.a.v.) yattığını zannetmeleri, O’na (s.a.v.) zaman kazandırması gerekiyordu.
Bu, “ölümüne” bir vazifeydi. Resûlullah (s.a.v.), bu vazife için amcasının oğlu Hz. Ali’yi (r.a.) çağırdı:
“Yâ Ali! Bu gece benim yatağıma yat, benim şu yeşil hırkamı üzerine ört. Korkma! Sana hiçbir zarar erişmeyecektir. Sabah olunca da, şu emanetleri sahiplerine teslim et ve sen de Yesrib’e doğru yola çık.”
Hz. Ali (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) canını kurtarmak için kendi canını hiçe sayarak, o gece o ölüm yatağına tereddütsüz yattı.
Gece yarısı, Kureyş’in seçkin suikastçıları evi sardı. Kapı aralığından baktıklarında, yatakta birinin yattığını (Hz. Ali r.a.) ve üzerinde Efendimiz’in (s.a.v.) yeşil hırkasının olduğunu gördüler. O’nun (s.a.v.) uyuduğunu zannedip, sabah dışarı çıkmasını beklemeye başladılar.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), gecenin o vaktinde, kapıyı açtı, suikastçıların arasından geçti. O (s.a.v.) geçerken, Kur’ân-ı Kerîm’den Yâsîn Suresi’nin ilk ayetlerini okuyordu. O meşhur 9. ayete geldiğinde, bir avuç toprak aldı ve ayeti okuyarak katillerin başlarına serpti:
“Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.” (Yâsîn, 36/9 )
Cenâb-ı Hak, onların gözlerine perde indirmişti. O kadar katil, kapının önünde beklerken, O’nu (s.a.v.) görmediler.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine gitti ve iki sadık dost, gecenin karanlığında Mekke’den ayrıldılar.

Sevr Mağarası: “Lâ Tahzen”

Sabah oldu. Suikastçılar eve daldı. Hırkayı kaldırdıklarında, karşılarında Hz. Ali’yi (r.a.) buldular. Şok olmuşlardı. “Muhammed (s.a.v.) nerede?”
Hz. Ali (r.a.), “Bilmiyorum, bana bekçilik mi verdiniz?” diye cevapladı.
Kureyş, aldatıldığını anlamıştı. İslâm tarihinin en büyük insan avı başladı. Her yere atlılar, izciler (iz sürenler) gönderdiler. Efendimiz’i (s.a.v.) ölü veya diri getirene 100 deve (muazzam bir servet) ödül vaat ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), Kureyş’i şaşırtmak için Yesrib’e (Kuzey’e) değil, tam zıt istikamete, Mekke’nin Güney’indeki Sevr Dağı’na (Sevr Mağarası) tırmandılar.
Üç gün, üç gece bu mağarada gizlendiler.
Bu üç günde, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ailesi, tarihe geçecek bir istihbarat ve lojistik ağı kurdu:
• Oğlu Abdullah bin Ebî Bekir, geceleri mağaraya gelir, gündüz Mekke’de olan bitenleri (Kureyş’in planlarını) babasına ve Resûlullah’a (s.a.v.) rapor ederdi.
• Kızı Hz. Esmâ (r.anha), geceleri onlara yiyecek ve su taşırdı. (Bir seferinde yiyecek torbasını bağlayacak bir şey bulamayınca, belindeki kuşağı (Nitaq) yırtıp ikiye ayırmış; biriyle torbayı, biriyle belini bağlamıştı. Bu yüzden O’na (r.anha) “Zâtü’n-Nitâkayn” – İki Kuşak Sahibi denildi.)
• Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) azatlısı Âmir bin Füheyre, geceleri koyun sürüsünü mağaranın oraya getirir, hem onlara taze süt sağlar hem de Abdullah ve Esmâ’nın (r.anhümâ) ayak izlerini sürüsüyle kapatarak delilleri yok ederdi.
Mekke’nin en usta izcileri, ayak izlerini takip ede ede, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar geldiler.
Mağaranın içinde, Hz. Ebû Bekir (r.a.), dışarıdaki müşriklerin seslerini ve ayaklarını görüyordu. Endişesi kendisi için değil, yanındaki “Emanet” (Resûlullah s.a.v.) içindi.
Fısıldadı: “Yâ Resûlallah! Yakalandık! Eğilip ayaklarının dibine baksalar, bizi görecekler!”
İşte o an, tevekkülün ve imanın zirvesi olan o mübarek söz, Resûlullah’ın (s.a.v.) dilinden döküldü:
“Yâ Ebâ Bekir! Lâ Tahzen! İnnallâhe me’anâ.”
(Ey Ebû Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allah (c.c.) bizimledir.)
“Üçüncüsü Allah (c.c.) olan iki kişiye, sen ne zannediyorsun (kim zarar verebilir)?”
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle ebedîleştirmiştir:
“…Hani o ikisi mağarada iken, arkadaşına, ‘Üzülme! Çünkü Allah (c.c.) bizimle beraberdir’ diyordu. Allah (c.c.) da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin görmediğiniz ordularla onu desteklemişti…” (Tevbe, 9/40 )
Müşrikler mağaranın ağzına geldiklerinde, ilâhî bir mucizeyle karşılaştılar: Bir örümcek, mağaranın ağzına mükemmel bir ağ örmüş; bir çift yabani güvercin de oraya yuva yapıp yumurtlamıştı.
İzciler dedi ki: “Buraya giremeyiz. Bu örümcek ağı, Muhammed (s.a.v.) doğmadan eskidir. Güvercinler de burada. İnsan girmiş olsa, bunlar burada durur muydu?”
Ve geri dönüp gittiler.

Sürâka’nın Takibi ve Çölün Mucizesi

Üç günün sonunda, Mekke’deki arama telaşı biraz yatışınca, iki dost ve rehberleri Abdullah bin Uraykıt (henüz müşrikti ama güvenilirdi), develerine binip Yesrib’e doğru, sahil yolundan yola çıktılar.
Ancak 100 develik ödül, Sürâka bin Mâlik adındaki cesur bir savaşçının iştahını kabartmıştı. Atını sürmüş, izlerini bulmuş ve onlara yetişmişti.
Tam yaklaşıp kılıcını çekecekken, atının ön ayakları kuma saplandı, Sürâka yere düştü.
Kalktı, fal oklarına baktı (o günün âdeti), “Zarar verme” oku çıktı. Ödülü düşünerek oku dinlemedi, atına bindi, tekrar sürdü.
İkinci kez yaklaştığında, atının ayakları bu kez dizlerine kadar, sert çöl toprağına, sanki bir bataklıkmış gibi gömüldü.
Sürâka, bunun beşerî (insanî) bir hadise olmadığını, O Zât’ın (s.a.v.) ilâhî bir himaye altında olduğunu anladı.
Bağırdı: “Ey Muhammed! Eman ver! Söz veriyorum, size zarar vermeyeceğim ve arkanızdan gelen herkesi geri çevireceğim!”
Efendimiz (s.a.v.) durdu. Sürâka’nın atı mucizevî bir şekilde kurtuldu. Sürâka, O’ndan (s.a.v.) bir “eman belgesi” istedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir deri parçasına o belgeyi yazıp verdi.
Sürâka geri dönerken, Efendimiz (s.a.v.) O’na (s.a.v.) baktı ve İslâm tarihinin en büyük müjdelerinden (mucizevî haberlerinden) birini verdi:
“Geri dön, ey Sürâka! Nasıl olursun, Kisrâ’nın (İran/Pers Kralı’nın) bileziklerini kollarında taktığın gün?”
(Yıllar sonra, Hz. Ömer (r.a.) devrinde İran fethedilip Kisrâ’nın hazineleri Medine’ye getirildiğinde, Hz. Ömer (r.a.) Sürâka’yı çağırmış, Kisrâ’nın tacını, elbisesini ve o altın bileziklerini Sürâka’ya giydirmiş ve “Sözünü yerine getiren Allah’a (c.c.) hamdolsun!” diyerek bu mucizenin gerçekleştiğini ilan etmiştir.)

Varış: Kuba ve İlk Mescid

Yolculuk devam etti. Yesrib’de ise nefesler tutulmuştu. Ensâr (Medineli Müslümanlar), her sabah güneş doğarken şehrin dışındaki “Harre” denilen tepelere çıkar, O’nun (s.a.v.) yolunu gözlerlerdi. Öğle sıcağı bastırınca, ümitleri kırılarak evlerine dönerlerdi.
Hicretin 8. günü (Pazartesi, Rebiülevvel ayı), yine böyle umutlu bir bekleyişin ardından evlere dönülmüştü.
Bir Yahudi, kendi kalesinin üzerinden ufka bakarken, çölde, serapların içinde yaklaşan beyaz elbiseli o küçük kafileyi gördü. Anladı. Yesrib’de yankılanan ilk o bağırdı:
“Ey Evs ve Hazrec! Müjde! Beklediğiniz O büyük Misafiriniz, Sahibiniz geliyor!”
Yesrib, o anda bir bayram yerine döndü. Tekbir sesleri (“Allahu Ekber!”) semâyı doldurdu. Erkekler, kadınlar, çocuklar; herkes evlerinden fırladı. O’nu (s.a.v.) karşılamak için şehrin dışına koştular.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Yesrib’e girmeden önce, şehrin güneyinde, Amr bin Avf oğullarının yurdu olan Kuba mevkiinde durdu. Orada birkaç gün (rivayete göre 10-14 gün) misafir kaldı.
O (s.a.v.), bir devlet kurmaya geliyordu ve bir devletin temeli “Mescid” (Secde edilen yer) idi. Kuba’da yaptığı ilk iş, bizzat kendisi de bir işçi gibi taş taşıyarak, İslâm tarihinin ilk Mescidi’ni inşa etmek oldu.
İşte bu Mescid, Kur’ân-ı Kerîm’in övdüğü o mübarek makamdı:
“…İlk günden temeli takvâ (Allah’a (c.c.) karşı gelmekten sakınma) üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi)…” (Tevbe, 9/108 )
Mekke’de zulümle geçen 13 yıl bitmiş; Medine’de izzetle ve devletle geçecek 10 yıl başlamıştı.

BÖLÜM 13: MEDİNE’NİN KURULUŞU – MESCİD-İ NEBEVÎ
(Medenî Dönem – I)

Nurlu Şehre Giriş (Cuma Günü)

Bu, bir Cuma günüydü. Efendimiz (s.a.v.), Kuba’dan ayrıldı, mübarek devesi “Kasvâ”nın üzerindeydi. Yanında en sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve etrafını bir hale gibi sarmış olan Ensâr (Medineli Müslümanlar) ve Muhâcirler (Mekkeli Müslümanlar) vardı.
Yesrib, o gün tarihinin en parlak, en sevinçli gününü yaşıyordu.
O (s.a.v.), şehre girmeden önce, Rânûnâ Vâdi’si denilen yerde, Sâlim bin Avf kabilesinin yurdunda durdu. Öğle vakti girmişti. Orada, Medine’deki ilk Cuma Namazı’nı kıldırdı ve ilk Cuma Hutbesi’ni irad etti. İslâm’ın en mühim şeâirinden (sembollerinden) biri, daha şehre girilmeden icra edilmişti.
Namazdan sonra Kasvâ’ya bindi ve Yesrib’e doğru ilerledi.
Bu, tasviri mümkün olmayan bir manzaraydı.
Yollar, evlerin çatıları, hurma ağaçlarının tepeleri, Âlemlerin Efendisi’ni (s.a.v.) görmek için sabırsızlanan insanlarla doluydu. Kadınlar, erkekler, yaşlılar ve bilhassa çocuklar…
Medineli küçük kız çocukları, ellerinde defler olduğu halde, sevinçle ve neşeyle o meşhur beyti (mısrayı) terennüm ediyorlardı:
“Talea’l-bedru ‘aleynâ,
(Ay doğdu üzerimize,)
Min seniyyâti’l-Vedâ’…
(Vedâ Tepelerinden…)
Vecebe’ş-şükrü ‘aleynâ,
(Şükretmek vâcib oldu bize,)
Mâ de’â lillâhi dâ’…
(Allah’a (c.c.) dua eden oldukça…)”
Yesrib’in adı, O’nun (s.a.v.) mübarek ayaklarının basmasıyla o gün değişmişti; artık orası “Medînetü’l-Münevvere” (Nurlanmış Şehir) idi.

Tatlı Yarış ve Devenin Kararı: Kasvâ

Efendimiz (s.a.v.) şehrin sokaklarından ilerlerken, Medine’nin bütün kabile reisleri (Ensâr), O’nu (s.a.v.) kendi evlerinde misafir edebilmek için büyük bir heyecan ve yarış içindeydi.
Her kabilenin mahallesinden geçerken, o kabilenin reisi Kasvâ’nın yularına yapışıyor ve “Buyur yâ Resûlallah! En güçlü himaye, en kalabalık nüfus, en zengin mal bizdedir! Bizim evimizde kalın!” diye davet ediyordu.
Efendimiz (s.a.v.), kimseyi kırmak, kimseyi diğerine tercih ederek bir gönül kırıklığına sebep olmak istemiyordu.
O (s.a.v.), o mübarek hikmetiyle, yuları tutanlara tebessüm ediyor ve sadece şunu söylüyordu:
“Sebiluha! Fe innehâ me’mûretün.”
(Devenin yolunu açın, onu serbest bırakın! Muhakkak ki o, (nereye çökeceği hususunda) emrolunmuştur!)
Kasvâ, ilâhî bir emirle hareket ediyordu. Bütün Medine’nin nazarı (bakışı) devenin adımlarındaydı. Kimin evinin önünde çökecekse, bu Cihan Şümul şeref o aileye nasip olacaktı.
Deve, sokakları geçti, Neccâroğulları (Efendimiz’in (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib’in dayıları) mahallesine geldi. Bugün Mescid-i Nebevî’nin bulunduğu geniş, boş bir arsaya geldi ve oraya çöktü.
Efendimiz (s.a.v.) deveden inmedi. Deve, bir müddet durdu, sonra tekrar kalktı, biraz ilerledi, döndü dolaştı ve tekrar gelip ilk çöktüğü yere ikinci kez çöktü. Boynunu yere uzattı ve oradan kalkmayacağını belli etti.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “İnşallah, menzilimiz (konaklayacağımız yer) burasıdır” buyurdu ve devesinden indi.

En Mübarek Misafir: Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.)

Efendimiz (s.a.v.), “Bu arsa kimindir?” diye sordu. “Sehl ve Süheyl adında iki yetim çocuğa aittir” dediler.
Sonra sordu: “Bu arsaya en yakın ev kimin evidir?”
Bu şerefin kime nasip olacağını bekleyen kalabalığın içinden bir ses, sevinçle ve heyecanla yükseldi. Bu, Neccâroğullarından Hâlid bin Zeyd idi. Tarihin O’nu (r.a.) tanıyacağı ismiyle: Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallâhu anh).
Ebû Eyyûb (r.a.), koşarak geldi, Efendimiz’in (s.a.v.) eşyalarını (semerini) yüklendi ve “Benim evimdir, yâ Resûlallah! İşte kapısı burasıdır, buyurunuz!” dedi.
O (r.a.), Resûlullah’ı (s.a.v.) evine davet ediyordu. (Bu davet, asırlar sonra o mübarek sahabenin, İstanbul surları önünde şehit olmasına kadar sürecek bir sevdanın başlangıcıydı.)
Ebû Eyyûb’un (r.a.) evi iki katlı, mütevazı bir Medine eviydi. Ebû Eyyûb (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) üst kata yerleşmesini, zira ev sahibinin yukarıda olmasının edebe daha uygun olduğunu arz etti.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kendisini ziyarete gelecek olan misafirleri (Ashâbı) düşünerek, o eşsiz tevazusuyla şöyle buyurdu:
“Hayır, yâ Ebâ Eyyûb. Alt kat, hem bizim için hem de gelen giden misafirler için daha müsaittir (daha kolaydır).”
Efendimiz (s.a.v.) alt kata yerleşti. Ebû Eyyûb (r.a.) ve zevcesi (r.anha) üst kata çıktılar.
O gece, İslâm tarihinin en nazik hadiselerinden biri yaşandı. Ebû Eyyûb (r.a.) ve zevcesi (r.anha) uyuyamadılar.
“Biz nasıl olur da, Allah’ın Resûlü (s.a.v.) altımızda iken biz O’nun (s.a.v.) üstünde uyuruz? Biz nasıl O’nun (s.a.v.) ile Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) arasına gireriz?” diye büyük bir hicap (utanma) ve endişe duydular.
O gece, yatağa girmediler. Odanın, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu hizanın dışındaki bir köşesine çekildiler. Sabah olunca, Efendimiz’e (s.a.v.) yalvararak bu durumu anlattılar ve O’nu (s.a.v.) üst kata çıkmaya ikna ettiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanana kadar, yaklaşık yedi (7) ay boyunca, bu mübarek Sahabî’nin (r.a.) evinde misafir kaldı.

İslâm Medeniyeti’nin Kalbi: Mescid-i Nebevî’nin İnşası

Efendimiz (s.a.v.), misafir olduğu evden, devesinin çöktüğü o arsayı işaret etti. Burası, İslâm Devleti’nin başkenti, karargâhı, meclisi, üniversitesi ve ibadethanesi olacaktı.
Arsa, Neccâroğullarından Sehl ve Süheyl adındaki iki yetim kardeşe aitti. Onların vasisi (koruyucusu) olan Es’ad bin Zürâre (r.a.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) arsayı satın almak istedi. Yetimler ve vasileri, “Yâ Resûlallah! Biz onu Sana (s.a.v.) bedelsiz, Allah (c.c.) rızası için hediye ediyoruz!” dediler.
Ancak Rahmet Peygamberi (s.a.v.), yetimlerin malını bedelsiz almayı kabul etmedi. Arsanın bedelinin (10 dinar altın) ödenmesinde ısrar etti ve parasını, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) malından ödedi.
Arsa satın alınmıştı. İçinde eski müşrik mezarları, yıkıntılar ve hurma ağaçları vardı. Efendimiz (s.a.v.) mezarların nakledilmesini, yıkıntıların temizlenmesini ve ağaçların kesilmesini emretti.
Ve inşaat başladı.
Bu inşaat, bir hükümdarın saray inşaatı değil, bir Peygamberin (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm), omuz omuza vererek kendi mabetlerini kurdukları bir imece (dayanışma) idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir kumandan gibi kenarda durmadı. Bizzat bir işçi gibi çalıştı. Mübarek omuzlarıyla kerpiç ve taş taşıdı.
O’nun (s.a.v.) bu gayretini gören Ashâb (r.anhüm), şevkle ve aşkla çalışıyor, bir yandan da şu beyti (mısrayı) söylüyorlardı:
“Lein ka’adnâ ve’n-Nebiyyü ya’melü / Fezâke minne’l-‘amelü’l-mudallelü”
(“Eğer Peygamber (s.a.v.) çalışırken biz oturursak / Bu, bizce, dalâletten (yanlışlıktan) başka bir şey değildir!”)
Efendimiz (s.a.v.) de onlara katılıyor, onların şevkini artırmak için şöyle dua ediyordu:
“Allâhümme! Lâ ‘ayşe illâ ‘ayşü’l-Âhirah / Ferham (Fagfir) li’l-Ensâri ve’l-Muhâcirah”
(“Allah’ım! (Gerçek) hayat, ancak Ahiret hayatıdır / Ensâr’ı ve Muhâcirler’i Sen (c.c.) bağışla!”)
Mescid, son derece mütevazı, ancak fonksiyonu (vazifesi) muazzam bir yapıydı:
• Temelleri taştan atıldı.
• Duvarları, çamurla karıştırılıp güneşte kurutulmuş kerpiçten yapıldı.
• Tavanı, kesilen hurma ağaçlarının gövdeleri (direk olarak) ve hurma dalları (çatı olarak) ile kapatıldı.
• Zemini kum ve topraktı.
• Kıblesi, o dönemde henüz Mescid-i Aksâ (Kudüs) idi.
• Üç kapısı vardı.
Ancak bu sadece bir “Mescid” (Namaz kılınan yer) değildi.
• Efendimiz (s.a.v.) ve ailesinin (Hz. Aişe r.anha ve Hz. Sevde r.anha) kalması için, Mescid’in bitişiğine, duvarları yine kerpiçten, tavanları hurma dallarından olan iki mütevazı “Hücre-i Saadet” (Oda) inşa edildi.
• Mescid’in bir köşesi, “Suffe” adı verilen bir gölgelikle ayrıldı. Burası, İslâm’ın ilk yatılı üniversitesiydi. Evi, malı mülkü olmayan, hayatını sadece Resûlullah’tan (s.a.v.) ilim öğrenmeye adayan fakir Sahabîler (“Ashâb-ı Suffe”) burada kalırdı. (Ebû Hüreyre (r.a.) gibi en çok hadis rivayet eden sahabeler burada yetişecekti.)
Mescid-i Nebevî’nin inşası yaklaşık 7 ay sürdü.
İnşaat bittiğinde, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) evinden kendi hanesine taşındı.
İslâm Devleti’nin başkenti, orduların sevk edileceği karargâhı, elçilerin kabul edileceği meclisi ve Kıyamete kadar Müslümanların kalbinin atacağı o mübarek merkez (Mescid-i Nebevî) artık kurulmuştu.
Efendimiz’in (s.a.v.) önünde acilen çözülmesi gereken iki mühim içtimaî (sosyal) mesele duruyordu:
• İç Bütünlük: Mekke’den her şeyini (evini, malını, ailesini) terk ederek gelen Muhâcirler (Göç Edenler), Medine’de fakir ve sığınmacı durumundaydılar. Medine’nin yerlisi olan Ensâr (Yardımcılar) ise zengin ve mülk sahibiydi. Bu iki grubun, “zengin-fakir” veya “yerli-göçmen” ayrımına düşmeden, tek bir “Ümmet” potasında eritilmesi gerekiyordu.
• Dış İlişkiler: Medine, homojen (tek tip) bir yapı değildi. Müslümanların yanı sıra, asırlardır orada yaşayan güçlü Yahudi kabileleri (Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza) ve henüz İslâm’a girmemiş putperest Arap kabileleri vardı. Bu farklı inanç gruplarıyla “bir arada yaşama” hukukunun tesis edilmesi şarttı.
Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu iki meseleyi, Nübüvvet hikmetiyle ve Cihan Şümul bir ferâsetle çözüme kavuşturdu.

*********

BÖLÜM 14: KARDEŞLİK ASRI VE İLK ANAYASA
(Medenî Dönem – II)

1. İç Bütünlük: Muâhât (Kardeşlik Antlaşması)

Hicretin ilk aylarında (yaklaşık 5-8 ay sonra), Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ve Muhâcirleri, Medine’nin meşhur simalarından Enes bin Mâlik’in (r.a.) evinde topladı. O gün, Mescid-i Nebevî’de yaklaşık 90 (veya 100) Sahabî vardı (yarısı Ensâr’dan, yarısı Muhâcirler’den).
Efendimiz (s.a.v.), onlara hitap etti ve İslâm tarihinin en muazzam içtimaî (sosyal) projesini ilan etti: “Muâhât” (Kardeşleştirme).
O (s.a.v.), buyurdu ki: “Allah (c.c.) rızası için ikişer ikişer kardeş olunuz!”
Bu, sıradan bir “arkadaş olun” emri değildi. Bu, kan bağının (nesep) ötesinde, “iman bağı” ile kurulan yeni bir aile hukuku tesisiydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), her Muhâcir’i, Medine’deki bir Ensâr ile “kardeş” ilan etti.
• Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hârice bin Zeyd (r.a.) kardeş oldu.
• Hz. Ömer (r.a.) ile İtbân bin Mâlik (r.a.) kardeş oldu.
• Mekke’nin en zenginlerinden olan, ama her şeyini bırakıp gelen Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Medine’nin en zenginlerinden olan Sa’d bin Rebî’ (r.a.) kardeş oldu.
• Ve Efendimiz (s.a.v.), kendisini de bu kardeşliğin dışında tutmadı. Hz. Ali’yi (r.a.) yanına çağırdı ve O’na (r.a.), “Sen de benim dünya ve ahiret kardeşimsin” buyurarak O’nu (r.a.) onurlandırdı.
Bu “Kardeşlik” emri, sadece kâğıt üzerinde kalmadı. Ensâr, bu emri, tarihin kaydettiği en muazzam fedakârlık ve “îsâr” (kendi ihtiyacı varken başkasını tercih etme) ahlâkıyla hayata geçirdi.
Bu kardeşliğin en parlak misali (örneği), Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Sa’d bin Rebî’ (r.a.) arasında yaşandı.
Sa’d (r.a.), Mekkeli kardeşine dedi ki:
“Ey kardeşim Abdurrahman! Ben, Medine’nin malca en zenginlerindenim. İşte malımın yarısı! Al, o senindir. İki tane de hurma bahçem var, bak hangisini beğenirsen onu sana vereyim. İki tane de hanımım var; bak hangisi senin daha çok hoşuna giderse (veya boşanma iddeti bittikten sonra) onunla evlenmen için onu boşayayım.”
Bu, Cihan Şümul tarihte eşi görülmemiş bir cömertlik ve teslimiyetti.
Ancak Muhâcir’in izzeti de Ensâr’ın cömertliğinden aşağı kalmıyordu. Abdurrahman bin Avf (r.a.), o mübarek iffetiyle şu cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah (c.c.) malını da, aileni de sana mübarek kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Sen bana sadece, çarşınızın (pazar yerinizin) yolunu göster.”
Ensâr, balık vermeyi teklif etmiş; Muhâcir ise balık tutmayı (kendi emeğiyle kazanmayı) tercih etmişti. Abdurrahman bin Avf (r.a.), o gün Medine pazarında küçük bir ticaretle başladı ve kısa sürede Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Bu “Muâhât” sayesinde, Mekke’den gelen fakir Muhâcirler, Medine’de bir aileye, bir eve, bir işe kavuştu. Yerli-göçmen çatışması riski sıfıra indi. Zekât farz kılınmadan evvel, bu kardeşler birbirine mirasçı dahi oldular (Bedir Savaşı’na kadar).
Kur’ân-ı Kerîm, Ensâr’ın bu eşsiz ahlâkını, şu ayet-i kerîme ile ebedîleştirdi:
“…Onlar (Ensâr), hicret edenleri (Muhâcirleri) severler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kıskançlık (veya ihtiyaç) duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları (Muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler (Îsâr). Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 59/9 )

2. Dış İlişkiler: Medine Vesikası (İlk Anayasa)

İç bütünlük sağlanmıştı. Şimdi sıra, Medine’nin diğer unsurlarıyla (bilhassa Yahudilerle) olan hukuku belirlemeye gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), sadece Müslümanların değil, Medine’de yaşayan herkesin Peygamberi ve “Devlet Başkanı” idi. O (s.a.v.), bir arada yaşamanın temel şartlarını belirlemek üzere, İslâm tarihinin ve (bazı hukukçulara göre) dünya tarihinin ilk yazılı “Toplumsal Sözleşmesi” veya “Anayasası” olan Medine Vesikası’nı (Sahîfetü’l-Medîne) kaleme aldırdı.
Bu vesika (belge), Cihan Şümul bir hukuk ve adalet metniydi. Yaklaşık 47 (veya 52) maddeden oluşan bu sözleşmenin temel esasları şunlardı:
• Ümmet Kavramı: “Bu vesika, Kureyşli Müslümanlar (Muhâcirler), Yesribli Müslümanlar (Ensâr) ve onlara tâbi olup onlarla birlikte savaşanlar (Yahudiler ve diğerleri) için bir sözleşmedir. Onlar, diğer insanlardan ayrı bir ‘Ümmet’tir (siyasî bir topluluktur).”
• Din Hürriyeti: “Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir.” (İnançta tam bir hürriyet tanınmıştır.)
• Savunma Ortaklığı: “Medine’ye (Yesrib’e) dışarıdan bir saldırı olursa, (Müslümanlar ve Yahudiler) şehri birlikte savunacaklardır. Savaşın masrafları kendi aralarında paylaşılacaktır.”
• Saldırmazlık: “Sözleşmeye imza atan hiçbir taraf, diğer tarafın düşmanıyla (bilhassa Kureyş ile) gizli veya açık bir ittifak yapmayacaktır.”
• Hukukî Mercii: “Bu sözleşmeye imza atanlar arasında herhangi bir anlaşmazlık, bozgunculuk veya cinayet çıkarsa, hüküm merciî Allah (c.c.) ve Resûlü Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).”
Bu vesika ile Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Medine’deki bütün grupları “Vatan Savunması” ve “Adalet” paydasında birleştiren bir “Şehir Devleti” kurmuş oluyordu. Bu, kabileciliğe (asabiyete) dayalı Câhiliye düzeninin yıkılıp, “hukuk”a ve “vatandaşlığa” dayalı Medeniyetin başladığının resmî ilanıydı.

3. İslâm’ın Sesi: Ezan’ın Meşrû Kılınışı

Medine Devleti kurulmuş, Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Müslümanlar artık namazlarını cemaatle kılıyorlardı. Ancak bir mesele vardı: Cemaati namaz vaktinde Mescid’e nasıl toplayacaklardı?
Hristiyanlar çan (nâkûs) çalıyordu. Yahudiler boru (şofar) üflüyordu. Mecûsîler ateş yakıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti. Bazıları “Çan çalalım”, bazıları “Boru öttürelim”, bazıları “Ateş yakalım” dediyse de, Resûlullah (s.a.v.) bunların hiçbirini, diğer dinlere benzememek için kabul etmedi. “İnsanları ‘es-Salâh! es-Salâh!’ (Namaza! Namaza!) diye çağıran bir tellal (münâdî) olsun” fikri üzerinde duruldu, ancak bu da tam olarak içlerine sinmedi.
O gece, Sahâbeden Abdullah bin Zeyd (radıyallâhu anh), sâdık (doğru) bir rüya gördü.
Rüyasında, elinde bir çan (nâkûs) taşıyan yeşil elbiseli bir adam (melek) gördü. O’na (r.a.) dedi ki: “Bu çanı bana satar mısın?”
Adam sordu: “Ne yapacaksın?”
Abdullah bin Zeyd (r.a.): “İnsanları namaza çağıracağız.”
Yeşil elbiseli zat dedi ki: “Sana bundan daha hayırlısını öğreteyim mi?”
“Nedir o?”
Ve o zat, Abdullah bin Zeyd’e (r.a.) kıyamete kadar semâlarda yankılanacak olan o mübarek “Ezan” kelimelerini okudu:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber… (Allah en büyüktür…)”
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah… (Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur…)”
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah… (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür…)”
“Hayye ale’s-Salâh… (Haydi namaza…)”
“Hayye ale’l-Felâh… (Haydi kurtuluşa…)”
“Allahu Ekber, Allahu Ekber… Lâ ilâhe illallah.”
Abdullah bin Zeyd (r.a.), sabah olur olmaz heyecanla Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna koştu ve rüyasını anlattı.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve buyurdu:
“İnşallah bu, sâdık (hak) bir rüyadır. Kalk, o kelimeleri Bilâl’e (r.a.) öğret. Zira O’nun (r.a.) sesi, seninkinden daha gür ve daha güzeldir (endâ).”
Abdullah bin Zeyd (r.a.), Ezan kelimelerini Hz. Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) öğretti.
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin yanındaki en yüksek evin damına çıktı ve Medine semâlarına İslâm’ın o ilk Ezan’ını okudu.
O ses, Medine’de yankılandığı anda, evinde olan Hz. Ömer (radıyallâhu anh), sesin tesiriyle hırkasını sürükleyerek evinden fırladı. Koşarak Mescid’e geldi ve “Yâ Resûlallah! Vallahi, bu gece rüyamda ben de bu kelimelerin aynısını işittim!” dedi.
Böylece Ezan, hem sâdık rüya (Abdullah b. Zeyd ve Hz. Ömer r.anhümâ) hem de Resûlullah’ın (s.a.v.) tasdiki (Sünneti) ile İslâm’ın Cihan Şümul çağrısı olarak meşrû kılındı.
O gün, Mekke’de “Ehad! Ehad!” (Bir’dir! Bir’dir!) diye işkence gören o Habeşli köle (Hz. Bilâl r.a.), Medine’de kurulan İslâm Devleti’nin semâlarına “Allahu Ekber!” (Allah En Büyüktür!) nidasını haykıran müezzinlerin efendisi (Reisü’l-Müezzinîn) oluyordu.

BÖLÜM 15: “YEVME’L-FURKÂN”A DOĞRU – BEDİR’İN SEBEPLERİ
(Medenî Dönem – III)

Kureyş Tehdidi ve Cihâd’a İzin (İzn-i Cihâd)

Kureyş müşrikleri, Müslümanların hicret etmesine izin vermekle yetinmemiş, onların Mekke’de bıraktıkları evlerine ve mallarına zorla el koymuşlardı. Bu gasp edilen malları, kendi ticaret kervanlarına sermaye yapmışlardı.
Bununla da kalmayıp, Medine’deki iç işlerine müdahaleye başladılar. Medine’deki Müslüman olmayan unsurlara (bilhassa münafıkların başı olacak olan Abdullah bin Übey bin Selûl’e) tehdit mektupları göndererek, “Muhammed’i (s.a.v.) himaye etmekten vazgeçmezseniz, ordularımızla gelip sizi ve O’nu (s.a.v.) yok edeceğiz!” diyorlardı.
Artık tehlike, Mekke’deki zulmün ötesine geçmiş, Medine Devleti’nin varlığına yönelik bir harp (savaş) tehdidine dönüşmüştü.
Mekke’de 13 yıl boyunca her türlü işkenceye, zulme, hakarete ve boykota sabırla ve pasif direnişle mukabele eden Müslümanlara, Medine’de, Hicret’in 2. yılına doğru, artık kendilerini ve kurdukları devleti “savunma” hakkı tanındı.
İslâm’da “harp” (savaş), asla bir saldırı veya istila değil, daima zulmü durdurmak, adaleti tesis etmek ve din hürriyetini (vicdan hürriyetini) korumak için “son çare” olarak meşrû kılınmıştı.
Cihâd’a (Müdafaaya) izin veren ilk ayetler, bu zulmü şöyle tasvir ediyordu:
“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından (Mekke’den) çıkarılmış kimselerdir…” (Hac, 22/39-40 )
İzin çıkmıştı. Artık misilleme (mukabele-i bi’l-misil) hakkı doğmuştu.

İlk Seriyyeler (Askerî Keşifler)

Efendimiz (s.a.v.), bu izne binaen, Kureyş’in hareketlerini kontrol etmek, Medine’nin etrafını emniyete almak ve Kureyş’in Şam ticaret yolunu (onların ekonomik can damarıydı) tehdit altında tutmak için “Seriyye” (Efendimiz’in (s.a.v.) bizzat katılmadığı küçük askerî birlikler) ve “Gazve” (Efendimiz’in (s.a.v.) katıldığı seferler) düzenlemeye başladı.
Hz. Hamza (r.a.) komutasındaki Sîfü’l-Bahr Seriyyesi, Hz. Ubeyde bin Hâris (r.a.) komutasındaki Rabîğ Seriyyesi gibi bu ilk hareketler, Kureyş’e “Artık eski himayesiz Müslümanlar yok, karşınızda bir devlet var” mesajını veriyordu.

Kıvılcımı Ateşleyen Kervan (Hicret’in 2. Yılı – Ramazan Ayı)

Hicretin 2. Yılı, Ramazan ayında (M. 624), Resûlullah’a (s.a.v.) mühim bir istihbarat (haber) ulaştı:
Kureyş’in en büyük ticaret kervanlarından biri, Ebû Süfyan bin Harb komutasında, Şam’dan Mekke’ye dönmek üzereydi. Bu kervan, Kureyş’in neredeyse bütün servetini (yaklaşık 1000 deve yükü, 50.000 dinar altın) taşıyordu.
Daha da mühimi, bu kervanın sermayesinin büyük bir kısmı, Mekke’deki Muhâcirlerin (Müslümanların) gasp edilen mallarından oluşuyordu.
Bu kervana yapılacak bir müdahale, hem Müslümanların haklarını geri alması (Kureyş’ten tazminat alması) hem de Kureyş’in ekonomik bel kemiğini kırması demekti.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) topladı ve durumu arz etti:
“İşte Kureyş’in kervanı… Mallarınızı (veya mallarını) taşıyorlar. Ona doğru yola çıkan (hazırlanan) var mı? Umulur ki Allah (c.c.), onu bize ganimet olarak nasip eder.”
Bu, bir “harp” çağrısı değil, bir “kervan müdahalesi” çağrısıydı.
Bu çağrıya, çoğunluğu Ensâr’dan (230’dan fazla) ve bir kısmı Muhâcirler’den (80 küsur) olmak üzere, Siyer kaynaklarının ittifakla 313 (veya 314-317) kişi icabet etti.
İslâm Ordusu’nun o günkü vaziyeti, bir harbe (savaşa) değil, kervan baskınına hazırlandıklarını açıkça gösteriyordu:
Bütün orduda sadece 2 (veya 3) at vardı. Sadece 70 deve vardı.
Bu 313 Sahabî, bu 70 deveye nöbetleşe biniyorlardı. Bir deveye üç kişi düşüyordu.
Bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de bu nöbete tâbi idi. O (s.a.v.), devesini, amcaoğlu Hz. Ali (r.a.) ve Mersed bin Ebî Mersed (r.a.) ile paylaşıyordu. Arkadaşları, “Yâ Resûlallah! Biz Senin (s.a.v.) yerine yürürüz, Sen (s.a.v.) deveye bin” dediklerinde, O (s.a.v.) şu muazzam tevazu ve adalet dersini veriyordu:
“Siz, yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. (Benden fazla sevaba muhtaç da değilsiniz) Ben de sizin kadar (yürüyerek) ecre (sevaba) muhtacım.”

Plan Değişiyor: Kervan Kaçıyor, Ordu Geliyor!

Ebû Süfyan, kurt bir tüccar ve kurnaz bir idareciydi. Müslümanların Medine’den çıktığını sezip, kervanın yolunu sahil şeridine (deniz kenarına) çevirerek hızla kaçmayı başardı.
Aynı anda, Mekke’ye acil yardım çağrısı için “Damdam bin Amr” adında bir ulak gönderdi. Damdam, Câhiliye âdetlerine göre, devesinin burnunu kulağını kesmiş, gömleğini yırtmış halde Mekke’ye girdi ve feryat etti: “Ey Kureyş! Kervanınız! Servetiniz! Ebû Süfyan’ın elindekiler! Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbı (r.anhüm) yolunu kesti! Yetişin! Yetişin!”
Mekke, bu feryatla çalkalandı.
Ebû Cehil, bu anı bekliyordu. Derhal “Harp! Harp!” nidalarıyla Kureyş’i topladı. Ebû Leheb hariç (yerine adam gönderdi), Kureyş’in bütün reisleri, kibirle ve öfkeyle yola çıktı.
Yaklaşık 1000 (Bin) kişilik, tepeden tırnağa zırhlı, 100’den fazla atlı, yüzlerce develi, yanlarında şarkıcı kadınlar ve içki tulumları olan muazzam bir ordu toplandı.
Yolda, Ebû Süfyan’dan ikinci bir haber geldi: “Kervan kurtuldu, Mekke’ye dönün!”
Kureyş ordusunda bir duraksama oldu. Ahnes bin Şerîk gibi bazı mutedil (ılımlı) reisler, “Kervan kurtulduysa, artık savaşmanın manası yok. Biz Muhammed (s.a.v.) ile değil, mallarımızı korumak için çıkmıştık. Geri dönelim” dediler.
Fakat ordunun başkomutanı olan Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), o Câhiliye kibriyle gürledi:
“Hayır! Vallahi geri dönmeyeceğiz! Bedir kuyularına varacağız. Orada üç gün kalacağız, develer keseceğiz, şaraplar içeceğiz, şarkıcı kadınlar bizi eğlendirecek. Bütün Araplar bizim bu gücümüzü duyacak ve bizden ebediyen korkacaklar! İleri!”
Ebû Cehil, kervanı kurtarmaya değil, “İslâm’ı yok etmeye” gidiyordu.

En Kritik Meşveret (Danışma)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve 313 Sahabîsi (r.anhüm), Bedir yakınlarına gelmişlerdi. Kervan hedefiyle yola çıkmışlardı. Ancak şimdi, ilâhî kader onları, hazırlıksız oldukları muazzam bir orduyla karşı karşıya getirmişti.
Kervan kaçmış, 1000 kişilik Kureyş ordusu üzerlerine geliyordu.
Efendimiz (s.a.v.) durdu. Bu, bir “Devlet Başkanı” olarak atacağı en kritik adımdı. Ashâbıyla (r.anhüm) “Meşveret” (Danışma) yapmak zorundaydı. Onlara sordu:
“Ey insanlar! Bana rey (görüş) verin! Ne yapalım?”
Önce Muhâcirler (Mekkeliler) söz aldı:
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) ayağa kalktı, sonuna kadar O’nunla (s.a.v.) olduklarını belirten coşkulu ve sadık konuşmalar yaptılar.
Sonra Muhâcirlerden Hz. Mikdâd bin Amr (r.a.) ayağa kalktı ve o meşhur sözünü söyledi:
“Yâ Resûlallah! Allah (c.c.) Sana (s.a.v.) neyi emrettiyse, oraya yürü! Vallahi, biz Sana (s.a.v.), Benî İsrâil’in (İsrailoğullarının) Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Sen (s.a.v.) ve Rabbin (c.c.) gidin savaşın, biz burada oturacağız’ (Mâide, 5/24) demeyeceğiz!
Biz Sana (s.a.v.) deriz ki: ‘Sen (s.a.v.) ve Rabbin (c.c.) gidin savaşın, biz de sizinle beraber sonuna kadar savaşacağız!’
Vallahi, bizi dünyanın öbür ucuna (Berkü’l-Gımâd’a) sürsen, oraya kadar Seninle (s.a.v.) geliriz!”
Resûlullah (s.a.v.), bu sadakat sözlerine tebessüm etti. Ancak aradığı tam olarak bu değildi. O (s.a.v.), tekrar sordu:
“Ey insanlar! Bana rey (görüş) verin!”
O (s.a.v.), Muhâcirleri değil, ordunun üçte ikisini oluşturan Ensâr’ı (Medinelileri) kastediyordu. Çünkü Ensâr, O’na (s.a.v.) İkinci Akabe Biatı’nda “Medine’ye bir saldırı olursa, O’nu (s.a.v.) kendi canları gibi koruyacaklarına” yemin etmişlerdi.
Ancak bu harp, Medine’nin dışında cereyan edecekti. Efendimiz (s.a.v.), onları bu yeminin ötesinde bir harbe zorlamak istemiyordu.
Ensâr’ın reisi ve sancaktarı olan Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh), Efendimiz’in (s.a.v.) muradını anladı. Derhal ayağa fırladı:
“Yâ Resûlallah! Galiba bizi kastediyorsunuz? (Sanki bizden tereddüt ediyorsunuz?)”
Efendimiz (s.a.v.) “Evet” buyurdu.
İşte o an, Sa’d bin Muâz (r.a.), Ensâr’ın Kıyamete kadar sürecek olan sadakatinin manifestosunu (ilanını) haykırdı:
“Yâ Resûlallah! Biz Sana (s.a.v.) iman ettik, Seni (s.a.v.) tasdik ettik, getirdiğinin hak olduğuna şehâdet ettik. Seni (s.a.v.) dinlemek ve itaat etmek üzere Sana (s.a.v.) yeminler (biatlar) verdik.”
“Emret Yâ Resûlallah! Nereye istersen yürü! Seni (s.a.v.) Hak ile gönderen Allah’a (c.c.) yemin olsun ki, şu denizi (Kızıldeniz’i) gösterip ‘Dalsak mı?’ desen ve dalsan, biz de Seninle (s.a.v.) beraber o denize dalarız! Bizden tek bir kişi bile geri kalmaz!”
“Biz harpte (savaşta) sabırlı, düşmanla karşılaşınca sâdık kimseleriz. Umulur ki Allah (c.c.), bizden, Senin (s.a.v.) gözünü aydın edecek (Seni s.a.v. sevindirecek) kahramanlıklar Sana (s.a.v.) gösterecektir. Haydi, Allah’ın (c.c.) bereketiyle yürüt bizi!”
Arîş’teki Dua ve Sekînet
Bu konuşmalar, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzünü bir ay parçası gibi aydınlattı. Artık ordu, tek bir kalp olmuştu. Efendimiz (s.a.v.) müjdeyi verdi:
“Yürüyün ve sevinin! Vallahi, Allah Teâlâ (c.c.) bana iki taifeden birini (ya kervan ya da Kureyş ordusu) vaat etti. Vallahi, ben şu anda (Bedir’e bakarak) o müşriklerin (Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin) ölüp serilecekleri yerleri görüyor gibiyim!”
Ordu, Bedir’e yürüdü. Hubâb bin Münzir’in (r.a.) stratejik tavsiyesiyle, Kureyş ordusundan önce Bedir kuyularını kontrol edecek şekilde mevzilendiler.

Ramazan ayının 17. gecesiydi (Hicretin 2. Yılı).

Kureyş ordusu, o geceyi kibirle, eğlenceyle ve içkiyle geçirirken; 313 kişilik İslâm ordusu sükûnet içindeydi.
O gece, Cenâb-ı Hak, mü’minlerin üzerine bir “Sekînet” (huzur) ve hafif bir uyku (Enfâl, 8/11) indirdi. Hafif bir yağmur (Rahmet) yağdı. Bu yağmur, Müslümanların bulunduğu kumluk araziyi sertleştirerek ayaklarını sabit kıldı; müşriklerin bulunduğu çamurlu araziyi ise bataklığa çevirdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise, o gece sabaha kadar, kendisi için kurulan “Arîş” (komuta çadırı/gölgelik) içinde, secdede, gözyaşları içinde Rabbine (c.c.) yalvarıyordu. O duası, Arş-ı Âlâ’yı titretiyordu:
“Allah’ım! Bana vaat ettiğin (zafer) yardımını gönder! Allah’ım! Senden ahdini ve vaadini istiyorum!”
Duası o kadar şiddetlendi, o kadar yalvardı ki, mübarek omuzlarındaki ridası (hırkası) düştü. O’nu (s.a.v.) teselli etmek, yine en sadık dostu Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) düşmüştü. Sıddîk (r.a.), Efendimiz’i (s.a.v.) kucakladı, ridasını örttü ve fısıldadı:
“Yâ Resûlallah! Bu kadar dua ve niyaz kâfidir! Vallahi, Rabbin (c.c.) Sana (s.a.v.) vaat ettiğini muhakkak yerine getirecektir!”
Ramazan’ın 17. Cuma sabahı, güneş doğduğunda, İslâm’ın 313 fedaisi ile Câhiliye’nin 1000 kişilik kibirli ordusu, Bedir kuyularının başında karşı karşıya gelmişti.
Bu, sadece bir askerî çarpışma değil; İman ile Küfrün, Tevhid ile Şirkin, Adalet ile Zulmün, Fâtih (Muhammed s.a.v.) ile Firavun’un (Ebû Cehil’in) muharebesiydi.
Bu, Kur’ân’ın deyimiyle “Yevme’l-Furkân” (Hak ile Bâtıl’ın Ayrıldığı Gün) idi.

BÖLÜM 16: YEVME’L-FURKÂN – BEDİR ZAFERİ VE İLÂHÎ YARDIM
(Medenî Dönem – IV)

1. Mübâreze: İman, Kibrin Karşısında

Arap harp (savaş) geleneğine göre, ordular topluca hücum etmeden önce, en cesur ve asil savaşçılar öne çıkar ve “Mübâreze” (teke tek dövüş, düello) isterlerdi.
Kureyş ordusundan, kibirle ve meydan okuyarak üç kişi öne çıktı. Bunlar, Kureyş’in en azılı, en asil ve en güçlü savaşçılarından, aynı ailenin fertleriydi:
• Utbe bin Rebîa (Ebû Süfyan’ın kayınpederi, Hz. Hind’in babası)
• Oğlu Velîd bin Utbe
• Kardeşi Şeybe bin Rebîa
Meydana geldiler ve bağırdılar: “Ey Muhammed! Karşımıza, bizden (Kureyş’ten), kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!”
Bu meydan okuma üzerine, Medineli Ensâr’dan üç genç kahraman (Avf, Muavviz ve Abdullah bin Revâha r.anhüm) hızla öne atıldı.
Ancak Kureyş reisleri onları görünce kibirle bağırdılar: “Siz kimsiniz? Bizim sizinle bir işimiz yok! Biz, Medine’nin çiftçileriyle savaşmayız! Bize, kendi kanımızdan olan amcaoğullarımızı (Kureyşlileri) çıkar!”
Onlar, bu harbi (savaşı) hâlâ bir “kabile kavgası” zannediyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu meydan okuma üzerine, Ensâr’a “Siz yerinize dönün” buyurdu. Sonra İslâm’ın en yakınlarına, kendi ailesine (Ehl-i Beyt’ine ve Hâşimoğulları’na) döndü ve buyurdu:
“Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali!”
İslâm’ın üç büyük kahramanı, Tevhid sancağı altında kılıçlarını çekerek meydana yürüdü:
• Hz. Hamza (radıyallâhu anh): “Allah’ın Aslanı”.
• Hz. Ali (radıyallâhu anh): “Allah’ın Haydarı (Aslanı)”.
• Hz. Ubeyde bin Hâris (radıyallâhu anh): Efendimiz’in (s.a.v.) akrabası, yaşlı ve tecrübeli bir Sahabî.
Karşılaşmalar başladı:
• Hz. Hamza (r.a.), karşısındaki Utbe bin Rebîa’yı (veya Şeybe’yi) bir hamlede öldürdü.
• Hz. Ali (r.a.) (ki en gençleriydi), karşısındaki Velîd bin Utbe’yi tereddütsüz yere serdi.
• Hz. Ubeyde (r.a.) ile karşısındaki (Utbe veya Şeybe) birbirlerini ağır yaraladılar.
Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hamza (r.a.), hasımlarını bitirir bitirmez, derhal yaralı kardeşleri Hz. Ubeyde’nin (r.a.) yardımına koştular ve O’nun (r.a.) düşmanını da öldürdüler.
Hz. Ubeyde (r.a.) ağır yaralıydı, bacağı kopmuştu. O’nu (r.a.) alıp Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna getirdiler. Hz. Ubeyde (r.a.), akan kanlarına bakarak “Yâ Resûlallah! Ben şehit miyim?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.), “Evet, sen şehitsin” buyurdu. Hz. Ubeyde (r.a.), “Ah! Keşke Ebû Tâlib (Efendimiz’i s.a.v. koruyan amcası) bugünleri görseydi de, ‘Biz Muhammed’i (s.a.v.) korumak için O’nun (s.a.v.) etrafında öleceğiz’ sözünde ne kadar sâdık olduğumuzu anlasaydı” dedi ve ruhunu teslim etti. O (r.a.), Bedir’in ilk şehitlerindendi.
Mübâreze, İslâm’ın mutlak zaferiyle sonuçlanmıştı. Kureyş, daha harp (savaş) başlamadan en büyük üç komutanını kaybetmişti. Bu, ordularının maneviyatını (moralini) çökertti.

2. Büyük Çarpışma ve “Şâheti’l-Vücûh!”

Ebû Cehil, bu hezimet karşısında çılgına döndü ve “Toplu Hücum!” emri verdi. 1000 kişilik kibir ordusu, 313 kişilik iman ordusunun üzerine saldırdı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Arîş”te (komuta çadırında), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile birlikte, secdede Rabbine (c.c.) yalvarmaya devam ediyordu. O’nun (s.a.v.) tek derdi, İslâm’ın geleceğiydi:
“Allah’ım! Bana vaat ettiğin zaferi ver! Allah’ım! Eğer şu bir avuç (mü’min) topluluk bugün burada helâk olursa, yeryüzünde Sana (c.c.) ibadet edecek kimse kalmayacak!”
O (s.a.v.) duaya devam ederken, Ashâb (r.anhüm) “aslanlar gibi” savaşıyordu.
Tam o esnada, Resûlullah’a (s.a.v.) ilâhî emir geldi. Arîş’ten çıktı, mübarek zırhını giydi ve o bir avuç ordusunun önünde durdu. Savaştan önce buyurmuştu: “Bana yaklaşmadıkça ok atmayın, kılıçlarınızı çekmeyin.”
Şimdi ise düşman ordusuna baktı, yerden bir avuç kum ve çakıl aldı. O bir avuç toprağı, 1000 kişilik Kureyş ordusuna doğru fırlattı ve o meşhur harp (savaş) nidasını haykırdı:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun! / Yüzleri çirkinleşsin!)
Bu, sıradan bir toprak atma değildi. Bu, ilâhî bir mucizeydi. O bir avuç kumdan tek bir zerre bile, Kureyş ordusundaki 1000 askerin tamamının gözüne, burnuna ve ağzına isabet etmedikçe kalmadı. Hepsi, gözlerini oğuşturmaya, neye uğradıklarını şaşırmış bir halde paniklemeye başladılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu mucizevî anı şöyle tasvir eder:
“…(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah (c.c.) onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah (c.c.) attı…” (Enfâl, 8/17 )

3. Meleklerin Yardımı (İlâhî Müdâhale)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) “Hücum!” emri verdi.
Ve o anda, Bedir meydanı, beşerî (insanî) bir harp (savaş) alanı olmaktan çıktı. Semânın kapıları açılmıştı.
Efendimiz’in (s.a.v.) duasına cevap gelmişti. Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (a.s.) ve İsrâfil’in (a.s.) de aralarında bulunduğu, Siyer kaynaklarına ve Kur’ân-ı Kerîm’in (Enfâl, 8/9; Âl-i İmrân, 3/124-125) tasdikine göre binlerce melek, başlarında sarı, beyaz, siyah sarıklar olduğu halde, semâdan Bedir’e indiler.
Bu melekler, fiilen harp (savaş) etmediler (veya çok az ettiler). Onların vazifesi, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Mü’minlerin kalplerini sağlamlaştırmak (tesbit etmek)” ve kâfirlerin kalplerine “korku” (ru’b) salmaktı.
Sahabeler (r.anhüm) daha sonra o anı şöyle anlatırlardı: “Biz kâfirin üzerine kılıcımızı kaldırırdık, biz vurmadan, O’nun (kâfirin) başı veya kolu yere düşerdi. Bizden olmayan, beyaz elbiseli, sarıklı Savaşçıların, ‘Haydi Hayzûm!’ (Cebrail’in (a.s.) atının adı) diye seslenerek müşriklerin saflarını yardığını duyardık.”
313 kişi, artık 313 kişi değildi. Onlar, meleklerin (a.s.) desteklediği bir “Allah (c.c.) Ordusu” olmuşlardı.

4. Kibrin Sonu: Ebû Cehil’in Ölümü

Kureyş ordusu, gözlerine giren kumların, ne olduğunu anlayamadıkları bu ilâhî gücün ve Müslümanların kahramanca hücumunun karşısında çözülmeye, kaçışmaya başladı.
Harbin (Savaşın) kaderini belirleyen an, bu Ümmet’in Firavun’u olan Ebû Cehil’in öldürülmesiydi.
Onu öldürmek, ne Hz. Hamza’ya (r.a.) ne de Hz. Ali’ye (r.a.) nasip oldu.
Onu öldürmek, Medineli Ensâr’dan iki gencecik delikanlıya; Muaz bin Amr ve Muavviz bin Afrâ (r.anhümâ) kardeşlere (veya amcaoğullarına) nasip oldu.
Bu iki genç, harp (savaş) meydanında, Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) yanına gelmişlerdi. Biri O’na (r.a.) gizlice sordu: “Ey amca! Bize Ebû Cehil’i gösterir misin? Duyduk ki o, Resûlullah’a (s.a.v.) çok eziyet ve hakaret edermiş. Yemin ettim, O’nu (Ebû Cehil’i) görürsem, ya O’nu (Ebû Cehil’i) öldüreceğim ya da bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman bin Avf (r.a.) hayret etmişti. O esnada, atının üzerinde bir ordu gibi duran, etrafı adamlarıyla çevrili Ebû Cehil’i gösterdi: “İşte orada!”
İki genç aslan, bir anda müşrik saflarını yararak Ebû Cehil’in üzerine atıldılar. Bir anda indirdikleri kılıç darbeleriyle O’nu (Ebû Cehil’i) ve atını yere serdiler. Ebû Cehil’in bir bacağı kopmuştu (veya ağır yaralıydı).
Harp (Savaş) bittikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Acaba bu Ümmet’in Firavun’u (Ebû Cehil) ne oldu? Gidin, bakın!” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (radıyallâhu anh), O’nu (Ebû Cehil’i) aramaya çıktı. (Hz. Abdullah (r.a.), Mekke’de çobanlık yaparken Ebû Cehil’den çok eziyet görmüş, zayıf ve kısa boylu bir Sahabîydi.)
O’nu (Ebû Cehil’i), can çekişirken, ölülerin arasında buldu. Göğsünün üzerine çıktı.
Ebû Cehil, o haldeyken bile kibrini bırakmamıştı. Gözünü açtı ve “Ey koyun çobanı (Ruveybî)! Ne yüksek bir yere çıkmışsın! Söyle bakalım, bugün zafer kimindir?” dedi.
Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) cevap verdi: “Zafer, Allah (c.c.) ve Resûlü’nündür! (s.a.v.)”
Ve o kibrin başını kesti.
Resûlullah’a (s.a.v.) haber geldiğinde, Efendimiz (s.a.v.) şükretti: “Allah’a (c.c.) hamdolsun ki, bu ümmetin Firavun’unu helâk etti.”

5. Kesin Zafer ve Esirler Meselesi

Öğle vakti geldiğinde, harp (savaş) bitmişti. Kureyş ordusu, arkasında bir enkaz bırakarak Mekke’ye doğru kaçıyordu.
Zafer, kesindi ve muazzamdı:
• Kureyş’in 70 reisi (Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Velîd, Ümeyye bin Halef gibi İslâm’ın en azılı düşmanları) öldürülmüştü.
• 70 kişi de esir alınmıştı.
• İslâm Ordusu ise sadece 14 şehit (6’sı Muhâcir, 8’i Ensâr) vermişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), öldürülen Kureyş reislerinin cesetlerinin, Bedir’deki kör bir kuyuya (Kalîb-i Bedr) atılmasını emretti. Onlar kuyuya atılırken, Efendimiz (s.a.v.) kuyunun başına geldi ve o meşhur hitabını yaptı. Tek tek isimlerini saydı: “Ey Utbe! Ey Şeybe! Ey Ebû Cehil! …”
“Siz, Rabbinizin (c.c.) size vaat ettiğini (azabı) hak olarak buldunuz mu? Ben, Rabbimin (c.c.) bana vaat ettiğini (zaferi) hak olarak buldum!”
Hz. Ömer (r.a.) sordu: “Yâ Resûlallah! İşitmeyen o leşlere mi sesleniyorsunuz?”
Efendimiz (s.a.v.) cevap verdi: “Vallahi, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Lâkin onlar, cevap veremezler!”
Geriye “Esirler” meselesi kalmıştı.
Efendimiz (s.a.v.), bu 70 esire ne yapılacağı konusunda Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti.
• Hz. Ömer (r.a.), adaletin ve devletin bekâsının celâlli (şiddetli) yönünü temsil ederek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Bunlar Senin (s.a.v.) kavmindir, Seni (s.a.v.) yalanladılar, Seni (s.a.v.) yurdundan çıkardılar, Sana (s.a.v.) harp (savaş) açtılar. Bunlar küfrün (inkârın) reisleridir. Hepsini öldürelim! Herkes kendi akrabasını öldürsün ki, kalbimizde kâfire zerre meyil kalmadığı bilinsin.”
• Hz. Ebû Bekir (r.a.), merhamet (rahmet) ve hikmet yönünü temsil ederek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Onlar ne de olsa Senin (s.a.v.) kavmindir, akrabalarındır. Ben, onları öldürmemizi uygun görmüyorum. Onlardan fidye (kurtuluş akçesi) alalım. Aldığımız bu fidye, bize kâfirlere karşı güç olur. Hem ne biliriz, umulur ki Allah (c.c.), onların kalplerini İslâm’a açar da Müslüman olurlar.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), fıtratı (yapısı) gereği merhamete daha yakındı. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) reyine (görüşüne) uydu ve esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmasına karar verdi. (Daha sonra nâzil olan Enfâl Suresi 67. ayet, o an için Hz. Ömer’in (r.a.) görüşünün Allah (c.c.) katında daha isabetli olduğunu belirtecek, ancak fidyeyi de meşrû kılacaktı.)
Ancak bu fidye, sadece “para” değildi.
• Zengin olanlar, 1000 ila 4000 dirhem arasında para ödedi.
• Fakir olanlar, bedelsiz serbest bırakıldı.
• Ve en mühimi; okuma-yazma bilen ancak fidye ödeyecek parası olmayan esirlere, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şu Cihan Şümul şartı koştu:
“Her biriniz, Medine’deki Müslüman çocuklarından on (10) tanesine okuma-yazma öğreteceksiniz. Fidye-i necâtınız (kurtuluş fidyeniz) bu olacaktır!”
Bu, yeryüzü harp (savaş) tarihinde görülmemiş bir karardı. İslâm Peygamberi (s.a.v.), kendisini öldürmeye gelen düşman askerlerini, kurduğu devletin çocuklarına “öğretmen” tayin ediyordu. Bu, İslâm’ın ilme ve eğitime verdiği değerin zirvesiydi.
Bedir Zaferi, İslâm’ın varlığını Medine dışına taşırmış, onu Arabistan yarımadasında sarsılmaz bir siyasî ve askerî güç haline getirmişti. Müslümanlar Medine’ye bir “Fâtih” olarak döndüler.

BÖLÜM 17: BEDİR’İN YANKILARI VE UHUD’UN İNTİKAMI
(Medenî Dönem – V)

1. Mekke’de Mâtem ve İntikam Yemini

Bedir’in hezimet haberi Mekke’ye ulaştığında, şehir bir anda mâtem yerine döndü. Neredeyse her evden bir feryat yükseliyordu. Kureyş, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Halef gibi tam 70 reis’ini (liderini), babasını, kardeşini ve evladını kaybetmişti.
Ancak Ebû Süfyan bin Harb (Bedir’de ölmeyen ve artık Kureyş’in başkomutanı olan zat), bu feryatların intikam ateşini körüklemesi için bir karar aldı:
“Ağlamak, ağıt yakmak, saç baş yolmak yasaktır! Kadınlar, ölülerine ağlamayacak. Önce Muhammed’den (s.a.v.) ve Ashâbından (r.anhüm) intikamımızı alacağız, sonra mâtemimizi tutacağız!”
Ebû Süfyan, Bedir’in intikamı alınıncaya kadar yıkanmamaya, güzel koku sürünmemeye ve zevcelerine yaklaşmamaya yemin etti.
Bu intikam yeminini yerine getirmek için ilk küçük hamlesini (Hicretin 2. Yılı sonları), Bedir’den sadece birkaç ay sonra yaptı. 200 kişilik bir süvari birliğiyle gizlice Medine’ye yaklaştı. Medine’nin dış mahallelerinden olan “Urayz” mevkiine bir gece baskını yaptı. Orada, Ensâr’dan bir Sahabî’yi (r.a.) ve yardımcısını şehit etti, hurma ağaçlarını yaktı, ekinleri talan etti ve hızla Mekke’ye doğru kaçmaya başladı.
Kaçarken ağırlık yapmasın diye, yanlarına azık olarak aldıkları kavrulmuş un (Arapça’da “Sevîk”) çuvallarını yollara ata ata kaçtılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) haberi alır almaz Ashâbıyla (r.anhüm) takibe çıktı. Ancak Ebû Süfyan ve süvarileri, hızlı atları sayesinde izlerini kaybettirmişti. Müslümanlar, Kureyş’in yola attığı o kavrulmuş un (Sevîk) çuvallarını toplayarak geri döndüler.
Bu sefere, bulunan azıktan dolayı tarihte “Gazvetü’s-Sevîk” (Kavrulmuş Un Gazvesi) denildi. Bu hadise, Kureyş’in intikam arzusunun ne kadar taze ve tehlikeli olduğunu Müslümanlara göstermiş oldu.

2. Medine İçindeki İlk İhânet: Benî Kaynukâ’nın Sürgünü

Bedir zaferi, sadece Mekke’deki müşrikleri değil, Medine’deki Yahudi kabilelerini de derinden sarstı.
Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde, onlarla “Medine Vesikası” (Anayasa) imzalamıştı. Bu vesikaya göre, Medine’ye bir saldırı olursa şehri “birlikte” savunacaklar ve birbirlerinin düşmanına yardım etmeyeceklerdi.
Ancak Müslümanların Bedir’de, Arapların en güçlü kabilesi olan Kureyş’i yenmesi, Yahudileri (bilhassa Medine’nin en cesur, en zengin ve en savaşçı Yahudi kabilesi olan Benî Kaynukâ’yı) kıskançlığa ve endişeye sevk etti.
“Bu güç yarın bize döner” korkusuyla, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) alenen ihlâl etmeye, Müslümanlarla alay etmeye ve fitne çıkarmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onları topladı, Bedir’de Kureyş’in başına gelenleri hatırlattı ve onları ahde (sözleşmeye) uymaya davet etti.
Benî Kaynukâ Yahudileri, kibirle ve küstahça şu cevabı verdiler:
“Ey Muhammed! Sen (s.a.v.) bizi Kureyş gibi mi zannettin? Kureyş, harp (savaş) nedir bilmeyen bir topluluktu, onları kolayca yendin. Vallahi, eğer bizimle savaşırsan, bizim nasıl çetin savaşçılar olduğumuzu o zaman göreceksin!”
Bu, Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) karşı bir “isyan” ilanıydı.
Bardağı taşıran son damla, Siyer kaynaklarının nakline göre, Kaynukâ Çarşısı’nda yaşanan o çirkin hadise oldu.
Ensâr’dan Müslüman bir hanım, Kaynukâ Çarşısı’ndaki bir Yahudi kuyumcuya alışveriş için gitmişti. Kuyumcu ve etrafındakiler, Müslüman kadından yüzünü açmasını istediler, O’na (r.anha) laf attılar. Kadın (r.anha) direnince, kuyumcu, kadının (r.anha) haberi olmadan, O’nun (r.anha) örtüsünün alt ucunu, sırtındaki bir çengele (veya oturaktaki bir çiviye) bağladı.
Müslüman hanım (r.anha) ayağa kalktığı anda, örtüsü sıyrıldı ve avret mahalli (mahrem yeri) açıldı.
Kaynukâ Yahudileri, bu manzara karşısında kahkahalarla gülmeye ve alay etmeye başladılar.
Kadın (r.anha), namusuna yapılan bu saldırı karşısında “Yetişin ey Müslümanlar!” (Vâ Müslimâ!) diye feryat etti.
O esnada çarşıda bulunan celâlli (öfkeli) bir Müslüman Sahabî (r.a.), feryadı duydu. Durumu görür görmez kılıcını çekti ve o ahlâksız kuyumcuyu oracıkta öldürdü.
Bunun üzerine kuyumcunun etrafındaki Yahudiler de o Sahabî’nin (r.a.) üzerine çullanarak O’nu (r.a.) oracıkta şehit ettiler.
Hadise, bir namus meselesinden, bir cinayete ve toplumsal bir isyana dönüşmüştü. Benî Kaynukâ, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) fiilen yırtmış, Müslümanlara harp (savaş) ilan etmişti. Kendi kalelerine çekildiler ve savaş hazırlığına başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm Devleti’nin ve Medine’nin iç emniyetini sağlamak zorundaydı. O (s.a.v.), devlete isyan eden bu kabileye karşı İslâm Ordusu’nu harekete geçirdi. Sancaktarlık vazifesini Hz. Hamza’ya (r.a.) verdi.
Müslümanlar, Benî Kaynukâ Kalesi’ni kuşattı.
Bu kuşatma, on beş (15) gün sürdü.
Dışarıdan hiçbir yardım (ne Kureyş’ten ne de Medine’deki diğer Yahudi kabilelerinden) alamayan Benî Kaynukâ, sonunda “kayıtsız şartsız” teslim oldu.
Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) göre, vatana ihânetin ve isyanın cezası “ölüm” idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlar hakkında bu hükmü vermek üzereyken, Medine’de bir kriz daha patlak verdi. Münafıkların başı olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, ortaya atıldı.
Benî Kaynukâ, Abdullah bin Übeyy’in Câhiliye devrinden beri “müttefiki” (anlaşmalısı) idi. Abdullah bin Übeyy, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi ve küstahça O’nun (s.a.v.) zırhının yakasına yapıştı:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) Benim müttefiklerime iyi davran! Onlar beni Kureyş’in saldırılarından korumuşlardı!”
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek yüzü öfkeden kızardı: “Bırak beni, ey Abdullah!”
Ancak münafıkların başı ısrar etti: “Vallahi bırakmam! 700 savaşçısı olan bu müttefiklerimi bir günde yok etmene izin vermeyeceğim!”
Efendimiz (s.a.v.), Medine’deki iç barışı (bilhassa Ensâr’ın bir kısmının hâlâ Abdullah bin Übeyy’e olan bağlılığını) dikkate alarak, o münafığın isteğini (zahiren) kabul etti.
Ölüm cezasını, “Sürgün” cezasına çevirdi.
Benî Kaynukâ Yahudileri, bütün silahlarını, zırhlarını ve kuyumcu dükkânlarındaki servetlerini Medine’de bırakacaklar; sadece develerinin taşıyabildiği kadar eşya ile Medine’yi terk edeceklerdi.
Böylece, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) ilk ihlâl eden ve Medine’nin huzurunu bozan bu kabile, Suriye (Şam) taraflarına sürgün edildi. Bu, Medine’deki Müslüman otoritesinin perçinlendiği ikinci büyük hadise oldu.

3. İntikam Hazırlığı: Uhud’a Doğru (Hicret’in 3. Yılı)

Bedir’de reislerini, Sevîk’te itibarlarını kaybeden; Benî Kaynukâ’nın sürgünüyle de Medine’deki müttefiklerini yitiren Kureyş, artık son ve büyük darbeyi vurmak için hazırlıklara başlamıştı.
Ebû Süfyan, Bedir’den kurtardığı o büyük kervanın (1000 deve yükü, 50.000 dinar altın) bütün kârını, yeni kurulacak “İntikam Ordusu”na sermaye olarak ayırdı.
Mekke’ye bağlı bütün kabilelere haber saldılar. Muazzam bir ordu topladılar.
Hicretin 3. Yılı, Şevval ayında (M. 625), Kureyş ordusu Mekke’den yola çıktı.
Bu ordu, Bedir’deki orduya hiç benzemiyordu:
• 3.000 (Üç bin) kişilik dev bir orduydu (Bedir’de 1.000 idiler).
• 700’ü zırhlıydı.
• 200 atlı süvarileri vardı (Bedir’de 2 atları vardı). Süvarilerin komutanları, Arapların en usta süvarileri olan Hâlid bin Velîd ve İkrime bin Ebî Cehil idi (ikisi de henüz müşrikti).
• Ordunun maneviyatını (moralini) yüksek tutmak ve kaçmalarını engellemek için, Kureyş’in en asil kadınları da orduya katılmıştı. Bu kadınların başında, Bedir’de babasını (Utbe), kardeşini (Velîd) ve amcasını (Şeybe) kaybeden, Ebû Süfyan’ın karısı Hind bint Utbe vardı.
• Hind ve diğer kadınlar, defler çalarak, Bedir’de ölenlere ağıtlar yakarak ve şu sözlerle askerleri kışkırtarak geliyorlardı: “Ey Kureyş’in evlatları! İleri atılın, kılıçlarınızı vurun! Eğer döner kaçarsanız, sizi kadınlarımız olarak kabul etmeyiz, sizi kucaklamayız!”
Hedefleri tekti: Bedir’in intikamını almak, Hz. Hamza’yı (r.a.) öldürmek ve Muhammed’in (s.a.v.) kurduğu Medine Devleti’ni ebediyen tarihe gömmek.
Bu devasa ordu, Medine’nin kuzeyine, Uhud Dağı’nın eteklerine gelip karargâhını kurdu. Medine’nin ekinlerini biçtiler, hayvanlarını telef ettiler ve Müslümanlara “İşte geldik!” mesajını verdiler.
Haber, Medine’ye ulaştı. İslâm, tarihinin en çetin imtihanlarından birinin eşiğindeydi.

********

BÖLÜM 18: UHUD İMTİHANI VE MÜNAFIKLARIN İHÂNETİ
(Medenî Dönem – VI)

1. Harp (Savaş) Meclisi: “Savunma” mı, “Meydan” mı?

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu 3.000 kişilik düşman ordusuna karşı atılacak adımı belirlemek için derhal Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) ile “Meşveret” (Harp/Savaş Divanı) topladı. Mescid-i Nebevî’de iki temel görüş (rey) ortaya çıktı:
• Birinci Görüş (Savunma Stratejisi): Bu görüş, bizzat Resûlullah’a (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) gibi tecrübeli, yaşlı Sahabîlere (r.anhüm) aitti. Efendimiz (s.a.v.), o gece gördüğü bir rüyayı da (kılıcının ağzının kırıldığını, bir ineğin boğazlandığını ve kendisinin sağlam bir zırha girdiğini) anlatarak, bu görüşünü destekledi:
“Görüşüm (reyim) odur ki, Medine’de kalalım. Şehirden çıkmayalım. Medine’nin sokakları dardır, evleri bir kale gibidir. Onlar (düşman) dışarıda kalırlarsa, en kötü yerde konaklamış olurlar. Eğer şehre girmeye cüret ederlerse, erkeklerimiz sokak başlarında onlarla savaşır; kadınlarımız ve çocuklarımız da evlerin damlarından onlara taş ve ok atarak bize yardım ederler.”
Bu, bir “Savunma Harbi (Savaşı)” stratejisiydi.
• İkinci Görüş (Meydan Muharebesi): Bu görüş ise, bilhassa Bedir Savaşı’na katılamamış, o şereften mahrum kalmış, içleri şehâdet aşkıyla yanan genç Sahabîlere (r.anhüm) aitti. Onlar için Medine’ye kapanıp beklemek, düşmanın ekinlerini yakmasına göz yummak bir “zül” (alçaklık, korkaklık) olarak görülüyordu. Ayağa kalktılar ve hararetle dediler ki:
“Yâ Resûlallah! Biz Bedir’de yoktuk, Cennet’i kaçırdık! Vallahi, düşmanlarımızı Medine’nin duvarları dibine kadar gelmişken içeride bekleyemeyiz! Bizi dışarı çıkar, Uhud’da, açık bir meydanda onlarla çarpışalım! Onlara kılıçlarımızı göstermedikçe, bizim korktuğumuzu zannederler! Kimin Cennet’e, kimin Cehennem’e gideceği o meydanda belli olsun!”
Gençlerin bu hararetli ısrarı, mecliste çoğunluğu oluşturdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir Devlet Başkanı olarak, her ne kadar kendi görüşü (reyi) farklı olsa da, “Meşveret”in (istişarenin) kararına, yani çoğunluğun arzusuna uydu. Karar verilmişti: Düşman, Medine dışında, Uhud’da karşılanacaktı.

2. Münafıkların İhâneti: 1000 Kişiden 700’e
Bu karar üzerine Efendimiz (s.a.v.), Mescid’de Cuma Namazı’nı kıldırdı, Ashâbına (r.anhüm) “Sabır ve Sebat” tavsiye eden bir hutbe irad etti. Sonra hücresine (odasına) girdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) yardımıyla zırhını giydi. O (s.a.v.), tedbir olarak iki kat zırhı (üst üste) giymişti.
O (s.a.v.) içeride hazırlanırken, dışarıdaki o hararetli gençler, yaptıklarından pişman olmaya başladılar. Tecrübeli Sahabîler (r.anhüm) onları tenkit (eleştiri) etmişti: “Siz ne yaptınız? Resûlullah’a (s.a.v.) semâdan vahiy gelirken ve O (s.a.v.) Medine’de kalmayı işaret ederken, siz O’nu (s.a.v.) dışarı çıkmaya zorladınız!”
Gençler, büyük bir nedâmet (pişmanlık) içinde, “Biz hata ettik, Yâ Resûlallah! (s.a.v.)” demeye karar verdiler.
Efendimiz (s.a.v.), kılıcını kuşanmış, zırhlarını giymiş, tam bir Başkomutan heybetiyle dışarı çıktığında, O’na (s.a.v.) dediler ki:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Biz hata ettik. Sana (s.a.v.) muhalefet ettik. Sen (s.a.v.) nasıl dilersen öyle yap. İstersen Medine’de kalalım.”
Ancak karar verilmiş, zırh giyilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o meşhur ve kati (kesin) sözünü buyurdu:
“Bir Peygamber zırhını giydikten sonra, Allah (c.c.) onunla düşmanları arasında hüküm verinceye kadar, onu (zırhı) çıkarması o Peygamber’e yakışmaz. Şimdi Allah’ın (c.c.) adıyla yürüyün, sabrederseniz zafer sizindir!”
İslâm Ordusu, 1.000 (Bin) kişi olarak, Cuma günü ikindiden sonra Medine’den Uhud’a doğru yola çıktı.
Ancak ordunun içinde, kalbi imanla değil, fitneyle dolu bir grup vardı: Münafıklar.
Münafıkların başı olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, Bedir’den beri Müslümanların başarısını kıskanıyordu. O (münafık), Efendimiz’in (s.a.v.) “Savunma Harbi (Savaşı)” görüşünü (reyini) desteklemişti. Şimdi, bu karara uyulmamasını bahane ederek, ordunun Medine dışındaki ilk konaklama yeri olan “Şavt” mevkiine geldiklerinde, o büyük ihânetini gerçekleştirdi.
“O (s.a.v.) beni dinlemedi!” dedi. “O (s.a.v.), Medine’deki ihtiyarları değil, tecrübesiz gençleri dinledi. Biz, ne için kendimizi ölüme atalım? Neden savaşacağımızı bile bilmiyoruz!”
Bu fitne sözleriyle, kendisine bağlı olan 300 (Üç yüz) münafığı (veya Yahudi müttefiklerini) kandırdı ve ordunun tam üçte birini alarak, gece karanlığında Medine’ye geri döndü.
Sabah olduğunda, İslâm Ordusu 1.000 kişiden 700 kişiye düşmüştü.
Bu, 3.000 kişilik düşmanın karşısında, harp (savaş) başlamadan alınan ilk büyük darbeydi. Kalan 700 Sahabî’nin (r.anhüm) imanı ise sarsılmazdı. Onlar, münafıklardan kurtuldukları için Allah’a (c.c.) hamd ederek Uhud’a doğru yürüyüşe devam ettiler.

3. Uhud’a Yerleşme ve Okçuların Emri (7 Şevval, Hicret 3)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o eşsiz harp (savaş) dehasıyla, 700 kişilik ordusunu Uhud Dağı’nın eteklerine yerleştirdi.
Stratejisi mükemmeldi:
Ordunun arkasını Uhud Dağı’na verdi. Böylece ordu, arkadan kuşatılma tehlikesinden (zâhiren/dışsal olarak) kurtulmuş oldu.
Ancak bir zafiyet (zayıf) noktası vardı: Müslümanların sol kanadında, Uhud Dağı’ndan ayrı, küçük, stratejik bir tepe (veya geçit) bulunuyordu. Bu tepenin adı “Ayneyn Tepesi” idi (Bugün “Okçular Tepesi” – Cebel-i Rumât).
Düşmanın 200 atlı süvarisinin (Hâlid bin Velîd komutasında) bu tepenin arkasından dolaşarak İslâm Ordusu’nu arkadan vurma riski vardı.
Efendimiz (s.a.v.), bu noktayı kapatmak için, Medine’nin en usta okçularından 50 (Elli) Sahabî’yi seçti. Onların başına da komutan olarak Abdullah bin Cübeyr’i (r.a.) tayin etti.
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu 50 okçuya, harbin (savaşın) kaderini belirleyecek olan o meşhur, kati (kesin) ve asla yanlış anlaşılmaya müsait olmayan emrini verdi:
“Sizin vazifeniz, düşman süvarilerini (Hâlid bin Velîd’in birliğini) ok atışıyla bizden uzak tutmaktır. Onları bize yaklaştırmayın!”
Ve emrin en kritik kısmını ekledi:
“Bizim onları yendiğimizi görseniz bile, biz (aşağıda) ganimet toplarken dahi, sakın yerinizden ayrılmayın!”
“Velev ki bizim yenildiğimizi, paramparça olduğumuzu, cesetlerimizi kuşların didiklediğini görseniz bile; ben size ‘Gelin!’ diye haber göndermedikçe, yerinizden KESİNLİKLE kıpırdamayın!”
Emir, “ne pahasına olursa olsun” o tepeyi terk etmemekti.

4. Harp (Savaş) Başlıyor: İlk Zafer Rüzgârı

İki ordu karşı karşıya geldi. 3.000’e karşı 700.
Harp (Savaş), yine Mübâreze (teke tek dövüş) ile başladı. Kureyş’in sancaktarı (bayraktarı) olan, Kureyş’in en güçlü savaşçılarından Talha bin Ebî Talha, öne çıktı ve “Karşıma kim çıkacak?” diye meydan okudu.
O kadar güçlüydü ki, Sahâbe (r.anhüm) O’ndan (Talha’dan) çekinmişti.
Karşısına, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Aslanı” Hz. Ali (kerremallâhu vecheh) çıktı. Hz. Ali (r.a.), tek bir kılıç darbesiyle o kibirli sancaktarı yere serdi.
Kureyş’in sancağı yere düşmüştü.
Sancağı, Talha’nın kardeşi aldı. O’nu (Talha’nın kardeşini) Hz. Hamza (radıyallâhu anh) öldürdü. Sancağı bir başkası aldı, o da öldürüldü… Sancağı taşıyan Abdüddâroğulları’ndan tam on (10) kişi, birer birer Müslüman kahramanlar (Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Zübeyr, Hz. Âsım bin Sâbit r.anhüm) tarafından öldürüldü.
Kureyş’in sancağı, yerde kalmıştı.
Bu, Kureyş ordusunun maneviyatını (moralini) daha harbin (savaşın) başında çökertti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), elindeki kılıcı (Zülfikâr’ı) göstererek, “Bu kılıcın hakkını kim verir?” diye sormuş, o kılıcı alan Ebû Dücâne (radıyallâhu anh), başına kırmızı sarığını sarmış, çalımla (gururla) düşman saflarının arasına bir kasırga gibi dalmıştı.
Ve “Allah’ın (c.c.) Aslanı” Hz. Hamza (radıyallâhu anh)…
O (r.a.), iki elinde iki kılıçla (veya elinde bir kılıçla), göğsünde devekuşu tüyü takılı olduğu halde, Kureyş saflarını bir sağa bir sola biçiyordu. O’nun (r.a.) karşısına çıkan hiçbir müşrik ayakta kalamıyordu.
Harp (Savaş) başlamış, ancak bir muharebeden çok, Müslümanların tek taraflı kahramanlığına dönüşmüştü.
Kureyş’in 3.000 kişilik ordusu, 700 kişilik iman ordusu karşısında dayanamadı. Saflar bozuldu, askerler kaçışmaya başladı.
Mekke’den def çalarak, “Kaçarsanız sizi kucaklamayız!” diye gelen Hind ve Kureyşli kadınlar, can havliyle eteklerini toplamış, dağa doğru kaçıyorlardı.
Meydan, tamamen Kureyş’in bıraktığı eşyalarla, zırhlarla, kılıçlarla ve mallarla (Ganimet) dolmuştu.
Zafer, mutlak görünüyordu. Müslümanlar, Bedir’de olduğu gibi, büyük bir zafer daha kazandıklarını düşünerek “Allahu Ekber!” nidalarıyla kaçan düşmanı kovalıyor ve ganimetleri toplamaya başlıyorlardı.
Her şey mükemmel görünüyordu. Ancak bir yer hariç: Ayneyn Tepesi (Okçular Tepesi).

BÖLÜM 19: UHUD – İMTİHAN, SABIR VE ŞEHÂDET
(Medenî Dönem – VII)

1. O Kati (Kesin) Emrin Unutuluşu: Okçuların Hatası

Aşağıda, harp (savaş) meydanında Müslümanların düşmanı kovaladığını ve Kureyş kadınlarının dahi kaçıştığını gören Ayneyn Tepesi’ndeki 50 okçunun bir kısmı, zaferin kazanıldığından ve harbin (savaşın) bittiğinden emin oldular.
Gözleri, meydanda parlayan ganimetlere (terk edilmiş zırhlar, kılıçlar, mallar) takıldı. Kendi aralarında konuşmaya başladılar: “Harp (Savaş) bitti! Düşman kaçtı! Ne duruyoruz? Biz de aşağı inip ganimetten payımızı alalım! Eğer burada kalırsak, Resûlullah (s.a.v.) ganimeti sadece savaşanlara paylaştırır!”
Bu ganimet sevdası, o kati (kesin) emri onlara unutturmuştu.
Okçuların kumandanı Abdullah bin Cübeyr (radıyallâhu anh), bu durumu dehşetle fark etti. Tepeyi terk etmeye kalkan yaklaşık 40 okçunun önüne dikildi ve Resûlullah’ın (s.a.v.) emrini haykırdı:
“Nereye gidiyorsunuz! Allah’tan (c.c.) korkun! Resûlullah’ın (s.a.v.) size ne emrettiğini unuttunuz mu? ‘Cesetlerimizi kuşların didiklediğini görseniz bile benden emir gelmedikçe yerinizden ayrılmayın!’ buyurmamış mıydı?”
Ancak o 40 okçu, kumandanlarını dinlemedi. “Hayır, harp (savaş) bitti, O (s.a.v.) bunu kastetmemişti” diyerek, emre itaatsizlik ettiler ve ganimet toplamak için o stratejik tepeyi terk edip meydana indiler.
Abdullah bin Cübeyr (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) emrine harfiyen sadık kalan 10 (On) (veya daha az) fedakâr Sahabî (r.anhüm) ile birlikte, o hayati tepeyi müdafaa etmek için tek başlarına kaldılar.

2. Hâlid bin Velîd’in Dehası ve Kuşatma

Kureyş ordusunun sağ kanat süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd (ki henüz müşrikti ve dâhi bir askerî stratejistti), kaçar gibi yaparken dahi gözü hep o Ayneyn Tepesi’ndeydi.
İslâm Ordusu’nu arkadan vurabilmek için harp (savaş) boyunca o tepeye birkaç kez hamle yapmış, ancak 50 okçunun yoğun atışları yüzünden geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Şimdi ise Hâlid, o tepenin bir anda boşaldığını, üzerindeki okçu sayısının 10’a düştüğünü fark etti. Bu, harbin (savaşın) kaderini değiştirecek olan “an” idi.
Derhal, emrindeki 200 atlı süvariye emir verdi. Uhud Dağı’nın etrafından tam bir yay çizerek, o savunmasız kalan Ayneyn Tepesi’ne doğru dörtnala hücuma kalktı.
Tepede kalan Abdullah bin Cübeyr (r.a.) ve o 10 kahraman Sahabî (r.anhüm), üzerlerine gelen 200 atlıyı görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Son nefeslerine kadar ok attılar, kılıç salladılar. Ancak 200 süvariye karşı 10 kişinin yapabileceği bir şey yoktu. Başta komutanları Abdullah bin Cübeyr (r.a.) olmak üzere, hepsi orada şehit edildiler.
Tepe düşmüştü. İslâm Ordusu’nun sırtı artık tamamen savunmasızdı.
Hâlid bin Velîd, süvarileriyle birlikte, ganimet toplamakla meşgul olan ve zafer sarhoşluğu içindeki İslâm Ordusu’na tam arkadan saldırdı.

3. Büyük Panik ve Bozgun

Aynı anda, kaçmakta olan Kureyş piyadeleri (Ebû Süfyan ve İkrime komutasında), Hâlid’in başarılı kuşatmasını gördüler. Zafer nidası attılar ve geri dönüp önden saldırmaya başladılar.
700 kişilik İslâm Ordusu, bir anda 3.000 kişilik düşman ordusu tarafından, iki ateş (önden piyadeler, arkadan Hâlid’in süvarileri) arasında bir “kapan”a kısıldı.
Zafer, saniyeler içinde tam bir hezimete ve paniğe dönüştü.
Saflar bozuldu, kimin kim olduğu anlaşılamaz hale geldi. O kargaşada, Müslümanlar birbirlerini tanıyamayıp, yanlışlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Hz. Huzeyfe’nin (r.a.) babası olan yaşlı Sahabî Yemân (r.a.), bu kargaşada yanlışlıkla Müslüman kılıçlarıyla şehit edildi.

4. Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza’nın (r.a.) Şehâdeti

Harbin (Savaşın) o ilk kahramanlık anlarında, Hz. Hamza (r.a.) meydanda bir aslan gibi dövüşüyordu. Ancak O’nun (r.a.) Bedir’de öldürdüğü Kureyş reislerinin intikamını almak isteyenler vardı.
Kureyş reisi Cübeyr bin Mut’im, Bedir’de öldürülen amcası Tuayma’nın intikamı için, Habeşli ve mızrak atmakta usta olan kölesi Vahşî bin Harb’e bir vaatte bulunmuştu: “Eğer Muhammed’in (s.a.v.) amcası Hamza’yı (r.a.) öldürürsen, hürsün!”
Vahşî, harbin (savaşın) başından beri sadece Hz. Hamza’yı (r.a.) gözetliyordu. Büyük bir kayanın arkasına saklandı.
Hz. Hamza (r.a.), müşriklerden Siba’ bin Abdüluzza adında birine hücum etmek üzereyken, bir anlığına Vahşî’nin mızrağının menziline girdi.
Vahşî, o anda mızrağını fırlattı. Mızrak, “Allah’ın (c.c.) Aslanı”nın (r.a.) böğründen girip mübarek bedenini delip geçti.
Hz. Hamza (r.a.), o yaralı haliyle Vahşî’nin üzerine yürüdü, ancak gücü yetmedi, yere yığıldı ve oracıkta Şehitlerin Efendisi (Seyyidü’ş-Şühedâ) mertebesine ulaştı.
Harp (Savaş) bittikten sonra, Bedir’de babasını, amcasını ve kardeşini kaybeden Hind bint Utbe (Ebû Süfyan’ın karısı), Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşının başına geldi. Câhiliye vahşetinin en korkunç misallerinden (örneklerinden) birini sergileyerek, O’nun (r.a.) mübarek bedenini parçaladı, burnunu ve kulaklarını kesti, göğsünü yardı ve mübarek ciğerini (karaciğerini) çıkardı. İntikam hırsıyla ciğeri ağzına alıp çiğnedi, ancak yutamadı ve geri çıkardı.
(Bu yüzden O (Hind), tarihe “Ciğer Yiyen Hind” (Âkiletü’l-Ekbâd) olarak da geçecekti.)

5. “Resûlullah (s.a.v.) Öldü!” Şâyiası ve Peygamber’in (s.a.v.) Yaralanması

Düşmanın asıl hedefi Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmekti. Kuşatma yarmış, Müslümanlar dağılmıştı. Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç fedakâr Sahabî (r.anhüm) kalmıştı.
Düşman ordusundan İbn Kamia adında bir müşrik, Efendimiz’e (s.a.v.) benzetilen ve İslâm sancağını (bayrağını) taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) (Medine’nin ilk muallimi) hedef aldı.
Bir kılıç darbesiyle Mus’ab’ın (r.a.) sancağı tutan sağ elini kesti. Mus’ab (r.a.) sancağı sol eline aldı. İbn Kamia, sol elini de kesti. Mus’ab (r.a.), İslâm sancağı yere düşmesin diye, onu kesik kollarıyla göğsüne bastırdı. Müşrik, son bir hamleyle mızrağını Mus’ab’ın (r.a.) göğsüne sapladı ve O’nu (r.a.) şehit etti.
İbn Kamia, şehit ettiği Mus’ab’ı (r.a.), görünüşü benzediği için Resûlullah (s.a.v.) zannetti. Ve Kureyş ordusuna dönerek, harbin (savaşın) seyrini tamamen değiştiren o yalanı haykırdı:
“Muhammed’i (s.a.v.) öldürdüm! Muhammed (s.a.v.) öldü!”
Bu “şâyia” (asılsız haber), İslâm Ordusu’nun maneviyatını (moralini) tamamen çökertti. Kılıçlar ellerden düştü. Bazıları “Resûlullah (s.a.v.) ölmüşse artık niye savaşıyoruz?” diyerek Medine’ye doğru kaçmaya başladı. Bazıları dağa çekildi. Hatta münafıklardan bazıları, “Gidip Ebû Süfyan’dan eman dileyelim” deme cüretini gösterdi.
(O esnada Enes bin Nadr (r.a.) gibi kahramanlar ise, “Muhammed (s.a.v.) ölmüşse, O’nun (s.a.v.) uğrunda ölmek bize yakışmaz mı?” diyerek müşriklerin arasına dalıp şehit oluyordu.)
Bu şâyia, müşriklerin hücumunu ise tek bir hedefe, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu o küçük gruba yöneltti.
Efendimiz (s.a.v.), o anda müşriklerin hedefindeydi ve ağır yaralar alıyordu:
• Atılan bir taş, mübarek alt dudağını yardı.
• Atılan bir başka taş, O’nun (s.a.v.) mübarek rubâiyye dişini (sağ alt ön kesici dişlerinden birini) kırdı.
• Utbe bin Ebî Vakkâs’ın attığı bir taş, mübarek yüzünü (vech-i şerîf) yaraladı.
• İbn Kamia’nın (Mus’ab’ı (r.a.) şehit eden adam) vurduğu bir kılıç darbesi, Efendimiz’in (s.a.v.) miğferine isabet etti. Miğfer parçalandı ve miğferin iki halkası, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yanağına (elmacık kemiğine) saplandı.
• Efendimiz (s.a.v.), aldığı bu darbelerin tesiriyle, müşriklerin kazdığı çukurlardan birine düştü.

6. O Bir Avuç Fedakâr: Etrafındaki Kalkan

Resûlullah’ın (s.a.v.) öldüğü haberi yayılırken, O (s.a.v.) yaralı halde çukurdaydı. O’nun (s.a.v.) etrafında sadece 10-12 kişilik bir fedakâr Sahabî (r.anhüm) grubu kalmıştı. Bu grup, İslâm tarihinin gördüğü en büyük kahramanlık destanını yazdı.
• Talha bin Ubeydullah (radıyallâhu anh):
Efendimiz’e (s.a.v.) yönelen bir kılıç darbesine, zırhı veya kalkanı olmadığı için, çıplak elini siper etti. Eli, o darbeyle parçalandı ve kolu çolak kaldı. Aldığı sayısız ok ve mızrak yarasıyla Efendimiz’in (s.a.v.) önünde bir kalkan oldu. (Resûlullah (s.a.v.) O’nun (r.a.) için yıllar sonra, “Uhud gününde yeryüzünde gezen bir Şehit (Yaşayan Şehit) görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!” buyuracaktı.)
• Ebû Dücâne (radıyallâhu anh):
Efendimiz (s.a.v.) çukurdayken, O’nu (s.a.v.) korumak için üzerine kapaklandı. Sırtı, atılan oklarla bir kirpiye dönmüştü, ancak Resûlullah’a (s.a.v.) tek bir okun isabet etmesine izin vermedi.
• Nuseybe bint Ka’b (r.anha) (Ümmü Umâre):
Ordunun arkasında su dağıtmakla görevli bu kahraman Ensârî hanım, Resûlullah’ın (s.a.v.) düştüğünü görünce su kırbasını attı, eline bir kılıç aldı ve bir aslan gibi Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında dönerek O’nu (s.a.v.) yaralayan İbn Kamia’ya saldırdı, ağır yaralar aldı ama O’nu (s.a.v.) korumaktan bir an geri durmadı.
• Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.):
O’nu (s.a.v.) çukurdan çıkardılar. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yanağına saplanan miğfer halkalarını kendi dişleriyle çekerek çıkardı (bu esnada kendisinin de ön dişleri kırıldı).
Efendimiz (s.a.v.), yaralı halde Uhud Dağı’nın yamacındaki güvenli bir sığınağa çekildi. O’nun (s.a.v.) hayatta olduğunu gören Müslümanlar (yaklaşık 70-80 kişi), O’nun (s.a.v.) etrafında toplandılar.
Uhud harbi (savaşı), İslâm Ordusu’nun zaferiyle başlamış; ancak bir emre itaatsizlik yüzünden büyük bir bozguna, 70 büyük şehidin (Hz. Hamza, Mus’ab bin Umeyr, Abdullah bin Cübeyr, Enes bin Nadr r.anhüm) verildiği acı bir derse dönüşmüştü.
Ebû Süfyan, harbin (savaşın) sonunda Uhud Dağı’nın eteklerine geldi ve bağırdı: “Aranızda Muhammed (s.a.v.) var mı? Ebû Bekir (r.a.) var mı? Ömer (r.a.) var mı?”
Efendimiz (s.a.v.) “Cevap vermeyin” buyurdu.
Ebû Süfyan, cevap alamayınca kibrinin zirvesine çıktı: “Yaşasın (putumuz) Hübel! Hübel yüceldi!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ömer’e (r.a.) “O’na (Ebû Süfyan’a) cevap ver, yâ Ömer!” buyurdu.
Hz. Ömer (r.a.) gürledi:
“Allah (c.c.) en Yüce’dir, en Ulu’dur! (Allahü A’lâ ve Ecell!)”
Ebû Süfyan: “Bizim (putumuz) Uzzâ var, sizin Uzzâ’nız yok!”
Hz. Ömer (r.a.): “Allah (c.c.) bizim Mevlâ’mızdır, sizin mevlânız yoktur!”
Ebû Süfyan: “Bugün, Bedir’e karşılıktır! Harp (Savaş) nöbetleşedir (Bir siz yendiniz, bir biz yendik)!”
Ve son sözünü söyledi: “Seneye sizinle Bedir’de tekrar buluşmak üzere!” (Bedrü’s-Suğrâ).
Kureyş ordusu, Müslümanları tamamen yok edememiş olsa da, intikamını (Hz. Hamza’yı r.a. öldürerek) almış, ağır bir yara vermiş olarak Mekke’ye doğru çekildi.
Meydanda, Resûlullah (s.a.v.), 70 şehidinin, bilhassa amcası Hz. Hamza’nın (r.a.) parçalanmış mübarek bedeninin başında gözyaşı döküyordu.
Uhud Dağı’nın etekleri, 70 mübarek şehidin, bilhassa Şehitlerin Efendisi Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) mübarek kanıyla sulanmıştı. İslâm Ordusu, bir emre itaatsizlik neticesinde, zaferle başladığı bir harpten (savaştan) ağır yaralar alarak ve Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek dişinin kırıldığı, yüzünün yaralandığı bir imtihanla Medine’ye dönmüştü.
Müslümanların kalbi hüzünlü, bedenleri yaralıydı. Medine’de ise münafıklar (Abdullah bin Übeyy ve taraftarları) fitneyi körüklüyor, “Gördünüz mü, bizi dinlemeyip Uhud’a çıktılar, başlarına neler geldi!” diyerek Müslümanların maneviyatını (moralini) bozmaya çalışıyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul harp dehasıyla biliyordu ki; eğer Kureyş, Müslümanların bu kadar zayıf düştüğünü fark ederse, “İşlerini tam bitiremedik” pişmanlığıyla Mekke yolundan geri dönebilir ve Medine’ye son, ölümcül baskını yapabilirdi.
Düşmana asla “zayıf” görünmemek gerekiyordu.

BÖLÜM 20: YENİLGİDEN DOĞAN DİRAYET VE İHÂNET TUZAKLARI
(Medenî Dönem – VIII)

1. Düşman Takibi: Hamrâü’l-Esed Gazvesi (Hicret 3)

Uhud harbinin (savaşının) ertesi sabahı, Hicretin 3. Yılı, 8 Şevval Pazar günü… Medine’de herkes şehitlerinin yasını tutuyor, yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o sabah müezzinine (Hz. Bilâl r.a.) şu Cihan Şümul emri verdi:
“Derhal ilan et! Düşmanı (Kureyş’i) takibe çıkıyoruz! Ancak, takibe SADECE dün Uhud’da bizimle birlikte olanlar (savaşa katılanlar) gelecektir!”
Bu, inanılmaz bir emirdi. Ordu yorgundu, yaralıydı. Hatta bazı Sahabîler (r.anhüm) yürüyemeyecek haldeydi, birbirlerine yaslanarak ayakta duruyorlardı.
Ama emir katiydi (kesindi). Uhud’un o zorlu imtihanına katılan 700 kişilik o yaralı ve hüzünlü ordu, Resûlullah’ın (s.a.v.) emrine tereddütsüz itaat etti. Uhud’a katılmayıp Medine’de kalanların (münafıklar hariç) katılmasına ise izin verilmedi.
O yaralı aslanlar ordusu, Efendimiz’in (s.a.v.) komutasında derhal silahlandı ve Medine’den çıktı. Hedef, Mekke’ye dönmekte olan Ebû Süfyan ordusuydu.
İslâm Ordusu, Medine’ye yaklaşık 13 km mesafedeki “Hamrâü’l-Esed” mevkiine kadar ilerledi.
Tam da Efendimiz’in (s.a.v.) öngördüğü gibi olmuştu. Yolda, Ebû Süfyan ve Kureyş ordusu duraklamış, kendi aralarında “Müslümanlar ağır yara aldı. Muhammed’i (s.a.v.) (hâşâ) öldüremedik. Geri dönüp Medine’ye baskın mı yapsak?” diye istişare ediyorlardı.
Ancak İslâm Ordusu’nun, o yaralı haliyle, Uhud’dan sadece 24 saat sonra, kendilerini takibe çıkacak kadar cesur ve diri olduğunu öğrenince dehşete kapıldılar.
Ebû Süfyan, “Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbında (r.anhüm), bizim bilmediğimiz bir güç kalmış olmalı. Başımıza Bedir’deki gibi yeni bir felaket gelmesin” diyerek, bu takipten korktu ve ordusuna “Süratle Mekke’ye yürüyün!” emrini verdi.
Efendimiz (s.a.v.) ve o yaralı ordusu, Hamrâü’l-Esed’de üç gün (veya beş gün) konakladı. Gece vakti, Kureyş ordusuna gözdağı vermek için, yüzlerce ayrı noktada ateş yaktırdı. Uzaktan bu ateşleri gören düşman casusları, Müslümanların ordusunun ne kadar kalabalık ve zinde olduğunu zannederek korkuya kapıldılar.
Bu gazve (sefer), bir “harp (savaş)” değil, bir “psikolojik harp (savaş)” idi. Bu, Uhud’daki askerî yenilginin, manevî bir zafere ve stratejik bir üstünlüğe dönüştürülmesiydi.
Kur’ân-ı Kerîm, o yaralı halde Allah’ın (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.v.) emrine uyan o kahraman Sahabîleri (r.anhüm) şu ayet-i kerîme ile övmüştür:
“Onlar, o kimselerdir ki, yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in çağrısına uydular. İçlerinden iyilik yapanlara ve Allah’a (c.c.) karşı gelmekten sakınanlara büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 3/172 )

2. İhânet Tuzakları: Recî’ ve Bi’r-i Maûne Fâciaları (Hicret 4)

Uhud, Müslümanların yenilebileceğini (zâhiren) göstermişti. Bu durum, Medine etrafındaki müşrik bedevî kabilelerini ve Medine’deki Yahudileri cesaretlendirmişti. Hicretin 4. yılı, İslâm tarihinin en acı “ihânet” ve “fâcia” yıllarından biri oldu.

a) Recî’ Fâciası (10 Şehit):

Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Medine’ye geldi. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim kabilelerimiz İslâm’ı kabul etti. Ancak bize Kur’ân’ı ve dini öğretecek muallimlere (öğretmenlere) ihtiyacımız var. Bize rehberler gönder” dediler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu davete çok sevindi. Ashâbının (r.anhüm) en seçkinlerinden, çoğu Suffe ehli olan 10 (On) Kur’ân muallimi seçti. Başlarına da tecrübeli Sahabî Mersed bin Ebî Mersed’i (r.a.) (veya Âsım bin Sâbit’i r.a.) komutan tayin etti.
Muallimler (r.anhüm) kafilesi, “Recî'” denilen su başına geldiklerinde, o heyetin tuzağı ortaya çıktı. Adal ve Kare kabileleri onlara ihânet etmişti. Etrafları, Lihyânoğulları kabilesinden yüzlerce müşrik savaşçı tarafından sarıldı.
10 Sahabî (r.anhüm) derhal kılıçlarına sarılıp bir tepeye çekildiler. Müşrikler “Teslim olun, size eman veriyoruz, öldürmeyeceğiz!” dediler.
Komutan Âsım bin Sâbit (r.a.) gürledi: “Ben, bir müşriğin emanına (güvencesine) asla güvenmem!”
Ve şu duayı etti: “Allah’ım! Hâlimizi Resûlüne (s.a.v.) ulaştır!”
Âsım (r.a.) ve 7 Sahabî (r.anhüm), o tepede son oklarına, son kılıç darbelerine kadar dövüştüler ve kahramanca şehit oldular.
Geriye 3 Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Hubeyb bin Eret (r.a.), Zeyd bin Desinne (r.a.) ve Abdullah bin Tarık (r.a.).
Onlar (r.anhüm), müşriklerin “eman” sözüne (belki bir kurtuluş olur ümidiyle) inanarak teslim oldular. Abdullah bin Tarık (r.a.), yolda ihâneti anlayıp kaçmak isterken orada şehit edildi.
Hubeyb (r.a.) ve Zeyd’i (r.a.) ise, Kureyş’e sattılar. Çünkü bu ikisi, Bedir’de Kureyş’in ileri gelenlerinden bazılarını öldürmüşlerdi.
Kureyş, bu iki Sahabî’yi (r.anhüm), Uhud’un intikamını almak için Mekke’de, “Ten’im” mevkiinde halka açık bir alanda, işkenceyle “çarmıha gererek” şehit etmeye karar verdi.
Hz. Hubeyb (r.a.), darağacına (çarmıha) çıkarılmadan önce, “Bana izin verin, iki rekât namaz kılayım” dedi. İzin verdiler. Hz. Hubeyb (r.a.), süratle iki rekât namaz kıldı. Sonra müşriklere döndü: “Vallahi, eğer ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız, bu namazı çok daha uzun kılardım.”
(Böylece Hz. Hubeyb (r.a.), “İdamdan önce iki rekât namaz kılma” sünnetini (geleneğini) başlatan Sahabî (r.a.) oldu.)
O’nu (r.a.) çarmıha gerdiklerinde, mübarek yüzü Medine’ye (Kıbleye) dönüktü. Ve o anda, şu meşhur bedduasını etti: “Allah’ım! Onları bir bir say! Onları teker teker helâk et! Hiçbirini sağ bırakma!”
Müşrikler bu bedduadan o kadar korktular ki, çocuklarını bile yüzüstü yere kapattılar.
Hz. Zeyd bin Desinne’ye (r.a.) de aynı işkence yapıldı. Ebû Süfyan, O (r.a.) tam ölmek üzereyken O’na (r.a.) sordu: “Ey Zeyd! Allah (c.c.) aşkına söyle! İster miydin ki, şu an senin yerinde (çarmıhta) Muhammed (s.a.v.) olsaydı da, sen evinde ailenle rahatça otursaydın?”
Hz. Zeyd’in (r.a.) o sarsılmaz imanının ve Resûl (s.a.v.) aşkının cevabı, Ebû Süfyan’ı dondurdu:
“Vallahi! Değil O’nun (s.a.v.) burada benim yerimde olmasını, şu an Medine’de yürürken O’nun (s.a.v.) mübarek ayağına bir diken batmasına bile benim canım feda olsun!”
Ebû Süfyan, hayretle yanındakilere döndü: “Ben, yeryüzünde, Muhammed’in (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm) Muhammed’i (s.a.v.) sevdiği kadar, bir başkasını seven kimse görmedim!”
Ve iki kahraman Sahabî (r.anhüm) de Mekke’de şehit edildi.

b) Bi’r-i Maûne Fâciası (70 Şehit):

Recî’ Fâciasından sadece birkaç gün sonra, daha büyük bir felaket yaşandı.
Necid (Orta Arabistan) bölgesinin en güçlü reisi olan Ebû Berâ (Âmir bin Mâlik), Medine’ye geldi. Efendimiz (s.a.v.) O’na (Ebû Berâ’ya) İslâm’ı anlattı. Ebû Berâ, Müslüman olmadı ama “Eğer kavmime muallimler (öğretmenler) gönderirsen, İslâm’ı kabul edebilirler. Ben, onları himayeme (korumama) alıyorum, onlara eman veriyorum” dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (Recî’ hadisesinden henüz haberi olmadığı için) bu teklifi kabul etti.
Ancak Necid bölgesi tehlikeliydi. Efendimiz (s.a.v.) bu kez 10 değil, Suffe Ehli’nden, tamamı Kur’ân hâfızı (Kurrâ) olan 70 (Yetmiş) seçkin Sahabî’yi (r.anhüm) gönderdi. Başlarına da Münzir bin Amr’ı (r.a.) tayin etti.
Bu 70 Kurrâ (r.anhüm), gündüzleri odun kesip satarak geçinir, geceleri ise sabahlara kadar Kur’ân okuyup namaz kılan, İslâm’ın en âbid (ibadet eden) ve en âlim (bilen) kadrosuydu.
Kafile, “Bi’r-i Maûne” (Maûne Kuyusu) denilen yere vardığında, ihânet ortaya çıktı. Ebû Berâ’nın verdiği eman (güvence) sözü yalandı (veya yeğeni Âmir bin Tufeyl, amcasının sözünü çiğnemişti).
Âmir bin Tufeyl’in komutasındaki Süleym, Usayye ve Ri’l kabileleri, o 70 silahsız Kur’ân mualliminin (r.anhüm) etrafını sardılar.
Sahabîler (r.anhüm), ihanete uğradıklarını anladılar. Kılıçlarına sarıldılar (çok az silahları vardı). Son nefeslerine kadar dövüştüler. Biri (Ka’b bin Zeyd r.a.) hariç (ki O’nu (r.a.) da öldü zannedip bıraktılar), 70 (veya 69) Sahabî’nin (r.anhüm) tamamı orada hunharca şehit edildi.
Recî’ (10 şehit) ve Bi’r-i Maûne (70 şehit) haberleri Medine’ye aynı günlerde ulaştı.
80 seçkin evladını, İslâm’ın en güzide muallimlerini (öğretmenlerini), hain tuzaklarda kaybeden Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hayatı boyunca Uhud’da bile hissetmediği kadar derin bir hüzne (üzüntüye) boğuldu.
O (s.a.v.), o kadar müteessir (üzgün) oldu ki, tam bir ay (30 veya 40 gün) boyunca, sabah namazlarında o kabilelere (Lihyânoğulları, Ri’l, Zekvân, Usayye) isimlerini anarak beddua etti (Kunût okudu).

3. İkinci Yahudi İhâneti: Benî Nadîr Gazvesi (Hicret 4)

Uhud’daki sarsıntı ve bu fâcialar, Medine’deki ikinci büyük Yahudi kabilesi olan Benî Nadîr’i (Nadiroğulları) cesaretlendirmişti. Onlar da zengin, güçlü ve kaleleri olan bir kabileydi.
Efendimiz (s.a.v.), Bi’r-i Maûne’de tuzağa düşürülenlerin diyetine (kan parasına) katkıda bulunmaları için (Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) göre müttefik oldukları için) onlarla konuşmak üzere kalelerine gitmişti.
Benî Nadîr Yahudileri, O’nu (s.a.v.) çok iyi karşıladılar. “Elbette yâ Ebâ’l-Kâsım! (s.a.v.) Sana (s.a.v.) yardım edeceğiz. Sen (s.a.v.) şuracıkta, kale duvarımızın dibinde otur, biz de kendi aramızda parayı toplayıp gelelim” dediler.
Efendimiz (s.a.v.), yanlarında Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) olduğu halde, o kale duvarının dibine oturdu, beklemeye başladı.
O (s.a.v.) beklerken, Yahudi reisleri gizli bir odaya çekildiler ve o şeytanî planı yaptılar:
“Muhammed’i (s.a.v.) öldürmek için bundan daha büyük bir fırsat elimize geçmez! O (s.a.v.) tam duvarın dibinde oturuyor. İçimizden kim, şu büyük değirmen taşını kalenin tepesinden O’nun (s.a.v.) üzerine atıp başını ezecek?”
İçlerinden Amr bin Cihâş adında bir Yahudi, “Ben yaparım!” dedi ve taşı atmak için kalenin damına çıktı.
Plan yapılmıştı. Ancak onlar tuzak kurarken, Vahiy Meleği Cebrail (aleyhisselâm) derhal Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) nazil oldu ve O’na (s.a.v.) bu alçakça suikast planını haber verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hiçbir şey belli etmeden, sanki bir ihtiyacı (hâceti) için kalkıyormuş gibi, sâkin (sessizce) oturduğu yerden kalktı ve Ashâbına (r.anhüm) da bir şey demeden, süratle Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye doğru yürüdü.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) geciktiğini görünce endişelendiler. Kalkıp Medine’ye döndüklerinde, O’nu (s.a.v.) Mescid’de buldular. Efendimiz (s.a.v.), Benî Nadîr’in ihanetini ve suikast planını onlara anlattı.
Bu, Benî Kaynukâ’nın yaptığı gibi, Medine Vesikası’nın (Anayasa’nın) açık bir ihlâli ve Devlete (ve Devlet Başkanı’na) karşı bir suikast (harp/savaş ilanı) demekti.
Efendimiz (s.a.v.), derhal onlara bir ültimatom (kesin uyarı) gönderdi:
“Mademki ahdinizi (sözünüzü) bozdunuz ve bana suikast planladınız. Size on (10) gün mühlet! Medine’yi terk edin! Bu on günden sonra kim sizden burada görülürse, boynu vurulacaktır!”
Benî Nadîr, önce korkup hazırlanmaya başladı. Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übeyy, onlara gizlice şu haberi gönderdi: “Sakın kalelerinizi terk etmeyin! Direnin! Benim 2.000 kişilik ordum (Ensâr’dan ve Gatafân kabilesinden) size yardıma gelecek. Sizinle beraber savaşacağız!”
Bu yalana kanan Benî Nadîr, Efendimiz’e (s.a.v.) “Terk etmiyoruz! Elinden geleni yap!” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm Ordusu’nu topladı (Sancaktar Hz. Ali r.a. idi) ve Benî Nadîr kalelerini kuşattı.
Benî Nadîr, münafıkların yardımını bekledi. Ancak ne Abdullah bin Übeyy ne de Gatafânlılar yardıma gelmedi. Münafıklar, yine sözlerinde durmamışlardı.
Kuşatma 15 (veya 21) gün sürdü. Dışarıdan yardım alamayan ve kalelerinde mahsur kalan Benî Nadîr Yahudileri, sonunda Benî Kaynukâ gibi teslim oldular.
Efendimiz (s.a.v.), onlara Benî Kaynukâ’ya tanıdığından daha ağır bir şartla sürgün cezası verdi: Sadece develerinin taşıyabildiği kadar eşyayı alabilecekler, ancak hiçbir silah, zırh veya askerî malzeme götüremeyeceklerdi.
Benî Nadîr Yahudileri, Medine’deki o muazzam evlerini, hurma bahçelerini ve servetlerini geride bıraktılar. Evlerini, Müslümanlara kalmasın diye kendi elleriyle yıkarak (tahrip ederek) Medine’den ayrıldılar. (Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de Haşr Suresi’nde detaylıca anlatılır).
Bir kısmı Suriye’ye (Ezriât’a), en tehlikeli ve zengin reisleri (Huyey bin Ahtab, Kinâne bin Rebî’ gibi) ise Medine’nin kuzeyindeki “Hayber” Kalesi’ne yerleştiler.
Onların Hayber’e gitmesi, ileride İslâm Devleti’nin başına gelecek en büyük fitnenin ve en büyük harbin (savaşın) (Hendek/Ahzâb Savaşı’nın) tohumlarını ekmiş oldu.

BÖLÜM 21: İTİBARIN YENİDEN TESİSİ VE EN BÜYÜK TEHDİT: AHZÂB
(Medenî Dönem – IX)

1. “Bedir Randevusu” (Gazvetü Bedri’s-Suğrâ / Küçük Bedir)

Uhud harbinin (savaşının) sonunda, Kureyş’in başkomutanı Ebû Süfyan, Uhud Dağı’nın tepesinden İslâm Ordusu’na meydan okumuştu: “Bugün, Bedir’in karşılığıdır! Harp (Savaş) nöbetleşedir! Gelecek yıl, sizinle yine Bedir’de buluşmak (savaşmak) üzere randevulaşıyoruz!”
Hz. Ömer (r.a.) da Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle gürlemişti: “İnşallah! O, bizimle sizin aranızda bir randevudur!”
Uhud’un üzerinden tam bir yıl geçmişti (Hicret 4, Şâban ayı). Randevu vakti gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’in bu meydan okumasına cevap vermek ve İslâm’ın Uhud’da sarsılan (zâhiren) itibarını tamamen geri kazanmak için Ashâbına (r.anhüm) “Bedir’e!” emrini verdi.
Uhud’un acısını unutmayan 1.500 (Bin beş yüz) kişilik sarsılmaz bir ordu toplandı. Bu ordu, Bedir’e doğru yola çıktı.
Mekke’de ise durum farklıydı. O yıl Mekke’de kuraklık ve kıtlık baş göstermişti. Ebû Süfyan, Bedir’de yaşadığı o ilk hezimeti unutamamıştı ve İslâm Ordusu’nun 1.500 kişilik bu güçlü hali karşısında dehşete kapılmıştı. Harbe (Savaşa) gitmek istemiyor, ancak “randevu”dan kaçarsa Kureyş’in itibarının yerle bir olacağını da biliyordu.
Ebû Süfyan, kurnazca bir “psikolojik harp (savaş)” yolunu seçti. Henüz Müslüman olmamış olan (veya gizli anlaşmalı olduğu) Nuaym bin Mes’ud adında birini Medine’ye casus olarak gönderdi. Görevi, Müslümanların maneviyatını (moralini) bozmaktı.
Nuaym, Medine’ye geldi ve feryat etmeye başladı: “Ey Medineliler! Nereye gidiyorsunuz? Ebû Süfyan ve Kureyş, sizin hayal bile edemeyeceğiniz, dağlar gibi bir ordu topladı! Hepinizi yok edecekler! Sakın Bedir’e gitmeyin!”
Bu haber, Medine’deki münafıkların yüreğine korku saldı. Ancak mü’minlerin yüreğine zerre kadar korku vermedi. Onların cevabı, Kur’ân-ı Kerîm’in ölümsüzleştirdiği o tevekkül nidası oldu:
“Hasbünallâhu ve ni’me’l-vekîl!”
(Allah (c.c.) bize yeter! O (c.c.) ne güzel Vekil’dir!)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise o Cihan Şümul kararlılığıyla buyurdu:
“Vallahi! Onlar gelmese bile, ben tek başıma kalsam dahi, o randevu yerine gideceğim!”
İslâm Ordusu (1.500 kişi) Bedir’e vardı. Orada tam sekiz (8) gün Kureyş ordusunu beklediler.
Ebû Süfyan ise, 2.000 kişilik bir orduyla Mekke’den çıkmış, “Mecenne” denilen yere kadar gelmişti. Orada durdu ve askerlerine döndü: “Ey Kureyş! Bu yıl kıtlık yılıdır. Develerimiz zayıf, azığımız yok. Böyle bir ‘Kavut Ordusu’ (Ceyşü’s-Sevîk) ile savaşmak akıl kârı değildir. Geri dönüyoruz!”
Ve Kureyş ordusu, savaşmadan, randevu yerine gelme cesaretini gösteremeden, Mekke’ye geri döndü.
Müslümanlar ise, Bedir’de bekledikleri sekiz gün boyunca, orada kurulan panayırda ticaret yaptılar. Yanlarında getirdikleri malları 1’e 2 kârla satarak, hem askerî hem de ekonomik bir zaferle Medine’ye döndüler.
Bu “Küçük Bedir Gazvesi”, İslâm’ın itibarına vurulan Uhud lekesini tamamen temizledi. Kureyş’in korkaklığı ve Müslümanların cesareti bütün Arabistan’a ilan edildi.

2. Çölün Disiplini: Zâtü’r-Rikâ’ Gazvesi ve Korku Namazı

Medine’nin itibarı yükselince, Necid çöllerinde (Orta Arabistan) yaşayan ve yağmacılıkla geçinen bedevî kabileleri (Gatafân, Beni Muhârib, Beni Sa’lebe) bundan rahatsız oldu. Müslümanların Recî’ ve Bi’r-i Maûne’de muallimlerini (öğretmenlerini) kaybetmesinden cesaret alarak, Medine’ye büyük bir baskın yapmak için ordu toplamaya başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Düşmanı Medine’de beklemeyeceğiz, O’nun (düşmanın) vatanına bizzat gideceğiz” stratejisiyle, 400 (veya 700) kişilik seçkin bir birlikle derhal Necid çöllerine, Gatafân yurduna doğru yola çıktı (Hicret 4 veya 5).
Bu sefer, son derece meşakkatliydi. Çöl arazisi o kadar sarp ve kayalıktı ki, Sahabîlerin (r.anhüm) ayakkabıları (nalınları) parçalandı, ayakları kan revan içinde kaldı. Yürüyemeyecek hale geldiklerinde, ayaklarına bez ve kumaş parçaları (“paçavralar” – Rikâ’) sardılar. Bu yüzden bu sefere “Zâtü’r-Rikâ'” (Paçavralar Gazvesi) denildi.
İslâm Ordusu, Gatafân yurdunun kalbine kadar ilerledi. Bedevîler, Müslümanların kendi evlerine kadar gelme cüretine şaşırdılar. Büyük bir harp (savaş) olmadı, çünkü bedevîler savaşı göze alamayıp dağlara kaçtılar.
Ancak bu sefer sırasında, İslâm fıkhı (hukuku) için çok mühim bir hadise yaşandı.
Namaz vakti gelmişti. İslâm Ordusu namaza durmak istiyor, ancak dağların tepesindeki düşman (Gatafân), Müslümanların secdeye vardığı o “savunmasız” anı kolluyordu. “Hepsi birden secdeye varınca, üzerlerine baskın yapalım” diye plan yapıyorlardı.
Tam o anda, Cebrail (aleyhisselâm), Resûlullah’a (s.a.v.) “harp (savaş) anında” dahi namazın nasıl eda edileceğini öğreten “Salâtü’l-Havf” (Korku Namazı) ayetlerini (Nisâ, 4/101-102) getirdi.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) iki safa ayırdı:
• Birinci saf, Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında bir rekât kıldı. Efendimiz (s.a.v.) ikinci rekât için ayakta beklerken, onlar (birinci saf) kendi başlarına ikinci rekâtı hızla kılıp selam verdiler ve geri çekilip nöbet yerine geçtiler.
• İkinci saf (nöbette olanlar) ileri geldi, Resûlullah’a (s.a.v.) uydular. Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte ikinci rekâtı kıldılar. Efendimiz (s.a.v.) Tahiyyât’ta otururken, onlar (ikinci saf) kalkıp kaçırdıkları ilk rekâtı kıldılar ve Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte selam verdiler.
Böylece, harp (savaş) anında dahi cemaatle namaz terk edilmemiş oldu. Bu manzarayı (bir grubun namaz kılıp diğer grubun nöbet tuttuğunu) gören Gatafânlı bedevîler, “Bunlar, ilâhî bir koruma altındalar” diyerek korkuya kapıldılar ve Medine’ye saldırma planlarından tamamen vazgeçtiler.

3. Bütün Fitnelerin Birleşmesi: Ahzâb’a Giden Yol (Hicret 5)

Bedir Randevusu’nda Kureyş yenilmiş (itibaren), Zâtü’r-Rikâ’da Gatafân sindirilmiş, Benî Nadîr ise Medine’den sürülmüştü.
İslâm’ın düşmanları (müşrikler, bedevîler ve Yahudiler), Resûlullah (s.a.v.) ile “ayrı ayrı” baş edemeyeceklerini anlamışlardı.
İşte bu noktada, Medine’den sürülüp Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyey bin Ahtab, İslâm’ı yeryüzünden silmek için o şeytanî “Büyük Koalisyon” planını devreye soktu.
Bu, İslâm’a karşı kurulan en büyük Câhiliye ittifakıydı.

1. Adım: Mekke (Kureyş):

Huyey bin Ahtab, bir Yahudi heyetiyle Mekke’ye, Ebû Süfyan’ın huzuruna çıktı. Dedi ki: “Ey Kureyş! Biz (Hayber Yahudileri), bütün servetimizle ve savaşçılarımızla sizinleyiz. Gelin, Muhammed’i (s.a.v.) Medine’de kuşatalım ve bu işi kökünden bitirelim!”
Ebû Süfyan, bu teklife sevindi ancak Ehl-i Kitap olan Yahudilere güvensizliğini belirtti: “Ey Yahudiler! Siz Kitap sahibisiniz. Bize dürüstçe söyleyin: Bizim dinimiz (putperestlik) mi daha hayırlıdır, yoksa Muhammed’in (s.a.v.) dini (Tevhid) mi?”
Huyey bin Ahtab ve yanındaki Yahudi hahamları, sırf İslâm düşmanlığında birleşebilmek için, kendi kitaplarını inkâr pahasına o korkunç cevabı verdiler:
“Vallahi! Sizin dininiz (putlara tapmanız), O’nun (s.a.v.) dininden daha doğrudur ve daha hayırlıdır!”
(Kur’ân-ı Kerîm, Nisâ Suresi 51. ayette, Ehl-i Kitab’ın bu “Cibt’e ve Tâğût’a (Puta) inanma” ihanetini lanetleyecekti.)
Bu söz üzerine Kureyş, 4.000 (Dört bin) kişilik ordusuyla ittifaka katıldı.

2. Adım: Necid (Gatafân):

Huyey bin Ahtab, Kureyş’in desteğini aldıktan sonra, Necid çöllerine, Zâtü’r-Rikâ’da sindirilen Gatafân kabilelerine (Beni Fezâre, Beni Murre, Beni Eşca’) gitti.
Bedevîler dine değil, paraya (ganimete) bakarlardı. Huyey, onlara şu teklifi yaptı: “Kureyş’le birleştik. Siz de bize katılın. Eğer Medine’yi düşürürsek, Hayber’in bir yıllık hurma mahsulünün tamamı sizin olacaktır!”
Bu muazzam rüşvet karşısında Gatafân kabileleri de ittifaka katıldı. Onlar da yaklaşık 6.000 (Altı bin) kişilik bir ordu çıkardılar.
Sonuç: “Ahzâb” (Hizipler/Gruplar) Ordusu
Kureyş (Mekke Müşrikleri), Gatafân (Necid Bedevîleri) ve Benî Nadîr (Hayber Yahudileri – Finansör ve Provokatör) birleşmişti.
Arap yarımadasının o güne dek gördüğü en büyük ordu: Toplam 10.000 (On bin) (bazı rivayetlerde 12.000) kişilik muazzam bir “Koalisyon Ordusu” (Ahzâb).
Ordunun Başkomutanı Ebû Süfyan idi.
Hicretin 5. Yılı, Şevval ayında (M. 627), bu devasa ordu, tek bir hedef için Medine’ye doğru yürüyüşe geçti:
Medine’yi kuşatmak, Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmek ve İslâm’ı tarihten silmek.

BÖLÜM 22: HENDEK – AKIL, SABIR VE MUCİZE
(Medenî Dönem – X: Ahzâb Gazvesi)

1. Korkunç Haber ve Harp (Savaş) Meclisi

Düşman ordusunun yola çıktığı haberi, müttefik kabilelerden Huzâalıların süratli habercileri (ulakları) vasıtasıyla Medine’ye ulaştı. Haber, şehre bir bomba gibi düştü. Münafıklar derhal fitneye başladı, “İşte sonunuz geldi!” diyerek korku yaydılar. Mü’minlerin kalpleri ise, Kur’ân-ı Kerîm’in tasviriyle, (korkudan) “gırtlaklara dayanmıştı.” (Ahzâb, 33/10)
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu topyekûn imha (yok etme) tehdidi karşısında derhal Harp (Savaş) Meclisi’ni (Meşveret) topladı.
Durum vahametini koruyordu. 10.000 kişilik bu ordunun, bilhassa Hâlid bin Velîd ve Gatafânlıların meşhur süvarilerinin, Medine’nin açık meydanlarına girmesine izin verilirse, bu 3.000 kişilik İslâm Ordusu’nun dayanma şansı yoktu. Uhud’daki gibi bir meydan muharebesi, intihar demekti. Uhud’daki “Savunma Harbi (Savaşı)” teklifi de bu kez yetersizdi, zira düşman şehri kuşatacak ve evleri tek tek yıkacak kadar kalabalıktı.
Mecliste derin bir sessizlik vardı. Arapların bildiği bütün harp (savaş) taktikleri bu tehdit karşısında aciz kalıyordu.

2. Fars Diyarından Gelen Çözüm: Selmân-ı Fârisî (r.a.) ve “Hendek”

Tam bu çaresizlik anında, mecliste bulunan, aslen Fars (İran) diyarından olan, hakikati aramak için uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye gelip İslâm’la şereflenen ve kölelikten yeni kurtulmuş olan Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) söz aldı.
O (r.a.), Arapların hiç bilmediği, ancak Fars (İran) ve Sâsânî ordularının iyi bildiği bir “Savunma Harbi (Savaşı)” stratejisini ortaya koydu. O mübarek teklif, tarihin akışını değiştirecekti:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Biz Fars diyarındayken, böyle kalabalık süvari ordularının baskınından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına ‘Hendek’ (Farsça ‘Kandak’tan gelir; derin ve geniş siper/çukur) kazar, şehri savunurduk.”
Bu, Arap harp (savaş) geleneğinde olmayan, dâhiyane bir fikirdi.
Medine şehri, zaten üç cihetten (taraftan) tabii (doğal) bir korumaya sahipti: Doğuda “Harretü Vâkım” ve batıda “Harretü’l-Vebere” denilen volkanik, kayalık, atların ve develerin geçişine asla izin vermeyen sarp araziler. Güneyde ise sık, bitişik nizam hurma bahçeleri ve evler (adeta bir kale duvarı gibi) bulunuyordu.
Medine’nin tek bir zayıf, savunmasız noktası vardı: Kuzey cephesi. Burası, Uhud Dağı’na bakan, süvari hücumuna tamamen açık, düz bir araziydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Selmân’ın (r.a.) bu teklifini derhal kabul etti. Plan şuydu: Düşman ordusu gelmeden önce, Medine’nin bu açık olan kuzey cephesi, boydan boya derin ve geniş bir Hendek ile kapatılacaktı.

3. Zamanla Yarış: Hendek’in Kazılması

Emir verildi. 3.000 kişilik İslâm Ordusu, derhal bir “amele” ordusuna dönüştü. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), araziyi bizzat teftiş etti ve Hendek’in nereden başlayıp nerede biteceğini planladı.
3.000 Sahabî’yi (r.anhüm), onar (10) kişilik takımlara ayırdı. Her takıma, kazmaları gereken (yaklaşık 40 arşın / 20 metre) bir mesafe tayin etti.
Bu, tarihin gördüğü en meşakkatli ve en hızlı inşaatlardan biriydi. Düşman yoldaydı, zaman yoktu.
• Hava: Medine’nin en soğuk, en ayazlı kış günleriydi.
• Yiyecek: Medine’de kıtlık vardı. Uhud’un yaraları, bedevîlerin tacizleri ve yaklaşan harp (savaş) haberi yüzünden yiyecek stokları tükenmişti.
• Durum: Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), o soğuk havada, açlıktan karınlarına (mide kramplarını bastırmak için) taş bağlıyorlardı.
Ama onların en büyük motivasyonu (gayreti), Başkomutanları ve Peygamberleri olan Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bizzat kendileriyle birlikte çalışmasıydı.
Efendimiz (s.a.v.), bir komutan gibi kenarda durmuyor; bir işçi gibi kazma sallıyor, mübarek omuzlarında toprak taşıyordu. O (s.a.v.) o kadar çalışıyordu ki, mübarek karınlarının tozu toprağa karışmıştı.
Sahâbe (r.anhüm), O’nun (s.a.v.) bu gayretini gördükçe şevke geliyor ve hep bir ağızdan şu şiiri (beyitleri) söylüyorlardı:
“Vallahi, Allah (c.c.) olmasaydı, hidayet bulamazdık,
Namaz kılmaz, zekât vermezdik…
Ey Rabbimiz! Üzerimize sekînet (huzur) indir,
Düşmanla karşılaşırsak, ayaklarımızı sabit kıl!”
“Bizler, Muhammed’e (s.a.v.) biat edenleriz,
Hayatta kaldıkça, Cihâd’dan dönmemeye yeminlileriz!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de, onların bu coşkusuna o mübarek duasıyla karşılık veriyordu:
“Allâhümme! Lâ ‘ayşe illâ ‘ayşü’l-Âhirah!
(Allah’ım! (Gerçek) hayat, ancak Ahiret hayatıdır!)
Fe’n-sur (Fagfir) li’l-Ensâri ve’l-Muhâcirah!
(Ensâr’a ve Muhâcirler’e yardım eyle (veya onları bağışla)!)”

4. Hendek’teki Mucizeler (Mü’minlerin Moralinin Yükselişi)

Bu meşakkatli kazı sırasında, Allah Teâlâ (c.c.), o aç ve yorgun ordunun imanını ve moralini yükselten iki büyük mucize gösterdi:

Mucize 1: Bereketlenen Azık (Hz. Câbir’in Ziyafeti)

Hz. Câbir bin Abdullah (radıyallâhu anh), Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek karnına açlıktan taş bağladığını ve dudaklarının kuruduğunu fark etti. O’nun (s.a.v.) bu hâli yüreğini dağlamıştı.
Gizlice evine koştu, hanımına sordu: “Evde bir şey var mı? Resûlullah’ı (s.a.v.) çok aç gördüm.”
Hanımı, “Evde sadece bir sa’ (yaklaşık 3 kg) arpa ve küçük bir oğlak (keçi yavrusu) var” dedi.
Hz. Câbir (r.a.) oğlağı kesti, hanımı da arpayı öğütüp ekmek yapmaya başladı. Akşama doğru, gizlice Efendimiz’in (s.a.v.) yanına geldi ve fısıldadı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Az bir yemeğimiz var. Sen (s.a.v.) ve yanındaki birkaç (3-5) Sahabî (r.anhüm) ile bize buyurun.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Câbir’in (r.a.) bu davetini duyunca, o küçük fısıltıyı, Cihan Şümul (Evrensel) bir davete çevirdi. Derhal Hendek’in üzerine çıktı ve gür sesiyle haykırdı:
“Ey Hendek Ehli! (Ey 3.000 kişi!) Hepiniz Câbir’in ziyafetine davetlisiniz! Haydi, kalkın!”
Hz. Câbir (r.a.) dehşete kapılmıştı. Evde 3-5 kişilik yemek vardı, 3.000 kişi geliyordu. Telaşla evine koştu, hanımına “Mahvolduk! Resûlullah (s.a.v.) bütün orduyu çağırdı!” dedi.
Hanımının (r.anha) teslimiyeti ve imanı tamdı: “Telaşlanma! Resûlullah’a (s.a.v.) yemeğin az olduğunu söyledin mi?”
“Evet, söyledim.”
“Öyleyse O (s.a.v.) bilir. Bırak, gelsinler.”
Efendimiz (s.a.v.) orduyla birlikte eve geldi. Hz. Câbir’in (r.a.) hanımına, “Ben gelmeden tencereyi ateşten indirmeyin, ekmeği de fırından çıkarmayın” diye tenbih (uyarı) etmişti.
Efendimiz (s.a.v.) o küçük tencerenin ve hamurun başına geçti. Mübarek tükürüğünden (veya duasıyla) yemeği bereketlendirdi.
“Onar (10) kişilik gruplar halinde içeri alın” buyurdu.
3.000 kişi, onar onar Hz. Câbir’in (r.a.) o küçücük evine girdiler. O tek tencereden et yediler, o az arpadan yapılan ekmekten doydular.
Bütün ordu (3.000 kişi) doyduktan sonra, Hz. Câbir (r.a.) tencereye baktığında, tencere hâlâ ilk konulduğu gibi dolu ve kaynıyordu. Hamur da hâlâ pişirilmeyi bekliyordu.
Bu mucize, o aç ordunun karnını doyurmuş ve maneviyatını (moralini) arşa (göğe) yükseltmişti.

Mucize 2: Parçalanan Kaya (Geleceğin Fethi Müjdesi)

Kazı devam ederken, Sahâbe (r.anhüm), bir bölgede devasa bir “Küdye” (kaya kütlesi) ile karşılaştılar. Bütün kazmalar, balyozlar o kayanın üzerinde kırılıyor, ancak kaya bir zerre oynamıyordu. Hendek’in ilerlemesi durmuştu.
Durumu Resûlullah’a (s.a.v.) arz ettiler.
Efendimiz (s.a.v.), mübarek karnına taş bağlamış halde, o kayanın başına geldi. Balyozu (veya kazmayı) eline aldı.
“Bismillâh!” (Allah’ın (c.c.) adıyla!) diyerek ilk darbeyi vurdu.
Kayadan müthiş bir şimşek (kıvılcım) çaktı ve kayanın üçte biri (1/3) parçalandı.
Efendimiz (s.a.v.) gürledi: “Allahu Ekber! Bana Şam’ın (Suriye/Bizans) anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!”
“Bismillâh!” diyerek ikinci darbeyi vurdu.
Yine müthiş bir şimşek çaktı, kayanın ikinci üçte biri (1/3) parçalandı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar gürledi: “Allahu Ekber! Bana Fârs’ın (İran/Sâsânî) anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum!”
“Bismillâh!” diyerek üçüncü ve son darbeyi vurdu.
Kayadan bir şimşek daha çaktı ve o devasa kaya kütlesi kum gibi dağıldı.
Efendimiz (s.a.v.) gürledi: “Allahu Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan San’a’nın kapılarını görüyorum!”
Bu mucize, 10.000 kişilik bir ordu tarafından yok edilme tehdidi altında olan o 3.000 kişiye, sadece Medine’yi savunmayacaklarını; bilakis, gelecekte Bizans’ı, Sâsânî’yi ve Yemen’i fethedecek Cihan Şümul (Evrensel) bir gücün temellerini attıklarını müjdeliyordu.

5. Düşmanın Şoku: “Bu, Arap Hilesi Değil!”

Hendek, rivayetlere göre 6 ila 20 gün arasında değişen, rekor bir süratle tamamlandı.
Tam o esnada, Ebû Süfyan komutasındaki 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu, Uhud tarafından Medine’nin önüne ulaştı.
Planları basitti: Süvarileriyle (Hâlid bin Velîd ve Gatafân) o açık ovadan Medine’ye dalmak ve 3.000 Müslümanı ezip geçmek.
Ancak karşılaştıkları manzara karşısında donakaldılar.
Medine’nin önünde, atların veya insanların geçmesinin imkânsız olduğu, kilometrelerce uzunlukta, yaklaşık 5-6 metre genişlikte ve 4-5 metre derinlikte devasa bir “Hendek” (Siper) vardı.
Ebû Süfyan, Hâlid bin Velîd ve Gatafân reisleri atlarını sürdüler, ancak Hendek’i görünce şaşkınlıkla geri çekildiler. Araplar, hayatlarında böyle bir savunma stratejisi görmemişlerdi.
Ebû Süfyan, öfkeyle bağırdı: “Vallahi! Bu, Arapların bildiği bir harp (savaş) hilesi değildir! Bu, Farslıların hilesidir! (Bunu onlara Selmân’ın r.a. öğrettiğini biliyorlardı.)”
Ahzâb Ordusu’nun bütün “Meydan Muharebesi” planı çökmüştü. Hendek’i geçemiyorlardı.
Mecburen, planlarını değiştirdiler ve Medine’yi “Kuşatma” (Muhasara) altına aldılar.
İslâm tarihinin en zorlu, en soğuk ve en kritik kuşatması başlamıştı.

BÖLÜM 23: AHZÂB – İHÂNET, SABIR VE İLÂHÎ ZAFER
(Medenî Dönem – XI: Hendek Gazvesi)

1. Kuşatma Günleri ve Hendek’i Geçen Tek Kahraman(!)

Kuşatma, yaklaşık yirmi günden (20) fazla (bazı rivayetlere göre 27 güne yakın) sürdü.
Bu, topyekûn bir harp (savaş) değil, bir “sinir harbi (savaşı)” ve “yıpratma mücadelesi” idi.
Hendek’in iki yakasına mevzilenen ordular, gün boyu birbirlerine ok atışları yapıyor, laf atarak maneviyatı (morali) bozmaya çalışıyorlardı. Müslümanlar, 3.000 kişiyle, o kilometrelerce uzunluktaki Hendek’i gece gündüz, dondurucu soğukta ve açlık içinde nöbetleşe savunuyorlardı.
Kureyş’in en kibirli savaşçıları, bu “Hendek” tuzağına düşmekten ve Araplara “korkak” görünmekten dolayı öfkeliydiler. Birkaç kez, Hendek’in en dar olduğu bir noktadan atlarıyla karşıya geçmeyi denediler.
İçlerinden, Arabistan’ın “Bin (1000) Askere Bedel” denilerek korkuyla anılan en meşhur savaşçısı Amr bin Abd-i Vüdd, yanında İkrime bin Ebî Cehil ve birkaç kişiyle birlikte, atını zorlayarak Hendek’in dar bir yerinden karşıya, Müslümanların tarafına geçmeyi başardı.
Müslümanların saflarının içine dalan Amr, atının üzerinde kibirle durdu ve Câhiliye âdetince bağırdı:
“Ey Müslümanlar! Hani nerede o ‘Ölürseniz Cennet’e, kalırsanız gâzi olursunuz’ dediğiniz yer? Karşıma çıkacak, benimle mübâreze (dövüş) edecek bir er yok mu içinizde?”
Amr o kadar heybetli ve korkunç bir savaşçıydı ki, Müslüman saflarında bir anlık tereddüt ve sessizlik yaşandı.
O sessizliği bozan tek bir ses, İslâm’ın en genç aslanının sesi oldu. Hz. Ali bin Ebî Tâlib (kerremallâhu vecheh) ayağa fırladı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) İzin ver, ben çıkarım O’nun (Amr’ın) karşısına!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’na (Hz. Ali’ye r.a.) “Otur, yâ Ali. O (Amr), Amr bin Abd-i Vüdd’dür” diyerek, düşmanın tehlikesini hatırlattı.
Amr, ikinci kez meydan okudu: “Karşıma çıkacak kimse yok mu?”
Hz. Ali (r.a.) ikinci kez fırladı: “Ben varım, Yâ Resûlallah! (s.a.v.)”
Efendimiz (s.a.v.) yine “Otur” buyurdu.
Amr, üçüncü kez alay ederek bağırdı: “Sesim kısıldı size meydan okumaktan!”
Artık Hz. Ali’yi (r.a.) tutmak mümkün değildi. Üçüncü kez kalktığında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) müsaade etti. Kendi mübarek Zülfikâr kılıcını O’na (Hz. Ali’ye r.a.) verdi, zırhını giydirdi ve O’nun (Hz. Ali’nin r.a.) için dua etti: “Allah’ım! O’nu (Hz. Ali’yi r.a.) koru, O’na (Hz. Ali’ye r.a.) yardım et!”
Hz. Ali (r.a.), o devasa Amr’ın karşısına dikildi. Amr, bu genç delikanlıyı görünce güldü: “Sen kimsin? Ben, senin babanın (Ebû Tâlib’in) eski dostuyum. Senin gibi bir gencin kanını dökmek istemem. Geri dön!”
Hz. Ali (r.a.) gürledi: “Ama ben, Allah (c.c.) adına senin kanını dökmek istiyorum! Ey Amr! Sana üç teklifim var:
• Allah’tan (c.c.) başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun (c.c.) Resûlü olduğuna şehâdet et, Müslüman ol, kurtul.
• Bunu kabul etmezsen, ordunu al ve Mekke’ye geri dön.
• Bunu da kabul etmezsen, atından in ve benimle dövüş!”
Amr, öfkeyle kahkaha attı: “Bu ne cüret! Bütün Araplar beni bilir. Üçüncüsünü kabul ediyorum!”
Atından indi, atının bacaklarını kesti (geri dönmeyeceğine yemin etti) ve Hz. Ali’nin (r.a.) üzerine saldırdı.
Müthiş bir kılıç dövüşü başladı. Meydan toz duman içinde kalmıştı.
Bir ara Amr, Hz. Ali’nin (r.a.) kalkanını parçaladı, O’nu (Hz. Ali’yi r.a.) başından hafifçe yaraladı. Ancak Hz. Ali (r.a.), o meşhur Zülfikâr kılıcıyla öyle bir hamle yaptı ki, o “Bin (1000) Askere Bedel” denilen Amr bin Abd-i Vüdd’ün zırhını ve bedenini parçalayarak O’nu (Amr’ı) yere serdi.
Toz duman dağıldığında, Müslüman saflarından tek bir nida yükseldi:
“Allahu Ekber!”
Hendek’i geçmeyi başaran o kibir âbidesi, İslâm’ın Haydar’ı (Aslanı) tarafından öldürülmüştü. Bu hadise, Hendek’in dışındaki 10.000 kişilik ordunun maneviyatını (moralini) yerle bir etti. Bir daha hiçbiri, Hendek’i geçmeye cüret edemedi.

2. En Büyük İhânet: Benî Kurayza’nın Ahdi Bozması

Kuşatma uzuyordu. Ahzâb Ordusu, Hendek’i geçemiyordu. Ebû Süfyan ve Kureyş çaresizdi.
İşte o anda, İslâm düşmanlığının mimarı, Hayber’deki Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyey bin Ahtab (ki Uhud’da Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dişinin kırılmasına sebep olan Utbe’nin kayınpederiydi), son ve en şeytanî planını devreye soktu.
Planı şuydu: Medine’nin içinde hâlâ bir Yahudi kabilesi vardı: Benî Kurayza (Kurayzaoğulları).
Benî Kurayza, Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) imza atmıştı. Onların kaleleri, Müslümanların kadınlarının, çocuklarının ve ailelerinin sığındığı Medine’nin güney cephesindeydi. Müslümanlar, Hendek’te (Kuzey’de) savaşırken, ailelerini Benî Kurayza’ya “emanet” etmiş, “müttefik” (anlaşmalı) oldukları için onlara güvenmişlerdi.
Huyey bin Ahtab, gecenin karanlığında gizlice Benî Kurayza Kalesi’ne gitti ve reisleri Ka’b bin Esed’in kapısını çaldı.
Ka’b, önce kapıyı açmadı: “Git buradan, Huyey! Sen (Huyey) uğursuz bir adamsın! Bizim Muhammed (s.a.v.) ile ahdimiz (anlaşmamız) var. Biz O’ndan (s.a.v.) sadakatten ve iyilikten başka bir şey görmedik. Senin (Huyey’in) yüzünden ahdimizi (anlaşmamızı) bozamayız!”
Huyey, saatlerce dil döktü, yalvardı, tehdit etti ve sonunda o zehirli vaadi yaptı:
“Ey Ka’b! Aklını başına al! Ben sana ne getirdim, biliyor musun? Ben sana Kureyş’in tamamını, Ebû Süfyan’ı, Gatafân’ın tamamını; Arap’ın denizler gibi ordusunu getirdim! 10.000 kişi! Muhammed’in (s.a.v.) ve Ashâbının (r.anhüm) kurtuluşu yok! Bu, son şansın! Gel, sen de bize katıl. Muhammed’in (s.a.v.) işini içeriden bitirelim!”
Ka’b bin Esed, bu güce ve vaade aldandı. Kalesinin kapısını Huyey’e açtı. Ve Benî Kurayza kabilesi, o gece, Medine’nin en kritik anında, Resûlullah (s.a.v.) ile yaptıkları Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) yırttılar (bozdular). Ahzâb Ordusu’na katıldıklarını ilan ettiler.

3. İki Ateş Arasında Kalan Müslümanlar

Bu “ihânet” haberi, Hendek’te nöbet tutan Müslümanların üzerine bir yıldırım gibi düştü.
Durum, artık bir “felaket” idi.
Müslümanlar, şimdi iki ateş arasındaydılar:
• Önlerinde (Kuzey’de): Hendek’in ardında 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu (Kureyş ve Gatafân).
• Arkalarında (Güney’de): Kendi kadınlarının, çocuklarının ve ailelerinin bulunduğu sığınakların hemen yanındaki kalelerde, silahlanmış, ihânet etmiş ve saldırı anını bekleyen Benî Kurayza Yahudileri.
Kur’ân-ı Kerîm, o anın dehşetini ve Müslümanların yaşadığı o sarsıntıyı şöyle tasvir eder:
“Hani onlar (düşman orduları) size hem üst tarafınızdan (Hendek’ten) hem alt tarafınızdan (Benî Kurayza’dan) gelmişlerdi. Hani gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti ve siz Allah (c.c.) hakkında türlü türlü zanlara kapılıyordunuz. İşte orada mü’minler (zorlu bir imtihanla) sınanmış ve çok şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzâb, 33/10-11 )
Münafıklar, bu haberi duyunca derhal fitneye başladılar: “Gördünüz mü? Muhammed (s.a.v.) bize Kisrâ’nın (İran’ın) ve Kayser’in (Bizans’ın) saraylarını vaat ediyordu; bugün ise biz, korkudan tuvalete (helâya) bile gidemiyoruz! Evlerimiz savunmasız! Kaçalım!” diyerek Hendek’ten kaçmaya başladılar.
Mü’minler ise, o sarsıntıya rağmen sabrettiler. Efendimiz (s.a.v.), derhal ailelerin bulunduğu güney cephesini korumak için Zeyd bin Hârise (r.a.) ve Seleme bin Eşlem (r.a.) komutasında 500 kişilik bir birliği Hendek’ten çekip oraya göndermek zorunda kaldı. Hendek’teki savunma gücü 2.500’e düşmüştü.

4. İlâhî Yardım (1): Nifak (Ayrılık) Tohumları (Nuaym bin Mes’ud r.a.)

Bütün kapılar kapanmış, insanî (beşerî) tedbirler tükenmişti.
İşte tam o anda, gecenin karanlığında, Hendek’i gizlice geçen bir adam, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi. Bu adam, Gatafân kabilesinin reislerinden Nuaym bin Mes’ud (radıyallâhu anh) idi.
Ve o müjdeyi fısıldadı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben, gizlice Müslüman oldum! Kavmim (Gatafân) ve müttefikler (Kureyş ve Yahudiler) benim Müslüman olduğumu bilmiyorlar. Emret, Senin (s.a.v.) için ne yapabilirim?”
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzü aydınlandı. Bu, Allah’ın (c.c.) gönderdiği bir yardımdı. O’na (Nuaym’a r.a.), İslâm harp (savaş) stratejisinin en mühim kaidelerinden birini söyledi:
“Yâ Nuaym! Sen (Nuaym) bizim içimizde sadece bir kişisin. Git, (düşman) saflarına dön. Gücün yettiğince onların arasını aç (Onları birbirine düşür). Zira ‘Harp (Savaş), hiledir (taktiktir)’.”
Nuaym (r.a.), o Cihan Şümul planı aldı ve derhal harekete geçti:
• Önce Benî Kurayza’ya (Yahudilere) Gitti: (Onlar Nuaym’a r.a. güveniyorlardı.) Dedi ki: “Ey Kurayza! Kureyş ve Gatafân size benzemez. Onlar buraya savaşa geldi. Eğer zafer kazanamazlarsa, ganimet bulamazlarsa, çekip vatanlarına (Mekke ve Necid’e) dönerler. Ama siz, Muhammed (s.a.v.) ile burada, Medine’de baş başa kalırsınız. Muhammed (s.a.v.) de bu ihânetinizden dolayı sizden korkunç bir intikam alır. Aklınızı başınıza alın! Kureyş’ten ve Gatafân’dan ‘Rehineler’ (reislerinin çocuklarını) almadıkça, onlarla birlikte savaşa girmeyin. Rehineler elinizde olursa, sizi bırakıp kaçamazlar.”
Benî Kurayza, “Vallahi, bu çok akıllıca bir fikir!” dedi.
• Sonra Kureyş’e (Ebû Süfyan’a) Gitti: Dedi ki: “Ey Kureyş! Benî Kurayza Yahudileri, Muhammed (s.a.v.) ile yaptıkları ihânetten pişman oldular. Muhammed’e (s.a.v.) gizlice haber gönderdiler: ‘Eğer bizi affedersen, sana Kureyş ve Gatafân reislerinden bazılarını yakalayıp rehin olarak teslim edelim, sen de (s.a.v.) onları öldür.’ Şimdi sizden ‘rehineler’ isteyecekler. Sakın ha! Onlara tek bir adam bile vermeyin! Onlar size ihânet edecekler!”
Ebû Süfyan, “Bu Farslı (Selmân r.a.) bize Hendek’le, bu Yahudiler de ihânetle mi gelecek!” diyerek Nuaym’a (r.a.) inandı.
• Son Olarak Gatafân’a Gitti: (Kendi kabilesi) Onlara da Kureyş’e söylediğinin aynısını söyledi.
Nuaym’ın (r.a.) ektiği “Nifak (Ayrılık)” tohumları, ertesi gün meyvesini verdi.
Ebû Süfyan, (plan gereği) Benî Kurayza’ya “Yarın sabah topyekûn saldırıya geçiyoruz, siz de güneyden saldırın!” diye haber gönderdi.
Benî Kurayza, (Nuaym’a r.a. inandıkları için) şu cevabı verdi: “Siz bize reislerinizden ‘rehineler’ vermedikçe, biz yarın savaşmayız!”
Bu cevabı alan Ebû Süfyan ve Gatafân, gürledi: “Nuaym (r.a.) doğru söylemiş! Yahudiler bize ihânet ettiler! Bizi Muhammed’e (s.a.v.) satacaklar!”
Böylece, 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu’nun o sarsılmaz ittifakı, tek bir adamın (Nuaym bin Mes’ud’un r.a.) zekâsı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) stratejisiyle, tek bir kılıç çekilmeden, içeriden çökmüş oldu.

5. İlâhî Yardım (2): Semâvî Ordu (Rüzgâr ve Melekler)

İttifak çökmüş, kuşatma uzamış, Ahzâb Ordusu’nun yiyeceği ve hayvanlarının yemi tükenmişti. Tam o esnada, o dondurucu soğuk kış gecelerinden birinde, Allah’ın (c.c.) “Semâvî Orduları” (İlâhî Yardımı) devreye girdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o gece secdede Rabbine (c.c.) yalvarıyordu: “Ey Kitab’ı (Kur’ân’ı) indiren, hesabı pek çabuk gören Allah’ım! Bu Ahzâb’ı (Hizipleri/Grupları) hezimete uğrat! Allah’ım! Onları sars!”
Ve Allah (c.c.), o duaya icabet etti.
O gece, Şark (Doğu) tarafından, daha önce benzeri görülmemiş, dondurucu, uğultulu ve şiddetli bir “Kasırga” (Fırtına) koptu.
Bu, sıradan bir rüzgâr değildi. Bu, Kur’ân’ın deyimiyle “Görmediğiniz Ordular” (Melekler a.s.) tarafından desteklenen ilâhî bir kasırgaydı (Ahzâb, 33/9).
• Rüzgâr, 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu’nun bütün çadırlarını yerlerinden söktü, havada uçurdu.
• Yaktıkları ateşleri söndürdü.
• İçinde yemek pişirdikleri kazanları ve tencereleri devirdi.
• Atları ve develeri birbirine kattı.
• Askerlerin gözüne kum ve çakıl doldurdu.
(Efendimiz (s.a.v.), o gece Huzeyfetü’l-Yemân’ı (r.a.) casus olarak göndermiş, O (r.a.) da Ebû Süfyan’ın o panik içindeki “Vallahi burası durulacak yer değil! Çadırlar uçtu, ateşler söndü! Herkes devesine binsin, Mekke’ye dönüyoruz!” feryadını bizzat işitmişti.)
Sabah olduğunda, Medine’nin ufkunda, Hendek’in karşısında, ne 10.000 kişilik o devasa ordudan, ne çadırlardan, ne de ateşlerden geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Allah Teâlâ (c.c.), mü’minleri, açlıkla, soğukla ve ihânetle imtihan etmiş; sonunda onları, görünmez ordularıyla (Rüzgâr ve Melekler a.s.) kurtarmış ve İslâm’ı mutlak bir zafere ulaştırmıştı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sabah Hendek’ten dönerken, o mübarek müjdeyi verdi:
“Artık bundan sonra, onlar (Kureyş) bize saldırmayacak. Biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!”
Hendek (Ahzâb) Savaşı, Kureyş’in ve müttefiklerinin Medine’ye saldırma cesaretini gösterdiği “SON” harp (savaş) olmuştu. Savunma dönemi bitmiş, “Feth” dönemi başlamıştı.
Hendek’te (Ahzâb) kazanılan o ilâhî zafer, Medine’nin ufkunu düşmandan temizlemişti. 10.000 kişilik muazzam “Ahzâb” (Hizipler/Gruplar) ordusu, Allah’ın (c.c.) gönderdiği o dondurucu kasırga (fırtına) ve melek (a.s.) ordularının yardımıyla, bir gecede darmadağın olmuş ve arkalarına bakmadan kaçmışlardı.
Müslümanlar, 20 küsur gündür süren o açlık, soğuk ve dehşet dolu kuşatmadan, Allah’ın (c.c.) lütfuyla, tek bir kılıç darbesi almadan (Hendek’i geçen Amr bin Abd-i Vüdd’ün öldürülmesi hariç) kurtulmuşlardı. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah olduğunda, o boşalan düşman karargâhına bakmış ve o Cihan Şümul müjdesini vermişti:
“Artık bundan sonra, onlar (Kureyş) bize saldırmayacak. Biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!”
Savunma dönemi bitmiş, Fetih dönemi başlamıştı.
Ancak, Hendek’ten zaferle dönülmüş olsa da, Medine’nin içindeki en büyük yara hâlâ kanıyordu. Müslümanların can düşmanlarıyla, 10.000 kişilik orduyla işbirliği yapan; Müslümanların kadınlarının ve çocuklarının sığındığı güney cephesine saldırmayı planlayan ve Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) ihânet eden son Yahudi kabilesi Benî Kurayza, hâlâ kalelerinde ve silahlıydı.

********

BÖLÜM 24: İHÂNETİN TASFİYESİ: BENÎ KURAYZA’NIN HÜKMÜ
(Medenî Dönem – XII)

1. İlâhî Emir: “Zırhları Çıkarmayın!”

Hendek zaferinin kazanıldığı gün (Hicret 5, Zilkade ayı), Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Ashâb (r.anhüm), o uzun nöbetin yorgunluğuyla Medine’ye döndüler. Efendimiz (s.a.v.), hanesine (Hz. Ümmü Seleme’nin r.anha evine) geldi, zırhını ve silahlarını çıkardı, omuzlarındaki Hendek tozunu silkelemek için yıkanmaya (gusletmeye) hazırlanıyordu.
Tam o esnada, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm), başında miğferi, üzerinde zırhı, toza toprağa bulanmış bir Savaşçı suretinde, atının üzerinde dörtnala geldi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Siz zırhınızı çıkardınız mı? Vallahi, biz Melekler (a.s.) zırhlarımızı henüz çıkarmadık!”
Efendimiz (s.a.v.) “Nereye, yâ Cebrail?” diye sordu.
Cebrail (a.s.), Medine’nin güneyindeki kaleleri işaret etti:
“Allah Teâlâ (c.c.), Sana (s.a.v.) Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor! Ben de şimdi, kalplerini sarsmak (korku salmak) için onların üzerine gidiyorum!”
Emir, ilâhî ve katiydi (kesindi). İhânetin hesabı, derhal sorulacaktı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o yorgun Ashâbına (r.anhüm), zırhlarını çıkarmadan derhal şu Cihan Şümul (Evrensel) emri verdi:
“Her kim (Allah’a c.c. ve Resûlü’ne s.a.v.) itaat ediyorsa, İkindi Namazını (Salâtü’l-Asr) Benî Kurayza yurdundan başka bir yerde kılmasın!”

2. Ashâbın (r.anhüm) İtaati ve İctihadı

Bu emir, “derhal ve süratle” hareket edilmesi gerektiğinin bir parolasıydı.
3.000 kişilik İslâm Ordusu, Hendek yorgunluğunu unutup, “İtaat ettik!” diyerek derhal silahlandı. Medine’de sancağı Hz. Ali’ye (r.a.) verdiler ve Benî Kurayza kalelerine doğru dörtnala yola çıktılar.
Yolda İkindi namazı vakti girdi. Ashâb (r.anhüm) arasında bir “ictihad” (hukukî yorum) farkı oluştu:
• Bir grup Sahabî (r.anhüm): “Resûlullah’ın (s.a.v.) maksadı bize ‘acele etmemizi’ emretmekti, ‘namazı terk etmemizi’ değil” diyerek, yolda durup namazlarını kıldılar.
• Diğer grup Sahabî (r.anhüm): “Hayır! Emir katidir (kesindir). ‘Benî Kurayza yurdunda kılıncaya kadar kılmayın!’ dedi. Biz, o yurda vardıktan sonra (vakit geçmiş olsa bile) kılarız” diyerek yollarına devam ettiler.
Durum daha sonra Efendimiz’e (s.a.v.) arz edildiğinde, her iki grubun da “niyeti” Resûlullah’a (s.a.v.) itaat olduğu için, O (s.a.v.) her iki ictihadı da tebessümle karşıladı ve hiçbir grubu kınamadı.

3. Kuşatma ve Teslimiyet

İslâm Ordusu, Benî Kurayza’nın o müstahkem kalelerini kuşattı.
Benî Kurayza, Müslümanları görünce dehşete kapıldı. Ahzâb Ordusu’nun kaçıp gittiğini anlamışlardı. İhânetleriyle baş başa kalmışlardı.
Kalelerinin damlarına çıktılar ve Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ve Ashâbına (r.anhüm) hakaretler ve küfürler yağdırmaya başladılar.
Kuşatma, tam 25 (Yirmi beş) gün sürdü.
Münafıkların başı Abdullah bin Übeyy’in veya Gatafân’ın onlara yardım etme ihtimali yoktu. Hendek’te onlara ihâneti telkin eden Huyey bin Ahtab da (Benî Nadîr reisi) verdiği sözü tutmuş, onlarla birlikte kalenin içinde mahsur kalmıştı.
Yiyecekleri tükendi, maneviyatları (moralleri) çöktü. Müslümanların kararlılığını gördüler. Sonunda, Benî Nadîr veya Benî Kaynukâ gibi “sürgün” edilme ümidiyle, teslim olmaya karar verdiler.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onların teslim şartını kabul etmedi. Onların ihaneti, diğer iki kabilenin ihanetinden çok daha büyüktü; bu, harp (savaş) esnasında bütün Medine’nin, bütün kadın ve çocukların canına kastetmek demekti. Bu, “Vatana İhânet”in en ağır şekliydi.
Efendimiz (s.a.v.), onların “Kayıtsız Şartsız Teslim” olmalarını ve kendisi (s.a.v.) haklarında ne hüküm verirse ona razı olmalarını şart koştu.
Benî Kurayza, çaresizce bu şartı kabul etti.

4. Hakem Talebi: Sa’d bin Muâz (r.a.)

Benî Kurayza teslim olduğunda, Medine’deki eski müttefikleri olan Evs kabilesi (Ensâr’dan) harekete geçti. (Benî Kaynukâ, Hazrec’in müttefikiydi; Benî Kurayza ise Evs’in müttefikiydi.)
Evs kabilesinden bazıları, Resûlullah’a (s.a.v.) geldiler: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Kaynukâ’yı, müttefikleri olan Hazrec’in hatırına (ve Abdullah bin Übeyy’in ısrarına) bağışlayıp sürgün etmiştiniz. Bunlar (Kurayza) da bizim müttefikimizdir. Ne olur, onlara merhamet edin!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Evs kabilesinin bu ricası üzerine, onlara Cihan Şümul bir adalet dersi verecek şu teklifi yaptı:
“Ey Evs cemaati! Sizin müttefikleriniz (Kurayza) hakkında, sizden birinin, sizin reisinizin vereceği ‘Hakem’liğe razı olur musunuz?”
Evs kabilesi ve Benî Kurayza, bu teklifi sevinçle kabul ettiler. Zira akıllarında, kendilerini kurtaracak tek bir isim vardı: Evs kabilesinin Reisi Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh).
Sa’d bin Muâz (r.a.), onların Câhiliye’den kalma en büyük dostu ve koruyucusuydu. “Sa’d (r.a.) bizi mutlaka kurtarır” diye düşündüler.
Ancak unuttukları bir şey vardı: Sa’d bin Muâz (r.a.), aynı zamanda İslâm’ın en büyük kahramanlarından biriydi. Ve Sa’d (r.a.), Hendek siperinde savaşırken, Benî Kurayza’nın ihânet haberini duyduğu anda, koluna isabet eden bir okla (koldaki ana atardamarı ‘Ekhal’ damarı parçalanmıştı) ağır yaralanmıştı.
Sa’d (r.a.), o anda Mescid-i Nebevî’de, kendisi için kurulan bir hasta çadırında, kan kaybından ölmek üzere yatıyordu.
Ve O (r.a.), yaralandığı gün şu duayı etmişti: “Allah’ım! Eğer Kureyş ile aramızda bir harp (savaş) daha olacaksa, beni yaşat. Ama eğer bu (Hendek) son ise, bana şehâdeti nasip et. Ancak, şu ihânet eden Benî Kurayza hakkında benim gözümü aydınlatacak (adaletin sağlandığını gösterecek) bir hüküm görmeden benim canımı alma!”

5. Sa’d’ın (r.a.) Hükmü: “Allah’ın (c.c.) Hükmü”

Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle, ağır yaralı olan Sa’d bin Muâz (r.a.), Mescid’den alındı ve bir merkebe bindirilerek Benî Kurayza yurduna, o büyük “Mahkeme” yerine getirildi.
Yolda, kendi kabilesi olan Evs’in adamları, O’nun (r.a.) merkebinin etrafını sardılar ve yalvarmaya başladılar: “Ey Sa’d! Müttefiklerine merhamet et! Onları koru! Resûlullah (s.a.v.) seni hakem yaptı ki, sen onları kurtarasın!”
Sa’d (r.a.), o solgun ve yaralı yüzüyle, bu ısrarlara hiç cevap vermedi.
Israrlar dayanılmaz bir noktaya gelince, durdu ve o Cihan Şümul sözünü söyledi:
“Artık Sa’d için, Allah (c.c.) yolunda, hiçbir kınayıcının kınamasının (hiçbir hatırın, hiçbir dostluğun) tesir etmeyeceği an gelmiştir!”
Evs kabilesi, bu sözü duyunca, hükmün “adalet” olacağını, “hatır” olmayacağını anladı ve sustu.
Sa’d (r.a.) mahkeme yerine geldi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm), “Reisiniz (Seyyidiniz) için ayağa kalkın!” buyurdu.
Sa’d’a (r.a.) döndü: “Ey Sa’d! Bu insanlar (Benî Kurayza), senin vereceğin hükme kayıtsız şartsız teslim oldular.”
Sa’d (r.a.), önce Benî Kurayza’ya ve kendi kabilesi Evs’e döndü: “Ben her ne hüküm verirsem, Allah (c.c.) adına yemin eder misiniz ki, bu hükmü kabul edeceksiniz?”
Hepsi bir ağızdan “Evet! Yemin ederiz!” dediler.
Sonra Sa’d (r.a.), o mübarek yüzünü, hürmetinden dolayı doğrudan bakamadığı Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bulunduğu tarafa çevirdi ve sordu:
“Ve burada bulunan Zât (Efendimiz’i s.a.v. kastederek) da bu hükme razı mıdır?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Evet, yâ Sa’d” buyurdu.
Bütün taraflardan yemini alan Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh), o tarihî ve âdil hükmünü açıkladı:
“Öyleyse, ben onlar (Benî Kurayza) hakkında hükmümü veriyorum:

1. Savaşabilecek yaştaki bütün erkeklerinin (muhariplerin) öldürülmesine,
2. Kadınlarının ve çocuklarının esir alınmasına,
3. Mallarının, mülklerinin ve arazilerinin Müslümanlar arasında taksim (pay) edilmesine…
Hükmettim!”
Bu, “Vatana İhânet”in en ağır cezasıydı.
Bu hükmü duyan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal ayağa kalktı ve o sarsılmaz adaleti tasdik etti:
“Vallahi, yâ Sa’d! Sen (Sa’d), onlar hakkında, yedi kat semânın üzerinden Allah’ın (c.c.) verdiği hükmün aynısıyla hükmettin!”
Bu hüküm, aynı zamanda, Benî Kurayza’nın kendi Kitapları olan Tevrat’ın (Tesniye, 20. Bâb) kuşatılan bir şehre isyanı halinde verdiği cezanın da aynısıydı. Hüküm derhal infaz edildi.
Medine’ye, Müslümanların ailelerine ve Resûlullah’a (s.a.v.) ihânet eden, Hendek’teki o korkunç kuşatmanın en büyük sorumlularından olan Benî Kurayza ve onlara fitneyi getiren Huyey bin Ahtab, bu dünyadaki cezalarını buldular.
Medine şehri, o gün, içerideki son “İhânet Odağı”ndan da tamamen temizlenmiş oldu.
Hükmünü veren ve duası kabul olan Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) ise, o anda kolundaki yarası tekrar açıldı ve kanı fışkırdı. Birkaç gün sonra Mescid’deki çadırında ruhunu teslim ederek “Şehîd” oldu.
Cenazesi taşınırken, münafıklar “Ne kadar da hafif” dediler. Efendimiz (s.a.v.) ise şöyle buyurdu: “Siz hafif zannedersiniz! Vallahi, Sa’d’ın (r.a.) cenazesini (teberrüken/şereflenmek için) Melekler (a.s.) taşıyordu!”
Ve O’nun (r.a.) vefatıyla ilgili şu müjdeyi verdi:
“Rahmân’ın (Allah’ın c.c.) Arş’ı, Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) vefatıyla (O’nun r.a. ruhunun gelişine sevinerek) titremiştir!”
Hendek (Ahzâb) Gazvesi’nde kazanılan o muazzam ilâhî zafer ve ardından Medine’nin içindeki en büyük ihânet odağı olan Benî Kurayza’nın tasfiyesi, Arabistan yarımadasındaki bütün siyasî ve askerî dengeleri altüst etmişti.
Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Artık onlar bize saldırmayacak, biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!” müjdesi, yeni bir devrin başladığını ilan ediyordu. Artık inisiyatif (üstünlük) tamamen Medine Devleti’ne geçmişti.
Bu askerî ve siyasî gücün zirvesindeyken, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hicret’in 6. Yılında (Zilkade ayı), bütün dünyayı hayrete düşürecek, kılıca değil akla ve imana dayalı Cihan Şümul bir hamle yapmaya karar verdi.

BÖLÜM 25: BARIŞ YOLCULUĞU VE “RIDVÂN BİATI”
(Medenî Dönem – XIII: Hudeybiye Seferi)

1. Mekke’ye Hasret ve Rüyâ-yı Sâdıka

Muhâcirlerin (Mekke’den göç edenlerin) yüreğinde altı yıldır dinmeyen bir hasret vardı: Doğdukları şehir Mekke, büyüdükleri Kâbe-i Muazzama… Altı yıldır ne Kâbe’yi tavaf edebilmişler ne de yurtlarını görebilmişlerdi.
Hicretin 6. Yılında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sâdık (doğru) bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Ashâbıyla (r.anhüm) birlikte emniyet içinde Mescid-i Harâm’a girdiklerini, bazılarının saçlarını tıraş ederek, bazılarının kısaltarak “Umre” ibadetini yerine getirdiklerini müşahede etti.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) rüyâsı, Vahyin bir parçasıdır (Vahy-i Zımnî).
Bu rüyâ üzerine Efendimiz (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) müjdeyi verdi: “Kâbe’ye, Umre yapmaya gidiyoruz!”
Bu bir “harp (savaş) ilanı” değil, bir “barış yolculuğu” ve “ibadet” çağrısıydı. Bu çağrıya, Muhâcir ve Ensâr’dan yaklaşık 1.400 – 1.500 Sahabî (radıyallâhu anhüm) icabet etti.
Hazırlıklar, niyetin harp (savaş) olmadığını gösterecek şekilde yapıldı:
• Herkes, Hac ibadeti için giyilen o dikişsiz, beyaz elbiselere, yani **”İhram”**lara büründü.
• Yanlarına, yolcu kılıçları (sadece kınına sokulmuş meşru müdafaa silahları) dışında hiçbir harp (savaş) silahı (mızrak, zırh, miğfer) almadılar.
• Kâbe’de kurban etmek üzere yanlarına 70 (Yetmiş) kurbanlık deve aldılar ve bu develeri (haram aylarda olduklarını ve niyetlerinin ibadet olduğunu göstermek için) gerdanlıklarla işaretlediler.
İslâm Ordusu, tepeden tırnağa “barış” ve “ibadet” niyetiyle, o meşhur telbiyeyi (Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk…) getirerek, Mekke’ye doğru yola çıktı.

2. Kureyş’in Paniği ve Hâlid bin Velîd’in Engellemesi

Efendimiz’in (s.a.v.) 1.500 kişilik bu ordusuyla Mekke’ye yaklaştığı haberi, Kureyş’e ulaştığında, Mekke’de büyük bir panik ve öfke yaşandı.
Ebû Süfyan ve Kureyş reisleri, bunu bir “baskın” veya “onur meselesi” olarak algıladılar. Dediler ki: “Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbı (r.anhüm), Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te bize yaptıklarından sonra, şimdi zorla, kılıçla mı Kâbe’mize girecekler? Vallahi, sağ olduğumuz müddetçe O’nu (s.a.v.) Mekke’ye sokmayacağız!”
Kureyş, derhal harp (savaş) kararı aldı. Arapların en dâhi süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd komutasında 200 (İki yüz) atlı süvari birliğini hazırladılar. Hâlid’in görevi, Müslümanların Mekke’ye geliş yolunu (Gamîm mevkiinde) kesmek ve onları gerekirse kılıçla geri püskürtmekti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kureyş’in bu harp (savaş) hazırlığı haberini aldı. O (s.a.v.), harp (savaş) için gelmemişti. Haram aylarda (Zilkade) ve ihramlıyken kan dökmek istemiyordu.
Hâlid bin Velîd’in ordusuyla çatışmamak için, o eşsiz stratejisiyle, normal Mekke yolunu terk etti. Kimsenin bilmediği, son derece sarp, kayalık ve zorlu bir dağ yoluna (“Seniyyetü’l-Murâr”) saptı.
O zorlu yoldan ilerleyerek, Hâlid’in ordusunun arkasından dolaştı ve Mekke’nin hemen girişindeki “Hudeybiye” denilen mevkie (bugünkü Şümeyşî) ulaştı.
Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek devesi Kasvâ, Hudeybiye’deki (suyu çekilmiş olan) kuyunun başında aniden çöktü. Sahâbe (r.anhüm) “Kalkmıyor!” dediyse de, Efendimiz (s.a.v.) “O’na (Kasvâ’ya) bu âdet verilmemiştir. Ancak O’nu (Kasvâ’yı), (Ebrehe’nin) filini (Mekke’ye girmekten) meneden (Allah c.c.) menetmiştir” buyurdu. Ve karargâhın buraya kurulmasını emretti. (O (s.a.v.) mübarek elini kuyuya sokunca, o kurak kuyudan su fışkırmış ve 1.500 kişi o sudan istifade etmişti.)
Hâlid bin Velîd, Müslümanların ihramlı ve silahsız halde o sarp yoldan geçerek Hudeybiye’ye ulaştıklarını görünce, hem hayrete hem de dehşete kapıldı. “Bunların niyeti harp (savaş) değil, ancak önlerinde durulmaz bir güç var” diyerek durumu rapor etmek için hızla Mekke’ye döndü.

3. Elçiler ve Müzakereler

Hudeybiye’de konaklayan Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’e niyetlerinin harp (savaş) olmadığını anlatmak için elçiler göndermeye başladı.
Kureyş de kendi elçilerini gönderdi:
Önce Budeyl bin Verkâ geldi, durumu gördü, döndü.
Sonra Urve bin Mes’ud es-Sekafî (Tâif’in reisi) geldi. Urve, kibirli bir adamdı. Resûlullah (s.a.v.) ile konuşurken, Câhiliye âdetince Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sakalına dokunmaya yeltendi. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında kılıcıyla nöbet tutan Muğîre bin Şu’be (r.a.) (Urve’nin öz yeğeniydi), kılıcının kabzasıyla Urve’nin eline sertçe vurdu: “Elini Resûlullah’tan (s.a.v.) çek! Yoksa o el sana geri dönmez!”
Urve, bu konuşma sırasında, Ashâbın (r.anhüm) Resûlullah’a (s.a.v.) olan bağlılığını hayretle izledi:
• Resûlullah (s.a.v.) konuştuğunda, herkes nefesini tutuyordu.
• Resûlullah (s.a.v.) abdest aldığında, O’nun (s.a.v.) abdest suyundan tek bir damlayı yere düşürmemek için kapışıyorlar, o mübarek suyu yüzlerine gözlerine sürüyorlardı (Teberrük).
• O’nun (s.a.v.) mübarek ağzından bir tükürük çıksa, onu kapıp bereket sayıyorlardı.
• O’nun (s.a.v.) huzurunda gözlerinin içine dahi bakamıyorlardı.
Urve, Kureyş’e döndüğünde o meşhur raporunu verdi:
“Ey Kureyş! Vallahi ben, nice Kralların huzuruna çıktım. Bizans Kayser’inin (İmparatorunun), Fars Kisrâ’sının, Habeş Necâşî’sinin saraylarını gördüm. Ama vallahi, yeryüzünde, Muhammed’in (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm) Muhammed’e (s.a.v.) bağlı olduğu (O’nu s.a.v. tâzim ettiği/yücelttiği) kadar, hiçbir kralın adamlarının krallarına bağlı olduğunu görmedim! Bu adamlar, O’nun (s.a.v.) abdest suyunu yere düşürmüyorlar! Aklınızı başınıza alın, bu adamlarla baş edemezsiniz!”

4. “Osman (r.a.) Öldürüldü!” Şâyiası (Asılsız Haberi)

Müzakereler tıkanmıştı. Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’e son ve en resmî elçi olarak, Mekke’de güçlü bir himayesi olan (Ümeyyeoğullarından), yumuşak huylu ve diplomatik bir lisanı olan Hz. Osman bin Affân’ı (radıyallâhu anh) göndermeye karar verdi.
Hz. Osman (r.a.), Mekke’ye gitti. Ebû Süfyan ve Kureyş reislerine, “Biz harp (savaş) için değil, sadece Umre (Kâbe ziyareti) için geldik” mesajını iletti.
Kureyş, inat etti: “Siz giremezsiniz! Ama sen (r.a.), madem buraya kadar geldin, istersen tek başına Kâbe’yi tavaf et!”
Hz. Osman’ın (r.a.) o mübarek cevabı, sadakatin zirvesiydi:
“Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe, ben (Osman r.a.) de tek başıma Kâbe’yi tavaf etmem!”
Kureyş, bu cevap üzerine sinirlendi ve Hz. Osman’ı (r.a.) Mekke’de göz hapsine aldı. O’nun (r.a.) Hudeybiye’ye dönmesine izin vermediler.
Mekke’de kalış süresi uzadıkça, Hudeybiye’deki İslâm karargâhına, o korkunç şâyia (asılsız haber) ulaştı:
“Kureyş, elçimiz Osman’ı (r.a.) öldürdü! Osman (r.a.) şehit edildi!”

5. “Ölüm Yemini”: Bey’atü’r-Rıdvân (Rıdvân Biatı)

Arap geleneğinde, “elçiye zeval olmaz” (elçi öldürülmez) kaidesi vardı. Elçinin öldürülmesi, en büyük “harp (savaş) ilanı” ve en büyük “hakaret” idi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edildiği haberi, 1.500 kişilik o ihramlı ve silahsız ordunun üzerine bir bomba gibi düştü. Barış için gelen Müslümanların niyeti, o anda “intikam”a dönüştü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu ihânet karşısında, Ashâbının (r.anhüm) kararlılığını görmek istedi. O (s.a.v.), Hudeybiye’deki bir “Semûre” (Sakız) ağacının altına oturdu. Ve o Cihan Şümul (Evrensel) yemini başlattı:
“Ashâbım (r.anhüm)! Kureyş ahdini (sözünü) bozdu, elçimizi öldürdü! Kureyş ile sonuna kadar savaşmadan, ölsek de kaçmamak üzere (Ölüm Yemini) bana biat (yemin) etmeyecek misiniz?”
Bu çağrıyı duyan 1.500 Sahabî (r.anhüm), o ağacın altında bir sel gibi coştu. Tek tek, Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek elini tuttular ve “Vallahi, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ya Kâbe’ye gireceğiz ya da bu uğurda son damla kanımıza kadar şehit olacağız! Asla kaçmayacağız!” diye “Ölüm Yemini” ettiler. (Sadece münafık olduğu bilinen Ced bin Kays, devesinin arkasına saklanıp biat etmedi.)
Efendimiz (s.a.v.), biat (yemin) tamamlanınca, sağ elini kaldırdı ve “Bu da, Mekke’de elçi olarak görevde olan kardeşim Osman’ın (r.a.) biatıdır” diyerek, sol elinin üzerine koydu ve Hz. Osman (r.a.) adına da biat (yemin) etmiş oldu.
Bu, ihramlı, zırhsız, sadece yolcu kılıçları olan 1.500 kişinin, Mekke’nin tamamına ve Kureyş’in ordusuna karşı yaptığı bir “ölümüne meydan okuma” yeminiydi.
Bu biat (yemin), Arş-ı Âlâ’yı titretti.
Cenâb-ı Hak, o ağacın altında, o zor anda Peygamber’ine (s.a.v.) bağlılık yemini eden o 1.500 Sahabî’nin (r.anhüm) tamamından “razı” olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’de şu ayet-i kerîme ile ilan etti:
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah (c.c.), o mü’minlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı (sadakati) bilmiş, onlara bir sekîne (güven duygusu, huzur) indirmiş ve onlara yakın bir fetih (Hayber’in Fethi) ve elde edecekleri birçok ganimetler bahşetmiştir…” (Fetih, 48/18-19)
Allah’ın (c.c.) “Razı Olduğu” bu yemine, tarihte “Bey’atü’r-Rıdvân” (Rıdvân / Razılık Biatı) denildi.
Bu biatın (yeminin) haberi, Mekke’ye ulaştığında Kureyş dehşete kapıldı. 1.500 kişinin, ölümü göze alarak yemin ettiğini duydular. Hz. Osman’ı (r.a.) öldürmenin ne büyük bir felakete yol açacağını anladılar.
Derhal Hz. Osman’ı (r.a.) serbest bıraktılar ve barış (sulh) masasına oturmak için acil olarak elçileri Süheyl bin Amr’ı Hudeybiye’ye gönderdiler.
O “Rıdvân Ağacı”nın (Şeceretü’r-Rıdvân) altında, 1.500 Sahabî’nin (radıyallâhu anhüm) “Ölüm Yemini” etmesi, Kureyş’in bütün inadını kırmıştı. İhramlı ve silahsız olan bu insanların, elçilerinin (Hz. Osman r.a.) öldürüldüğü zannıyla ölüme biat (yemin) etmeleri, Mekke’ye harp (savaş) istemediklerini ancak harptan (savaştan) da asla kaçmayacaklarını ispat etmişti.
Kureyş, paniğe kapıldı. Derhal Hz. Osman’ı (r.a.) serbest bıraktılar ve barış (sulh) antlaşması yapmak üzere en güvendikleri, en çetin diplomatları olan Süheyl bin Amr’ı Hudeybiye’ye gönderdiler.

BÖLÜM 26: ZÂHİREN ZİLLET, HAKİKATTE “FETH-İ MÜBÎN”
(Medenî Dönem – XIV: Hudeybiye Muahedesi/Antlaşması)

1. Müzakerelerin Zorluğu: Süheyl bin Amr

Süheyl bin Amr, Hudeybiye’ye geldiğinde, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nu (Süheyl’i) görünce Ashâbına (r.anhüm) tebessüm etti ve “İşiniz kolaylaştı (‘Sehl’ oldu)” buyurdu (Süheyl’in ismiyle tevriye yaparak).
Ancak Süheyl, Kureyş’in onurunu kurtarmak ve Müslümanları zâhiren (dışsal olarak) ezmek için çok katı şartlarla gelmişti. Müzakereler çetin geçiyordu. Efendimiz (s.a.v.) barışı (sulhu) tesis etmek için muazzam bir sabır ve hikmet gösteriyordu.
Antlaşma metnini yazmak üzere kâtip olarak Hz. Ali (radıyallâhu anh) çağrıldı.

2. Mü’minlerin İmtihanı: “Resûlullah” (s.a.v.) Sıfatı

Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye (r.a.) “Yaz, yâ Ali!” dedi, ” Bismillâhirrahmânirrahîm ” (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın (c.a.) adıyla).
Süheyl bin Amr, derhal itiraz etti. Küstahça dedi ki:
“Dur! Biz, ‘Rahmân’ nedir bilmeyiz! Bizim âdetimiz üzere, sadece ‘ Bismike Allâhümme ‘ (Allah’ım! Senin isminle) yazarsın.”
Ashâb (r.anhüm) öfkelendi, ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), barış (sulh) bozulmasın diye, o Cihan Şümul (Evrensel) sabrıyla Hz. Ali’ye (r.a.) döndü: “Peki, yâ Ali. ‘Bismike Allâhümme’ yaz.”
Metin devam etti. Efendimiz (s.a.v.) yazdırdı: “Bu, Allah’ın (c.c.) Resûlü Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Süheyl bin Amr’ın üzerinde anlaştığı maddelerdir…”
Süheyl, ikinci ve daha büyük itirazını yaptı:
“Dur! Vallahi, eğer biz senin ‘Allah’ın (c.c.) Resûlü’ (s.a.v.) olduğuna inansaydık, seninle harp (savaş) etmez, Kâbe’yi sana (s.a.v.) bırakırdık! ‘Resûlullah’ (s.a.v.) sıfatını sil! Sadece kendi ismini ve babanın ismini, ‘ Muhammed bin Abdullah ‘ (Abdullah oğlu Muhammed) yazarsın!”
Bu, bardağı taşıran son damlaydı. Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) öfkesi zirveye çıktı.
Ancak en büyük imtihanı, metni yazan Hz. Ali (r.a.) yaşıyordu. O (r.a.), o mübarek eliyle, “Resûlullah” (s.a.v.) sıfatını silmeyi reddetti: “Vallahi, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ali r.a.) senin (s.a.v.) isminin yanından ‘Resûlullah’ (s.a.v.) sıfatını silemem!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o anda Peygamberlik Nübüvvet’ini değil, barışın (sulhun) selametini düşünüyordu. Hz. Ali’ye (r.a.) sordu: “Yâ Ali! O (s.a.v.) kelimenin yerini bana göster.”
Hz. Ali (r.a.), o kelimeyi gösterdi. Efendimiz (s.a.v.), (Ümmî olmasına/okuma-yazma bilmemesine rağmen) o kelimeyi bizzat mübarek eliyle sildi (veya Hz. Ali’ye r.a. sildirtti) ve yerine “Abdullah oğlu Muhammed” yazılmasını emretti.
Ve Süheyl’e döndü: “Siz beni (s.a.v.) yalanlasanız da (inkâr etseniz de), ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm (s.a.v.).”

3. Zâhiren Ağır Şartlar ve Ebû Cendel’in (r.a.) Feryadı

İsimlerde anlaşıldıktan sonra, Kureyş’in (Süheyl’in) o ağır şartları masaya geldi:
• Müslümanlar, bu yıl Umre yapmadan, Kâbe’yi görmeden Hudeybiye’den Medine’ye geri dönecekler.
• Gelecek yıl Umre yapabilirler; ancak Mekke’de sadece üç (3) gün kalacaklar ve yanlarında sadece yolcu kılıçları olacak.
• Antlaşma süresi on (10) yıl olacak. Bu 10 yıl boyunca iki taraf birbiriyle savaşmayacak. (Bu, İslâm Devleti’nin Kureyş tarafından “resmen tanınması” demekti.)
• Ve en ağır, en adaletsiz, Müslümanların kanını donduran o son iki madde:
• (Madde A): Medine’den bir kimse (Müslümanlıktan dönerek) Kureyş’e sığınırsa, Kureyş onu Medine’ye geri vermek zorunda olmayacak.
• (Madde B): Mekke’den bir kimse (Müslüman olarak), velisinin izni olmadan Medine’ye, Muhammed’e (s.a.v.) sığınırsa, Müslümanlar o kişiyi Kureyş’e geri iade etmek zorunda olacak.
Bu, zâhiren (dışsal olarak) tam bir zillettı (aşağılanmaydı). Müslümanlar, Mekke’deki o zulümden kaçan bir mü’mini, nasıl olur da tekrar o işkenceye, o müşriklere teslim edebilirlerdi?
Tam bu madde imzalanmak üzereyken, o acı imtihanın zirvesi yaşandı.
Mekke’de işkence altında olan ve babası bizzat Kureyş elçisi Süheyl bin Amr olan Ebû Cendel (radıyallâhu anh), bir yolunu bulmuş, zincirlerini sürükleyerek, kan revan içinde, Hudeybiye’deki İslâm karargâhına kendini atmıştı.
Feryat ediyordu: “Yetişin yâ Resûlallah! (s.a.v.) Yetişin ey Müslümanlar! Beni (Ebû Cendel’i r.a.) bu müşriklerin işkencesinden kurtarın!”
Bu manzarayı gören 1.500 Sahabî’nin (r.anhüm) yüreği parçalandı.
Ancak Kureyş elçisi Süheyl bin Amr (Ebû Cendel’in r.a. babası), oğlunu (r.a.) gördü. Resûlullah’a (s.a.v.) döndü ve antlaşmayı işaret etti:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) İşte bu, seninle aramızdaki antlaşmanın yürürlüğe girdiği ilk maddedir! Bu adamı (oğlunu r.a.) bana geri vereceksin!”
Efendimiz (s.a.v.) rica etti: “Yâ Süheyl! Antlaşma henüz tam imzalanmadı. Ne olur, bu bir kişiyi (Ebû Cendel’i r.a.), benim hatırım için bana bağışla.”
Süheyl, o katı kalbiyle gürledi: “Asla! Eğer O’nu (Ebû Cendel’i r.a.) geri vermezsen, ben (Süheyl) de bu 10 yıllık barış (sulh) antlaşmasını yırtarım!”
Ebû Cendel (r.a.) feryat ediyordu: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ebû Cendel r.a.) size Müslüman olarak sığınmışken, beni (Ebû Cendel’i r.a.) tekrar o müşriklere, o işkenceye mi teslim edeceksiniz?”
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek gözleri dolmuştu. Ancak O (s.a.v.), bir kişinin feryadına değil, 10 yıllık “Barış (Sulh)”a, o Cihan Şümul (Evrensel) davetin geleceğine bakıyordu. O acı kararı verdi.
Ebû Cendel’e (r.a.) döndü ve o mübarek teselliyi verdi:
“Yâ Ebâ Cendel! Sabret! Mükafatını Allah’tan (c.c.) bekle. Muhakkak ki Allah Teâlâ (c.c.), sana ve senin durumundaki zayıflara (Müslümanlara) bir çıkış kapısı (ferec ve mahrec) yaratacaktır. Biz bu kavimle bir antlaşma yaptık. Onlara Allah (c.c.) adına ahid (söz) verdik. Biz, ahdimizi (sözümüzü) bozamayız (gadr edemeyiz).”
Süheyl bin Amr, oğlu Ebû Cendel’i (r.a.) zincirlerinden tuttu, O’nu (Ebû Cendel’i r.a.) yerlerde sürükleyerek Kureyş karargâhına, o işkenceye geri götürdü.

4. Hz. Ömer’in (r.a.) İtirazı ve Ashâbın (r.anhüm) Hüznü

Bu manzara, Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) için dayanılmaz bir noktaydı. Bilhassa “Fâruk” (Hak ile Bâtıl’ı Ayıran) Hz. Ömer (radıyallâhu anh), imanın verdiği o celâlle (hiddetle) yerinde duramıyordu.
Doğruca Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna gitti. O güne kadar Resûlullah’a (s.a.v.) hiç sormadığı bir tonda, o meşhur sorgulamayı yaptı:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sen (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) hak Peygamberi değil misin?”
Efendimiz (s.a.v.) sâkince: “Evet, öyleyim” buyurdu.
“Biz hak üzere, onlar (Kureyş) bâtıl (yanlış inanç) üzere değil mi?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet, öyledir” buyurdu.
“Öyleyse, biz neden dinimiz uğrunda bu ‘Zeniyye’yi (Zilleti/Aşağılanmayı) kabul ediyoruz?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Nübüvvet’in o sarsılmaz vakarıyla cevap verdi:
“Yâ Ömer! (r.a.) Ben (Muhammed s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm (s.a.v.) ve O’na (c.c.) asla âsi olmam! O (c.c.), benim Yardımcımdır. O (c.c.), beni (s.a.v.) zâyi etmeyecektir.”
Hz. Ömer (r.a.) tatmin olmamıştı: “Peki, Sen (s.a.v.) bize rüyânda Kâbe’ye gireceğimizi, tavaf edeceğimizi vaat etmedin mi?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet, vaat ettim. Ama bu yıl gireceğimizi vaat ettim mi?”
Hz. Ömer (r.a.): “Hayır…”
Efendimiz (s.a.v.): “Elbet oraya girecek ve tavaf edeceksin.”
Hz. Ömer (r.a.), hırsını alamamış, aynı sualleri sormak için Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yanına gitmişti.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), o sarsılmaz “Sıddîkıyet” makamıyla, Resûlullah’ın (s.a.v.) cevaplarının tıpatıp aynısını Hz. Ömer’e (r.a.) vermiş ve O’nu (Hz. Ömer’i r.a.) şöyle uyarmıştı:
“Ey Ömer! (r.a.) O (Muhammed s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlü’dür (s.a.v.)! O’nun (s.a.v.) emrine (eteğine) yapış! Vallahi, O (s.a.v.) hak üzeredir!”
Antlaşma imzalanmıştı. Zâhiren tam bir yenilgiydi.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) emretti: “Kalkın! Kurbanlarınızı (70 deveyi) burada, Hudeybiye’de kesin! Saçlarınızı tıraş edin ve ihramdan çıkın!”
Ancak Ashâb (r.anhüm), o hüzün, o şok ve o kırgınlıkla, yerinden kıpırdayamadı. Kimse kalkmıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), emrini üç kez tekrarladı. Kimse itaat etmedi (edemedi).
Hayatı boyunca emri bir kez bile ikiletilmeyen Efendimiz (s.a.v.), bu duruma çok müteessir (üzgün) oldu. Üzgün bir halde çadırına, zevcesi Hz. Ümmü Seleme’nin (radıyallâhu anhâ) yanına girdi.
Hz. Ümmü Seleme (r.anha), o ferâsetli hanımefendi, durumu gördü ve o tarihî tavsiyeyi yaptı:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ashâbın (r.anhüm) helâk olmasını istemiyorsan, dışarı çık. Hiç kimseyle tek bir kelime konuşma. Kendi deveni (kurbanını) kendin kes. Ve berberini çağır, herkesin içinde kendi saçını tıraş et (ihramdan çık).”
Efendimiz (s.a.v.), zevcesinin (r.anha) bu dâhiyane tavsiyesine uydu.
Çadırdan çıktı, hiç konuşmadan kurbanını kesti ve berberini çağırıp tıraş oldu.
O’nun (s.a.v.) ihramdan çıktığını gören Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), “Emri kaçırdık, helâk olacağız!” korkusuyla, o hüzün içinde, hep birlikte ayağa fırladı. Birbirlerinin saçlarını, o keder ve pişmanlıkla, neredeyse birbirlerini yaralayacak bir telaşla tıraş etmeye ve kurbanlarını kesmeye başladılar.

5. İlâhî Müjde: “Biz Sana (s.a.v.) Apaçık Bir Fetih Verdik!”

Ordu, zâhiren (dışsal olarak) yenilmiş, Umre yapamamış, Ebû Cendel’i (r.a.) bırakmış, hüzün ve keder içinde Medine’ye doğru geri dönüyordu. Hz. Ömer’in (r.a.) deyişiyle, “Kalbimizdeki hüzün dağı” ile yürüyorlardı.
Tam bu esnada, Medine yolu üzerinde, Cebrail (aleyhisselâm) nazil oldu.
Ve Cenâb-ı Hak, o hüzünlü Peygamber’ine (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) kederli Ashâbına (r.anhüm), bu “Zillet” gibi görünen antlaşmanın, aslında İslâm tarihinin en büyük “Zaferi” olduğunu müjdeleyen o Cihan Şümul Sûreyi indirdi:
“İnnâ Fetehnâ Leke Fethan Mübînâ!”
“Şüphesiz biz sana (Hudeybiye Antlaşması ile) apaçık bir fetih (zafer) sağlamışızdır. (Ey Muhammed!) (s.a.v.)…
…Allah (c.c.), O (c.c.) hakkında besledikleri kötü zandan dolayı münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a (c.c.) ortak koşan erkeklere ve Allah’a (c.c.) ortak koşan kadınlara azap edecektir…
…Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah (c.c.), o mü’minlerden razı olmuştur…” (Fetih, 48/1, 6, 18 )
Ashâb (r.anhüm) hayret etti: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu bir Fetih midir?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet! Vallahi, bu Apaçık bir Fetihtir!” buyurdu.
Bu nasıl bir Fetihti?
• Kureyş, İslâm Devleti’ni 10 yıllık bir antlaşma ile resmen tanımıştı.
• “Harp (Savaş) durmuştu” (Emniyet gelmişti). Artık Müslümanlar, Kureyş’in kılıç tehdidi olmadan, bütün Arap kabilelerine serbestçe gidebilecek, onlarla konuşabilecek, ticaret yapabilecek ve İslâm’ı (Kur’ân’ı) tebliğ edebileceklerdi.
• Zâhiren aleyhte görünen “iade” maddesi, hakikatte lehe (iyiye) dönecekti (Ebû Basîr r.a. hadisesinde görüleceği gibi).
• Hudeybiye’den sonraki 2 yıl içinde Müslüman olanların sayısı, Nübüvvet’in (Peygamberliğin) ilk 19 yılında (Hudeybiye’ye kadar) Müslüman olanların sayısından kat kat fazla olacaktı.
• Ve bu antlaşma, İslâm’ın en büyük düşmanlarından birini, Hayber Yahudilerini, müttefikleri olan Kureyş’ten “izole” etmiş (yalnız bırakmış) ve bir sonraki büyük fethin, **”Hayber’in Fethi”**nin kapısını açmıştı.
Hudeybiye’de imzalanan o zâhiren ağır antlaşma, Ashâbın (r.anhüm) kalbinde bir hüzün bırakmış olsa da, Medine’ye dönüş yolunda nâzil olan “Fetih Suresi”, bunun “Apaçık bir Fetih” (Feth-i Mübîn) olduğunu ilâhî bir mühürle tasdik etmişti.
Artık harp (savaş) durmuş, “Tebliğ” ve “Strateji” dönemi başlamıştı. Ve bu “Feth-i Mübîn”in meyveleri, hiç beklenmedik yerlerden, çok hızlı bir şekilde toplanmaya başlandı.

BÖLÜM 27: FETH-İ MÜBÎN’İN MEYVELERİ: HAYBER’İN FETHİ
(Medenî Dönem – XV)

1. Ahdin (Sözün) Stratejik Zaferi: Ebû Basîr (r.a.) Hadisesi

Hudeybiye Antlaşması’nın en acı veren maddesi, “Mekke’den Müslüman olup Medine’ye sığınanların, Kureyş’e geri iade edilmesi” şartıydı. Bu madde, Ebû Cendel’in (r.a.) feryatlarıyla Müslümanların yüreğini dağlamıştı.
Antlaşmadan hemen sonra, Ebû Cendel’den (r.a.) daha beter bir imtihan yaşandı. Mekke’de ağır işkence gören Müslümanlardan Ebû Basîr Utbe bin Esîd (radıyallâhu anh), bir yolunu bulup Mekke’den kaçtı ve Medine’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna sığındı.
Daha nefes alamamıştı ki, arkasından O’nu (Ebû Basîr’i r.a.) geri götürmek için Kureyş’in gönderdiği iki elçi (bir müşrik ve O’nun (müşriğin) hizmetlisi) Medine’ye geldi.
Antlaşmayı gösterdiler: “Ey Muhammed! (s.a.v.) Ahid (Söz) ortadadır. Adamımızı (Ebû Basîr’i r.a.) bize geri ver!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul vefâsıyla, “Biz ahdimizi (sözümüzü) bozmayız (gadr edemeyiz)” buyurdu.
Ebû Basîr (r.a.), Ebû Cendel’den (r.a.) daha hiddetliydi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ebû Basîr r.a.) Müslüman olarak geldim! Beni (Ebû Basîr’i r.a.) tekrar o dinimden döndürmek isteyen müşriklere mi teslim edeceksiniz?”
Efendimiz (s.a.v.), O’na (Ebû Basîr’e r.a.) da aynı teselliyi verdi:
“Yâ Ebâ Basîr! Sabret! Allah Teâlâ (c.c.), sana ve senin durumundakilere (Ebû Cendel r.a.) muhakkak bir çıkış yolu (ferec) yaratacaktır. Biz ahdimizi (sözümüzü) bozmayız.”
Ebû Basîr (r.a.), çaresizce, o iki Kureyşli muhafızla birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı.
Ancak Ebû Basîr’in (r.a.) niyeti teslim olmak değildi. Medine’den epeyce uzaklaştıktan sonra, “Zülhuleyfe” mevkiinde, muhafızlarla birlikte mola verdiler. Ebû Basîr (r.a.), muhafızın (müşriğin) belindeki kılıca iltifat etti: “Ne güzel kılıcın var!”
Müşrik, kibirle kılıcını çekti: “Evet, çok iyidir, nice yiğitleri bununla doğradım!”
Ebû Basîr (r.a.), “Bir bakabilir miyim?” diyerek kılıcı eline aldı. Aldığı gibi, bir hamlede o müşrik muhafızın başını uçurdu.
Diğer muhafız (hizmetli), bunu görünce can havliyle kaçtı ve durmaksızın Medine’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) Mescidi’ne kadar koştu. Mescid’e daldı ve “Canımı kurtarın!” diye bağırdı.
Az sonra, elinde kanlı kılıçla Ebû Basîr (r.a.) Mescid’e geldi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sen (s.a.v.) ahdini (sözünü) yerine getirdin, beni (Ebû Basîr’i r.a.) onlara teslim ettin. Allah (c.c.) da beni (Ebû Basîr’i r.a.) onlardan kurtardı. Artık senin (s.a.v.) üzerinde bir mesuliyet (sorumluluk) kalmamıştır!”
Efendimiz (s.a.v.), O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) bu gözü kara cesaretini görünce, hem harp (savaş) dehasını fark etti hem de Hudeybiye Antlaşması’na sadık kalmak zorundaydı. Şöyle buyurdu:
“Veyl ümmihî! Mis’aru harbin!” (Anası ağlayasıca! Bu adam, bir harp (savaş) ateşleyicisi/kışkırtıcısıdır! Yanında adamları olsaydı, neler yapardı!)
Ebû Basîr (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) bu sözünden, O’nu (Ebû Basîr’i r.a.) Medine’de tutmayacağını, yine iade etmek zorunda kalacağını anladı.
Ancak O (Ebû Basîr r.a.) Mekke’ye de dönmedi. Medine’ye de girmedi.
Hudeybiye Antlaşması’na göre O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) Medine’ye girmesi yasaktı. O (Ebû Basîr r.a.) da Medine’ye girmedi. Kureyş’in Şam ticaret kervanlarının geçtiği sahil yoluna, “Îs” mevkiine gitti ve oraya yerleşti.
O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) bu hareketi, Mekke’deki diğer mazlum Müslümanlara (Ebû Cendel r.a. dahil) ilham oldu. Mekke’den kaçan, ancak Medine’ye girmesi yasak olan herkes, Ebû Basîr’in (r.a.) yanına, “Îs” mevkiine gelmeye başladı.
Orada, yaklaşık 70 (yetmiş) (bazı rivayetlerde 300) kişilik, Medine Devleti’ne bağlı olmayan, ancak Resûlullah’a (s.a.v.) âşık, “bağımsız” bir Müslüman “Ordu Birliği” kurulmuş oldu.
Bu birlik, Kureyş’in Şam’a giden ne kadar kervanı varsa, hepsine baskın yapmaya, mallarına el koymaya ve müşrikleri öldürmeye başladı.
Hudeybiye’nin o zâhiren aleyhteki maddesi, Kureyş’in aleyhine dönmüştü:
• Resûlullah (s.a.v.), antlaşmaya uyarak Medine’ye kimseyi almıyor, ahdini (sözünü) bozmuyordu.
• Ancak Ebû Basîr (r.a.) ve arkadaşları (r.anhüm) da Medine’de olmadıkları için, Kureyş, Resûlullah’a (s.a.v.) “Antlaşmayı bozuyorsun!” diyemiyordu.
Ebû Basîr’in (r.a.) bu baskınları, Kureyş’in can damarı olan Şam ticaret yolunu tamamen kesti. Kureyş, ekonomik olarak iflas etme noktasına geldi.
Sonunda Kureyş, Ebû Süfyan’ın ağzından, bizzat Medine’ye yalvarmak zorunda kaldı.
Kureyş elçileri Medine’ye geldiler ve Resûlullah’a (s.a.v.) yalvardılar:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) Allah (c.c.) aşkına ve akrabalık (rahim) bağı aşkına! Ne olur, o maddeyi (iade maddesini) kaldıralım! Ebû Basîr (r.a.) ve arkadaşlarına (r.anhüm) haber sal, Medine’ye gelsinler, onları (Ebû Basîr r.a. ve arkadaşlarını r.anhüm) yanına al! Yeter ki bizim ticaret yolumuzu açsınlar!”
Böylece, Müslümanların aleyhine görünen o madde, bizzat Kureyş’in yalvarmasıyla kaldırıldı. Ebû Basîr (r.a.) ve Ebû Cendel (r.a.) gibi kahramanlar, izzetle Medine’ye kabul edildiler. Bu, Hudeybiye’nin “diplomatik” bir zafer olduğunun ilk isbatı idi.

2. “Yakın Fetih” Müjdesi: Hayber’in Fethi (Hicret 7, Muharrem Ayı)

Fetih Suresi (48/18), Hudeybiye’deki o “Rıdvân Biatı”nı (Yeminini) yapan Sahabîlere (r.anhüm) (1.400-1.500 kişi), Allah’ın (c.c.) onlardan razı olduğunu müjdelemiş ve onlara “Fethan Karîbâ” (Yakın bir Fetih) vaat etmişti.
Bu “Yakın Fetih”, Hudeybiye’den sadece birkaç ay sonra, Hicretin 7. Yılında (M. 628) gerçekleşecekti.
Hedef, Hayber idi.
Hayber neden hedefti?
• Benî Nadîr (Medine’den sürülen Yahudiler), Huyey bin Ahtab gibi reisleriyle oraya yerleşmişti.
• Hendek (Ahzâb) Savaşı’nın finansörü, provokatörü ve mimarı Hayber Yahudileriydi.
• Gatafân gibi bedevî kabileleri parayla kiralayıp Medine’ye saldırtanlar onlardı.
• Hayber, Arap yarımadasının en zengin, en verimli topraklarına ve en müstahkem, en sarsılmaz kalelerine (Kamûs, Naîm, Şıkk, Ketîbe kaleleri vb.) sahip olan İslâm düşmanı bir fitne merkeziydi.
Hudeybiye’de Kureyş ile 10 yıllık saldırmazlık antlaşması yapan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Arabistan’ın güneyini (Mekke’yi) emniyete almıştı. Artık sıra, kuzeydeki o en büyük fitne merkezini (Hayber’i) temizlemeye gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), Fetih Suresi’nin (48/20) bir emri olarak, “Bu sefere sadece ganimet için değil, Allah (c.c.) rızası için katılanlar gelsin” buyurdu ve orduyu, Hudeybiye’ye katılan o 1.500 kişilik “Rıdvân Ehli”nden (r.anhüm) oluşturdu.
İslâm Ordusu, Hayber’e doğru yola çıktı. Hayber, 8 (veya daha fazla) ayrı kaleden oluşan bir şehir devletiydi. Fethedilmesi imkânsız görünüyordu.
Hayber Yahudileri, Müslümanların geldiğini görünce kalelerine çekildiler ve müttefikleri olan 6.000 kişilik Gatafân Ordusu’na “Yardıma gelin!” haberi gönderdiler.
Ancak Gatafânlılar yola çıktıklarında, geride kalan ailelerinin çadırlarından “Baskına uğruyoruz!” feryatları (ilâhî bir vesvese/korku) duydular ve ailelerini korumak için Hayber’e yardıma gitmeden geri kaçtılar.
Hayber, en büyük müttefikini kaybetmiş, İslâm Ordusu ile tek başına kalmıştı.

3. Sancağın Verilişi ve Hayber’in Kapısı (Hz. Ali r.a.)

Kuşatma başladı. Kaleler birer birer düşüyor, ancak en büyük, en müstahkem kale olan Kamûs Kalesi (içinde reisleri Kinâne bin Rebî’ ve en güçlü savaşçıları Merhab vardı) bir türlü düşmüyordu. Kuşatma uzamıştı.
Ashâb (r.anhüm) yorulmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o günlerde şiddetli bir göz ağrısı (aşûb) çekiyordu.
Bir akşam, o mübarek müjdeyi verdi:
“Vallahi, yarın sancağı (İslâm Ordusu’nun komutasını) öyle bir adama vereceğim ki; O (Ali r.a.), Allah’ı (c.c.) ve Resûlü’nü (s.a.v.) sever; Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) de O’nu (Ali r.a.) sever. O (Ali r.a.), ‘Kerrâr’dır (Döne döne hücum eden), ‘Ferrâr’ değildir (Asla kaçmaz). Allah (c.c.), Fethi O’nun (Ali r.a.) eliyle müyesser (kolay) kılacaktır!”
O gece, Sahâbe (r.anhüm) uyuyamadı. Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Hayatımda komutanlığı (sancaktarlığı) o gece arzuladığım kadar hiç arzulamadım. ‘Acaba yarın o adam ben (Ömer r.a.) mi olacağım?’ diye bekledim.”
Sabah oldu. Bütün Sahâbe (r.anhüm), Efendimiz’in (s.a.v.) nazarı (bakışı) kendisine dönsün diye bekliyordu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) nerededir?”
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) O’nun (Ali’nin r.a.) gözleri şiddetle ağrıyor, neredeyse görmüyor” dediler.
“Getirin O’nu (Ali’yi r.a.) bana!”
Hz. Ali’yi (r.a.), gözlerini tutarak, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek tükürüğünden (veya duasıyla) Hz. Ali’nin (r.a.) o ağrıyan gözlerine sürdü.
Hz. Ali (r.a.) der ki: “O anda gözlerimdeki ağrıdan ve sızıdan eser kalmadı; sanki hayatımda hiç göz ağrısı çekmemiş gibi oldum.”
Efendimiz (s.a.v.), Sancağı O’na (Ali’ye r.a.) verdi ve emretti: “Onları (Yahudileri) önce İslâm’a davet et. Kabul etmezlerse, Cizye’yi (vergi/haraç) teklif et. Onu da kabul etmezlerse, Allah’tan (c.c.) yardım dile ve savaş!”
Hz. Ali (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Onlar da bizim gibi (Müslüman) oluncaya kadar mı savaşayım?”
Efendimiz (s.a.v.): “Yâ Ali! (r.a.) Senin (Ali’nin r.a.) vesilenle tek bir kişinin hidayete ermesi, senin (Ali’nin r.a.) için (en kıymetli mal olan) kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.”
Hz. Ali (r.a.), Sancağı aldı ve Kamûs Kalesi’nin önüne dikildi.
Kalenin içinden, Hayber’in en kibirli, en güçlü ve “Bin (1000) Askere Bedel” sayılan devi Merhab, tepeden tırnağa zırhlı halde, kılıcını sallayarak ve şiirler (recez) okuyarak meydana çıktı.
Hz. Ali (r.a.) de O’na (Merhab’a) şiirle (recez) cevap verdi.
İki kahraman birbirine girdi. Hz. Ali (r.a.), Zülfikâr ile öyle bir darbe vurdu ki, Merhab’ın miğferini, zırhını ve başını ikiye biçerek O’nu (Merhab’ı) oracıkta öldürdü.
Merhab’ın ölümü, Yahudilerin maneviyatını (moralini) çökertti.
Savaş kızıştığında, Siyer kaynaklarının nakline göre, Hz. Ali’nin (r.a.) kalkanı elinden düştü. O (r.a.), o anda, harbin (savaşın) verdiği o ilâhî güçle, Kamûs Kalesi’nin o devasa, rivayetlere göre 40 (kırk) kişinin ancak kaldırabileceği o ağır demir (veya ahşap) kapısını menteşelerinden söktü ve onu “Kalkan” olarak kullanarak dövüşmeye devam etti.
Bu kahramanlıklar ve Merhab’ın ölümü üzerine Hayber Kalesi düştü.
Hayber, fethedilmişti. Yahudiler, canlarının bağışlanması ve topraklarında “kiracı” (yarıcı) olarak kalıp, mahsulün yarısını Medine Devleti’ne “vergi” (haraç/cizye) olarak ödemeleri şartıyla barış (sulh) istediler. Efendimiz (s.a.v.) kabul etti.
Hayber’in o muazzam zenginlikleri (altın, gümüş, silahlar, araziler) Müslümanların eline geçti. Fetih Suresi’nin (48/19) vaat ettiği “elde edecekleri birçok ganimetler” müjdesi de gerçekleşmiş oldu.

4. İki Mutluluk Bir Arada: Hz. Ca’fer’in (r.a.) Dönüşü

Tam Hayber Fethi’nin tamamlandığı, ganimetlerin toplandığı o sevinçli anda, ufukta bir kafile daha belirdi.
Bunlar, yıllar önce (Nübüvvet’in 5. yılında), Kureyş’in zulmünden kaçarak Habeşistan’a hicret eden Müslümanların son kafilesiydi.
Ve o kafilenin başında, Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlu, Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi, Necâşî’nin huzurunda İslâm’ı o muhteşem hitabetle savunan Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) vardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yıllardır görmediği o mübarek amcaoğlu Hz. Ca’fer’i (r.a.) karşısında görünce, sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Koştu, O’nu (Hz. Ca’fer’i r.a.) kucakladı ve alnından öptü.
Ve o gün, o mübarek dudaklardan şu tarihî söz döküldü:
“Bilemiyorum, bugün şu iki sevinçten hangisi benim için daha mühimdir: Hayber’in Fethi’ne mi (sevineyim), yoksa Ca’fer’in (r.a.) (Habeşistan’dan) gelişine mi?”
(Hz. Ca’fer (r.a.), fakirlerin babası (Ebû’l-Mesâkîn) olarak bilinirdi. Efendimiz (s.a.v.) O’na (Hz. Ca’fer’e r.a.) Hayber ganimetlerinden büyük bir pay ayırdı.)
Hudeybiye’de imzalanan ve zâhiren Müslümanların aleyhine görünen o muahede (antlaşma), bizzat Allah Teâlâ (c.c.) tarafından “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olarak isimlendirilmişti. Bu antlaşmanın hikmeti, kısa sürede hem diplomatik alanda (Ebû Basîr r.a. hadisesi) hem de askerî alanda (Hayber’in Fethi) apaçık ortaya çıkmıştı.
Artık Kureyş ile 10 yıllık bir “saldırmazlık” (sulh) dönemi başlamıştı. İslâm’ın Cihan Şümul (Evrensel) davetinin önündeki en büyük engel olan Kureyş tehdidi (zâhiren/dışsal olarak) ortadan kalkmıştı. Sıra, bu “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) manevî meyvelerini toplamaya gelmişti.

BÖLÜM 27: FETHİN TASDİKİ VE CİHAN ŞÜMUL (EVRENSEL) DAVET
(Medenî Dönem – XVI)

1. “Umretü’l-Kazâ” (Kazâ Umresi) – Yedi Yıllık Hasretin Sonu (Hicret 7)

Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) en mühim maddelerinden biri şuydu: Müslümanlar, antlaşmanın yapıldığı o yıl (Hicret 6) Umre yapamayacak, ancak tam bir yıl sonra (Hicret 7) Mekke’ye gelip, Kâbe’yi ziyaret (Umre) edebileceklerdi.
Hudeybiye’nin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Hicretin 7. Yılı, Zilkade ayı.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’de O’nunla (s.a.v.) birlikte “Rıdvân Biatı”na (Yeminine) katılan ve Hayber’in Fethi’ne şahit olan Ashâbına (r.anhüm) seslendi. Efendimiz’in (s.a.v.) o sâdık (doğru) rüyâsının tahakkuk etme vakti gelmişti.
Yaklaşık 2.000 (İki bin) Müslüman (Hudeybiye’ye katılamayan diğer Sahabîler r.anhüm de iştirak etmişti), yedi yıllık hasretin ardından Kâbe’ye kavuşmak için, yine ihramlarına büründüler. Antlaşma gereği, yanlarına sadece “yolcu kılıçları”nı alarak Medine’den yola çıktılar.
Mekke’de ise Kureyş’i bir telaş sarmıştı. Antlaşmaya uymak zorundaydılar, ancak yedi yıl önce “sihirbaz, mecnûn, sâbiî” (hâşâ) diyerek kovdukları, öldürmek için ordular topladıkları Muhammed’in (s.a.v.) ve Ashâbının (r.anhüm), şimdi 2.000 kişilik muazzam bir cemaatle, izzetle Mekke’ye girmesini hazmedemiyorlardı.
Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye ve Kureyş’in diğer reisleri, o manzarayı görmeye tahammül edemediler. Bütün Mekkelilere “Şehri boşaltın!” emri verdiler. Kureyş’in tamamı, Mekke’nin etrafındaki dağlara (bilhassa Ebû Kubeys Dağı’na) çekildiler. Oradan, hüzün, öfke ve hayretle, Müslümanların Kâbe’ye girişini seyretmeye başladılar.
Ve o an geldi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Ashâbı (r.anhüm) O’nun (s.a.v.) etrafında pervaneydi. 2.000 Müslüman, yedi yıllık ayrılığın ardından, hep bir ağızdan “Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk!” (Buyur Allah’ım (c.c.) buyur!) nidalarıyla Mescid-i Harâm’a girdiler.
Müşrikler dağlardan, “Müslümanlar Medine’nin sıtmasından zayıf düşmüşler, bitkin haldeler” diye şâyia (asılsız haber) yayıyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu şâyiayı (asılsız haberi) kırmak için Ashâbına (r.anhüm) emretti: “Allah (c.c.), bugün müşriklere karşı kuvvetini gösteren kuluna rahmet etsin!”
Müslümanlar, tavafın ilk üç şavtını (dönüşünü) “Remel” (hızlı ve çalımlı adımlarla koşar adım yürüme) yaparak; ihramlarını sağ omuzlarını açacak şekilde (“Iztıbâ”) giyerek, dağlardaki Kureyş’e ne kadar zinde ve güçlü olduklarını gösterdiler.
Tavaf bittikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yedi yıl önce Medine semâlarını “Ezan” ile tanıştıran o mübarek müezzinini çağırdı: Hz. Bilâl-i Habeşî (radıyallâhu anh).
Efendimiz’in (s.a.v.) emriyle Hz. Bilâl (r.a.), o gün, putların gölgesindeki Kâbe-i Muazzama’nın üzerine çıktı.
Ve yedi yıl sonra, İslâm’ın Cihan Şümul daveti, “Allahu Ekber!” nidalarıyla, bizzat Kâbe’nin üzerinden, Mekke dağlarında yankılandı.
Dağlardan bu manzarayı izleyen müşrikler, atalarının putlarının üzerinde okunan bu Ezan karşısında öfkeden ve çaresizlikten yerlerinde duramıyorlardı. Ancak antlaşma, ellerini kollarını bağlamıştı.
Bu, “Kazâ Umresi” idi. Bu, kan dökülmeden kazanılmış, Hudeybiye’nin “Apaçık Fetih” olduğunun manevî bir ispatı (kanıtı) idi.

2. Mekke ile Kurulan Akrabalık: Hz. Meymûne (r.anha) Evliliği

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), antlaşma gereği Mekke’de kaldığı bu üç (3) gün içinde, Kureyş ile olan buzları tamamen eritecek, barışı (sulhu) perçinleyecek bir adım daha attı.
O (s.a.v.), amcası Hz. Abbâs’ın (r.a.) (ki o esnada gizli Müslüman’dı) baldızı olan, Kureyş’in en asil hanımlarından Meymûne bint Hâris (radıyallâhu anhâ) ile nikahlandı (evlendi).
Bu evlilik, son derece mühim bir stratejik hamleydi. Zira Hz. Meymûne (r.anha), Mekke aristokrasisinin tam merkezindeydi:
• O’nun (r.anha) bir kız kardeşi, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbâs (r.a.) ile evliydi.
• Diğer kız kardeşi, (Habeşistan’dan dönen kahraman) Hz. Ca’fer (r.a.) ile evliydi.
• Diğer kız kardeşi, (Şehitlerin Efendisi) Hz. Hamza (r.a.) ile evliydi.
• Ve en mühimi, Hz. Meymûne’nin (r.anha) (anne bir) kız kardeşi, Kureyş’in en büyük süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd’in annesiydi (veya teyzesiydi).
Bu evlilikle Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hâlid bin Velîd gibi Kureyş’in en sert komutanlarıyla dahi “akrabalık (sıhriyet)” bağı kurmuş oluyordu.
Efendimiz (s.a.v.), bu barış (sulh) havasını pekiştirmek için, Mekkelilere bir “düğün ziyafeti (velîme)” vermeyi teklif etti.
Ancak Kureyş’in inadı ve kibri (enaniyeti) buna müsaade etmedi. Üçüncü günün sonunda Süheyl bin Amr geldi ve sert bir dille dedi ki: “Mühletin (süren) doldu, ey Muhammed! (s.a.v.) Artık şehrimizden çık!”
Efendimiz (s.a.v.), o Cihan Şümul nezaketiyle, “Ne olurdu acele etmeseydiniz? Burada evlendim. Size bir ziyafet verseydik, hep birlikte yeseydik…” dediyse de, Süheyl “Bizim senin (s.a.v.) yemeğine ihtiyacımız yok! Derhal çık!” diye ısrar etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), antlaşmaya harfiyen uyarak, Ashâbına (r.anhüm) “Çıkıyoruz” emrini verdi. Düğün ziyafeti (velîme), Mekke’nin hemen dışındaki “Serif” mevkiinde yapıldı.

3. Cihan Şümul Davet: Krallara Mektuplar (Hicret 7)

Hudeybiye Barışı (Sulhu), İslâm’ın önündeki en büyük engel olan Kureyş tehdidini ortadan kaldırmıştı. Hayber’in Fethi ise kuzeydeki fitne odağını yok etmişti. Medine Devleti, artık Arabistan’ın en büyük ve en itibarlı gücüydü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm’ın sadece Araplara değil, bütün insanlığa (Cihan Şümul/Evrensel) gönderildiğini biliyordu.
Hicretin 7. Yılında (Hayber Fethi’nden hemen sonra veya Kazâ Umresi’nden hemen önce), o Cihan Şümul davetini başlattı. O günün “Süper Güçleri” olan İmparatorlara ve Krallara, onları İslâm’a davet eden “Mektuplar” gönderdi.
Bu mektupların resmî (devlet mektubu) olması için, üzerinde “Muhammed Resûlullah” (Allah’ın (c.c.) Elçisi Muhammed) yazan mübarek gümüş mührünü yaptırdı.
Bu mektuplar ve elçilerin (r.anhüm) aldıkları cevaplar, İslâm’ın gelecekteki yayılışının da bir habercisiydi:
• Bizans (Doğu Roma) İmparatoru Herakliyus’a:
Elçi: Dihye bin Halîfe el-Kelbî (r.a.).
Herakliyus, mektubu aldığında Kudüs’teydi. O esnada ticaret için orada bulunan Ebû Süfyan’ı (henüz müşrikti) huzuruna çağırdı. Ebû Süfyan’a, Resûlullah (s.a.v.) hakkında (soyu, ahlâkı, yalan söyleyip söylemediği, kimlerin O’na (s.a.v.) tâbi olduğu) sualler sordu. Ebû Süfyan, o an “en büyük düşmanı” olmasına rağmen, kabile onuru (enaniyeti) gereği yalan söyleyemedi ve Efendimiz’in (s.a.v.) bütün vasıflarının “Peygamber” vasıfları olduğunu itiraf etti.
Herakliyus, Ebû Süfyan’a şu tarihî sözü söyledi: “Eğer bu anlattıkların doğruysa, O (Muhammed s.a.v.), muhakkak ki bir Peygamberdir. Ve O’nun (s.a.v.) ayakları, şu an benim oturduğum bu topraklara (Kudüs/Suriye) bir gün muhakkak hâkim olacaktır!”
Herakliyus, iman etmeye meyletti, ancak etrafındaki papazların ve komutanların “Krallığını kaybedersin!” tehdidi üzerine korktu ve iman etmedi. Mektuba hürmet etti.
• Sâsânî (İran) İmparatoru Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e:
Elçi: Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî (r.a.).
İran Kisrâsı Hüsrev, mektubu okuduğunda, kendi isminden önce “Allah’ın (c.c.) Resûlü Muhammed’in (s.a.v.)” isminin yazılmış olmasına kibirlendi (enaniyet gösterdi). O Cihan Şümul (Evrensel) davet mektubunu yırtıp parçaladı.
Haber, Medine’ye Resûlullah’a (s.a.v.) ulaştığında, Efendimiz (s.a.v.) o meşhur bedduasını etti:
“Allâhümme mezzik mülkehu!” (Allah’ım! O’nun (Hüsrev’in) krallığını (mülkünü) paramparça et!)
Çok geçmeden Hüsrev, bizzat kendi oğlu Şîrûye tarafından öldürüldü ve o muazzam Sâsânî İmparatorluğu, Hz. Ömer (r.a.) devrinde paramparça olarak tarihe karıştı.
• Mısır Valisi (Bizans’a bağlı) Mukavkıs’a:
Elçi: Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.).
Mukavkıs, mektuba hürmet etti. İman etmedi, ancak “Ben (Mukavkıs) de bir peygamber (s.a.v.) bekliyordum, ama Şam’dan (Suriye’den) çıkacağını sanıyordum” diye cevap verdi. Elçiye (r.a.) çok iyi davrandı ve Resûlullah’a (s.a.v.) çok kıymetli hediyeler gönderdi.
Bu hediyelerin içinde, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek oğlu İbrahim’in (r.a.) annesi olacak olan Hz. Mâriye (radıyallâhu anhâ) ve O’nun (r.anha) kız kardeşi Sîrin (r.anha) de vardı.
• Habeşistan (Etiyopya) Kralı Necâşî Ashame’ye:
Elçi: Amr bin Ümeyye ed-Damrî (r.a.).
Necâşî (ki zaten Hz. Ca’fer’in (r.a.) tebliğiyle kalbi yumuşamıştı), mektubu alır almaz tahtından indi, yere oturdu, mektubu hürmetle gözlerine sürdü ve elçinin (r.a.) önünde Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Resûlullah’a (s.a.v.) bir cevap mektubu yazarak, “Şehâdet ederim ki Sen (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlüsün (s.a.v.) ve Îsâ’nın (a.s.) haber verdiği Zâtsın! (s.a.v.)” dedi.
(Hicretin 9. Yılında Necâşî vefat ettiğinde, Cebrail (a.s.) O’nun (Necâşî’nin) vefat haberini Medine’ye getirmiş ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) toplayarak, Arabistan dışında, gıyâbında (görmeden) cenaze namazı kıldığı tek kişi olan Necâşî Ashame’nin (r.a.) gıyâbî cenaze namazını kıldırmıştır.)
Hudeybiye Barışı (Sulhu), İslâm’ı Medine’den çıkarmış; Mekke’nin kapılarını (Umre), Hayber’in kalelerini (Fetih) ve dünyanın saraylarını (Davet Mektupları) açmıştı.
Hudeybiye Barışı (Sulhu), Kureyş tehdidini bertaraf etmişti. Hayber’in Fethi, Yahudi fitnesinin kuzeydeki merkezini kırmıştı. “Kazâ Umresi”, Müslümanların manevî itibarını ve Kâbe’ye olan bağlılıklarını perçinlemişti.
Artık İslâm’ın Cihan Şümul daveti, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek mührünü taşıyan mektuplarla, Arabistan yarımadasının dışına, o devrin süper güçlerinin (Bizans, Sâsânî, Mısır) saraylarına ulaşmıştı.
Habeş Necâşî’si (r.a.) iman etmiş, Mısır Mukavkıs’ı hürmet göstermiş, İran Kisrâ’sı ise mektubu yırtarak kendi mülkünün (krallığının) parçalanmasına beddua almıştı.
Ancak en kritik ve en tehlikeli cevap, Kuzey’den, dünyanın en büyük gücü olan Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu’nun sınırından gelecekti.

*********

BÖLÜM 28: İLK BÜYÜK İMTİHAN – BİZANS’A KARŞI MÛTE
(Medenî Dönem – XVII)

1. Harp (Savaş) İlanı: Elçinin Şehit Edilmesi (Hicret 8)

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Cihan Şümul davet mektuplarından birini de, Bizans’ın Suriye (Şam) valilerinden biri olan Busrâ Emîri’ne göndermişti. Bu vazife için elçi olarak Hâris bin Umeyr el-Ezdî (radıyallâhu anh) tayin edilmişti.
Elçi Hâris (r.a.), Medine’den yola çıktı. Medine ile Şam arasındaki “Mûte” (Bugünkü Ürdün’de) mevkiine geldiğinde, Bizans İmparatoru Herakliyus’a bağlı Gassânî Emîri (Bölge Valisi) olan Şurahbîl bin Amr tarafından durduruldu.
Şurahbîl, O’na (Hâris’e r.a.) “Nereye gidiyorsun? Yoksa sen Muhammed’in (s.a.v.) elçilerinden misin?” diye sordu.
Hâris (r.a.) cesaretle, “Evet, ben (Hâris r.a.) Allah’ın Resûlü’nün (s.a.v.) elçisiyim!” dedi.
O devrin bütün Cihan Şümul örfünde (teamülünde) ve devletler hukukunda tek bir kaide vardı: “Elçiye zeval olmazdı.” Elçiyi öldürmek, en büyük hakaret ve en açık “Harp (Savaş) İlanı” demekti.
Ancak Gassânî Emîri Şurahbîl, bu Cihan Şümul hukuku hiçe sayarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisi Hz. Hâris’i (r.a.) oracıkta yakalattı ve O’nu (Hâris’i r.a.) hunharca şehit etti.
Bu, İslâm Devleti’nin gönderdiği elçilerden şehit edilen ilk ve tek elçiydi.

2. Ordu Toplanıyor: 3.000 (Üç Bin) Kişi

Şehâdet haberi Medine’ye ulaştığında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) derin bir hüzne (üzüntüye) boğuldu ve bu cüreti gösterenlere derhal cevap verilmesi gerektiğine karar verdi. Bu, sadece bir elçinin intikamı değil, İslâm Devleti’nin onurunu (izzetini) ve Cihan Şümul davetinin ciddiyetini koruma meselesiydi.
Efendimiz (s.a.v.), derhal ordu toplanmasını emretti.
Bu ordu, Kureyş’e veya bedevîlere değil, dünyanın en büyük ve en disiplinli ordusu olan Bizans (Roma) ordusuna ve O’nun (Bizans’ın) müttefiklerine karşı gidiyordu. Bu emri duyan Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), tereddütsüz toplandı.
3.000 (Üç bin) kişilik, o güne kadar Medine’den çıkan en kalabalık İslâm Ordusu hazırlandı.

3. Üç Sancaktar ve Peygamber (s.a.v.) Mucizesi

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu zorlu sefere bizzat katılmadı (Bu, bir “Seriyye” idi, ancak ehemmiyeti (önemi) sebebiyle “Gazve” olarak anılır).
Medine’den ayrılmadan önce, orduya o meşhur ve mucizevî komuta zincirini tayin etti. Bu, aynı zamanda Nübüvvet’inin (Peygamberliğinin) bir isbatı olacaktı.
Mübarek Sancağı (Livâü’l-Beyzâ) eline aldı ve buyurdu:
“Sancağı, Zeyd bin Hârise (radıyallâhu anh) taşıyacaktır!”
(Bu, O’nun (s.a.v.) azatlı kölesi, evlatlığı ve en sevdiklerinden biriydi. Efendimiz (s.a.v.), bir kez daha, bir orduya komutan olarak kabile asaletine (enaniyetine) değil, liyâkate ve sadakate (Zeyd’e r.a.) kıymet verdiğini gösteriyordu.)
Sonra, olacakları görür gibi, ilâve etti:
“Eğer Zeyd (r.a.) şehit olursa, Sancağı Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) alsın!”
(Amcasının oğlu, Hayber Fâtihi Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi, Habeşistan kahramanı.)
Sonra tekrar ilâve etti:
“Eğer Ca’fer (r.a.) de şehit olursa, Sancağı Abdullah bin Revâha (radıyallâhu anh) alsın!”
(Medineli Ensâr’ın reisi, Akabe Biatı’nın kahramanı, İslâm’ın büyük şâiri.)
Orada bulunan Yahudilerden biri bu sıralamayı duyunca, “Eğer O (s.a.v.) gerçekten bir Peygamber ise, bu üçü de muhakkak ölecektir” diye fısıldamıştı.
Efendimiz (s.a.v.), orduyu Medine’nin dışındaki “Seniyyetü’l-Vedâ” (Vedâ Tepesi) mevkiine kadar bizzat uğurladı. Onlara (ordusuna) harp (savaş) ahlâkını bir kez daha hatırlattı: “Sakın bir kadını, bir çocuğu veya bir mâbede (kilise/havra) çekilmiş bir din adamını öldürmeyin! Ağaçları yakmayın, binaları yıkmayın!”

4. Ma’ân’daki Harp (Savaş) Meclisi: “Zafer veya Şehâdet!”

3.000 (Üç bin) kişilik İslâm Ordusu, kuzeye doğru yürüdü ve Mûte’ye yakın “Ma’ân” denilen (bugünkü Ürdün’de) yerde karargâh kurdu.
İşte o anda, İslâm tarihinin en sarsıcı askerî istihbarat (haberi) geldi:
Elçiyi (Hâris’i r.a.) öldüren Şurahbîl, yalnız değildi. Bizans İmparatoru Herakliyus, İslâm’ın bu cüretkâr ilerleyişini kökünden ezmek için, kardeşi Theodorus komutasında muazzam bir ordu göndermişti.
Siyer kaynakları, düşman ordusunun sayısını şöyle tasvir eder:
100.000 (Yüz bin) Bizans (Roma) askeri.
100.000 (Yüz bin) Bizans’a bağlı Hristiyan Arap (Gassânî, Lahm, Cüzâm) askeri.
Toplam: 200.000 (İki yüz bin) (En mutedil rivayetlerde dahi 100.000) kişilik, tepeden tırnağa zırhlı, dünyanın en güçlü ve en profesyonel ordusu.
Karşılarındaki güç: 3.000 (Üç bin) kişilik, çoğunluğu yaya, az zırhlı İslâm Ordusu.
Oran, 1’e 66 (altmış altı) idi. Bu, bir harp (savaş) değil, bir “imha (yok oluş)” harekâtıydı.
Ordu, Ma’ân’da iki gün durdu. Harp (Savaş) Meclisi toplandı.
• Görüş 1 (Mutediller): “Durum, tahmin ettiğimizin çok ötesindedir. Biz (3.000 kişi) 200.000 (İki yüz bin) kişiye karşı koyamayız. Derhal Resûlullah’a (s.a.v.) bir ulak gönderelim. Ya O’ndan (s.a.v.) takviye (yardımcı) kuvvet isteyelim ya da O’nun (s.a.v.) yeni emrini (Medine’ye dönme) bekleyelim.”
• Görüş 2 (Abdullah bin Revâha r.a.): Ordu bu görüşe (rey) meylederken, Sancağı üçüncü sırada alacak olan o büyük şâir ve kahraman Abdullah bin Revâha (radıyallâhu anh) ayağa fırladı. O (r.a.), o Cihan Şümul imanın ve şehâdet aşkının manifestosunu (ilanını) haykırdı:
“Ey Kavmim! Vallahi, şu an korktuğunuz ve çekindiğiniz o ‘ölüm’ (Şehâdet), zaten sizin (Medine’den) yola çıkarken arzuladığınız şeyin ta kendisidir!”
“Biz (Müslümanlar), düşmanlarımızla sayımızın çokluğuyla, silahımızın gücüyle veya atlarımızın fazlalığıyla savaşmayız! Biz, sadece ve sadece, Allah Teâlâ’nın (c.c.) bizi (Müslümanları) şereflendirdiği bu DİN (İslâm) ile savaşırız!”
“Haydi, yürüyün! Önümüzde sadece iki (2) güzellikten (Hüsnâ) biri var: Ya ‘Zafer’ (Galibiyet) ya da ‘Şehâdet’!”
Bu ateşli hitabe, 3.000 (Üç bin) kişilik ordunun kalbine çöken o zâhirî (dışsal) korkuyu söküp attı. Hepsi bir ağızdan gürledi: “Vallahi, İbn Revâha (r.a.) doğru söyledi! İleri!”
Ve 3.000 (Üç bin) kişilik ordu, 200.000 (İki yüz bin) kişilik Bizans denizine doğru “Mûte” meydanına yürüdü.

5. Mûte Harbi (Savaşı) ve Üç Şehit (Hicret 8, Cemâziyelevvel)

Harp (Savaş) başladı (M. 629). Bu, tarihin gördüğü en orantısız ve en kahramanca çarpışmalardan biriydi.
• Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.): Resûlullah’ın (s.a.v.) Sancaktarı ve ilk komutanı. O (Zeyd r.a.), o devasa düşman saflarının arasına bir aslan gibi daldı. O (Zeyd r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sancağını (bayrağını) bir an bile düşürmedi. Çarpışa çarpışa, Bizans mızrakları arasında vücudu delik deşik oldu ve ilk komutan olarak şehit düştü.
• Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a.): Sancak yere düşerken, ikinci komutan Hz. Ca’fer (r.a.) atından atladı (düşmanın atını ele geçirmemesi için), Sancağı kaptı. O (Ca’fer r.a.) da düşman saflarını yarmaya başladı. Düşmanlar O’nun (Ca’fer’in r.a.) etrafını sardı. Bir kılıç darbesiyle Sancağı tutan sağ kolu kesildi. O (Ca’fer r.a.), Sancağı derhal sol eline aldı. Düşmanlar sol kolunu da kestiler. O (Ca’fer r.a.), İslâm Sancağı yere düşmesin diye, onu iki kesik kolunun (pazularının) arasına, göğsüne bastırdı. Tam o esnada, bir Bizans askeri O’nu (Ca’fer’i r.a.) mızrakla vurdu ve ikinci komutan da şehit düştü.
(Harp (Savaş) bittikten sonra, O’nun (Ca’fer’in r.a.) mübarek bedeninde 90’dan (doksandan) fazla kılıç, mızrak ve ok yarası saydılar ve hepsi de vücudunun ön tarafındaydı; sırtında tek bir yara yoktu. O (Ca’fer r.a.), asla arkasını dönmemişti.)
• Hz. Abdullah bin Revâha (r.a.): Sancağı üçüncü komutan Hz. Abdullah (r.a.) aldı. O (Abdullah r.a.), atının üzerindeyken, bir anlık beşerî (insanî) bir tereddüt yaşadı. (Siyer kaynakları, o an nefsine (kendi kendine) şöyle bir şiir okuduğunu nakleder: “Ey nefsim! İleri atıl! Neden Cennet’e gitmekten çekiniyorsun? Yemin ederim, ya savaşacaksın ya da (korkaklık edersen) zorla savaştırılacaksın!”) Bu derûnî muhasebeden sonra atından indi, o da düşman saflarına daldı ve üçüncü komutan olarak şehit düştü.

6. Medine’deki “Canlı Yayın” Mucizesi

Bütün bunlar Mûte’de (Ürdün’de) olurken, yüzlerce kilometre uzakta, Medine’de Mescid-i Nebevî’de, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Ashâbına (r.anhüm) bir hutbe (konuşma) irad ediyordu.
Aniden sustu. Mübarek gözleri yaşlarla doldu. Sesi titreyerek, Mûte’deki harp meydanını sanki canlı izliyormuş gibi, o Cihan Şümul mucizesini gösterdi:
“Sancağı Zeyd (r.a.) aldı… Zeyd (r.a.) çarpıştı ve şehit oldu!”
(Mescid’deki Ashâb (r.anhüm) ağlamaya başladı.)
“Sonra Sancağı Ca’fer (r.a.) aldı… Ca’fer (r.a.) de çarpıştı ve şehit oldu!”
(Ağlamalar hıçkırıklara dönüştü.)
“Sonra Sancağı Abdullah bin Revâha (r.a.) aldı… O (Abdullah r.a.) da çarpıştı ve şehit oldu!”
(Efendimiz (s.a.v.) bir an durakladı ve gözyaşları içinde müjdeyi verdi:)
“Sonra Onlar (üçü), bana (s.a.v.) Cennet’e yükseltildiler. Yakuttan tahtlar üzerinde oturuyorlardı…”
Ve Hz. Ca’fer (r.a.) için şu hususi müjdeyi verdi: “Allah Teâlâ (c.c.), Ca’fer’e (r.a.) o kesilen iki koluna bedel, Cennet’te meleklerle (a.s.) birlikte uçacağı iki kanat (Tayyâr) ihsan etti.” (Bu yüzden O’na (Ca’fer’e r.a.) “Ca’fer-i Tayyâr” / Uçan Ca’fer denildi.)

7. Allah’ın (c.c.) Kılıcı: Hâlid bin Velîd (r.a.)

Efendimiz (s.a.v.) Medine’de gözyaşı dökerken, Mûte’de İslâm Sancağı yere düşmek üzereydi. Ordu komutansız kalmış, 200.000 (İki yüz bin) kişilik düşman çemberinde imha (yok) olmak üzereydi.
Sahâbeden (r.anhüm) Sâbit bin Erkam (r.a.), Sancağı kaptı ve bağırdı: “Ey Müslümanlar! Başınıza bir komutan seçin!”
Bütün gözler, o Cihan Şümul askerî dehâya, Uhud’da İslâm Ordusu’nu arkadan vuran, ancak Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Hâlid bin Velîd’e (radıyallâhu anh) döndü.
Hâlid (r.a.), “Ben (Hâlid r.a.) yeni Müslüman oldum, bu şeref Ensâr’a (Medinelilere) veya eski Muhâcirlere (Mekkelilere) aittir” dediyse de, ordu “Komutan sensin, yâ Hâlid!” (r.a.) diye gürledi.
Hâlid bin Velîd (r.a.), Sancağı eline aldı. O (Hâlid r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından tayin edilmemişti, ancak ordunun icmâsı (oy birliği) ile komutan olmuştu.
Hâlid (r.a.), bir askerî dâhiydi. Baktı ve gördü: 3.000 (Üç bin) kişiyle 200.000 (İki yüz bin) kişiyi yenmek mümkün değildi. Tek bir hedef vardı: İslâm Ordusu’nu imha (yok) olmaktan kurtarmak.
O gün, harbin (savaşın) ilk günü, Hâlid (r.a.) Sancağı aldığında, o kadar şiddetli savaştı ki, Siyer kaynakları O’nun (Hâlid’in r.a.) elinde tam dokuz (9) kılıcın parçalandığını nakleder. Orduyu o gün dağılmaktan kurtardı.
Gece olduğunda, o meşhur harp (savaş) hilesini (taktiğini) devreye soktu:
• Ordunun sağ kanadındaki (sağ cenah) askerleri sola (sol cenah), soldakileri sağa aldı.
• Öndeki (öncü) askerleri arkaya, arkadakileri öne aldı.
• Bir gruba, gece vakti uzakta tepelerde durmaksızın toz kaldırmalarını emretti (Sanki takviye/yardımcı kuvvet geliyormuş süsü vermek için).
Sabah oldu. 200.000 (İki yüz bin) kişilik Bizans Ordusu, karşılarındaki 3.000 (Üç bin) kişiye baktı. Ancak gördükleri yüzler, dün savaştıkları yüzler değildi. Sağda gördükleri, dün soldaydı. Önde gördükleri, dün arkadaydı. Uzaktan da toz bulutları geliyordu.
Bizans komutanları dehşete kapıldı: “Medine’den takviye (yardımcı) ordu gelmiş!”
Hâlid (r.a.), düşmanın bu şaşkınlığından istifade etti. Önce ani bir hücumla düşmanı şaşırttı, sonra da “taktiksel bir geri çekilme (ric’at)” ile İslâm Ordusu’nu o devasa çemberden, o imha (yok olma) tehlikesinden kurtararak, salimen Medine’ye doğru yola çıkardı.
Medine’de, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid’de o “canlı yayını” bitirirken, mübarek yüzü tebessüm etti ve son haberi verdi:
“Nihayet Sancağı, Allah’ın (c.c.) Kılıçlarından bir Kılıç (Seyfullah) eline aldı ve Allah (c.c.), O’nun (Hâlid’in r.a.) eliyle Müslümanlara (kurtuluş) fethini müyesser (kolay) kıldı.”
Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh), o gün, bizzat Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) lisanıyla “SEYFULLAH” (Allah’ın (c.c.) Kılıcı) unvanını aldı.
Ordu Medine’ye döndüğünde, bazı Medineliler (bilhassa çocuklar veya münafıklar), 3 (üç) komutanın şehit olduğunu ve ordunun (zafer kazanmadan) geri çekildiğini görünce, onları “Yâ Ferrârûn!” (Ey Kaçaklar! Ey Firariler!) diyerek taşlamaya (toz atmaya) başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ordusunu müdafaa etti:
“Hayır! Onlar ‘Ferrârûn’ (Kaçaklar) değil! Onlar, ‘Kerrârûn’dur (İnşallah, tekrar tekrar hücum edecek olanlardır)!”
Mûte, zâhiren bir zafer değildi; ancak 3.000 (Üç bin) kişinin, 200.000 (İki yüz bin) kişilik Roma İmparatorluğu’na meydan okuyup, O’nun (Roma’nın) kalbinden “sağ çıkması”, İslâm’ın adını Arap yarımadasının dışına, Cihan Şümul bir “Süper Güç” adayı olarak yazdırmıştı.
Hicretin 8. Yılı… İslâm Ordusu, Mûte’de, 200.000 (iki yüz bin) kişilik Bizans (Doğu Roma) ordusunun karşısına 3.000 (üç bin) kişiyle dikilmiş, üç sancaktarını (Zeyd, Ca’fer, Abdullah r.anhüm) şehit vermiş, ancak Hâlid bin Velîd’in (radıyallâhu anh) o Cihan Şümul askerî dehasıyla, o imha (yok oluş) çemberinden “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) unvanıyla çıkmıştı.
Bu sefer, İslâm Devleti’nin adını Arabistan yarımadasının dışına, dünyanın en büyük süper gücünün (Bizans) kapılarına dayamıştı. Medine artık sarsılmaz bir devletti. Güneyde (Mekke) ise, Hicretin 6. Yılında imzalanan Hudeybiye Muahedesi (Antlaşması) sayesinde zâhiren bir sulh (barış) ve sükûnet hâkimdi.
Ancak bu sulh (barış), İslâm’ın Cihan Şümul davetinin önünü açtığı gibi, Kureyş’in içindeki intikam ateşini de söndürmemişti. Ve Kureyş, İslâm tarihinin en büyük fethine (Mekke’nin Fethi) kapı aralayacak o son, o ölümcül hatayı yapmak üzereydi.

BÖLÜM 29: AHDİN (SÖZÜN) İHLÂLİ VE 10.000 KİŞİLİK FETİH ORDUSU
(Medenî Dönem – XVIII)

1. Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) İhlâli

Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) mühim şartlarından biri, “Diğer Arap kabileleri, isterlerse Muhammed’in (s.a.v.) himayesine (ittifakına), isterlerse Kureyş’in himayesine (ittifakına) girebilir. Hangi kabile hangi tarafa katılırsa, o tarafın bir parçası sayılacak ve onlara yapılan saldırı, asıl müttefike (Kureyş’e veya Medine’ye) yapılmış sayılacaktır” maddesiydi.
Bu maddeye binaen;
• Huzâa Kabilesi (ki Câhiliye devrinden beri Efendimiz’in (s.a.v.) dedesi Hâşimoğulları ile müttefikti), Resûlullah’ın (s.a.v.) ittifakına katıldı.
• Benî Bekir Kabilesi (ki Huzâa’nın kadim düşmanıydı), Kureyş’in ittifakına katıldı.
Antlaşma gereği, Benî Bekir ve Huzâa kabilesi de birbirine 10 yıl boyunca saldırmamakla yükümlüydü.
Ancak Hicretin 8. Yılı, Şâban ayında (Mûte’den kısa bir süre sonra), Kureyş, bu 10 yıllık sulhu (barışı) paramparça etti.
Benî Bekir kabilesi, Kureyş’in korumasına güvenerek, aralarındaki eski bir kan davasını canlandırmak istedi. Bir gece vakti, “Vetîr” denilen bir su başında, antlaşmaya (Muahedeye) güvenerek silahsız ve emniyet içinde bulunan Huzâa kabilesine âni bir baskın yaptılar.
Bu, bir katliamdı. Huzâalılar gafil avlanmıştı.
Ancak ihânetin en büyüğü, bu baskında Kureyş’in oynadığı roldü:
• Kureyş, müttefiki Benî Bekir’in bu saldırısını durdurmakla yükümlüyken, durdurmadı.
• Bilakis, Kureyş’in en azılı İslâm düşmanlarından olan Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil (Ebû Cehil’in oğlu) ve Süheyl bin Amr (Hudeybiye’yi imzalayan elçi), bu baskına gizlice silah ve at desteği verdiler.
• Hattâ bazı rivayetlere göre, bu Kureyş reisleri, gece karanlığından istifade ederek, yüzlerini gizleyip, bizzat Benî Bekir kabilesiyle birlikte Huzâalı Müslümanların katliamına iştirak ettiler (katıldılar).
Huzâalılar, canlarını kurtarmak için Mekke’ye, Mescid-i Harâm’ın (Harem Bölgesi) dokunulmazlığına sığındılar. Ancak Benî Bekir’in lideri Nevfel, o kadar Câhiliye kiniyle doluydu ki, Harem’de bile onları (Huzâalıları) takip etti ve “Bugün Harem falan yok! İntikam!” diye bağırdı.

2. “Yardım Sana Erişti, Yâ Amr!” (Medine’den Feryat)

Bu alçakça ihânet ve katliam üzerine, Huzâa kabilesinin reisi Amr bin Sâlim el-Huzâî, kırk (40) atlıyla birlikte, durmaksızın Medine’ye, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna geldi.
Mescid-i Nebevî’de, Resûlullah’ın (s.a.v.) ve Ashâbın (r.anhüm) önünde ayağa kalktı. Başına gelen felaketi, Benî Bekir’in zulmünü ve Kureyş’in bu ihânetini, son derece dokunaklı ve meşhur bir şiir (mersiye) ile feryat etti:
“Yâ Rab! Muhammed’e (s.a.v.) hatırlat, Seninle (s.a.v.) bizim aramızdaki o kadim ahdi (sözü)!”
“Kureyş sana (s.a.v.) verdiği sözden döndü, ahdini (sözünü) bozdu!”
“Bizi (Huzâalıları) Vetîr’de, uykumuzda, hattâ secdede (rükû halinde) iken katlettiler!”
“Yardım et, ey Allah’ın (c.c.) Resûlü! (s.a.v.) Bize yardım et!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), müttefikinin (Huzâa’nın) bu feryadını ve uğradığı ihâneti duyunca, mübarek yüzü hiddetten kızardı. O (s.a.v.) ahde (söze) vefânın (sadakatin) timsaliydi.
Mübarek ridasını (hırkasını) toplayarak ayağa kalktı ve gürledi:
“Nusirte, yâ Amr bin Sâlim!” (Yardım sana erişti / Yardım göreceksin, ey Amr bin Sâlim!)
Ve o Cihan Şümul yeminini etti:
“Vallahi, kendi nefsimi ve ailemi (Ehl-i Beytimi) neden (nasıl) koruyorsam, Huzâa kabilesini de onlardan (o şeylerden) korumazsam, Allah (c.c.) da bana (Muhammed’e s.a.v.) yardım etmesin!”
Artık karar verilmişti. Hudeybiye Muahedesi (Antlaşması), bizzat Kureyş’in eliyle yırtılmıştı.

3. Kureyş’in Paniği ve Ebû Süfyan’ın Zelil Yolculuğu

Kureyş, bu saldırıyı yaptığında, Mûte’nin neticesini (sonucunu) henüz tam bilmiyordu. Ancak İslâm Ordusu’nun (Hâlid r.a. komutasında) Bizans’tan “sağ kurtulduğunu” ve Medine’nin hâlâ dimdik ayakta olduğunu öğrendiklerinde, ne kadar büyük bir hata yaptıklarını anladılar.
Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) ordusunun, müttefiklerinin (Huzâa’nın) intikamını almak için Mekke’ye yürüyeceğinden emindiler.
Korku ve panik içinde, derhal bir “zarar kontrolü” (hasar tespiti) yapmaya karar verdiler. Liderleri Ebû Süfyan bin Harb’i, Medine’ye “acil” koduyla gönderdiler.
Ebû Süfyan’ın vazifesi: “Hudeybiye Muahedesi’ni (Antlaşmasını) yenilemek” ve “saldırıdan haberimiz yoktu” diyerek özür dilemekti.
Ebû Süfyan, Medine’ye geldi. Ancak 8 yıl önceki Ebû Süfyan değildi; Hendek’in mağrur (kibirli) komutanı değil, korku içindeki bir elçiydi.
İlk gittiği kapı, kendi öz kızının, Mü’minlerin Annesi (Ümmü’l-Mü’minîn) Hz. Ümmü Habîbe’nin (radıyallâhu anhâ) (ki Efendimiz’in s.a.v. zevcesiydi) kapısı oldu.
İçeri girdi. Tam Resûlullah’ın (s.a.v.) her zaman oturduğu mübarek mindere (sergiye) oturacaktı ki, Hz. Ümmü Habîbe (r.anha) bir hamleyle minderi çekti ve topladı.
Ebû Süfyan, şok oldu: “Kızım! Bu minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi bu mindere lâyık görmüyorsun?”
Öz kızının (r.anha) cevabı, Câhiliye bağlarını (enaniyetini) parçalayan o Cihan Şümul iman cevabıydı:
“Bu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sergisidir. Sen (Ebû Süfyan) ise müşriksin, necissin (manen kirlisin). Bir müşriğin, Resûlullah’ın (s.a.v.) sergisine oturmasına asla izin vermem!”
Ebû Süfyan, “Kızım, vallahi sen (Ebû Süfyan’dan) ayrıldıktan sonra çok değişmişsin!” diyerek öfkeyle oradan ayrıldı.
İkinci olarak Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Yalvardı, Muahedeyi (Antlaşmayı) yenilemeyi teklif etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ebû Süfyan’ın) yüzüne baktı, ancak tek bir kelime dahi cevap vermedi.
Üçüncü olarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’a (r.a.) gitti. Yalvardı: “Ne olur, Resûlullah (s.a.v.) ile konuş, O’nu (s.a.v.) ikna et.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) net cevap verdi: “Ben (Ebû Bekir r.a.), Resûlullah’a (s.a.v.) karşı bir işe asla aracılık etmem!”
Dördüncü olarak, Hz. Ömerü’l-Fâruk’a (r.a.) gitti. Hz. Ömer (r.a.), o celâlli (hiddetli) imanıyla gürledi:
“Ben (Ömer r.a.) mi sizin için şefaat (aracılık) edeceğim? Vallahi, (savaşacak) bir çakıl taşından başka bir şey bulamasam dahi, o taşla bile sizinle (Kureyş ile) harp (savaş) ederim!”
Ebû Süfyan, çaresiz ve zelil (aşağılanmış) bir halde, son kapı olarak Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Fâtıma’nın (r.anha) evine gitti. (Hz. Ali r.a., Ebû Süfyan’ın amcaoğluydu.)
Onlara (Hz. Ali r.a. ve Hz. Fâtıma r.anha) yalvardı. Hz. Ali (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.) bir karar vermişse, biz (Hz. Ali r.a.) O’nu (s.a.v.) döndüremeyiz” dedi.
Ebû Süfyan, o kadar çaresizdi ki, Hz. Fâtıma’nın (r.anha) kucağındaki küçük Hz. Hasan’ı (r.a.) işaret etti: “Ne olur, şu oğlun (Hasan r.a.) kalksın, ‘Ben (Hasan r.a.) Kureyş’i himayeme (korumama) aldım’ desin. O (Hasan r.a.) ‘Arapların Efendisi’ olur!”
Hz. Fâtıma (r.anha) hiddetle cevap verdi: “O (Hasan r.a.) daha çocuktur! Hem Resûlullah’ın (s.a.v.) kararına karşı kim himaye (koruma) verebilir?”
Ebû Süfyan, Medine’de kimseden yüz bulamamıştı. Kendi öz kızı (r.anha) bile O’nu (Ebû Süfyan’ı) reddetmişti. Zelil (aşağılanmış) bir halde Mekke’ye döndü ve Kureyş’e raporunu verdi: “Muhammed (s.a.v.) kararını vermiş. Harp kaçınılmaz!”

4. “Allah’ım (c.c.), Gözlerini Bağla!”: 10.000 (On Bin) Kişilik Fetih Ordusu

Ebû Süfyan Medine’den ayrılır ayrılmaz, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul emrini verdi: “Sefere Hazırlık!”
Ancak bu sefer, O’nun (s.a.v.) bir hedefi vardı: Kan dökmemek.
O (s.a.v.), doğduğu şehri, Kâbe’yi seviyordu. Eğer Kureyş, O’nun (s.a.v.) geldiğini bilirse, harp hazırlığı yapar; Mekke sokakları (Harem Bölgesi) kan gölüne dönerdi.
Bunun olmaması için, “Baskın” (Sürpriz Saldırı) stratejisini seçti.
• Hedefi Gizledi: Ashâbına (r.anhüm) “Hazırlanın” dedi, ancak nereye gidileceğini (Mekke’ye mi, Tâif’e mi, kuzeye mi) sadece en yakın kumandanlarına (Hz. Ebû Bekir r.a. gibi) söyledi.
• Bütün Yolları Tuttu: Medine’den Mekke’ye haber sızmasın diye, bütün yollara nöbetçiler dikti.
• Bütün Müttefikleri Çağırdı: Sadece Medineliler (Ensâr ve Muhâcirler) değil; Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Gıfâr, Eşlem, Müzeyne, Cüheyne, Süleym, Gatafân gibi bütün müttefik kabilelere “Silahlanan, Medine’ye gelsin!” emri gönderdi.
Ve İslâm tarihinin, o güne kadar gördüğü en muazzam, en kalabalık ve en disiplinli ordusu Medine’de toplandı: 10.000 (On bin) kişilik Fetih Ordusu!
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu büyük orduyla Mekke’ye doğru yola çıkmadan önce, planının (kansız fetih) başarılı olması için Rabbine (c.c.) şu duayı etti:
“Allâhümme! Huz ‘ani’l-‘uyûne ve’l-ahbâra ‘an Kureyşin hattâ ebğatehâ fî bilâdihâ!”
(Allah’ım! Kureyş’in casuslarını (gözlerini) ve habercilerini bizden al (onların gözlerini bağla, haber almalarını engelle)! Tâ ki, biz onların yurduna (Mekke’ye) aniden (baskınla) varalım!)
(Bu duaya rağmen, Ashâbdan (r.anhüm) Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.) adında bir Sahabî (r.a.) (Bedir ehlindendi), Mekke’deki ailesini korumak için, Kureyş’e ordunun geldiğini haber veren bir mektup yazıp bir kadına verdi. Cebrail (a.s.), bu ihâneti Resûlullah’a (s.a.v.) vahiyle bildirdi. Efendimiz (s.a.v.) derhal Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr’i (r.a.) gönderdi, kadını yolda yakalattı ve mektuba el koydurdu. Böylece baskın planı, ilâhî bir müdahaleyle korunmuş oldu.)

Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 10. Günü (10 Ramazan 8 H.).

10.000 (On bin) kişilik o muazzam ordu, oruçlu (bazıları seferî/yolcu olduğu için oruçsuz) halde, Kureyş’in haberi olmadan, Mekke’ye doğru yürüyüşe geçti.
Sekiz (8) yıl önce, gecenin karanlığında, bir mağaraya sığınarak, ağlayarak terk ettiği şehrine (Mekke’ye), şimdi 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı olarak dönüyordu.

BÖLÜM 30: EL-FETHU’L-A’ZAM – MEKKE’NİN FETHİ (KANSIZ ZAFER)
(Medenî Dönem – XIX)

1. Merrü’z-Zahrân: 10.000 (On Bin) Ateşin Dehşeti

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve 10.000 (On bin) kişilik ordusu, akşam karanlığı çöktüğünde Mekke’ye çok yakın bir vadi olan **”Merrü’z-Zahrân”**a (bugünkü Fâtıma Vadisi) ulaştı ve orada konakladı.
Kureyş hâlâ gaflet içindeydi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kureyş’in kalbine, kılıçtan daha keskin bir “korku” ve “heybet” salarak, onların harp etme azmini tamamen kırmak istiyordu. Tâ ki, kan dökülmesin.
O gece, o Cihan Şümul askerî dehasıyla ordusuna şu emri verdi:
“Ordudaki herkes, ayrı ayrı ateş yaksın!”
O gece, Merrü’z-Zahrân vadisi, Mekke’nin ufkunda, 10.000 (On bin) ayrı ateşin alevleriyle aydınlandı. Vadi, bir ateş denizine dönmüştü.
Mekke’de, bu dehşet verici manzarayı fark eden Kureyş reisleri (Ebû Süfyan, Hakîm bin Hizâm, Budeyl bin Verkâ) dehşete kapıldılar.
“Bu da ne? Vallahi, yeryüzünde böyle bir ordu, böyle bir ateş görmedik! Hangi kabile bu? Gatafân mı? Huzâa mı?”
Ebû Süfyan, titreyerek, “Bu, Huzâa’nın ateşinden çok daha büyük bir felaket!” dedi.
Kureyş’in lideri Ebû Süfyan, bu ateşlerin ne olduğunu öğrenmek için, yanına birkaç adamını alarak, gecenin karanlığında Mekke’den gizlice çıktı ve o ateş denizine doğru ilerledi.

2. Ebû Süfyan’ın Yakalanışı ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Himayesi

Aynı esnada, İslâm Ordusu’nun içinde, kalbi Mekke için çarpan biri vardı: Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbâs (radıyallâhu anh). (Hz. Abbâs r.a., Kazâ Umresi’nden sonra Medine’ye hicret etmişti ve artık ordudaydı.)
Hz. Abbâs (r.a.) düşündü: “Eğer Resûlullah (s.a.v.) yarın bu orduyla Mekke’ye girerse ve Kureyş direnirse, bu, Kureyş’in sonu olur!”
Kavminin (Kureyş’in) kanının dökülmesini istemiyordu. Resûlullah’ın (s.a.v.) katırı (Düldül) üzerine atladı ve gecenin karanlığında, “Belki Mekke’den gelen bir oduncu veya sütçü bulurum da, Kureyş’e haber gönderirim; ‘Muhammed (s.a.v.) geldi, teslim olun!’ desin” diye karargâhtan ayrıldı.
İki taraf da (Ebû Süfyan keşif için, Hz. Abbâs r.a. haberci aramak için) karanlıkta ilerlerken, birbirlerinin seslerini duydular.
Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ın sesini tanıdı!
“Ebû Hanzala (Ebû Süfyan’ın künyesi) sen misin?”
Ebû Süfyan, dehşetle sordu: “Ebû’l-Fadl (Hz. Abbâs’ın r.a. künyesi) sen misin? Nedir bu felaket? Bu gördüğümüz ateşler kimindir?”
Hz. Abbâs (r.a.) o Cihan Şümul gerçeği söyledi:
“Bu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) 10.000 (On bin) kişilik ordusudur! Kureyş için felaket kapıdadır!”
Ebû Süfyan donakaldı: “Peki, çare nedir? Ne yapmalıyız?”
Hz. Abbâs (r.a.): “Tek çare var! Gel, benim (Hz. Abbâs’ın r.a.) terkime (katırımın arkasına) bin! Seni (Ebû Süfyan’ı) Resûlullah’tan (s.a.v.) ’eman’ (güvence/af) dilemek üzere O’nun (s.a.v.) huzuruna götüreyim. Yoksa sabah olduğunda Kureyş’in kökü kazınır!”
Ebû Süfyan, çaresizce, Kureyş’in Başkomutanı olarak, Hz. Abbâs’ın (r.a.) katırının terkisine bindi ve İslâm karargâhına doğru yola çıktılar.
Karargâha yaklaştıklarında, o gece nöbet tutan komutanın ateşini gördüler. O komutan, Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh) idi.
Hz. Ömer (r.a.), karanlıkta gelen katırı durdurdu. Terkideki adamı görünce gözleri parladı. O adam, İslâm’ın en azılı düşmanı, Uhud’un ve Hendek’in komutanı Ebû Süfyan’dı!
Hz. Ömer (r.a.) kılıcına davrandı ve gürledi:
“Elhamdülillah! (Allah’a c.c. hamdolsun!) Allah (c.c.), seni (Ebû Süfyan’ı) bize ahidsiz (anlaşmasız) ve amansız (güvencesiz) teslim etti! Ey Allah’ın (c.c.) düşmanı!”
Hz. Ömer (r.a.), O’nu (Ebû Süfyan’ı) oracıkta öldürmek için hamle yaptı.
Ancak Hz. Abbâs (r.a.) atıldı: “Dur yâ Ömer! (r.a.) O (Ebû Süfyan), benim (Hz. Abbâs’ın r.a.) himayemdedir (emanımdadır)!”
Hz. Ömer (r.a.), “Himaye (Eman) falan tanımam!” diyerek Resûlullah’ın (s.a.v.) otağına (çadırına) doğru koştu. Hz. Abbâs (r.a.) da katırını mahmuzlayarak Efendimiz’in (s.a.v.) otağına (çadırına) ulaştı.

3. Ebû Süfyan’ın İslâm’a Girişi ve “Eman” Vaadi

Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) otağında (çadırında) o gece tarih yeniden yazılıyordu.
Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) İzin ver, şu Allah’ın (c.c.) düşmanı Ebû Süfyan’ın boynunu vurayım!”
Hz. Abbâs (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Hz. Abbâs r.a.) O’na (Ebû Süfyan’a) eman (güvence) verdim!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ömer’i (r.a.) durdurdu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) “O’nu (Ebû Süfyan’ı) sabah bana (s.a.v.) getir” buyurdu.
Sabah oldu. Otağ (Çadır) yeniden kuruldu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yıllarca kendisine (s.a.v.) zulmeden, O’nu (s.a.v.) öldürmek için Uhud’a ve Hendek’e ordularla gelen o mağrur (kibirli) Kureyş Reisi’ne baktı. Ve o mübarek suali sordu:
“Yazık sana, ey Ebû Süfyan! ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan c.c. başka ilâh yoktur) hakikatini anlamanın vakti hâlâ gelmedi mi?”
Ebû Süfyan, kekeledi: “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun! Ne kadar yumuşak huylu, ne kadar şereflisin! Vallahi, eğer Allah’tan (c.c.) başka bir ilâh (putlar) olsaydı, Hendek’te, Uhud’da bize yardım ederlerdi. Evet, Allah’tan (c.c.) başka ilâh olmadığına kani oldum.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ikinci suali sordu:
“Peki, benim (Muhammed’in s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlü olduğumu anlamanın vakti gelmedi mi?”
Ebû Süfyan, tereddüt etti: “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun! Bu konuda… Bu konuda benim (Ebû Süfyan’ın) içimde hâlâ biraz şüphe var.”
İşte o an, Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ın kulağına eğildi ve kükredi:
“Ey Ebû Süfyan! Aklını başına al! Şu an kılıcın ucundasın! Derhal ‘Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’ (Şahitlik ederim ki Muhammed s.a.v. Allah’ın c.c. Elçisidir) de, yoksa boynun vurulacak!”
Ebû Süfyan, 10.000 (On bin) kişilik ordunun Başkomutanının (s.a.v.) karşısında, otağda (çadırda) can korkusuyla, tereddüt içinde Kelime-i Şehâdet’i getirdi.
Zâhiren Müslüman olmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ebû Süfyan’ın) kalbini biliyordu, ancak O’nun (s.a.v.) maksadı Ebû Süfyan’ın imanı değil, Mekke’nin “Kansız Fethi” idi.
Hz. Abbâs (r.a.) araya girdi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ebû Süfyan, ‘Fahr’i (övünmeyi, itibarı) seven bir adamdır. O’na (Ebû Süfyan’a) bir şeref, bir imtiyaz (ayrıcalık) ver ki, kavmine (Kureyş’e) bununla övünebilsin.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul harp psikolojisi ve siyâset dehasıyla, hem kan dökülmesini engelleyecek hem de Kureyş’in liderinin enaniyetini (kibrini) okşayacak o meşhur “Genel Af” (Eman) ilanını yaptı:
“Git, yâ Abbâs! (r.a.) Ebû Süfyan’ı vadinin en dar yerine, İslâm Ordusu’nun geçit törenini göreceği yere götür. O (Ebû Süfyan), Allah’ın (c.c.) ordusunun heybetini görsün!”
Ve Ebû Süfyan’a döndü:
“Git, kavmine (Kureyş’e) söyle! Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, O (sığınan) emniyettedir (güvendedir)!”
(Ebû Süfyan’ın evi, Kureyş reisinin evi olarak “eman” bölgesi ilan edilmişti.)
“Kim, kendi evine kapanır, kapısını kilitlerse, O (sığınan) da emniyettedir!”
“Ve kim, Mescid-i Harâm’a (Kâbe’ye) sığınırsa, O (sığınan) da emniyettedir!”

4. İslâm Ordusu’nun Heybeti (Geçit Töreni)

Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ı vadinin en dar boğazına götürdü. Ve 10.000 (On bin) kişilik Fetih Ordusu, kabile kabile, sancak sancak, o boğazdan geçmeye başladı.
Gıfâr geçti… Cüheyne geçti… Süleym geçti… Ebû Süfyan, “Bunlar kim?” diye sordukça, Hz. Abbâs (r.a.) “Bunlar Gıfâr, bunlar Süleym…” diye cevaplıyordu.
Ebû Süfyan, “Benim (Ebû Süfyan’ın) onlarla ne işim olur…” diye mırıldanıyordu.
En son, yeşil zırhlara bürünmüş, sadece gözleri görünen, sayıları binlerce olan o en heybetli birlik geldi. Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Hadrâ” (Yeşil) Taburu, yani Ensâr ve Muhâcirlerin (r.anhüm) çekirdek ordusuydu.
Ebû Süfyan, bu heybet karşısında titredi: “Sübhânallah! (Allah c.c. ne yücedir!) Bunlar kim, yâ Abbâs? (r.a.)”
Hz. Abbâs (r.a.) cevap verdi: “İşte bu, Resûlullah’tır (sallallâhu aleyhi ve sellem)! Ensâr (Medineliler) ve Muhâcirler (Mekkeliler) ile birlikte!”
Ebû Süfyan, o anda teslim oldu:
“Yâ Ebâ’l-Fadl! (Hz. Abbâs r.a.) Vallahi, kardeşinin oğlunun (Muhammed’in s.a.v.) mülkü (krallığı) ne kadar da büyümüş!”
Hz. Abbâs (r.a.), o Câhiliye (yanlış inanç) bakışını (açısını) düzeltti:
“Yazık sana, ey Ebû Süfyan! O (s.a.v.) ‘Mülk’ (Krallık) değil, O (s.a.v.) ‘Nübüvvet’tir (Peygamberliktir)!”

5. “Bugün Merhamet Günüdür!”: Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H.)

Ebû Süfyan, bu heybeti gördükten sonra, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle Mekke’ye koştu. Kâbe’nin önüne çıktı ve Kureyş’e nefesi kesilerek bağırdı:
“Ey Kureyş! İşte Muhammed (s.a.v.), sizin karşı koyamayacağınız bir orduyla geldi! (Gördüklerimi anlattı).”
“Kurtulmak isteyen, benim (Ebû Süfyan’ın) evime sığınsın!”
“Kurtulmak isteyen, kendi evine kapansın!”
“Kurtulmak isteyen, Mescid-i Harâm’a (Kâbe’ye) sığınsın!”
Kureyş’in harp (savaş) etme azmi, o anda tamamen kırıldı. Mekke, kansız bir fethe hazırlanıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), 10.000 (On bin) kişilik ordusunu dört (4) kola ayırdı:
• Sağ Kanat: Hâlid bin Velîd (Seyfullah) (r.a.) (Mekke’nin alt tarafından/Lît’ten girecek).
• Sol Kanat: Zübeyr bin Avvâm (r.a.) (Mekke’nin üst tarafından/Kedâ’dan girecek ve Sancağı Kâbe’nin yanına dikecek).
• Piyadeler: Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.) (Vadinin içinden/Batn-ı Vâdi’den girecek).
• Ensâr ve Muhâcirler: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Sa’d bin Ubâde (r.a.) (En arkadan ve merkezden girecek).
Efendimiz’in (s.a.v.) bütün komutanlarına tek bir emri vardı:
“Size saldıranlar (mukâbele edenler) dışında, KESİNLİKLE kimseyle savaşılmayacak! Kan dökülmeyecek!”
Ordu ilerlerken, Ensâr’ın Sancaktarı (Bayraktarı) olan Sa’d bin Ubâde (r.a.), Câhiliye’den kalma bir hamasetle (kahramanlık coşkusuyla), Ebû Süfyan’ın yanından geçerken gürledi:
“Ey Ebû Süfyan! El-yevme yevmü’l-melhame!” (Bugün, en büyük harp (savaş) ve katliam günüdür!)
Ebû Süfyan, dehşetle Resûlullah’a (s.a.v.) koştu: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sa’d (r.a.) ne diyor? Bize (Kureyş’e) eman (güvence) vermedin mi? O (Sa’d r.a.) bugün katliam yapacağını söylüyor!”
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sa’d’ın (r.a.) bu sözüne hiddetlendi. Fethin, intikam değil, rahmet olmasını istiyordu.
Derhal Sancağı Sa’d bin Ubâde’den (r.a.) aldı ve O’nun (Sa’d’ın r.a.) oğlu Kays bin Sa’d’a (r.a.) (veya Hz. Ali’ye r.a.) verdi. Ve o Cihan Şümul af ilanını haykırdı:
“Hayır, yâ Ebâ Süfyan! Sa’d (r.a.) yanlış söyledi!”
“Bel, el-yevme yevmü’l-merhame!” (Bilakis, bugün Merhamet Günüdür!)
“El-yevme yevmün tu’azzamu fîhi’l-Ka’be!” (Bugün, Kâbe’nin azametinin (şerefinin) yüceltileceği gündür!)

20 Ramazan 8 H. (M. 630), Cuma günü (veya Pazartesi).

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekiz (8) yıl önce ağlayarak çıktığı mübarek şehrine (Mekke’ye), 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı olarak, devesi Kasvâ’nın üzerinde, Fetih Suresi’ni okuyarak giriyordu.
Ama O (s.a.v.), bir Kral veya İmparator gibi kibirle (enaniyetle) girmiyordu. O (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) kendisine (s.a.v.) lütfettiği bu fetih karşısında, o kadar büyük bir tevazu (alçakgönüllülük) ve şükür içindeydi ki;
Mübarek başını, devesinin hörgücüne değecek kadar öne eğmişti.
O (s.a.v.), Mekke’ye, bir “Fâtih” olarak değil, bir “Kul” olarak giriyordu.
(Sadece Hâlid bin Velîd’in (r.a.) girdiği güney kolunda, İkrime ve Safvân’ın (r.anhüm) komuta ettiği küçük bir müşrik grubu direniş göstermiş, Hâlid’in (r.a.) ordusu o direnişi kırmış, 12-13 müşrik öldürülmüş, Müslümanlardan ise sadece 2 şehit verilmişti. Bunun dışında Mekke’ye tek bir damla kan dökülmeden girilmişti.)
Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 20’si, Cuma günü… Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekiz (8) yıl önce gizlice terk ettiği şehrine, 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun başında, bir Fâtih olarak giriyordu. Ancak bu Fâtih, diğer krallara ve imparatorlara zıt (aykırı) olarak, kibir (enaniyet) ve intikamla değil, Allah’a (c.c.) olan şükrü ve tevazusuyla, mübarek başını devesinin hörgücüne değecek kadar eğerek ilerliyordu.
O (s.a.v.), Mekke sokaklarından geçerken, evine gitmedi. O’nun (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) ordusunun tek bir hedefi vardı: Câhiliye’nin (yanlış inançların) merkezi olan Kâbe-i Muazzama’yı, atası Hz. İbrahim’in (a.s.) inşa ettiği o Tevhid kalesini, ait olduğu asıl gayesine, yani sadece Allah’a (c.c.) ibadet edilen bir mâbede (ibadethaneye) döndürmek.

BÖLÜM 31: KÂBE’NİN TATHÎRİ (TEMİZLENMESİ) VE “GENEL AF”
(Medenî Dönem – XX: Mekke’nin Fethi’nin Tamamlanışı)

1. Kâbe’nin Putlardan (Sanam) Temizlenmesi

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Mescid-i Harâm’a ulaştı. O’nun (s.a.v.) mübarek lisanında (dilinde), O’na (s.a.v.) bu “Apaçık Feth”i (Feth-i Mübîn) vaat eden Fetih Suresi vardı.
Hacerü’l-Esved’i devesinin üzerinden, elindeki asâ (değnek) ile selamladı (İstilâm etti) ve tekbir (“Allahu Ekber!”) getirdi. 10.000 (On bin) kişilik ordu, O’nunla (s.a.v.) birlikte tekbir getirdi; Mekke dağları “Allahu Ekber!” nidalarıyla yankılandı.
Devesinin üzerinde, o mahşerî kalabalığın içinde, Kâbe’yi tavaf etti.
Tavafını tamamlarken, Kâbe’nin etrafına ve içine Câhiliye (yanlış inanç) devrinde yerleştirilmiş olan 360 (Üç yüz altmış) putu (sanem) gördü. Bunların en büyüğü Hubel, İsaf ve Naile idi.
O (s.a.v.), elindeki asâ (değnek/yay) ile, o kurşunla (veya harçla) sabitlenmiş putlara (sanemlere) tek tek işaret etmeye başladı.
O (s.a.v.) mübarek asâsıyla (değneğiyle) hangi puta (saneme) dokunsa (veya işaret etse), o put (sanem) yüzüstü yere devriliyordu.
O (s.a.v.) bu Cihan Şümul temizliği yaparken, lisanından da Kur’ân-ı Kerîm’in o Cihan Şümul hakikati dökülüyordu:
“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl (yanlış inanç) yok oldu. Şüphesiz bâtıl (yanlış inanç), yok olmaya mahkûmdur.'” (İsrâ, 17/81)
Hak gelmişti; 360 (Üç yüz altmış) putun (sanemin) tamamı, tek bir balyoz darbesine gerek kalmadan, o ilâhî heybet karşısında devrilmiş, Kâbe’nin avlusu şirkten (yanlış inançtan) temizlenmişti.

2. Kâbe’nin Anahtarı ve Emanetin Ehline (Sahibine) Verilmesi

Sıra, Kâbe’nin içini temizlemeye gelmişti. Kâbe’nin kapısı kilitliydi. Kâbe’nin anahtarı (Sidâne vazifesi), Câhiliye’den (yanlış inançtan) beri Kureyş’in Benî Abdüddâr kolundan Osman bin Talha’daydı.
Efendimiz (s.a.v.), Osman bin Talha’yı çağırttı ve O’ndan (Osman’dan) anahtarı istedi.
(Osman bin Talha, henüz imanında tereddüt yaşayan biriydi. Rivayete göre, anahtarı vermekte tereddüt edince veya “Annemdedir” deyince, Hz. Ali (r.a.) o Cihan Şümul celâliyle (hiddetiyle) anahtarı O’ndan (Osman’dan) (veya annesinden) aldı.)
Anahtar, Fâtih’in (Muhammed’in s.a.v.) elindeydi.
Kâbe’nin kapısı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yanına sadece vefâkâr dostu Hz. Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.), “evlatlığı” Hz. Usâme bin Zeyd’i (r.a.) ve (anahtarı getiren) Osman bin Talha’yı (r.a.) alarak içeri girdi.
Kâbe’nin içi de putlarla (sanemlerle) ve tasvirlerle (resimlerle) doluydu. Müşrikler, duvarlara meleklerin (a.s.), Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Hz. Meryem’in (r.anha) tasvirlerini (resimlerini) çizmişlerdi.
Efendimiz (s.a.v.), içerideki bütün putların (sanemlerin) derhal kırılmasını ve bütün o tasvirlerin (resimlerin) silinmesini emretti.
Atası Hz. İbrahim’in (a.s.) Tevhid Mâbedi (İbadethanesi), her türlü şirk (yanlış inanç) unsurundan tamamen tathîr edildi (temizlendi).
Ardından Rahmet Peygamberi (s.a.v.), Kâbe’nin içinde, o mübarek duvarların arasında iki rekât şükür namazı kıldı.
Namazdan sonra dışarı çıktı. Kâbe’nin anahtarı mübarek elindeydi.
Amcası Hz. Abbâs (r.a.) (Kâbe’nin ‘Sikâye’ (hacılara su temini) vazifesini elinde tutuyordu) ve Hz. Ali (r.a.) (Hâşimoğulları’nın reisi), Fâtih’in (Muhammed’in s.a.v.) huzuruna geldiler. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Artık harp bitti. Hem Sikâye (su temini) hem de Sidâne (Kâbe anahtarı/perdedarlığı) vazifesini şeref olarak bize (Hâşimoğulları’na) verin” diye talepte bulundular.
Bu, siyâsî açıdan çok mantıklı bir talepti.
Ancak tam o esnada, Cebrail (aleyhisselâm), Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) o Cihan Şümul adalet ve emanet (güvence) ayetini getirdi:
“Şüphesiz Allah (c.c.), size emanetleri mutlaka ehline (sahiplerine) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder…” (Nisâ, 4/58)
Bu, ilâhî bir emirdi. “Emanet” (Kâbe’nin anahtarı), ehli (sahibi) olan Osman bin Talha’ya (r.a.) iade edilmeliydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) talebini reddetti. Osman bin Talha’yı (r.a.) çağırdı ve anahtarı O’na (Osman’a r.a.) geri uzattı. Ve o Cihan Şümul adalet sözünü söyledi:
“Al, yâ Osman! (r.a.) Bugün ‘Vefâ ve İyilik’ günüdür. Bu anahtar, ebediyen sizin ailenizde (Benî Abdüddâr’da) kalacaktır. Bu anahtarı sizden, ancak zâlim (haksız) olanlar alır!”
(Resûlullah’ın (s.a.v.) bu eşsiz adaleti ve vefâsı, Osman bin Talha’nın (r.a.) ve ailesinin kalbini tamamen İslâm’a bağladı.)

3. “Gidiniz, Hepiniz Serbestsiniz!” (Genel Af)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kâbe’nin kapısının eşiğinde durdu. Mübarek elini kapının pervazına koydu.
Aşağıda, Mescid-i Harâm’ın avlusunda, sekiz (8) yıl boyunca O’na (s.a.v.) ve Ashâbına (r.anhüm) en ağır zulümleri yapan, O’nu (s.a.v.) yurdundan çıkaran, O’nu (s.a.v.) öldürmek için Uhud’a ve Hendek’e ordularla gelen Kureyş’in tamamı; erkekler, kadınlar, reisler (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime) toplanmıştı.
Korku içinde, başları öne eğik, kaderlerini bekliyorlardı.
O (s.a.v.), 10.000 (On bin) kişilik Fâtih ordunun Başkomutanıydı. O (s.a.v.), bir Fâtih’in, mağlup ettiği düşmanına yapabileceği her şeyi (intikam, katliam, sürgün, köleleştirme) yapma hakkına zâhiren sahipti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kaderini bekleyen o kalabalığa baktı ve o meşhur hutbesine (konuşmasına) başladı. “Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur, O’nun (c.c.) ortağı yoktur…” diye Tevhid’i ilan ettikten sonra, Kureyş’e döndü ve o tarihî suali sordu:
“Ey Kureyş cemaati! Bugün, benden (Muhammed’den s.a.v.) size nasıl bir muamele yapacağımı umuyorsunuz? (Mâ tezunnûne ennî fâ’ilün biküm?)”
Kureyş, O’nun (s.a.v.) “el-Emîn” (Güvenilir) olduğunu, O’nun (s.a.v.) “Rahmet” Peygamberi (s.a.v.) olduğunu biliyordu. O’nun (s.a.v.) merhametine sığındılar. Hep bir ağızdan, Hz. Yûsuf’a (a.s.) kardeşlerinin söylediği o sözle cevap verdiler:
“Hayr (İyilik) umuyoruz! Sen (s.a.v.), ‘Ahun Kerîm’ (Çok şerefli ve asil bir Kardeş) ve ‘İbnü Ahin Kerîm’sin! (Çok şerefli ve asil bir Kardeşin Oğlusun!)”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu cevabı duyunca, O (s.a.v.) da onlara (Kureyş’e), kardeşi Hz. Yûsuf’un (a.s.) Mısır’da kardeşlerine verdiği o Cihan Şümul affı ilan etti (Bkz: Yûsuf, 12/92):
“Bugün size hiçbir kınama (serzeniş) yoktur! Allah (c.c.) sizi affetsin! O (c.c.), merhametlilerin en Merhametlisidir.”
Ve ardından, “Merhamet Günü”nü (Yevmü’l-Merhame) ilan eden o Cihan Şümul “Genel Af” cümlesini kurdu:
“İzhebû fe entüm et-Tulakâ’!”
(Gidiniz! Hepiniz serbestsiniz!)
Bu, bir Fâtih’in, bir intikamcının değil; bir Peygamber’in (s.a.v.) gösterebileceği en yüce faziletti (erdemdi). Harp (Savaş) bitmiş, kalplerin fethi başlamıştı.

4. Kâbe’nin Damındaki Muzaffer (Galip) Nidâ: Ezan

Fetih tamamlanmış, putlar (sanemler) kırılmış, canlar bağışlanmıştı.
Öğle namazı vakti girmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sekiz (8) yıl önce Mekke sokaklarında, Kureyş reislerinin (Ümeyye bin Halef) kızgın kumlara yatırıp göğsüne kaya koyduğu ve “İnkâr et!” diye işkence ettiği o mübarek Sahabî’ye (r.a.) döndü.
O’na (s.a.v.), İslâm’ın o ilk “Sesi”ne, Hz. Bilâl-i Habeşî’ye (radıyallâhu anh) emretti.
Hz. Bilâl (r.a.), o Habeşli, o eski köle, o gün, İslâm’ın muzaffer (galip) Fâtih’inin (Muhammed’in s.a.v.) Baş Müezzini olarak, Kureyş’in bütün reislerinin (Ebû Süfyan, Attâb bin Esîd vb.) gözleri önünde, o Câhiliye (yanlış inanç) kibirlerinin (enaniyetlerinin) üzerine basarak, Kâbe-i Muazzama’nın damına (tavanına) çıktı.
Ve o gür, o muzaffer (galip) sesiyle, Fetih Ezanı’nı Mekke semâlarına haykırdı:
“Allahu Ekber! Allahu Ekber! … Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”
Aşağıda, o sesi duyan Kureyş’in yeni iman etmiş (veya etmekte tereddüt eden) reisleri, Câhiliye (yanlış inanç) damarlarıyla fısıldaşıyorlardı:
Ebû Süfyan: “Ben (Ebû Süfyan) bir şey demem. Desem, şu çakıl taşları bile O’na (Muhammed’e s.a.v.) haber verir!”
Attâb bin Esîd: “Allah’a (c.c.) hamdolsun ki, babam (Esîd) bugünü (bu siyah kölenin Kâbe’nin damına çıktığını) görmeden öldü!”
Hâris bin Hişâm: “Vallahi, O’nun (Muhammed’in s.a.v.) hak olduğunu bilsem, O’na (s.a.v.) tâbi olurdum!”
(Daha sonra hepsi samimi Müslümanlar olacaklardı.)
Ancak o Ezan, Câhiliye’nin (yanlış inancın) bittiğini, şirk (yanlış inanç) devrinin kapandığını ve Kâbe’nin, Kıyamete kadar “Tevhid”in merkezi olarak kalacağını ilan ediyordu.
Mekke fethedilmiş, Kureyş “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) olarak İslâm’ın Cihan Şümul merhametine sığınmıştı. Kâbe, 360 (üç yüz altmış) puttan (sanem) tathîr edilmiş (temizlenmiş), Hz. Bilâl’in (r.a.) muzaffer (galip) Ezan’ı Mekke semâlarında yankılanmıştı. İslâm, Arabistan yarımadasının en büyük gücü olduğunu, sadece kılıçla değil, “Af” ve “Merhamet” ile de ispat (kanıt) etmişti.
Ancak bu kansız fetih, Mekke’nin hemen güneydoğusundaki dağlarda yaşayan, Arabistan’ın en savaşçı, en kibirli (enaniyetli) ve en zengin kabilelerini (Hevâzin ve Sakîf) dehşete düşürmüştü.
Bu kabileler, bilhassa Tâif’te yaşayan Sakîf kabilesi, Kureyş’ten sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) yıllar önce Tâif’e sığındığında O’nu (s.a.v.) nasıl taşladıklarını unutmamışlardı. Kureyş’in bu kadar kolay teslim olmasını bir “zillet” (aşağılanma) olarak gördüler ve İslâm’a karşı, Câhiliye’nin o son büyük ordusunu toplamaya karar verdiler.

BÖLÜM 32: EN BÜYÜK ORDU, EN BÜYÜK İMTİHAN: HUNEYN GAZVESİ
(Medenî Dönem – XXI)

1. Câhiliye’nin Son Ordusu: Hevâzin ve Sakîf (Tâif)

Mekke’nin Fethi’nden sadece on beş (15) gün sonraydı.
Hevâzin kabilesinin genç ve kibirli (enaniyetli) reisi Mâlik bin Avf en-Nasrî, İslâm’a karşı birleşmek için bütün müttefik kabilelere (Sakîf, Nasr, Cüşem vb.) haber saldı.
“Kureyş bitti!” dedi. “Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi aldı, şimdi O’nun (s.a.v.) gücü zirvedeyken O (s.a.v.) bize gelmeden, biz O’nun (s.a.v.) üzerine gidelim!”
Bu çağrıya, Arap kabilelerinden 20.000 (Yirmi bin) (bazı rivayetlerde 30.000) kişilik devasa bir ordu icabet etti.
Mâlik bin Avf, ordusunun “kaçma” ihtimalini ortadan kaldırmak için, Câhiliye (yanlış inanç) âdetince, akıl almaz bir karar aldı:
Orduya, bütün kadınlarını, çocuklarını, bütün koyun, keçi ve deve sürülerini ve bütün altın ve gümüş servetlerini de yanlarına almalarını emretti.
Ordu, bir harp (savaş) ordusu değil, bir “göç” kafilesi gibiydi.
Planı şuydu: Savaşçılar, arkalarında ailelerinin ve servetlerinin olduğunu bilirlerse, onları (ailelerini ve servetlerini) korumak için “ölümüne” savaşacaklar, asla kaçmayacaklardı.
(Hevâzin’in tecrübeli ve yaşlı reisi Düreyd bin Sımme, bu plana “Bu bir felakettir! Kaçan adamı (savaşçıyı) ailesi veya malı durduramaz. Eğer yenilirsek, hem canımızdan hem de bütün namusumuzdan ve servetimizden oluruz!” diye itiraz ettiyse de, kibirli (enaniyetli) Mâlik bin Avf O’nu (Düreyd’i) dinlemedi.)
Bu 20.000 (Yirmi bin) kişilik “her şeyini ortaya koyan” ordu, Mekke ile Tâif arasındaki **”Huneyn Vâdisi”**ne gelip karargâh kurdu ve Müslümanları beklemeye başladı.

2. İslâm’ın En Kalabalık Ordusu: 12.000 (On İki Bin) Kişi

Hevâzin ve Sakîf’in bu harp (savaş) hazırlığı haberi, Mekke’deki Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ulaştı.
Efendimiz (s.a.v.), derhal Fetih Ordusu’na “Hazırlık!” emri verdi.
Bu ordu, İslâm’ın o güne kadar gördüğü en büyük orduydu:
• Medine’den gelen 10.000 (On bin) kişilik Fâtih Ordu (Ensâr ve Muhâcirler r.anhüm).
• Mekke’nin Fethi’nde yeni Müslüman olan 2.000 (İki bin) kişilik Kureyşli “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) birliği. (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibi reisler de, henüz imanları tam kalplerine yerleşmemiş olsa da, bu orduya katıldılar.)
Toplam: 12.000 (On iki bin) kişilik muazzam bir İslâm Ordusu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’ye (Fetihten sonra) Vâli olarak Attâb bin Esîd’i (r.a.) bıraktı ve Hicretin 8. Yılı, 6 Şevval günü, bu büyük orduyla Huneyn’e doğru yola çıktı.
Ordu o kadar kalabalıktı ki, bu İslâm tarihinin ilk “büyük” ordusuydu. Bedir’de 313, Uhud’da 700, Hendek’te 3.000 olan Müslümanlar, şimdi 12.000 kişiydiler.

3. İlk İmtihan: “Sayı Çokluğu” Kibri (Enaniyeti)

Ancak bu sayı çokluğu, ordunun içine, farkında olmadan, Câhiliye’den kalma bir “kibir (enaniyet)” (veya özgüven) sızmasına sebep oldu.
Ashâbdan (r.anhüm) bazıları (veya yeni Müslüman olan Kureyşliler), ordunun bu heybetini görünce, o imtihan cümlesini fısıldadılar:
“Len nuğlebe’l-yevme min kılletin!”
(Biz, bugün, ‘azlık’ (sayı azlığı) yüzünden asla yenilgiye uğramayız!)
O güne kadar Müslümanlar zaferleri hep Allah’ın (c.c.) yardımıyla (“Nusret” ile), azlıklarına (sayı azlıklarına) rağmen kazanmışlardı (Bedir gibi). İlk defa zaferin sebebini Allah’ın (c.c.) yardımından değil, kendi “sayı çoklukları”ndan (Kemmiyet/Sayı) beklemeye başlamışlardı.
Bu “kibir (enaniyet)”, Allah’a (c.c.) olan tevekkülü (güveni) bir anlığına zedelemişti. Ve İslâm Ordusu, bu zedelenmenin bedelini, tarihinin en büyük bozgunlarından birini yaşayarak ödeyecekti.
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle tasvir eder:
“Andolsun ki Allah (c.c.), birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş (sizi kibre/enaniyete sevk etmiş), fakat (bu çokluk) size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da (düşmana) arkanızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25 )

4. Huneyn Vâdisi: Büyük Pusu ve Bozgun

Hevâzin komutanı Mâlik bin Avf, sinsi bir harp (savaş) planı hazırlamıştı.
Huneyn Vâdisi, son derece dar, derin, kayalık ve pusuya elverişli bir vadiydi. Mâlik, 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordusunu, vadiye inen yamaçlara, kayalıkların ve dar geçitlerin ardına gizledi. Okçularını ve mızraklılarını en stratejik yerlere yerleştirdi.
Emri şuydu: “İslâm Ordusu’nun tamamı vadiye inene kadar kimse kıpırdamayacak. Tamamı vadiye indiğinde, tek bir adam gibi üzerlerine ok ve taş yağdırıp, hep birlikte hücuma kalkacağız!”
İslâm Ordusu (12.000 kişi), sabahın alacakaranlığında (Fecirden hemen sonra) Huneyn Vâdisi’ne inmeye başladı.
Ordunun en önünde (öncü birlik/Vanguard), Kureyş’in en cesur süvari komutanı ve yeni “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) olan Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh) ve O’nun (Hâlid’in r.a.) komutasındaki Süleymoğulları ve yeni Kureyşliler (Tulakâ) vardı.
Onlar (Hâlid’in r.a. birliği), vadinin en dar yerine geldiklerinde, tuzağın farkında değillerdi.
Tam o anda, Mâlik bin Avf hücum emrini verdi.
Vadinin her iki yamacından, binlerce Hevâzinli okçu, Müslümanların üzerine (zifiri karanlıkta) bir “yağmur” gibi ok yağdırmaya başladı. Ardından o 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordu, gürültüyle ve çığlıklarla yamaçlardan aşağı hücuma geçti.
Bu âni, beklenmedik ve dehşet verici baskın, İslâm Ordusu’nun öncü kolunu (Hâlid’in r.a. birliğini) tam bir paniğe sevk etti.
Öncü birlik (Hâlid’in r.a. birliği), neye uğradığını şaşırdı. Zırhlarını delip geçen ok yağmuru karşısında geriye, “Kaçın! Bozgun!” diye bağırarak kaçmaya başladılar.
Öncülerin bu paniği, arkadan gelen ana orduya (10.000 kişi) çarptı. Arkadakiler, öndekilerin neden kaçtığını bilmeden, “Bozgun var!” nidalarıyla, birbirlerini ezerek, geriye (Mekke’ye doğru) kaçışmaya başladılar.
12.000 (On iki bin) kişilik o muazzam ordu, o “Bugün yenilmeyiz!” diyen ordu, dakikalar içinde, tek bir kılıç dahi çekemeden, tam bir “Bozgun” (Hezimet) yaşıyordu.

5. Peygamber’in (s.a.v.) Sebatı (Kararlılığı) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Nidâsı

Bozgun o kadar büyüktü ki, herkes kaçışıyordu.
Ancak Huneyn Vâdisi’nin ortasında, o ok yağmurunun altında, o 20.000 (Yirmi bin) kişilik düşman hücumunun tam karşısında, yerinden bir adım bile geri atmayan Biri (s.a.v.) vardı:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).
O (s.a.v.), mübarek beyaz katırı (Düldül) üzerinde, tek başına düşmana doğru ilerlemeye çalışıyor ve o Cihan Şümul sebat (kararlılık) ve cesaret nidasını haykırıyordu:
“Ene’n-Nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!”
(Ben (Muhammed s.a.v.) Peygamberim, yalan değil! Ben (Muhammed s.a.v.), (Kureyş’in Reisi) Abdülmuttalib’in torunuyum!)
“İleyye ‘ibâdallâh! İleyye ene Resûlullah!”
(Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin ey Allah’ın (c.c.) kulları! Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin! Ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm!)”
O (s.a.v.) hücum etmek istiyor, ancak katırının yularını tutan amcası Hz. Abbâs (r.a.) ve Ebû Süfyan bin Hâris (r.a.) (amcasının oğlu), O’nu (s.a.v.) durdurmaya çalışıyorlardı.
Bozgun anında, Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç (10 ila 100 kişi arası rivayet edilir) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve Ensâr’dan (Medinelilerden) birkaç fedakâr…
Efendimiz (s.a.v.), bu bozgunun ancak İman ile durdurulacağını biliyordu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) (ki O’nun r.a. sesi çok gür ve tesirliydi) emretti:
“Yâ Abbâs! (r.a.) Nidâ et (Seslen)! Çağır onları (Ashâbı r.anhüm) geri!”
Hz. Abbâs (r.a.), o gür sesiyle, kaçmakta olan orduya doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O (r.a.), onların (Ashâbın r.anhüm) “sayı çokluğu” kibrini (enaniyetini) değil, “iman” ahidlerini (sözlerini) hatırlattı:
“Yâ Ma’şera’l-Ensâr!” (Ey Ensâr Cemaati! – Siz ki Medine’de bize kucak açtınız!)
“Yâ Ehle Bey’ati’r-Rıdvân!” (Ey Rıdvân Biatı’nın (Yemininin) Ehli! – Siz ki Hudeybiye’de o ağacın altında ‘Ölüm Yemini’ etmiştiniz!)
“Yâ Ehle Sûreti’l-Bakara!” (Ey Bakara Suresi (Âlimleri) Ehli!)”

6. Bozgunun Zafere Dönüşü

Hz. Abbâs’ın (r.a.) bu sesi, kaçmakta olan Ensâr’ın (Medinelilerin) ve Muhâcirlerin (Mekkelilerin) (Rıdvân Ehli’nin r.anhüm) kulaklarına ulaştığında, o Cihan Şümul imanın ve sadakatin ne demek olduğunu gösterdiler.
Sanki bir rüyadan uyanmış gibiydiler. Resûlullah’ı (s.a.v.) tek başına, düşmanın ortasında bıraktıklarını fark ettiler.
“Lebbeyk! Yâ Resûlallah! (s.a.v.) (Buyur Yâ Resûlallah! s.a.v.)” nidalarıyla, atlarını ve develerini geriye döndürdüler.
Öyle bir telaşla geri dönüyorlardı ki, sıkışıklıktan atını döndüremeyenler, atından atlıyor, kalkanını, zırhını atıyor, “Resûlullah’a (s.a.v.) ulaşmak için” yaya olarak düşman saflarına dalıyorlardı.
Önce 100 (Yüz) kişilik bir fedâi grubu Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında toplandı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu imanın geri dönüşünü görünce, Bedir’deki mucizeyi tekrarladı. Yerden bir avuç toprak aldı, Hevâzin Ordusu’na doğru fırlattı ve buyurdu:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun!)
O (s.a.v.), o bir avuç toprağı attıktan sonra harp (savaş) bitmişti. Buyurdu ki:
“Kâbe’nin Rabbine (c.c.) yemin ederim ki, Onlar (Hevâzin) artık hezimete (yenilgiye) uğradılar!”
Ve o bir avuç toprak, Hendek’te ve Bedir’de olduğu gibi, ilâhî bir emirle o 20.000 (Yirmi bin) kişilik Hevâzin Ordusu’nun tamamının gözlerine isabet etti.
Aynı anda, semâdan, gözle görülmeyen (veya beyaz elbiseli görülen) Melekler (a.s.) Ordusu nazil oldu (Tevbe, 9/26).
Müslümanların o fedâî hücumu ve bu ilâhî yardım (Nusret) karşısında, Hevâzin ve Sakîf Ordusu, o günün en büyük bozgununu yaşadı.
Bütün komutanları (Düreyd bin Sımme dahil) öldürüldü. Liderleri Mâlik bin Avf, canını zor kurtardı.
Savaş meydanını terk edip kaçtılar.
Ancak kaçarken, geride, harp (savaş) meydanına “kaçmayalım” diye getirdikleri her şeyi;
Bütün kadınlarını (yaklaşık 6.000 kişi),
Bütün çocuklarını,
Bütün develerini (24.000 deve),
Bütün koyunlarını (40.000’den fazla koyun),
Ve bütün altın ve gümüş servetlerini (4.000 ukiyye gümüş)
…İslâm Ordusu’na “ganimet” olarak bırakmışlardı.
Huneyn Gazvesi, o “sayı çokluğu” kibri (enaniyeti) yüzünden, İslâm tarihinin en büyük “Bozgun”u (Yenilgisi) ile başlamış; ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) o Cihan Şümul sebatı (kararlılığı) ve Ashâbının (r.anhüm) o sarsılmaz “iman” sadakati sayesinde, İslâm tarihinin en büyük “Ganimet”inin (Hazinesinin) kazanıldığı en büyük “Zafer”lerinden birine dönüşmüştü.
.
Mekke’nin Fethi tamamlanmış, Kureyş’in 20 yıllık mücadelesi İslâm’ın Cihan Şümul (Evrensel) merhameti karşısında son bulmuştu. Ancak bu “kansız fetih”, Mekke’nin komşuları ve Arabistan’ın en savaşçı, en kibirli (enaniyetli) kabileleri olan Hevâzin ve (Tâif’te yaşayan) Sakîf kabilelerini dehşete düşürmüştü.
Onlar, Kureyş’in bu kadar kolay teslim olmasını bir zillet (aşağılanma) saydılar ve “Kureyş bittiyse, sıra bizdedir. Muhammed (s.a.v.) bize saldırmadan, biz O’na (s.a.v.) saldıralım!” diyerek, Câhiliye’nin (yanlış inancın) son büyük ordusunu topladılar.

*********

BÖLÜM 32: EN BÜYÜK ORDU, EN BÜYÜK İMTİHAN: HUNEYN GAZVESİ
(Medenî Dönem – XXI)

1. Câhiliye’nin Son Ordusu: Hevâzin ve Sakîf (Tâif)

Mekke’nin Fethi’nden sadece on beş (15) gün sonraydı.
Hevâzin kabilesinin genç ve kibirli (enaniyetli) reisi Mâlik bin Avf en-Nasrî, İslâm’a karşı birleşmek için bütün müttefik kabilelere (Sakîf, Nasr, Cüşem vb.) haber saldı.
“Kureyş bitti!” dedi. “Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi aldı, şimdi O’nun (s.a.v.) gücü zirvedeyken O (s.a.v.) bize gelmeden, biz O’nun (s.a.v.) üzerine gidelim!”
Bu çağrıya, Arap kabilelerinden 20.000 (Yirmi bin) (bazı rivayetlerde 30.000) kişilik devasa bir ordu icabet etti.
Mâlik bin Avf, ordusunun “kaçma” ihtimalini ortadan kaldırmak için, Câhiliye âdetince, akıl almaz bir karar aldı:
Orduya, bütün kadınlarını, çocuklarını, bütün koyun, keçi ve deve sürülerini ve bütün altın ve gümüş servetlerini de yanlarına almalarını emretti.
Ordu, bir harp ordusu değil, bir “göç” kafilesi gibiydi.
Planı şuydu: Savaşçılar, arkalarında ailelerinin ve servetlerinin olduğunu bilirlerse, onları (ailelerini ve servetlerini) korumak için “ölümüne” savaşacaklar, asla kaçmayacaklardı.
(Hevâzin’in tecrübeli ve yaşlı reisi Düreyd bin Sımme, bu plana “Bu bir felakettir! Kaçan adamı (savaşçıyı) ailesi veya malı durduramaz. Eğer yenilirsek, hem canımızdan hem de bütün namusumuzdan ve servetimizden oluruz!” diye itiraz ettiyse de, kibirli (enaniyetli) Mâlik bin Avf O’nu (Düreyd’i) dinlemedi.)
Bu 20.000 (Yirmi bin) kişilik “her şeyini ortaya koyan” ordu, Mekke ile Tâif arasındaki **”Huneyn Vâdisi”**ne gelip karargâh kurdu ve Müslümanları beklemeye başladı.

2. İslâm’ın En Kalabalık Ordusu: 12.000 (On İki Bin) Kişi

Hevâzin ve Sakîf’in bu harp hazırlığı haberi, Mekke’deki Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ulaştı.
Efendimiz (s.a.v.), derhal Fetih Ordusu’na “Hazırlık!” emri verdi.
Bu ordu, İslâm’ın o güne kadar gördüğü en büyük orduydu:
• Medine’den gelen 10.000 (On bin) kişilik Fâtih Ordu (Ensâr ve Muhâcirler r.anhüm).
• Mekke’nin Fethi’nde yeni Müslüman olan 2.000 (İki bin) kişilik Kureyşli “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) birliği. (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibi reisler de, henüz imanları tam kalplerine yerleşmemiş olsa da, bu orduya katıldılar.)
Toplam: 12.000 (On iki bin) kişilik muazzam bir İslâm Ordusu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’ye (Fetihten sonra) Vâli olarak Attâb bin Esîd’i (r.a.) bıraktı ve Hicretin 8. Yılı, 6 Şevval günü, bu büyük orduyla Huneyn’e doğru yola çıktı.
Ordu o kadar kalabalıktı ki, bu İslâm tarihinin ilk “büyük” ordusuydu. Bedir’de 313, Uhud’da 700, Hendek’te 3.000 olan Müslümanlar, şimdi 12.000 kişiydiler.

3. İlk İmtihan: “Sayı Çokluğu” Kibri (Enaniyeti)

Ancak bu sayı çokluğu, ordunun içine, farkında olmadan, Câhiliye’den kalma bir “kibir (enaniyet)” (veya özgüven) sızmasına sebep oldu.
Ashâbdan (r.anhüm) bazıları (veya yeni Müslüman olan Kureyşliler), ordunun bu heybetini görünce, o imtihan cümlesini fısıldadılar:
“Len nuğlebe’l-yevme min kılletin!”
(Biz, bugün, ‘azlık’ (sayı azlığı) yüzünden asla yenilgiye uğramayız!)
O güne kadar Müslümanlar zaferleri hep Allah’ın (c.c.) yardımıyla (“Nusret” ile), azlıklarına (sayı azlıklarına) rağmen kazanmışlardı (Bedir gibi). İlk defa zaferin sebebini Allah’ın (c.c.) yardımından değil, kendi “sayı çoklukları”ndan (Kemmiyet/Sayı) beklemeye başlamışlardı.
Bu “kibir (enaniyet)”, Allah’a (c.c.) olan tevekkülü (güveni) bir anlığına zedelemişti. Ve İslâm Ordusu, bu zedelenmenin bedelini, tarihinin en büyük bozgunlarından birini yaşayarak ödeyecekti.
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle tasvir eder:
“Andolsun ki Allah (c.c.), birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş (sizi kibre/enaniyete sevk etmiş), fakat (bu çokluk) size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da (düşmana) arkanızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25 )

4. Huneyn Vâdisi: Büyük Pusu ve Bozgun

Hevâzin komutanı Mâlik bin Avf, sinsi bir harp (savaş) planı hazırlamıştı.
Huneyn Vâdisi, son derece dar, derin, kayalık ve pusuya elverişli bir vadiydi. Mâlik, 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordusunu, vadiye inen yamaçlara, kayalıkların ve dar geçitlerin ardına gizledi. Okçularını ve mızraklılarını en stratejik yerlere yerleştirdi.
Emri şuydu: “İslâm Ordusu’nun tamamı vadiye inene kadar kimse kıpırdamayacak. Tamamı vadiye indiğinde, tek bir adam gibi üzerlerine ok ve taş yağdırıp, hep birlikte hücuma kalkacağız!”
İslâm Ordusu (12.000 kişi), sabahın alacakaranlığında (Fecirden hemen sonra) Huneyn Vâdisi’ne inmeye başladı.
Ordunun en önünde (öncü birlik/Vanguard), Kureyş’in en cesur süvari komutanı ve yeni “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) olan Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh) ve O’nun (Hâlid’in r.a.) komutasındaki Süleymoğulları ve yeni Kureyşliler (Tulakâ) vardı.
Onlar (Hâlid’in r.a. birliği), vadinin en dar yerine geldiklerinde, tuzağın farkında değillerdi.
Tam o anda, Mâlik bin Avf hücum emrini verdi.
Vadinin her iki yamacından, binlerce Hevâzinli okçu, Müslümanların üzerine (zifiri karanlıkta) bir “yağmur” gibi ok yağdırmaya başladı. Ardından o 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordu, gürültüyle ve çığlıklarla yamaçlardan aşağı hücuma geçti.
Bu âni, beklenmedik ve dehşet verici baskın, İslâm Ordusu’nun öncü kolunu (Hâlid’in r.a. birliğini) tam bir paniğe sevk etti.
Öncü birlik (Hâlid’in r.a. birliği), neye uğradığını şaşırdı. Zırhlarını delip geçen ok yağmuru karşısında geriye, “Kaçın! Bozgun!” diye bağırarak kaçmaya başladılar.
Öncülerin bu paniği, arkadan gelen ana orduya (10.000 kişi) çarptı. Arkadakiler, öndekilerin neden kaçtığını bilmeden, “Bozgun var!” nidalarıyla, birbirlerini ezerek, geriye (Mekke’ye doğru) kaçışmaya başladılar.
12.000 (On iki bin) kişilik o muazzam ordu, o “Bugün yenilmeyiz!” diyen ordu, dakikalar içinde, tek bir kılıç dahi çekemeden, tam bir “Bozgun” (Hezimet) yaşıyordu.

5. Peygamber’in (s.a.v.) Sebatı (Kararlılığı) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Nidâsı

Bozgun o kadar büyüktü ki, herkes kaçışıyordu.
Ancak Huneyn Vâdisi’nin ortasında, o ok yağmurunun altında, o 20.000 (Yirmi bin) kişilik düşman hücumunun tam karşısında, yerinden bir adım bile geri atmayan Biri (s.a.v.) vardı:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).
O (s.a.v.), mübarek beyaz katırı (Düldül) üzerinde, tek başına düşmana doğru ilerlemeye çalışıyor ve o Cihan Şümul sebat (kararlılık) ve cesaret nidasını haykırıyordu:
“Ene’n-Nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!”
(Ben (Muhammed s.a.v.) Peygamberim, yalan değil! Ben (Muhammed s.a.v.), (Kureyş’in Reisi) Abdülmuttalib’in torunuyum!)
“İleyye ‘ibâdallâh! İleyye ene Resûlullah!”
(Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin ey Allah’ın (c.c.) kulları! Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin! Ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm!)”
O (s.a.v.) hücum etmek istiyor, ancak katırının yularını tutan amcası Hz. Abbâs (r.a.) ve Ebû Süfyan bin Hâris (r.a.) (amcasının oğlu), O’nu (s.a.v.) durdurmaya çalışıyorlardı.
Bozgun anında, Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç (10 ila 100 kişi arası rivayet edilir) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve Ensâr’dan (Medinelilerden) birkaç fedakâr…
Efendimiz (s.a.v.), bu bozgunun ancak İman ile durdurulacağını biliyordu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) (ki O’nun r.a. sesi çok gür ve tesirliydi) emretti:
“Yâ Abbâs! (r.a.) Nidâ et (Seslen)! Çağır onları (Ashâbı r.anhüm) geri!”
Hz. Abbâs (r.a.), o gür sesiyle, kaçmakta olan orduya doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O (r.a.), onların (Ashâbın r.anhüm) “sayı çokluğu” kibrini (enaniyetini) değil, “iman” ahidlerini (sözlerini) hatırlattı:
“Yâ Ma’şera’l-Ensâr!” (Ey Ensâr Cemaati! – Siz ki Medine’de bize kucak açtınız!)
“Yâ Ehle Bey’ati’r-Rıdvân!” (Ey Rıdvân Biatı’nın (Yemininin) Ehli! – Siz ki Hudeybiye’de o ağacın altında ‘Ölüm Yemini’ etmiştiniz!)
“Yâ Ehle Sûreti’l-Bakara!” (Ey Bakara Suresi (Âlimleri) Ehli!)”

6. Bozgunun Zafere Dönüşü

Hz. Abbâs’ın (r.a.) bu sesi, kaçmakta olan Ensâr’ın (Medinelilerin) ve Muhâcirlerin (Mekkelilerin) (Rıdvân Ehli’nin r.anhüm) kulaklarına ulaştığında, o Cihan Şümul imanın ve sadakatin ne demek olduğunu gösterdiler.
Sanki bir rüyadan uyanmış gibiydiler. Resûlullah’ı (s.a.v.) tek başına, düşmanın ortasında bıraktıklarını fark ettiler.
“Lebbeyk! Yâ Resûlallah! (s.a.v.) (Buyur Yâ Resûlallah! s.a.v.)” nidalarıyla, atlarını ve develerini geriye döndürdüler.
Öyle bir telaşla geri dönüyorlardı ki, sıkışıklıktan atını döndüremeyenler, atından atlıyor, kalkanını, zırhını atıyor, “Resûlullah’a (s.a.v.) ulaşmak için” yaya olarak düşman saflarına dalıyorlardı.
Önce 100 (Yüz) kişilik bir fedâi grubu Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında toplandı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu imanın geri dönüşünü görünce, Bedir’deki mucizeyi tekrarladı. Yerden bir avuç toprak aldı, Hevâzin Ordusu’na doğru fırlattı ve buyurdu:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun!)
O (s.a.v.), o bir avuç toprağı attıktan sonra harp (savaş) bitmişti. Buyurdu ki:
“Kâbe’nin Rabbine (c.c.) yemin ederim ki, Onlar (Hevâzin) artık hezimete (yenilgiye) uğradılar!”
Ve o bir avuç toprak, Hendek’te ve Bedir’de olduğu gibi, ilâhî bir emirle o 20.000 (Yirmi bin) kişilik Hevâzin Ordusu’nun tamamının gözlerine isabet etti.
Aynı anda, semâdan, gözle görülmeyen (veya beyaz elbiseli görülen) Melekler (a.s.) Ordusu nazil oldu (Tevbe, 9/26).
Müslümanların o fedâî hücumu ve bu ilâhî yardım (Nusret) karşısında, Hevâzin ve Sakîf Ordusu, o günün en büyük bozgununu yaşadı.
Bütün komutanları (Düreyd bin Sımme dahil) öldürüldü. Liderleri Mâlik bin Avf, canını zor kurtardı.
Savaş meydanını terk edip kaçtılar.
Ancak kaçarken, geride, harp meydanına “kaçmayalım” diye getirdikleri her şeyi;
Bütün kadınlarını (yaklaşık 6.000 kişi),
Bütün çocuklarını,
Bütün develerini (24.000 deve),
Bütün koyunlarını (40.000’den fazla koyun),
Ve bütün altın ve gümüş servetlerini (4.000 ukiyye gümüş)
…İslâm Ordusu’na “ganimet” olarak bırakmışlardı.
Huneyn Gazvesi, o “sayı çokluğu” kibri (enaniyeti) yüzünden, İslâm tarihinin en büyük “Bozgun”u (Yenilgisi) ile başlamış; ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) o Cihan Şümul sebatı (kararlılığı) ve Ashâbının (r.anhüm) o sarsılmaz “iman” sadakati sayesinde, İslâm tarihinin en büyük “Ganimet”inin (Hazinesinin) kazanıldığı en büyük “Zafer”lerinden birine dönüşmüştü.

BÖLÜM 33: TÂİF KUŞATMASI VE KALPLERİN FETHİ (MÜELLEFE-İ KULÛB)

Huneyn’deki zafer muazzamdı, ancak Câhiliye’nin son kalesi henüz düşmemişti. Bozguna uğrayan Hevâzin ordusunun kalıntıları ikiye ayrıldı:
• Bir kısmı “Evtâs” vadisine kaçtı (Bunlar üzerine küçük bir birlik gönderildi ve mağlup edildiler).
• Ordunun asıl savaşçı kısmı olan Sakîf kabilesi ve komutanları Mâlik bin Avf, süratle kaleleri olan Tâif’e sığındı.

1. Yıllar Sonra Yeniden Tâif (Tâif Kuşatması – Hicret 8)

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Cihan Şümul zaferi Tâif’in fethiyle taçlandırmak istedi.
Bu, O’nun (s.a.v.) Tâif’e ikinci gelişiydi.
İlk gelişi (Hicretin 10. yılında), “Hüzün Yılı”nda, himayesiz, yalnız ve yardım arayan bir Peygamber (s.a.v.) olarak olmuş; Tâif’in çocukları O’nu (s.a.v.) taşlamış, mübarek ayaklarını kanlar içinde bırakmışlardı.
İkinci gelişi (Hicretin 8. yılında), 12.000 (On iki bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı, Mekke’nin Fâtihi olarak oluyordu.
Ancak Tâif’liler, Kureyş gibi değildi. Onlar, kalelerine ve okçuluktaki maharetlerine güveniyorlardı. Teslim olmaya niyetleri yoktu. Yıllarca yetecek erzakı kalelerine doldurdular ve kapıları kapattılar.
İslâm Ordusu, Tâif Kalesi’ni kuşattı.
Ancak Tâif Kalesi, müstahkem (sağlamlaştırılmış) bir kaleydi. Sakîf kabilesi, kalenin surlarından Müslümanların üzerine kızgın ok yağmurları yağdırıyordu. Müslümanlar bu ok yağmuru karşısında kayıplar (şehitler) vermeye başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu kuşatmada, Arap harp (savaş) geleneğinde olmayan, yeni harp teknolojilerini kullandı:
• Mancınık (Catapult): Düşman surlarını (kale duvarlarını) dövmek ve gedik açmak için (Selmân-ı Fârisî’nin r.a. tavsiyesiyle) mancınıklar kuruldu.
• Debbâbe (Zırhlı Araç): Kale duvarına yaklaşmak ve duvarı alttan delmek (lağım kazmak) veya yakmak için, üzeri derilerle kaplı, tekerlekli, zırhlı ahşap bir yürüyüş kulesi (Debbâbe) inşa edildi.
Ancak Sakîf kabilesi, bu hamlelere hazırlıklıydı. Debbâbe’nin üzerine surlardan kızgın demir parçaları ve alevli oklar atarak o ahşap kalkanı yaktılar. Mancınık atışları ise o kalın surlarda tesirli (etkili) olamadı.
Kuşatma, 20 (Yirmi) günden fazla sürdü. Müslümanlar şehitler veriyor, ancak kale düşmüyordu.
Kuşatma uzadıkça, Haram aylar (Zilkade) da girmişti (Harp/Savaş yapmanın yasak olduğu aylar). Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (muhtemelen ilâhî bir işaretle veya stratejik bir kararla) bu kalenin fethinin o gün nasip olmayacağını anladı.
Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti ve o Cihan Şümul emri verdi: “Kuşatmayı kaldırıyoruz. Medine’ye dönüyoruz.”
Bu karar, Huneyn’in galibi olan orduda bir hayal kırıklığı yarattı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu kadar geldik, Tâif’i fethetmeden mi döneceğiz?” dediler.
Efendimiz (s.a.v.) onlara (Ashâbına r.anhüm) “Öyleyse yarın hücum edin” buyurdu. Ertesi gün yapılan hücumda, Müslümanlar Tâiflilerin yoğun ok atışı altında daha çok yaralı verince, kuşatmayı kaldırma emrine razı oldular.
O (s.a.v.), yıllar önce kendisini (s.a.v.) taşlayan Tâif’e beddua etmemişti; şimdi de etmedi. Kuşatmayı kaldırırken, ellerini (ellerini) açtı ve o mübarek duayı etti:
“Allâhümme’hdi Sakîfe ve’ti bihim!”
(Allah’ım! Sakîf kabilesine hidayet ver! (İman nasip et) ve onları (Müslüman olarak) bana (Muhammed’e s.a.v.) getir!)
(Bu dua, bir yıl sonra kabul olacak ve Tâif (Sakîf) kabilesi, bizzat Medine’ye heyet göndererek topluca Müslüman olacaklardı.)

2. Kalplerin Fethi: Ganimetlerin Taksimi (Müellefe-i Kulûb)

İslâm Ordusu, Tâif kuşatmasını kaldırarak, Huneyn’de ele geçirilen o muazzam ganimetlerin (6.000 esir, on binlerce hayvan ve gümüş) toplandığı “Ci’râne” mevkiine geri döndü.
Artık “Ganimet Taksimi” (Paylaşımı) yapılacaktı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu taksimde (paylaşımda), İslâm’ın Cihan Şümul siyâsetinin ve “Kalp Fethi”nin en büyük misallerinden (örneklerinden) birini gösterdi.
O (s.a.v.), ganimetin en büyük, en aslan payını; Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te O’nunla (s.a.v.) birlikte aç kalan, savaşan sadık (sadakatli) Ashâbına (Ensâr ve Muhâcirler’e r.anhüm) değil;
Mekke’de yeni Müslüman olmuş, imanları henüz kalplerine tam yerleşmemiş, Câhiliye kibri (enaniyeti) ve şerefi hâlâ taze olan Kureyş reislerine (Tulakâ) verdi.
Bu siyâsetin adı, Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen “Müellefe-i Kulûb” (Kalpleri İslâm’a Isındırılacak Olanlar) siyâsetiydi.
• Ebû Süfyan’a (Kureyş’in Baş Reisi) 100 (yüz) deve ve bir miktar gümüş verdi. Ebû Süfyan, “Peki ya oğlum Yezîd?” dedi. O’na (Yezîd’e) da 100 (yüz) deve verdi. “Peki ya diğer oğlum Muâviye?” dedi. O’na (Muâviye’ye) da 100 (yüz) deve verdi. (Tek bir aileye 300 deve!)
• Safvân bin Ümeyye’ye (Mekke’nin Fethi’nde Müslüman olmamış, kaçmıştı, sonra emanla/güvenceyle gelmişti) bir vadi dolusu deve ve koyun verdi.
• İkrime bin Ebî Cehil, Hâris bin Hişâm, Süheyl bin Amr gibi… Düne kadar İslâm’ın en azılı düşmanı olan bütün Kureyş reislerine ve Gatafân’ın (bedevîlerin) reislerine yüzlerce deve ve yüklüce gümüşler verdi.
Bu Cihan Şümul cömertlik, o kalpleri katı reislerin buzlarını çözdü. Safvân bin Ümeyye (r.a.) daha sonra şöyle diyecekti: “Vallahi, Resûlullah (s.a.v.) bana (Safvân’a r.a.) verdiğinde, O (s.a.v.) benim (Safvân’ın r.a.) gözümde insanların en sevimsizi (en buğz edileni) idi. O (s.a.v.) bana (Safvân’a r.a.) vermeye devam etti, vermeye devam etti… Tâ ki, O (s.a.v.) benim (Safvân’ın r.a.) gözümde insanların en sevileni (en mahbûbu) oluncaya kadar!”

3. Ensâr’ın (Medinelilerin) Hüznü ve Resûlullah’ın (s.a.v.) Gözyaşları

Ancak bu taksim (paylaşım), İslâm’ın bel kemiği olan Ensâr (Medineli Müslümanlar) arasında derûnî bir hüzne (üzüntüye) ve beşerî (insanî) bir kırgınlığa sebep oldu.
Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o muazzam Huneyn ganimetinden, Kureyş’e (Mekkelilere) yüzlerce deve dağıtırken;
Ensâr’a (Medinelilere) tek bir deve, tek bir koyun, tek bir dirhem gümüş dahi vermemişti. Sıfır!
Ensâr’ın (Medinelilerin) gençleri, bu durumu hazmedemedi. Kalpleri kırılmıştı. Kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar:
“Allah (c.c.), Resûlü’nü (s.a.v.) affetsin! Bu ne iştir?”
“Kılıçlarımızdan hâlâ onların (Kureyş’in) kanı damlarken, O (s.a.v.) bütün ganimeti kendi kavmine (Kureyş’e) verdi, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) unuttu!”
“Demek ki, zor gün bitince, (Resûlullah s.a.v.) vatanını (Mekke’yi) ve akrabalarını (Kureyş’i) hatırladı, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) bıraktı!”
Bu sitem ve kırgınlık dolu fısıltılar, Ensâr’ın (Medinelilerin) Reisi Sa’d bin Ubâde’nin (radıyallâhu anh) kulağına geldi. Sa’d (r.a.), derhal Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) çadırına gitti:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu ganimet taksiminden (paylaşımından) dolayı, kavmim Ensâr’ın (Medinelilerin) kalbinde Sana (s.a.v.) karşı bir kırgınlık (hüzün) var.”
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Peki, yâ Sa’d! (r.a.) Senin (Sa’d’ın r.a.) kalbin (görüşün/reyin) nicedir?”
Sa’d (r.a.), dürüstçe cevap verdi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Sa’d r.a.) de kavmimden (Ensâr’dan r.anhüm) bir ferdim (Benim de kalbim kırık).”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu Cihan Şümul imtihanın, kılıçla değil, “sevgi” ve “gözyaşı” ile çözüleceğini biliyordu. Emretti:
“Yâ Sa’d! (r.a.) Derhal git! Kavmini (Ensâr’ı r.anhüm) şu çadırda (veya üstü kapalı alanda) topla! Aralarına sizden (Ensâr’dan r.anhüm) olmayan HİÇ KİMSE (ne Muhâcir, ne Kureyşli) girmesin!”
Sadece Ensâr (Medineliler) toplandı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o hüzünlü ve sitemkâr (kırgın) Ashâbının (r.anhüm) karşısına dikildi. Ve Siyer tarihinin en dokunaklı, en Cihan Şümul hitabelerinden (konuşmalarından) birini yaptı:
O (s.a.v.) söze başladı: “Ey Ensâr (Medineliler) cemaati! İşittiğime göre, kalbinizde (nefsinizde) bana (Muhammed’e s.a.v.) karşı bir kırgınlık (hüzün) duymuşsunuz?”
“Duydum ki, ‘Muhammed (s.a.v.) kavmine (Kureyş’e) kavuştu, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) unuttu’ demişsiniz?”
“Ey Ensâr! (Medineliler) … Siz (Ensâr r.anhüm) dalâlette (sapıklıkta/putperest) değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla sizi (Ensâr’ı r.anhüm) hidayete (İslâm’a) erdirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
“Ey Ensâr! (Medineliler) Siz (Ensâr r.anhüm) fakir (yoksul) değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla sizi (Ensâr’ı r.anhüm) zenginleştirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
“Ey Ensâr! (Medineliler) Siz (Ensâr r.anhüm) birbirinize (Evs ve Hazrec) düşman değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla kalplerinizi (gönüllerinizi) birleştirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) durdu ve sesini değiştirdi:
“Ey Ensâr! (Medineliler) Vallahi, isteseydiniz, siz (Ensâr r.anhüm) de (bana Muhammed’e s.a.v.) şöyle diyebilirdiniz ve sonuna kadar haklı olurdunuz:
‘Yâ Muhammed! (s.a.v.) Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) (Mekke’de) yalanlanmış (tekzîb edilmiş) olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) inandık (tasdik ettik)!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) (Mekke’den) kovulmuş olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) kucak açtık (himaye ettik)!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) fakir olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) mallarımızı paylaştırdık!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) yardımsız olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Seni (Muhammed’i s.a.v.) koruduk!’
“Eğer bunları (bu sözleri) söyleseydiniz, vallahi doğru söylemiş olurdunuz!”
Sonra o Cihan Şümul suali sordu (hitabetin zirvesi):
“Ey Ensâr! (Medineliler) … O (Kureyş) insanların kalplerini (gönüllerini) İslâm’a ısındırmak (Müellefe-i Kulûb) için, fâni (geçici) dünyanın o değersiz mallarından (ganimetlerinden) onlara (Kureyş’e) biraz pay (hisse) verdim diye mi kalbinizde (gönlünüzde) bana (Muhammed’e s.a.v.) kırıldınız?”
Ve o Cihan Şümul teklifi yaptı. O (s.a.v.) teklif ki, Ensâr’ın (Medinelilerin) kalbini (gönlünü) paramparça etti:
“Ey Ensâr Cemaati!
O (Mekkeliler) insanlar, evlerine (yurtlarına) develerle, koyunlarla, altın ve gümüşlerle dönerken;
Siz (Ensâr r.anhüm), evlerinize (yurtlarınıza) bizzat Allah’ın (c.c.) Resûlü (s.a.v.) ile (Muhammed s.a.v. ile) dönmeye razı değil misiniz?”
Bu söz, çadıra bir bomba gibi düştü.
Bütün Ensâr (Medineliler), o koca koca Sahabîler (r.anhüm), hüngür hüngür ağlamaya başladılar. O çadırdan sadece gözyaşı ve hıçkırık sesleri geliyordu. Sakalları gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu.
Hep bir ağızdan, o gözyaşları içinde feryat ettiler:
“Radînâ bi-Resûlillâhi (s.a.v.) kısmen ve hazzâ!”
(Biz (Ensâr r.anhüm), pay (hisse) ve ganimet olarak Allah’ın (c.c.) Resûlü’ne (s.a.v.) razı olduk! Razı olduk Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bize (Ensâr’a r.anhüm) Sen (Muhammed s.a.v.) yetersin!)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de onlarla (Ensâr’la r.anhüm) birlikte ağlıyordu. Ve O (s.a.v.), o Cihan Şümul vefâ (sadakat) yeminini etti ve duasını yaptı:
“Vallahi, eğer Hicret (fazileti) olmasaydı, ben (Muhammed s.a.v.) muhakkak Ensâr’dan (Medinelilerden) bir fert olmak isterdim!”
“Vallahi, bütün insanlar bir vadiye (yola) gitse, ben (Muhammed s.a.v.) muhakkak Ensâr’ın (Medinelilerin) gittiği vadiye (yola) giderdim!”
“Ey Allah’ım! (c.c.) Ensâr’a (Medinelilere) rahmet et! Ensâr’ın (Medinelilerin) çocuklarına rahmet et! Ensâr’ın (Medinelilerin) torunlarına rahmet et!”
Huneyn Gazvesi, “sayı çokluğu”nun (kemmiyetin) değil, “iman”ın (keyfiyetin) zaferi olmuştu.
Ganimet taksimi (paylaşımı) ise, Kureyş’in “kalbini (gönlünü)” fethetmiş; Ensâr’ın (Medinelilerin) ise Resûlullah’a (s.a.v.) olan “Aşkı”nı (sevgisini) tazelemişti.
Efendimiz (s.a.v.), Ci’râne’de ihrama girerek Umre yaptı ve Medine’ye, Ensâr’ın (Medinelilerin) yurduna, onlarla (Ensâr’la r.anhüm) birlikte döndü.

Mekke’nin Fethi, Câhiliye’nin bel kemiğini kırmıştı. Huneyn Zaferi ve Tâif’in (Sakîf’in) teslimiyeti ise, Arabistan’daki son büyük müşrik direnişini de sona erdirmişti. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Huneyn ganimetlerini (hazinelerini) “Müellefe-i Kulûb” (Kalpleri İslâm’a Isındırılacaklar) siyasetiyle Kureyş’in yeni Müslüman olan reislerine (Ebû Süfyan, Safvân r.a. vb.) dağıtması, onların (Kureyş reislerinin) kalplerini (gönüllerini) tamamen İslâm’a bağlamıştı.
Ensâr’ın (Medinelilerin) o Cihan Şümul (Evrensel) vefâsı (sadakati) ise, “Ganimet olarak bize (Ensâr’a r.anhüm) Allah’ın Resûlü (s.a.v.) yeter!” sözleriyle, Medine’nin içtimaî (sosyal) bütünlüğünü zirveye taşımıştı.
Artık İslâm’ın karşısında duracak bir Arap gücü kalmamıştı.

BÖLÜM 34: “ZORLUK ORDUSU” (CEYŞÜ’L-USRE) VE SON GAZVE: TEBÜK
(Medenî Dönem – XXII)

1. “Heyetler Yılı” (Senetü’l-Vüfûd) – Hicretin 9. Yılı

Hicretin 9. Yılı (M. 630-631), Medine için bir “Hasat” yılı oldu. Mekke’nin Fethi’ni ve Huneyn Zaferi’ni gören Arap kabileleri, İslâm’ın sadece manevî bir güç değil, aynı zamanda Arabistan’ın en büyük siyasî ve askerî gücü olduğunu da idrak ettiler (anladılar).
Artık direnmenin bir manası kalmamıştı. Arabistan’ın dört bir yanından (Yemen’den, Umman’dan, Bahreyn’den, Necid’den), kabile reisleri (liderleri) ve temsilcileri (elçileri), Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye akın etmeye başladılar.
Bu heyetler (vüfûd), Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna çıkıyor, O’nun (s.a.v.) Peygamberliğini (s.a.v.) tasdik ediyor ve kabilelerinin topluca İslâm’a girdiğini ilan ediyorlardı.
Bu heyetlerin (heyetlerin) en mühimi, şüphesiz Sakîf (Tâif) Heyeti idi.
Yıllar önce Resûlullah’ı (s.a.v.) taşlayan, Huneyn’de O’na (s.a.v.) karşı savaşan ve Tâif Kalesi’ne sığınan Sakîf kabilesi, Efendimiz’in (s.a.v.) kuşatmayı kaldırırken yaptığı o mübarek duanın (“Allah’ım! Sakîf’e hidayet ver ve onları (Müslüman olarak) bana (Muhammed’e s.a.v.) getir!”) bereketiyle, artık direnemeyeceklerini anlamışlardı.
Bizzat Medine’ye geldiler. İslâm’ı kabul ettiler. Tek bir şartları vardı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Tâif’teki en büyük putumuz (sanemimiz) olan ‘Lât’ı (putunu) kırmamıza izin ver, O’nu (Lât’ı) üç (3) yıl (veya bir/1 yıl) daha tutalım.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Tevhid (Allah’ın c.c. birliği) akidesinde (inancında) asla taviz vermedi. Bu teklifi kati olarak reddetti.
“Peki, o (Lât) zaman O’nu (Lât’ı) kendi ellerimizle kırmayalım, bize (Sakîf’e) ağır geliyor. Sen (s.a.v.) birini gönder, O (gönderilen) kırsın” dediler. Efendimiz (s.a.v.) bunu kabul etti. (Ve Tâif’teki o meşhur putu (sanemi) kırma vazifesini, ironik bir şekilde, eski bir putperest (müşrik) komutan olan Muğîre bin Şu’be’ye (r.a.) verdi.)
Medine’ye o yıl o kadar çok heyet (elçi) geldi ki, Mescid-i Nebevî bir diplomasi (elçilik) merkezine döndü. Bu yüzden Hicretin 9. Yılı, İslâm tarihinde “Senetü’l-Vüfûd” (Heyetler Yılı) olarak anıldı.
Cenâb-ı Hak, bu manzarayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir (betimleme) edecekti:
“Allah’ın (c.c.) yardımı ve fetih (Mekke’nin Fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın (c.c.) dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbine (c.c.) hamd ederek tesbihte bulun ve O’ndan (c.c.) bağışlama dile. Şüphesiz O (c.c.), tevbeleri (tövbeleri) çok kabul edendir.” (Nasr, 110/1-3 )

2. Kuzeyden Gelen Tehdit: Bizans (Roma) Ordusu

Arabistan yarımadası (Cezîretü’l-Arap) tamamen İslâm’ın sancağı altında birleşmişti. Ancak İslâm’ın Cihan Şümul davet mektupları, Kuzey’deki o devasa gücü (Bizans/Roma) rahatsız etmişti.
Mûte Savaşı’nda (Hicret 8), 3.000 (Üç bin) Müslümanın 200.000 (İki yüz bin) (veya 100.000) kişilik Bizans (Roma) ordusuna kafa tutması ve Hâlid bin Velîd’in (r.a.) o orduyu salimen geri çekmesi, Bizans (Roma) İmparatoru Herakliyus’u şaşırtmış ve korkutmuştu.
Herakliyus, Arabistan’da doğan bu yeni “Süper Güç”ü (İslâm Devleti’ni), daha fazla büyümeden, kökünden ezmeye karar verdi.
Hicretin 9. Yılı, Receb ayında (M. 630), Medine’ye korkunç bir istihbarat (haber) ulaştı:
“Herakliyus, Şam (Suriye) sınırına, Bizans (Roma) askerleri ve O’na (Herakliyus’a) bağlı Hristiyan Arap (Gassânî) kabilelerinden oluşan 40.000 (Kırk bin) kişilik muazzam bir ordu yığmıştır. Ordu, Medine’ye yürümeye hazırlanmaktadır!”
Bu, Hendek’ten (10.000 kişi) bile daha büyük, dünyanın en profesyonel ordusunun (Bizans/Roma) topyekûn bir istila (işgal) tehdidiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu tehdide derhal ve en üst seviyede karşılık verilmesi gerektiğine karar verdi.

3. “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) ve İman İmtihanı

Efendimiz (s.a.v.), bu kez hedefi gizlemedi. Bütün Müslümanlara ve müttefik Arap kabilelerine “Açık Çağrı” (Nefîr-i Âmm) yaptı:
“Bizans (Roma) üzerine, Tebük’e yürüyoruz! Hazırlanın!”
Bu çağrı, İslâm Ümmeti’nin o güne kadar karşılaştığı en ağır “İman İmtihanı” idi. Bu yüzden bu sefere “Zorluk Gazvesi” (Gazvetü’l-Usre) denildi.
Zorluk şuydu:
• Mevsim: Arabistan’ın en kavurucu, en sıcak yaz aylarıydı (Temmuz/Ağustos).
• Mesafe: Tebük, Medine’ye 700-800 km uzakta, çölün ortasındaydı.
• Zamanlama: Tam hurmaların olgunlaştığı “Hasat” zamanıydı. Medine’nin bütün bir yıllık ekonomisi (nafakası) bu hasata bağlıydı. Sefere gitmek demek, o yılın bütün gelirini (hurmaları) ağaçlarda çürümeye terk etmek demekti.
• Düşman: Karşıdaki düşman, Kureyş veya Hevâzin gibi bedevîler (çöl Arapları) değil, dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) idi.
Bu sefer, “Gerçek Mü’min” ile “Münafık”ı (sahtekârı), “Cömert” ile “Cimri”yi ayıracak olan son “Furkân” (ayırma) imtihanıydı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu muazzam orduyu (Ceyşü’l-Usre’yi) teçhiz etmek (donatmak) için “İnfâk” (Malî Yardım) seferberliği başlattı.
O gün, Sahâbe (r.anhüm), imanın ve fedakârlığın ne demek olduğunu Cihan Şümul âleme (dünyaya) gösterdi:
• Hz. Osman’ın (r.a.) Cömertliği (Zenginlerin İmtihanı):
Hz. Osman bin Affân (radıyallâhu anh) (Zinnûreyn/İki Nur Sahibi), bu ordunun (Ceyşü’l-Usre’nin) neredeyse üçte birini (1/3) tek başına donattı. Rivayete göre; 900 (Dokuz yüz) deve, 100 (Yüz) at (tam teçhizatlı) ve 1.000 (Bin) dinar altın (muazzam bir servet) bağışladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Osman’ın (r.a.) getirdiği o altınları mübarek elleriyle karıştırırken, o kadar sevinmişti ki, O’na (Osman’a r.a.) şu müjdeyi verdi: “Bugünden sonra Osman’a (r.a.) yaptığı (yapacağı) hiçbir şey (günah) zarar vermez!”
• Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) Yarışı:
Hz. Ömer (r.a.), “Hayatımda hep Ebû Bekir’i (r.a.) geçmek istedim. Bugün, malımın yarısını getiriyorum. Bugün O’nu (Ebû Bekir’i r.a.) geçeceğim!” (r.a.) diyerek malının tam yarısını (1/2) Efendimiz’in (s.a.v.) önüne koydu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yâ Ömer! (r.a.) Ailene (Ehline) ne bıraktın?”
Hz. Ömer (r.a.): “Malımın yarısını (1/2), Yâ Resûlallah! (s.a.v.)”
Az sonra Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh) geldi. O (Ebû Bekir r.a.), bir bohça içinde malının TAMAMINI Efendimiz’in (s.a.v.) önüne koydu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yâ Ebâ Bekir! (r.a.) Sen (Ebû Bekir r.a.) ailene (ehline) ne bıraktın?”
O (Ebû Bekir r.a.) “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi), o Cihan Şümul (Evrensel) iman cevabını verdi:
“Onlara (Ehline) Allah’ı (c.c.) ve Resûlü’nü (s.a.v.) bıraktım!”
Hz. Ömer (r.a.) o anda ağlamaya başladı ve “Anladım ki, ben (Ömer r.a.) seni (Ebû Bekir’i r.a.) hiçbir zaman geçemeyeceğim” dedi.
• “el-Bekkâûn” (Ağlayanlar) (Fakirlerin İmtihanı):
Bu zenginlerin (mal sahiplerinin) yanında, bir de fakir (yoksul) Ashâb (r.anhüm) vardı. Onlar (Bekkâûn r.anhüm) da bu sefere (Cihâd’a/Gazâya) katılmak, şehit olmak istiyorlardı. Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldiler: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim (Bekkâûn’un r.anhüm) ne kılıcımız ne de binecek devemiz var. Bize (Bekkâûn’a r.anhüm) de binecek (hayvan) ver, biz (Bekkâûn r.anhüm) de gelelim!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o anki imkânsızlık içinde, hüzünle cevap verdi: “Vallahi, sizi (Bekkâûn’u r.anhüm) bindirecek hiçbir şey (hayvan) bulamıyorum.”
Bu Sahabîler (r.anhüm) (el-Bekkâûn r.anhüm), Cihâd’a (Gazâya) katılamadıkları için, hıçkıra hıçkıra ağlayarak geri döndüler. Onların (Bekkâûn’un r.anhüm) bu ihlaslı (samimi) gözyaşları üzerine, Cenâb-ı Hak, Tevbe Suresi’nde (9/92) Onları (Bekkâûn’u r.anhüm) överek teselli etti.

 

 

  • Münafıkların İhâneti (Sahtekârların İmtihanı):

    Bu “Zorluk” (Usre) imtihanı, Münafıkların (sahtekârların) son maskesini de düşürdü. Onlar (Münafıklar), Resûlullah’a (s.a.v.) gelip yalan mazeretler (bahaneler) sundular:
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) ‘Bu sıcakta sefere mi çıkılır?’ Bize (Münafıklara) izin ver, Medine’de kalalım.” (Allah c.c. onlara r.anhüm cevap verdi: “De ki: Cehennem ateşi, bu sıcaktan çok daha şiddetlidir!” – Tevbe, 9/81)
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim (Münafıkların) evlerimiz savunmasız (Avret).” (Allah c.c., “Onların (Münafıkların) evleri savunmasız değildi, onlar (Münafıklar) sadece kaçmak istiyorlardı” – Ahzâb, 33/13 dedi.)
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizans (Roma) kadınları (kızları) çok güzeldir. Biz (Münafıklar) gidersek, fitneye (günaha) düşeriz. Bize (Münafıklara) izin ver, fitneye (günaha) düşmeyelim.” (Allah c.c. cevap verdi: “Haberiniz olsun ki, onlar (Münafıklar) zaten fitnenin (günahın) tam içine düşmüşlerdir!” – Tevbe, 9/49)
    Ve Medine’nin en büyük münafığı (sahtekârı) Abdullah bin Übeyy bin Selûl, en büyük ordusuyla Medine’nin dışında karargâh kurdu, ancak “Bizans’la (Roma’yla) savaşılmaz” diyerek, İslâm Ordusu’ndan ayrılıp Medine’ye geri döndü.

    4. Tebük’e Varış ve Kılıçsız Zafer

    İslâm Ordusu, geride kalan münafıklara (sahtekârlara) ve imanı zayıflara (inancı güçsüzlere) aldırmadan, 30.000 (Otuz bin) kişilik o muazzam kuvvetle (10.000’i atlı) yola çıktı.
    Bu, İslâm tarihinin o güne kadar gördüğü en büyük orduydu.
    Ancak yolculuk, “Zorluk” (Usre) ismine lâyık bir meşakkatle (zorlukla) doluydu. Sıcaklık dayanılmazdı. Su kaynakları (kuyular) kurumuştu. Açlık o raddeye gelmişti ki, Sahabîler (r.anhüm) develerinin içindeki suyu (işkembelerindeki) içmek veya su bulmak için develerini kesmek zorunda kalmışlardı.
    Ancak bu 30.000 (Otuz bin) sâdık (sadakatli) Mü’min (inanan), o imkânsız çöl yolculuğunu tamamladı ve Tebük’e ulaştı.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.) karargâhı kurdu ve 40.000 (Kırk bin) kişilik Bizans (Roma) Ordusu’nu beklemeye başladı.
    Ancak meydanda kimse yoktu!
    Bizans (Roma) casusları, Müslümanların o kavurucu çölde, hasat mevsimini terk ederek 30.000 (Otuz bin) kişilik bir orduyla, bu imkânsız yolculuğu yaptıklarını (iman gücünü) İmparator Herakliyus’a bildirince;
    Herakliyus, Mûte’de (Hicret 8) 3.000 (Üç bin) kişiden korktuğu gibi, bu 30.000 (Otuz bin) “imanlı” ordudan daha çok korkmuştu. “Bunlar (Müslümanlar) sıradan insanlar (beşer) değil. Bunlarla (Müslümanlarla) savaşılmaz” diyerek, ordusunu Şam’ın (Suriye’nin) içlerine (Hıms’a) geri çekmişti.
    Tebük Gazvesi, İslâm’ın, dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) karşısında, tek bir kılıç çekilmeden, “iman gücü” ve “caydırıcılık” ile kazandığı en büyük psikolojik zaferdir.
    Efendimiz (s.a.v.) Tebük’te 20 (yirmi) gün kalır. Kuzeydeki Hristiyan Arap emirlerini (reislerini) (Eyle, Dûme vb.) İslâm’a davet eder, onlarla “Cizye” (vergi) antlaşmaları (muahedeleri) yapar. İslâm’ın kuzey sınırlarını Bizans (Roma) sınırına kadar emniyete alır.

    5. “Sadakatin” İmtihanı: Ka’b bin Mâlik (r.a.) ve İki Arkadaşı (r.anhüm)

    İslâm Ordusu, bu “kılıçsız” zaferle Medine’ye döndü.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid’e oturdu. Sefere katılmayan Münafıklar (sahtekârlar) (80 küsur kişi) birer birer geldiler. Hepsi, yalan mazeretler (bahaneler) sundular (“Hastaydım”, “İşim vardı” vb.). Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nların (münafıkların) zâhirlerini (dışlarını) kabul etti, onlar (münafıklar) için istiğfar (af) diledi, ancak derûnlarını (içlerini) Allah’a (c.c.) havale etti.
    En son, üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) geldi: Ka’b bin Mâlik (r.a.), Hilâl bin Ümeyye (r.a.) ve Mürâre bin Rebî’ (r.a.).
    Bunlar (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.), münafık (sahtekâr) değillerdi. Sadece, o günlerde bahçeleri (hurmaları) çok güzel olduğu için, “Nasılsa ordu yavaş gider, yarın hazırlanır yetişirim… Ertesi gün yetişirim…” diyerek “Tembellik” (Tesvîf/Erteleme) yapmışlar ve orduyu kaçırmışlardı.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ka’b’a (r.a.) sordu: “Yâ Ka’b! (r.a.) Sen (Ka’b r.a.) neden gelmedin? Binek (hayvan) almamış mıydın?”
    Ka’b (r.a.), o Cihan Şümul (Evrensel) “sadakat” dersini verdi:
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Vallahi, Senin (s.a.v.) huzurunda değil de, bir dünya sultanının huzurunda olsaydım, bir yalan uydurur (mazeret/bahane bulur), O’nun (sultanın) gazabından (öfkesinden) kurtulurdum. Benim (Ka’b’ın r.a.) hitabetim (konuşmam) kuvvetlidir.”
    “Ama biliyorum ki, bugün Sana (s.a.v.) yalan söylesem, Sen (s.a.v.) benden (Ka’b’dan r.a.) razı olsan bile, Allah (c.c.) yarın Sana (s.a.v.) (vahiyle) hakikati (gerçeği) bildirir ve Sen (s.a.v.) bana (Ka’b’a r.a.) gazap (öfke) edersin.”
    “Ama bugün Sana (s.a.v.) ‘doğruyu’ söylersem, belki bana (Ka’b’a r.a.) kızacaksın (darılacaksın). Lâkin (ancak) ben (Ka’b r.a.), bu sadakatim (doğruluğum) hürmetine, Allah’ın (c.c.) affını (bağışlamasını) ümit ediyorum.”
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Vallahi, benim (Ka’b’ın r.a.) (sefere katılmamak için) hiçbir mazeretim (bahanem) yoktu!”
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ka’b’ın r.a.) ve diğer iki (2) arkadaşının (r.anhüm) da (Hilâl r.a., Mürâre r.a.) aynı şeyi söylediğini öğrenince, buyurdu ki:
    “İşte bu (Ka’b r.a.) doğru söyledi. Kalkın ve hakkınızda Allah’tan (c.c.) bir hüküm gelinceye kadar bekleyin!”
    Ve ilâhî bir emirle, bu üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî’ye (r.anhüm) “Boykot” (Tecrit) başlar.
    • Resûlullah (s.a.v.) da dahil, Medine’deki HİÇ KİMSE bu üç (3) kişiyle (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.) konuşmayacaktı.
    • Bu boykot tam 50 (Elli) gün sürer.
    • Kırkıncı (40.) gün, imtihan daha da ağırlaşır: “Zevcelerinizden (eşlerinizden) de ayrılın (onlara yaklaşmayın)!” emri gelir.
    • Elli (50) gün boyunca, o üç (3) Sahabî (r.anhüm) Medine sokaklarında birer “hayalet” gibi dolaşırlar. Selam verirler, kimse selamlarını almaz. Mescid’e gelirler, kimse onlarla (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.) konuşmaz.
    • Ka’b (r.a.) der ki: “Yeryüzü, o (bildiğim) yeryüzü değildi. O (bildiğim) insanlar, o (bildiğim) insanlar değildi. Yeryüzü o genişliğine rağmen bana (Ka’b’a r.a.) dar gelmişti.”
    Tam 50. (ellinci) günün sabah namazında, Ka’b (r.a.) evinin damında ağlayarak dua ederken, Medine’deki Sel’ Dağı’nın tepesinden bir Sahabî’nin (r.a.) (Ebû Bekir’in r.a. veya bir başkasının) o Cihan Şümul müjde nidâsı (sesi) yankılanır:
    “Müjde, yâ Ka’b bin Mâlik! (r.a.) Müjde! Tevben (Tövben) kabul oldu!”
    Cenâb-ı Hak, o üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî’nin (r.anhüm) “sadakatlerinin” (doğruluklarının) bedelini ve “tevbelerinin” (tövbelerinin) kabulünü, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de (Tevbe, 9/117-118) vahiyle ilan eder.
    Tebük Gazvesi, İslâm Ümmeti’nin son büyük imtihanı olmuş; Bizans’ı (Roma’yı) dize getirmiş ve “Münafık (Sahtekâr)” ile “Sâdık (Sadakatli)” olanı ebediyen ayırmıştır.
    Tebük Seferi (Hicret 9), İslâm’ın o “Zorluk Ordusu”nun (Ceyşü’l-Usre), dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) karşısında kılıç çekmeden kazandığı Cihan Şümul bir psikolojik zafer olmuştu. Bu sefer, mü’min ile münafığı (sahtekârı) kesin bir çizgiyle ayırmıştı.
    Artık Arabistan yarımadasında (Cezîretü’l-Arap) İslâm’a karşı duracak ne bir müşrik (putperest) ordusu ne de bir Yahudi fitnesi kalmıştı. Hicretin 9. Yılı, “Heyetler Yılı” (Senetü’l-Vüfûd) olmuş, Arabistan’ın dört bir yanından gelen kabileler, bölük bölük Allah’ın (c.c.) dinine girmişlerdi. Yıllar önce kendisini (s.a.v.) taşlayan Tâif (Sakîf) kabilesi dahi, Medine’ye heyet (elçi) göndererek İslâm’ı kabul etmişti.
    Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), 22 yıllık o meşakkatli (zorlu) Nübüvvet (Peygamberlik) vazifesinin (görevinin) sonuna yaklaştığını hissediyordu. Din, Arabistan’a hâkim olmuştu. Sıra, bu Cihan Şümul davanın esaslarını 100.000 (Yüz bin) kişiyi aşan muazzam bir cemaate, son bir kez, en mukaddes (kutsal) mekânda ilan etmeye ve onlarla (Ashâbıyla r.anhüm) vedalaşmaya gelmişti.

    BÖLÜM 35: HÜCCETÜ’L-VEDÂ (VEDA HACCI) VE DİNİN İKMÂLİ (TAMAMLANMASI)
    (Medenî Dönem – XXIII)

    1. Medine’den Son Yolculuk: 100.000 (Yüz Bin) Kişilik Nur Kervanı (Hicret 10)
    Hicretin 10. Yılı, Zilkade ayı… Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), (Hicret’ten sonraki) ilk ve son Hacc’ını (Farz olan Hac) edâ (yerine getirme) edeceğini ilan etti.
    Bu haber, İslâm dünyasında bir şimşek gibi çaktı. Hayatı boyunca Resûlullah’ı (s.a.v.) bir kez olsun görmek, O’nunla (s.a.v.) birlikte namaz kılmak ve Hac yapmak isteyen on binlerce Müslüman, Arabistan’ın her köşesinden Medine’ye akın etti.
    100.000 (Yüz bin) (bazı rivayetlere göre 124.000) kişilik, o güne kadar görülmemiş, tamamı Müslümanlardan oluşan muazzam bir “Nur Kervanı” toplandı.
    Efendimiz (s.a.v.), Medine’den yola çıktı. “Zülhuleyfe”de (Mikât sınırı) ihrama girdi.
    O (s.a.v.), 10 (on) yıl önce, bir gece vakti, bir mağaraya sığınarak, tek bir dostuyla (Hz. Ebû Bekir r.a.) terk ettiği Mekke’ye; şimdi, 100.000 (Yüz bin) kişilik muazzam bir Ümmet’in (Müslüman toplumun) Lideri (Peygamberi s.a.v.) ve Fâtihi olarak, gündüz vakti, izzetle giriyordu.
    O (s.a.v.) ve 100.000 (Yüz bin) Sahâbîsi (r.anhüm), hep bir ağızdan Tevhid’in (Allah’ın c.c. birliğinin) o Cihan Şümul nidasını haykırıyordu:
    “Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerîke lek!”
    (Buyur Allah’ım (c.c.) buyur! Emrindeyim! Senin (c.c.) ortağın yoktur. Hamd (Övgü) Sana (c.c.) mahsustur, nimet de mülk de Senindir (c.c.)! Senin (c.c.) ortağın yoktur!)
    Mekke ve etrafındaki vâdiler, “Tevhid” (Allah’ın c.c. birliği) ile yankılanıyordu.

    2. Arafat Vakfesi ve “Vedâ Hutbesi” (Zilhicce 9, Cuma Günü)

    Hacc’ın zirvesi, Zilhicce ayının 9. Günü, Cuma günü, Arafat Dağı’ndaydı (Cebel-i Rahme).
    Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Arafat Vâdisi’nin ortasında (Urene Vâdisi’nde) durdu.
    O’nun (s.a.v.) karşısında, ufuk çizgisine kadar uzanan, ihramlara bürünmüş 124.000 (Yüz yirmi dört bin) Sahâbî (r.anhüm), huşû (derin saygı) içinde, O’nun (s.a.v.) mübarek lisanından (dilinden) dökülecek o son Cihan Şümul (Evrensel) vasiyeti (nasihati) dinlemek için nefeslerini tutmuşlardı.
    Efendimiz (s.a.v.), o mahşerî kalabalığa, İslâm Medeniyeti’nin Kıyamete kadar sürecek olan “Temel İnsan Hakları Beyannâmesi”ni ve “İslâm Anayasası”nı ilan etti:

    Vedâ Hutbesi.
    (Sesi gür olan Rabîa bin Ümeyye r.a. gibi Sahâbîler r.anhüm, Efendimiz’in (s.a.v.) cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak, hutbenin (konuşmanın) en arkadakilere kadar ulaşmasını sağlıyorlardı.)
    Efendimiz (s.a.v.) hamd (övgü) ve senâdan (yüceltmeden) sonra söze başladı:

    “Ey İnsanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Zira bilmiyorum, belki de bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım.”
    Bu, bir “Vedâ” hitabıydı.
    O (s.a.v.) devam etti:
    • Can ve Mal Emniyeti (Dokunulmazlığı):
    “Ey İnsanlar! Bu gününüz (Arefe Günü) nasıl mukaddes (kutsal) bir gün ise, bu ayınız (Zilhicce Ayı) nasıl mukaddes (kutsal) bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes (kutsal) bir belde ise; kanlarınız (canlarınız), mallarınız ve ırzlarınız (namusunuz) da (birbirinize karşı) aynı şekilde mukaddestir (kutsaldır), her türlü tecâvüzden (saldırıdan) korunmuştur!”
    • Câhiliye’nin Kaldırılması:
    “Dikkat ediniz! Câhiliye’den kalma bütün âdetler (batıl/yanlış inançlar, âdetler), ayaklarımın altındadır, kaldırılmıştır!”
    “Câhiliye devrinde güdülen kan davaları (dâvâü’d-dem) tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, (amcam Hâris’in oğlu) Rabîa bin Hâris’in kan davasıdır!”
    “Faizin (Ribâ’nın) her türlüsü kaldırılmıştır, ayaklarımın altındadır. Kaldırdığım ilk faiz (ribâ) ise, (amcam) Abbâs bin Abdilmuttalib’in (r.a.) faizidir (alacağıdır)!”
    • Kadın Hakları ve Emanet:
    “Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmeniz ve bu hususta Allah’tan (c.c.) korkmanızı (Takvâ’yı) tavsiye ederim!”
    “Sizin (erkeklerin) kadınlar üzerinde hakkınız (hukukunuz), kadınların da sizin (erkeklerin) üzerinizde hakkı (hukuku) vardır.”
    “Onlar (Kadınlar), size (erkeklere) Allah’ın (c.c.) bir emanetidir. Allah (c.c.) adına (nikahla) onları (kadınları) kendinize (erkeklere) helâl kıldınız. Onlara (kadınlara) karşı şefkatli ve merhametli olunuz, yiyecekleri ve giyecekleri hususunda (onlara r.anha) iyilikle (ihsanla) muamele ediniz!”
    • Cihan Şümul Eşitlik ve Kardeşlik:
    “Ey Mü’minler ! Rabbiniz (c.c.) birdir, babanız (Atanız Âdem a.s.) da birdir. Hepiniz Âdem’in (a.s.) çocuklarısınız, Âdem (a.s.) ise topraktandır.”
    “Arab’ın Acem’e (Arap olmayana), Acem’in (Arap olmayanın) Arab’a; kırmızının (beyaz tenlinin) siyaha, siyahın da kırmızıya (beyaz tenliye) takvâdan (Allah’tan c.c. korkmaktan/O’na c.c. itaatten) başka hiçbir üstünlüğü yoktur!”
    “Şüphesiz, Allah (c.c.) katında en kerîm (üstün/şerefli) olanınız, O’na (c.c.) karşı takvâsı (itaati/korkusu) en ziyade (fazla) olanınızdır!”
    • İki Cihan Şümul Emanet:
    “Ey İnsanlar! Size (Ashâbıma r.anhüm) iki emanet bırakıyorum. Onlara (iki emanete) sımsıkı sarıldığınız müddetçe, yolunuzu asla şaşırmazsınız:
    1. Allah’ın (c.c.) Kitabı (Kur’ân-ı Kerîm).
    2. Nebî’sinin (Peygamberinin s.a.v.) Sünneti (veya Ehl-i Beytim r.anhüm).”

    3. Şâhitlik (Tanıklık) ve Dinin İkmâli (Tamamlanması)
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul hitabenin (konuşmanın) sonunda, o 124.000 (Yüz yirmi dört bin) kişilik mahşerî (çok kalabalık) cemaate sordu:
    “Ey İnsanlar! Yarın (Ahirette) beni (Muhammed’i s.a.v.) sizden (Ashâbımdan r.anhüm) soracaklar. Ne diyeceksiniz?”
    124.000 (Yüz yirmi dört bin) Sahâbî (r.anhüm), tek bir gür sesle Arafat Vâdisi’ni titretti:
    “Şehâdet (Şahitlik) ederiz ki, Sen (Muhammed s.a.v.) (Allah’ın c.c. Risâletini) tebliğ ettin! Vazifeni (görevini) (eksiksiz) ifâ (yerine getirme) ettin! Ve bize (Ashâbına r.anhüm) (sonuna kadar) nasihat ettin!”
    Bu Cihan Şümul şehâdet (şahitlik) üzerine, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek şehâdet (şahitlik) parmağını önce semâya (gökyüzüne) kaldırdı, sonra o muazzam cemaate çevirdi ve üç kez gürledi:

    “Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab! Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab! Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab!”
    (Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.) Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.) Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.))
    Ve tam o anda, o Cuma günü, Arafat Vâdisi’nde, o muazzam cemaatin (topluluğun) şâhitliğinde (tanıklığında), 23 (Yirmi üç) yıllık Risâlet (Elçilik) vazifesinin (görevinin) tamamlandığını, İslâm Dini’nin “kemâle erdiğini” (olgunlaştığını/tamamlandığını) ilan eden o Cihan Şümul (
    ayet-i kerîme nâzil (indi) oldu:
    “…Bugün kâfirler (inkârcılar) sizin dininizden (dininizi yok etmekten) ümitlerini (ümitlerini) kesmişlerdir. Artık onlardan (kâfirlerden) korkmayın, benden (Allah’tan c.c.) korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle (tamama) erdirdim. Size (Müslümanlara) olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim (İslâm’dan razı oldum).” (Mâide, 5/3)
    Din, kemâle (tamama) ermişti.
    Bu ayet-i kerîme indiğinde, Ashâbın (r.anhüm) çoğu sevinirken, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh) ve Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh) hıçkırıklarla ağlamaya başladılar.
    “Neden ağlıyorsunuz?” diye soranlara (r.anhüm) şu cevabı verdiler: “Bir şey (vazife/görev) kemâle (tamama) ererse, artık zevâle (yok olmaya/gitmeye) yüz tutar (azalmaya başlar). Bu ayet (ayet-i kerîme), Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) vazifesinin (görevinin) bittiğini ve O’nun (s.a.v.) aramızdan ayrılma (vefât) vaktinin (zamanının) yaklaştığını haber veriyor.”

    4. Medine’ye Dönüş ve Son Hazırlık: Refîk-i A’lâ (En Yüce Dost’a c.c.)

    Efendimiz (s.a.v.), Hacc’ın (Hac ibadetinin) kalan vazifelerini (görevlerini) (Müzdelife, Mina, Şeytan taşlama, Kurban, Vedâ Tavafı) tamamladı ve Medine’ye döndü.
    Artık Hicretin 11. Yılı, Safer ayıydı (M. 632).
    Efendimiz (s.a.v.), son günlerinde Uhud Şehitlerini (r.anhüm) ve Bakî’ Kabristanlığı’nı (Mezarlığını) ziyaret etti. Uhud Şehitleri’ne (r.anhüm), sanki onlarla (Uhud Şehitleri’yle r.anhüm) vedalaşır gibi bir cenaze namazı kıldı (veya onlar r.anhüm için dua etti).
    Bir gece yarısı, hizmetkârı (hizmetlisi) Ebû Müveyhibe (r.a.) ile Bakî’ Kabristanlığı’na (Mezarlığına) gitti ve oradaki ehl-i kubûra (kabirdekilere) şöyle seslendi: “Selâm (Esenlik) size (ehl-i kubûra r.anhüm), ey kabir ehli (sahipleri)! İçinde bulunduğunuz hâl (durum), insanların içinde bulunduğu hâlden (durumdan) (fitnelerden/kargaşalardan) daha hayırlıdır (iyidir)…”
    Ve onlar (ehl-i kubûr r.anhüm) için uzun uzun istiğfar (af) diledi (bağışlanma diledi).
    Bu ziyaretten dönerken, mübarek hastalığı (rahatsızlığı), şiddetli bir baş ağrısı ve yüksek ateş (humma) ile başladı.
    Hastalığı (Rahatsızlığı) ağırlaştıkça, Mescid’e çıkamaz oldu. Zevcelerinden (eşlerinden r.anha) izin alarak, son günlerini geçirmek üzere, en çok sevdiği zevcesi (eşi r.anha) ve Sıddîk’ın (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) kızı (r.anha) olan Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasına (Hücre-i Saadet’e) geçti.
    O (s.a.v.) artık İmamet (namaz kıldırma) yapamayacak kadar ağırlaşmıştı. Ashâbına (r.anhüm) o Cihan Şümul ve siyasî işareti (sinyali) verdi:
    “Mürû Ebâ Bekrin fe’l-yusalli bi’n-nâs.”
    (Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, insanlara (cemaate) namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!)
    Hz. Aişe (r.anha), “Babam (Ebû Bekir r.a.) çok yufka (hassas) yüreklidir, Senin (s.a.v.) makamında (yerinde) ağlar, cemaate (topluluğa) sesini duyuramaz. Ne olur, Ömer’i (r.a.) emret” dediyse de, Efendimiz (s.a.v.) hiddetle emrini üç kez tekrarladı: “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!”
    Böylece, Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sağlığında (hayatında), O’nun (s.a.v.) yerine (mihrabına) geçen “İlk Halîfe” (Vekil/Devlet Başkanı) oldu.
    Hastalığı (Rahatsızlığı) boyunca, kızı Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ) yanından ayrılmadı. Bir gün, O’nu (Hz. Fâtıma’yı r.anha) yanına çağırdı, kulağına (kulağına) bir şey fısıldadı; Hz. Fâtıma (r.anha) hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) O’nu (Hz. Fâtıma’yı r.anha) tekrar çağırdı, bir şey daha fısıldadı; Hz. Fâtıma (r.anha) bu kez tebessüm etti (gülümsedi).
    Hz. Aişe (r.anha) “Nedir bu?” diye sorunca, Hz. Fâtıma (r.anha) (O an sırrı açıklamadı, ancak vefâttan (vefâttan) sonra açıkladı):
    “İlkinde, Babam (Muhammed s.a.v.) bana (Fâtıma’ya r.anha) ‘Bu hastalığından (rahatsızlığından) kurtulamayıp vefât edeceğini’ söyledi, O’nun (s.a.v.) için ağladım. İkincisinde ise, bana (Fâtıma’ya r.anha) ‘Ailesinden (Ehl-i Beyt’inden r.anhüm) O’na (s.a.v.) ilk kavuşacak olanın ben (Fâtıma r.anha) olduğumu’ müjdeledi, O’nun (s.a.v.) için sevindim (gülümsedim).”
    Artık son anlar yaklaşıyordu. O (s.a.v.), 23 (yirmi üç) yıllık vazifesini (görevini) tamamlamış, Dini (İslâm’ı) ikmâl etmiş (tamamlamış), Ümmet’i (Müslüman toplumu) hazırlamıştı. O (s.a.v.), artık Âlemlerin Rabbi’ne (c.c.), o “En Yüce Dost”a (Refîk-i A’lâ’ya) kavuşmayı bekliyordu.

    BÖLÜM 36 (SON BÖLÜM): VUSLAT – “ER-REFÎKA’L-A’L”YA (EN YÜCE DOST’A C.C.)
    (Medenî Dönem – XXIV)

    1. Hastalığın (Rahatsızlığın) Başlangıcı ve Son Emir (Hicret 11)

    Hicretin 10. Yılında, o muazzam “Vedâ Haccı” tamamlanmış, Arafat’ta “Din’in kemâle (tamama) erdiği” (Mâide, 5/3) ayet-i kerîmesiyle ilan edilmişti. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), 23 (yirmi üç) yıllık Cihan Şümul vazifesini (görevini) eksiksiz tamamlamanın huzuruyla Medine’ye dönmüştü.
    Hicretin 11. Yılı, Safer ayının son günleri…
    Efendimiz (s.a.v.), bir gece yarısı Bakî’ Kabristanlığı’nı (Mezarlığını) ziyaret etmiş, oradaki Ashâbına (r.anhüm) selam verip, onlar (Ashâbı r.anhüm) için uzun uzun istiğfar (af) dilemişti. Bu ziyaret, bir “Vedâ” ziyareti gibiydi.
    Bu ziyaretten döndükten sonra, mübarek hastalığı (rahatsızlığı), şiddetli bir baş ağrısı ve yüksek ateş (humma) ile başladı.
    Hastalığı (Rahatsızlığı) ağırlaştı. Artık Mescid-i Nebevî’ye çıkıp Ashâbına (r.anhüm) namaz kıldıramayacak hâle (duruma) gelmişti. Bütün zevcelerinden (eşlerinden r.anha) izin alarak, o son ve en kritik günlerini, mübarek kalbinin (gönlünün) en sevdiği yerde, Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasında (Hücre-i Saadet) geçirmeye karar verdi.
    O (s.a.v.), cemaatine (topluluğuna) İmamet (namaz kıldırma) edemeyince, o Cihan Şümul emri verdi. Bu emir, sadece bir namaz emri değil, aynı zamanda kendisinden (s.a.v.) sonra Ümmet’in (Müslüman toplumun) kime tâbi olacağına (uyacağına) dair siyasî bir işaretti (sinyaldi):
    “Mürû Ebâ Bekrin fe’l-yusalli bi’n-nâs.”
    (Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, insanlara (cemaate) namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!)
    Hz. Aişe (r.anha), babasının (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) ne kadar yufka (hassas) yürekli olduğunu, Resûlullah’ın (s.a.v.) makamına (yerine) geçtiğinde ağlamaktan kendini (Hz. Ebû Bekir’i r.a.) alamayacağını bildiği için, “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ebû Bekir (r.a.) çok rikkatlidir (incedir/hassastır). Bu vazifeyi (görevi) Ömer’e (r.a.) verseniz?” diye rica ettiyse de, Efendimiz (s.a.v.) hiddetle (öfkeyle) emrini üç (3) kez tekrarladı: “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!”
    Böylece Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sağlığında (hayatında), O’nun (s.a.v.) mihrabında 17 (on yedi) vakit namaz kıldırarak, “İlk Halîfe” (Vekil/Devlet Başkanı) olacağının en büyük işaretini (sinyalini) taşımış oldu.

    2. Son Pazartesi: O Son Tebessüm (12 Rebiülevvel)

    Vefât (Vefât) günü, Hicretin 11. Yılı, 12 Rebiülevvel, Pazartesi günüydü.
    O sabah, Efendimiz’in (s.a.v.) üzerindeki o ağır ateş (humma) hafiflemiş gibiydi. Mübarek yüzünde (vech-i şerîfinde) bir sükûnet (dinginlik) vardı.
    Sabah Namazı vaktiydi. Mescid-i Nebevî, İmamları (İmam) Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) arkasında, safları (sıraları) sıkıca kenetlenmiş, huşû (derin saygı) içinde namaza durmuştu.
    Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o anda, son bir kuvvetle (güçle) doğruldu. Hz. Aişe’nin (r.anha) odasının (Hücre-i Saadet’in) Mescid’e açılan perdesini mübarek eliyle araladı.
    Ve o Cihan Şümul manzaraya baktı…
    O (s.a.v.), 23 (yirmi üç) yıllık mücadelesinin (mücadele) neticesini (sonucunu) görüyordu: Birbirine düşman olan kabileler (Evs ve Hazrec), Mekke’den kovulanlar (Muhâcirler) ve Medine’de kucak açanlar (Ensâr)… Hepsi, tek bir safta (sırada), tek bir İmam’ın (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) arkasında, tek bir Allah’a (c.c.) secde ediyorlardı.
    Ümmet (Müslüman toplum) birleşmişti. Vazife (Görev) tamamlanmıştı.
    Bu manzarayı gören Âlemlerin Rahmeti Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yüzü (vech-i şerîfi), ayın on dördü (dolunay) gibi parladı ve O (s.a.v.), o Cihan Şümul (Evrensel) “Tebessüm” (Gülümseme) ile gülümsedi.
    O’nu (s.a.v.) perde aralığında gören Ashâb (r.anhüm), Efendimiz’in (s.a.v.) iyileştiğini ve namaza çıkacağını zannederek sevinçten saflarını (sıralarını) bozdular. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) geldiğini sanarak geri çekilmek istedi.
    Efendimiz (s.a.v.), onlara (Ashâbına r.anhüm) “Namazınıza devam edin” diye işaret (sinyal) etti. Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) “Yerinde (Mihrapta) kal” diye işaret (sinyal) etti.
    Ve o mübarek perdeyi kapattı.
    Bu, Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) O’nu (s.a.v.) sağ (canlı) olarak gördüğü son andı.

    3. Son Anlar ve O Son Söz: “Refîk-i A’lâ” (En Yüce Dost’a c.c.)

    O (s.a.v.) tebessümden (gülümsemeden) sonra tekrar Hz. Aişe’nin (r.anha) kucağına (kucağına) yattı. Ancak hastalığı (rahatsızlığı) öğleye doğru tekrar şiddetlendi. Artık “Sekerâtü’l-Mevt” (Ölüm anının zorlukları) başlamıştı.
    Hz. Aişe’nin (r.anha) kardeşi Abdurrahman (r.a.), elinde (taze) bir misvak (diş temizleme çubuğu) ile odaya (Hücre-i Saadet’e) girdi. Efendimiz (s.a.v.), o ağır hâline (durumuna) rağmen, gözlerini (gözlerini) o misvaktan (diş temizleme çubuğundan) ayırmadı.
    Hz. Aişe (r.anha), o Cihan Şümul ferâsetle (sezgiyle) anladı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sana (s.a.v.) o misvağı vereyim mi?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.) mübarek başıyla “Evet” işareti (sinyali) verdi.
    Hz. Aişe (r.anha), misvağı aldı, mübarek ağzıyla (dişleriyle) onu (misvağı) yumuşattı ve Efendimiz’e (s.a.v.) uzattı.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o son anlarında dahi, Rabbine (c.c.) “tertemiz” bir ağızla kavuşmak için, hayatında hiç misvak kullanmamış gibi bir iştiyakla (arzuyla) mübarek dişlerini temizledi.
    Artık vuslat (kavuşma) anıydı.
    Odasında (Hücre-i Saadet’te) bulunan su kabına (su kabına) mübarek elini (elini) batırıyor, o ateşli yüzüne (vech-i şerîfine) sürüyor ve şöyle söylüyordu:
    “Lâ ilâhe illallah… İnne li’l-mevti le-sekerât…” (Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur… Şüphesiz, ölümün (vefâtın) zorlukları (sekerâtı) vardır…)
    Hz. Aişe (r.anha) biliyordu; her Peygamber’e (a.s.) vefât (vefât) anında “Dünya” ile “Ahiret” (Rabbine c.c. kavuşmak) arasında bir “seçim” (tercih) hakkı verilirdi.
    Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek nazarı (bakışı) odanın (Hücre-i Saadet’in) tavanına (tavanına) dikildi.
    Artık bu dünyadan ayrılıyordu. O (s.a.v.), Cebrail (a.s.) ve Azrâil’in (a.s.) (Melekü’l-Mevt’in) sunduğu o Cihan Şümul tercihi yapıyordu.
    Mübarek lisanından (dilinden) şu kelimeler döküldü:
    “…Ma’a’l-lezîne en’amte ‘aleyhim mine’n-Nebiyyîne ve’s-Sıddîkîne…” (…(Rabbim! c.c.) Beni (Muhammed’i s.a.v.), Peygamberler (a.s.), Sıddîklar (r.anhüm) gibi nimet (ihsan) verdiklerinle beraber kıl…)
    Ve o son, o net, o Cihan Şümul vuslat (kavuşma) cümlesi:
    “Allâhümme… er-Refîka’l-A’lâ…”
    (Allah’ım! (c.c.) … (Artık dünyayı/dünyayı değil,) En Yüce Dost’u (c.c.) (Seni c.c.) istiyorum…)
    Bu cümleyi üç kez tekrarladı.
    Hz. Aişe’nin (r.anha) kucağında, mübarek eli yana düştü. Mübarek ruhu, 23 (yirmi üç) yıllık çilenin (zorluğun), mücadelenin ve zaferin ardından, yaratıldığı o yüce makama (yere), Refîk-i A’lâ’ya (c.c.) (En Yüce Dost’a c.c.) kavuşmuştu.
    (Hicret 11, 12 Rebiülevvel Pazartesi, Kuşluk Vakti).

    4. Medine’deki Sarsıntı: “O (s.a.v.) Ölmedi!”

    Haber, Mescid-i Nebevî’ye ulaştığında, Medine’nin üzerine bir kıyamet kopmuş gibi oldu.
    Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) neye uğradığını şaşırdı. O (s.a.v.) sarsılmaz Lider (Peygamber s.a.v.), o (s.a.v.) şefkatli Baba (s.a.v.), o (s.a.v.) Vahyin kaynağı gitmişti.
    Hz. Osman (r.a.) olduğu yere yığıldı, dili tutuldu. Hz. Ali (r.a.) kederden (hüzünden) hareket edemez hâle (duruma) geldi.
    Münafıklar (Sahtekârlar) ise, “Gördünüz mü? O (s.a.v.) da öldü!” diye fitne (kargaşa/bozgunculuk) çıkarmaya başlamıştı.
    Bu Cihan Şümul şokun ve kederin (hüznün) en şiddetlisi, O’nu (s.a.v.) en çok sevenlerden birinde, Hz. Ömerü’l-Fâruk’ta (radıyallâhu anh) tezâhür (ortaya çıkma) etti.
    Hz. Ömer (r.a.), O’nun (s.a.v.) vefâtını kabullenemiyordu. İmanın verdiği o celâlle (hiddetle) kılıcını çekti ve Mescid-i Nebevî’nin ortasında gürledi:
    “Kim ‘Muhammed (s.a.v.) öldü!’ derse, kılıcımla O’nun (diyenin) boynunu vururum!”
    “O (s.a.v.) ölmedi! Vallahi ölmemiştir! O (s.a.v.), Mûsâ’nın (a.s.) Rabbine (c.c.) gittiği gibi Rabbine (c.c.) gitmiştir! Münafıkların (sahtekârların) kökünü kazımadan geri dönmeyecektir!”
    Ümmet, Peygamber’inin (s.a.v.) vefât acısı (kederi) ile Hz. Ömer’in (r.a.) bu Cihan Şümul tehdidi arasında felç olmuştu.

    5. “Sıddîk”ın (Sadakatin Zirvesinin) Sebatı (Kararlılığı): Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Hutbesi (Konuşması)

    O anda, İslâm’ın ikinci adamı, “Yâr-ı Gâr”ı (Mağara Arkadaşı r.a.), “Sıddîk”ı (Sadakatin zirvesi) Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Medine dışındaki evinden (Sünh’ten) haber alır almaz atına atladı ve Mescid’e geldi.
    Kimseyle konuşmadı. Hz. Ömer’e (r.a.) bakmadı. Doğruca Hz. Aişe’nin (r.anha) odasına (Hücre-i Saadet’e) girdi.
    En sadık (sadakatli) dostunun (s.a.v.), mübarek Peygamber’inin (s.a.v.), vefât etmiş, yüzü (vech-i şerîfi) örtülmüş mübarek naaşının (naaş-ı mübarek) başına geldi.
    Yüzündeki (Vech-i şerîfindeki) örtüyü kaldırdı. O (s.a.v.) nurlu alnına eğildi ve O’nu (s.a.v.) gözyaşları içinde öptü.
    Ve o Cihan Şümul vedâ cümlesini fısıldadı:
    “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ne kadar güzelsin! Hayattayken (Sağlığında) de güzeldin, vefât (vefât) ettiğinde de güzelsin!
    “Vallahi, Allah (c.c.) Sana (s.a.v.) iki ölümü tattırmayacaktır. Sana (s.a.v.) yazılmış olan o tek ölümü (vefâtı) tatmış bulunuyorsun!”
    Sonra dışarı çıktı. Hz. Ömer (r.a.) hâlâ kılıcıyla bağırıyordu.
    Hz. Ebû Bekir (r.a.), o sarsılmaz “Sıddîkıyet” (Sadakat) vakarıyla (ağırbaşlılığıyla) Mescid’in minberine (veya yüksek bir yerine) çıktı ve gür sesiyle haykırdı: “Ey İnsanlar! (Eyyühe’n-nâs!)”
    (İnsanlar, o sarsılmaz sese döndüler.)
    Ve İslâm Ümmeti’ni (Müslüman toplumu) o ilk ve en büyük fitneden (kargaşadan/bozgunculuktan) kurtaran o Cihan Şümul hutbesini (konuşmasını) irad etti (söyledi):
    “Ey İnsanlar! Her kim Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tapıyorsa (ibadet ediyorsa), bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür!”
    “Her kim Allah’a (c.c.) tapıyorsa (ibadet ediyorsa), bilsin ki Allah (c.c.) Hayy’dır (Diri’dir) ve Lâ-yemûttur (Ölümsüzdür)!”
    Ve ardından, o şok anında herkesin unuttuğu, ancak O’nun (Ebû Bekir’in r.a.) “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi) hafızasının hatırladığı o ayet-i kerîmeyi gürledi:
    “Muhammed (s.a.v.), ancak bir peygamberdir (elçidir). O’ndan (s.a.v.) önce de nice peygamberler (a.s.) gelip geçmiştir. Şimdi O (s.a.v.) ölür veya öldürülürse, siz (Ashâb r.anhüm) ökçeleriniz üzerine (eski Câhiliye’ye/yanlış inanca) geri mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a (c.c.) hiçbir zarar veremez. Allah (c.c.), şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 3/144 )
    Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Vallahi, Ebû Bekir (r.a.) o ayet-i kerîmeyi okuyunca, sanki onu (ayet-i kerîmeyi) ilk defa duyuyormuşum gibi oldum. Dizlerimin bağı çözüldü, kılıcım elimden düştü ve O’nun (s.a.v.) gerçekten vefât (vefât) ettiğini o an idrak ettim (anladım).”
    Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) bu Cihan Şümul sebatı (kararlılığı), Ümmet’i o büyük sarsıntıdan kurtarmış, fitneyi (kargaşayı/bozgunculuğu) engellemişti.

    6. Son Vazifeler (Tağsîl, Tekfîn ve Defn)
    O (s.a.v.) Cihan Şümul Peygamber’in (s.a.v.) vefâtı, devletin başsız (lidersiz) kalması demekti. Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) büyükleri (Hz. Ebû Bekir r.a., Hz. Ömer r.a., Ensâr’ın r.anhüm reisleri), derhal “Sakîfetü Benî Sâide” (Benî Sâide Gölgeliği) denilen yerde toplanarak, İslâm Devleti’nin bekâsı (sürekliliği) için “Hilâfet” (Devlet Başkanlığı) meselesini çözdüler ve Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) biat (yemin) ederek O’nu (Ebû Bekir’i r.a.) “İlk Halîfe” (Devlet Başkanı) seçtiler.
    Bu Cihan Şümul siyasî vazife (görev) yerine getirilirken, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek naaşı (naaş-ı mübarek), ailesi (Ehl-i Beyt’i r.anhüm) tarafından son yolculuğuna (Ahiret’e) hazırlanıyordu.
    • Tağsîl (Yıkanma): Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve oğulları (r.anhüm) tarafından, mübarek elbiseleri çıkarılmadan, su elbisenin üzerinden dökülerek yıkandı.
    • Tekfîn (Kefenlenme): O (s.a.v.), krallar gibi süslü (gösterişli) değil, bir “Kul” gibi, üç parça sade, beyaz pamuklu (Suhûliyye) beze (kefene) sarıldı.
    • Defn (Defnedilme): Ashâb (r.anhüm), O’nu (s.a.v.) nereye defnedeceklerini (gömeceklerini) tartıştılar (konuştular). Kimi “Mekke’ye”, kimi “Bakî’ Kabristanlığı’na (Mezarlığına)” dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir kez daha Ümmet’in imdadına yetişti ve Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadîs-i şerîfi nakletti:
    “Ben (Ebû Bekir r.a.), Resûlullah’tan (s.a.v.) işittim: ‘Her Peygamber (a.s.), ruhunun kabzedildiği (alındığı) yere defnedilir.'”
    • Bu emir üzerine, mübarek ruhunu teslim ettiği yatağı (döşeği) kaldırdılar. Vefât ettiği o mübarek noktaya, Hz. Aişe’nin (r.anha) odasının (Hücre-i Saadet’in) içine kabir-i şerîfi (Lâhd şeklinde/Lâhd tarzında) kazıldı.
    • Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), o Cihan Şümul Peygamber’e (s.a.v.) olan son vazifelerini (görevlerini) yapmak için, o daracık odaya (Hücre-i Saadet’e) İmam’sız , cemaatsiz (topluluksuz), onar (10) kişilik küçük gruplar halinde girdiler. Her grup , kendi başına, O’nun (s.a.v.) mübarek naaşı (naaş-ı mübarek) başında cenaze namazı (dua) kıldılar. (Vefât Pazartesi günü olmuş, bu Cihan Şümul vedâlaşma Salı günü sürmüş, defn (gömme) işlemi Çarşamba gecesi (Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece) tamamlanmıştır.)
    Ve o mübarek beden (beden-i şerîf), ailesi (Ehl-i Beyt’i r.anhüm) tarafından, Kıyamete kadar Ümmeti’ne “Nur” saçacağı o mübarek makama, “Kabir-i Saadet”e (Ravza-i Mutahhara’ya) tevdi edildi (emanet edildi).
    Rahmetullahi aleyh.

 

  

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
02/11/2025




İnsanlığın Rehberleri: Peygamber Kıssaları

İnsanlığın Rehberleri: Peygamber Kıssaları

İnsanlığın Atası: Hz. Âdem’in (a.s.) Hayatı
Her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah Teâlâ, meleklerine “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 2/30) buyurduğunda, kâinatta yeni bir sayfa açılmak üzereydi. Melekler, bu yeni varlığın hikmetini tam olarak kavrayamadıklarından, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” (Bakara 2/30) dediler. Cenâb-ı Hak, ilahi muradını ve sonsuz ilmini onlara şöyle bildirdi: “Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” (Bakara 2/30).

1. Yaratılış ve İlahi Şeref
Allah Teâlâ, ilk insanı, yani Hz. Âdem’i (a.s.) yaratmayı irade etti. Onu, kudret eliyle, toprağın farklı katmanlarından alınan (kuru çamur, yapışkan çamur gibi muhtelif aşamalardan geçen) bir “tîn”den, yani topraktan şekillendirdi. Sonra ona Kendi ruhundan üfledi (Sad 38/72) ve Hz. Âdem, can buldu; gören, işiten, idrak eden ilk insan oldu.
Yaratılış tamamlandığında, Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’e (a.s.) “bütün isimleri” (el-esmâ) öğretti (Bakara 2/31). Bu, varlıkların isimlerini, sıfatlarını, vazifelerini ve mahiyetlerini bilme kabiliyetiydi. Bu, insana verilen ilim ve idrak şerefiydi.
Allah, bu ilmi meleklere gösterdi. Melekler, bu derin bilgiyi görünce, acziyetlerini ve Rablerinin sonsuz ilmini itiraf ettiler: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.” (Bakara 2/32).
Bu ilim şerefi üzerine, Allah Teâlâ meleklere, bu yeni ve şerefli varlığa, yani Âdem’e secde etmelerini emretti. Bu secde, bir ibadet secdesi değil, Hz. Âdem’in üstünlüğünü kabul etme ve ilahi emre boyun eğme secdesi, bir hürmet gösterisiydi.
Meleklerin hepsi derhal secde etti.

2. İlk İmtihan ve Büyüklenme
Ancak biri secde etmedi: İblis.
İblis, melekler arasında bulunan ancak meleklerden olmayan, ateşten yaratılmış bir cindi (Kehf 18/50). Allah ona neden secde etmediğini sorduğunda, içinde gizlediği o korkunç hastalığı, yani kibri ve enaniyeti açığa vurdu: “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’râf 7/12).
Kendi yapısını (ateşi), Allah’ın emrinden ve topraktan yaratılan Âdem’in ilim şerefinden üstün gördü. Bu isyanı sebebiyle ilahi huzurdan kovuldu ve “Şeytan” (rahmetten uzaklaşan) adını aldı.
Kovulan İblis, Allah’tan kıyamete kadar mühlet istedi. Bu mühleti alırken de korkunç bir yemin etti: İnsanları saptırmak için onların “önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından” (A’râf 7/17) sokulacak ve pek çoğunu şükürden uzaklaştıracaktı. Böylece, insanın yeryüzündeki imtihanının baş aktörü ve apaçık düşmanı belli olmuş oldu.

3. Cennet Hayatı ve Tek Yasak
Hz. Âdem (a.s.) Cennet’teydi. Ancak yalnızdı. Allah Teâlâ, ona bir eş, bir sükûnet ve huzur kaynağı olması için, tefsirlerde belirtildiğine göre onun sol eğe kemiğinden (veya onun “nefs”inden) Hz. Havva’yı yarattı.
Onlara Cennet’te muazzam bir hürriyet verildi: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin.” (Bakara 2/35).
Ancak bu hürriyetin tek bir sınırı vardı. Bir imtihan ağacı: “Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara 2/35). Bu ağacın ne ağacı olduğu (buğday, elma, incir vs.) Kur’an’da belirtilmez; mühim olan ağacın cinsi değil, ilahi yasağın kendisiydi.

4. Aldanma ve Hata
Düşmanları olan Şeytan, yeminini tutmak için harekete geçti. Hz. Âdem ve Havva’ya yanaştı ve onlara vesvese vermeye başladı. Yalan söyledi. Dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı.” (A’râf 7/20).
Onları inandırmak için yemin etti: “Şüphesiz ben size nasihat edenlerdenim.” (A’râf 7/21).
Hz. Âdem ve Havva, Allah’ın emrini unuttular. İblis’in yeminine kandılar. Yasak ağacın meyvesinden tattılar.
Tattıkları an, bir şey oldu. Üzerlerindeki Cennet elbiseleri, manevi örtüleri açıldı ve mahrem yerleri göründü (Tâ-Hâ 20/121). Büyük bir utanç ve pişmanlıkla Cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye çalıştılar. Hatalarını anında fark etmişlerdi.

5. Tövbe: İnsanlığın İlk Duası
Rableri onlara seslendi: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi?” (A’râf 7/22).
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın hissettiği pişmanlık, insanlık tarihinin ilk ve en samimi tövbesi oldu. Onlar, İblis gibi kibirlenip hatayı meşrulaştırmadılar. Acziyetlerini ve pişmanlıklarını itiraf ederek Allah’a sığındılar. Cenâb-ı Hak, onlara şu kelimeleri ilham etti ve onlar da şöyle yalvardılar:
“Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf 7/23).
Bu, “Tövbe” idi. Allah Teâlâ, onların bu samimi tövbelerini kabul etti (Bakara 2/37). Çünkü O, “Tevvâb”dır (tövbeleri çok kabul edendir) ve “Rahîm”dir (çok merhametlidir). Hata yapmışlardı ama affedilmişlerdi.

6. Yeryüzü: Yeni Bir Başlangıç ve Hilafet
Ancak imtihanın yeri artık Cennet değil, yeryüzü olacaktı. Tövbe kabul edilmişti ama yasağa uymamanın bir neticesi vardı. Allah Teâlâ, onlara (ve onların düşmanı İblis’e) şöyle buyurdu: “Birbirinize düşman olarak oradan (Cennet’ten) inin! Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır.” (A’râf 7/24).
Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzüne indirildiler. İslam tarihi kaynakları, onların farklı yerlere indirildiğini ve uzun bir ayrılıktan sonra Arafat Dağı’nda buluştuklarını nakleder.
Hz. Âdem (a.s.) yeryüzünde sadece bir insan değil, aynı zamanda ilk peygamberdi. Allah ona vahiyler (sahifeler) gönderdi. O, ailesine ve çocuklarına Allah’ın birliğini (Tevhid), O’na nasıl ibadet edileceğini, helali ve haramı öğretti. Ziraat yapmayı, evi inşa etmeyi, kısacası yeryüzünü imar etmeyi öğrendi ve öğretti. Onun asıl vazifesi olan “Halifelik” yeryüzünde başlamıştı.

7. Evlatların İmtihanı: Hâbil ve Kâbil
Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları oldu. Onların imtihanı da evlatları üzerinden devam etti. Kur’an-ı Kerim, isim vermeden Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlatır (Mâide 5/27-31).
Hâbil ve Kâbil. İkisi de Allah’a birer kurban sundular. Hâbil, ihlasla ve elindekinin en iyisini; Kâbil ise isteksizce ve elindekinin kötüsünü sundu. Allah, Hâbil’in kurbanını kabul etti.
Kâbil’in içine haset ve kıskançlık ateşi düştü. Kardeşi Hâbil’i tehdit etti: “Seni mutlaka öldüreceğim.” Hâbil ise teslimiyetle cevap verdi: “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide 5/28).
Fakat Kâbil, içindeki bu kıskançlığa yenik düştü ve kardeşini öldürdü. Yeryüzünde dökülen ilk kan, işlenen ilk cinayet buydu. Pişman oldu ama iş işten geçmişti. Kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemez haldeyken, Allah’ın gönderdiği bir karga (Mâide 5/31) ona toprağı eşeleyerek defin işlemini öğretti.
Hz. Âdem (a.s.), bu olaya çok üzüldü. Ancak sabretti ve peygamberlik vazifesine devam etti. Allah ona teselli olarak Hz. Şît (a.s.) gibi hayırlı bir evlat daha lütfetti ve peygamberlik nesli onunla devam etti.

8. Vefatı ve Mirası
Hz. Âdem (a.s.), rivayetlere göre yaklaşık bin yıl yaşadı. Vefat vakti geldiğinde, melekler tarafından ruhu alındı ve çocuklarına nasıl defnedileceğini öğretti.
Hz. Âdem, bizim ilk atamız, ilk peygamberimiz ve tövbenin ilk öğretmenidir. Onun hayatı, insanlığın bütün macerasının bir özetidir:
• Şeref: İlim ve hilafet ile yaratıldık.
• Düşman: Bizi saptırmaya yeminli bir Şeytan var.
• Hata: İnsan “nisyan” (unutma) ile maluldür, hata yapabilir.
• Kurtuluş: Kibirle isyan etmek (İblis gibi) helâke götürür; acziyeti itiraf edip tövbe etmek (Âdem gibi) kurtuluşa erdirir.
• Hayat: Yeryüzü bir ceza yeri değil, tövbenin kabul edildiği ve “Halife” olarak imtihanın kazanılacağı bir imtihan meydanıdır.
Biz hepimiz, o ilk hatayı yapan, o ilk tövbeyi eden ve yeryüzünde imtihana başlayan babamız Hz. Âdem’in (a.s.) evlatlarıyız.

**************

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kalemin ve Hikmetin Peygamberi: Hazreti İdrîs (Aleyhisselam)
Çok uzun zaman önce, yeryüzü henüz gençken, Hazreti Âdem (Aleyhisselam) ve onun mübarek evlatları bu topraklarda Allah’a kulluk etmenin ilk tohumlarını atmışlardı. İnsanlık çoğalmaya başlamış, fakat zamanla bazıları ataları Âdem’in (as) ve oğlu Şît’in (as) getirdiği saf tevhîd (Allah’ın birliği) inancından uzaklaşma eğilimine girmişti. İşte böyle bir zamanda, insanlığa yeniden yol göstermesi için hikmet ve ilimle donatılmış bir peygamber gönderildi: Hazreti İdrîs (Aleyhisselam).
O, Hazreti Şît’in (as) torunlarındandı. Dürüstlüğü, doğruluğu ve Allah’a olan derin bağlılığı ile bilinirdi. O kadar çok ders verir, Allah’ın ayetlerini o kadar çok tedris eder (inceler) ve öğretirdi ki, “ders” kökünden gelen “İdrîs” ismiyle anılır oldu.
O, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat övdüğü, yüksek fazilet sahibi bir seçilmişti.

Allah’ın Kitabında Hz. İdrîs

Cenâb-ı Hak, onun bu müstesna (seçkin) makamını bize Meryem Sûresi’nde şöyle haber verir. Bu ayetler, onun şahsiyetinin temelini tasvir eder:
“(Ey Muhammed!) Kitap’ta İdrîs’i de an. Şüphesiz o, dosdoğru bir kimse, bir peygamberdi. Onu yüce bir mekâna (makama) yükselttik.” (Meryem Sûresi, 19:56-57)
Rabbimiz onu sadece “peygamber” olarak değil, aynı zamanda “sıddîk” (dosdoğru) olarak vasıflandırmıştır. Bu, onun hayatının her anında doğruluktan zerre kadar ayrılmadığının, Allah’ın vahyine tam bir sadakatle bağlandığının en büyük isbatıdır.
İnsanlığa İlkleri Öğreten Peygamber
Hazreti İdrîs’in (as) peygamberliği, insanlık tarihine medeniyetin ve ilmin ilk adımlarını da getirmiştir. Tefsirler ve İslâm tarihi kaynakları, onun Allah’ın izniyle insanlığa pek çok “ilk”i öğrettiğini kaydeder:

1. Kalemle Yazıyı İlk Kullanan:
Ondan önce insanlar bilgiyi sadece hafızalarında tutar ve sözlü olarak aktarırlardı. Rivayetlere göre Cenâb-ı Hak, Hazreti İdrîs’e (as) 30 sahîfe (kutsal metin) indirmiştir. O, bu ilâhî mesajları korumak ve gelecek nesillere ulaştırmak için “kalemi” kullanmayı, yani yazıyı icat etmiştir. Kalem, ilmin kaydedilmesi ve yayılmasının ilk adımıydı. O, Allah’ın kendisine öğrettiği hikmetleri ve ilimleri yazarak, medeniyetin temelini atmıştır.

2. Terziliğin ve Dikişin Mûcidi:
Hazreti İdrîs (as) dönemine kadar insanlar, genellikle hayvan derilerini basitçe üzerlerine örterek giyinirlerdi. Bu, hem kaba bir görüntüye sebep olur hem de tam bir örtünmeyi sağlamazdı. Allah (cc), Peygamberine tabiatı ve eşyayı nasıl kullanacağını ilham etti. O, iğneyi eline aldı, ipliği keşfetti ve derileri kesip biçerek, dikerek elbiseler yapmaya başladı.
İnsanlık ilk defa onun sayesinde dikilmiş, bedene uygun elbiselere kavuştu. Bu sadece bir terzilik faaliyeti değil; aynı zamanda örtünmenin (setr-i avret) ve temizliğin medenî bir seviyeye yükselişinin de başlangıcıydı.

3. İlim ve Hikmet Öğretmeni:
O, sadece bir terzi veya kâtip değil, bir hikmet öğretmenidir. İslâmî kaynaklar onun “ilm-i nücûm” (astronomi, yıldızlar ilmi) ve hesap (matematik) ilimlerinde derin bir vukûfiyete (anlayışa) sahip olduğunu belirtir. Fakat o, bu ilmi asla falcılık veya tabiata tesir atfetmek için kullanmadı. Tam aksine, yıldızların, Ay’ın ve Güneş’in muntazam hareketlerine bakarak insanlara Allah’ın sonsuz kudretini, nizamını ve sanatını anlattı. Kâinata “ibret nazarıyla” bakmayı öğretti.

Sabrın ve Sadakatin Timsali

Hazreti İdrîs (as), kavmini putperestlikten ve cehaletten kurtarıp tek olan Allah’a davet ederken büyük zorluklarla karşılaştı. İnsanlara hem dünyevî (medeniyet) hem de uhrevî (tevhid) bilgileri öğretmek için büyük bir gayret sarf etti. Bu davet yolunda gösterdiği sebat ve tahammül, Kur’ân-ı Kerîm’de de takdirle anılmıştır:
“İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an. Hepsi de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.” (Enbiyâ Sûresi, 21:85-86, TDV Meali)
O, Allah’ın rahmetine, sabrı ve sâlih amelleri sayesinde kavuşan mübarek bir elçiydi.

“Yüce Bir Mekâna Yükseltiliş”
Onun hayatındaki en mühim ve esrarengiz hadiselerden biri, Meryem Sûresi’nde geçen “Onu yüce bir mekâna (makama) yükselttik” ayetinin tefsiridir.
İslâm âlimleri ve müfessirlerin (tefsir uzmanlarının) çoğu, bu “yüce mekân” ifadesini açıklarken, Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti İdrîs’i (as), Hazreti İsa (as) gibi, ölümü tattırmadan veya kısa bir an tattırdıktan sonra (rivayetler muhteliftir) bedeniyle ve ruhuyla birlikte semâya, göklere yükselttiğini belirtirler. Rivayetlerde onun şu anda dördüncü kat semâda bulunduğu ve Allah’ın kendisine bu yüksek makamı ikram ettiği nakledilir.
Bu hadise, onun Allah katındaki değerinin ne kadar yüksek olduğunun, doğruluğunun (sıddîk) ve peygamberliğinin nasıl mükâfatlandırıldığının en açık delilidir.

Bıraktığı Miras

Hazreti İdrîs (Aleyhisselam), insanlığa kalemi, yazıyı, dikili elbiseyi ve tabiatı Allah adına tefekkür etmeyi öğreten bir medeniyet kurucusudur. Onun mirası, ilmin ve hikmetin, ancak Allah’a kulluk için kullanıldığında “yüce bir mekâna” layık olacağı hakikatidir. O, Hazreti Nûh’un (as) atası olarak, Tufan öncesi insanlığa son ilâhî uyarıları yapan peygamberlerden biri olmuştur.
Onun hayatı bizlere, dürüstlüğün, sabrın ve ilim öğrenmenin Allah katında ne büyük bir fazilet olduğunu asırlar ötesinden fısıldamaya devam etmektedir.
Selâm olsun sabredenlere, sâlihlere ve dosdoğru olanlara…

************

Sabır Timsali Bir Peygamber: Hz. Nuh (a.s.) ve Büyük Tufan

Karanlıktaki Davet

Hz. Nuh Aleyhisselam, insanlığın Hz. Adem’den (a.s.) sonra tevhidden, yani Allah’ın birliği inancından saptığı ilk dönemde gönderilmiş bir Resûldür. Zamanla insanlar, Allah Teâlâ’yı unutmuş; faziletli olduğuna inandıkları geçmiş büyüklerinin heykellerini yapıp onlara tapınmaya başlamışlardı. Kur’an-ı Kerim, onların bu putlarını “Ved, Süvâ, Yegûs, Yeûk ve Nesr” (Nûh, 71/23) olarak isimlendirir.
İşte böyle bir cehalet ve şirk karanlığında, Allah Teâlâ, rahmetinin bir tecellisi olarak Nuh Aleyhisselam’ı kavmine peygamber eyledi. Onun vazifesi açıktı: İnsanları putların esaretinden kurtarıp, alemlerin Rabbi olan tek Allah’a ibadete çağırmak.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.'” (A’râf, 7/59)

950 Yıllık Sabırlı Mücadele

Hz. Nuh, kavmini hakikate davet etmeye başladı. Fakat bu davet, asırlar sürecek çileli bir mücadelenin de başlangıcıydı. Kur’an-ı Kerim, onun bu müddetini şöyle belirtir:
“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” (Anke1bût, 29/14)
Hz. Nuh, tam 950 sene boyunca bıkmadan, usanmadan, gece gündüz demeden kavmini uyardı. Nûh Suresi, onun bu davet esnasındaki gayretini bizzat kendi lisanından bizlere aktarır. Onları bazen gizlice, bazen açıktan açığa Hakk’a çağırdı.
Fakat kavminin tepkisi, kibir ve inattan ibaretti. Özellikle kavmin zengin ve ileri gelen (mele’) tabakası, Hz. Nuh’u tenkit ediyor, onunla alay ediyor ve halkı ondan uzaklaştırıyordu.
Onların temel itirazları şuydu:
• Beşeriyet İddiası: “Sen de bizim gibi bir insansın. Eğer Allah elçi gönderecek olsaydı, melek gönderirdi.” (Mü’minûn, 23/24)
• Sınıfsal Kibir: “Sana uyanların, toplumun en aşağı tabakasından (erâzil) başkası olmadığını görüyoruz.” (Hûd, 11/27)
• Enaniyet: “Sizin bize bir üstünlüğünüz yok, siz yalancısınız.” (Hûd, 11/27)
Hz. Nuh (a.s.) ise onlara, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu, mükafatı Allah’tan beklediğini, iman edenleri -zayıf ve fakir olsalar dahi- asla yanından kovmayacağını söylüyordu. Ancak onlar, parmaklarını kulaklarına tıkıyor, elbiselerine bürünüyor ve bu daveti duymamak için direniyorlardı. (Nûh, 71/7)

İlahi Emir: Geminin (Sefine) İnşası

Asırlar süren davete rağmen kavminin büyük çoğunluğu imana gelmedi. Artık kalplerinin mühürlendiği ve o ana kadar iman eden az sayıdaki mü’min dışında kimsenin iman etmeyeceği Hz. Nuh’a vahyolundu. (Hûd, 11/36)
Sabır abidesi o peygamber, kavminin ıslahından ümidini kesince, Rabbine şöyle sığındı:
“Nûh, şöyle dedi: ‘Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve kâfir kimseler yetiştirirler.'” (Nûh, 71/26-27)
Bu dua üzerine Allah Teâlâ, hem o mübarek peygamberi ve mü’minleri kurtaracak, hem de zalim kavmi cezalandıracak olan emrini verdi:
“Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” (Hûd, 11/37)
Hz. Nuh, Allah’ın emriyle büyük bir gemi (sefine) inşa etmeye başladı. Kavmi ise onunla alay etmeyi sürdürüyordu. Çölün ortasında, suyun olmadığı bir yerde gemi yapan bir peygamber, onların kibrine ve cehaletine göre bir “delilik” alametiydi.
“Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh, dedi ki: ‘Eğer bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.'” (Hûd, 11/38)

Büyük Tufan ve Acı Bir İmtihan

Nihayet ilahi azabın vakti geldi. Allah’ın emriyle hem gökten bardak boşanırcasına bir yağmur başladı hem de yerden sular fışkırdı (Tefsirlerde bu, “tandırın kaynaması” olarak da ifade edilir). (Hûd, 11/40; Kamer, 54/11-12)
Hz. Nuh’a, iman eden ailesi (hanımı ve bir oğlu hariç), ona inanan o az sayıdaki mü’min ve her canlı türünden birer çifti gemiye alması emredildi.
Gemi, dağlar gibi azgın dalgaların arasında yüzmeye başladı. Tufan, yeryüzünü kaplamıştı. İman ile küfrün kesin olarak ayrıldığı o dehşet anında, Hz. Nuh (a.s.), bir peygamber olmasının yanında, bir baba şefkatiyle son bir gayret gösterdi. Gemiye binmemiş olan oğluna seslendi:
“(Gemi) dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna, ‘Yavrucuğum! Bizimle beraber sen de bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi.
O, ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım’ dedi. Nûh, ‘Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur’ dedi. Derken aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu.” (Hûd, 11/42-43)
Bu hadise, kurtuluşun kan bağında değil, iman bağında olduğunun en acı ve en net isbatıydı. Hz. Nuh’un babalık şefkatiyle Rabbine yakarması üzerine, Allah Teâlâ, “O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel işlemiştir.” (Hûd, 11/46) buyurarak, imanın temel bağ olduğunu kesin bir hükümle bildirmiştir.

Yeni Bir Başlangıç: Cûdî Dağı

Tüm inkârcılar sular altında boğulup yeryüzü bu zulümden temizlendikten sonra, ilahi emir tekrar tecelli etti:
“‘Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve ‘Zalimler topluluğu Allah’ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi.” (Hûd, 11/44)
Tefsir ve tarih kaynaklarına göre Cûdî Dağı, bugünkü Şırnak ili sınırları içerisindedir.
Hz. Nuh ve beraberindeki mü’minler, “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunan ümmetlere bizden bir selâmet ve bereketlerle (gemiden) in…” (Hûd, 11/48) müjdesiyle gemiden indiler.
Onlar, yeryüzünde tevhidi yeniden hâkim kılan, temizlenmiş bir dünyaya ayak basan kutlu bir topluluktu. Bu sebeple Hz. Nuh (a.s.), “İkinci Adem” olarak da anılmıştır. Onun sabrı, mücadelesi ve Allah’a olan teslimiyeti, kıyamete kadar gelecek tüm mü’minler için bir ders ve bir meşale olmuştur.

**************

Direkler Sahibi İrem’in Kibirli Halkı: Âd Kavmi

Çok eski zamanlarda, Yemen ile Umman arasındaki “Ahkâf” denilen geniş ve verimli topraklarda, Âd isminde bir kavim hayat sürerdi. Bu kavim, sıradan bir topluluk değildi. Allah onlara o zamana kadar kimseye vermediği bir kuvvet, heybet ve zenginlik bahşetmişti. Rivayetlere göre onlar, uzun boylu, fevkalâde güçlü ve sanatta çok ileri idiler.
Kur’ân-ı Kerîm onların bu ihtişamını “direkleri (yüksek binaları) olan İrem” şehri olarak tasvir eder. Onların bu durumu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir:
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem’e?”
(Fecr 89/6-8)
Fakat bu muazzam kuvvet ve zenginlik, Âd kavmini şükre değil, büyük bir kibre ve enaniyete sevk etti. Güçlerine o kadar güvendiler ki, yeryüzünde kendilerinden daha üstün bir varlık olmadığını zannettiler. Bu enaniyet, onları yaratan Allah’ı unutmaya ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya (şirke) götürdü.
Onların bu kibirli hali ayet-i kerimede şöyle zikredilir:
“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha güçlü kim var?’ dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) inkâr ediyorlardı.”
(Fussilet 41/15)
Zayıfları eziyor, haksızlık yapıyor ve sahip oldukları nimetlerle şımarıyorlardı.
Rahmet Elçisi: Hz. Hûd’un (a.s.) Daveti
Allah Teâlâ, sonsuz rahmetiyle, bu azgınlaşan kavme doğru yolu göstermek üzere yine kendi içlerinden, soylu, güvenilir (emin) ve fazilet sahibi birini peygamber olarak vazifelendirdi. Bu zat, Hz. Hûd (aleyhisselâm) idi.
Hz. Hûd, kavminin karşısına çıktı ve onları hikmetle uyardı. Daveti net ve berraktı: Sadece Allah’a kulluk etmek, putları terk etmek ve zulümden vazgeçmek.
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka sizin hiçbir ilâhınız yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'”
(A’râf 7/65)
Hz. Hûd onlara dedi ki: “Ey kavmim! Sizi yaratan, size bu gücü, bu bağları, bu bahçeleri veren Rabbinize dönün. O’ndan bağışlanma dileyin. Ben sizden bu tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”

Kibir, İftira ve Azabın İstenmesi

Ancak Âd kavminin kibirle katılaşmış kalpleri bu samimi daveti kabul etmedi. Kavmin ileri gelenleri, Hz. Hûd ile alay ettiler. Onu aşağıladılar ve akılsızlıkla (sefâhet) suçladılar.
“Kavminden inkâr edenlerin ileri gelenleri dediler ki: ‘Biz seni bir çılgınlık (sefâhet) içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.'”
(A’râf 7/66)
Hz. Hûd, bir peygambere yakışır vakur bir edâ ile onlara cevap verdi:
“Hûd dedi ki: ‘Ey kavmim! Bende herhangi bir çılgınlık (sefâhet) yoktur. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.'”
(A’râf 7/67-68)
Onlar, atalarının yolunu terk etmeyeceklerini söylediler ve eğer doğru söylüyorsa, tehdit ettiği azabı hemen getirmesini isteyerek meydan okudular. “İster öğüt ver, ister verme; bizim için fark etmez. Biz bu azaba uğratılacak değiliz” dediler.

Azabın Gelişi: Rîh-i Sarsar (Uğultulu Rüzgâr)

Hz. Hûd’un (a.s.) bütün gayretlerine rağmen kavminin büyük çoğunluğu inkârda ısrar edince, ilâhî azabın vakti geldi.
Önce şiddetli bir kuraklık baş gösterdi. Yağmurlar kesildi, ekinler kurudu. Kavim perişan halde yağmur duasına çıktı. Bir müddet sonra ufukta kara bir bulutun belirdiğini gördüler.
İşte bu, onların imtihanının sonuydu. Azabı rahmet zannettiler. Sevinçle bağrıştılar: “İşte bu, bize yağmur getirecek bulut!”
Oysa o bulut, yağmur değil, Allah’ın vaat ettiği şiddetli azabı taşıyordu. Hz. Hûd (a.s.) onlara son kez hakikati haykırdı:
“Hûd ise, ‘Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem dolu azap bulunan bir rüzgârdır’ dedi. ‘O, Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder.’…”
(Ahkâf 46/24-25)
Ve o korkunç rüzgâr (rîh-i sarsar) başladı. Tefsirlerde belirtildiğine göre bu, sıradan bir fırtına değil, dondurucu, uğultulu ve her şeyi kökünden söküp atan dehşetli bir kasırgaydı.
Kur’ân-ı Kerîm, bu azabın müddetini ve tesirini şöyle tasvir eder:
“Âd kavmi ise, azgın ve dondurucu bir rüzgârla helâk edildi. Allah, onu (rüzgârı) kesintisiz olarak yedi gece sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki, (eğer orada olsaydın) o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.”
(Hâkka 69/6-7)
Yedi gece ve sekiz gün süren o rüzgâr, Âd kavminin gururlandığı o yüksek direkli binaları, o sağlam sarayları ve o kibirli bedenleri, sanki içi boşalmış hurma kütükleri gibi yerle bir etti. Güçleriyle övünen o kavimden geriye, ibretlik bir enkazdan başka bir şey kalmadı.

Necat (Kurtuluş) ve İbret

Peki, Hz. Hûd’a (a.s.) ve ona iman eden o az sayıdaki mü’mine ne oldu?
Onlar, Allah’ın emriyle o bölgeden ayrılmışlardı. Cenâb-ı Hak, peygamberini ve ona tabi olanları o dehşetli azaptan rahmetiyle muhafaza buyurdu.
“Emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları ağır bir azaptan kurtardık.”
(Hûd 11/58)
Hz. Hûd (a.s.) ve beraberindekiler, imanlarının mükâfatı olarak kurtuluşa erdiler ve hayatlarına Allah’a şükrederek devam ettiler.
Âd kavminin bu kıssası, bizlere gücün, zenginliğin ve medeniyetin Allah’a iman ve şükürden ayrı olduğu zaman, nasıl bir helâk sebebi olacağını gösteren büyük bir ibrettir. Asıl kuvvetin, Rabbe teslimiyette; asıl zenginliğin ise iman faziletinde olduğunu öğretir.

*****************

Bismillâhirrahmânirrahîm.

HİCR DİYARINDA BİR HİDAYET ÇAĞRISI: HAZRET-İ SÂLİH (Aleyhisselâm)

Tarihin derinliklerinde, Âd kavminin helâkinden sonra, Arabistan’ın kuzeybatısında, Hicr denilen bölgede muazzam bir medeniyet yükseldi. Bu medeniyetin sahipleri, Semûd kavmi idi. Onlar, ataları Âd kavmi gibi güçlü, kuvvetli ve zengin bir topluluktu. Fakat onların en mühim hususiyetleri, mimarideki eşsiz maharetleriydi. Dağları oyarak, sert kayalara saraylar yontarak kendilerine güvenli ve haşmetli meskenler inşa ediyorlardı.
Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hâlini şöyle tasvir eder:
“Sizler ‘Ebedî kalmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? (İnsanlara) hükmettiğiniz zaman zorbalar gibi mi hükmediyorsunuz? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size bol bol veren, size hayvanlar ve oğullar, bahçeler ve pınarlar veren Allah’tan korkun. Şüphesiz ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.'” (Şuarâ, 129-135)
Bu kavim, Allah’ın kendilerine bahşettiği bu nimetlere şükretmeyi unutmuştu. Dağları yontmaktaki maharetleri, kalplerini de taş gibi katılaştırmıştı. Tabiatın ve kendi ellerinin eseri olan putlara tapıyor, Allah’a şirk koşuyorlardı. İşte böyle bir zulmet devrinde, Allah Teâlâ, onlara kendi içlerinden, nesebi temiz, ahlâkı yüksek, “emin” (güvenilir) olarak tanıdıkları birini peygamber olarak gönderdi: Hz. Sâlih (aleyhisselâm).

Tevhid Daveti ve Kavmin İnkârı

Hz. Sâlih, kavmini sarsmak için derhal davetine başladı. Onları, atalarının düştüğü vahim hatadan kurtarmak ve yalnızca Allah’a kulluk etmeye çağırdı.
Allah Teâlâ, bu ilk çağrıyı şöyle haber verir :
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Gerçekten size rabbinizden apaçık bir delil geldi. İşte size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesi! Bırakın onu da Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.'” (A’râf, 73)
Ancak Semûd kavminin önde gelenleri (mele’), bu daveti şiddetle reddettiler. Hz. Sâlih’in de kendileri gibi bir beşer olduğunu, bir üstünlüğünün bulunmadığını iddia ettiler. Onu, atalarının yolunu tenkit etmekle, düzenlerini bozmakla ve hatta “büyülenmiş” olmakla itham ettiler.
Dediler ki:
“Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.'” (Hûd, 62)
Kavmin zayıf ve mustaz’af bırakılanlarından bir kısmı Hz. Sâlih’e iman etti. Fakat kibirlerine yenik düşen zenginler ve idareciler, inkârda direttiler.

İmkânsızı İstemek: Mûcize Talebi

Kavmin ileri gelenleri, Hz. Sâlih’i âciz bırakmak ve halkın nazarında küçük düşürmek için ondan olağanüstü, akıllara durgunluk veren bir mûcize istediler. Tefsirlerde zikredildiğine göre, toplandıkları bir gün Hz. Sâlih’e dönüp, “Eğer gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, şu karşıdaki (işaret ettikleri) sert kayadan bizim için gebe ve on aylık bir dişi deve çıkar. Eğer bunu yaparsan sana iman edeceğiz” dediler.
Onların maksadı iman etmek değil, Hz. Sâlih’i imkânsız bir taleple susturmaktı. Hz. Sâlih, Rabbine yöneldi. Kavminden, eğer bu mûcize gerçekleşirse iman edeceklerine dair kesin söz aldı ve dua etti.

Kayadan Doğan Mûcize: Nâkatullah (Allah’ın Devesi)

Çok geçmeden, bütün kavmin gözleri önünde, işaret ettikleri o koca kaya büyük bir gürültüyle yarıldı. İçinden, istedikleri vasıflara sahip, muazzam bir dişi deve (nâka) çıktı ve hemen ardından bir de yavru doğurdu.
Bu, sıradan bir hayvan değil, doğrudan doğruya ilâhî bir kudretin eseriydi. Ona “Nâkatullah” (Allah’ın Devesi) denildi. Bu mûcize karşısında kavmin bir kısmı dehşete kapılıp iman etse de, büyük çoğunluk inadını sürdürdü.
Hz. Sâlih, bu devenin onlar için bir imtihan vesilesi olduğunu bildirdi ve onlara şu şartları koştu:
“Sâlih, şöyle dedi: ‘İşte o deve! Su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar.'” (Şuarâ, 155-156)
Deve, serbestçe aralarında dolaşacak, Allah’ın arzından rızkını yiyecekti. Kavmin su kuyusunu ise bir gün deve, bir gün insanlar kullanacaktı. Tefsirler, devenin su içtiği gün, bütün kuyunun suyunu içtiğini, buna mukabil o gün kavme sütten bir nehir gibi muazzam miktarda süt verdiğini, böylece insanların aslında daha kârlı çıktığını belirtir.

Tuzak (Desise) ve Devenin Katledilişi

Bir müddet bu nizam devam etti. Fakat devenin varlığı, kâfirlerin kibirlerini ve düşmanlıklarını daha da artırdı. O deve, her gün onlara Allah’ın kudretini ve Hz. Sâlih’in haklılığını hatırlatıyordu. Bu durumdan rahatsız olan kavmin önde gelenleri, bu ilâhî emaneti ortadan kaldırmak için gizli bir plan yaptılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu plânı kuranlardan şöyle bahseder:
“Şehirde dokuzlu bir çete vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, düzeltmeye yanaşmıyorlardı.” (Neml, 48)
İslam tarihi kaynakları, bu çetenin elebaşının, kavmin en azgını ve şakîsi olan Kudar b. Sâlif olduğunu kaydeder. Bu zorbalar, devenin su içmeye gittiği bir gün pusu kurdular. Önce devenin ayak sinirlerini (arkub) keserek onu yere düşürdüler, sonra da hunharca katlettiler.
Bu haberi duyan Hz. Sâlih, kavminin yanına geldiğinde, onların bu cürümleriyle övündüklerini gördü. Artık ilâhî azabın gelmesi mukadder olmuştu.

Üç Günlük Mühlet ve Korkunç Son

Hz. Sâlih, deveyi öldüren kavmine son ihtarını yaptı:
“Derken, onlar deveyi kestiler. Sâlih, dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (keyif sürün). Bu, yalanlanmayacak bir tehdittir.'” (Hûd, 65)
Bu üç günlük mühlet, onların son tövbe fırsatıydı. Tefsirlerde belirtildiğine göre, bu üç gün içinde yüzlerinde azabın alametleri belirmeye başladı: Birinci gün yüzleri sarardı, ikinci gün kızardı, üçüncü gün ise simsiyah kesildi.
Onlar ise bu mühleti alayla karşıladılar. Hatta azgınlıklarını bir adım öteye taşıyarak, deveden sonra Hz. Sâlih’i ve ailesini de geceleyin öldürmeye karar verdiler.
“Aralarında Allah’a and içerek şöyle dediler: ‘Mutlaka onu ve ailesini geceleyin öldüreceğiz, sonra da velisine; ‘Biz onun ailesinin helâk edilişi sırasında orada değildik, inanın ki biz doğru söylüyoruz’ diyeceğiz.’ Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkında olmadan onların tuzağını altüst ettik.” (Neml, 49-50)
Üçüncü günün şafağında, mühlet dolduğunda, Allah’ın emri geldi.
Semûd kavmi, o sağlam kayalardan oydukları, kendilerini her şeyden koruyacağına inandıkları saraylarının içindeyken, gökten korkunç bir ses (sayha) ve yerden şiddetli bir sarsıntı (recfe) onları yakaladı.
“O zulmedenleri korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü çökekaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. Bilin ki Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Hûd, 67-68)
“Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü çökekaldılar.” (A’râf, 78)
O haşmetli binalar, o yontulmuş kayalar, içindekilere mezar oldu. Allah’ın azabı geldiğinde, ne servetleri ne de o muhkem kaleleri onlara en ufak bir fayda vermedi. Sabah olduğunda, hepsi oldukları yere cansız yığılmış, “kuru ot kırıntıları” gibi dağılıp gitmişlerdi.

Kurtuluş ve İbret

Bu dehşet verici helâk gerçekleşirken, Allah Teâlâ, peygamberi Hz. Sâlih’i ve ona iman eden mü’minleri rahmetiyle oradan kurtardı.
Hz. Sâlih, kavminin cansız bedenlerine ve harabeye dönmüş yurtlarına son bir defa baktı. Yıllarca süren tebliğinin neticesiz kalmasının hüznüyle onlara şöyle seslendi:
“Sâlih, o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.'” (A’râf, 79)
Hz. Sâlih ve beraberindekiler, Hicr diyarını terk ederek (rivayetlere göre Mekke veya Filistin civarına) hicret ettiler.
Semûd kavminin o ibretlik kalıntıları ise, Medâin-i Sâlih olarak bilinen bölgede, asırlar sonrasına bir ders olarak kalmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Tebük Seferi esnasında bu bölgeden geçerken, ashâbına o harabelere ibret nazarıyla bakmalarını, oradan su almamalarını ve hızla geçmelerini tembihlemiştir.
Hz. Sâlih’in kıssası, Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlüğün, ilâhî mûcizelere karşı kibrin ve peygamber davetine karşı inadın sonunun nasıl elim bir helâk olduğunu bizlere en çarpıcı şekilde göstermektedir.

***********

Halilullah’ın Hayatı: Hz. İbrâhim’in (a.s.) Tevhid Mücadelesi

Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah (c.c.), insanlık tarihinin belirli dönemlerinde, kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için rehberler, yani peygamberler göndermiştir. Bu mübarek elçiler zincirinin en parlak halkalarından biri, “Ebu’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin Atası) ve “Halilullah” (Allah’ın Dostu) unvanlarıyla şereflenmiş olan Hz. İbrâhim’dir (a.s.).

Onun hayat hikâyesi, aklın ve kalbin tevhidi

(Allah’ın birliğini) arayışının, şirke (Allah’a ortak koşmaya) karşı verilen tavizsiz bir mücadelenin ve Allah’ın emrine mutlak teslimiyetin en muazzam tasviridir. Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’in nuru, tefsirlerin izahı ve İslam tarihi kaynaklarının ışığında, bu mübarek Peygamber’in ibret dolu hayatına nazar edelim.

1. Bölüm: Putlar Arasında Doğan Güneş

Hz. İbrâhim (a.s.), Mezopotamya’da, Keldanî kavminin yaşadığı Bâbil (veya Ur) diyarında dünyaya geldi. O dönem, insanlığın cehalet karanlığına gömüldüğü bir zamandı. Halkın büyük çoğunluğu, yıldızlara, gezegenlere ve kendi elleriyle yonttukları putlara tapıyordu. Bu şirk düzeninin başında ise, kendisini (hâşâ) ilah yerine koyan zalim hükümdar Nemrut bulunuyordu.
Hz. İbrâhim’in (a.s.) babası (veya amcası/büyüten kişi) olan Âzer, bu putları yapan ve satan bir kimseydi. Hz. İbrâhim (a.s.), daha çocukluğundan itibaren bu manasızlığın farkındaydı. Gözleri, çevresindeki bu ölü, dilsiz, fayda veya zarar veremeyen taş parçalarına değil, bu muazzam kâinatın sahibine çevrilmişti. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu ilk sorgulamasını şöyle zikreder:
“Hani İbrâhim, babası Âzer’e, ‘Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” (En’âm, 6/74)

2. Bölüm: Aklî Arayış ve Kalbî İtminan

Hz. İbrâhim (a.s.), fıtratındaki (yaratılışındaki) temiz tevhid çekirdeği ile kâinatı tefekkür etmeye başladı. O, sadece iman etmekle kalmadı, aynı zamanda aklını kullanarak hakikati aradı. Bu arayış, özellikle gençlere mükemmel bir örnektir. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu derûnî yolculuğunu bize adım adım tasvir eder:
“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. ‘İşte bu benim rabbimdir’ dedi. Yıldız batınca da, ‘Ben böyle batanları sevmem’ dedi.” (En’âm, 6/76)
“Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbimdir’ dedi. Ay batınca da, ‘Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka ben de sapıklardan olurdum’ dedi.” (En’âm, 6/77)
“Güneş’i doğarken görünce de, ‘İşte bu benim rabbimdir, bu daha büyüktür’ dedi. Güneş batınca da, ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım’ dedi.” (En’âm, 6/78)
Yıldızlar, ay ve güneş; hepsi birer birer batıyor, kayboluyordu. Batan, kaybolan, değişikliğe uğrayan bir varlık, kâinatın ezelî ve ebedî Rabbi olamazdı. Bu muazzam aklî tefekkürün sonunda, Hz. İbrâhim (a.s.) kalbinin en derin noktasından gelen şu hakikati haykırdı:
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’âm, 6/79)
Artık o, “Hanîf” idi; yani bütün batıl inançlardan yüz çevirmiş, sadece Bir olan Allah’a yönelmişti.

3. Bölüm: Kavmine Karşı Tevhid Mücadelesi

Hz. İbrâhim (a.s.), bulduğu bu paha biçilmez hakikati önce en yakını olan babası Âzer’e nazik ve hikmetli bir dille anlattı:
“Hani babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?'” (Meryem, 19/42)
Fakat Âzer’in cevabı sert oldu ve onu taşlamakla tehdit etti. Hz. İbrâhim (a.s.), babasından yüz çevirmedi, ona selam diledi ve Rabbinden onun için af dileyeceğini söyledi (ancak kâfir olarak öleceği kesinleşince bu istiğfarından vazgeçmiştir).
Sonra kavmine döndü. Onların taptığı putların acizliğini yüzlerine vurdu. Kavmiyle ve zamanın hükümdarı Nemrut ile yaptığı münazaralar (tartışmalar), akıl ve hikmet doludur. Nemrut, “Ben de öldürür ve diriltirim” (yani affeder veya idam ederim) diyerek ilahlık tasladığında, Hz. İbrâhim (a.s.) onu susturan o meşhur cevabı verdi:
“İbrâhim, ‘Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir’ dedi. O kâfir de şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 2/258)

4. Bölüm: Putları Kıran Genç ve “Büyük” İmtihan

Sözle ikna olmayan kavmine, Hz. İbrâhim (a.s.) unutamayacakları bir ders vermeye karar verdi. Kavmi bir bayram günü şehirden ayrıldığında, o gizlice puthaneye girdi.
“Onları paramparça etti, belki ona (büyük puta) müracaat ederler diye sadece büyüğünü bıraktı.” (Enbiyâ, 21/58)
Kavmi dönüp mabedlerinin halini görünce dehşete düştü. “Bunu ilâhlarımıza kim yaptı?” diye sordular. Bazıları, “İbrâhim adında bir gencin onları diline doladığını işitmiştik” dedi.
Hz. İbrâhim’i (a.s.) halkın önüne getirdiler ve sorguladılar. Hz. İbrâhim’in (a.s.) cevabı, onların donmuş akıllarını sarsacak nitelikteydi:
“Dedi ki: ‘Hayır! Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun, eğer konuşabiliyorlarsa!'” (Enbiyâ, 21/63)
Bu cevap karşısında ne diyeceklerini bilemediler. Kendi vicdanlarına döndüler ve “Asıl zalimler sizlersiniz” dediler, ancak kibirleri ağır bastı. Konuşamayan, kendini savunamayan putlara taptıklarını bir anlığına idrak etseler de, atalarının yolundan dönmediler.

5. Bölüm: “Ey Ateş! İbrâhim’e Karşı Serin Ol!”

Nemrut ve kavmi, akıl ve mantık delilleri karşısında mağlup olunca, kaba kuvvete başvurdular. Hz. İbrâhim (a.s.) için devasa bir ateş yaktılar. Ateş o kadar büyüktü ki, yanına yaklaşmak mümkün değildi. Onu bir mancınıkla ateşin tam ortasına fırlatmaya karar verdiler.
Bütün mahlûkat nefesini tutmuştu. Rivayetlere göre melekler yardım teklif ettiğinde, Hz. İbrâhim’in (a.s.) cevabı tam bir teslimiyet ifadesiydi: “Rabbim halimi biliyor, O’ndan bir şey istememe hacet yok. Hasbunallahu ve ni’mel vekîl!” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!).
Tam ateşe atıldığı anda, sebeplerin de, ateşin de sahibi olan Yüce Allah (c.c.) emrini verdi:
“Biz de ‘Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve esenlik ol!’ dedik.” (Enbiyâ, 21/69)
Ateş, yakma vasfını unuttu. Allah’ın Halil’i (Dostu) için bir gül bahçesine, serin ve esenlik dolu bir yere dönüştü. Bu, tevhidi seçen bir kulun, bütün dünyaya karşı gelse bile Allah’ın yardımıyla nasıl kurtulacağının en büyük isbatıydı.

6. Bölüm: Hicret, Tevekkül ve Zemzem

Bu büyük mucizeden sonra dahi kavmi iman etmeyince, Hz. İbrâhim (a.s.) hicret etmeye karar verdi. Beraberinde iman edenler, eşi Hz. Sâre (r.a.) ve yeğeni Hz. Lût (a.s.) vardı. “Ben Rabbime gidiyorum. O, bana yol gösterecektir” (Sâffât, 37/99) diyerek yola çıktı.
Önce Harran’a, oradan Kenan diyarına (Filistin) ve Mısır’a gittiler. Mısır’da yaşadıkları imtihanlardan sonra (Hz. Sâre’nin Allah tarafından korunması hadisesi), Mısır hükümdarı, Hz. Sâre’ye hizmet etmesi için Hz. Hacer’i (r.a.) hediye etti.
Yıllar geçmiş, Hz. İbrâhim’in (a.s.) ve Hz. Sâre’nin (r.a.) yaşları ilerlemiş, ancak bir evlatları olmamıştı. Hz. Sâre (r.a.), neslinin devam etmesi için büyük bir fedakârlıkla, Hz. Hacer’i (r.a.) eşine nikâhlamayı teklif etti. Bu evlilikten Hz. İsmail (a.s.) dünyaya geldi.
Hz. İsmail (a.s.) henüz kundağında bir bebekken, ilahî bir emir geldi. Hz. İbrâhim (a.s.), eşi Hacer’i ve oğlu İsmail’i alıp, “ekin bitmez bir vadiye”, yani o zamanlar kimsenin yaşamadığı çorak Mekke vadisine götürdü. Onları Kâbe’nin bulunduğu yere bıraktı. Yanlarına az bir su ve biraz hurma koydu.
Hz. Hacer (r.a.), eşinin arkasından sordu: “Bizi bu ıssız vadide kime bırakıp gidiyorsun?” Hz. İbrâhim (a.s.) cevap vermedi. Hz. Hacer (r.a.) anladı ve o muazzam tevekkül sorusunu sordu: “Bunu sana Allah mı emretti?” Hz. İbrâhim (a.s.) “Evet” deyince, Hz. Hacer’in (r.a.) kalbi mutmain oldu: “Öyleyse Rabbim bizi zayi etmez!”
Hz. İbrâhim (a.s.) oradan ayrılırken, kalbi evladı ve eşi için dua ile doluydu:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14/37)1
Azıkları tükenince Hz. Hacer (r.a.), oğlu için su aramaya başladı. Safâ ve Merve tepeleri arasında yedi defa koştu (Hac’daki Sa’y ibadetinin aslı budur). Sonunda, Cebrail’in (a.s.) yardımıyla, Hz. İsmail’in (a.s.) ayağının dibinden mübarek Zemzem suyu fışkırdı. Bu su, sadece onların hayatını kurtarmakla kalmadı, Cürhümî kabilesinin oraya yerleşmesine ve Mekke şehrinin kurulmasına vesile oldu.

7. Bölüm: En Büyük İmtihan: Kurban

Hz. İsmail (a.s.) büyümüş, babasıyla birlikte gezip dolaşacak çağa gelmişti. Hz. İbrâhim (a.s.), oğluna olan sevgisiyle dolu bir haldeyken, Allah (c.c.) onu bir kez daha, belki de imtihanların en ağırı ile sınadı. Rüyasında, biricik oğlunu kurban ettiğini gördü. Peygamberlerin rüyası vahiydir.
Bu, “Halil” (Dost) makamının isbatı olacaktı. Allah’ın dostluğu, O’nun emri ile evlat sevgisi arasında bir tercih anı gerektiriyordu. Hz. İbrâhim (a.s.) tereddüt etmedi, durumu oğluna açtı. Bu, baba ile oğul arasındaki teslimiyetin zirvesidir:
“Çocuk, babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince, ‘Yavrucuğum! Ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Bak bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Sâffât, 37/102)
Baba da, oğul da Allah’ın emrine tam teslim olmuştu. Tefsirler, şeytanın bu süreçte her ikisine de vesvese vermeye çalıştığını, ancak onların şeytanı taşlayarak reddettiğini anlatır (Hac’daki şeytan taşlamanın aslı).
Hz. İbrâhim (a.s.) oğlunu yatırdı ve bıçağı boynuna dayadı. Fakat bıçak, Allah’ın emriyle kesmedi. Tam o anda, gökten bir nida geldi:
“Bize, ‘Ey İbrâhim!’ diye seslendik.” (Sâffât, 37/104)
“Rüyayı gerçekleştirdin. Şüphesiz biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.” (Sâffât, 37/105)
“Şüphesiz bu, apaçık bir imtihandı.” (Sâffât, 37/106)
“Biz, (oğlunun yerine) ona büyük bir kurbanlık (koç) verdik.” (Sâffât, 37/107)
Hz. İbrâhim (a.s.), Allah’ın emrini her şeyin üstünde tutarak “Halil” olduğunu ispatlamış, Hz. İsmail (a.s.) ise sabrederek “Zebîhullah” (Allah için kurban olmaya teslim olan) olmuştur.

8. Bölüm: Kâbe’nin İnşası ve Hz. İshak’ın Müjdesi

Bu büyük imtihanların ardından Allah (c.c.), Hz. İbrâhim’e (a.s.) yeryüzündeki ilk mabed olan Kâbe’nin temellerini yükseltme vazifesi verdi. Baba-oğul, büyük bir şevkle Beytullah’ı (Allah’ın Evi) inşa ettiler. Taşları taşırken dillerinde şu dua vardı:
“Hani İbrâhim, İsmâil ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı.” (Bakara, 2/127)
İnşaat bitince, Hz. İbrâhim’e (a.s.) insanları Hac için çağırması emredildi.
Yüce Allah (c.c.), bu sadakatine karşılık ona bir müjde daha verdi. Melekler, Lût kavmini helak etmek üzere insan suretinde geldiklerinde, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar. Ona ikramda bulundu. Melekler, hem Lût kavminin durumunu haber verdiler hem de yaşlı olan Hz. İbrâhim (a.s.) ile Hz. Sâre’ye (r.a.) müjdeyi verdiler:
“Biz de ona, İshak’ı müjdeledik; İshak’ın ardından da Yakub’u.” (Hûd, 11/71)
Hz. Sâre (r.a.) bu duruma hayret etse de, Allah’ın rahmeti tecelli etti ve Hz. İshak (a.s.) dünyaya geldi. Böylece Hz. İbrâhim (a.s.), hem Hz. İsmail’in (a.s.) (Arapların ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) atası) hem de Hz. İshak’ın (a.s.) (İsrailoğulları peygamberlerinin atası) babası oldu.

Sonuç: Ebedî Miras

Hz. İbrâhim (a.s.), hayatını tevhide adamış, Allah’ın (c.c.) “dostum” dediği müstesna bir peygamberdir. Yüce Allah (c.c.), onun bu eşsiz teslimiyetini şöyle övmüştür:
“Hani Rabbi ona, ‘Teslim ol’ demişti. O da, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara, 2/131)
O, bizlere aklı kullanarak Allah’ı bulmayı, ateşe atılma pahasına haktan taviz vermemeyi, en sevdiklerimizden bile Allah için vazgeçebilmeyi (kurban) ve çorak bir vadiye evladını bırakacak kadar Rabbine tevekkül etmeyi öğretti.
Onun mirası “Millet-i İbrâhim” yani Hanîf dinidir; bütün peygamberlerin ortak mesajı olan İslam’dır. O, bugün Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kenan diyarında (El-Halil şehri) medfundur.
Allah (c.c.) bizleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve atası Hz. İbrâhim’in (a.s.) yolundan ayırmasın. Âmin.

************

KISSA-İ LÛT (A.S.): İBRET DOLU BİR HELÂK HİKÂYESİ

1. Bölüm: İman Yurdundan Fesat Diyarına

Hz. Lût (a.s.), peygamberler atası olarak bilinen Hz. İbrahim’in (a.s.) yeğeniydi. Henüz peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, Bâbil’in Nemrut zulmünden bunalan amcası Hz. İbrahim’e ilk iman edenler arasında yer almış, onunla birlikte o ateş diyarından hicret etme şerefini paylaşmıştı. Bu kutlu yolculuk onları Harran’a, oradan da Filistin ve Mısır’a götürmüştü.
Hz. İbrahim (a.s.) ile bir müddet Kenan diyarında kaldıktan sonra, ilâhî bir vazifelendirme ile yolları ayrıldı. Cenâb-ı Hak, Hz. Lût’u (a.s.) peygamber olarak seçmiş ve onu, Şeria (Ürdün) Nehri havzasında, bugün Lût Gölü (Ölü Deniz) olarak bilinen bölgenin yakınlarında kurulmuş olan Sodom (Sedûm) ve Gomore (Amûre) şehirlerine göndermişti.
Bu şehirler, tabiatın bütün cömertliğini sunduğu, bağları bahçeleri bol, zengin bir bölgeydi. Fakat bu zenginlik, onların kalplerini şımartmış, ruhlarını kirletmişti.

2. Bölüm: Dünyada İlk Cürüm ve Davetin Başlangıcı

Sodom halkı, İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, yeryüzünde daha evvel hiçbir mahlûkatın işlemediği korkunç bir cürmü, görülmemiş bir hayâsızlığı (fâhişe) âdet edinmişti. Bolluk ve refah onları azdırmış, fıtrata (yaratılış yapısına) aykırı bu çirkin fiili açıkça, hatta övünerek yapar hale gelmişlerdi. Yol kesiyor, meclislerinde türlü ahlâksızlıkları işliyor ve gariplere, yolculara zulmediyorlardı.
Hz. Lût (a.s.), bu sapkın kavmin içine bir güneş gibi doğdu. Onları en şefkatli, fakat en net üslûpla uyardı:
“Ben size gönderilmiş emin (güvenilir) bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
Hz. Lût (a.s.), onları doğrudan işledikleri o büyük günah üzerinden tenkit etti. Kur’ân-ı Kerîm, bu daveti şöyle haber verir:
“Hani Lût da kavmine şöyle demişti: ‘Gerçekten siz, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! (Bu ilâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?’ Kavminin cevabı ise, ‘Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize!’ demekten başka bir şey olmadı.” (Ankebût Sûresi, 28-29. Âyetler -Meali)
Onlar, bu çirkin fiili o kadar benimsemişlerdi ki, Hz. Lût’un (a.s.) temizlik ve iffet davetini bir ayıp, bir “farklılık” olarak gördüler.

3. Bölüm: Tufan Gibi Yükselen İnkâr

Yıllar geçti. Hz. Lût (a.s.) usanmadan, bıkmadan tebliğine devam etti. Onları Allah’ın azabıyla korkuttu, fıtrata dönmeye davet etti. Fakat kavmin kalpleri mühürlenmişti.
Onların cevabı, alay etmek ve tehdit etmekten ibaretti. Tebliğ karşısında o kadar küstahlaştılar ki, Hz. Lût’u (a.s.) ve ona iman eden az sayıdaki ailesini (iki kızı) aralarında istemediler.
“Kavminin cevabı, ‘Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (sözde) temiz kalmak isteyen kimselermiş!’ demekten başka olmadı.” (A’râf Sûresi, 82. Âyet – Meali)
Bu cevap, ahlâkî bir çöküntünün zirvesiydi. İffeti ve temizliği “suç” olarak görüyorlardı. Hz. Lût’un (a.s.) sabrı tükenme noktasına geldiğinde, artık onlardan ümidini kesince, ellerini Rabbine açtı.
“Lût, ‘Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et!’ dedi.” (Ankebût Sûresi, 30. Âyet – Meali)
Bu dua, helâk kararının icra edilme vaktinin geldiğini ilan ediyordu.

4. Bölüm: İmtihan Gecesi ve Melek Misafirler

Cenâb-ı Hak, duayı kabul etmiş ve azap meleklerini (Hz. Cebrail, Mikail ve İsrafil olduğu rivayet edilir) vazifelendirmişti. Bu melekler, önce insan suretinde Hz. İbrahim’e (a.s.) misafir oldular. Ona Hz. İshak’ın (a.s.) müjdesini verdikten sonra, asıl vazifelerini açıkladılar: Lût kavmini helâk etmek.
Hz. İbrahim (a.s.), o şefkatli yüreğiyle, “Ama orada Lût var!” diyerek onlar için af dilemeye çalıştı. Fakat melekler, “Biz orada kimlerin olduğunu daha iyi biliriz. Kararı kesindir” cevabını verdiler.
Melekler, yakışıklı genç delikanlılar suretinde, akşam vakti Sodom’a ulaştılar. Şehrin girişinde Hz. Lût (a.s.) ile karşılaştılar. Hz. Lût (a.s.), kavminin sapkınlığını bildiği için, bu “misafirleri” görünce kalbi sıkıştı, büyük bir keder ve endişe duydu. Onların melek olduğunu bilmiyor, onları koruyamayacağından korkuyordu. Kur’ân-ı Kerîm o anı şöyle tasvir eder:
“Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onların gelişinden dolayı kaygılandı, onlar yüzünden göğsü daraldı ve ‘Bu, çetin bir gündür’ dedi.” (Hûd Sûresi, 77. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.), misafirlerini kimseye göstermeden evine almaya çalıştı. Ancak Hz. Lût’un (a.s.) hanımı, iman etmemiş, kavminin o çirkin fiillerine içten içe taraftar olan bir kadındı. Bu durumu hemen dışarıdaki sapkınlara haber verdi.

5. Bölüm: Zirveye Çıkan Hayâsızlık

Haber, şehirde bir anda yayıldı. Gözü dönmüş Sodom halkı, “müjde” almış gibi sevinerek evi kuşattı. Kapıya dayandılar ve misafirlerin kendilerine teslim edilmesini istediler.
Hz. Lût (a.s.), bir peygamberin misafirine uzanacak eli durdurmak için son bir gayretle yalvardı. İnsanlık onuru adına, misafir şerefi adına onlara seslendi:
“Kavmi, koşarak onun yanına geldi. Zaten onlar önceden de o kötü işleri yapıyorlardı. Lût, ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin). Onlar sizin için daha temizdirler. Allah’tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde (bu kötülüğü engelleyecek) aklı başında bir adam yok mu!’ dedi.” (Hûd Sûresi, 78. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.), “kızlarım” derken, tefsirlerin çoğunluğuna göre kavminin kadınlarını kastetmiş, onlara fıtrata uygun, helal nikâh yolunu göstermişti. Fakat onlar tamamen körleşmişlerdi.
“Dediler ki: ‘Bizim, senin kızlarında bir hakkımız olmadığını (onlarla evlenmek istemediğimizi) iyi bilirsin. Sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin.’ Lût, ‘Keşke size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir sığınağa (kaleye, aşirete) dayanabilseydim!’ dedi.” (Hûd Sûresi, 79-80. Âyetler – Meali)
Hz. Lût (a.s.), beşerî olarak çaresizliğin zirvesine ulaştığı, “Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı” dediği anda, misafirler kimliklerini açıkladı.
“(Misafirler) şöyle dediler: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar…'” (Hûd Sûresi, 81. Âyet – Meali)
Rivayete göre Cebrail (a.s.), dışarıdaki azgın kalabalığa bir kanat darbesiyle (veya elinin bir işaretiyle) vurdu ve kapıdakilerin gözleri kör oldu. Birbirlerine çarparak, ne olduğunu anlayamadan dağıldılar.

6. Bölüm: İlâhî Azap ve Kurtuluş Vakti

Melekler, Hz. Lût’a (a.s.) son emri verdiler:
“…Hemen gecenin bir vaktinde ailenle (sana inananlarla) yola çık. Karından başka sizden hiç kimse geri kalmasın (geriye bakmasın). Çünkü onlara isabet edecek olan azap, şüphesiz ona da isabet edecektir. Onların helâk zamanı sabaha yakındır. Sabah yakın değil mi?'” (Hûd Sûresi, 81. Âyet – Meali)
Hz. Lût (a.s.) ve ona iman eden iki kızı (ve rivayetlere göre çok az sayıda inanan), zifiri karanlıkta, seher vakti şehri terk ettiler. Arkalarına bakmaları kesinlikle yasaklanmıştı. Çünkü görecekleri manzara dehşet vericiydi.
Sabah vakti, güneş doğarken ilâhî emir infaz edildi.
O mamur şehirlerin, o güzelim bağ ve bahçelerin “altı üstüne” getirildi. Cebrail (a.s.) o bölgeyi kanadıyla kökünden söküp göğe yükselttiği ve ters çevirip yere vurduğu tefsirlerde zikredilir.
“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik. Üzerlerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan (siccîl) taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hûd Sûresi, 82-83. Âyetler – Meali)
Gökyüzünden, her bir kâfirin adına işaretlenmiş, kızgın taşlar yağmur gibi yağdı. O zengin ve şımarık kavim, çirkin fiilleriyle birlikte yerin dibine geçti.
Hz. Lût’un (a.s.) karısı, kavmine olan bağlılığı ve ihaneti sebebiyle emre uymamış, geriye dönüp bakmıştı. Rivayete göre o da, “Vah kavmim!” diye seslenmiş ve başına isabet eden bir taşla helâk olanların arasına katılmıştı.

7. Bölüm: Geride Kalan İbret

Hz. Lût (a.s.) ve ailesi kurtulduktan sonra amcası Hz. İbrahim’in (a.s.) yanına döndü. Helâk olan bölge ise, kokuşmuş suların ve cansız toprağın olduğu bir göle, “Lût Gölü”ne (Ölü Deniz) dönüştü.
Kur’ân-ı Kerîm, bu kıssayı defalarca hatırlatır ve o bölgenin hâlâ bir ibret vesikası olarak durduğunu belirtir:
“Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için o memleketten geriye apaçık bir nişâne bırakmışızdır.” (Ankebût Sûresi, 35. Âyet – Meali)
Hz. Lût’un (a.s.) hikâyesi, fıtrata (yaratılışın temel yapısına) aykırı hareket etmenin, ilâhî sınırlara isyan etmenin ve bir peygamberin davetine karşı küstahça direnmenin ne kadar korkunç bir sonuca yol açtığını gösteren en dehşetli kıssalardan biridir. Aynı zamanda, en zor şartlarda bile imandan, iffetten ve tebliğden vazgeçmemenin, sabrın ve Allah’a sığınmanın bir kurtuluş müjdesi olduğunu bizlere öğretir.

********

Teslimiyetin ve Sabrın Mübarek Timsâli: Hz. İsmâîl (a.s.)
Ulu’l-azm peygamberlerden olan Halîlullah (Allah’ın Dostu) Hz. İbrâhim (a.s.), tabiat kanunları açısından artık evlat sahibi olmasının zorlaştığı bir devrede, Salih bir evlat için Rabbine duâ etmişti. Onun saliha zevcesi Hz. Sâre (r.anha) de, kocasının bu derûnî arzusunu biliyordu. İleri yaşına rağmen evladı olmayan Hz. Sâre, büyük bir fazilet ve fedakârlık timsâli göstererek, hizmetlerinde bulunan Hz. Hâcer’i (r.anha) eşine zevce olarak takdim etti. Bu evlilikten murâd-ı ilâhî tecellî etti ve Hz. İbrâhim’in (a.s.) hanesini bir nur topu aydınlattı.
Ona, “Allah işitti” mânâsına gelen “İsmâîl” adını verdiler. Zira Cenâb-ı Hak, Halîl’inin o yalnız ve derûnî yakarışlarını işitmiş ve ona bir cevap lütfetmişti.

I. Mekke Çöllerinde Bir Anne ve Bir Bebek: Tevekkülün Zirvesi

Hz. İsmâîl henüz kucakta bir bebekken, Hz. İbrâhim (a.s.) ilâhî bir emir aldı. Bu emir, zevcesi Hâcer’i ve oğlu İsmâîl’i alıp, o vakitler kimsenin bulunmadığı, ekin bitmeyen, susuz ve ıssız bir vadiye götürmesini bildiriyordu.
Hz. İbrâhim (a.s.), bu emre tam bir teslimiyetle boyun eğdi. Hz. Hâcer ve kucağındaki Hz. İsmâîl ile birlikte yola koyuldu. Bugün Kâbe’nin bulunduğu yere geldiklerinde, yanlarına az bir miktar su ve bir dağarcık hurma bıraktı. Sonra, kalbi Hâcer ve İsmâîl’de kalarak, geldiği yöne doğru geri dönmeye başladı.
Hz. Hâcer, bu ıssız ve korkutucu vadide yalnız bırakılmalarının hikmetini anlayamamıştı. Arkasından seslendi: “Ey İbrâhim! Bizi bu ekin bitmez, kimsesiz vadide bırakıp nereye gidiyorsun?”
Hz. İbrâhim (a.s.) cevap vermedi. Yüreği yanıyordu ama ilâhî emre zıt bir iş yapamazdı. Hz. Hâcer validemiz tekrar tekrar seslendi. Cevap alamayınca, meselenin derûnî yönünü kavradı ve o mübarek soruyu sordu:
“Bunu sana Allah mı emretti?”
Hz. İbrâhim (a.s.) sadece, “Evet” diye cevap verdi.
Bu cevabı duyan Saliha kadın, tevekkülün ve teslimiyetin zirvesini gösteren şu tarihî sözü söyledi:
“Öyleyse git. Rabbim bizi zâyi etmeyecektir (bize kâfidir).”
Hz. İbrâhim (a.s.), onlardan biraz uzaklaşıp bir tepenin ardında gözden kaybolunca, ellerini semâya kaldırdı ve Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yere bakarak o meşhur duâsını yaptı. Kur’ân-ı Kerîm, bu yakarışı şöyle tasvir eder:
“Rabbimiz! Ben çocuklarımı, senin kutsal evinin (Kâbe) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14/37)1

II. Bir Medeniyetin Kaynağı: Zemzem

Hz. Hâcer, yanındaki az miktardaki su ve hurma tükeninceye kadar bebeği İsmâîl’i emzirdi. Ancak çok geçmeden su bitti, sütü kesildi. Küçük İsmâîl susuzluktan ağlamaya, toprağı eşelemeye başladı.
Bir annenin evladının bu hâlini görmesi, onun için en büyük ızdıraptı. Hz. Hâcer, bir umutla su veya bir insan gölgesi aramak için en yakındaki Safâ tepesine çıktı. Vadiye baktı, kimse yoktu. Hızla inip Merve tepesine koştu. Oraya çıktı, etrafa bakındı. Yine kimseyi göremedi.
Bu iki tepe arasında, evladı için çırpınan bir annenin telaşıyla yedi defa gidip geldi (Sa’y). Son kez Merve tepesine çıktığında, bir ses işitti. Önce kendini dinledi, sonra “Ey ses sahibi! Sesini duyurdun, eğer bir yardımın olacaksa (acele et)” diye seslendi.
O anda, bebeğin bulunduğu yerde, Cibrîl-i Emîn’i (a.s.) gördü. Cibrîl (a.s.), topuğuyla (veya bir rivayette kanadıyla) toprağı eşeledi. O kupkuru yerden, berrak, tatlı ve mübarek bir su fışkırmaya başladı.
Hz. Hâcer, bu ilâhî ikram karşısında hem şaşırdı hem sevindi. Bir yandan kana kana içiyor, bir yandan da akıp gitmesin diye suyun etrafını kumla çeviriyor ve “Zem! Zem!” (Dur! Dur!) diyordu.
Allah Resûlü (s.a.v.) bu hadiseyi anlatırken şöyle buyurmuştur: “Allah, İsmâîl’in annesi Hâcer’e rahmet etsin! Eğer o, suyu (toprakla çevirmeyip) serbest bıraksaydı, muhakkak Zemzem, akar bir pınar olurdu.”
Bu mübarek su, sadece bir bebeğin hayatını kurtarmakla kalmadı; aynı zamanda bir medeniyetin tohumunu attı. Gökyüzünde uçan kuşlar, suyun bulunduğu yerde dönmeye başlayınca, Yemen taraflarından gelen Cürhüm kabilesi bu durumu fark etti. Kuşların olduğu yerde hayat olduğunu biliyorlardı. Gelip Hz. Hâcer’den izin istediler. Hz. Hâcer, suyun mülkiyetinin kendisinde kalması şartıyla yerleşmelerine müsaade etti.
Böylece Hz. İsmâîl (a.s.), bu Arap kabilesinin içinde büyüdü. Onlardan fasih Arapçayı öğrendi ve onlardan bir kızla evlendi. O, “Arab-ı Musta’ribe” (Sonradan Araplaşanlar) olarak bilinen neslin atası oldu.

III. Tarihin En Büyük İmtihanı: Kurban Hadisesi

Hz. İbrâhim (a.s.), zaman zaman ailesini ziyarete geliyordu. Hz. İsmâîl (a.s.), babasıyla birlikte koşup oynayacak çağa gelmişti. Babasının hasretiyle büyüyen bu Salih evlat, babasına son derece bağlıydı.
Bir gece Hz. İbrâhim (a.s.), bir rüya gördü. Rüyasında, biricik oğlu İsmâîl’i kurban ediyordu. Peygamberlerin rüyası vahiydir. Bu, Cenâb-ı Hak’tan gelen açık bir emirdi. Bu, bir babanın dünyada karşılaşabileceği en çetin, en ağır imtihandı.
Hz. İbrâhim (a.s.), Halîl (Dost) unvanına yaraşır bir teslimiyetle, durumu oğluna açtı. Tefsir kaynakları, bu muazzam diyaloğu nakleder. Kur’ân-ı Kerîm, bu babayı ve bu evladı şöyle anlatır:
“Çocuk, kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrâhim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Sâffât, 37/102)
Hz. İsmâîl (a.s.) tereddüt etmedi. “Babacığım, neden?” diye sormadı. “Beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek, emrin Allah’tan geldiğini biliyor ve bu imtihanda babasını yalnız bırakmıyordu.
Baba-oğul, bu ağır emri yerine getirmek için Minâ istikametine doğru yola çıktılar. Rivayetlere göre, şeytan bu teslimiyeti bozmak için üç defa onların karşısına çıktı. Önce Hz. İbrâhim’i, sonra Hz. Hâcer’i ve son olarak da Hz. İsmâîl’i vesveseyle yoldan çıkarmaya çalıştı. Lâkin her biri, şeytanı taşlayarak (bugün hacda yapılan şeytan taşlamanın aslı budur) Allah’ın emrine olan bağlılıklarını gösterdiler.
Nihayet kurban edilecek yere vardılar. Hz. İsmâîl (a.s.), babasına son bir ricada bulundu: “Babacığım, beni yüzüstü yatır ki, yüzümü görüp de babalık şefkatin galip gelmesin ve emri geciktirmeyesin. Elbisemi de anneme götürürsün, bu ona bir teselli olur.”
Hz. İbrâhim (a.s.), gözyaşları içinde oğlunu alnı üzerine yatırdı ve bıçağı boynuna çaldı.
Bu, teslimiyetin zirve noktasıydı. Bir peygamber, Rabbinin emri uğruna en sevdiği varlığını, ciğerparesini feda ediyordu. Fakat bıçak, Allah’ın emriyle kesmedi. Hz. İbrâhim (a.s.) tekrar denedi, bıçak yine kesmedi. O anda, semâdan bir nidâ (ses) geldi:
“Böylece ikisi de teslim olup, İbrâhim de onu yüzüstü yere yatırınca ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten apaçık bir imtihandı.’ Biz, (oğlunun yerine) fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.” (Sâffât, 37/103-108)
Cenâb-ı Hak, onların sadakatini kabul etmişti. Cibrîl (a.s.), semâdan getirdiği bir koçu Hz. İbrâhim’e (a.s.) takdim etti. Bu “Zibh-i Azîm” (Büyük Kurban) idi. Hz. İsmâîl (a.s.) kurtulmuş, imtihan kazanılmıştı.

IV. Kâbe’nin İnşâsı: Baba-Oğul Duâsı

Yıllar geçti. Hz. İbrâhim (a.s.) tekrar Mekke’ye geldiğinde, bu kez Cenâb-ı Hak’tan yeni bir emir almıştı: Tevhîd’in merkezi olacak olan Kâbe’yi, yani “Beytullah”ı (Allah’ın Evi) inşâ etmek.
Yerini Allah’ın gösterdiği, temelleri Hz. Âdem (a.s.) veya daha evvelinden beri var olan bu mübarek binayı, baba-oğul birlikte yükseltmeye başladılar. Hz. İsmâîl (a.s.) taş taşıyor, Hz. İbrâhim (a.s.) de duvarları örüyordu.
Duvarlar yükselip Hz. İbrâhim’in (a.s.) boyunu aşınca, Hz. İsmâîl (a.s.) bir taş getirdi. Hz. İbrâhim (a.s.) bu taşa basarak duvarları örmeye devam etti. İşte o taş, bugün “Makâm-ı İbrâhim” olarak bilinen ve üzerinde Hz. İbrâhim’in (a.s.) mübarek ayak izlerinin nişânesi bulunan taştır.
Onlar sadece bir bina değil, kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin kıblesi olacak bir mâbed inşâ ediyorlardı. Bu şerefli işi yaparken, dilleri duâdaydı:
“Hani İbrâhim, İsmâîl ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı. ‘Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini göster, tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen, tevbeleri çok kabul edensin, çok merhametlisin. Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.'” (Bakara, 2/127-129)
Allah (c.c.), onların bu duâsını asırlar sonra kabul etti. Hz. İsmâîl’in (a.s.) soyundan, o mübarek beldeden, Âlemlere Rahmet olan Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) gönderdi.

V. Vefâtı ve Mirâsı

Hz. İsmâîl (a.s.), Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen peygamberlerdendir. O, sadece bir peygamber babası veya peygamber atası değil, aynı zamanda kendisi de bir Nebî ve Rasûl idi. Cenâb-ı Hak, onun en mühim vasfını şöyle zikreder:
“(Ey Muhammed!) Kitapta İsmâîl’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi, bir rasûl, bir nebî idi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbinin katında da rızaya ermişti.” (Meryem, 19/54-55)
O, “sâdiku’l-va’d” idi; verdiği sözde duran, ahdine sâdık bir peygamberdi. Kurban hadisesinde Rabbine verdiği “beni sabredenlerden bulacaksın” sözüne sâdık kalmıştı.
Hz. İsmâîl (a.s.), rivayetlere göre 130 küsur yıl hayat sürmüş, babasından sonra Kâbe’nin hizmetini (sidâne) üstlenmiş ve Hicaz bölgesindeki insanlara tevhîd akîdesini tebliğ etmiştir. Vefât ettiğinde, annesi Hz. Hâcer’in de medfûn bulunduğu Kâbe’nin yanına, “Hicr-i İsmâîl” (Hatîm) denilen bölgeye defnedilmiştir.
Hz. İsmâîl’in (a.s.) hayatı; sabrın, tevekkülün, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız teslimiyetin ve evlat sadakatinin en parlak misallerinden biridir.

***********

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bir Sabır Müjdesi, Bir Bereket Silsilesi: Hazret-i İshâk Aleyhisselâm

Kâbe’nin Hâdimi, Halîlullâh (Allah’ın Dostu) makamının sahibi, Tevhid sancağının büyük peygamberi Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hayatını tek bir gayeye adamıştı: İnsanları putların esaretinden kurtarıp, Âlemlerin Rabbi olan Tek Allah’a ibadete davet etmek. Bu yolda ateşlere atılmış, yurdundan sürülmüş, evladını kurban etmesi emredilerek en çetin imtihanlardan geçmişti.
Onunla birlikte bu mübarek yolda yürüyen, sadakatin ve teslimiyetin en güzel misallerinden biri olan zevcesi Hazret-i Sâre vardı. Yıllar yılları kovalamış, Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i Sâre (r.anha) ihtiyarlık çağına gelmişlerdi. Zahiri sebeplere nazar edildiğinde, bir evlat sahibi olmaları artık mümkün görünmüyordu. Fakat onlar, sebeplerin ötesinde, her şeye kâdir olan Allah’ın (celle celâluhu) rahmetinden ümitlerini hiç kesmemişlerdi.
Meleklerin Getirdiği Hayret Verici Müjde
Hazret-i İbrahim (as), misafiri çok seven, ikramı bol bir peygamberdi. Bir gün, tanımadığı bir grup misafir evine geldi. Hazret-i İbrahim (as) onları hemen buyur etti ve kendilerine ziyafet hazırlamak için aceleyle bir buzağı kesip kızarttı. Yemeği önlerine koyduğunda, misafirlerin yemeğe hiç el uzatmadıklarını fark etti.
Bu durum, o devrin âdetlerine göre bir düşmanlık alameti olabilirdi. Hazret-i İbrahim’in (as) içine bir korku düştü. Onun bu halini sezen misafirler, derhal kimliklerini açıkladılar:
“Korkma!” dediler. Onlar, insan suretine girmiş meleklerdi. İki mühim vazife için gelmişlerdi: Birincisi, azgınlaşan Lût kavmini helâk etmek; ikincisi ise Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i Sâre’ye (r.anha) o hayret verici müjdeyi vermekti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu hadiseyi şöyle tasvir eder:
“(İbrahim, misafirlerin) yemediklerini görünce, onlardan dolayı içine bir korku düştü. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğul müjdelediler. Bunun üzerine karısı bir çığlık atarak (elini yüzüne) vurup: ‘Ben kısır bir kocakarıyım!’ dedi. Onlar: ‘Rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir’ dediler.” (Zâriyât Sûresi, 28-30)
Başka bir Sûre-i Celîle’de, o anda perde arkasında hizmette duran Hazret-i Sâre’nin (r.anha) tepkisi daha tafsilatlı anlatılır:
“Ayakta durmakta olan karısı (Sâre) gülümseyiverdi. Biz de ona İshak’ı, İshak’ın ardından da Ya’kûb’u müjdeledik. Karısı: ‘Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!’ dedi. Melekler dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.'” (Hûd Sûresi, 71-73)
Bu müjde, sadece bir evlat müjdesi değildi; aynı zamanda o evladın (İshâk’ın) soyundan da Hazret-i Yakûb (as) gibi bir peygamberin geleceğinin müjdesiydi. Bu, bereketli bir peygamberler silsilesinin haberiydi. Hazret-i Sâre’nin hayreti, Allah’ın kudretinden şüphe ettiği için değil, O’nun âdetullah (tabiat kanunları) dışındaki bu muazzam lütfu karşısındaki beşerî şaşkınlığının bir ifadesiydi.
Kurban Hadisesi ve İshâk (as) Bağlantısı
Hazret-i İbrahim’in (as) imtihanlarının en büyüğü, rüyasında oğlunu kurban etmesinin emredilmesiydi. İslâm âlimlerinin ve müfessirlerin büyük çoğunluğu, Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetlerin işaretlerine ve sahih rivayetlere dayanarak kurban edilmesi emredilen evladın, Mekke’de kalan ilk oğlu Hazret-i İsmail (as) olduğu görüşündedir.
Ancak bazı tefsir kaynaklarında ve Ehl-i Kitap rivayetlerinde bu hadisenin Hazret-i İshâk (as) ile ilgili olduğu zikredilir. Lakin İslâmî kaynaklarda kuvvetli olan görüş, kurban kıssasının Hazret-i İsmail (as) ile ilgili olduğudur. Hatta bazı müfessirler, Hûd Sûresi’ndeki ayeti (İshâk’ın ardından Yakûb’u müjdeledik) delil getirirler: Allah Teâlâ, Hazret-i İshâk’ı (as) ve onun soyundan gelecek Hazret-i Yakûb’u (as) daha o doğmadan müjdelemişti. Gelecekte soyu devam edecek biri için kurban emrinin verilmesi, bu açıdan bir zıtlık teşkil edebilirdi.
Kuvvetli görüşe göre; Hazret-i İbrahim (as), Hazret-i İsmail (as) ile olan o büyük teslimiyet imtihanını kazandıktan sonra, Allah Teâlâ ona ikinci bir lütuf olarak, yaşlılığında Hazret-i Sâre’den (r.anha) Hazret-i İshâk’ı (as) ihsan etmiştir.
Nitekim Sâffât Sûresi’nde, kurban kıssası anlatıldıktan hemen sonra gelen şu ayetler bu bağlantıyı güçlendirir:
“Ona, sâlihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik. Ona ve İshak’a bereketler indirdik. İkisinin soyundan iyilik yapan da vardı, kendine apaçık zulmeden de vardı.” (Sâffât Sûresi, 112-113)

Velâdeti ve Yetişmesi

İshâk, “gülen, tebessüm eden” manasına gelen bir isimdir. Bu ismin, Hazret-i Sâre’nin (r.anha) müjdeyi aldığındaki tebessümüne veya hayretine bir işaret olduğu rivayet edilir.
Hazret-i İshâk (as), Ken’an diyarında (bugünkü Filistin ve civarı) doğdu. Babası “Halîlullâh” olan bir evde, Tevhid akidesinin merkezinde büyüdü. Ağabeyi Hazret-i İsmail (as) Mekke’de Kâbe’nin inşasıyla ve oradaki tebliğ ile vazifeliyken, Hazret-i İshâk (as) da Filistin’deki misyon için hazırlanıyordu.
O, babasından peygamberlik hikmetini, sabrı ve Allah’a tam teslimiyeti öğrendi. Kur’ân-ı Kerîm onu “bilgin bir oğul” (gülâmin alîm) (Zâriyât, 28) ve “sâlihlerden bir peygamber” (Sâffât, 112) olarak tasvir eder.

Evliliği ve Evlatları

Hazret-i İbrahim (as), vefatı yaklaşınca, oğlu İshâk’ın (as) Ken’an diyarındaki putperest kavimlerden bir kızla evlenmesini istemedi. Kendi aslının, iman ehlinin bulunduğu Harran’a (Irak bölgesi) gitmesini ve oradan bir zevce almasını arzu etti.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarındaki rivayetlere göre, Hazret-i İshâk (as), babasının bu arzusu üzerine (veya babasının vekili vasıtasıyla) dayısının kızı olan Refika (Rebecca) Hanım ile evlendi.
Tıpkı annesi Hazret-i Sâre (r.anha) gibi, Hazret-i Refika’nın (r.anha) da bir müddet evladı olmadı. Hazret-i İshâk (as), Allah’a (cc) dua etti ve bu duanın bereketiyle Refika Hanım hamile kaldı. İkiz evlatları dünyaya geldi: İys (Esav) ve Yakûb (as).
Hazret-i Yakûb (as), babasının ve dedesinin peygamberlik mirasını devam ettirecek olan seçilmiş evlattı. Onun lakabı “İsrâîl” (Allah’ın kulu veya Allah ile yürüyen) idi. Bu sebeple, Hazret-i İshâk (as) ve oğlu Hazret-i Yakûb (as) vasıtasıyla gelen peygamberler soyuna “Benî İsrâîl” (İsrâiloğulları) denilmiştir.

Nübüvveti (Peygamberliği) ve Tebliği

Hazret-i İshâk (as), babası Hazret-i İbrahim’in (as) vefatından sonra Ken’an (Şam/Filistin) bölgesinde peygamber olarak vazifelendirildi. O, yeni bir din getirmedi; dedesi İbrahim’in (as) “Hanîf” dini olan, Allah’ın birliği (Tevhid) inancını insanlara tebliğ etmeye devam etti.
Onun vazifesi, babasının yaktığı iman meşalesini o bölgede canlı tutmak, insanları putperestliğin karanlığından kurtarmak ve babasının mirasına sahip çıkmaktı. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu şerefli mevkiini şöyle beyan eder:
“Biz ona (İbrahim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik. Hepsini hidayete erdirdik…” (En’âm Sûresi, 84)
Hazret-i İshâk (as), babası ve kardeşiyle birlikte, Allah’a teslimiyetin sembol isimlerinden biri olmuştur. Vefat vakti yaklaştığında, Hazret-i Yakûb’un (as) evlatlarına (yani torunlarına) ettiği vasiyet, bu mübarek silsilenin gayesini özetler:
“Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a ibadet edeceğiz; bizler O’na teslim olmuşuzdur’ dedikleri zaman orada mı idiniz?” (Bakara Sûresi, 133)

Fazileti ve Mirası

Hazret-i İshâk (as), Kur’ân-ı Kerîm’de sabrı, ilmi, salih ameli ve kuvvetli imanı ile övülür. O, Allah’ın (cc) bir mucizesi olarak dünyaya gelmiş; hayatını Allah’ın (cc) dinini anlatmaya adamış ve kendisinden sonra gelecek binlerce peygamberin (Benî İsrâîl peygamberlerinin) mübarek atası olma şerefine nail olmuştur.
Hazret-i Yûsuf (as), Hazret-i Mûsâ (as), Hazret-i Hârûn (as), Hazret-i Dâvûd (as), Hazret-i Süleymân (as), Hazret-i Zekeriyyâ (as), Hazret-i Yahyâ (as) ve Hazret-i İsâ (as) gibi nice büyük peygamber, onun soyundan gelen nurlu bir zincirin halkalarıdır.
Hazret-i İshâk Aleyhisselâm’ın kıssası; bizlere, zahiri sebepler tükendiğinde bile Allah’ın (cc) rahmetinden ümit kesmemeyi, imtihanlar karşısında sabretmeyi ve Allah’a (cc) tam bir teslimiyetle bağlananların hem dünyada hem de ahirette nasıl bereketli bir mirasla mükâfatlandırılacağını öğretir.
Selâm O’na ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

***********

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamberler silsilesinin mübarek bir halkası, sabrın ve tevekkülün timsali olan Hz. Yâkub’un (a.s.) hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’de, bilhassa Yûsuf Sûresi’nde, derin bir hikmet ve ibret muhtevasıyla bizlere takdim edilir. O, “İsrâil” lakabıyla da bilinen, Hz. İshak’ın (a.s.) oğlu ve Halîlullah (Allah’ın Dostu) Hz. İbrâhim’in (a.s.) torunudur.
İşte o mübarek peygamberin, imtihanlarla dolu, lakin her anı Allah’a teslimiyetle bezenmiş hayat hikâyesi:

1. Mübarek Soy ve “İsrâil” Lakabı

Hz. Yâkub, babası Hz. İshak ve annesi Refika’nın evladı olarak Ken’an diyarında dünyaya geldi. Onunla birlikte bir de ikiz kardeşi vardı ki, İslâmî kaynaklarda adı “Îs” (veya Esav) olarak geçer.
Yâkub (a.s.), babası İshak’ın (a.s.) peygamberlik mirasını taşıyacak olan seçilmiş evlattı. “İsrâil” lakabını almasıyla ilgili çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, en yaygın kabul gören manası “Allah’ın kulu” veya “Allah ile (O’na giden yolda) yürüyen” demektir. Kur’ân-ı Kerîm, ondan ve onun soyundan “Benî İsrâil” (İsrâiloğulları) olarak bahseder. Onun on iki oğlundan gelen nesil, İsrâiloğulları’nın on iki kabilesini (sıbt/esbât) teşkil edecekti.

2. Gurbet, Evlilik ve On İki Oğul (Esbât)

Hz. Yâkub, kardeşi Îs ile aralarında çıkan bir anlaşmazlık (veya tefsirlerde zikredilen bazı hadiseler) üzerine, babasının tavsiyesiyle Ken’an diyarından ayrılarak dayısı Leban’ın yanına, Harran’a (Feddân-ı Arâm) hicret etti.
Burada dayısının kızları Leyâ (Lea) ve Rahel (Rachel) ile evlendi. (O dönemin şeriatında iki kız kardeşle aynı anda evli olmak caizdi; bu hüküm daha sonra Kur’ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir). Ayrıca bu iki hanımının câriyeleri (hizmetçileri) olan Bilha ve Zilpa’yı da nikâhına aldı.
Bu dört hanımından toplam on iki oğlu oldu: Rûben (Reuben), Şem’ûn (Simeon), Levî (Levi), Yahûda (Judah), Dân, Naftali, Gad, Âşer (Asher), İssakar (İsakar), Zebûlun (Zebulun), Yûsuf ve Bünyamin.
Bu on iki oğul, “Esbât” (torunlar, kabileler) olarak bilinir ve Hz. Yûsuf dışındaki diğer on biri peygamber olmamakla birlikte, peygamber soyunun ataları olmuşlardır. Hz. Yâkub’un hayatındaki en büyük imtihan silsilesi de bu oğulları, bilhassa en çok sevdiği Hz. Yûsuf ve Bünyamin üzerinden gelecekti.

3. Rüyâ, Hased ve Ayrılığın Başlangıcı

Hz. Yâkub, uzun yıllar Harran’da kaldıktan sonra Allah’ın emriyle zengin bir sürü sahibi olarak ata yurdu Ken’an’a döndü. Oğulları arasında en küçükleri olan, anneleri Rahel’den doğma Yûsuf (a.s.) ile Bünyamin’e karşı apayrı bir muhabbet besliyordu. Yûsuf’un (a.s.) simasındaki peygamberlik nuru ve müstesna ahlâkı, babasının firasetiyle birleşince, bu sevgi daha da derinleşmişti.
Bir gece, küçük Yûsuf (a.s.) hayret verici bir rüyâ gördü. Güneş, ay ve on bir yıldızın kendisine secde ettiğini babasına anlattı. Peygamber firasetine sahip olan Hz. Yâkub, bu rüyânın manasını derhal anladı: Yûsuf, bir gün büyük bir makama erişecek ve bütün ailesi ona hürmet edecekti.
Fakat bu büyük müjdenin, büyük bir imtihanı da beraberinde getireceğini biliyordu. Oğullarının Yûsuf’a karşı besledikleri hasedi (kıskançlığı) seziyordu. Bu sebeple oğlunu şöyle tenbihledi:
“(Babası) şöyle dedi: ‘Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.'” (Yûsuf Sûresi, 5)
Lakin kader tecelli edecekti. Diğer on kardeş, babalarının Yûsuf’a olan sevgisini hazmedemiyorlardı. “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgili” diyerek hasetlerini kinle bilediler. Şeytanın da vesvesesiyle, “Yûsuf’u öldürün veya onu ıssız bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın” diye korkunç bir karar aldılar.

4. “Sabr-ı Cemîl” (Güzel Sabır) İmtihanı

Kardeşleri, bir gün babalarına gelip, “Ey babamız! Yûsuf’u bizimle kıra gönder, oynasın, eğlensin, biz onu mutlaka koruruz” dediler. Hz. Yâkub’un kalbi endişeyle doldu. “Onu götürmeniz beni üzer, siz farkında değilken onu bir kurdun yemesinden korkarım” dedi.
Oğulları ise ısrarcıydı. Neticede Hz. Yâkub, takdire boyun eğerek istemese de izin verdi. Kardeşleri, Yûsuf’u (a.s.) alıp götürdüler ve onu ıssız bir kuyunun dibine attılar.
Akşam olduğunda, ağlayarak babalarının yanına döndüler. Yalandan bir gözyaşı döküyorlardı.
“Akşam vakti babalarına ağlayarak geldiler. Dediler ki: ‘Ey babamız! Biz yarışmak üzere uzaklaşmıştık. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Bir de baktık ki onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.’ Üzerine de sahte bir kan bulaştırılmış olarak Yûsuf’un gömleğini getirdiler.” (Yûsuf Sûresi, 16-18)
Hz. Yâkub, bu sözlere kanmadı. Gömleğe baktı; gömlek sağlamdı ama üzerindeki kan sahteydi. Bir kurdun saldırısında gömleğin parçalanması gerekirdi. Evlatlarının bir hile yaptığını, Yûsuf’una bir zarar verdiklerini anladı.
İşte o an, bir peygamberin ve bir babanın en zor anıydı. Kalbi yanıyordu, lakin o, isyan etmedi. İnsanlara şikâyet edip feryâd ü figân eylemedi. Yüzünü sadece Allah’a döndü ve tarihe geçecek o mübarek sözü söyledi:
“(Ya‘kūb) dedi ki: ‘Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.'” (Yûsuf Sûresi, 18)
Bu, “Sabr-ı Cemîl” idi. Yani, içinde şikâyet olmayan, feryat olmayan, rızâ ile bezenmiş en güzel sabır.

5. Hasretin Şiddeti ve Gözlere Düşen Ak

Aradan yıllar geçti. Hz. Yâkub, oğlu Yûsuf’un hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Geceleri ağlıyor, gündüzleri bu derdi içinde saklıyordu. Ken’an diyarında kıtlık baş gösterdi. Mısır’da ise, o vakitler kuyudan çıkıp saraya vezir (Aziz) olmuş olan Hz. Yûsuf, hazineleri adaletle yönetiyordu.
Hz. Yâkub, oğullarını (Yûsuf’un öz kardeşi Bünyamin hariç) erzak almaları için Mısır’a gönderdi. Oğulları Mısır’a vardıklarında, Vezir olan kardeşleri Yûsuf’u tanıyamadılar, ama Yûsuf (a.s.) onları tanıdı. Onlara erzak verdi ve bir dahaki sefere öz kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini istedi.
Hz. Yâkub, diğer oğullarına güvenmese de, Allah’tan sağlam bir söz (yemin) alarak Bünyamin’in de onlarla gitmesine izin verdi. Ancak Mısır’da Hz. Yûsuf’un kurduğu bir planla Bünyamin alıkonuldu.
Kardeşleri Ken’an’a dönüp olanları babalarına anlattıklarında, Hz. Yâkub için ikinci bir yıkım oldu. Yûsuf’tan sonra şimdi de Bünyamin kayıptı.
Artık yaşlı bir peygamber olan Hz. Yâkub’un acısı dayanılmaz bir hadde ulaştı. Yûsuf’un hasreti tazelenmişti. Yıllardır içinde tuttuğu kederi, gözyaşlarına dönüştü.
“Onlardan yüz çevirdi, ‘Ah Yûsuf’um ah!’ diye sızlandı ve kederini içinde saklaya saklaya gözlerine ak düştü.” (Yûsuf Sûresi, 84)
Oğullarının “Vallahi sen hâlâ Yûsuf’u anıp duruyorsun” demelerine rağmen o, tevekkülünden zerre kaybetmedi. İmtihan ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın, o Allah’tan ümidini kesmiyordu.

6. “Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin”

Hz. Yâkub (a.s.), Yûsuf’un acısıyla gözlerini kaybetmişti ama kalp gözü (basireti) açıktı. O, Yûsuf’unun yaşadığını biliyordu. Allah’ın vadine güveniyordu. Oğullarına döndü ve onlara ümitsizliğe karşı şu dersi verdi:
“Dedi ki: ‘Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim. Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.'” (Yûsuf Sûresi, 86-87)
Bu, ye’se (ümitsizliğe) düşmenin küfre ne kadar yakın olduğunu gösteren bir peygamber uyarısıydı.
Oğulları tekrar Mısır’a gittiler. Bu defa Hz. Yûsuf (a.s.) onlara kimliğini açıkladı, onları affetti ve “Bünyamin’i ve bu gömleğimi alın, babamın yüzüne sürün, gözleri açılacaktır. Ve bütün ailenizle bana gelin” dedi.

7. Vuslat (Kavuşma) ve Rüyânın Tâbiri

Kafile Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, yüzlerce kilometre uzaktaki Ken’an’da, Hz. Yâkub (a.s.) yanındakilere, “Eğer bana bunak demezseniz, (şunu söyleyeyim ki) ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi (Yûsuf, 94).
Ve müjdeci gelip, Hz. Yûsuf’un gömleğini o mübarek yüze sürdüğü an, bir mucize gerçekleşti. Yıllardır kapalı olan gözleri, Allah’ın izniyle yeniden görmeye başladı.
“Müjdeci gelip gömleği onun yüzüne sürünce, gözleri derhal açılıverdi. Dedi ki: ‘Ben size, “Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim” dememiş miydim?'” (Yûsuf Sûresi, 96)
Oğulları hatalarını itiraf edip af dilediler. Hz. Yâkub da onlar için istiğfar etti.
Ardından bütün aile (Hz. Yâkub, hanımı ve on bir oğlu) Mısır’a göç etti. Hz. Yûsuf, anne ve babasını tahtına oturttu. İşte o an, yıllar evvel görülen rüyânın tâbiri gerçekleşiyordu:
“Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Yûsuf dedi ki: ‘Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi…'” (Yûsuf Sûresi, 100)
Buradaki secde, bir ibadet secdesi değil, o dönemin âdetince bir hürmet ve selamlama secdesiydi. Böylece Hz. Yâkub, yıllar süren “Sabr-ı Cemîl” imtihanını en güzel şekilde tamamlamış, Yûsuf’una ve Bünyamin’e kavuşmuştu.

8. Son Vasiyet ve Tevhid Mirası

Hz. Yâkub (a.s.), Mısır’da bir müddet daha yaşadı. Ömrünün son anları geldiğinde, evlatlarını başına topladı. Onun tek bir derdi vardı: Kendisinden sonra evlatlarının Allah’a olan bağlılıkları. Onlara son vasiyetini yaptı. Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilir:
“Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a ibadet edeceğiz; bizler O’na boyun eğmişizdir’ dedikleri zaman orada mı idiniz?” (Bakara Sûresi, 133)
Hz. Yâkub (a.s.), evlatlarından “Tevhid” (Allah’ı birleme) sözünü aldıktan sonra ruhunu teslim etti. Rivayete göre, vasiyeti üzerine naaşı Mısır’dan götürülerek, ataları Hz. İbrâhim (a.s.) ve Hz. İshak’ın (a.s.) mezarlarının bulunduğu Ken’an diyarındaki El-Halîl (Hebron) şehrine defnedildi.
Kıssadan Hisse
Hz. Yâkub’un (a.s.) hayatı, bizlere şu büyük hakikatleri öğretir:
• Sabr-ı Cemîl: Musibet ne kadar büyük olursa olsun (evlat acısı, körlük, hasret gibi), bir mü’minin tavrı isyan ve şikâyet değil, Allah’ın takdirine rızâ göstererek “güzel bir sabır” ile beklemektir.
• Tevekkül ve Ümit: Gözleri kör olsa dahi, Hz. Yâkub “Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim” diyerek O’nun rahmetinden ümidini asla kesmemiştir. Mü’min, ye’se düşmez.
• Firaset (Basiret): O, sahte kanlı gömleğe bakıp aldanmamış, Yûsuf’un rüyâsını doğru tâbir etmiş ve yıllar sonra Yûsuf’un kokusunu almıştır. Bu, Allah’a yakınlığın getirdiği bir kalp gözü açıklığıdır.
• Tevhid Mirası: Bir babanın evlatlarına bırakacağı en büyük miras, mal-mülk değil, “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” sorusuna verilecek “Tek olan Allah’a” cevabıdır.
Allah (c.c.), o mübarek peygamberin sabrından, teslimiyetinden ve firasetinden bizlere de hisseler nasip eylesin. Âmin.

************

Bismillahirrahmânirrahîm.
Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-Kasas” (Kıssaların En Güzeli) olarak vasıflandırdığı Hz. Yûsuf’un (aleyhisselâm) ibretlerle dolu hayat hikâyesi, sabrın, tevekkülün, iffetin ve affın en âlî misallerini bizlere sunar. Bu mübarek kıssa, sadece bir peygamberin başından geçen hadiseleri değil, aynı zamanda Allah’ın takdirinin, kullarının planları üzerindeki mutlak hâkimiyetini tasvir eder.

KISIM 1: RÜYA, HASET VE KUYU

Hz. Yûsuf (a.s.), Allah’ın Halîl’i (dostu) Hz. İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelen, peygamberler silsilesinin bir halkası olan Hz. Ya’kûb’un (a.s.) on iki oğlundan biriydi. Babasının ona ve küçük kardeşi Bünyamin’e olan derin muhabbeti, diğer on kardeşinin kalbinde büyük bir haset (kıskançlık) ateşi yakmıştı.
Bu derûnî muhabbetin ve Yûsuf’un (a.s.) istikbaldeki yüksek makamının ilk işareti, gördüğü bir rüya ile zahir oldu. Henüz küçük bir çocukken gördüğü bu manidar rüyayı babasına şöyle anlattı:
“Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde ediyorlardı.” (Yûsuf, 12/4)
Peygamber ferasetiyle bu rüyanın ne manaya geldiğini anlayan Hz. Ya’kûb (a.s.), oğlunun gelecekte büyük bir imtihana ve ardından yüksek bir mertebeye ulaşacağını sezdi. Kardeşlerinin hasedini bildiğinden, onu derhal uyardı:
“Yavrucuğum! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.” (Yûsuf, 12/5)
Fakat kardeşlerin kalbindeki haset, bu rüyadan haberdar olmasalar dahi, babalarının sevgisini kazanma hırsıyla doluydu. “Yûsuf’u öldürelim veya uzak bir yere atalım ki babamızın teveccühü yalnız bize kalsın” diye aralarında konuştular. İçlerinden biri, “Öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine atın; gelip geçen kervanlardan biri onu bulup götürür” diyerek diğerlerini ikna etti.
Bir gün babalarından, “kırda oynaması için” Hz. Yûsuf’u (a.s.) yanlarına almayı istediler. Hz. Ya’kûb (a.s.), “Onu kurdun kapmasından korkarım” dese de, kardeşlerinin ısrarlarına dayanamadı. Onu alıp uzaklaştıklarında, planlarını tatbik ettiler. Masum Yûsuf’u (a.s.) derin bir kuyuya attılar. Akşam olup eve döndüklerinde, yanlarında getirdikleri ve üzerine sahte kan sürdükleri gömleğini babalarına göstererek ağlamaya başladılar: “Biz yarışırken onu eşyalarımızın yanında bırakmıştık, kurt onu yemiş!”
Hz. Ya’kûb (a.s.), bu işte bir hile olduğunu anlamıştı. Yüreği evlat acısıyla yansa da, bir peygambere yakışır bir teslimiyetle şöyle dedi:
“Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzelce sabretmektir (sabr-ı cemîl). Anlattıklarınıza karşılık yardımı istenecek olan ancak Allah’tır.” (Yûsuf, 12/18)
Hz. Yûsuf (a.s.) ise kuyunun derinliklerinde, Allah’ın himayesi altındaydı. Cenâb-ı Hak, ona “Bir gün mutlaka bu yaptıklarını onlara haber vereceksin” diye vahyederek kalbini teskin etti. Çok geçmeden, oradan geçmekte olan bir ticaret kervanı, su almak için kuyuya kova saldıklarında, içinden çıkan bu nur yüzlü çocuğu gördüler. Onu “ucuz bir fiyata” (birkaç dirheme) köle olarak satmak üzere yanlarına alıp Mısır’a doğru yola çıktılar.

KISIM 2: MISIR SARAYI VE İFFET İMTİHANI

Mısır’a varan kervan, Hz. Yûsuf’u (a.s.) Mısır’ın üst düzey yöneticilerinden olan Azîz’e (Potifar) sattı. Azîz, onun asaletini ve güzelliğini fark ederek hanımına (tefsir ve tarih kaynaklarında Züleyha olarak geçer) “Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz” dedi.
Hz. Yûsuf (a.s.), sarayda büyüdü, olgunluk çağına erişti. Allah ona ilim, hikmet ve rüya tabiri ilmini bahşetmişti. Onun bu emsalsiz güzelliği, aklı ve fazileti, yanında bulunduğu Azîz’in hanımının kalbini çeldi. Züleyha, nefsine mağlup olarak Hz. Yûsuf’tan (a.s.) gayrimeşru bir talepte bulundu. Kapıları kapatıp onu arzusuna davet etti.
Bu, Hz. Yûsuf’un (a.s.) peygamberlik yolundaki en çetin imtihanlarından biriydi. O, Allah’ın koruması altındaydı ve en küçük bir meyil göstermedi. İffetini muhafaza ederek kararlılıkla cevap verdi:
“Yûsuf, “Allah’a sığınırım! O benim efendimdir; bana iyi baktı. Doğrusu zalimler kurtuluşa eremezler” dedi.” (Yûsuf, 12/23)
Ve hızla kapıya yöneldi. Züleyha da onu durdurmak için arkasından koştu ve gömleğini arkadan çektiği gibi yırttı. Tam o esnada kapı açıldı ve Azîz ile karşılaştılar. Züleyha, suçunu örtbas etmek için hemen iftira attı: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası zindandır!”
Hz. Yûsuf (a.s.) ise “Hayır, o benden murat almak istedi” diyerek kendini savundu. Olayın hakikati, Züleyha’nın ailesinden bilge birinin hakemliği ile ortaya çıktı. Bu bilge kişi şöyle bir ölçü koydu:
“Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, o yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiş, o doğru söyleyenlerdendir.” (Yûsuf, 12/26-27)
Gömlek arkadan yırtılmıştı. Hz. Yûsuf’un (a.s.) masumiyeti isbat edilmişti. Azîz, olayın büyümemesi için üstünü kapattı.
Fakat bu hadise Mısır’ın ileri gelen kadınları arasında yayıldı. Kadınlar, “Azîz’in karısı kölesinden murat almak istemiş, sevgisi kalbini yakıp kavurmuş. Biz onu apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz” diyerek Züleyha’yı kınadılar.
Züleyha, bu tenkitlere cevap vermek ve Hz. Yûsuf’un (a.s.) güzelliği karşısında neden nefsine yenik düştüğünü onlara göstermek için bir ziyafet tertip etti. Kadınların ellerine meyve ve bıçak verdi. Tam o esnada Hz. Yûsuf’a (a.s.) “Karşılarına çık!” dedi. Kadınlar, Hz. Yûsuf’un (a.s.) cemâlini görünce hayranlıktan (meyve yerine) kendi ellerini kestiler ve “Hâşâ! Bu bir beşer değil, bu ancak yüce bir melektir” dediler.
Züleyha, bu durum karşısında tehdidini artırdı:
“…Kadın dedi ki: “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Yemin ederim ki, ben ondan murat almak istedim, fakat o iffetini korudu. Andolsun, eğer istediğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve kesinlikle zillete uğrayanlardan olacak!”” (Yûsuf, 12/32)
Hz. Yûsuf (a.s.), böylesine zorlu bir imtihan karşısında, günaha düşmektense zindana girmeyi tercih ederek Allah’a sığındı:
“Yûsuf, “Ey rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerini yapmaktan daha sevimlidir. Eğer onların hilesini benden uzak tutmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi.” (Yûsuf, 12/33)
Azîz ve adamları, Hz. Yûsuf’un (a.s.) masum olduğunu bilmelerine rağmen, dedikoduları durdurmak ve sarayın itibarını kurtarmak için onu bir müddet zindana atmaya karar verdiler.

KISIM 3: ZİNDAN MEDRESESİ VE RÜYA TABİRİ

Zindan, zahiren bir cezaevi olsa da, Hz. Yûsuf (a.s.) için bir “Medrese-i Yûsufiye” (Yusuf Medresesi) oldu. O, burada da Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etti. Onunla birlikte zindana giren iki genç daha vardı. Biri kralın (Melik) içeceklerini sunan (sakî), diğeri ise fırıncısıydı.
Bu iki genç, bir gece rüya gördüler. Biri rüyasında şarap sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşların o ekmekten yediğini gördü. Hz. Yûsuf’un (a.s.) salih ve hikmetli bir zat olduğunu anladıklarından, rüyalarını ona tabir etmesini istediler.
Hz. Yûsuf (a.s.), bu fırsatı bir tebliğ vesilesi kıldı. Onlara rüyalarının tabirini yapmadan evvel, Allah’ın birliğinden (Tevhid) bahsetti. Putlara tapmanın anlamsızlığını, tek hüküm sahibinin Allah olduğunu anlattı. Zindanı bir irşad meclisine çevirdi.
Ardından rüyalarını tabir etti: “Biriniz (sakî) efendisine tekrar hizmet edecek, şarap sunacak. Diğeriniz ise (fırıncı) asılacak ve kuşlar başından yiyecek.”
Hz. Yûsuf (a.s.), kurtulacağını müjdelediği sakîye dedi ki: “Efendinin yanında beni an (suçsuz olduğumu söyle).” Fakat sakî zindandan çıkıp görevine dönünce, şeytan ona Hz. Yûsuf’u (a.s.) unutturdu. Böylece Hz. Yûsuf (a.s.), masum olduğu halde senelerce zindanda kalmaya devam etti. Bu, onun sabrının ve Allah’a olan teslimiyetinin bir başka imtihanıydı.

KISIM 4: MELİK’İN RÜYASI VE HAZİNELERİN BAŞI

Yıllar sonra, Mısır Melik’i (Firavun değil, o dönemki hükümdar) bir rüya gördü. Rüyasında yedi zayıf ineğin, yedi semiz ineği yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi kuru başak gördü. Bu rüya onu çok endişelendirdi. Ülkenin tüm kâhinlerini, bilginlerini topladı ama kimse bu rüyayı tatmin edici şekilde tabir edemedi.
İşte o anda, yıllar önce zindandan çıkan sakî, Hz. Yûsuf’u (a.s.) hatırladı. Melik’e, zindanda rüya tabirini çok iyi bilen bir genç olduğunu söyledi ve ondan izin alarak zindana gitti.
Sakî, Hz. Yûsuf’a (a.s.) Melik’in rüyasını anlattı. Hz. Yûsuf (a.s.), kendisini unutan arkadaşına sitem etmeden, rüyanın tabirini ve çözüm yolunu şöyle açıkladı:
“Yedi sene boyunca bolluk içinde ekip biçeceksiniz. Hasat ettiğiniz ekinin az bir kısmı hariç, gerisini başağında (stoklamak için) saklayın. Sonra yedi sene sürecek şiddetli bir kıtlık gelecek ve sakladıklarınızın çoğunu yiyip bitirecek. Ardından tekrar bolluk ve bereket dolu bir yıl gelecek.”
Bu muazzam tabir ve iktisadî plan, Melik’i hayrete düşürdü. Derhal onun zindandan çıkarılmasını emretti.
Fakat Melik’in elçisi geldiğinde, Hz. Yûsuf (a.s.) zindandan çıkmayı reddetti. O, sadece affedilmek değil, aynı zamanda temize çıkmak, masumiyetinin herkesçe bilinmesini istiyordu. Elçiye dedi ki: “Efendine dön ve o ellerini kesen kadınların meselesini sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini bilir.”
Melik, meseleyi araştırdı. Züleyha’yı ve diğer kadınları huzuruna çağırdı. Artık Züleyha’nın kalbi pişmanlıkla dolmuş ve hakikati itiraf etme vakti gelmişti. Herkesin içinde şöyle dedi:
“…Kadın, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istedim. O ise, muhakkak ki doğru söyleyenlerdendir” dedi.” (Yûsuf, 12/51)
Hz. Yûsuf’un (a.s.) masumiyeti resmen ilan edildi. Melik, onun bilgeliğine, iffetine ve liyakatine hayran kalmıştı. Onu zindandan çıkarıp yüksek bir makama getirmek istedi. Hz. Yûsuf (a.s.), ülkeyi bekleyen kıtlık tehlikesini bildiğinden, Melik’e şu teklifte bulundu:
“Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum, (bu işi) çok iyi bilirim” dedi.” (Yûsuf, 12/55)
Melik bu teklifi kabul etti. Hz. Yûsuf (a.s.), kuyudan çıkarılıp köle olarak satıldığı Mısır’a, şimdi maliyeden ve hazineden sorumlu bir bakan, bir nevi “Azîz” olmuştu.

KISIM 5: VUSLAT VE DUANIN KABULÜ

Hz. Yûsuf (a.s.), yedi yıllık bolluk döneminde ambarları ağzına kadar doldurdu, büyük bir basiretle iktisadı yönetti. Ardından gelen şiddetli kıtlık yıllarında, sadece Mısır’ı değil, civar ülkeleri de (Filistin, Kenan diyarı) açlıktan kurtardı.
Kıtlık, Hz. Ya’kûb’un (a.s.) memleketi Kenan’ı da vurmuştu. Hz. Yûsuf’un (a.s.) kardeşleri de erzak almak için Mısır’a, Azîz’in huzuruna geldiler. Hz. Yûsuf (a.s.) onları görür görmez tanıdı, fakat onlar onu tanımadılar.
Kardeşlerine erzaklarını verdi, ancak onlara bir şart koştu: “Bir dahaki gelişinizde, babanızdan olan diğer kardeşinizi (Bünyamin’i) de getirin. Getirmezseniz benden erzak alamazsınız.”
Kardeşler Kenan’a döndüler, durumu babalarına anlattılar. Hz. Ya’kûb (a.s.), Yûsuf’u (a.s.) kaybetmenin acısı taze iken, Bünyamin’i de göndermek istemedi. Ancak kıtlığın zorlamasıyla ve onlardan kesin söz (misak) alarak Bünyamin’in gitmesine izin verdi.
İkinci kez Mısır’a geldiklerinde, Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşi Bünyamin’i gizlice yanına çağırdı ve ona kimliğini açıkladı. Kardeşini yanında alıkoymak için bir plan yaptı. Melik’in su tasını (kıymetli bir ölçek kabı) Bünyamin’in yükünün içine koydurdu. Kervan yola çıkınca arkalarından “Ey kervan, siz hırsızsınız!” diye seslenildi.
Arama yapıldı ve tas Bünyamin’in yükünden çıktı. O devrin kanunlarına göre, hırsızlık yapan kişi, malı çalınan kişinin kölesi olurdu. Kardeşleri perişan oldular, “Onun yerine bizden birini alıkoy” diye yalvardılar. Hz. Yûsuf (a.s.) kabul etmedi.
Kardeşler, babalarına ne cevap vereceklerini bilemez halde geri döndüler. En büyükleri Mısır’da kaldı. Olanları duyan Hz. Ya’kûb’un (a.s.) acısı katlanmıştı. Yûsuf’un (a.s.) ardından Bünyamin’in de acısıyla gözleri hüzünden ağardı, görmez oldu. Fakat o, Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmedi. Oğullarına, “Gidin, Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” dedi.
Kardeşler üçüncü kez, bitkin ve muhtaç bir halde Mısır’a geldiler. Azîz’in huzurunda merhamet dilendiler.
İşte o an, Hz. Yûsuf (a.s.) için hakikati açıklama vakti gelmişti. Onlara dedi ki: “Siz cahilken Yûsuf’a ve kardeşine ne yaptığınızı biliyor musunuz?”
Kardeşleri şaşkınlıkla baktılar ve “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler.
Hz. Yûsuf (a.s.) cevap verdi: “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfetti.”
Kardeşleri, yaptıklarından dolayı utanç içindeydiler. “Vallahi Allah seni bizden üstün kıldı, biz gerçekten suçluyduk” dediler.
Hz. Yûsuf (a.s.), yıllar süren çilenin, zindanın, iftiranın ve hasedin intikamını almak yerine, bir peygambere yakışan en büyük fazileti, affı gösterdi:
“Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”” (Yûsuf, 12/92)
Onlara gömleğini verdi ve “Bunu babamın yüzüne sürün, gözleri açılacaktır. Ve bütün ailenizle birlikte bana gelin” dedi.
Kervan Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, Hz. Ya’kûb (a.s.) Kenan’da, “Eğer bana bunak demezseniz, Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi. Gömlek gelip yüzüne sürülünce, Allah’ın izniyle gözleri tekrar görmeye başladı.
Bütün aile (Hz. Ya’kûb, hanımı ve on bir oğlu) toplanıp Mısır’a göç ettiler. Hz. Yûsuf (a.s.) ailesini muazzam bir törenle karşıladı. Annesini ve babasını tahtına oturttu.
İşte o an, yıllar önce görülen o mübarek rüya gerçekleşti.
“Babası ile annesini tahtına oturttu; diğerleri onun huzurunda saygıyla eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok büyük lütuflarda bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği kimseye lütfuyla nice incelikler gösterir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”” (Yûsuf, 12/100)
Buradaki secde, bir ibadet secdesi değil, o dönemin âdetince bir hürmet ve saygı eğilmesiydi. Kardeşler, Güneş (anne), Ay (baba) ve on bir yıldız (kardeşler), Mısır’ın Azîzi, Allah’ın Peygamberi Hz. Yûsuf’un (a.s.) önünde saygıyla eğilmişlerdi.

HİSSE VE NETİCE

“Ahsenü’l-Kasas” olan bu kıssa, bizlere şu cihan şümul hakikatleri öğretir:
• Sabır ve Tevekkül: Hz. Ya’kûb’un (a.s.) evlat acısına karşı gösterdiği “sabr-ı cemîl” (güzel sabır) ve Allah’tan asla ümit kesmemesi, tevekkülün zirvesidir.
• İffet ve Takva: Hz. Yûsuf’un (a.s.) en zorlu şartlarda (Züleyha’nın teklifi) dahi iffetini koruması ve “Zindan bana bu günahtan daha sevimlidir” diyerek Allah’a sığınması, takvanın en büyük isbatıdır.
• Hasedin Tehlikesi: Kardeşlerin hasedi, onları bir peygamberi kuyuya atmaya kadar sürüklemiştir. Haset, insanın kalbini karartan en tehlikeli manevi hastalıklardandır.
• Allah’ın Takdiri: Kardeşleri onu kuyuya attılar ki itibarsız kalsın; Allah onu oradan çıkarıp Mısır’a Azîz yaptı. Züleyha onu zindana attırdı ki iradesini kırsın; Allah onu zindandan çıkarıp Melik’in en güvendiği kişi yaptı. İnsanların planları ne olursa olsun, Allah’ın takdiri daima galip gelir.
• Af ve Fazilet: Hz. Yûsuf’un (a.s.), kendisine onca zulmü reva gören kardeşlerini, eline en büyük fırsat geçmişken “Bugün size kınama yoktur” diyerek affetmesi, peygamber ahlâkının ve faziletin en güzel misalidir.
Hz. Yûsuf’un (a.s.) hayatı, kuyunun karanlığından Mısır’ın tahtına uzanan, baştan sona imtihan ve hikmet dolu bir yoldur. O, güzelliğiyle (Cemâl), iffetiyle (İsmet) ve affıyla (Af) müminler için en güzel örneklerden biri olmuştur.
Allah’ın selâmı O’nun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

*************

Sabır Timsali: Hz. Eyyûb (Aleyhisselam)

Çok eski zamanlarda, Şam diyarı civarında, Allah’ın kendisine hem peygamberlik hem de dünya zenginliği bahşettiği salih bir kul yaşardı. Bu mübarek zatın adı Eyyûb idi. Hz. Eyyûb (a.s.), Allah’a derin bir sevgi ve teslimiyetle bağlıydı. Sayısız sürüleri, bereketli toprakları, pek çok hizmetkârı ve ailesine neşe katan çok sayıda evladı vardı.
O, bu nimetlerin hiçbirinin kendisinden kaynaklanmadığını bilir, her anında Allah’a şükrederdi. Eli o kadar açıktı ki, kapısına gelen hiçbir ihtiyaç sahibini geri çevirmez, sofrası daima misafirlerle dolu olurdu. Sadece zenginliğiyle değil, aynı zamanda ibadeti, güzel ahlakı ve Allah’a olan sarsılmaz imanıyla da tanınırdı.

İblis’in Hasedi ve İlahi İzin

Rivayetlere göre, melekler yeryüzündeki bu salih kulun, yani Hz. Eyyûb’un ibadetinden ve şükründen övgüyle bahsederlerdi. Bu durum, insanın ebedi düşmanı olan İblis’in (şeytanın) dikkatini çekti. İblis, Allah’ın huzurunda (mecazi bir ifadeyle, O’nun ilmine malum olacak şekilde) bir iddiada bulundu. Dedi ki: “Ey Rabbim! Kûlun Eyyûb, ona verdiğin bu sayısız nimetler, sağlık ve afiyet yüzünden Sana şükrediyor. Eğer bu nimetleri elinden alırsan, onun Sana isyan ettiğini ve şükretmeyi bıraktığını göreceksin.”
Allah-u Teâlâ, kulunun imanının samimiyetini ve sabrının derecesini hem İblis’e hem de âlemlere göstermek istiyordu. İblis’in bu iddiasına karşılık, ona Hz. Eyyûb üzerinde (ancak onun kalbi, aklı ve imanı hariç) bir hâkimiyet kurmasına izin verdi. Bu, aslında Hz. Eyyûb için derecesini yükseltecek büyük bir ilahi imtihanın başlangıcıydı.

Büyük İmtihan Başlıyor: Malın Gidişi

İmtihan başladı. İlk olarak Hz. Eyyûb’un muazzam serveti hedef alındı. Bir gün, onun binlerce hayvanlık sürüleri çeşitli felaketlerle telef oldu. Verimli tarlalarını afetler vurdu. Bütün zenginliği, göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu.
Haber ona ulaştığında, Hz. Eyyûb (a.s.) metanetini bozmadı. Alnını secdeye koydu ve şöyle dedi: “Mülkün sahibi Allah’tır. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Bana veren O idi, alan da O’dur. O’nun takdirine her halükârda şükürler olsun.”
Şeytan, bu teslimiyet karşısında öfkelendi. Umduğunu bulamamıştı.

İmtihanın Şiddetlenmesi: Evlatların Kaybı

İblis, imtihanı daha da ağırlaştırmak için izin istedi. Bu kez hedef, Hz. Eyyûb’un gözünün nuru olan evlatlarıydı. Rivayetlere göre, evlatlarının bulunduğu ev bir felaket sonucu yıkıldı ve hepsi vefat etti. Bu, bir babanın dayanması en zor acılardan biriydi.
Bu kahredici haber Hz. Eyyûb’a ulaştığında, o yine sabır ve teslimiyet gösterdi. Gözyaşlarını içine akıttı ama dilinden isyan sözü dökülmedi. Tekrar Rabbine yöneldi ve “Bizi yaratan O’dur, yanına alacak olan da O’dur. Biz Allah’tan geldik ve şüphesiz O’na döneceğiz. Rabbimin takdirine razıyım” dedi.

Bedenin İmtihanı: Hastalık

Şeytan, mal ve evlatla yenemediği bu mübarek kulu, bedeniyle imtihan etmek için son bir izin istedi. Allah-u Teâlâ, bu izni de verdi. Hz. Eyyûb (a.s.), çok ağır ve acı verici bir hastalığa yakalandı.
Hastalık o kadar şiddetliydi ki, bütün vücudunu yaralar kapladı. Güçten düştü, ayağa kalkamaz hale geldi. Dili ve kalbi dışında, ibadet etmesine mani olacak şekilde bütün azaları acı içindeydi.
Bu durum üzerine, insanlar ondan uzaklaşmaya başladı. Zenginliğinde etrafında olanlar, hastalığında yanına yaklaşmaz oldular. Yanında sadece ona sadakatle bağlı, imanı güçlü olan hanımı kaldı.

Sabrın Zirvesi ve Sadık Zevce

Hz. Eyyûb (a.s.), yıllar süren bu ağır hastalığa rağmen bir gün bile Rabbine şikâyette bulunmadı. Acılar içinde kıvranırken bile dili daima “Allah, Allah” diyerek zikirdeydi. Kalbi, bu imtihanın Allah’tan geldiği bilgisiyle mutmain (tatmin olmuş) haldeydi.
Onun sadık hanımı Hz. Rahme (veya Rahime), eşine büyük bir fedakârlıkla baktı. İnsanların yanında çalışarak kazandığı az bir yiyecekle hem kocasını doyuruyor hem de onun hizmetini görüyordu.
Bir gün şeytan, Hz. Eyyûb’un hanımına insan suretinde yaklaştı ve ona vesvese vermeye çalıştı: “Bak,” dedi, “eşin Allah’a bu kadar kulluk etti. Karşılığı bu mu oldu? Ne malı kaldı, ne evladı, ne de sağlığı. Söyle ona, bir kez olsun isyan etsin de bu azap bitsin.”
Sadık kadın bu vesveseyi reddetti. Ancak imtihanın ağırlığı ve çaresizlik onu çok yormuştu. Bir gün Hz. Eyyûb’a sitemkâr bir dille, “Ey Allah’ın Peygamberi! Artık Rabbine dua etsen de seni bu dertten kurtarsa olmaz mı?” dedi.
Hz. Eyyûb (a.s.) ona baktı ve sordu: “Biz kaç yıl bolluk ve afiyet içinde yaşadık?” Hanımı, “Yetmiş (veya seksen) yıl” dedi. Hz. Eyyûb devam etti: “Peki, kaç yıldır bu sıkıntı içindeyiz?” Hanımı, “Yedi (veya on sekiz) yıl” diye cevap verdi.
O zaman Hz. Eyyûb (a.s.) celallendi: “Allah bana yetmiş yıl nimet verdi, ben O’na şükrettim. Şimdi yedi yıllık sıkıntıya mı sabredemeyeceğim? Bollukta olduğum süre kadar darlıkta kalmadan O’ndan bir şey istemeye haya ederim (utanırım)!”
Bu cevap, onun sabrının ve Allah’a olan edebinin zirvesiydi.

Meşhur Dua ve İlahi Cevap

Ancak imtihanın sonlarına doğru, acılar dayanılmaz bir hale gelmişti. Hastalığın tesiriyle ibadetlerinde bir noksanlık olmasından, dilindeki zikrin kesilmesinden endişe etmeye başladı. İşte o zaman, şikâyet için değil, sadece ve sadece Allah’ın merhametine sığınmak için O’na yöneldi.
Kur’an-ı Kerim, bu mübarek duayı bize şöyle aktarır:
“Eyyûb’u da (an). Hani o, rabbine, “Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ Suresi, 83. Ayet)
Başka bir ayette ise durumunu şöyle arz etmişti:
“Kulumuz Eyyûb’u da an. Hani o, rabbine, “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti.” (Sâd Suresi, 41. Ayet)
Bu dua, bir isyan değil, acziyetin tam bir itirafı ve merhametin en yücesine sığınmaydı.

Şifa ve Kurtuluş

Bu samimi ve edep dolu yakarış üzerine, ilahi rahmet tecelli etti. Allah-u Teâlâ, kulunun sabır imtihanını başarıyla tamamladığını ilan etti ve ona şöyle vahyetti:
“(Ona şöyle dedik:) “Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su.” (Sâd Suresi, 42. Ayet)
Hz. Eyyûb (a.s.), son gücüyle ayağını yere vurduğu anda, yerden bir pınar fışkırdı. Allah’ın emriyle bu sudan içti; içindeki bütün hastalıklar şifa buldu. Ardından o su ile yıkandı; bedenindeki bütün yaralar iyileşti. Eski sağlığından daha dinç, daha genç bir görünüme kavuştu.

Nimetlerin İadesi ve Kıssadan Hisse

Hz. Eyyûb (a.s.) şifa bulduğunda, hanımı onu tanıyamadı. Durumu öğrenince sevinçten secdeye kapandı. Allah, sadece sağlığını değil, ondan aldıklarını da kat kat fazlasıyla iade etti.
“Biz de onun duasını kabul edip başındaki sıkıntıyı gidermiştik. Ona tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra (ibret) olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir mislini daha vermiştik.” (Enbiyâ Suresi, 84. Ayet)
“Biz ona, tarafımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir mislini daha bağışladık.” (Sâd Suresi, 43. Ayet)
Allah ona yeniden evlatlar bahşetti ve servetini eskisinden daha bereketli kıldı.
Rabbimiz, onun bu eşsiz sabrını Kur’an-ı Kerim’de şöyle övdü:
“…Gerçekten biz onu çok sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! O, Allah’a çok yönelen (evvâh) bir kimse idi.” (Sâd Suresi, 44. Ayet)

Hz. Eyyûb’un (a.s.) bu mübarek kıssası; genç, yaşlı hepimiz için bir derstir. Bize, başımıza gelen sıkıntıların ve musibetlerin, Allah’ın bizi sevmediğinden değil, tam aksine imanımızı güçlendirmek, derecemizi artırmak ve O’na ne kadar samimiyetle bağlı olduğumuzu göstermek için birer imtihan olduğunu öğretir.
En zor anlarda bile şikâyet etmek yerine “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek O’na sığınmanın, sabrın sonunun mutlaka selamet, şükrün karşılığının ise sonsuz rahmet olduğunu gösterir.

*******

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hz. Şuayb (a.s.): Medyen ve Eyke Kavimlerine Gönderilen “Hatîb’ül-Enbiyâ”

Asırlar evvel, ticaret yollarının kesiştiği, kervanların durup soluklandığı mühim bir beldede, Medyen diyarında bir kavim hayat sürerdi. Bu kavim, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği nimetlere nâil olmuş, ticaretle zenginleşmişti. Lâkin bu zenginlik, onların kalplerini katılaştırmış, onları doğruluktan ayırmıştı. Medyen halkı, Allah’ı birlemeyi (Tevhid’i) terk etmiş, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya başlamıştı.
Dahası, bu kavmin en büyük günahı, cemiyetin temelini sarsan iktisadî bir ahlâksızlıktı: Ölçü ve tartıda hile yapmak (Tatfîf).
Pazara mal getiren yabancıların mallarını ucuza kapatır, kendi mallarını satarken terazinin kefesiyle oynar, ölçüyü eksik tutarlardı. Alırken fazla fazla alır, satarken eksik verirlerdi. Bu haksız kazanç, onların hayat tarzı olmuştu. Sadece bununla da kalmaz, yolları keser, insanları korkutur ve Allah’ın yoluna îman etmek isteyenlere mâni olurlardı.
İşte böyle bir fesad ve zulüm ortamına, Allah Teâlâ, rahmetinin bir tecellîsi olarak, onlara doğru yolu göstermesi için kendi içlerinden, soylu ve mümtaz bir zâtı peygamber olarak vazifelendirdi. Bu zât, fasih lisanı, açık ve tesirli hitabeti sebebiyle “Peygamberlerin Hatîbi” (Hatîb’ül-Enbiyâ) lakabıyla anılacak olan Hz. Şuayb (aleyhisselâm) idi.

1. Davetin Başlangıcı: “Ölçüyü ve Tartıyı Eksik Yapmayın!”

Hz. Şuayb (a.s.), kavminin karşısına çıktı. O, yumuşak huylu, hikmetle konuşan, kavminin iyiliğini isteyen bir elçiydi. Onlara, bütün peygamberlerin ortak çağrısı olan Tevhid’i tebliğ etti. Fakat Hz. Şuayb’ın (a.s.) davetinde, diğer peygamberlerden farklı olarak, iktisadî adâlet ve ticaret ahlâkı vurgusu ön plandaydı.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu ilk davetini şöyle haber vermektedir:
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ama sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından da korkuyorum.'” (Hûd, 11/84)
Hz. Şuayb (a.s.), onlara sadece “Allah’a inanın” demekle kalmadı; inancın, gündelik hayata, pazara, ticarete nasıl yansıması gerektiğini de tasvir etti:
“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Hûd, 11/85)
O, kavmine şunu anlatmaya çalışıyordu: Helal yoldan kazandığınız az bir kâr, hile ile elde ettiğiniz dağlar gibi servetten daha hayırlıdır. Gerçek zenginlik, Allah’ın rızasına uygun, adâletli bir hayattadır.

2. Kavminin İnkârı ve Alaycılığı

Medyen’in haksız kazançla semirmiş ileri gelenleri (Mele’ tabakası), bu davetten hiç hoşlanmadılar. Onlar için bu yeni nizam, kurulu düzenlerinin ve menfaatlerinin sonu demekti. Hz. Şuayb’ın (a.s.) tebliğine karşı çıktılar ve onunla alay etmeye başladılar.
Onun ibadetine, namazına dil uzattılar. Dediler ki:
“…’Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı bırakmamızı sana namazın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu, akıllı uslu bir adamsın.’ dediler.” (Hûd, 11/87)
Bu, aslında derin bir alaycılıktı. “Sen ne kadar iyi bir insandın, bu namazı kılmaya başladıktan sonra bizim ticaretimize karışır oldun” demek istiyorlardı. İbadetin, sosyal ve iktisadî hayata müdahale etmesini kabullenemiyorlardı.
Hz. Şuayb’ı (a.s.) zayıf ve himayesiz gördüler. Onu, kabilesinin hatırı olmasa taşa tutacaklarını (recm edeceklerini) söyleyerek tehdit ettiler.
Nihayetinde, baskıyı en üst seviyeye çıkardılar. İnananları ve Hz. Şuayb’ı (a.s.) sürgünle tehdit ettiler. Kur’ân-ı Kerîm, bu zorbalığı şöyle tasvir eder:
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi?'” (A’râf, 7/88)

3. Son İkaz ve Medyen’in Helâkı

Hz. Şuayb (a.s.), bu tehditler karşısında asla geri adım atmadı. Bütün peygamberler gibi, onun da yegâne dayanağı Cenâb-ı Hak idi. Kavmine şöyle cevap verdi:
“(Şuayb) dedi ki: ‘Ey kavmim! Benim kabilem sizce Allah’tan daha mı değerli ki, Allah’a sırt çevirdiniz (O’nun emirlerini göz ardı ettiniz). Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır. Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de (görevimi) yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözetlemekteyim.'” (Hûd, 11/92-93)
Hz. Şuayb (a.s.), onlara Nûh, Hûd, Sâlih kavimlerinin başına gelenleri hatırlattı. Hatta kendilerine çok da uzak olmayan Hz. Lût kavminin helâkını misal verdi (Hûd, 11/89). Fakat Medyen halkı, bu ikazlara kulak tıkadı.
Artık ilâhî hükmün vakti gelmişti.
Tefsirlerde anlatıldığına göre, üzerlerine önce şiddetli bir sıcak geldi. Ardından, gökten gelen korkunç bir ses (Sayha) ve yeri sarsan şiddetli bir deprem (Recfe) onları yakaladı.
“Derken, onları o korkunç sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz kalarak donakaldılar.” (A’râf, 7/91)
“Emrimiz gelince Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz kalarak çöktüler.” (Hûd, 11/94)
Sabah olduğunda, o zengin, şımarık ve hilekâr kavimden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sanki o diyarlarda hiç hayat sürmemişler gibi oldular. Ölçü ve tartıda hile yapanlar, kendi amellerinin karşılığını bulmuşlardı.

4. Eyke Ashâbı ve “Gölge Günü Azabı”

İslâm tarihi ve tefsir kaynakları, Hz. Şuayb’ın (a.s.) Medyen’den sonra veya Medyen’e komşu olan “Eyke” halkına da gönderildiğini kaydeder. (Bazı müfessirler ikisinin aynı kavim olduğunu belirtse de, çoğunluk iki ayrı kavim veya kavmin iki ayrı kolu olduğu görüşündedir).
“Eyke”, sık ağaçlı ormanlık bölge demekti. Bu kavim de Medyen gibi Tevhid’den sapmış ve ticaret ahlâkını bozmuştu. Hz. Şuayb (a.s.) onlara da aynı çağrıyı yaptı:
“Hani Şuayb onlara şöyle demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi’ne aittir. Ölçüyü tam yapın. Eksik verenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.'” (Şuarâ, 26/177-183)
Eyke halkı da onu yalanladı. Onu büyülenmiş (mecnun) olmakla suçladılar. Hatta daha da ileri giderek, “Eğer doğru söylüyorsan, haydi üzerimize gökten bir parça düşür!” (Şuarâ, 26/187) diye meydan okudular.
Onların helâkı, Medyen’den farklı ve istedikleri şeye benzer bir tarzda oldu. Rivayete göre, Allah o bölgeye yedi gün boyunca nefes aldırmayan şiddetli bir sıcaklık musallat etti. Sular kaynadı, gölgelikler fayda vermedi. İnsanlar bunalmış haldeyken, gökyüzünde kara bir bulut (zulle) gördüler.
Serinlemek ümidiyle hepsi o bulutun gölgesine koştular. Tamamı bulutun altında toplandığında ise, o gölgelikten üzerlerine ateş yağmaya başladı. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “gölge gününün azabı” (Azâbü Yevmi’z-Zulle) olarak zikrettiği korkunç bir helâk idi.
“Onlar, Şuayb’ı yalanladılar. Derken, gölge gününün azabı onları yakaladı. Şüphesiz o, büyük bir günün azabı idi.” (Şuarâ, 26/189)

5. Hz. Şuayb (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) Kıssası

Hz. Şuayb’ın (a.s.) hayatı, bu iki kavmin helâkından sonra da devam etti. İslâmî kaynaklarda, onun hayatının ilerleyen dönemlerinde, bir başka büyük peygamber olan Hz. Musa (a.s.) ile yollarının kesiştiği kuvvetle rivayet edilir.
Hz. Musa (a.s.), Mısır’da bir Kıptî’nin ölümüne istemeden sebep olduktan sonra Mısır’dan kaçmış ve Medyen’e gelmişti. Bir kuyu başında, hayvanlarını sulamak için bekleyen, ancak kalabalıktan dolayı kenarda duran iki kıza yardım etti. Koyunlarını suladı.
Bu kızlar, evlerine döndüklerinde durumu babalarına anlattılar. Babaları, bu iyiliksever ve güvenilir gence ücretini ödemek için onu evine davet etti.
Tefsirlerin büyük çoğunluğu, Hz. Musa’ya (a.s.) evini açan, ona iş ve nihayetinde kızlarından birini nikâhlamayı teklif eden bu “yaşlı ve salih zât”ın Hz. Şuayb (a.s.) olduğunu belirtir.
Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“(Babaları) dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana zorluk çıkarmak istemem. İnşaallah beni iyi kimselerden (ahdine vefa gösterenlerden) bulacaksın.’ Mûsâ dedi ki: ‘Bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bana karşı bir husûmet yok demektir. Söylediklerimize Allah vekildir.'” (Kasas, 28/27-28)
Böylece Hz. Musa (a.s.), Hz. Şuayb’ın (a.s.) yanında 8 veya 10 yıl kalarak hem onun ilminden ve hikmetinden istifade etti, hem de peygamberlik vazifesine hazırlanmış oldu. Bu, peygamberler silsilesinin birbirine nasıl kenetlendiğinin en güzel misallerinden biridir.

Hâtime: Alınacak Dersler ve Faziletler

Hz. Şuayb’ın (a.s.) hayatı, bizlere kıyamete kadar baki kalacak dersler ihtiva eder:
• İnanç ve Ahlâk Bütünlüğü: O, bizlere îmanın sadece kalpte kalan soyut bir inanç olmadığını; pazarımıza, ticaretimize, ölçü ve tartımıza, yani hayatımızın her alanına sirayet etmesi gereken bir adâlet ve dürüstlük nizamı olduğunu öğretmiştir.
• Kul Hakkının Önemi: Ölçüde ve tartıda hile (tatfîf), en büyük kul haklarındandır. Bu günahın büyüklüğü o derecededir ki, Cenâb-ı Hak bu sebeple kavimleri helâk etmiştir.
• Tebliğde Hikmet ve Belâğat: “Hatîb’ül-Enbiyâ”nın mücadelesi, hakikati anlatırken lisanın ne kadar mühim bir vâsıta olduğunu, sabır, hikmet ve nezaketle yapılan davetin peygamber mesleği olduğunu isbat eder.
• Allah’a Tevekkül: Kavminin bütün tehditlerine, sürgün ve taşlama (recm) tehlikesine rağmen, “Benim başarım ancak Allah’ın yardımıyladır” (Hûd, 11/88) diyerek, davasından asla taviz vermemiştir.
Cenâb-ı Hak, bizleri Hz. Şuayb’ın (a.s.) temsil ettiği adâlet, dürüstlük ve güzel ahlâk faziletlerinden ayırmasın. O’nun ve bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.

***********

Hz. Mûsâ (a.s.), “Ulu’l-Azm” (en büyük peygamberler) olarak bilinen beş büyük resûlden biridir ve kendisine “Kelîmullâh” (Allah ile doğrudan konuşan) sıfatı bahşedilmiştir. O’nun hayatı, en küçük teferruatına kadar Kur’ân’da zikredilerek, bizlere iman, sabır, tevekkül, liderlik ve zulme karşı mücadelenin en âlî derslerini sunar.

BÖLÜM 1: ZULMÜN GÖLGESİNDEKİ DOĞUM

Mısır diyarı, o devirde kendini ilâh yerine koyan (enaniyetinin zirvesinde) gaddar bir hükümdar olan Firavun’un idaresi altındaydı. Firavun, Hz. Yûsuf (a.s.) neslinden gelen İsrâiloğullarını (Benî İsrâil) köleleştirmiş, onlara en ağır işleri gördürüyor ve büyük bir zulüm uyguluyordu.
Bir gece Firavun, korkunç bir rüya gördü. Rüyasında, Kudüs tarafından gelen bir ateşin Mısır’ı sardığını ve kendi halkı olan Kıptîleri yakıp kül ettiğini, ancak İsrâiloğullarına dokunmadığını gördü. Bu rüyayı tabir ettirdiğinde, kâhinler ona şöyle dedi: “İsrâiloğullarından doğacak bir erkek çocuk, senin saltanatını yerle bir edecek.”
Bu haber üzerine Firavun’un zulmü daha da arttı. İsrâiloğullarından doğan bütün erkek çocukların derhal katledilmesini emretti. İşte böyle karanlık, kan ve gözyaşı dolu bir zamanda, Allah’ın takdiriyle bir nur parladı ve Hz. Mûsâ dünyaya geldi.
Annesi (Kur’ân’da ismi geçmez, ancak tefsirlerde Yukâbed olarak zikredilir), evladını cellatlardan nasıl koruyacağını bilemez haldeyken, kalbine Allah’tan bir ilham (vahiy) geldi:
“Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu denize (Nil nehrine) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas, 28/7 )
Annesi, Rabbine tam bir teslimiyetle, içi oyulmuş bir sandığın içine ciğerparesini koydu ve onu azgın Nil nehrinin sularına bıraktı. Ablasına da, “Onu takip et” diye tembihledi.

BÖLÜM 2: SARAYA DÜŞEN EMANET

Nehirde süzülen sandık, kaderin bir cilvesiyle, tam da o çocuğun ölüm fermanını imzalayan Firavun’un sarayının bahçesine ulaştı. Saray hizmetlileri sandığı bulup Firavun’un hanımı Hz. Âsiye’ye getirdiler. Hz. Âsiye, son derece merhametli ve imanını gizleyen sâliha bir kadındı. Çocuğun nur yüzünü görür görmez kalbi ona ısındı.
Firavun çocuğu görünce derhal öldürülmesini emretti. Fakat Hz. Âsiye, kocasına yalvardı:
“Firavun’un karısı dedi ki: ‘Bana da, sana da bir göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz.’ Oysa onlar (işin sonunu) bilmiyorlardı.” (Kasas, 28/9 )
Allah, Firavun’un kalbini hanımının sözlerine meylettirdi ve Mûsâ’nın sarayda yaşamasına izin verdi. Fakat bir problem vardı; bebek hiçbir sütanneyi emmiyordu. Sarayda bir telaş başladı. Onu uzaktan takip eden ablası, hemen bir teklifte bulundu: “Size bu çocuğa iyi bakacak bir aile tavsiye edebilir miyim?”
Teklifi kabul edilince, hemen kendi annesini saraya getirdi. Hz. Mûsâ, annesinin göğsünü hemen kabul etti. Böylece Allah, vadini yerine getirmiş, hem Mûsâ’yı korumuş hem de “Onu sana döndüreceğiz” sözüyle annesinin gözyaşlarını dindirmişti.
Hz. Mûsâ, Firavun’un sarayında bir prens gibi büyüdü. En iyi eğitimleri aldı, sarayın bütün imkânlarından faydalandı. Ancak kalbi ve fıtratı her zaman ezilen kavmi İsrâiloğullarındandı.

BÖLÜM 3: MEDYEN’E HİCRET

Hz. Mûsâ delikanlılık çağına geldiğinde, güçlü, kuvvetli ve hikmet sahibi biri olmuştu. Bir gün, kimsenin görmediği bir vakitte şehre indi. Şehirde iki adamın kavga ettiğini gördü; biri kendi kavminden (İsrâiloğullarından), diğeri ise Firavun’un kavminden (Kıptî) idi. Kendi kavminden olan ondan yardım istedi.
Hz. Mûsâ, zalim Kıptî’ye bir yumruk vurdu. Niyeti öldürmek değildi, sadece zulmü engellemekti. Fakat darbesi o kadar şiddetliydi ki, adam oracıkta öldü. Hz. Mûsâ, bu istemeden işlediği fiilden dolayı derin bir pişmanlık duydu ve hemen Rabbine sığındı:
“Mûsâ, ‘Bu, şeytanın işidir. O, gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır’ dedi. Mûsâ, ‘Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla’ dedi. Allah da onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Kasas, 28/15-16 )
Ertesi gün, aynı adamın başka biriyle kavga ettiğini gördü ve onu azarlamak istedi. Adam korkuyla, “Dün birini öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?” deyince, Hz. Mûsâ’nın bir gün önce bir Kıptî’yi öldürdüğü haberi yayıldı.
Saraydan haberi alan bir adam koşarak geldi ve “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için plan yapıyorlar, hemen burayı terk et!” dedi. Hz. Mûsâ, arkasına bile bakmadan, korku ve endişe içinde Mısır’dan kaçtı ve Medyen diyarına doğru yola koyuldu.

BÖLÜM 4: MEDYEN’DE HİZMET VE YUVA

Günlerce süren yorucu bir yolculuktan sonra Medyen’e vardı. Bir su kuyusunun başında, hayvanlarını sulamak için bekleyen kalabalık bir çoban grubu ve onlardan ayrı duran iki genç kız gördü. Kızlar, sürülerini sulamak için erkeklerin çekilmesini bekliyordu. Hz. Mûsâ onlara yardım etti, ağır kuyu taşını tek başına kaldırarak onların sürüsünü suladı.
Kızlar eve erken dönünce, babaları (tefsirlerde Hz. Şuayb (a.s.) olduğu kuvvetle rivayet edilir) durumu sordu. Kızlar, “Çok güçlü ve güvenilir (Kavî ve Emîn)” bir yabancının kendilerine yardım ettiğini söyledi. Babaları, bu iyiliğin karşılığını vermek için Hz. Mûsâ’yı evine davet etti.
Hz. Mûsâ, başından geçenleri anlattı. Yaşlı zat ona güvende olduğunu söyledi. Kızlarından biri babasına, “Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, hem güçlü hem de güvenilir olandır” dedi.
Hz. Şuayb (a.s.), Mûsâ’nın bu dürüstlüğüne ve gücüne hayran kalarak ona bir teklifte bulundu:
“Dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o da senden olur. Ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşaallah, beni sâlih kimselerden bulacaksın.'” (Kasas, 28/27 )
Hz. Mûsâ bu teklifi kabul etti. On yıllık süreyi (daha faziletli olanı seçerek) tamamladı, evlendi ve Medyen’de bir aile kurdu.

BÖLÜM 5: TÛR DAĞI’NDA İLÂHÎ VAZİFE (RİSÂLET)

Medyen’deki süresi dolduğunda, Hz. Mûsâ ailesiyle birlikte Mısır’a dönmek üzere yola çıktı. Gece vakti, soğuk bir havada yollarını kaybettiler. Uzakta, Tûr Dağı’nın yamacında bir ateş gördü. Ailesine, “Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm. Ya size oradan bir kor getiririm (ısınmanız için) ya da bir haberci bulurum (yol sormak için)” dedi.
Ateşe yaklaştığında, ne yakından ne uzaktan sönmeyen, yakmayan ama aydınlatan mübarek bir ağaçtan (çalı) bir ses duydu:
“Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaçtan şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.'” (Kasas, 28/30 )
Ve Tâhâ Sûresi’nde bu ilk konuşma şöyle tasvir edilir:
“Oraya vardığında kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın. Ben seni (peygamber olarak) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle.'” (Tâhâ, 20/11-13 )
Hz. Mûsâ, hayatının en büyük anını yaşıyordu. Allah (c.c.) ile doğrudan konuşuyordu. Allah ona, “Elindeki nedir?” diye sordu. Mûsâ, “O benim asâmdır (bastonumdur)” dedi ve ne işe yaradığını anlattı. Allah, “Onu yere at!” buyurdu. Yere attığı anda asâ, hızla hareket eden bir yılana dönüştü. Hz. Mûsâ korktu. Allah, “Korkma, tut onu! Biz onu eski haline döndüreceğiz” buyurdu.

İkinci bir mucize olarak, “Elini koynuna sok, kusursuz ve bembeyaz çıksın” (Yed-i Beyzâ) buyurdu. Bu iki büyük mucize, Firavun’a gitmesi için ona verildi.
Hz. Mûsâ, bu ağır vazife için Rabbinden yardım istedi. Kekemeliği olduğunu (çocukken ağzına ateş atması rivayetine dayanır), bu yüzden kardeşi Hârun’un kendisinden daha fasih (düzgün konuşan) olduğunu belirterek onu da vezir (yardımcı) olarak istedi.
“(Mûsâ) dedi ki: ‘Rabbim! Gönlüme ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden birini, kardeşim Hârun’u yardımcı yap. Onunla gücümü artır. Onu işime ortak et.'” (Tâhâ, 20/25-32 )
Allah, onun bu duasını kabul etti ve iki kardeşi de peygamberlikle şereflendirerek, en azgın tirana, Firavun’a gönderdi.

BÖLÜM 6: FİRAVUN İLE YÜZLEŞME VE SİHİRBAZLAR

Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Firavun’un sarayına geldiler. “Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğullarını bizimle gönder, onlara zulmetme” dediler.
Firavun, bu sözler karşısında kibirlendi ve alay etti: “Sen bizim içimizde büyüyüp yetişmedin mi? O yaptığın işi (adam öldürmeyi) de yapmadın mı? Sen nankörün birisin!”
Hz. Mûsâ, o fiili istemeden işlediğini ve Rabbine sığındığını belirttikten sonra, Firavun’a “Âlemlerin Rabbi”nin kim olduğunu anlattı. Firavun ise enaniyetle, “Sizin en yüce rabbiniz benim!” (Nâziât, 79/24) diyerek küfründe ısrar etti. Hz. Mûsâ ona mucizelerini gösterdi.
Firavun ve adamları, bunun büyük bir sihir olduğunu iddia ettiler. “Ey Mûsâ! Eğer iddianda doğruysan, bütün Mısır’ın en usta sihirbazlarıyla bir bayram günü halkın önünde karşılaş.” dediler.
Belirlenen günde, Mısır’ın dört bir yanından gelen en mâhir sihirbazlar toplandı. Firavun onlara büyük mükâfatlar vadetti. Sihirbazlar, “Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” dediler. Hz. Mûsâ, “Siz atın” dedi.
“Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve değnekleri kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku hissetti. ‘Korkma!’ dedik. ‘Muhakkak ki sen, evet sen galip geleceksin.'” (Tâhâ, 20/66-68 )
Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ asâsını yere attı. Asâ, dev bir ejderhaya dönüştü ve sihirbazların göz boyamak için yaptıkları bütün ipleri ve değnekleri bir anda yuttu.
Sihirbazlar, bunun bir sihir olmadığını, beşerî gücün üstünde İlâhî bir mucize olduğunu anladılar. Onlar sihrin en iyisini biliyorlardı ve Mûsâ’nın yaptığının sihirle ilgisi olmadığını ilk onlar fark etti. Derhal secdeye kapandılar ve “Biz, Hârun ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik” dediler.
Firavun çılgına döndü. “Ben size izin vermeden mi ona iman ettiniz? O size sihri öğreten büyüğünüzdür! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizi hurma kütüklerine astıracağım!” diye tehdit etti.
Fakat kalplerine iman nuru giren sihirbazlar, “Bize gelen bu apaçık delillerden sonra seni tercih edemeyiz. Ne yaparsan yap. Biz Rabbimize dönüyoruz” diyerek şehadeti göze aldılar. Bu, hakkın bâtıla ilk büyük galebesiydi.

BÖLÜM 7: MU’CİZELER VE KIZILDENİZ’İN YARILMASI

Sihirbazların iman etmesi Firavun’u durdurmadı, aksine zulmünü artırdı. İman edenlere ve İsrâiloğullarına işkenceyi çoğalttı. Bunun üzerine Allah, Firavun kavminin üzerine “Dokuz Açık Mucize” gönderdi. Kur’ân’da (A’râf Sûresi, 133. Ayet) bunların bir kısmı şöyle sıralanır: Tufan (sel), Çekirge istilası, Haşerat (Kımıl/bit), Kurbağalar ve Kan (içtikleri suların kana dönüşmesi).
Her musibet geldiğinde Firavun, Hz. Mûsâ’ya gelip, “Rabbine dua et, bu belayı kaldırsın, İsrâiloğullarını seninle göndereceğim” diyor; bela kalkınca da sözünden dönüyordu.
Artık son nokta gelmişti. Allah, Hz. Mûsâ’ya İsrâiloğullarını toplayıp gece Mısır’dan çıkmasını vahyetti. Firavun, durumu fark ettiğinde devasa bir orduyla peşlerine düştü.
İsrâiloğulları şafak vakti Kızıldeniz’in (Bahr-i Ahmer) kenarına vardılar. Arkalarında Firavun’un ordusu, önlerinde ise azgın dalgalar vardı. Büyük bir korkuya kapıldılar:
“İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, ‘Eyvah! Yakalandık’ dediler.” (Şuarâ, 26/61 )
Hz. Mûsâ, iman ve tevekkülün zirvesinde şu cevabı verdi:
“Mûsâ, ‘Asla! Rabbim muhakkak benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir’ dedi.” (Şuarâ, 26/62 )
O anda vahiy geldi:
“Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asân ile denize vur’ diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her bir parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ, 26/63 )
Denizin ortasında on iki kabile için on iki kuru yol açıldı. İsrâiloğulları karşı kıyıya geçti. Firavun ve ordusu da kibre kapılarak aynı yoldan denize girdiler. Son askeri de denize girdiğinde, Allah’ın emriyle sular kapandı.
Firavun boğulurken, o meşhur sözünü söyledi: “İsrâiloğullarının inandığından başka ilâh olmadığına inandım!” Fakat son anda, çaresizlik içindeki bu iman kabul edilmedi. Allah, “Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiştin!” buyurdu ve O’nun cansız bedeninin, sonraki nesillere ibret olması için kurtarılacağını bildirdi (Yûnus, 10/90-92).

BÖLÜM 8: ÇÖLDE İMTİHAN VE ALTIN BUZAĞI

İsrâiloğulları artık hürdü. Ancak Mısır’daki kölelik ruhu ve nankörlük tabiatları peşlerini bırakmadı. Çölde (Tîh) imtihanları başladı.
Putlara tapan bir kavim gördüler, “Ey Mûsâ, bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yap” dediler. Acıktılar; Allah onlara gökten “Kudret Helvası (Menn)” ve “Bıldırcın Eti (Selvâ)” indirdi. Susadılar; Hz. Mûsâ asâsıyla taşa vurdu, on iki kabilenin her biri için on iki pınar fışkırdı.
Allah, Hz. Mûsâ’yı İlâhî emirleri (Tevrat Levhalarını) alması için Tûr Dağı’na 40 günlüğüne davet etti. Hz. Mûsâ, kardeşi Hârun’u (a.s.) kavminin başına vekil bıraktı.
Hz. Mûsâ Tûr’da iken, kavmin içinde Sâmirî adında fitneci bir adam ortaya çıktı. İsrâiloğullarından topladığı altın ziynetleri eritti ve ondan böğüren bir “Altın Buzağı” heykeli yaptı. “İşte sizin de Mûsâ’nın da ilâhı budur, fakat Mûsâ unuttu” dedi.
Kavmin çoğu bu fitneye kapıldı ve buzağıya tapmaya başladı. Hz. Hârun onları engellemeye çalıştı, “Bu bir imtihandır, sizin Rabbiniz Rahmân’dır” dedi, ancak onu dinlemediler, hatta neredeyse öldüreceklerdi.
Hz. Mûsâ, Levhalar ile Tûr’dan döndüğünde kavminin buzağıya taptığını görünce, derin bir gazap ve üzüntüye kapıldı. Elindeki Levhaları (kutsal tabletleri) öfkeyle yere bıraktı, kardeşi Hârun’un sakalından ve başından tutarak ona hesap sordu. Hz. Hârun, “Anamın oğlu! Kavim beni zayıf gördü, az kalsın beni öldüreceklerdi” diyerek mazaretini bildirdi.
Hz. Mûsâ, Sâmirî’yi lanetleyerek sürgüne gönderdi. Bu büyük günahtan (şirk) dolayı kavmine çok ağır bir tövbe emredildi.

BÖLÜM 9: TÎH ÇÖLÜ VE VEFAT

Hz. Mûsâ, kavmini toparladı ve onlara Allah’ın vaat ettiği Kutsal Topraklara (Arz-ı Mev’ûd / Filistin) girmelerini emretti. “Orada zorba (Amâlika) bir kavim var, onlarla savaşın, Allah size yardım edecektir” dedi.
Fakat İsrâiloğulları yine korkaklık gösterdiler ve o meşhur nankör sözü söylediler:
“Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Git, sen ve Rabbin savaşın. Biz burada oturacağız.'” (Mâide, 5/24 )
Bu büyük isyan ve nankörlük üzerine Allah (c.c.) onlara o kutsal toprakları kırk yıl haram kıldı.
“Allah, ‘O halde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. (Bu süre içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme’ dedi.” (Mâide, 5/26 )
İsrâiloğulları, “Tîh Çölü” denilen o bölgede tam kırk yıl boyunca şaşkın ve hedefsizce dolaştılar. O isyan eden neslin tamamı çölde öldü. Yeni, hürriyete alışkın, çölün zorluklarıyla pişmiş yeni bir nesil yetişti.
Hz. Hârun (a.s.) bu kırk yıllık sürede vefat etti. Ardından, Tîh Çölü’ndeki sürenin sonlarına doğru, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) da eceli geldi. Rivayete göre, vefatından önce Kutsal Topraklara bir taş atımı mesafeye kadar yaklaşmayı Rabbinden niyaz etmiş ve orada ruhunu teslim etmiştir.

HÂTİME: KELÎMULLÂH’IN MİRASI

Hz. Mûsâ’nın (a.s.) vefatından sonra, onun yetiştirdiği genç yardımcısı Hz. Yuşâ (a.s.), yeni neslin başına geçti ve Allah’ın izniyle Kutsal Toprakları fethetti.
Hz. Mûsâ’nın hayatı; bir zulüm diyarında doğup, o zulmün merkezinde (sarayda) büyüyen, İlâhî bir terbiye ile Mısır’dan Medyen’e hicret eden, Tûr Dağı’nda “Kelîmullâh” olma şerefine eren ve en azgın bir zorbaya (Firavun) karşı tevhid mücadelesi veren bir Ulu’l-Azm peygamberin destanıdır.
O’nun kıssası, ne kadar zor durumda olunursa olunsun Allah’a tevekkül etmenin, nankör bir kavme liderlik yaparken sabretmenin ve hakkı tebliğ ederken asla yılgınlığa düşmemenin en büyük timsalidir. O’nun mücadelesi, kıyamete kadar hak ile bâtılın mücadelesine ışık tutmaya devam edecektir.

*********

Bismillahirrahmanirrahim

HİLM VE FESAHAT PEYGAMBERİ: HAZRET-İ HÂRÛN (Aleyhisselâm)

Mısır toprakları, tarihin en karanlık zulümlerinden birine sahne oluyordu. Firavun adındaki zalim hükümdar, kendisine ilahlık isnat ediyor, İsrailoğulları’nı (Benî İsrail) köleleştiriyor ve doğan erkek çocuklarını katlediyordu. İşte böyle bir dehşet ve ümitsizlik devrinde, İmran ailesinin hanesinde, kaderi büyük peygamberle kesişecek bir çocuk dünyaya geldi: Hârûn.

O, kendisinden küçük olan kardeşi Hazret-i Mûsâ’dan (a.s.) farklı olarak, bu katliam fermanından önce doğmuştu. Aynı hanede, aynı iman pınarıyla büyüdüler. Hârûn, tabiatı icabı halîm (yumuşak huylu), sabırlı ve hepsinden mühimi, lisanı son derece fasih (düzgün ve tesirli konuşan) bir zât idi.

İlâhî Vazife ve Bir Kardeşin Duası

Yıllar geçti. Kardeşi Mûsâ, saraydan uzaklaşmış, Medyen’e gitmiş ve Tûr-i Sînâ’da (Sina Dağı) ilâhî vahye mazhar olmuştu. Cenâb-ı Hak, ona en zorlu vazifeyi vermişti: Zalim Firavun’a gitmek, onu imana davet etmek ve İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarmak.
Bu, beşer takatinin zorlanacağı bir vazifeydi. Hazret-i Mûsâ, hem vazifenin ağırlığı hem de Firavun’a karşı geçmişte yaşadığı hadiseler sebebiyle bir endişe hissetti. Lisanında, rivayetlere göre küçükken ağzına attığı bir kordan kalma bir pelteklik (veya tutukluk) vardı. En zorlu anında, Rabbine sığındı ve tarihteki en samimi, en derûnî dualardan birini yaptı. Sadece kendisi için değil, bu kutlu davada kendisine omuz verecek en güvendiği kişi için de istekte bulundu.
Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Mûsâ’nın bu yakarışını şöyle tasvir eder (Meali):
“(Mûsâ), ‘Bana ailemden birini yardımcı ver. Kardeşim Hârûn’u. Onunla gücümü artır. Onu işime ortak et ki, seni çok tesbih edelim ve seni çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin’ dedi. Allah da, ‘Ey Mûsâ! İstediklerin sana verilmiştir’ dedi.” (Tâhâ, 20/29-36)
Cenâb-ı Hak, sadece Hazret-i Mûsâ’nın duasını kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda Hârûn’a da nübüvvet (peygamberlik) ihsan etti. İki kardeş, artık tek bir vazifede birleşmişti. Hazret-i Mûsâ “Resûl” (elçi peygamber), Hazret-i Hârûn ise onun en büyük yardımcısı ve “Vezir”i idi.
Hazret-i Mûsâ, kardeşinin lisanının güzelliğine de itimat ediyordu. Nitekim başka bir ayette şöyle niyaz etmişti:
“Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle gönder. Çünkü ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum.’ Allah dedi ki: ‘Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki, bu sayede âyetlerimizle (mucizelerimizle) onlar size ulaşamayacaklar. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz.’” (Kasas, 28/34-35)

Firavun’un Huzurunda Hak Söz

İki kardeş peygamber, Firavun’un kibir dolu sarayına korkusuzca girdiler. Hazret-i Hârûn, kardeşi Mûsâ’nın yanında dimdik durdu. Hazret-i Mûsâ tebliğini yapıyor, mucizelerini (Asâ ve Yed-i Beyzâ) gösteriyor; Hazret-i Hârûn da onun sözlerini teyit ediyor, fesahatiyle davasını kuvvetlendiriyordu.
Sihirbazlarla olan büyük karşılaşmada, iman ve küfrün mücadelesinde Hârûn (a.s.), Mûsâ (a.s.) ile birlikteydi. Zulmün arttığı, İsrailoğulları’nın ümitsizliğe kapıldığı her anda, kavimlerine sabrı ve Allah’ın vaadini hatırlatan iki rehber oldular.
Nihayet, mucizevî “Çıkış” (Hicret) vakti geldi. Kızıldeniz, Allah’ın emriyle yarıldı. İki kardeş peygamber, kavimleriyle birlikte selâmete ererken, Firavun ve ordusu kibirlerinin bedelini sularda boğularak ödedi.

En Büyük İmtihan: Altın Buzağı Fitnesi

Mısır’dan kurtuluş, mücadelenin sonu değil, İsrailoğulları’nın çetin imtihanlarının başlangıcıydı. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’yı Tevrat levhalarını (Elvâh) alması için Tûr Dağı’na çağırdı. Bu müddet otuz gece olarak belirlenmiş, sonra on gece daha ilave edilerek kırk geceye tamamlanmıştı.
Hazret-i Mûsâ, dağa çıkmadan önce kavminin başına güvendiği vekili, kardeşi Hazret-i Hârûn’u bıraktı. Ona vazifesini net bir şekilde bildirdi:
“Mûsâ ile otuz gece sözleştik ve ona on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, ‘Kavmim içinde benim yerime geç, onları düzelt ve bozguncuların yoluna uyma’ dedi.” (A’râf, 7/142)
Hazret-i Hârûn, bu ağır emaneti yüklendi. Fakat İsrailoğulları’nın tabiatında Mısır’dan miras kalan bir putperestlik eğilimi gizliydi. İçlerinden Sâmirî adında fitneci bir adam çıktı. Mısır’dan getirdikleri ziynet eşyalarını eritti ve böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Kavme, “İşte sizin de Mûsâ’nın da ilahı budur, fakat Mûsâ unuttu!” dedi.
Kavmin büyük bir kısmı bu fitneye kapıldı. Hazret-i Hârûn, bu korkunç şirke ve nankörlüğe derhal müdahale etti. Onları en yumuşak üslubuyla (hilm ile) ikaz etti:
“Andolsun, Hârûn onlara daha önce, ‘Ey kavmim! Siz ancak bu buzağı ile imtihan edildiniz. Sizin Rabbiniz şüphesiz Rahmân’dır. Haydi bana uyun ve emrime itaat edin’ demişti. Onlar, ‘Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya tapmaya devam edeceğiz’ demişlerdi.” (Tâhâ, 20/90-91)
Hazret-i Hârûn’un yumuşak huylu ikazları kâr etmedi. Azgınlaşan kavim, Hazret-i Hârûn’u dinlemediği gibi, onu tehdit etti. Tefsirlerde belirtildiğine göre, onu zayıf gördüler ve neredeyse öldürmeye kastettiler.
Hazret-i Hârûn (a.s.), bir tereddütte kaldı: Ya buzağıya tapanlara karşı şiddet kullanıp kavmi ikiye bölecek (ve belki bir iç savaş çıkacaktı) ya da kardeşi Mûsâ’nın dönüşünü bekleyip, bu tefrikanın (ayrılığın) vebalini almayacaktı. O, daha büyük bir fitneyi, yani kavmin bölünmesini engellemek için sabretmeyi seçti.

İki Kardeşin Yüzleşmesi ve Duası

Hazret-i Mûsâ, Tûr’dan ilâhî levhalarla döndüğünde, kavmini buzağıya tapar halde görünce dehşete kapıldı. Öfkesi (celâli) o kadar şiddetliydi ki, elindeki levhaları bıraktı ve bu isyanın hesabını sormak için doğruca vekili olan kardeşinin üzerine yürüdü.
Kur’ân-ı Kerîm, bu dokunaklı sahneyi şöyle tasvir eder:
“Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?’ dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin (Hârûn’un) başından tuttu, onu kendisine doğru çekmeye başladı. (Hârûn), ‘Ey anamın oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler de neredeyse beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalimler topluluğu ile bir tutma’ dedi.” (A’râf, 7/150)
Başka bir surede Hazret-i Hârûn’un izahatı daha tafsilatlıdır:
“Hârûn dedi ki: ‘Ey annemin oğlu! Saçımdan sakalımdan tutma! Ben, ‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözüme bakmadın’ demenden korktum.’” (Tâhâ, 20/94)
Hazret-i Hârûn’un bu masumiyet dolu ve tefrikadan kaçınma hikmetini belirten cevabı, Hazret-i Mûsâ’nın celâlini dindirdi. Kardeşinin haklı olduğunu, zayıf bırakıldığını ve elinden geleni yaptığını anladı. Öfkesi, Sâmirî’ye ve kavme yöneldi. O an, ellerini Rabbine açarak hem kendisi hem de vefakâr kardeşi için şöyle dua etti:
“(Mûsâ), ‘Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetine sok. Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ dedi.” (A’râf, 7/151)

Tîh Çölü’nde Bir Hayat ve Vefatı

Buzağı fitnesi ağır bir tövbe ile neticelendi. Fakat İsrailoğulları’nın isyankârlığı bitmedi. Kutsal topraklara (Filistin’e) girmeleri emredildiğinde korktular ve “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız” (Mâide, 5/24) diyerek tekrar isyan ettiler.
Cezaları, 40 yıl boyunca Tîh Çölü’nde başıboş dolaşmak oldu.
Hazret-i Hârûn, bu 40 yıllık çöl hayatında da kavmine rehberlik etti. Hazret-i Mûsâ ile birlikte onların sıkıntılarına katlandı, onlara peygamberlik vazifesini icra etti.
İslâm tarihi kaynaklarına ve rivayetlere göre, Hazret-i Hârûn (a.s.), kardeşi Hazret-i Mûsâ’dan (a.s.) önce, Tîh Çölü’ndeki bu yolculuk esnasında vefat etmiştir. Vefatının nasıl olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, hepsinin ortak noktası, onun Allah’ın rahmetine kavuştuğu ve çöldeki imtihanını tamamladığıdır.
Hazret-i Hârûn’un hayatı; sadakatin, hilm ile tebliğin, zor zamanda kardeşine destek olmanın ve fitne karşısında tefrikayı değil, birliği (vahdeti) öncelemenin en güzel misallerinden biri olarak İslâm tarihinde yerini almıştır. O, Allah’ın lütfuyla peygamber olmuş, en zorlu vazifede en büyük peygamberlerden birine “vezir” kılınmış mübarek bir nebîdir.
Allah’ın selâmı onun, kardeşi Mûsâ’nın ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

***********

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Kur’an-ı Kerim’de ismi zikredilen, ancak hayatına dair tafsilatlı malumatın daha çok tefsir ve tarih kaynaklarında yer aldığı peygamberlerden biri de Hazreti Zülkifl’dir (Aleyhisselam).
O, sabrı, ahde vefası ve yüklendiği ağır mesuliyeti (kefaleti) yerine getirmesiyle anılan mübarek bir şahsiyettir.
İşte, İslâmî kaynakların ışığında, sabır ve kefalet timsali Hz. Zülkifl’in (a.s.) ibret dolu hayat hikâyesi.

1. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Zülkifl

Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, Hz. Zülkifl’i (a.s.) iki yerde, büyük peygamberlerle birlikte zikreder ve onun en belirgin vasfına, yani “sabrına” ve “salihlerden” (iyi kullardan) oluşuna dikkat çeker:

a) Enbiyâ Suresi’nde:
Cenâb-ı Hak, bazı peygamberlerin faziletlerini sayarken onu şöyle anar:
وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِدْر۪يسَ وَذَا الْكِفْلِۜ كُلٌّ مِنَ الصَّابِر۪ينَۚ ﴿85﴾
وَاَدْخَلْنَاهُمْ ف۪ي رَحْمَتِنَاۜ اِنَّهُمْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿86﴾
(Meali): “İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an. Hepsi de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.” (Enbiyâ, 21/85-86)
Bu ayetler, onun peygamberlik silsilesi içindeki yerini teyit eder ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasının sebebini “sabrı” ve “salih” amelleri olarak tasvir eder.

b) Sâd Suresi’nde:
Yine Kur’an-ı Kerim’de, hayırlı kullar arasında zikredilir:
وَاذْكُرْ اِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْKِفْلِۜ وَكُلٌّ مِنَ الْاَخْيَارِۜ ﴿48﴾
(Meali): “İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendi.” (Sâd, 38/48)
Kur’an-ı Kerim, onun hayatına dair tafsilata girmez, ancak bu övgüler, onun Allah katındaki yüksek mertebesini göstermeye kâfidir.

2. “Zülkifl” İsminin Manası ve Kimliği
Tefsir âlimleri, onun hakkında daha geniş malumat verebilmek için öncelikle isminin manası üzerinde durmuşlardır.
• “Zü” (ذُو): Arapça’da “sahip” manasına gelir.
• “el-Kifl” (الْكِفْل): Bu kelime “kefalet”, “sorumluluk”, “pay”, “nasip” veya “büyük bir yük” gibi manalara gelir.
Dolayısıyla “Zülkifl”; “Kefalet Sahibi”, “Ağır Sorumluluk Yüklenen”, “Büyük Pay Sahibi” veya “Verdiği Sözün Kefili Olan” demektir. Bu ismin, onun hayatındaki meşhur bir hadiseye dayandığı rivayet edilir.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarında (mesela Taberî, İbn Kesîr gibi müfessirlerin eserlerinde) Hz. Zülkifl’in kim olduğuna dair farklı görüşler vardır:
• Hz. Eyyûb’un (a.s.) Oğlu: En yaygın rivayetlerden biri, onun Hz. Eyyûb’un (a.s.) oğlu olduğudur. Sabır imtihanından sonra Hz. Eyyûb’a tekrar evlatlar lütfedilmiştir. Rivayete göre Zülkifl’in asıl adı “Bişr” idi, ancak yüklendiği mesuliyet sebebiyle “Zülkifl” lakabını almıştır.
• Bir Peygamber (Nebi): Âlimlerin çoğunluğu, Kur’an’da peygamberlerle birlikte anılmasından dolayı onun bir Nebi olduğunu kabul etmişlerdir.
• Salih Bir Kul veya Hâkim: Bazı âlimler ise onun peygamber olmayıp, İsrâiloğulları arasında adaletle hükmeden salih bir kul veya hâkim olduğunu belirtmişlerdir.
Bu farklı rivayetler içinde en meşhur olanı ve “Zülkifl” ismini almasına sebep olan hadise, onun adalet ve sabırla ilgili yüklendiği ağır kefalettir.

3. Kefalet Sahibi: Hz. Zülkifl’in Meşhur Kıssası

Tefsirlerde ve “Kısas-ı Enbiyâ” (Peygamber Kıssaları) kitaplarında nakledildiğine göre, hadise şöyle gelişmiştir:
İsrâiloğulları arasında, Hz. Elyesa’dan (a.s.) sonra (veya bazı rivayetlere göre Hz. Yuşâ’dan sonra) yaşlı ve salih bir kral (veya peygamber) vardı. Bu zat, artık yaşlandığını hissedince, kavmini toplayarak bir halef tayin etmek istedi. Ancak bu makama geçecek kişide çok ağır vasıflar arıyordu.
Kavmine şöyle seslendi:
“İçinizden kim, üç şeyi yapmaya bana söz verirse, onu yerime halef tayin edeceğim:
• Gündüzleri saim (oruçlu) olmak.
• Geceleri kaim (namazda ve ibadette) olmak.
• Asla gazaplanmamak (öfkelenmemek).”
Bu şartlar o kadar ağırdı ki, topluluktan kimse öne çıkmaya cesaret edemedi. Derin bir sessizlik oldu.
O sırada, topluluğun en gençlerinden olan ve o vakte kadar “Bişr” adıyla bilinen bir delikanlı ayağa kalktı:
“Ey Allah’ın kulu (veya Nebisi)! Ben bu şartlara kefil olurum!”
Yaşlı hâkim gence baktı, onun tecrübesiz olduğunu düşünerek teklifini kabul etmedi ve sözünü üç defa tekrarladı. Her defasında kalabalıktan sadece aynı genç ayağa kalktı ve “Ben bu ağır yüke kefilim!” dedi.
Üçüncü seferin sonunda, yaşlı zat, bu gençteki azmi ve ihlası gördü. Verdiği sözün ağırlığını bildiği halde onu halef tayin etti. İşte o günden sonra “Bişr”, verdiği sözün kefili olduğu için “Zülkifl” (Kefalet Sahibi) olarak anılmaya başlandı.

4. Şeytanın İmtihanı ve Hz. Zülkifl’in Sabrı

Hz. Zülkifl, sözünü harfiyen tutmaya başladı. Gündüzleri devlet işleriyle meşgul oluyor, adalet dağıtıyor ve orucunu tutuyordu. Geceleri ise sabahlara kadar ibadet ediyor, çok az uyuyordu. Sadece öğle vakti, kısa bir an (kaylûle) istirahat ediyordu.
Onun bu müthiş sabrı, ahde vefası ve gazaplanmaması, İblis’i (Şeytan’ı) çileden çıkardı. İblis, yardımcılarına “Bu zatı yoldan çıkarın, onu öfkelendirin!” dedi. Fakat hiçbiri muvaffak olamadı.
Sonunda İblis, bu işi bizzat kendisi yapmaya karar verdi.
Bir gün, tam Hz. Zülkifl (a.s.) o kısacık öğle istirahatine çekileceği vakit, İblis, fakir ve mazlum bir ihtiyar kılığında sarayın kapısına geldi. Kapıdaki nöbetçilere, “Hâkimle (Zülkifl ile) görüşmem lazım, büyük bir zulme uğradım!” dedi.
Nöbetçiler, “Hâkim şu an istirahattedir, akşam divan vaktinde gelin” dediler.
İhtiyar kılığındaki İblis, feryat figan etmeye başladı: “Hakkım kayboluyor! Hâkim uyurken mazlumlar nasıl hakkını alacak!”
Gürültüyü duyan Hz. Zülkifl, kapıya geldi ve ihtiyara sordu: “Derdin nedir?”
İblis: “Kavmimden bazıları bana zulmetti, malımı gasp etti. Sizin divan vaktinizi beklersem hakkım tamamen zayi olacak!”
Hz. Zülkifl, onun halinden etkilenmişti ama geceleri ibadet, gündüzleri oruç ve devlet işleri sebebiyle çok yorgundu. Ona dedi ki: “Akşam divana gel, hasımlarını da getir, aranızda hükmedeyim.”
İblis: “Onlar zalimdir, senin divanına gelmezler!”
Hz. Zülkifl (asla öfkelenmeden): “O halde onlara benim mühürlü mektubumu götür, gelmelerini emredeyim.”
İblis: “Mektubunu da dinlemezler!”
Hz. Zülkifl, bu ısrar karşısında zerre kadar gazaplanmadı. Mazlumun hakkı, kendi istirahatinden daha mühimdi. Yorgunluğunu unutup, “Peki, kalk! Neredelerse beni oraya götür, hakkını bizzat ben alayım” dedi.
Yola koyuldular. Bir müddet gittikten sonra, ihtiyar kılığındaki İblis, “Onlar şu tarafa gitmiş olabilir” diyerek birden gözden kayboldu. Hz. Zülkifl, divan vaktine kadar onu aradı ama bulamadı. “Akşam divana gelir” diye düşündü.
Akşam oldu, divan kuruldu, fakat ihtiyar gelmedi.
Ertesi gün, tam yine Hz. Zülkifl istirahat edeceği sırada, İblis aynı kılıkta kapıda belirdi ve dünkinden daha fazla bağırmaya başladı: “Zulme uğradım, hâkim bana yardım etmedi!”
Hz. Zülkifl, yine sabırla kapıya çıktı: “Dün sana geldim, niçin kayboldun? Hasımların nerede?”
İblis: “Tam biz oradan ayrılınca geri geldiler, ama sonra yine kaçtılar!”
Hz. Zülkifl (yine öfkelenmeden): “Peki, bu gece gelmezlerse, yarın ben bizzat seninle geleceğim.”
Hz. Zülkifl, o gece yine sabaha kadar ibadet etti. Gündüz oruçlu halde devlet işlerine baktı. Öğle vakti istirahat için odasına çekildiğinde, artık aşırı yorgunluktan ayakta duracak hali kalmamıştı. Kapıdaki nöbetçilere, “Bugün çok yorgunum. Ne olursa olsun, kimseyi içeri almayın!” diye emretti ve kapısını kilitledi.
Hz. Zülkifl tam gözlerini kapatmıştı ki, odanın içinde birinin belirdiğini fark etti!
Karşısında dün gördüğü ihtiyar duruyordu.
Şaşkınlıkla yerinden fırladı: “Sen kimsin? Kapı kilitli, nöbetçilere emir verdim, sen buraya nasıl girdin?”
O anda, ihtiyar kılığı değişti ve İblis gerçek suretine yakın bir halde konuştu:
“Ben İblis’im! Seni öfkelendirmek için Allah’tan izin istedim. İki gündür yapmadığımı bırakmadım. En yorgun anını kolladım, mazlum kılığına girdim, seni uykundan ettim. Ama sen bir defa bile gazaplanmadın. Verdiğin söze (kefalete) sadık kaldın. Allah seni benim şerrimden korudu.”
Böylece İblis, mağlubiyetini itiraf ederek oradan ayrıldı.
Hz. Zülkifl (a.s.), en zor şartlarda bile sabrederek, orucunu bozmayarak, ibadetini aksatmayarak ve en önemlisi “asla gazaplanmayarak” verdiği söze, yüklendiği kefalete sadık kalmıştı.

5. Kıssadan Hisse: Hayatımız İçin Dersler

Hz. Zülkifl’in (a.s.) bu mübarek hayatı, bizlere, bilhassa gençlere şu büyük hakikatleri ders vermektedir:
• Ahde Vefa (Söze Sadakat): Bir Müslüman, verdiği sözün ağırlığını bilmeli ve o sözü yerine getirmek için (Allah rızası dâhilinde) her türlü fedakârlığı yapmalıdır. Hz. Zülkifl, ibadet, oruç ve adaleti bir arada yürütme sözünü, canı pahasına yerine getirmiştir.
• Sabır: Kur’an’ın onu “Sabredenlerden” (Min-es-Sâbirîn) diye övmesi boşuna değildir. Sabır, sadece musibete değil, aynı zamanda ibadete devam etme ve gazaplanmama konusunda da gösterilen derûnî bir kuvvettir.
• Gazabı (Öfkeyi) Yenmek: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değil, öfke anında nefsine hâkim olandır” buyurmuştur. Hz. Zülkifl’in imtihanının en zorlu noktası öfkeydi ve o, İblis’in tüm hilelerine rağmen nefsine hâkim olmayı başardı.
• Mesuliyet (Sorumluluk): Genç yaşta olmasına rağmen, ümmetin idaresi gibi ağır bir mesuliyetten kaçmamış, “Ben kefilim” diyerek öne atılmıştır.
• Adalet ve Merhamet: Bir idareci olarak, en yorgun anında bile bir mazlumun (öyle zannettiği kişinin) derdiyle dertlenmiş, kendi istirahatini değil, adaletin tecellisini ön planda tutmuştur.
Hz. Zülkifl (a.s.), Kur’an’da kısaca anılsa da, tefsirlerdeki bu rivayetlerle “sabrın”, “sözüne sadakatin” ve “öfkesine hâkim olmanın” timsali olmuş mübarek bir peygamberdir.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun ve diğer peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) şefaatine nail eylesin ve onların ahlâkıyla ahlâklanmayı nasip etsin. Amin.

************

Bismillâhirrahmânirrahîm.

HZ. DÂVÛD (Aleyhisselâm): Peygamber, Hükümdar ve Allah’ın Halifesi

Güneşin Kudüs tepelerine henüz doğmadığı zamanlarda, Benî İsrâil (İsrailoğulları) arasında, ileride hem peygamberlik (nübüvvet) hem de hükümdarlık (mülk) şerefini birleştirecek mübarek bir çocuk dünyaya geldi. Adı Dâvûd idi. O, Hz. İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelen, cesur yürekli ve Allah’a karşı son derece haşyet (derin saygı ve korku) sahibi bir gençti.
Hayatının ilk yılları, tabiatın içinde, koyunlarını otlatarak geçti. Bu sükûnet dolu hayat, onun derûnî tefekkürünü artırıyor, Rabbine olan bağlılığını kuvvetlendiriyordu. Eli sapan tutmakta pek mahirdi, ancak asıl mahareti, Allah’ı zikreden dilinde ve o zikre eşlik eden muazzam sesindeydi.

I. Bölüm: Genç Kahraman ve Zorba Câlût

O devirde Benî İsrâil, Câlût (Goliath) adında zalim ve devasa bir komutanın idaresindeki Amâlika kavminin zulmü altındaydı. Yurtlarından çıkarılmış, zayıf düşmüşlerdi. Allah’a yalvarıp, kendilerine savaşacak bir komutan (melik) göndermesini istediler. Allah Teâlâ, onlara Tâlût’u (Saul) hükümdar olarak seçti.
Tâlût, âlim ve güçlü bir kimseydi ancak zengin değildi. Kavmi önce itiraz etse de, peygamberlerinin (o dönemde İşmoil (a.s.) olduğu rivayet edilir) bildirdiği alâmetler (Tabut-u Sekine’nin geri gelmesi) ile ona itaat ettiler.
Tâlût, Câlût’un muazzam ordusuna karşı ordusunu topladı. Ancak bu ordu, çetin bir imtihandan geçirilecekti. Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği üzere, bir nehir kenarında Tâlût askerlerine dedi ki: “Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna.” Askerlerin pek çoğu bu emri dinlemedi ve nehirden kana kana içti; içtikleri anda ise cesaretlerini kaybettiler. Geriye sadece Tâlût’a sadık kalan az bir zümre kaldı.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde, Câlût, demir zırhları içinde, kibrinden kükreyerek meydana çıktı ve kendisine karşı çıkacak birini istedi. Benî İsrâil ordusunda bir sessizlik oldu. O devasa cüsseye kimse cesaret edemiyordu.
İşte o an, orduda babasının emriyle kardeşlerine yiyecek getirmek için bulunan genç Dâvûd (a.s.) öne atıldı. Tâlût, bu genç çobanın cesaretine hayran kaldı. Hz. Dâvûd, Tâlût’tan izin istedi. O, ne kılıç ne de ağır bir zırh istedi. Sadece çobanlıkta kullandığı sapanını ve yerden aldığı birkaç taşı yanına aldı.
Câlût, karşısında bu genç ve zırhsız delikanlıyı görünce alay etti. Lâkin Hz. Dâvûd, sarsılmaz bir imanla haykırdı: “Sen bana kılıç ve kalkanınla geliyorsun, ben ise sana orduların Rabbi olan Allah’ın adıyla geliyorum!”
Sapanını çevirdi ve taşı fırlattı. Allah’ın izniyle o küçük taş, Câlût’un alnına isabet etti ve o zalim dev, cansız bir şekilde yere yığıldı. Komutanlarının düştüğünü gören ordu, büyük bir bozguna uğradı.
Bu zafer, Hz. Dâvûd’un Benî İsrâil içindeki şanını yüceltti. Kur’ân-ı Kerîm bu hadiseyi şöyle zikreder :
“Derken, Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”
(Bakara, 2/251)
Tâlût’un vefatından sonra, halk Hz. Dâvûd’un etrafında birleşti. Böylece Allah Teâlâ, ona hem hükümdarlık hem de peygamberlik lütfetti.

II. Bölüm: Zebûr’un İndirilişi ve Muazzam Sesi

Hz. Dâvûd, sadece bir kral değil, aynı zamanda Allah’ın vahyine mazhar olan bir peygamberdi. Allah (c.c.) ona, dört büyük kitaptan biri olan “Zebûr”u indirdi.
“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Andolsun, biz peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.”
(İsrâ, 17/55)
Zebûr, yeni bir şeriat (hukuk düzeni) getirmiyordu; Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şeriatını (Tevrat’ı) tasdik ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Muhtevası daha çok Allah’a hamd, dua, zikir ve hikmetli nasihatlerden ibaretti.
Hz. Dâvûd’a (a.s.) verilen en büyük mucizelerden biri, sesinin güzelliğiydi. O, Zebûr’u okumaya başladığında, sesi o kadar tesirli ve derûnî olurdu ki, sadece insanlar değil, tabiat dahi ona iştirak ederdi.
Dağlar onunla beraber Allah’ı tesbih eder, yankılanırdı. Kuşlar gökyüzünde durur, cıvıltılarıyla onun zikrine katılırdı. Bu, zahiri bir mucize olduğu kadar, kâinatın Hâlık’ını (Yaratıcısını) zikretme noktasındaki cihan şümul ahengin de bir isbatıydı.
“Sabret! Kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi olanı an. O, hep Allah’a yönelirdi. Biz dağları onun emrine vermiştik. Akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu hâlde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikrederlerdi.”
(Sâd, 38/17-19)

III. Bölüm: Demiri Yumuşatan Peygamber

Hz. Dâvûd (a.s.), bir hükümdar olmasına rağmen, kendi elinin emeğiyle geçinirdi. Allah Teâlâ, ona kimseye vermediği bir sanat ve mucize daha bahşetmişti: Demiri hamur gibi yumuşatma kabiliyeti.
Onun mübarek ellerinde demir, ateşe veya çekice ihtiyaç duymadan şekil alırdı. O da bu mucizeyle, o güne kadar bilinmeyen, ince halkalardan örülmüş, vücudu saran ve hareketi engellemeyen sağlam zırhlar yapardı. Bu, hem askerlerini koruyan bir savunma teknolojisi hem de onun peygamberliğine bir delildi.
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tesbih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, örgüsünde ölçüyü tuttur’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim’ diye vahyettik.”
(Sebe’, 34/10-11)

IV. Bölüm: İbadet Hayatı ve Adaleti

Hz. Dâvûd (a.s.), “Ehl-i havf” (Allah’tan en çok korkan) ve “Ehl-i haşyet” (en derin saygıyı duyan) peygamberlerdendi. İbadete olan düşkünlüğü o derecedeydi ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu faziletini şöyle tasvir etmiştir: “Allah katında en sevimli namaz, Dâvûd’un namazıdır. Gecenin yarısını uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu. Allah katında en sevimli oruç da Dâvûd’un orucudur. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”
O, sadece bir âbid (ibadet eden) değil, aynı zamanda âdil bir hâkimdi. İnsanlar arasında adaletle hükmederdi. Ancak peygamberler dahi imtihan edilirler. Hz. Dâvûd’un hayatındaki en mühim imtihanlardan biri, onun adalet anlayışını daha da derinleştiren “iki davacı” kıssasıdır.

A) Ekin Tarlası Meselesi

Bir gün, iki adam Hz. Dâvûd’a (a.s.) bir dava getirdi. Biri ekin sahibi, diğeri koyun sürüsü sahibiydi. Koyun sürüsü, geceleyin ekin tarlasına girmiş ve bütün mahsulü telef etmişti.
Hz. Dâvûd (a.s.), zararın tazmini için koyunların tarla sahibine verilmesine hükmetti.
Ancak orada bulunan oğlu Hz. Süleyman (a.s.) -ki o da küçük yaşına rağmen büyük bir hikmet sahibiydi- babasına daha farklı bir hüküm teklif etti: “Ey Allah’ın Peygamberi! Koyunlar tarla sahibine verilsin; tarlanın mahsulünden elde edeceği yün, süt gibi menfaatleri alsın. Tarla da koyun sahibine verilsin; o da tarlayı eski hâline gelinceye kadar ekip biçsin. Tarla eski hâline dönünce, tarla sahibine, koyunlar da kendi sahibine iade edilsin.”
Bu hüküm, her iki taraf için de daha âdil ve hikmetliydi. Hz. Dâvûd (a.s.) oğlunun bu hükmünü tasdik etti. Allah Teâlâ, bu kıssayı Kur’ân’da zikrederek, her ikisine de ilim ve hikmet verdiğini beyan eder:
“Dâvûd ve Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü bir kavmin koyunları o ekine geceleyin yayılmıştı. Biz de onların hükmüne şahit idik. Biz onu (hükmü) Süleyman’a kavratmıştık. Zaten her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim vermiştik…”
(Enbiyâ, 21/78-79)

B) 99 Koyun Meselesi ve Büyük İmtihan

Hz. Dâvûd’un (a.s.) asıl imtihanı, ibadet için çekildiği mihrabında gerçekleşti. Tefsirlerde anlatıldığına göre, o, günlerini ibadet ve adalet işlerine ayırmıştı. Bir gün mihrabında (özel ibadet yerinde) iken, duvardan tırmanarak aniden iki kişi yanına girdi. Hz. Dâvûd (a.s.) onlardan ürktü.
“(Ey Muhammed!) Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani duvardan tırmanıp mâbede girmişlerdi. Hani Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. Onlar, ‘Korkma! Biz, iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık etti. Aramızda adaletle hükmet. Haksızlık etme ve bize doğru yolu göster’ dediler.”
(Sâd, 38/21-22)
Davacılardan biri söze başladı:
“İçlerinden biri şöyle dedi: ‘Bu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve tartışmada bana üstün geldi.’ Dâvûd şöyle dedi: ‘Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir. Zaten ortakların birçoğu birbirine haksızlık ederler. Yalnız iman edip salih amel işleyenler başka. Onlar da pek azdır!'”
(Sâd, 38/23-24)
Hz. Dâvûd (a.s.) hükmü verir vermez, gelen kişilerin birer melek olduğunu ve bunun Allah’tan bir imtihan olduğunu anladı. Hatası; diğer tarafı (99 koyunu olanı) dinlemeden, aceleyle hüküm vermesiydi. Bu, bir peygamberin şanına yakışan teenni (acele etmeme) ve adalet titizliğinde küçük bir sürçmeydi.
(İslâm âlimleri, bu kıssanın etrafında örülen ve peygamberlerin ismet sıfatına (günahsızlığına) aykırı olan İsrailiyat kaynaklı (Tevrat ve tahrif edilmiş kaynaklardan gelen) rivayetleri (bir komutanın hanımıyla ilgili hikâyeler) şiddetle reddetmişlerdir. Kur’ân’ın bahsettiği imtihan, tamamen adalet ve hüküm verme usûlüyle ilgili bir imtihandır.)
Hz. Dâvûd (a.s.) hatasını anladığı an, derhal secdeye kapandı ve Rabbinden af diledi.
“…Dâvûd, bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derhal Rabbinden bağışlanma diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi. Biz de bunu ona bağışladık. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve varılacak güzel bir yer vardır.”
(Sâd, 38/24-25)
Bu imtihandan sonra Allah Teâlâ, ona şu mühim ikazda bulundu ve onun yeryüzündeki “halife” (Allah’ın hükümlerini uygulayan yönetici) sıfatını teyit etti:
“Ey Dâvûd! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır.”
(Sâd, 38/26)

V. Bölüm: Mescid-i Aksa ve Vefatı

Hz. Dâvûd’un (a.s.) en büyük arzularından biri, Allah’a ibadet edilecek, içinde “Tabut-u Sekine”nin (Hz. Mûsâ’dan kalan kutsal emanetlerin) korunacağı muazzam bir mâbed (Mescid-i Aksa) inşa etmekti.
Bu niyetle Kudüs’te Beyt-i Makdis’in temellerini attı. Ancak rivayetlere göre, bu şerefli mâbedin tamamlanması ona değil, oğlu Hz. Süleyman’a (a.s.) nasip olacaktı. Hz. Dâvûd (a.s.) temelleri hazırladı ve oğluna bu kutlu vazifeyi vasiyet etti.
Hz. Dâvûd (a.s.), rivayetlere göre 100 yıl süren, ibadet, adalet ve hükümdarlıkla dolu bir hayatın sonunda vefat etti. Onun vefatı da ibretliktir. Çok takva (Allah’ın haramlarına karşı gayretli) bir zat olduğu, evine kimsenin izinsiz girmesine müsaade etmediği anlatılır. Bir gün evinde iken, tanımadığı bir adam gördü. “Sen kimsin?” diye sordu. O zat, “Ben, krallardan korkmayan ve izin almadan girenim” dedi. Hz. Dâvûd (a.s.), onun ölüm meleği Azrâil (a.s.) olduğunu anladı ve Rabbinin emrine teslim oldu.
Ruhu, o çok sevdiği, dağlarla ve kuşlarla birlikte zikrettiği Rabbine kavuştu.
Hz. Dâvûd’un (a.s.) hayatı; genç bir çobanın imanıyla nasıl bir zalimi yenebileceğinin, bir kralın kendi el emeğiyle nasıl geçinebileceğinin, bir âbidin Rabbine nasıl yalvaracağının ve bir hâkimin adaletten saptığında nasıl derhal tövbe edeceğinin en güzel misalidir.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi O’nun üzerine olsun.

********

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Tarih sayfaları arasında, hem peygamberlik hikmetiyle donatılmış hem de cihan şümul bir saltanatın sahibi kılınmış müstesna bir şahsiyet parıldar: Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm). O, sadece insanların değil, rüzgârların, cinlerin ve hayvanatın dahi emrine verildiği bir peygamber-kraldır. Onun hayatı, kudretin zirvesinde dahi Allah’a nasıl kulluk edileceğinin, hikmetin ve adaletin nasıl tecelli edeceğinin en parlak misallerinden biridir.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm’in nûru, tefsirlerin izahı ve İslam tarihinin sadık rivayetleriyle bezenmiş Hz. Süleyman’ın (a.s.) ibret dolu hayat hikâyesi:

1. BÖLÜM: BİR PEYGAMBER OĞLU PEYGAMBER: HİKMETİN TECELLİSİ

Hz. Süleyman, yine bir peygamber-kral olan Hz. Dâvûd’un (a.s.) oğludur. Daha genç bir delikanlıyken, babasının sarayında adalet ve hikmet dersleri alarak yetişti. Allah Teâlâ, ona daha çocuk yaşta, meselelerin derûnî yapısını kavrayacak keskin bir nazar ve anlayış lütfetmişti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu durumu şöyle tasvir eder:
“Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü bir kavmin koyunları o tarlaya geceleyin girip yayılmıştı. Biz de onların hükmüne şahit idik. Biz onu (hükmü) Süleyman’a kavratmıştık. Zaten her birine hükümranlık ve ilim vermiştik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvûd’un emrine verdik. Bunları yapan biz idik.” (Enbiyâ, 21/78-79)
Rivayetlere göre, bir sürü koyun, geceleyin bir bağa girmiş ve tüm mahsulü telef etmişti. Bağ sahibi, Hz. Dâvûd’a müracaat etti. Hz. Dâvûd, zararın bedeli olarak koyunların bağ sahibine verilmesine hükmetti. O sırada henüz küçük bir çocuk olan Hz. Süleyman ise, babasına daha farklı ve âdil bir çözüm teklif etti:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Hüküm böyle olmamalı. Koyunlar bağ sahibine verilsin; bağ sahibi, koyunların sütünden, yününden ve kuzularından istifade etsin. Bağ da koyunların sahibine verilsin; o da bağı eski hâline gelinceye kadar ekip biçsin. Bağ eski hâline dönünce sahibine geri verilir, koyunlar da kendi sahibine iade edilir.”
Bu cevap, her iki tarafın da hakkını gözeten, ziyanı telafi ettiren ve kimseyi mağdur etmeyen hikmet dolu bir hükümdü. Hz. Dâvûd, oğlunun bu isabetli hükmünden memnûn oldu ve Allah’ın ona lütfettiği bu fevkalâde anlayışa hamd etti. Bu hâdise, Hz. Süleyman’ın gelecekte nasıl âdil bir hükümdar olacağının ilk işaretiydi.

2. BÖLÜM: EMSALSİZ BİR MÜLKÜN DUASI

Hz. Dâvûd’un vefatının ardından Hz. Süleyman, hem peygamberlik vazifesine hem de babasının tahtına vâris oldu. O, bu büyük mesuliyetin farkındaydı. Bir gün Rabbine yöneldi ve tarihe geçecek o meşhur duasını yaptı. Bu dua, bir enaniyet veya dünya hırsı değil, Allah’ın kudretini insanlar ve cinler üzerinde tam manasıyla gösterme arzusunun bir ifadesiydi:
“Süleyman, ‘Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk (hükümranlık) ver. Şüphesiz sen çok bahşedicisin’ dedi.” (Sâd, 38/35)
Allah Teâlâ, sevgili peygamberinin bu ihlaslı duasını kabul etti. Ona, ne kendisinden önce ne de sonra kimseye nasip olmayan bir saltanat bahşetti.

Rüzgâr Emrine Verildi

Allah, rüzgârı onun emrine musahhar kıldı. Hz. Süleyman’ın (a.s.) emriyle rüzgâr, onu ve ordularını istediği yere hızla taşırdı. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık mesafeye rüzgârla hükmederdi. Bu, onun ordularının intikal kabiliyetini benzersiz kılıyordu.
“Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle dilediği yere yumuşacık akıp giderdi.” (Sâd, 38/36)

Cinler ve Şeytanlar Hizmetindeydi

Allah’ın izniyle cinler âlemi de onun kontrolü altındaydı. Sadece mü’min cinler değil, isyankâr şeytanlar bile onun emrinden çıkamazdı.
“Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytanları da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.” (Enbiyâ, 21/82)
Cinler, onun için devasa binalar, saraylar, kaleler, büyük kazanlar ve heykeller inşa ederlerdi. Rivayetlere göre, Kudüs’teki muazzam Mescid-i Aksâ’nın (Beyt-i Makdis) inşasında da cinleri çalıştırmıştı. Ayrıca, emrindeki dalgıç cinler, denizlerin derinliklerinden kıymetli inciler ve mücevherler çıkarırlardı. Bu, Allah’ın ona verdiği mülkün azametini gösteriyordu.

Hayvanatın Dilini Bilmesi

Hz. Süleyman’a (a.s.) lütfedilen en hârikulâde mucizelerden biri de, hayvanların ve kuşların lisanını (mantıku’t-tayr) anlamasıydı.
“Süleyman, Dâvûd’a mirasçı oldu ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur.'” (Neml, 27/16)
Bu, onun saltanatının sadece insanları ve cinleri değil, tabiatın diğer unsurlarını da kapsadığını gösteren cihan şümul bir mucizeydi.

3. BÖLÜM: KARINCA VADİSİ’NDEKİ MÜTEBESSİM NEBÎ

Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatındaki en latif kıssalardan biri, “Karınca Vadisi”nde (Vâdi’n-Neml) yaşanmıştır. Bir gün Hz. Süleyman, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan müteşekkil muazzam ordusuyla bir sefere çıkmıştı.
“Nihayet Karınca vadisine geldikleri zaman, bir karınca şöyle dedi: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesinler.'” (Neml, 27/18)
Ordunun azametiyle ilerlerken, Hz. Süleyman’ın kulaklarına bu küçücük mahlûkun, kendi kavmini korumak için yaptığı bu endişe dolu ikazı ulaştı. Koca bir ordunun komutanı, bir karıncanın sesini duymuştu.
Bu hâdise karşısında Hz. Süleyman’ın (a.s.) tepkisi, kibir veya gurur değil, derin bir şükran ve tevazu olmuştur. O, bu küçücük mahlûkun sözlerini anlamanın ve ona verilen bu eşsiz nimetin farkındalığıyla tebessüm etti.
“(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmemi ve razı olacağın salih ameller işlememi bana ilham et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!'” (Neml, 27/19)
Bu kıssa, en büyük kudret sahibinin bile, en küçük mahlûkatın hayat hakkına nasıl hürmet göstermesi gerektiğini; asıl faziletin, kudret anında gösterilen merhamet ve şükür olduğunu bizlere öğretir.

4. BÖLÜM: HÜDHÜD KUŞU VE SEBE MELİKESİ BELKIS

Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatının dönüm noktalarından biri, Sebe Melikesi Belkıs ile olan muazzam hadisedir. Bu kıssa, bir kuşun tebliğ vazifesiyle başlar.
Bir gün Hz. Süleyman, kuşlardan müteşekkil ordusunu teftiş ederken Hüdhüd kuşunun (Çavuşkuşu) yerinde olmadığını fark etti. Öfkelendi ve onun mazeretsiz yokluğunun hesabını soracağını belirtti.
“Süleyman, kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirsin, yahut onu mutlaka şiddetli bir cezaya çarptıracağım, ya da onu boğazlayacağım!'” (Neml, 27/20-21)
Çok geçmeden Hüdhüd çıka geldi ve korkusuzca, Peygamberin dahi bilmediği mühim bir haberi getirdiğini söyledi:
“Çok geçmeden Hüdhüd gelip, ‘Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana sağlam bir haber getirdim. Ben, onlara hükmeden, kendisine her şeyden verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gördüm. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm…” (Neml, 27/22-24’ten muhtasaran)
Hüdhüd’ün bu haberi, Hz. Süleyman’ın gayret-i diniyyesini harekete geçirdi. O, bir hükümdar olarak değil, bir peygamber olarak bu duruma müdahale etme kararı aldı. Hüdhüd’e, Allah’ın adıyla başlayan (Besmele) ve onları teslimiyete (İslam’a) davet eden meşhur mektubunu verdi.
Belkıs, mektubu alınca devlet erkânını topladı. Akıllı bir kadındı; istişare etti. Savaş yerine, Hz. Süleyman’ın niyetini anlamak için ona değerli hediyeler göndermeye karar verdi. Eğer o bir kralsa hediyeleri kabul edecek, yok eğer bir peygamberse kabul etmeyecekti.
Elçiler hediyelerle Hz. Süleyman’ın huzuruna vardığında, Peygamber-Kral hediyeleri hiddetle reddetti:
“(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’ın huzuruna gelince, Süleyman şöyle dedi: ‘Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hayır, hediyenizle ancak siz sevinirsiniz. Onlara dön. Andolsun, karşı koyamayacakları ordularla üzerlerine gelir, onları oradan aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız.'” (Neml, 27/36-37)
Bu cevap, Belkıs’ın karşısındakinin sıradan bir kral olmadığını anlamasını sağladı. Belkıs, teslimiyet yolunu seçerek Kudüs’e gelmeye karar verdi.

Tahtın Getirilmesi

Belkıs yola çıktığında, Hz. Süleyman, ona Allah’ın kudretini ve kendi nübüvvetinin isbatını göstermek için bir mucize daha sergilemek istedi. Yanındakilere sordu: “Onlar bana teslimiyet gösterip gelmeden önce, onun (Belkıs’ın) tahtını bana kim getirebilir?”
Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm” dedi. Fakat bu, Hz. Süleyman’a yeterince hızlı gelmedi.
“Kitaptan bilgisi olan biri, ‘Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm’ dedi. (Süleyman) tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: ‘Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, çok cömerttir.'” (Neml, 27/40)
Tefsirlerde, “kitaptan bilgisi olan” bu zatın, Allah’ın İsm-i Âzam’ını bilen âlim bir zat (bazı rivayetlerde veziri Âsaf bin Berhiyâ) olduğu belirtilir. Bu hâdise, ilmin ve manevî gücün, cinlerin maddî gücünden daha üstün ve hızlı olduğunun bir delilidir.

Belkıs’ın Teslimiyeti

Belkıs saraya geldiğinde, önce kendi tahtıyla imtihan edildi. Hz. Süleyman tahtı biraz değiştirmişti. Belkıs, tam bir hikmetle “Sanki o” diyerek hem aklını hem de diplomatik nezaketini gösterdi.
Ardından Hz. Süleyman, onu camdan yapılmış şeffaf bir köşke (saray) davet etti. Köşkün zemini o kadar parlak camdandı ki, altından sular akıyordu.
“Ona, ‘Köşke gir’ denildi. Köşkü görünce, onu (zemini) derin bir su sandı ve eteklerini topladı. Süleyman, ‘Bu, camdan yapılmış şeffaf bir zemindir’ dedi. Belkıs, ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmişim. (Artık) Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’ dedi.” (Neml, 27/44)
Gördüğü bu teknoloji harikası yapı ve Hz. Süleyman’ın hikmeti karşısında Belkıs, güneşe tapmanın bir yanılma olduğunu anladı ve orada Hz. Süleyman’ın vasıtasıyla Âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman etti.

5. BÖLÜM: BİR PEYGAMBERİN İMTİHANI VE VEFATI

Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı, muazzam mülküne rağmen imtihanlardan hâlî değildi. Kur’ân-ı Kerîm, onun da bir imtihandan geçtiğini, tahtının üzerine “bir ceset bırakıldığını” ve onun sonra Rabbine yöneldiğini (tevbe ettiğini) bildirir (Sâd, 38/34). Tefsirler bu konuda çeşitli izahlar sunsa da, özü şudur: En güçlü peygamberler dahi imtihan edilir ve onların sığınağı daima Allah’tır.
Onun vefatı da, hayatı kadar ibretlidir.
Hz. Süleyman, cinleri ağır işlerde, özellikle Mescid-i Aksâ’nın inşasında çalıştırıyordu. Cinler, gaybı (geleceği ve görünmeyeni) bildiklerini iddia ediyor ve insanları bu şekilde etkilemeye çalışıyorlardı. Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ın vefatını, bu batıl inancı çürütmek için bir vesile kıldı.
Hz. Süleyman, her zamanki gibi ibadet ederken veya rivayete göre cinlerin çalışmasını teftiş ederken, asâsına (bastonu) dayanmış bir vaziyette ruhunu teslim etti. O, ayakta, asâsına dayanmış olarak vefat etmişti.
Cinler, onun öldüğünü anlamadılar. Heybetinden korktukları için, onun kendilerini izlediğini zannederek çalışmaya devam ettiler. Bu durum, rivayetlere göre uzun bir müddet sürdü.
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu (dâbbetü’l-arz) onlara gösterdi. (Süleyman’ın cesedi) yıkılınca, cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde (o ağır işte) kalmazlardı.” (Sebe’, 34/14)
Nihayet, bir ağaç kurdu, onun dayandığı asâyı içten içe kemirdi. Asâ zayıflayıp kırılınca, Hz. Süleyman’ın (a.s.) mübarek bedeni yere düştü. İşte o zaman, bütün mahlûkat ve özellikle de cinler, onun vefat ettiğini anladı.
Bu hâdise, cinlerin ve hiçbir mahlûkun gaybı bilemeyeceğinin, gaybın anahtarlarının yalnızca Allah katında olduğunun en açık isbatı oldu.

HÂTİME: KUDRET VE HİKMET MİRASI

Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı; kudretin, ancak adaletle ve Allah yolunda kullanıldığında bir fazilet olduğunu gösterir. O, emsalsiz mülküne rağmen bir karıncanın hakkına riayet eden bir merhamet; bir kuşun getirdiği haberle tebliğ seferine çıkan bir davetçi; ve vefatıyla bile insanlara tevhid dersi veren bir muallimdir.
Onun mirası, saraylar veya hazineler değil, Allah’a teslimiyetin getirdiği derûnî bir hikmet ve cihan şümul bir adalettir.
Rabbimiz, onun ve bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) yolundan gitmeyi, onların hikmetlerinden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Âmin.

*********

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Tarihin derinliklerinde, İsrailoğulları’nın tevhid sancağını dalgalandırdığı topraklarda, zamanla gaflet ve nisyân (unutkanlık) bulutları dolaşmaya başlamıştı. Hz. Musa’nın (a.s.) getirdiği nurlu şeriatın izleri silikleşmiş, kalpler katılaşmış ve insanlar, Yüce Yaratıcıları yerine kendi elleriyle yaptıkları cansız putlara yönelmişlerdi.
İşte böyle karanlık bir devirde, Şam civarında, bugünkü Lübnan topraklarında yer alan “Ba’lbek” şehrinde büyük bir dalâlet (sapıklık) hüküm sürüyordu. Bu şehir, adını taptıkları büyük puttan almıştı.

Ba’l Putu ve Sapan Kavim

Ba’lbek halkı, “Ba’l” adını verdikleri, rivayetlere göre altından yapılmış, heybetli bir puta tapıyordu. Şehrin kralı (İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde, İsrâiliyat’tan gelen rivayetlere göre Aczab veya Ahab olarak da zikredilir) ve onun zâlim zevcesi, bu şirk düzeninin başını çekiyordu. Halk, rızkı Allah’tan değil, bu cansız taştan bekliyor; yağmuru ondan diliyor, dertlerine ondan çare umuyordu. Allah’ın peygamberlerinin mirası unutulmuş, tevhid kalesi yıkılmıştı.
Bu zifiri karanlığın ortasına bir hidayet güneşi doğdu. Allah Teâlâ, onlara Hz. Harun’un (a.s.) soyundan gelen, sâlih, cesur ve hikmet sahibi bir kulunu, Hz. İlyâs’ı (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderdi.
Kur’ân-ı Kerîm, onun bu kutlu vazifesini şöyle tasdik eder:
“Şüphesiz İlyâs da peygamberlerdendi.”
(Sâffât, 37/123 )

Tevhid Mücadelesi Başlıyor

Hz. İlyâs (a.s.), kavminin ve bilhassa kralın karşısına büyük bir cesaretle çıktı. Onları, içinde bulundukları bu akıl almaz sapkınlıktan kurtarmak için davete başladı. Onları, yaratıcıların en güzeli olan, kâinatın tek sahibi Allah’a kulluğa çağırdı.
Bu davet, Kur’ân-ı Kerîm’de ne kadar net bir şekilde tasvir edilmektedir:
“Hani o, kavmine şöyle demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'”
(Sâffât, 37/124 )
“Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Ba’l’e mi taparsınız?”
(Sâffât, 37/125-126 )
Hz. İlyâs’ın bu sözleri, Ba’lbek şehrinin temellerini sarstı. O, sadece bir puta tapmanın yanlışlığını değil, aynı zamanda Allah’ı (c.c.) bırakıp “Ba’l” gibi âciz bir varlığa yönelmenin mantıksızlığını da ortaya koyuyordu. “Ahsenü’l-Hâlikîn” (Yaratıcıların en güzeli) olan Allah dururken, hiçbir şey yaratamayan bir puta tapmak, en büyük nankörlük ve cehaletti.

İnkâr, Kibir ve İlâhî İmtihan: Kıtlık

Ancak kalpleri mühürlenmiş olan kavmi, bu nurlu davete kulaklarını tıkadı. Şımarıklık, kibir ve atalarından gördükleri yanlışı sürdürme inadı, onların gözlerini kör etmişti.
“Onu yalanladılar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir.”
(Sâffât, 37/127 )
Onlar sadece yalanlamakla kalmadılar, Allah’ın peygamberine düşman kesildiler. Onu tehdit ettiler, davasından vazgeçirmeye çalıştılar ve hatta rivayetlere göre onu öldürmek için planlar kurdular.
Hz. İlyâs (a.s.), kavminin bu inadı karşısında, onlara bir ders vermek ve taptıkları Ba’l putunun ne kadar âciz olduğunu göstermek için Allah’a dua etti. Tefsirlerde zikredildiğine göre, Allah’tan (c.c.) göğün bereketini, yani yağmuru kesmesini niyaz etti.
Duası kabul oldu. Ba’lbek ve civarına üç yıl (rivayetlere göre) boyunca bir damla yağmur düşmedi. Nehirler kurudu, ekinler sarardı, hayvanlar telef olmaya başladı. Şiddetli bir kıtlık ve kuraklık, şehri kasıp kavurdu. Halk, o kadar zor duruma düştü ki, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç kaldılar.
Taptıkları Ba’l putu ise, bu felaket karşısında sessiz bir taştan ibaretti. Ona yalvardılar, kurbanlar kestiler, ayinler yaptılar; fakat Ba’l, onlara ne bir damla yağmur verebildi ne de karınlarını doyurabildi. Taptıkları sahte ilahın âcizliği, güneş gibi ortaya çıkmıştı.
Mucize: Yağmurun Dönüşü ve Katı Kalpler
Kavim, çaresizliğin son noktasına gelince, bu felaketin başlarına Hz. İlyâs’ın (a.s.) duası yüzünden geldiğini anladılar. Zayıf da olsa bir ümitle ona geldiler ve bu kıtlığın bitmesi için Rabbine dua etmesini istediler.
Hz. İlyâs (a.s.), onlardan Allah’a iman edeceklerine ve Ba’l’e tapmaktan vazgeçeceklerine dair söz aldı (bazı rivayetlerde, putun ve putperest kâhinlerin yok edilmesini şart koştuğu da zikredilir).
Sonra, o mübarek peygamber ellerini semâya kaldırdı. Kendisini kuraklıkla imtihan eden Rabbine, bu kez rahmetiyle tecelli etmesi için yalvardı. Duası biter bitmez, gökyüzünde bulutlar toplanmaya başladı. Bi-iznillah (Allah’ın izniyle), bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Kuruyan toprak suya kandı, nehirler yeniden aktı ve hayat normale dönmeye başladı.
İnsanlar bu büyük mucizeye şahit oldular. Allah’ın kudretini ve Hz. İlyâs’ın hak peygamber olduğunu gözleriyle gördüler.
Fakat mucizeler, kalbinde hastalık olanların ancak inadını artırır. Kavmin büyük bir çoğunluğu, özellikle de zâlim kral ve çevresi, rahata kavuşunca eski inkârlarına geri döndüler. Verdikleri sözleri unutup, tekrar Ba’l putuna tapmaya başladılar.
Dahası, bu mucizeden sonra Hz. İlyâs’a (a.s.) olan düşmanlıkları daha da arttı. Onu öldürmek için kesin emir çıkardılar.

Hz. Elyesa’nın (a.s.) Yetişmesi ve Göğe Yükseliş Rivayeti

Hz. İlyâs (a.s.), zâlimlerin şerrinden korunmak için şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Dağlara çekildi, mağaralarda saklandı. Yıllarca kavmini imana davet etmeye devam etti, ancak çok az kişi ona iman etti.
Bu iman edenlerin arasında, Allah’ın (c.c.) ileride peygamberlik vazifesi vereceği mübarek bir genç vardı: Hz. Elyesa (aleyhisselâm).
Hz. Elyesa (a.s.), Hz. İlyâs’ın (a.s.) yanından hiç ayrılmadı. Ondan tevhidin sırlarını, hikmeti ve şeriatın hükümlerini öğrendi. Hz. İlyâs (a.s.), onu bir halife, bir vâris olarak yetiştirdi.
Hz. İlyâs’ın (a.s.) hayatının nasıl sonlandığına dair Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde, onun vefat etmediği, Hz. İsa (a.s.) gibi semâya (göğe) kaldırıldığı yönünde kuvvetli rivayetler mevcuttur. Bazı rivayetlerde onun “ateşten bir ata” veya “nurdan bir bineğe” bindirilerek melekler tarafından semâya ref’ edildiği (yükseltildiği) anlatılır.
Bu rivayetlere göre Hz. İlyâs (a.s.) halen hayattadır. İslâmî kültürde, Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. İlyâs’ın (a.s.) her sene belirli vakitlerde buluştukları, Hızır’ın (a.s.) deryalarda (denizlerde), İlyâs’ın (a.s.) ise karalarda darda kalan müminlerin yardımına koştukları şeklinde yaygın bir inanış vardır. (Bu konu, tefsir ve hadislerde zikredilmekle birlikte, âlimler arasında farklı yorumlara da konu olmuştur.)
Vazifesini tamamladıktan sonra, onun yerine kavmine peygamberlik vazifesi Hz. Elyesa’ya (a.s.) verilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Yankılanan “Selâm”

Hz. İlyâs (a.s.), Allah katında o kadar kıymetli bir kuldu ki, Yüce Rabbimiz, kıyamete kadar okunacak olan kitabında ona hususi bir “selâm” göndermiştir.
“Ancak Allah’ın seçkin kulları başka.
Sonradan gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.
‘İlyâs’a selâm olsun!’
İşte biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.”
(Sâffât, 37/128-132 )
Ayet-i kerimede geçen “İl-yâsîn” (Sâffât 130) ifadesi için müfessirler (tefsir âlimleri), bunun “İlyâs” kelimesinin bir başka okunuşu olduğunu veya “İlyâs’ın ailesi ve ona tâbi olan müminler” manasına geldiğini belirtmişlerdir. Her iki durumda da bu, Allah’ın o mübarek peygambere ve onun yolundan gidenlere bir ikramıdır.
Hz. İlyâs’ın (a.s.) hayatı; zorbalık karşısında tevhidden taviz vermemenin, en çaresiz anlarda bile yalnızca Allah’a sığınmanın ve putperestliğin (şirkin) her türlüsüne karşı dimdik ayakta durmanın en güzel misallerinden biridir.
Selâm olsun İlyâs’a… Selâm olsun onun yolundan giden tüm müminlere…

*********

Allah’ın Salih Kulu: Hazreti Elyesa’ (a.s.)
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen, fazilet ve rehberlikleriyle âlemlere üstün kılınan peygamberler silsilesinin mümtaz bir halkası da Hazreti Elyesa’dır (aleyhisselâm). O, İsrailoğulları’nın (Beni İsrail) Tevhid sancağını dalgalandırmak için gönderilmiş, sabrı, sadakati ve Allah’a olan derûnî bağlılığı ile tanınan seçkin bir nebidir.
Cenâb-ı Hak, onun bu seçkin makamını Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber verir:
“İsmâil’i, Elyesa’ı, Yûnus’u ve Lût’u da (hidâyete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”
(En’âm Sûresi, 6:86 )
Hazreti Elyesa’nın hayatı, kendisinden evvelki büyük peygamber Hazreti İlyas (a.s.) ile kesişir. Bu sebeple onun hikâyesi, bir peygamberin bir diğerine nasıl manevi bir miras bıraktığının da en güzel tasvirlerinden biridir.

Fırtınalı Bir Devirde Yeşeren İman

Hazreti Elyesa’nın dünyaya geldiği dönem, İsrailoğulları için manevi açıdan oldukça çalkantılı bir zamandı. Hazreti Süleyman’ın (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları’nın birliği bozulmuş, krallık bölünmüştü. Daha da vahimi, birçokları Allah’ın dininden yüz çevirmiş, putperestliğe, bilhassa “Ba’l” isimli puta tapmaya geri dönmüştü.
İşte böyle karanlık bir devirde, Tevhid meşalesini taşıyan ve putperest krallara karşı çetin bir mücadele veren Hazreti İlyas (a.s.) bulunuyordu. Hazreti İlyas, zalim kralların takibatından kaçarken, yolu mübarek bir haneye düştü.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, Hazreti İlyas (a.s.) sığındığı evde, durumu ağır olan bir gençle karşılaştı. Bu genç, Hazreti Elyesa’ idi. O vakit henüz peygamberlikle vazifeli değildi, ancak temiz bir fıtrata sahipti. Hazreti İlyas, bu hasta gence merhamet etti ve onun sıhhat bulması için Allah’a dua etti. Cenâb-ı Hak, peygamberinin duasına icabet etti ve Hazreti Elyesa’ya şifa bahşetti.

Bir Peygambere Talebe Olmak

Bu mucizevî hadise, genç Elyesa’nın hayatında bir dönüm noktası oldu. Gözlerinin önünde gerçekleşen bu ilahi lütuf, onun kalbini tamamen Allah’a ve O’nun elçisi Hazreti İlyas’a bağladı. O günden sonra Hazreti İlyas’ın (a.s.) yanından hiç ayrılmadı.
Hazreti Elyesa, büyük peygamberin “sohbet”inde pişti. Ondan Tevrat’ın hikmetlerini, Tevhid mücadelesinin inceliklerini ve bir peygamberin sahip olması gereken sabrı ve metaneti öğrendi. Hazreti İlyas (a.s.) nereye giderse, Hazreti Elyesa (a.s.) da onunla birlikte gider, onun ilim ve hikmet pınarından kana kana içerdi. O, sadece bir talebe değil, aynı zamanda en sadık dost ve yardımcı oldu.

Peygamberlik Mirası ve Çetin Vazife

İslâmî kaynaklar, Hazreti İlyas’ın (a.s.) dünyevi hayatının sonunda semâya (göğe) yükseltildiğini nakleder. Hocası ve rehberi ilahi bir emirle yanından ayrılınca, Hazreti Elyesa’ya (a.s.) büyük bir vazife tevdi edildi: Peygamberlik sancağını devralmak.
Artık İsrailoğulları’nı irşad etme, onları putperestliğin karanlığından çıkarıp Allah’ın vahyine döndürme vazifesi Hazreti Elyesa’nın (a.s.) omuzlarındaydı.
Hazreti Elyesa’nın (a.s.) peygamberliği, hocasının yolunun bir devamıydı. O da kavmini Tevrat’ın hükümlerine uymaya, sadece Allah’a kulluk etmeye ve tağutları (putları ve zalim yöneticileri) reddetmeye davet etti.

Allah’ın İzniyle Gelen Mucizeler

Cenâb-ı Hak, diğer peygamberlerini olduğu gibi Hazreti Elyesa’yı da kavminin iman etmesi için apaçık mucizelerle destekledi. Tefsir ve kısas-ı enbiyâ (peygamber kıssaları) kitaplarında onun gösterdiği birçok mucizeden bahsedilir.
Bu mucizelerin en meşhurlarından biri, Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesidir. Rivayetlere göre, kavmi ondan böyle bir delil istediğinde, Hazreti Elyesa (a.s.) dua etmiş ve Allah’ın kudretiyle vefat etmiş bir kimse yeniden hayata dönmüştür. Bu, Allah’ın sadece diriltmeye değil, aynı zamanda öldürmeye de kâdir olduğunun en büyük isbatı idi.
Bir diğer mucizesi, az olanı bereketlendirmesiydi. Kıtlık zamanında, az bir yiyeceğin onun duasıyla çoğaldığı veya bir kadının evindeki az bir zeytinyağının bereketlenerek kaplarını doldurduğu rivayet edilir.
Ayrıca, hastalıklara şifa vermesi, bilhassa cüzzam gibi çaresiz görülen dertlere Allah’ın izniyle derman olması da onun mucizeleri arasında sayılır.
Ancak İsrailoğulları’nın büyük bir kısmı, bu apaçık mucizelere rağmen inatlarında direndi. Peygamberlerine iman etmek yerine, ona karşı çıktılar, onu yalanladılar ve krallarıyla birlikte zulüm ve isyanlarına devam ettiler.

Kur’ân-ı Kerîm’de Övülen Salih Kul

Hazreti Elyesa (a.s.), kavminin bu nankörlüğüne karşı büyük bir sabır gösterdi. Hayatı boyunca Tevhid davasından bir an bile taviz vermedi. O, Allah’ın “hayırlı kimseler” (ahyâr) olarak vasıflandırdığı seçkin kullarından biriydi.
Rabbimiz, onun bu üstün ahlâkını ve seçkinliğini bir başka ayette şöyle zikreder:
“İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendi.”
(Sâd Sûresi, 38:48 )
Ayetlerde geçen “hayırlı kimseler” (el-ahyâr) tabiri, onların sadece iyi insanlar olduğunu değil, aynı zamanda Allah katında seçilmiş, arındırılmış ve en yüksek faziletlere sahip kimseler olduğunu ifade eder.

Mirası ve Hatırası

Hazreti Elyesa (a.s.), uzun bir ömür boyunca İsrailoğulları’nı irşad vazifesine devam etti. O, Hazreti İlyas’tan (a.s.) aldığı manevi mirası korudu ve kendisinden sonra gelecek peygamberlere, bilhassa Hazreti Zülkifl’e (a.s.) zemin hazırladı (Bazı müfessirler Zülkifl’in onun talebesi veya manevi varisi olduğunu belirtir).
Onun hayatı bizlere, hocaya (mürşide) sadakatin, ilim ve hikmet yolunda sabretmenin ve en zor şartlar altında bile Allah’ın davasından vazgeçmemenin ne kadar ulvi bir fazilet olduğunu öğretir.
Hazreti Elyesa (a.s.), Allah’ın hidayete erdirdiği, âlemlere üstün kıldığı ve en hayırlılardan eylediği bir peygamber olarak, iman edenler için bir rehber ve örnek olmaya devam etmektedir. Allah’ın selâmı onun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

***********

Bismillahirrahmânirrahîm.

Kısas-ı Enbiyâ: Sabır, Tevbe ve Teslimiyetin Timsali Hz. Yunus (a.s)

1. Vazife Yeri: Ninova ve İsyankâr Kavim

Asur İmparatorluğu’nun mühim merkezlerinden biri olan Ninova şehri, Dicle nehrinin kenarında kurulmuş büyük ve kalabalık bir beldeydi. Ancak bu büyüklük, manevi bir çöküşle birlikte anılıyordu. Ninova halkı, Allah Teâlâ’ya şirk koşuyor, putlara tapıyor ve zulüm içinde bir hayat sürüyordu.
İşte böyle bir zamanda, Allah (c.c.), rahmetinin bir tecellisi olarak onlara kendi içlerinden bir peygamber, Hz. Yunus bin Mettâ’yı (Aleyhisselam) gönderdi. Hz. Yunus’un vazifesi netti: Kavmini tevhide davet etmek, putları terk etmelerini sağlamak ve yaklaşan ilahi azaba karşı onları ikaz (inzar) etmek.
Hz. Yunus, büyük bir gayret ve sabırla tebliğ vazifesine başladı. Gece gündüz demeden onlara Allah’ın birliğini, kudretini ve ahiret gününü anlattı. Fakat kavminin kalpleri katılaşmıştı. Onu yalanladılar, alay ettiler ve davetine icabet etmediler. Rivayetlere göre bu tebliğ süreci uzun yıllar devam etti.

2. Peygamberin Öfkesi ve Kavminden Ayrılışı

Kavminin bu inadı ve isyanı karşısında, Hz. Yunus (a.s.) beşerî bir hissiyatla, onlar adına üzüntü ve öfke duydu. Artık ıslah olmayacaklarına kanaat getirerek, onlara yakında (bazı rivayetlerde üç gün veya kırk gün sonra) bir azabın geleceğini haber verdi.
Ancak Hz. Yunus, tebliğ vazifesini tamamladığını düşünerek ve kavmine duyduğu kızgınlığın da tesiriyle, Allah Teâlâ’dan izn-i İlahî gelmeden Ninova’dan ayrılmaya karar verdi. Bu, bir peygamberin sabır imtihanındaki ince bir noktaydı. O, Rabbi’nin kendisini sıkıştırmayacağını, bu kararından dolayı bir mesuliyet yüklemeyeceğini zannetmişti.
Kur’ân-ı Kerîm, bu derûnî hâleti şöyle tasvir eder:
“Zünnûn’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: «Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!» diye niyaz etti.  .”
(Enbiyâ Sûresi, 21:87)

3. Yüklü Gemi ve Çekilen Kur’a

Hz. Yunus (a.s.), Ninova’yı terk edip bir sahil kenarına geldi ve denizi geçmek için bekleyen, tam da hareket etmek üzere olan yüklü bir gemiye bindi. Gemi denize açıldıktan kısa bir süre sonra, tabiatın dengesi değişti. Şiddetli bir fırtına koptu, dev dalgalar gemiyi alabora etmek üzereydi.
Gemiciler ve yolcular büyük bir paniğe kapıldı. O devrin itikadına göre, böyle bir fırtına, ancak gemide bulunan bir âsi, bir suçlu veya efendisinden kaçan bir köle yüzünden çıkardı. Geminin yükünü hafifletmek fayda vermeyince, aralarındaki o “suçluyu” bulup denize atmak için kur’a çekmeye karar verdiler.
Kur’a çekildi ve ok, geminin en salih ve en sakin görünen yolcusuna, Hz. Yunus’a (a.s.) isabet etti. Buna ihtimal veremediler, “Bu zâtın yüzünde kötülük alameti yok” diyerek kur’ayı tekrarladılar. İkinci ve üçüncü çekilişlerde de kur’a hep Hz. Yunus’u gösterdi.
Hz. Yunus (a.s.) artık anlamıştı. Bu fırtına, bu kur’a, tesadüf değildi; Rabbinden izinsiz ayrılışının bir neticesiydi. O, “Aradığınız kaçkın köle benim. Rabbimden izinsiz ayrıldım,” diyerek teslimiyet gösterdi.
Kur’ân-ı Kerîm bu hadiseyi şöyle zikreder:
“Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.”
(Sâffât Sûresi, 37:140)
“Gemidekilerle kur‘a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.”
(Sâffât Sûresi, 37:141)
O, Rabbine karşı işlediği (peygamber makamına yakışmayan) zelleden (hatadan) dolayı “kaybedenlerden” olmuş ve denize atılmıştı.

4. “Hût” (Büyük Balık) ve Üç Karanlık

Hz. Yunus denize atılır atılmaz, Allah Teâlâ’nın emriyle “Hût” olarak bilinen dev bir balık (Nûn) onu yakaladı. Balığa, peygamberini yememesi, ona zarar vermemesi, sadece bir müddet misafir etmesi emredilmişti.
“Yûnus, (gemiden atılınca) kınanacak bir iş yapmıştı. Bunun üzerine onu bir balık yuttu.”
(Sâffât Sûresi, 37:142)
Hz. Yunus (a.s.), kendini üç katlı bir karanlığın içinde buldu: Gecenin karanlığı, denizin derinliklerinin karanlığı ve balığın karnının karanlığı.
Bu, onun için zahiri bir hapis olduğu kadar, derûnî bir muhasebe ve arınma mekanıydı. Ene ve enaniyetin, beşerî sabırsızlığın ve öfkenin terk edildiği bir makamdı. Orada, nefsinden ve dünyadan tamamen kesilip, sebepleri ortadan kaldıran ve sadece Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’a (c.c.) yöneldi.

5. Tesbih-i Yunusiyye: Kurtuluş Duası

İşte bu mutlak acziyet ve ümitsizlik anında, Hz. Yunus’un (a.s.) dilinden o meşhur ve tesirli tesbihat döküldü:
“Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn.”
(Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.)
Bu dua, bir itiraftı; nefsine zulmettiğinin, sabırsızlık göstererek peygamberlik makamının gerektirdiği tam teslimiyeti gösteremediğinin itirafı. Bu dua, bir tevhiddi; o karanlıklarda kendisini ancak Allah’ın kurtarabileceğinin ikrarı. Ve bu dua, bir tesbihti; Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih etmekti.
Bu samimi nidâ, semanın kapılarını açtı ve icabet gecikmedi:
“Bunun üzerine onun duasına cevap verdik ve onu kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.”
(Enbiyâ Sûresi, 21:88)
Bu ayet, bu duanın sadece Hz. Yunus’a mahsus olmadığını, aynı samimiyet ve teslimiyetle yapılan duaların “mü’minler” için de bir kurtuluş vesilesi olduğunu müjdeler.

6. Sahile Çıkış ve “Yaktîn” Bitkisi

Allah Teâlâ’nın emriyle balık, Hz. Yunus’u (a.s.) hasta ve bitkin bir halde, “çıplak bir alana” (sahile) attı. Balığın karnındaki asitli ortam, onu bir kuş yavrusu gibi zayıf ve hassas bırakmıştı.
“Hâlsiz bir hâlde iken kendisini çıplak bir alana (sahile) attık.”
(Sâffât Sûresi, 37:145)
Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı. Rahmet-i İlahi, onun imdadına yetişti. Hemen yanı başında, “Yaktîn” denilen (geniş yapraklı kabak veya benzeri bir asma) bir bitki bitirildi. Bu bitki, Hz. Yunus’u (a.s.) hem yakıcı güneşten koruyan bir gölgelik oldu, hem de (tefsirlere göre) yaprakları ve meyvesiyle ona gıda ve şifa vesilesi kılındı.
“Üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir bitki bitirdik.”
(Sâffât Sûresi, 37:146)

7. Ninova Halkının Toplu Tevbesi (Bir İstisna)

Peki, Hz. Yunus (a.s.) balığın karnındayken, Ninova’da neler olmuştu?
Hz. Yunus’un haber verdiği azabın alametleri, o ayrıldıktan sonra Ninova semalarında belirmeye başladı. Gökyüzü karardı, etrafı korkunç bir duman kapladı ve azabın yaklaştığını anladılar. O anda, Hz. Yunus’un (a.s.) haklı olduğunu, onun gerçek bir peygamber olduğunu idrak ettiler.
Büyük bir pişmanlık ve korkuyla sarsıldılar. Tefsirlerde tasvir edildiğine göre, kralları başta olmak üzere, bütün halk (hayvanlarını dahi yanlarına alarak, yavruları annelerinden ayırarak) sahraya çıktılar. Üzerlerindeki süslü elbiseleri çıkarıp çullara büründüler. Topluca feryat ederek, gözyaşları içinde Allah’a (c.c.) yalvarmaya, tevbe ve istiğfar etmeye başladılar.
Bu, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen eşsiz bir hadisedir. Azap gelip çattıktan sonra iman etmek (Firavun’un imanı gibi) fayda vermezken, Ninova halkının bu samimi ve toplu tevbesi kabul edildi.
“Yûnus’un kavminden başka, (azabı gördükten sonra) iman edip de imanı kendisine fayda veren hiçbir memleket halkı yoktur. Onlar iman ettiklerinde, dünya hayatında onlardan zillet azabını kaldırmış ve kendilerini bir süre daha (nimetlerimizden) faydalandırmıştık.”
(Yûnus Sûresi, 10:98)
Allah (c.c.), üzerlerindeki azabı kaldırdı ve onlara bir müddet daha hayat bahşetti.

8. Dönüş ve Büyük Buluşma

Hz. Yunus (a.s.) sahilde sıhhat bulup kendine gelince, Allah Teâlâ ona tekrar vazifesinin başına, kavmine dönmesini emretti. O, kavminin helak edildiğini düşünerek Ninova’ya doğru yola çıktı.
Ancak şehre yaklaştığında gördüğü manzara şaşırtıcıydı. Yıkım ve felaket yerine, hayatın devam ettiğini gördü. Şehre girdiğinde ise, kendisini yalanlayan o isyankâr kavmin, şimdi topluca iman etmiş ve Allah’a ibadet eder halde olduğunu gördü.
Rabbi, ona “yüz bin veya daha fazla” kişiden oluşan bir ümmeti yeniden bahşetmişti.
“Onu, yüz bin veya daha fazla kişiye peygamber olarak gönderdik.”
(Sâffât Sûresi, 37:147)
“Sonunda ona iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.”
(Sâffât Sûresi, 37:148)
Böylece Hz. Yunus (a.s.), tebliğinin neticesini görmüş, kavmiyle birlikte iman üzere bir hayat sürmüştür.

Kıssadan Hisseler ve Hikmetler

Hz. Yunus’un (a.s.) bu muazzam kıssası, sadece bir peygamberin başından geçen tarihi bir hadise değil, aynı zamanda her mü’min için cihan şümul dersler ihtiva eden bir hikmet mektebidir:
• Sabır ve Teslimiyet: Tebliğ ve hizmet yolunda karşılaşılan zorluklar ne olursa olsun, bir mü’min sabretmeli ve Allah’ın izni ve emri dairesinden ayrılmamalıdır. Beşerî hisler (öfke, acelecilik, enaniyet) imtihanın bir parçasıdır.
• Tevbenin Gücü: Hz. Yunus’un (a.s.) hatasını (zellesini) anlar anlamaz yaptığı samimi tevbe, onun kurtuluşunun anahtarı olmuştur. Aynı şekilde, Ninova halkının toplu ve samimi tevbesi, kaçınılmaz bir azabı geri çevirmiştir.
• Tesbih-i Yunusiyye’nin Sırrı: Bu mübarek dua, en karanlık, en ümitsiz anlarda bile sebepleri değil, doğrudan Allah’ı (c.c.) yardıma çağırmanın formülüdür. Bu tesbih, mü’minler için “kederden kurtuluş” müjdesidir.
• Derûnî Muhasebe: Balığın karnı, Hz. Yunus (a.s.) için dünyadan ve nefsinden (ene) sıyrıldığı bir “halvet” ve tefekkür mekânı olmuştur. Bazen en büyük musibetler, en büyük manevi fetihlerin mukaddimesidir.
• Risale-i Nur’da Hz. Yunus Kıssası: Bilhassa Risale-i Nur Külliyatı gibi eserlerde bu kıssa, derin bir tefekkür vesilesi olarak ele alınır. Hz. Yunus’un (a.s.) vaziyeti, dünyanın fırtınaları içinde boğuşan, nefs-i emmaresinin (balık) ve gafletin (gece ve deniz) karanlıklarında kaybolan modern insanın vaziyetine bir temsildir. Kurtuluş reçetesi ise, aynı onun gibi “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” diyerek, tam bir acziyetle Allah’a sığınmaktır.
Cenâb-ı Hak, bizleri Hz. Yunus Aleyhisselam’ın teslimiyetinden, sabrından ve samimi tevbesinden hisseler almayı nasip eylesin. Amin.

***********

Kudüs’ün kalbinde, Süleyman (a.s.) Mabedi’nin (Beytü’l-Makdis) kutsal duvarları arasında, kendini Allah’a adamış, gecesi ve gündüzü ibadetle geçen bir peygamber vardı: Hz. Zekeriyyâ (a.s.). O, Hz. Dâvûd (a.s.) soyundan gelen, İmrân ailesiyle akraba, İsrailoğullarına doğru yolu gösteren sâlih bir kul, bir rehberdi.
Hz. Zekeriyyâ’nın hayatı, sabrın, duanın ve imkânsız görünen anlarda bile Allah’ın rahmetinden ümit kesmemenin en güzel kıssalarından biridir.

Birinci Bölüm: Kutsal Emanet ve Mihrabdaki Keramet (Hz. Meryem’in Kefâleti)

Her şey, Beytü’l-Makdis’e adanmış küçük bir kız çocuğuyla başladı. Bu çocuk, Hz. Zekeriyyâ’nın hanımının akrabası olan Hanne’nin kızı Meryem’di. Hanne, hamileyken karnındakini Allah’a adamıştı. Doğum yaptığında, bu adağını yerine getirmek için kızı Meryem’i Mescid’in hizmetine verdi.
Mescid’deki âlimler ve rehberler, bu mübarek kız çocuğunun bakımını (kefâletini) kimin üstleneceği konusunda aralarında anlaştılar; kura çekilecekti. Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiğine göre, kalemlerini nehre attılar ve kura, Meryem’in eniştesi olan Hz. Zekeriyyâ’ya çıktı. Bu, ilâhî bir tercihti.
Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem için Mescid’de yüksekçe, hususi bir bölüm (mihrâb) tahsis etti. Onu gözü gibi koruyor, ilim ve hikmetle yetiştiriyordu. Fakat bu süreçte, ilâhî kudretin akıllara durgunluk veren bir tecellisine şahit oldu. Ne zaman Hz. Meryem’in bulunduğu odaya girse, yanında, o mevsimde Kudüs’te bulunması mümkün olmayan, taze ve harikulâde yiyecekler (rızıklar) buluyordu.
Bir gün hayretle sordu: “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?”
Hz. Meryem’in cevabı, derûnî bir teslimiyetin ifadesiydi: “Bu, Allah katındandır.”
Cenâb-ı Hak, bu hâdiseyi Âl-i İmrân Sûresi’nde şöyle haber verir :
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya, onun bulunduğu bölmeye (mihrâb) her girdiğinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir’ derdi.” (Âl-i İmrân, 3:37)

İkinci Bölüm: İhtiyarlığın Sessizliğinde Yükselen Dua

Bu keramet, Hz. Zekeriyyâ’nın kalbinde yıllardır sakladığı bir arzuyu yeniden alevlendirdi. Kendisi artık çok yaşlanmıştı (pir-i fâni olmuştu). Saçları ağarmış, kemikleri zayıflamıştı. Hanımı (zevcesi) ise gençliğinden beri kısırdı (âkır idi). Zahirî şartlara (dış sebeplere) bakıldığında, bir evlat sahibi olmaları imkânsız görünüyordu.
Fakat Hz. Zekeriyyâ, mevsimi dışında Meryem’e rızık gönderen Allah’ın (c.c.), “ihtiyarlık mevsimi” dışında kendisine de bir “hayat meyvesi” (evlat) verebileceğini derinden hissetti.
Onun endişesi, sadece neslinin devam etmesi değildi. O, kendisinden sonra İsrailoğulları arasındaki manevî mirasın, peygamberlik davasının sahipsiz kalmasından, akrabalarının (mevâlî) yoldan sapmasından endişe ediyordu. Bu yüzden, hem kendisine hem de Yâkub (a.s.) hanedanına manevî bir mirasçı olacak, Allah’ın razı olacağı sâlih bir evlat (veli) niyaz etti.
O gece, mihrabda, Rabbine gizli bir nida (sesleniş) ile yalvardı. Meryem Sûresi, bu içli duayı şöyle tasvir eder :
“4 – O, şöyle demişti: ‘Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç bedbaht olmadım.’
5 – ‘Gerçek şu ki ben, benden sonraki akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. Eşim de kısırdır. Artık katından bana bir dost (nesil) ver.’
6 – ‘Ki o, bana da mirasçı olsun, Yakup ailesine de mirasçı olsun. Rabbim! Onu, rızana lâyık kıl.'” (Meryem, 19:4-6)
Ve Âl-i İmrân Sûresi’nde de şöyle buyrulur :
“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin’ dedi.” (Âl-i İmrân, 3:38)

Üçüncü Bölüm: Müjde ve İlâhî İşaret (Hz. Yahya)

Hz. Zekeriyyâ (a.s.), tam da mihrabda durmuş namaz kılarken, o derûnî yakarışının cevabı melekler vasıtasıyla geldi. Allah’ın kudreti, sebepleri bir kez daha aradan kaldırıyordu.:
“Zekeriyya mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: ‘Allah, sana, Allah’tan bir kelimeyi (İsa’yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.'” (Âl-i İmrân, 3:39)
Bu, akıl almaz bir müjdeydi. Müjdelenen evladın sadece adı verilmiyor (Yahya), aynı zamanda onun hususiyetleri de sayılıyordu:
• Musaddık (Doğrulayıcı): Allah’tan bir “Kelime” olan Hz. İsa’yı tasdik edecekti.
• Seyyid (Efendi): Kavmi içinde manevî bir önder, bir efendi olacaktı.
• Hasûr (Nefsine Hâkim): İffet timsali, nefsanî arzulardan kendini koruyan biri olacaktı.
• Nebî (Peygamber): Sâlihlerden seçilmiş bir peygamber olacaktı.
Hz. Zekeriyyâ, bu müjde karşısında hem büyük bir sevinç hem de bir hayret yaşadı. Bu, bir şüphe değil, kudretin tecellisini anlamak ve kalbinin tam bir itmi’nana (tatmin) kavuşması için bir sualdi.:
“Zekeriyya, ‘Rabbim! Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?’ dedi. Allah, ‘Öyledir, Allah dilediğini yapar’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3:40)
Cenâb-ı Hak, Meryem Sûresi’nde bu durumu şöyle pekiştirir :
“(Allah), ‘Rabbin böyle buyurdu: Bu, bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım’ dedi.” (Meryem, 19:9)
Bu muazzam hâdise karşısında kalbi coşan Hz. Zekeriyyâ, bu müjdenin bir isbatı olarak Rabbinden bir “âyet” (işaret) istedi. Allah Teâlâ, ona hem dünyevî hem de manevî bir işaret bahşetti.:
“Zekeriyya, ‘Rabbim! Öyleyse bana bir işaret ver’ dedi. Allah da, ‘Senin işaretin, sapasağlam olduğun hâlde üç gün (Meryem sûresinde “üç gece”) insanlarla konuşamamandır. Rabbini çokça an ve sabah akşam tespih et’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3:41)
İşaret başlamıştı. Hz. Zekeriyyâ, sağlığı yerinde olduğu halde, insanlarla konuşma kabiliyetini kaybetti. Dili, sadece Allah’ı zikretmek ve O’nu tespih etmek için çalışıyordu. Mescid’den kavminin yanına çıktığında, onlarla ancak işaret yoluyla (remz) anlaştı ve onlara sabah akşam Allah’ı tespih etmelerini vasiyet etti. (Bkz. Meryem, 19:11)
Bu üç günlük sessizlik, büyük müjdenin vuku bulacağına dair ilâhî bir mühürdü.

Dördüncü Bölüm: Mirasçı ve Şehadet

Ve vaat edilen gün geldi. Allah’ın “Ol” emriyle, o kısır rahimden ve o ihtiyar bedenden, mucizevî bir hayat filizlendi. Hz. Yahya (a.s.) dünyaya geldi. O, babasının mirasını, yani hikmet ve peygamberlik davasını devralacaktı. Cenâb-ı Hak, ona daha çocuk yaşta hikmet (ilim ve anlayış) verdi. (Bkz. Meryem, 19:12)
Hz. Zekeriyyâ’nın duası kabul olmuş, Beytü’l-Makdis’in manevî rehberliği emin ellere teslim edilmişti.
Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) hayatının sonu hakkında Kur’an-ı Kerim’de tafsilatlı malumat bulunmamaktadır. Ancak İslam tarihi kaynaklarında ve bazı tefsirlerde zikredilen rivayetlere göre, onun sonu da oğlu Hz. Yahya (a.s.) gibi şehadetle neticelenmiştir.
Bu rivayetlere göre, Hz. Yahya (a.s.), o dönemin zalim ve ahlâksız hükümdarının (Herod) gayr-i meşru bir evlilik isteğine karşı çıktığı için vahşice şehit edilmişti. Bu zulümden sonra, zalimler Hz. Zekeriyyâ’nın da peşine düştüler.
Kaçmakta olan Hz. Zekeriyyâ (a.s.), rivayete göre bir ağacın yanına geldiğinde, ağaç Allah’ın izniyle yarılmış ve Hz. Zekeriyyâ onun kovuğuna sığınmıştır. Ancak İblis, onun yerini askerlere göstermiş ve cübbesinden bir parçayı dışarıda bırakarak bir iz oluşturmuştur. Zalimler, peygamberin ağacın içinde olduğuna inanarak, o mübarek ağacı testereyle kesmişler ve Hz. Zekeriyyâ da bu esnada ruhunu Allah’a teslim ederek şehitlik mertebesine ulaşmıştır.

Netice: Sabır ve Ümit Peygamberi

Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) hayatı, bizlere şu cihan şümul hakikatleri öğretir:
• Duanın Gücü: Sebepler ne kadar imkânsız görünürse görünsün, “sebeplerin Müsebbibi” olan Allah’tan (c.c.) istemekten asla vazgeçilmemelidir.
• Allah’ın Kudreti: O, dilediğine hesapsız rızık verir; kurudan yaşı, ölüden diriyi çıkarır. İhtiyarlıktan ve kısırlıktan hayat bahşeder.
• Sâlih Evlat Niyazı: Bir mümin için en kıymetli miras, dünyalık mal mülk değil, Allah’ın davasını sürdürecek, O’nun rızasına lâyık sâlih bir nesildir.
• Teslimiyet: Allah’tan gelen müjdeye karşı “Bu nasıl olur?” demek, şüphe değil; kudretin azametini idrak ve kalbin itmi’nan bulması içindir.
• Sabır ve Şehadet: Peygamberlerin yolu, çile, sabır ve gerektiğinde hak uğruna canını feda etme yoludur.
Hz. Zekeriyyâ, mihrabda bir dua, sabırda bir timsal ve şehadette bir şeref nişanı olarak müminlerin kalbinde hayatını sürdürmektedir. Allah’ın selamı onun üzerine olsun.

**********

Bir Peygamberin Duası ve Mucizevî Müjde: Hz. Yahyâ (a.s.)

Her şey, Kudüs’teki büyük mâbedin (Beytü’l-Makdis) sessiz bir köşesinde, huşû içinde Rabbine yönelen salih bir peygamberin derûnî yakarışıyla başladı. Bu mübarek zat, İmrân ailesinden gelen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) idi.
Yıllar geçmiş, Hz. Zekeriyyâ’nın yaşı kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüştü. Eşi Îşâ (Elisabeth) da yaşlanmıştı ve en büyük imtihanları, bir evlat hasretiydi. Îşâ, kısır (âkır) olarak biliniyordu ve zahirî sebeplere bakıldığında bir çocuk sahibi olmaları mümkün görünmüyordu.
Fakat Hz. Zekeriyyâ, Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmeyen bir peygamberdi. Bir gün, mâbedde Hz. Meryem’in yanında, ona Allah katından gelen mevsimsiz rızıkları gördü. Bu harikulâde hadise, onun kalbindeki ümidi daha da alevlendirdi. Hz. Meryem’e bu rızıkları verenin, kendisine de salih bir evlat verebileceğine olan imanı tamdı.
Ellerini açtı ve Rabbine şöyle yalvardı. Kur’ân-ı Kerîm, bu dokunaklı duayı bize şöyle nakleder:
“Orada Zekeriyyâ, rabbine dua etti: «Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin» dedi.” (Âl-i İmrân, 3:38)
Bu, sadece bir evlat isteği değil, aynı zamanda peygamberlik davasını sürdürecek, Allah’ın dinine hizmet edecek “temiz bir nesil” talebiydi.
Cenâb-ı Hakk, peygamberinin bu ihlaslı yakarışına icabet etmekte gecikmedi. Hz. Zekeriyyâ mâbedde (mihrap) namaz kılarken, melekler ona seslendi. Bu, dünyayı değiştirecek bir müjdeydi:
“Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: «Allah, sana; Allah’tan bir kelimeyi (Îsâ’yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler».” (Âl-i İmrân, 3:39)
Hz. Zekeriyyâ, bu müjde karşısında hem büyük bir sevinç hem de bir hayret yaşadı. “Rabbim,” dedi, “Bana ihtiyarlık gelip çatmışken ve eşim de kısırken, benim nasıl oğlum olabilir?” Bu, Allah’ın kudretinden bir şüphe değil, bu mucizenin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayretti.
Cenâb-ı Hakk, O’nun sonsuz kudretini hatırlattı: “Öyledir, Allah dilediğini yapar.”
Hz. Zekeriyyâ, kalbinin tam mutmain olması için bir alâmet (işaret) istedi. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“Zekeriyyâ, «Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver» dedi. Allah da şöyle dedi: «Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et».” (Âl-i İmrân, 3:41)
Ve mucize gerçekleşti. Hz. Zekeriyyâ, hiçbir hastalığı olmaksızın üç gün boyunca insanlarla konuşamadı, ancak işaret yoluyla anlaştı. Bu süre zarfında dilini sadece Allah’ı zikretmek ve O’nu tesbih etmek için kullanabildi. Bu, duanın kabulünün ve mucizenin başlangıcının sessiz ama kudretli bir isbatıydı.

Hikmetle Dolu Bir Çocukluk

Nihayet, Allah’ın vaadi yerine geldi. İhtiyar peygamber Hz. Zekeriyyâ ile vefalı eşi Hz. Îşâ’nın hanesine bir güneş gibi doğdu Hz. Yahyâ. Cenâb-ı Hakk, ona bizzat “Yahyâ” ismini vermişti; bu isim “yaşayan, hayat bulan” manasına geliyordu ve daha önce kimseye verilmemişti.
Hz. Yahyâ, sıradan bir çocuk gibi büyümedi. O, daha ilk günlerinden itibaren farklıydı. Diğer çocuklar oyun peşinde koşarken, o derin düşüncelere dalar, vaktini tefekkür ve ibadetle geçirirdi. Allah Teâlâ, ona çok erken yaşta bir lütufta bulundu. Kur’ân-ı Kerîm bu durumu şöyle tasvir eder:
“«Ey Yahyâ! Kitab’a (Tevrat’a) vargücünle sarıl» (dedik) ve henüz çocuk iken ona hikmeti verdik.” (Meryem, 19:12)
Ona “hikmet” verilmişti. Yani, Allah’ın kitabını (Tevrat’ı) anlama, meselelerin derûnî manalarına vakıf olma ve doğru ile yanlışı ayırabilme kabiliyeti bahşedilmişti. O, Tevrat’ın hükümlerine sadece uymakla kalmadı, ona “vargücüyle sarıldı.” Bu, onun Allah’ın emirlerine olan bağlılığının ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyordu.

Eşsiz Bir Ahlâk ve Peygamberlik Görevi

Hz. Yahyâ büyüdükçe, ahlâkı ve faziletleri daha da parladı. O, Allah’ın özel olarak terbiye ettiği, saf ve temiz bir kuldu. Allah Teâlâ, onun üstün vasıflarını şöyle devam ettirir:
“Tarafımızdan ona bir kalp yumuşaklığı (Hanân) ve bir temizlik (Zekât) (de verdik). O, Allah’tan sakınan, takvâ sahibi biri idi.” (Meryem, 19:13)
“Ana babasına çok iyi davranırdı. Âsi ve isyankâr bir zorba değildi.” (Meryem, 19:14)
Hz. Yahyâ, “Hanân” sahibiydi; yani derin bir şefkat, merhamet ve kalp yumuşaklığına sahipti. Sadece insanlara değil, bütün mahlûkata karşı merhametliydi. Tefsirlerde, onun tabiat içinde vakit geçirdiği, vahşi hayvanlarla bile dost olduğu, gözyaşlarının yanaklarında iz bıraktığı derecede çok ağlayan, hassas bir peygamber olduğu rivayet edilir.
Aynı zamanda “Zekât” sahibiydi; yani günahtan, kibirden, kötülükten arınmış, tertemiz bir fıtratı vardı.
Ve en mühim vasıflarından biri, anne ve babasına olan eşsiz hürmetiydi. Kendisi bir mucize olarak dünyaya gelmiş bir peygamber olmasına rağmen, ihtiyar anne ve babasına karşı “öf” bile dememiş, onlara karşı daima itaatkâr ve şefkatli olmuştu.
Hz. Yahyâ’nın bir diğer önemli görevi, Âl-i İmrân Suresi’nde belirtildiği gibi, “Allah’tan bir kelimeyi (Hz. İsa’yı) tasdik edici” olmasıydı. Hz. Yahyâ ile Hz. İsa (a.s.) teyze çocuklarıydılar (Anneleri Îşâ ve Meryem kardeştiler). Hz. Yahyâ, Hz. İsa’dan birkaç ay önce doğmuş ve onun peygamberliğini ilk tasdik eden, O’na inanan ve halkı O’na inanmaya davet eden kişi olmuştur. O, Hz. İsa’nın kutlu vazifesinin hazırlayıcısı ve en büyük destekçisiydi.
O, Âl-i İmrân Suresi’nde zikredildiği gibi “Hasûr” idi; yani nefsine son derece hâkim, kendini Allah’a adamış, dünyevî zevklere ve haramlara karşı tam bir iffet ve korunmuşluk içindeydi. Zühd (dünyaya rağbet etmeme) hayatının esasıydı. Kaba kumaşlardan elbiseler giyer, arpa ekmeği yer, vaktinin çoğunu ibadetle ve insanları irşad ile geçirirdi.

Hakkı Söylemekten Çekinmeyen Cesur Peygamber

Hz. Yahyâ’nın yaşadığı dönem, Benî İsrâil’in hem ahlâkî hem de dinî açıdan büyük bir bozulma yaşadığı bir zamandı. Hükümdarlar ve idareciler, zâlim ve keyfî hareket ediyor, Allah’ın hükümlerini çiğniyorlardı.
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarının aktardığına göre, o devrin zâlim kralı (Tarihî kaynaklarda Herod Antipas olarak geçer), Tevrat’ın hükümlerine aykırı, gayr-i meşrû bir evlilik yapmak istedi. Bu evlilik, kendi kardeşinin kızı (veya başka bir rivayette kardeşinin hanımı) ile olacaktı ki, bu, Tevrat’a göre kesinlikle haramdı.
Ancak kral, bu arzusunu meşrulaştırmak için halkın sevdiği ve saydığı peygamber olan Hz. Yahyâ’dan bir fetva, bir onay almak istedi. Onu sarayına davet etti, ona makam ve mevki teklif etti, belki de tehdit etti.
Hz. Yahyâ (a.s.), sarayın debdebesinden veya kralın gazabından zerre kadar korkmadı. O, sadece Allah’tan korkardı. Kralın yüzüne karşı, Hakk’ı gür bir sesle haykırdı: “Bu izdivaç sana helâl değildir! Allah’ın hükmüne aykırıdır!”
Bu cevap, kralı ve o gayr-i meşrû evliliği arzulayan kadını öfkelendirdi. Hz. Yahyâ’nın bu tavizsiz duruşu, onun sonunu hazırladı.

Hakk Yolunda Bir Şehâdet

Zâlim kral, nefsine ve şeytanın fısıltılarına uyarak, o zâlim kadının da kışkırtmasıyla tarihin en acı verici emirlerinden birini verdi. Allah’ın peygamberi Hz. Yahyâ’nın (a.s.) yakalanmasını ve katledilmesini emretti.
Rivayetlere göre, askerler Hz. Yahyâ’yı mâbedde ibadet ederken buldular. Oracıkta, Allah’a secde ettiği o mübarek mekânda, onu şehit ettiler.
Tefsirlerde geçen meşhur ve ibretlik bir rivayete göre, Hz. Yahyâ’nın (a.s.) mübarek başı kesildikten sonra bile, o kesik baş, kralın önündeki tepside Hakk’ı haykırmaya devam etmiş ve “O kadın sana helâl değildir!” demiştir. Bu, Hakk’ı söylemenin ve bu yolda şehit olmanın ne kadar ulvî bir mertebe olduğunu gösteren tüyler ürpertici bir tasvirdir.

Üç Günde Gelen İlâhî Selâm

Hz. Yahyâ (a.s.), kısa ama hikmet dolu bir hayat sürdü. O, iffetin, zühdün, anne-babaya itaatin, hikmetin ve en mühimi de Hakk uğruna canını feda etmenin sembolü oldu.
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de çok az peygambere nasip olan bir şerefi ona bahşetmiştir. Bizzat Allah (c.c.), sevgili kulu ve peygamberi Yahyâ’ya “Selâm” etmiştir. Bir insanın hayatındaki en zorlu ve en kritik üç an, Allah’ın teminatı altına alınmıştır:
“Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selâm olsun!” (Meryem, 19:15)
Allah’ın selâmı üzerine olan Hz. Yahyâ’nın hayatı, bizlere ve özellikle gençlere şu dersi verir: Dünyevî makamlar, güçler veya tehditler ne olursa olsun, Allah’ın hükmünü söylemekten asla çekinmemek gerekir. Gerçek fazilet, Allah’ın kitabına “vargücüyle sarılmak” ve O’nun yolunda şehit olabilmeyi göze almaktır.

*********

Hz. İsa’nın (Aleyhisselâm) Mübarek Hayatı: Kur’an, Tefsir ve İslam Tarihi Işığında

Bölüm 1: Mübarek Bir Aile ve Bir Adak

Her şey, Kudüs’te, Benî İsrail’in (İsrailoğulları) en saygıdeğer ailelerinden biri olan “Âl-i İmrân” yani İmrân ailesinde başladı. İmrân, salih bir zattı ve hanımı Hanne de o derece mübarek bir kadındı. Hanne validemiz, uzun müddet bir evlat hasreti çekmişti. Gönlü, Allah’a (Celle Celâlühü) hizmet edecek hayırlı bir evlat arzusuyla doluydu.
Bir gün, bütün samimiyetiyle Rabbine yöneldi ve derûnî bir ahitte bulundu. Kur’an-ı Kerim, onun bu samimi duasını bize şöyle haber verir:
“Hani, İmrân’ın karısı, ‘Rabbim! Karnımdakini (çocuğumu) sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ demişti.” (Âl-i İmrân, 35 )
Hanne validemiz, doğacak çocuğunun bir erkek olacağını ve onu Beytü’l-Makdis’e (Mescid-i Aksa) hizmetkâr olarak adayacağını düşünmüştü. Lakin Allah’ın (C.C.) takdiri farklı tecelli etti. Bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve ona “Meryem” adını verdi. Meryem, “ibadet eden, kendini Allah’a adayan” manasına geliyordu.
Çocuğu kız olmasına rağmen, Hanne validemiz adağından dönmedi. Onu Beytü’l-Makdis’e teslim etti. Hz. Meryem’in himayesini (bakımını) kimin üstleneceği konusunda bir ihtilaf olsa da, neticede bu şerefli vazife, onun teyzesinin eşi olan Hz. Zekeriyya’ya (Aleyhisselâm) nasip oldu.
Hz. Zekeriyya, Meryem için mabedde “mihrap” denilen hususi bir oda tahsis etti. Hz. Meryem, burada vaktinin tamamını ibadetle, zikirle ve tefekkürle geçiriyordu. Öyle ki, Allah (C.C.) ona hususi ikramlarda bulunuyordu. Kur’an-ı Kerim bu hali şöyle tasvir eder:
“Rabbi, onu (Meryem’i) güzel bir şekilde kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya, onun bulunduğu bölmeye (mihrâba) her girdiğinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir’ derdi.” (Âl-i İmrân, 37 )
Hz. Meryem, yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri ile rızıklanıyordu. Bu, onun sıradan bir insan olmadığını, Allah katında seçilmiş ve hususi bir vazifeye hazırlanan müstesna bir kul olduğunu gösteriyordu.

Bölüm 2: Büyük Müjde ve “Kelimetullah”

Hz. Meryem, iffetiyle, takvasıyla ve ibadetiyle emsalsiz bir mertebeye ulaşmıştı. Bir gün, ibadeti için mabedde veya evinin doğu tarafında bir yere çekilmiş, insanlardan uzlet etmişti. Tam bu esnada, karşısında fevkalade bir hadise vuku buldu. Allah’ın (C.C.) büyük meleği Cebrail (Aleyhisselâm), ona tam bir insan suretinde göründü.
Hz. Meryem, bu ani ve zahirî durum karşısında dehşete kapıldı. Karşısındakinin niyetinden emin olamadı ve iffetine bir zarar gelmesinden korkarak hemen Rabbine sığındı. Kur’an-ı Kerim, bu anı şöyle anlatır:
“(Meryem), ‘Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)’ dedi.” (Meryem, 18 )
Cebrail (A.S.), onu hemen teskin etti ve geliş sebebini açıkladı:
“Melek, ‘Ben, ancak sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi.” (Meryem, 19 )
Bu, akıllara durgunluk veren bir müjdeydi. Hz. Meryem, hayret içinde kaldı. Zira o, bir erkekle asla teması olmamış, iffetini titizlikle koruyan bir bakireydi.
“Meryem, ‘Bana bir insan dokunmadığı ve iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi.” (Meryem, 20 )
Cebrail’in (A.S.) cevabı, Allah’ın (C.C.) kudretinin sebeplerin ötesinde olduğunu gösteriyordu:
“Melek, ‘Öyledir’ dedi. Rabbin dedi ki: ‘O (babasız çocuk vermek), bana kolaydır. Onu insanlar için bir mucize ve katımızdan bir rahmet kılmak için (böyle yapacağız). Bu, (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir.'” (Meryem, 21)
Ve melekler, doğacak çocuğun vasıflarını bildirdiler. O, sıradan bir çocuk olmayacaktı. O, Allah’ın “Ol” emriyle, yani bir “Kelime”siyle yaratılacağı için “Kelimetullah” (Allah’ın Kelimesi) olacaktı.
“Hani melekler, ‘Ey Meryem! Allah, seni kendi katından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır’ demişti.” (Âl-i İmrân, 45 )
Tefsirlerde belirtildiğine göre, Cebrail (A.S.), Hz. Meryem’e (veya elbisesinin yakasına) üfürdü ve bu ilahi nefha ile Hz. İsa’nın (A.S.) mucizevî hayatı, anne rahminde başlamış oldu.

Bölüm 3: Mucizevî Doğum ve Beşikteki Hitap

Hz. Meryem, bu ilahi emaneti taşımaya başladı. Kavminin, bu durumu gördüğünde kendisine inanmayacağını, hakkında kötü zanlarda bulunacağını biliyordu. Bu sebeple, hamilelik alametleri belirince Kudüs’ten uzaklaşarak Beytüllahim (Bethlehem) yakınlarında, sakin bir yere çekildi.
Doğum sancıları başladığında, ilahi bir sevk ile kuru bir hurma ağacının altına sığındı. İçinde bulunduğu vaziyetin ağırlığı, iffetine düşkünlüğünün verdiği ıstırap ve kavminden duyduğu endişe ile doluydu. Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı. Altından bir ses ona şöyle nida etti:
“Üzülme! Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun.” (Meryem Suresi’nden mülhem).
Hz. Meryem, bu ilahi ikramla kuvvet buldu ve mucizevî evladını dünyaya getirdi: Hz. İsa (Aleyhisselâm).
Emzini yerine getirdikten sonra, Allah’ın emriyle, susma orucuna niyet ederek (o gün kimseyle konuşmamaya ahdederek) kucağında bebeğiyle kavminin yanına döndü.
Onu kucağında bir bebekle görenler, dehşete düştüler. Mabede adanmış, iffet timsali Meryem’in böyle bir durumda olması, onlara göre korkunç bir hadiseydi. Hemen onu tenkit etmeye ve kınamaya başladılar:
“Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: ‘Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!'” (Meryem, 27 )
“‘Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.'” (Meryem, 28 )
Hz. Meryem, adağı sebebiyle onlara hiçbir cevap vermedi. Sadece kucağındaki bebeği işaret etti. Onlar ise alaycı bir tavırla, “Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?” dediler.
İşte tam o anda, Allah’ın (C.C.) kudreti bir kez daha tecelli etti. Günler, belki de saatler önce doğmuş olan bebek, fasih bir lisanla konuşmaya başladı. Bu, onun peygamberliğinin ve annesinin masumiyetinin ilk isbatı idi:
“Çocuk şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı.'” (Meryem, 30 )
“‘Nerede olursam olayım, o beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.'” (Meryem, 31)
“‘Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı.'” (Meryem, 32)
“‘Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik) verilmiştir.'” (Meryem, 33)
Bu mucizevi hitap, Hz. İsa’nın (A.S.) kimliğini net bir şekilde ortaya koyuyordu: O, Allah’ın oğlu değil, “Allah’ın kulu” idi. O, kendisine Kitap (İncil) verilecek bir Peygamberdi.

Bölüm 4: Peygamberlik Vazifesi ve Mucizeler

Hz. İsa (A.S.) büyüdü ve otuz yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik vazifesi verildi. O, kendisinden önceki peygamber Hz. Musa’nın (A.S.) getirdiği Tevrat’ı tasdik etmek ve Benî İsrail’i saptıkları yanlış yoldan, özellikle de aşırı maddeperestlikten ve katılaşmış kalplerinden kurtarıp hidayete davet etmek için gönderilmişti.
Allah (C.C.), onu Benî İsrail’in inkârcılığına karşı açık mucizelerle teyit etti. Kur’an-ı Kerim, onun bu mucizelerini kendi lisanından şöyle aktarır:
“…’Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı (o dönemde tedavisi imkânsız olan bir cilt hastalığı) iyileştiririm. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için elbette bir ibret vardır.'” (Âl-i İmrân, 49 )
Burada en mühim nokta, Hz. İsa’nın (A.S.) her mucizeyi “Allah’ın izniyle” (bi-iznillâh) kaydıyla yapmasıdır. Bu, onun gücünün zatından değil, Allah’ın (C.C.) ona verdiği bir kudretten kaynaklandığını gösterir.
O, çamurdan yaptığı şekillere üflüyor, onlar canlanıp uçuyordu. Doğuştan kör olanların gözlerini açıyor, iyileşmez denilen hastaları sıhhate kavuşturuyordu. Hatta Allah’ın izniyle, ölmüş olanları bile diriltiyordu. Tefsirlerde, dostu Lazar’ı (veya Âzir’i) dirilttiği rivayet edilir.
Ayrıca, insanların evlerinde gizlice ne yediklerini veya ne biriktirdiklerini haber vererek, onların derûnî (iç) hallerine de vakıf olduğunu gösteriyordu.

Bölüm 5: Havariler ve Semâdan Gelen Sofra

Hz. İsa’nın (A.S.) bu davetine karşı Benî İsrail’in çoğu inkârda direndi. Ancak ona yürekten inanan, samimi bir grup da vardı. Bunlara “Havariler” (yardımcılar, samimi dostlar) denildi. Onlar, Hz. İsa’nın davasına destek oldular.
Havariler, iman etmiş olsalar da, kalplerinin tam mutmain olması için Hz. İsa’dan (A.S.) ilahi bir mucize daha talep ettiler. Mâide Suresi’nde anlatıldığına göre, semâdan (gökten) donatılmış bir sofra (mâide) istediler. Hz. İsa (A.S.), bu talebin bir imtihan olduğunu bilerek önce tereddüt etti, fakat onların ısrarı üzerine Rabbine dua etti.
Allah (C.C.), bu sofrayı indireceğini, ancak bu mucizeden sonra kim inkâr ederse, onu çok şiddetli bir azapla cezalandıracağını bildirdi. Ve sofra indirildi. Bu hadise, Havarilerin imanını pekiştirdi.

Bölüm 6: İnkâr, Tuzak ve Göğe Yükseliş (Ref’)

Hz. İsa’nın (A.S.) mucizeleri arttıkça, Benî İsrail’in din adamları (Yahudi hahamları) ve Romalı idareciler ondan daha çok rahatsız oldular. Onun, kendi saltanatlarını ve bozulmuş dini nizamlarını sarsmasından korktular. Halkın ona yönelmesini hazmedemediler.
Nihayet, onu öldürmek için haince bir tuzak kurmaya karar verdiler. Rivayetlere göre, Havarilerden biri olan Yahuda (Judas), bir miktar dünyalık karşılığında ihanet ederek Hz. İsa’nın (A.S.) yerini onlara ihbar etti.
Zalimler, Hz. İsa’yı (A.S.) yakalayıp çarmıha germek (asmak) için harekete geçtiler.
Ancak, Allah’ın (C.C.) tuzağı, onların tuzağından üstündü. Onlar, Hz. İsa’yı (A.S.) öldürmeyi planlarken, Allah (C.C.) peygamberini onların elinden kurtarmayı takdir etmişti.
Kur’an-ı Kerim, bu hadisenin hakikatini, Hristiyanların ve Yahudilerin inandığından tamamen farklı bir şekilde, kesin bir dille açıklar:
“Bir de ‘Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük’ demeleri yüzünden… Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.” (Nisâ, 157 )
Tefsirlerin çoğunluğuna göre, zalimler Hz. İsa’yı (A.S.) yakalamaya geldiklerinde, Allah (C.C.) ihanet eden kişiyi (veya orada bulunan bir başkasını) Hz. İsa’ya benzetti. Askerler, Hz. İsa’ya benzetilen o kişiyi yakaladılar ve onu “İsa budur” zannıyla çarmıha gerdiler.
Peki, Hz. İsa’ya (A.S.) ne oldu? Cevabı, bir sonraki ayet vermektedir:
“Fakat Allah, onu kendisine yükseltti. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 158 )
Allah (C.C.), peygamberini o zalimlerin eline bırakmadı. Onu, bedeni ve ruhuyla birlikte, canlı olarak Kendi katına, semâya yükseltti (Ref’ etti).

Sonuç: Akidemizdeki Yeri ve Beklenen Dönüş

İslam akidesine göre Hz. İsa (Aleyhisselâm), “Ulü’l-Azm” denilen beş büyük peygamberden biridir. O, Allah’ın (C.C.) oğlu değil, mübarek kulu ve şerefli elçisidir. O, öldürülmemiş veya asılmamıştır; Allah katında diridir.
İslam inancının mühim bir parçası da, Hz. İsa’nın (A.S.) kıyamet kopmadan önce yeryüzüne tekrar ineceğidir (Nüzûl-i İsa). O, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şeriatına tabi olarak gelecek, Deccal’i öldürecek, haçı kıracak (Hristiyanlığın tahrif olmuş inançlarını düzeltecek), domuzu öldürecek (haramları tesis edecek) ve yeryüzünde adalet ve barışı tesis edecektir.
Onun hayatı, baştan sona Allah’ın (C.C.) sonsuz kudretinin bir mucizesidir. Babasız dünyaya gelişi, beşikte konuşması, ölüleri diriltmesi ve semâya yükseltilmesi, bizlere Allah’ın (C.C.) sebeplere muhtaç olmadığını, O “Ol” deyince her şeyin olacağını gösteren parlak isbatlardır.
Selâm, doğduğu gün, semâya yükseltildiği gün ve tekrar diriltileceği (yeryüzüne ineceği) gün onun üzerine olsun.

*********

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa rehber olarak gönderdiği peygamberler (aleyhimüsselâm) silsilesi içinde, bazıları Kur’ân-ı Kerîm’de ibretlik kıssalarıyla hususi bir yer tutar.
İşte Hz. Üzeyir (aleyhisselâm) da, hem hayatı hem de vefatından sonra Cenâb-ı Hakk’ın kudretine nasıl bir delil (isbat) kılındığı ile tefekkür edilmesi gereken müstesna şahsiyetlerden biridir.
Onun hikâyesi, bir milletin hafızasını kaybettiği, mukaddes şehrin harabeye döndüğü ve imanın en zorlu sınavlardan geçtiği bir devirde başlar.

1. Bölüm: Harabe Şehir ve Yüz Yıllık Vefat

Hz. Üzeyir (a.s.), Bani Israil’e gönderilmiş bir peygamber veya (bazı tefsirlere göre) salih, âlim ve hikmet sahibi bir kuldur. O, Tevrat’ı en iyi bilen, hıfzeden ve yaşayan bir rehberdi.
Onun yaşadığı dönem, Beni Israil için büyük bir felaket zamanıydı. Bâbil Hükümdarı Buhtunnasr (Nebukadnezar), Kudüs’ü (Yeruşalim) yerle bir etmiş, Süleyman (a.s.) tarafından inşa edilen Beytü’l-Makdis’i (Mescid-i Aksa) yıkmış, Tevrat nüshalarını yaktırmış ve Bani Israil’in çoğunu esir alarak Bâbil’e sürmüştü.
İşte böyle bir yıkım ve dağılmışlık devrinde, Hz. Üzeyir (a.s.) bir yolculuğa çıkmıştı. Yolu, bir zamanlar hayat dolu olan, şimdi ise duvarları çökmüş, çatıları uçmuş ve içinde canlı namına bir şey kalmamış o harabe şehre, yani Kudüs’e düştü.
Merkebinden indi, etrafındaki o dehşet verici sessizliğe ve yıkıma nazar etti. Gözünün gördüğü her yer, ölüm ve hiçlikti. O derûnî tefekkür halinde, kalbinden Cenâb-ı Hakk’ın kudretine dair bir sual geçti. Bu bir şüphe değil, haşir (yeniden diriliş) hakikatinin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayret ve hikmet arayışıydı.
Kur’ân-ı Kerîm, bu anı şöyle tasvir eder:
“Yahut altüst olmuş, ıssız duran bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, ‘Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ demişti. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti. ‘Ne kadar kaldın?’ dedi. ‘Bir gün veya bir günden daha az kaldım’ dedi. Allah, ‘Hayır, yüzyıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir delil kılalım diye (böyle yaptık). Kemiklere bak, onları nasıl düzeltiyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!’ dedi. Durum kendisine açıkça belli olunca, ‘Biliyorum ki Allah’ın her şeye gücü yeter’ dedi.”
(Bakara Sûresi, 2:259 )
Cenâb-ı Hak, onun bu tefekkürüne, bizzat onu “öldürerek” cevap verdi. Hz. Üzeyir (a.s.), tam yüz sene boyunca vefat etmiş halde kaldı.

2. Bölüm: Uyanış ve İlâhî Kudretin İsbatı
Yüz yıl geçtikten sonra, Allah (c.c.) ona yeniden hayat verdi. Gözlerini açtığında, muhtemelen bir melek vasıtasıyla kendisine soruldu: “Ne kadar kaldın?”
Hz. Üzeyir (a.s.), belki bir sabah uyuyup akşama doğru uyandığını zannederek, etrafına bakındı ve “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi.
Ancak ilâhî cevap, zamanın hakikatini ortaya koydu: “Hayır, yüzyıl kaldın.”
Bu, aklın idrak sınırlarını zorlayan bir hakikatti. Cenâb-ı Hak, bu hakikati ona iki zıt delil ile gösterdi:
• Korunan Rızık: “Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış.”
Yanındaki bir sepet incir (veya üzüm) ve içeceği, sanki az önce bırakılmış gibi taptaze duruyordu. Yüz yıllık zaman, Allah’ın izniyle onlara tesir etmemişti. Bu, “zamanı durdurma” kudretinin bir nişanıydı.
• Çürüyen Beden ve Diriliş: “Eşeğine de bak.”
Merkebine baktığında ise sadece çürümüş, dağılmış kemiklerini gördü. Zaman, bu canlı bedene bütün haşmetiyle tesir etmişti.
Sonra, Hz. Üzeyir’in (a.s.) gözleri önünde muazzam bir hadise cereyan etti: “Kemiklere bak, onları nasıl düzeltiyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!”
Dağılmış kemikler bir araya toplandı (inşâ), iskelet halini aldı. Ardından bu iskelete adeta bir elbise giydirilir gibi et, damar, sinir ve deri giydirildi. Ve nihayet, Allah (c.c.) ona ruh üfledi ve merkep (eşek) anırarak ayağa kalktı.
Hz. Üzeyir (a.s.), aynı anda hem “zamanın durdurulmasını” (yiyecek) hem de “ölümden sonra dirilişi” (merkep) bizzat gözlemlemiş (aynelyakîn) oldu.
O harabe şehrin nasıl dirileceğini merak etmişti; Allah (c.c.) ona cevabı bizzat kendi merkebinin ve en nihayetinde kendi bedeninin dirilişiyle vermişti.
Tefsirlere göre, o vefat ettiğinde 40 yaşlarındaydı, dirildiğinde yine aynı yaştaydı.
Bu muazzam delil karşısında, onun kalbi tam bir itminan ile doldu ve o meşhur teslimiyet cümlesini söyledi:
“Durum kendisine açıkça belli olunca, ‘Biliyorum ki Allah’ın her şeye gücü yeter’ dedi.”

3. Bölüm: Kavme Dönüş ve Kayıp Hafızanın İhyası

Hz. Üzeyir (a.s.), merkebine bindi ve diriltilmiş şehre, Kudüs’e doğru yola çıktı. Ancak döndüğü yer, bıraktığı yer değildi. Yüz yıl geçmişti. Esaret bitmiş, insanlar Bâbil’den dönmüş, şehir kısmen de olsa yeniden kurulmaya başlamıştı.
Fakat kimse onu tanımıyordu. Kendi evine gittiğinde, onu tanıyan nesilden kimse kalmamıştı. Orada, çok yaşlanmış, gözleri görmeyen bir hizmetçi (veya rivayetlere göre torununun torunu) ile karşılaştı. Kadın 120 yaşlarındaydı ve Hz. Üzeyir’i çocukluğundan hayal meyal hatırlıyordu.
Hz. Üzeyir, “Ben Üzeyir’im” dedi.
Kadın inanamadı, “Üzeyir yüz yıl önce kayboldu, ondan bir haber yok. Eğer sen o isen, onun bir alameti vardı; duaları makbul bir zattı. Dua et de gözlerim açılsın” dedi.
Hz. Üzeyir (a.s.) Cenâb-ı Hakk’a dua etti ve Allah’ın izniyle kadının gözleri açıldı. Kadın ona baktı ve “Şehadet ederim ki sen Hz. Üzeyir’sin!” diyerek onu tanıdı.
Bu hadise Beni Israil arasında yayıldı. Onu, babalarından ve dedelerinden duymuşlardı. Onu imtihan etmek için yanına geldiler. Bu sırada en mühim mesele şuydu: Buhtunnasr, Tevrat’ı yakmıştı ve onu tam olarak ezbere bilen kimse kalmamıştı. Beni Israil, hidayet rehberini kaybetmişti.
Dediler ki: “Eğer sen gerçekten Üzeyir isen, babalarımızdan duyduğumuza göre Tevrat’ı eksiksiz bilen tek kişi oydu. Bize Tevrat’ı yeniden yazdır.”
İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre, Hz. Üzeyir’in (a.s.) en büyük mucizelerinden biri burada gerçekleşti. O, Allah’ın ilhamıyla ve lütfuyla, hafızasında korunan Tevrat’ı onlara yeniden okudu ve yazdırdı.
Böylece Hz. Üzeyir (a.s.), sadece bir şehrin değil, bir milletin de manevi ihyasına vesile oldu. Kaybolan mukaddes kitabı, Allah’ın yardımıyla yeniden ortaya çıkardı.

4. Bölüm: Aşırılığın Doğuşu ve Kur’ân’ın Uyarısı

Hz. Üzeyir’in (a.s.) bu mucizevî dönüşü, yüz yıl sonra aynı gençlikte olması ve en mühimi, kayıp Tevrat’ı mucizevî bir şekilde yeniden ihya etmesi, Benî Israil’in bir kısmının yoldan çıkmasına sebep oldu.
Onu o kadar yücelttiler ki, beşer (insan) olma vasfından çıkarıp ilâhî bir vasıf isnat etmeye kalkıştılar. Aklın alamayacağı bu mucizeler silsilesi karşısında ifrata (aşırılığa) saptılar.
Bazıları, “Bu kadar büyük bir işi ancak Allah’ın oğlu yapabilir” diyerek dalalete düştüler.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, Yahudiler içindeki bu sapkın bir fırkanın sözünü bize şöyle nakleder ve bu iftirayı en şiddetli şekilde reddeder:
“Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar!”
(Tevbe Sûresi, 9:30 )
Bu ayet, Hz. Üzeyir’in (a.s.) de, tıpkı Hz. İsa (a.s.) gibi, gösterdiği mucizeler sebebiyle insanlar tarafından yanlış anlaşıldığını ve ilahlaştırılmaya çalışıldığını gösterir. Kur’ân, her ikisinin de Allah’ın sevgili, mucizelerle donatılmış bir kulu ve peygamberi olduğunu, “oğul” (veled) sıfatından Cenâb-ı Hakk’ın münezzeh (her türlü noksanlıktan uzak) olduğunu bizlere ders verir.

Kıssadan Hisse: Alınacak Dersler ve Hikmetler

Hz. Üzeyir’in (a.s.) bu ibretlik hayatı ve kıssası, bizlere şu mühim hakikatleri hatırlatır:
• Haşrin (Dirilişin) İsbatı: Bu kıssa, “Allah ölüleri nasıl diriltecek?” diye tefekkür eden insan aklına verilmiş en somut cevaplardan biridir. Yüz yıl ölü kalan bir bedeni ve çürümüş bir merkebi dirilten Allah (c.c.), kıyamet günü bütün insanları diriltmeye kadirdir.
• Allah’ın Kudretinin Sınırsızlığı: Allah (c.c.) dilerse zamanı durdurur (yiyecekler bozulmaz), dilerse zamanı hızlandırır (merkep çürür) ve dilerse ölüyü diriltir. O’nun kudreti için “zor” veya “imkânsız” yoktur.
• Hidayetin Korunması: İnsanlar mukaddes kitapları tahrif etse veya yeryüzünden sildiklerini zannetse bile, Allah (c.c.) hidayeti koruyacak ve onu dilediği salih kulları vasıtasıyla yeniden ihya edecektir.
• İfrat ve Tefrit Tehlikesi: Dindeki en büyük tehlike, aşırılıktır. Salih kulları ve peygamberleri sevmek imandandır; ancak onları beşer üstü görerek ilahlaştırmak şirktir. Hz. Üzeyir (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) kıssaları, bu hassas dengeyi korumanın ehemmiyetini bizlere öğretir.
Hz. Üzeyir (a.s.), hayatıyla, ölümüyle ve yeniden dirilişiyle, Allah’ın kudretine şahit kılınan, kavmine yeniden rehber olan ve ismi Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere ders olarak zikredilen mübarek bir peygamberdir.
Selâm O’na ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

*********

HİKMET VE NASİHAT TİMSALİ: HZ. LOKMÂN (aleyhisselâm)

Eski zamanlarda, engin bilgelik pınarlarından su içmiş, kalbi Allah sevgisi ve bilgisiyle aydınlanmış mübarek bir zat yaşardı. Bu zatın adı Lokmân idi. O, Allah Teâlâ’nın kendisine “hikmet” bahşettiği, adı Kur’ân-ı Kerîm’de müstakil bir sureye (Lokmân Suresi) isim olan seçkin bir kuldu.
Onun hikâyesi, peygamber olup olmadığına dair âlimler arasında farklı görüşler bulunsa da, çoğunluğun ittifakıyla Allah’ın kendisine derin bir anlayış ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti verdiği “Hakîm” yani bilge bir zat olduğu yönündedir.

Bir Bilgenin Doğuşu: Kölelikten Hikmete

İslâm tarihi ve tefsir kaynaklarına göre Hz. Lokmân, hikmetli sözleri ve derin tefekkürü ile tanınmadan önce, mütevazı bir hayat sürmekteydi. Bazı rivayetlerde onun bir köle olduğu, marangozluk, terzilik veya çobanlık yaparak geçimini sağladığı zikredilir.
Onun bu mütevazı durumu, hikmetin kapılarının açılmasına engel değildi. Zira hikmet, makamda veya zenginlikte değil, Allah’a olan derin bağlılıkta ve tefekkürde gizliydi.
Hz. Lokmân’ın hikmeti, onun her hadiseye Allah’ın rızası penceresinden bakabilme kabiliyetinden geliyordu. Rivayet edilir ki, efendisi ona bir koyun kesip en iyi iki parçasını getirmesini söylediğinde, Hz. Lokmân ona kalbi ve dili getirmiştir. Başka bir zaman, en kötü iki parçasını istediğinde, yine kalbi ve dili getirmiştir.
Efendisi hayretle sebebini sorduğunda, o eşsiz bilgeliğini ortaya koyan şu cevabı vermiştir: “Bu ikisi (kalp ve dil) iyi olduğunda, bedende onlardan daha iyisi yoktur. Kötü olduklarında ise onlardan daha kötüsü yoktur.”
Bu ve benzeri hadiseler, onun ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğunu gösterdi. Onun bu hali, efendisinin dikkatini çekti ve nihayetinde hürriyetine kavuştu.
Allah Teâlâ, onun bu samimiyetini ve şükrünü Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasdik etmiştir:
“Andolsun, biz Lokmân’a ‘Allah’a şükret!’ diyerek hikmet verdik. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Lokmân Suresi, 31/12)
Ona verilen hikmet, sadece güzel söz söylemek değil, aynı zamanda varlıkların sırrını anlamak, doğruyu yanlıştan ayırmak ve her işte Allah’ın rızasını gözetmekti.

Kur’ân-ı Kerîm’de Yankılanan Nasihatler

Hz. Lokmân’ın hayatının en meşhur ve Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat yer alan bölümü, sevgili oğluna verdiği öğütlerdir. Bu öğütler, sadece o günkü bir çocuğa değil, kıyamete kadar gelecek bütün gençlere ve ebeveynlere bir rehber niteliğindedir.
Bir baba şefkatiyle, fakat bir bilgenin ciddiyetiyle oğluna seslendi. Bu nasihatler, imanın esaslarından başlayıp günlük hayattaki ahlâk kurallarına kadar uzanan geniş bir çerçeveyi ihtiva eder:

1. İmanın Temeli: Tevhid ve Şirkten Sakınma

Hz. Lokmân’ın nasihatlerinin başında, varoluşun en temel hakikati olan Tevhid geliyordu.
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân Suresi, 31/13)
Ona göre en büyük haksızlık (zulüm), yaratıcı olan Allah’a yaratılmışları ortak koşmaktı. Bu, hikmetin başı ve sonuydu.

2. Ebeveyne Saygı: Allah’a İtaatten Sonra
Tevhidden hemen sonra, Hz. Lokmân, dünyadaki varlık sebebimiz olan anne ve babaya saygıyı hatırlattı. Bu, Allah’ın da Kur’ân’da pek çok kez vurguladığı bir emirdi.
“Biz, insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) insana şöyle emrettik: ‘Bana ve anne babana şükret. Dönüş ancak banadır.'” (Lokmân Suresi, 31/14)
Fakat bu itaat körü körüne değildi. Eğer anne ve baba, evladını Allah’a şirk koşmaya zorlarsa, buradaki sınır çiziliyordu:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim.” (Lokmân Suresi, 31/15)
Bu, İslâm ahlâkının ne kadar dengeli olduğunu gösteren muazzam bir ölçüdür: Yaratıcı’ya isyan olan konuda yaratılana itaat yoktur, ancak bu durum, onlara karşı insani vazifeleri ve güzel geçimi ortadan kaldırmaz.

3. Allah’ın Sonsuz İlmi: Hiçbir Şeyin Gizli Kalmayacağı

Hz. Lokmân, oğluna Allah’ın kudretini ve ilminin her şeyi nasıl kuşattığını, zerre kadar bir iyilik veya kötülüğün bile kaybolmayacağını anlattı. Bu, insanın hem yalnızken hem de topluluk içindeyken davranışlarına dikkat etmesi (takva) için en mühim dersti:
“(Lokmân, öğüdüne şöyle devam etti:) ‘Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.'” (Lokmân Suresi, 31/16)

4. Toplumsal Hayatın Direkleri: Namaz, İyilik ve Sabır

İman ve ahiret bilincinden sonra sıra, toplumu ayakta tutan amellere geldi:
“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokmân Suresi, 31/17)
Hz. Lokmân, oğluna sadece iyi olmasını değil, aynı zamanda iyiliğin toplumda yayılması (emr-i bi’l ma’ruf) ve kötülüğün engellenmesi (nehy-i ani’l münker) için çaba göstermesini öğütledi. Ve bu zorlu yolda başına gelecek sıkıntılara karşı sabrı kuşanmasını istedi.

5. Ahlâkî Duruş: Kibir ve Gösterişten Uzaklık

Hikmet sahibi bir insanın en belirgin özelliği, tevazu ve alçakgönüllülüktür. Hz. Lokmân, oğlunu insanları küçümsemekten ve yeryüzünde böbürlenerek yürümekten şiddetle men etti:
“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân Suresi, 31/18)

6. Denge ve Zarafet: Yürüyüş ve Konuşma Adabı

Hikmet, hayatın her alanına sirayet etmeliydi. Hz. Lokmân, oğlunun yürümesine ve konuşmasına bile bir ölçü getirdi:
“Yürüyüşünde tabiî ol (ölçülü ol, dengeli yürü), sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân Suresi, 31/19)
Bu, hem fiziksel hareketlerde (çok hızlı veya çok yavaş değil, vakur bir yürüyüş) hem de sosyal ilişkilerde (bağırıp çağırmadan, nezaketle konuşmak) bir denge ve itidal çağrısıydı.

Hikmetinden Damlalar

Hz. Lokmân’ın Kur’ân’da zikredilen bu nasihatlerinin yanı sıra, tefsir ve tarih kitaplarında ona atfedilen pek çok hikmetli söz (vecize) bulunmaktadır. Bu sözler, onun derin tefekkür dünyasını ve hayata bakışını yansıtır:
• “Susmak hikmettir, ancak onu yapabilen azdır.”
• “Âlimlerin meclisine devam et. Allah, ölü toprağı yağmurla dirilttiği gibi, ölü kalpleri de hikmet nuruyla diriltir.”
• “İki şeyi asla unutma: Allah’ı ve ölümü. İki şeyi de unut: Başkasına yaptığın iyiliği ve başkasının sana yaptığı kötülüğü.”
• “Yavrum! Mide doluyken düşünce uyur, hikmet dilsizleşir ve organlar ibadetten geri kalır.”

Ebedî Miras

Hz. Lokmân (aleyhisselâm), peygamber olsun veya olmasın, Allah’ın kendisine “hikmet” verdiği mübarek bir kul olarak İslâm düşünce tarihinde müstesna bir yere sahiptir. O, bir köle iken hikmetiyle sultanlara ders verecek bir makama yükselmiş, bilgeliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.
Oğluna verdiği öğütler, sadece bir babanın evladına mirası değil, Allah’ın hikmet sahibi bir kulu aracılığıyla tüm insanlığa sunduğu evrensel bir ahlâk manifestosudur. Hz. Lokmân’ın hikâyesi, bizlere gerçek zenginliğin malda mülkte değil, Allah’a olan derin imanda, şükürde, tefekkürde ve bu tefekkürü hayata geçiren güzel ahlâkta olduğunu öğretir.

*********

Hazreti Zülkarneyn: Adaletin Kılıcı, Rahmetin Seddi

Evvel zaman içinde, Allah’ın kendisine yeryüzünde büyük bir güç, kudret ve ilim bahşettiği salih bir kul yaşardı. Adı Zülkarneyn idi. O, ne zalim bir fatih ne de gururlu bir imparatordu; o, Allah’ın adını yüceltmek, yeryüzüne adaleti hâkim kılmak ve mazlumları korumak için hareket eden ilahi bir rehberdi.
Kur’an-ı Kerim, onun kıssasını bizlere Kehf Suresi’nde (83-98. ayetler) anlatır.

Zülkarneyn Kimdi?

Tarihçiler ve tefsir alimleri, onun kimliği hakkında farklı görüşler belirtmişlerdir. Kimileri onun Büyük İskender olduğunu düşünmüşse de, İslam alimlerinin çoğunluğu bu görüşü reddetmiştir. Zira Kur’an’daki Zülkarneyn, tek Allah’a iman eden, ahirete inanan ve ilahi bir misyonla hareket eden mü’min bir şahsiyettir. Büyük İskender ise, tarihi kayıtlara göre putperest bir felsefeyle yetişmişti.
Bu sebeple, Zülkarneyn’in (aleyhisselâm) İskender’den çok daha önce yaşamış, Allah tarafından desteklenmiş salih bir kral veya peygamber (hakkında peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır, ancak Allah’ın vahyine veya ilhamına mazhar olduğu kesindir) olduğuna inanılır.
Adı olan “Zülkarneyn,” “iki karn (çağ/boynuz) sahibi” anlamına gelir. Bu ismin veriliş sebebi hakkında da farklı rivayetler vardır:
• Dünyanın hem doğusuna hem batısına (o gün bilinen “iki ucuna”) sefer düzenlediği için.
• İki nesil veya iki çağ sürecek kadar uzun yaşadığı için.
• Taktığı miğferin iki yanında boynuza benzer çıkıntılar olduğu için.
• Allah’ın ona hem zahiri (dünyevi) hem de batıni (manevi) ilim ve saltanat verdiği için.
En kuvvetli mana, onun saltanatının ve misyonunun yeryüzünün iki ufkunu kapsamasıdır.
Allah’ın Verdiği “Sebep”: İlim ve Kudret
Kıssası, “Sana Zülkarneyn’den sorarlar…” (Kehf, 18/83) ayetiyle başlar. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimize (s.a.v.) ona dair hakikati şöyle vahyeder:
“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık ve ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir yol, bir vasıta, bir ilim) verdik.” (Kehf, 18/84)
Bu “sebep,” onun sırrıdır. Zülkarneyn, sadece güçlü bir orduya değil, aynı zamanda çağının ötesinde bir teknoloji bilgisine, coğrafya ilmine, adil yönetim sistemine ve en önemlisi ilahi rehberliğe sahipti. O, gücünü keyfi için değil, Allah’ın ona verdiği “sebeplere” ittiba ederek, yani o ilmi ve yolu takip ederek kullanırdı.
Birinci Sefer: Güneşin Battığı Yer (Batı Ufku)
“O da (Batı’ya gitmek için) bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/85)
Hazreti Zülkarneyn, Allah’ın verdiği imkanlarla heybetli ordusunu ve muazzam donanımını alarak yeryüzünün batı ufkuna doğru uzun bir sefere çıktı. Kur’an-ı Kerim, onun yolculuğunu şiirsel ve mucizevi bir dille tasvir eder:
“Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, onu (sanki) kara bir balçıkta (veya sıcak bir su gözesinde) batar buldu. Orada (kâfir) bir kavme rastladı…” (Kehf, 18/86)
Bu, onun okyanusun veya büyük bir denizin kıyısına ulaştığını gösteren sembolik bir anlatımdır. Ufka baktığında güneş, adeta çamurlu bir denizin içinde kayboluyordu.
Orada bulduğu kavim, imandan sapmış, adalet duygusunu yitirmiş bir topluluktu. İşte burada Zülkarneyn’in ilk büyük imtihanı başladı. Allah Teâlâ, ona bir seçim sundu:
“…Dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn! (Onları) ya cezalandıracak veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin.'” (Kehf, 18/86)
Bu, “Onlara savaş açıp zalimlerini yok edebilirsin ya da onlara yumuşak davranıp hidayete davet edebilirsin” demekti. Zülkarneyn’in cevabı, onun adalet anlayışını ve ilahi misyonunu ortaya koyar:
“Dedi ki: ‘Kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o, Rabbine döndürülür; Rabbi de onu görülmemiş bir azaba çarptırır. Ama kim de iman eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak en güzel (Cennet) vardır. Ve ona emrimizden kolay olanı söyleriz.'” (Kehf, 18/87-88)
Zülkarneyn, gücünü zorbalık için kullanmadı. Bir adalet sistemi kurdu:
• Zalimler (Şirk ve Küfürde Israr Edenler): Dünyada cezalandırılacak (savaş veya adil yargılama ile). Ahiretteki asıl cezaları ise Allah’a ait.
• İman Edip İyilik Yapanlar: Dünyada güvende olacaklar, en güzel mükâfatı alacaklar ve onlara zorluk çıkarılmayacak, kolaylıkla muamele edilecek.
Böylece Zülkarneyn, Batı ufkunda Allah’ın adaletini tesis etti, imanı yaydı ve oradaki medeniyeti ıslah ederek Allah’ın kendisine verdiği “sebebi” yerine getirdi.
İkinci Sefer: Güneşin Doğduğu Yer (Doğu Ufku)
“Sonra (Doğu’ya gitmek için) yine bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/89)
Adalet misyonunu tamamlayan Zülkarneyn, bu kez ordusuyla yeryüzünün en doğu ucuna, medeniyetin sınırlarına doğru yola çıktı.
“Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman, onu öyle bir kavmin üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir siper (elbise, ev) yapmamıştık.” (Kehf, 18/90)
Bu, Zülkarneyn’in ulaştığı en uç noktaydı. Oradaki insanlar, medeniyetten o kadar uzaktılar ki, ya iklim şartları ya da ilkel yaşam tarzları sebebiyle onları güneşin yakıcı sıcağından koruyacak elbiseleri veya sığınacakları sağlam barınakları yoktu. Çöllerde veya açık arazilerde yaşıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim, Zülkarneyn’in onlara nasıl davrandığını tafsilatlı anlatmaz, sadece “İşte böyleydi. Ve biz onun sahip olduğu her şeyi (ilmen) kuşatmıştık.” (Kehf, 18/91) der.
Tefsir alimleri buradan şu manayı çıkarırlar: Zülkarneyn, o ilkel kavme zulmetmedi. Onlara medeniyeti öğretti. Güneşten korunmayı, barınaklar yapmayı ve kendilerini geliştirmeyi gösterdi. Onlara da Batı’da uyguladığı adalet sistemini uyguladı. Allah, Zülkarneyn’in orada ne yaptığını, hangi ilmi kullandığını ve nasıl bir düzen kurduğunu biliyordu. Zülkarneyn, ilkel de olsalar, medeni de olsalar, Allah’ın kullarına adalet ve rahmetle muamele etme vazifesini yerine getirdi.

Üçüncü Sefer: İki Dağın Arası ve Büyük Seddin İnşası

“Sonra (başka bir istikamete) bir sebep tuttu (yola koyuldu).” (Kehf, 18/92)
Zülkarneyn’in bu üçüncü ve en mühim yolculuğu, ne doğuya ne de batıya idi; bu, yeryüzünün iki büyük dağ silsilesinin arasına, stratejik bir geçide doğruydu.
“Nihayet iki sed (iki dağ) arasına ulaştığı zaman, onların önünde (veya yakınında) neredeyse hiçbir sözü anlamayan (dilleri çok farklı olan) bir kavim buldu.” (Kehf, 18/93)
Zülkarneyn ve ordusu, farklı bir dil ve kültürle karşılaştı. Bu insanlar, medeniyetten uzak, dağların arasında sıkışıp kalmış mazlum bir topluluktu. Tercümanlar aracılığıyla veya Allah’ın verdiği özel bir ilimle onlarla anlaştılar. Bu kavmin korkunç bir derdi vardı:
“Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki Ye’cüc ve Me’cüc bu yerde fesat çıkaran (bozgunculuk yapan) kimselerdir. Bizimle onların arasına bir sed (bir engel) yapman için sana bir vergi verelim mi?'” (Kehf, 18/94)
Ye’cüc ve Me’cüc, İslam eskatolojisinde (ahiret ilminde) Kıyamet’e yakın ortaya çıkacakları bildirilen, sayıları çok kalabalık, barbar, yıkıcı ve bozguncu iki kavmin (veya kabileler topluluğunun) adıdır. Bu mazlum kavim, dağların arkasından gelen bu barbar sürülerinin istilalarından bıkmıştı. Ekinlerini, mallarını ve canlarını koruyamıyorlardı. Zülkarneyn’in kudretini gördüklerinde, ondan bir çözüm istediler ve karşılığında tüm servetlerini vermeyi teklif ettiler.
Zülkarneyn’in cevabı, onun yüce ahlakının ve misyonunun zirvesidir:
“Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar ve servet (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Haydi, siz bana (bedenî) kuvvetle yardım edin de, sizinle onların arasına (aşılmaz) sağlam bir sed yapayım.'” (Kehf, 18/95)
O, para veya servet peşinde değildi. Liderliğin ve yardımlaşmanın en güzel örneğini gösterdi. “Benim ilmim ve teknolojim var, ama sizin de gücünüze ihtiyacım var” dedi. Bu, sadece bir mühendisin değil, aynı zamanda bir komutanın ve bir öğretmenin sözüydü. Onlara tembelliği değil, birlikte çalışmayı teklif etti.

Muazzam Proje Başlıyor: Demir ve Bakır Seddi

Zülkarneyn, o çağın çok ötesinde bir metalürji ve mühendislik dehası sergiledi. Sadece taştan bir duvar değil, aşılması imkânsız bir “engel” (Kur’an’daki ifadesiyle Redm) yapacaktı.

1. Adım: Demir Kütleleri

“Bana demir kütleleri getirin.” (Kehf, 18/96)
Kavim seferber oldu. Dağlardan demir cevherleri çıkarıldı, büyük bloklar halinde istendi. Zülkarneyn, iki dağın arasındaki o geniş vadiyi, demir kütleleriyle doldurttu. Demir bloklar, iki dağın zirvesiyle aynı seviyeye gelene kadar yığıldı.

2. Adım: Büyük Ateş

“…Nihayet (demiri) körükleyip onu (kor haline getirip) ateş kestiği vakit…” (Kehf, 18/96)
Devasa körükler kuruldu. O demir yığını, haftalarca belki aylarca süren bir ateşle ısıtıldı. Demir kütleleri eriyip birbirine kaynadı ve kıpkırmızı bir kor dağına dönüştü.

3. Adım: Zirve Mühendisliği (Ergimiş Bakır)

“…Dedi ki: ‘Getirin bana, üzerine ergimiş bakır dökeyim.'” (Kehf, 18/96)
İşte bu, projenin kilit noktasıydı. Zülkarneyn, o kızgın demir kütlesinin üzerine, dağlardan çıkartılıp eritilmiş tonlarca bakırı döktürdü. Ergimiş bakır, demir blokların arasındaki en ufak boşluklara bile sızdı ve demirle birleşti. Soğuduğunda, ortaya demirden daha sert, bakırdan daha pürüzsüz, yekpare, aşınmaz ve tırmanılmaz devasa bir metal blok çıktı.
Bu sed, ne delinerek geçilebilirdi (çünkü demirden yapılmıştı) ne de tırmanılarak aşılabilirdi (çünkü yüzeyi bakırla kaplanıp pürüzsüz hale getirilmişti).
“Artık (Ye’cüc ve Me’cüc) onu ne aşabildiler ne de onu delebildiler.” (Kehf, 18/97)
Mazlum kavim, sevinç gözyaşları içindeydi. Yüzyıllardır süren kâbusları sona ermişti. Hepsi Zülkarneyn’e minnettardı.
Zirvedeki Tevazu ve Kıyamet Hatırlatması
İnsanlar ona teşekkür edip onu yüceltmek istediklerinde, Hazreti Zülkarneyn, bu muazzam mühendislik harikasının önünde durdu ve başarısını asla kendisine mal etmedi. Bütün övgüleri asıl sahibine, Allah’a yöneltti ve şöyle dedi:
“(Zülkarneyn) Dedi ki: ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vaadi (Kıyamet vakti) geldiği zaman, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır.'” (Kehf, 18/98)
O biliyordu ki, yaptığı sed ne kadar güçlü olursa olsun, ebedi değildi. Ancak Allah’ın izniyle ayakta duruyordu. Ye’cüc ve Me’cüc’ün o seddi aşacağı gün, yani Kıyamet’in büyük alametlerinin başladığı gün geldiğinde, Allah o seddi “dakka” (darmadağın, dümdüz) edecekti.

Hazreti Zülkarneyn’den Kalan Miras

Hazreti Zülkarneyn’in kıssası, binlerce yıldır bizlere şu dersleri vermektedir:
• Güç ve İktidar, Emanettir: Allah, dilediği kuluna güç (temkin) ve ilim (sebep) verir. Asıl mesele, bu gücü adalet, iman ve insanlığın hayrı için kullanmaktır.
• Adaletin Evrenselliği: Zülkarneyn, medeni (Batı’daki kavim), ilkel (Doğu’daki kavim) veya mazlum (İki dağ arasındaki kavim) ayırt etmeksizin herkese adalet götürmüştür.
• İlim ve Çalışkanlık: O, sadece dua ederek oturmamış, Allah’ın verdiği “sebeplere” (ilme, teknolojiye, yollara) sarılmıştır.
• Hizmet ve Tevazu: Halktan gelen vergi teklifini reddetmiş, “Rabbimin verdiği daha hayırlıdır” diyerek hizmeti karşılıksız yapmış ve “Bana yardım edin” diyerek halkı da işin içine katmıştır.
• Tevhid (Allah’a İman): Başarısının sonunda asla gururlanmamış, “Bu, Rabbimden bir rahmettir” diyerek tüm başarıyı Allah’a teslim etmiştir.
Hazreti Zülkarneyn (aleyhisselâm), yeryüzünün karanlık köşelerine adaletin ve imanın ışığını götüren, gücünü mazlumlardan yana kullanan ve arkasında insanlığı koruyan muazzam bir set bırakan kutlu bir komutan, adil bir kral ve salih bir kul olarak tarihe ve Kur’an’a geçmiştir. Onun yolculuğu, gücü elinde bulunduran her idareci için Kıyamet’e kadar sürecek bir rehberdir.

**************

• Hz. Âdem
• Hz. İdrîs
• Hz. Nuh
• Hz. Hûd
• Hz. Sâlih
• Hz. İbrâhim
• Hz. Lût
• Hz. İsmâîl
• Hz. İshâk
• Hz. Yâkûb
• Hz. Yûsuf
• Hz. Eyyûb
• Hz. Şuayb
• Hz. Mûsâ
• Hz. Hârûn
• Hz. Zülkifl
• Hz. Dâvûd
• Hz. Süleymân
• Hz. İlyâs
• Hz. Elyesa’
• Hz. Yûnus
• Hz. Zekeriyyâ
• Hz. Yahyâ
• Hz. Îsâ
• Hz. Üzeyr (aleyhisselâm)
• Hz. Lokmân (aleyhisselâm)
• Hz. Zülkarneyn (aleyhisselâm)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
0

02/11/2025




‘KİTAPTA…… AN – ……HATIRLA ‘

‘KİTAPTA…… AN – ……HATIRLA ‘

Bu, Kur’an-ı Kerîm’in üslûbu ve hidayet metodu açısından son derece mühim bir husustur. “وَاذْكُرْ” (Vezkur – “An” veya “Hatırla”) emri, Kur’an’da sıkça kullanılan ve muhatabın dikkatini belirli bir hadiseye, nimete veya şahsa çekmeyi hedefleyen ilahî bir hitaptır.
Ancak “وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ” (Vezkur fi’l-kitâbi – “Kitap’ta …’ı da an”) ifadesi, daha hususi bir mana taşır ve bilhassa Meryem Suresi’nde peş peşe gelen peygamber kıssalarının başında kullanılır.
Bu hitabın hikmetini ve illetini (sebebini) anlamak için, kimlerin anıldığını ve hangi vasıflarının öne çıkarıldığını incelemek gerekir.

“Vezkur fi’l-Kitâbi” Emrinin Muhatabı ve Manası

Bu emir, öncelikli olarak Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ve onun şahsında bütün müminlere yöneliktir.

“Kitap’ta an” emri şu manalara gelir:
* Tilavet Et ve Tebliğ Et: “Ey Peygamber! Sana vahyedilen bu Kitap’ta (Kur’an’da) yer alan şu mübarek zâtların kıssalarını oku, tilavet et ve insanlara tebliğ et.”
* Unutulmaz Kıl: “Onların isimlerini ve mücadelelerini anarak, hatıralarını taze tut ve kıyamete kadar unutulmaz kıl.”
* İbret Al ve Örnek Göster: “Bu kıssalar sadece bir tarih bilgisi değil, hidayet için birer örnektir. Onları an ve onlardan ibret alınmasını sağla.”
* İlahî Kayda İşaret: “el-Kitab” ifadesi aynı zamanda, bu kıssaların Levh-i Mahfuz’daki aslına, yani tahrif edilmemiş, ilahî kayıtta bulunan hakikatlerine bir işarettir.

Kitap’ta Anılması İstenenler ve Öne Çıkan Vasıfları
Meryem Suresi’nde bu ifadeyle anılan şahıslar ve anılma sebepleri (hikmet ve illetleri) şöyledir:

1. Hz. Meryem (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti.” (Meryem, 19/16)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: İffet, Allah’a tam teslimiyet, adanmışlık ve sabır.
* Hikmet ve İllet: Hz. Meryem, bir peygamber olmamasına rağmen peygamberlerle birlikte anılır. Bunun sebebi, Allah’ın kudretinin sebeplerin ötesinde olduğunu (erkeksiz çocuk yaratma mucizesi) göstermesidir. O, iffetin, samimi kulluğun ve Allah’ın takdirine rızanın en büyük timsallerinden biridir. Kavminin ağır ithamlarına karşı sabrı ve Allah’a olan bağlılığı, müminler için (bilhassa mümin kadınlar için) küllî bir fazilet örneği olarak sunulmaktadır.

2. Hz. İbrahim (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta İbrahim’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru bir peygamberdi.” (Meryem, 19/41)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Sıddîk” (özü sözü dosdoğru, sadakati en üst seviyede) ve “Nebî” (Peygamber) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. İbrahim’in anılmasının temel illeti, onun Tevhid mücadelesindeki sarsılmaz azmidir. Putperest olan babasına ve kavmine karşı gösterdiği hikmetli davet üslubu, şirke karşı olan net tavrı ve bu uğurda ateşe atılmayı göze alması, imanın nasıl olması gerektiğini tasvir eder. O, “Hanîf” dininin aslı ve esası olarak, Tevhid akidesinin bir isbatı olarak anılır.

3. Hz. Musa (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta Mûsâ’yı da an! Şüphesiz o, ihlâslı bir kuldu, resul ve nebî idi.” (Meryem, 19/51)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Muhlas” (ihlâsa erdirilmiş, samimi kılınmış, seçilmiş) ve hem “Resul” (kendisine yeni bir kitap/şeriat verilen) hem de “Nebî” (haber getiren) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. Musa, zorba bir idareciye (Firavun) karşı tebliğ vazifesini yerine getirmesi, Allah ile vasıtasız konuşması (Kelîmullah) ve büyük bir kavme rehberlik etmesiyle öne çıkar. Onun “muhlas” vasfı, bütün faaliyetlerinde samimiyetin ve Allah tarafından seçilmişliğin ehemmiyetini vurgular. Onun kıssası, zorbalığa karşı hakkı savunmanın ve tebliğdeki sebatın bir örneğidir.

4. Hz. İsmail (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta İsmâil’i de an! Şüphesiz o, sözüne sâdık bir kimseydi, resul ve nebî idi.” (Meryem, 19/54)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Sâdiku’l-va’d” (sözüne sadık) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. İsmail’in en belirgin vasfı, verdiği söze sadakatidir. Bu, hem kurban edilme hadisesindeki teslimiyeti ve babasına verdiği sözü (“İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın”) hem de Allah’a verdiği kulluk sözünü kapsar. Ayrıca devamındaki ayette, “Ailesine namazı ve zekâtı emretmesi” (19/55) zikredilir. Bu, onun aile reisi olarak mesuliyetini ve imanı sadece şahsında değil, ailesinde de tesis etme gayretini gösterir. Sabır ve söze bağlılığın timsali olarak anılır.

5. Hz. İdris (a.s.)
> Ayet : “Kitap’ta İdrîs’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru bir peygamberdi.” (Meryem, 19/56)
>
* Öne Çıkan Vasıfları: “Sıddîk” (özü sözü dosdoğru) ve “Nebî” (Peygamber) olması.
* Hikmet ve İllet: Hz. İdris de Hz. İbrahim gibi “sıddîk” vasfıyla anılır. Devamındaki ayette “Biz onu yüce bir makama (Mekânen Aliyyen) yükselttik” (19/57) buyrulur. Onun anılmasındaki hikmet, Allah’a olan sadakatinin ve doğruluğunun karşılığında nasıl yüksek bir mertebeye ulaştırıldığını göstermektir.

Küllî Hikmet ve Netice (Genel Sebep)
Bu mübarek zâtların “Kitap’ta anılması” emrinin küllî hikmetleri şunlardır:

* Peygamberi (s.a.v.) Teselli ve Takviye: Bu kıssalar, Mekke döneminde zorluklar yaşayan Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve müminlere bir teselli kaynağıdır. Önceki peygamberlerin de benzer mücadeleler verdiği, sabrettikleri ve ilahî yardıma mazhar oldukları hatırlatılarak, onların azmi kuvvetlendirilir.
* Tevhid Zincirinin İsbatı: Bu anma faaliyeti, Kur’an’ın getirdiği mesajın yeni ve ayrı bir din olmadığını; Hz. Adem’den (a.s.) beri devam eden Tevhid silsilesinin bir devamı olduğunu isbat eder.
* Ahlâkî ve İmanî Örnekler Sunma: Her peygamber ve salih kul, müminlerin hayatlarına tatbik etmeleri gereken hususi bir fazilet ile öne çıkarılır: Meryem’de iffet ve teslimiyet, İbrahim’de tevhid ve sadakat, Musa’da ihlâs ve tebliğ, İsmail’de söze bağlılık ve aile mesuliyeti, İdris’de doğruluk ve yüksek mertebe.

* Kıssanın Aslını Korumak: Bu hadiseler, önceki ümmetler tarafından zamanla tahrif edilmiş veya unutulmuştu. Kur’an, “Kitap’ta an” emriyle bu kıssaların en doğru, saf ve hidayete medar olan aslını zikrederek, hakikati yeniden tesis eder.

*******

Bu kıssaların her biri, birer hidayet meşalesi olarak Meryem Suresi’nde peş peşe zikredilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın “Kitap’ta an!” emriyle işaret ettiği bu mübarek zatların kıssalarını, müfessirlerin (tefsir alimlerinin) ortaya koyduğu derinlikli tahliller ışığında inceleyelim:

1. Hz. Meryem (a.s.) – İffet ve Teslimiyetin Timsali
> Ayetler :
> “Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrail’i) ona gönderdik. O, ona düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem, ‘Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana yaklaşma)’ dedi.” (Meryem, 19/16-18)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Sure, Hz. Zekeriyya’nın duası ve Hz. Yahya’nın mucizevî doğumu ile başlar. Hemen ardından, bir peygamber olmamasına rağmen Hz. Meryem’in “Vezkur” emriyle zikredilmesi, kıssanın merkezî ehemmiyetini gösterir. Bu, Surenin de ismi olan Hz. Meryem’in, Allah’ın kudretinin sebepler üstü (esbab fevki) tecellisine ve iradesine tam teslimiyetin en büyük isbatı olmasındandır.

Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Uzlet ve Adanmışlık: “Ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti.” Bu ayrılış, bir kaçış değil, Mescid-i Aksâ’nın “doğu tarafında” bir odaya (hücreye) ibadet ve tefekkür için çekilmesidir. Bu, onun dünyevî meşgalelerden sıyrılarak kendini tam manasıyla Allah’a adadığını (tebettül) gösterir.
* İffet ve Takva: “Kendi arasına bir perde çekmişti.” Bu perde, hem ibadet mahallinin mahremiyeti için fizikî bir perde, hem de onun haramlara karşı manevî bir perdesidir. Cebrail (a.s.) ona “düzgün bir insan şeklinde” göründüğünde, onun ilk tepkisi “Senden Rahmân’a sığınırım” olmuştur. Bu, onun takvasının ve iffet hassasiyetinin zirvesidir. Tanımadığı bir erkek suretinden dahi, Allah’ın “Rahmân” ismine sığınarak korunmak istemiştir.
* Teslimiyet ve Rıza: Bebek mucizesi haber verildiğinde, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve ben iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?” (19/20) suali, bir itiraz değil, ilahî kudretin nasıl tecelli edeceğine dair bir hayret ifadesidir. Cebrail’in, “Rabbin dedi ki: O bana pek kolaydır…” (19/21) cevabıyla tam bir teslimiyet göstermiştir.
* İlahî Kudretin Delili: Hz. Meryem’in anılmasındaki asıl illet, Hristiyanların iddia ettiği gibi (haşa) Allah’ın oğlu değil, O’nun kudretiyle babasız yaratılmış bir “kelimesi” ve “ruhu” olan Hz. İsa’nın (a.s.) varlığının hakikatini ortaya koymaktır. Hz. Meryem, bu mucizenin saf ve temiz bir numunesidir.
Mesajı: İffet, Allah’a adanmışlık ve O’nun takdirine tam teslimiyet, bir kulu (peygamber olmasa dahi) peygamberlerle birlikte anılacak bir mertebeye yükseltir.

2. Hz. İbrahim (a.s.) – Tevhid ve Sıddîkıyet Abidesi
> Ayetler :
> “Kitap’ta İbrahim’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru (Sıddîk) bir peygamberdi. Hani babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?'” (Meryem, 19/41-42)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Tevhid mücadelesinin atası olan “Halîlullah” (Allah’ın dostu) Hz. İbrahim, şirke karşı nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğinin küllî bir örneği olarak zikredilir.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Sıddîk (صِدِّيق): Bu vasıf, onun peygamberliğinden (Nebî) önce zikredilmiştir. “Sıddîk”, sadakati, doğruluğu ve Allah’ın emirlerini tasdiki en yüksek mertebede yaşayan demektir. Onun bütün hayatı, imanıyla amelinin tam bir mutabakatı içindedir. O, “doğru” olmanın ötesinde, “doğruluğun ta kendisi” haline gelmiş bir zattır.
* Davette Şefkat ve Nezaket: Kıssanın hemen babası (veya putperest amcası Azer) ile olan diyaloğuyla başlaması manidardır. Babası şirk içinde olmasına rağmen ona “Babacığım!” (يَا أَبَتِ) hitabıyla, azamî derecede şefkat ve hürmetle yaklaşmıştır. Bu, tebliğin, en yakın akrabadan başlanarak ve en sert muhataba karşı bile nezaketle yapılması gerektiğinin isbatıdır.
* Aklî ve Mantıkî Deliller: Babasını ikna için kullandığı deliller son derece hikmetlidir: “İşitmeyen, görmeyen… faydası olmayan” şeylere tapmanın mantıksızlığını vurgulamıştır. Şirkin ne kadar aciz bir temel üzerine kurulu olduğunu aklî delillerle çürütmüştür.
* Tevhid Uğruna Hicret: Babasının tehdidine (“Beni bırakıp gitmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir süre benden uzaklaş!”) (19/46) karşı, o beddua etmemiş, “Selâm olsun sana. Senin için Rabbimden af dileyeceğim…” (19/47) demiştir. Şirk ortamından ve bâtılda ısrar edenlerden ayrılmanın (hicretin) imanın bir gereği olduğunu göstermiştir: “Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan çekilip ayrılıyor…” (19/48).
Mesajı: İmanın esası Tevhid’dir. Tevhid mücadelesi, en yakınlara karşı bile olsa, şefkat ve hikmetle yapılmalı; ancak bâtılda ısrar edildiğinde imanı korumak için o ortamdan tecrit olmak (ayrılmak) gerekir. “Sıddîk” olmanın bedeli, Allah için her şeyi terk edebilmektir.

3. Hz. Musa (a.s.) – İhlâs ve Risalet Timsali
> Ayetler :
> “Kitap’ta Mûsâ’yı da an! Şüphesiz o, ihlâslı bir kuldu (Muhlas), resul ve nebî idi. Ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu (kendisiyle) gizlice konuşmak için (kendimize) yaklaştırdık. Rahmetimizin bir gereği olarak ona kardeşi Hârûn’u da bir peygamber olarak armağan ettik.” (Meryem, 19/51-53)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Hz. Musa, siyasî ve içtimaî şirkin (Firavun’un zulmü) karşısına dikilen, “Ulu’l-Azm” peygamberlerdendir. Onun mücadelesi, zorbalığa karşı hakkı tebliğin sembolüdür.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Muhlas (مُخْلَص): Bu vasıf çok derindir. “Muhlis” (ihlasla amel eden) değil, “Muhlas” (Allah tarafından ihlasa erdirilmiş, seçilmiş, arındırılmış) demektir. Bu, onun samimiyetinin ve kulluğunun, beşerî gayretin ötesinde, ilahî bir seçim ve terbiye ile safileştirildiğini gösterir. Allah onu Kendisi için (risaleti için) seçip hazırlamıştır (“Seni kendim için seçtim.” – Tâhâ, 20/41).
* Resul ve Nebî: Her iki vasfın da zikredilmesi önemlidir. “Nebî” (haber alan) ve “Resul” (yeni bir şeriat ve kitapla gönderilen) olması, onun vazifesinin ağırlığını ve şerefini gösterir.
* Teklîm ve Kurbiyet (Allah ile Konuşma ve Yakınlık): “Tûr’un sağ tarafından seslendik” ve “gizlice konuşmak için yaklaştırdık.” Bu, Hz. Musa’nın “Kelîmullah” sıfatına ve Allah katındaki hususi mertebesine (kurbiyet) işarettir. İlahî vahyin doğrudan tecellisine mazhar olmuştur.
* Tebliğde Yardımcının Ehemmiyeti: “Ona kardeşi Hârûn’u da bir peygamber olarak armağan ettik.” Bu, tebliğ faaliyetinin bir ekip işi olabileceğini, zorlu vazifelerde Allah’tan yardım (vezir) istemenin meşruiyetini ve Allah’ın rahmetinin peygamberlerini nasıl desteklediğini gösterir.
Mesajı: Tebliğ vazifesi, ne kadar zorlu (Firavun gibi) olursa olsun, Allah tarafından seçilmiş “muhlas” kullar tarafından yerine getirilir. Samimiyet ve Allah’a yakınlık (kurbiyet), bu vazifenin temelidir ve Allah, davasını yüklenenlere mutlaka yardımcılar lütfeder.

4. Hz. İsmail (a.s.) – Ahde Vefa ve Aile Mesuliyeti
> Ayetler :
> “Kitap’ta İsmâil’i de an! Şüphesiz o, sözüne sâdık (Sâdiku’l-va’d) bir kimseydi, resul ve nebî idi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbinin katında da rızaya ermiş (Merzî) idi.” (Meryem, 19/54-55)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ceddi olan Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim ile birlikte Kâbe’nin temellerini yükselten, teslimiyetin ve ahde vefanın sembolüdür.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Sâdiku’l-Va’d (صَادِقَ الْوَعْدِ): “Sözüne sadık.” Müfessirler bu vasfı iki açıdan ele alır:
* Kurban Hadisesi: Babası rüyasını anlattığında, “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Sâffât, 37/102) diyerek, canı pahasına verdiği söze ve Allah’ın emrine sadık kalmıştır.
* Beşerî Münasebetler: Verdiği hiçbir sözden dönmeyen, ahdine vefalı bir şahsiyet olması.
* En küllî manada, Allah’a verdiği “kulluk ahdine” sadık kalmasıdır.
* Aile Reisi Mesuliyeti: “Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi.” Bu ayet, bir peygamberin tebliğe en yakın halkadan, kendi ehlinden başlaması gerektiğinin altını çizer. İmanın sadece şahsî bir kurtuluş olmadığını; namaz (Allah ile bağ) ve zekât (toplumla bağ) gibi dinin direklerini aile içinde tesis etmenin peygamberî bir faaliyet olduğunu gösterir.
* Marzî (مَرْضِيًّا): “Rızaya ermiş.” Yaptığı bu faaliyetler (ahde vefa, aile terbiyesi) neticesinde ulaştığı makamdır. O, Allah’ın kendisinden razı olduğu, amellerini kabul ettiği seçkin bir kul makamına (Rıza Makamına) yükselmiştir.
Mesajı: Allah katında yüksek mertebeye ulaşmanın yolu, ahde vefadan ve imanı önce kendi ailesinde tesis etme gayretinden geçer. Gerçek kurtuluş, Allah’ın rızasını kazanmaktır.

5. Hz. İdris (a.s.) – Sadakat ve Yüce Mertebe
> Ayetler :
> “Kitap’ta İdrîs’i de an! Şüphesiz o, özü sözü doğru (Sıddîk) bir peygamberdi. Biz onu yüce bir makama (Mekânen Aliyyen) yükselttik.” (Meryem, 19/56-57)
>
Derûnî Tahlil ve Tefsir
Hitabın Nüktesi: Hz. İdris, insanlığın ilk dönem peygamberlerindendir. Hz. İbrahim gibi onun da “Sıddîk” vasfıyla anılması, bu vasfın peygamberlik silsilesindeki temel ehemmiyetini vurgular.
Öne Çıkan Vasıflar ve Hikmetler:
* Sıddîk (صِدِّيق): Tıpkı Hz. İbrahim gibi, onun da en belirgin vasfı sadakatidir. Allah’tan aldığını tasdik etmesi ve olduğu gibi, zerre sapma olmadan insanlara ulaştırmasındaki doğruluğudur.
* Mekânen Aliyyen (مَكَانًا عَلِيًّا): “Yüce bir makam.” Bu ifadenin tefsirinde iki görüş öne çıkar:
* Manevî Yücelik: Peygamberlik şerefi, ilim ve hikmetteki derinliği, Allah katındaki yüksek derecesi ve manevî mertebesi.
* Zahirî Yücelik: Müfessirlerin çoğunluğu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mi’rac hadisindeki rivayetlere (Hz. İdris’i 4. kat semada görmesi) dayanarak, onun semaya (göğe) yükseltildiğini ve orada vefat ettiğini veya halen hayatta olduğunu belirtirler.
Mesajı: Allah’a ve O’nun vahyine tam sadakatin (Sıddîkıyet) neticesi, hem manevî hem de zahirî olarak “yüce bir makam”dır. Allah, kendisine sadık olan kulunu yüceltir.
Küllî Netice (Genel Hikmet)
Meryem Suresi’nde bu beş mübarek zatın “Vezkur fi’l-Kitâbi” emriyle peş peşe anılması, bir hidayet silsilesini ve Tevhid akidesinin farklı cephelerini tasvir eder:
* Hz. Meryem ile sebeplerin ötesindeki ilahî kudret ve iffet;
* Hz. İbrahim ile Tevhid akidesi, hikmetli davet ve şirkten hicret;
* Hz. Musa ile zalime karşı tebliğde ihlâs ve ilahî destek;
* Hz. İsmail ile ahde vefa, teslimiyet ve aile mesuliyeti;
* Hz. İdris ile sadakat ve yüce mertebeler;
Bütün bu kıssalar, Mekke’de zorluk çeken Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve müminlere birer teselli ve sebat dersidir. Onlara, hidayet yolunun yalnız olmadıklarını, bu yolun kadim peygamberlerin yolu olduğunu ve bu yolda gösterilen faziletlerin (sıdk, ihlâs, vefa, sabır) karşılığının Allah katında zayi olmayacağını hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

 www.tesbitler.com
30/10/2025




KUR’AN-I KERİM’DE GEÇEN ESMA-İ HÜSNA VE ANLAMLARI

KUR’AN-I KERİM’DE GEÇEN ESMA-İ HÜSNA VE ANLAMLARI

 

 

ÖNSÖZ (Takdim)

Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, O’nun güzel isimlerinin en kâmil aynası olan Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), âline ve ashâbına olsun.

İslâmî ilimlerin şerefi, mevzusunun şerefi nisbetindedir. Bu cihetle, Zât-ı Akdes’in (c.c.) kemâl sıfatlarını ve kâinatla olan münasebetini tasvir eden Esmâ-i Hüsnâ bahsi, şüphesiz ilimlerin en mühim ve en derûnî olanıdır. İnsanın bu hayattaki en ulvî gayesi olan “Marifetullah” (Allah’ı tanımak), ancak O’nun Zâtını bizlere tarif eden bu mübarek isimlerin tefekkür ve idrakiyle mümkündür.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde bizlere Zâtını bizzat Kendi isimleriyle tanıtır ve şöyle buyurur: “En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf 7:180)

Hadîs-i şerîflerde 99 isim üzerinde hususiyetle durulmuşsa da Kur’ân-ı Kerîm okyanusuna nazar edildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını tasvir eden isim, sıfat ve fiilî tecellîlerin bu adedin çok fevkinde olduğu müşahede edilir.

İşte elinizdeki bu mütevazı çalışma, Esmâ-i Hüsnâ hakikatine Kur’ân-ı Kerîm’in cihan şümul penceresinden bakma gayretinin bir mahsulüdür. Bu araştırmada, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen 358 adet İlâhî isim, sıfat, fiilî tecellî ve terkip tespit edilmiştir.

Bu çalışmanın usûlü, isimleri sadece sıralamak değil, aynı zamanda her bir ismin:

  1. Anlamını (Lügat ve ıstılahî manasını),
  2. İsmin zikredildiği İlgili Ayet-i Kerimeyi (TDV Mealinden iktibasla) ve
  3. O manayı teyit eden veya o ismin fiilî bir tecellîsini gösteren Muradifi (eş anlamlı) Ayet-i Kerimeyi

bir arada sunmaktır. Bu suretle, her bir ismin Kur’ân bütünlüğü içinde nasıl bir fiile ve kudrete işaret ettiği, kâinattaki hangi tecellîye nazar ettirdiği gösterilmek istenmiştir.

Gayemiz, bu mübarek isimlerin adedini saymaktan (ihsâ) ziyade, o isimlerin ihtiva ettiği sonsuz manaları tefekkür etmek, idrak etmeye çalışmak ve bu isimlerin tecellîlerini kendi hayatımızda ve tabiat sahifelerinde okumak için bir anahtar sunmaktır.

Cenâb-ı Hak, bu çalışmayı rızasına muvafık kılsın, Esmâ-i Hüsnâ’sının hakikatlerini kalplerimize nakşetsin ve bizleri o isimlerin tecellîlerine mazhar eylesin. Âmin.

 

 

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı (en güzel isimleri), İslâmî ilimlerin en mühim ve en şerefli mevzularından biridir. Bu isimler, Zât-ı Akdes’in kemâl sıfatlarını ve mahlukat ile olan münasebetini tasvir eder.

Cenâb-ı Hak, A’râf Sûresi’nde şöyle buyurur:

“En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf 7:180)

Hadîs-i şerîflerde 99 isim (Tirmizî, “De’avât”, 82) zikredilmişse de, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’de geçen ilâhî isim ve sıfatlar bu sayının çok üzerindedir. Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamını, anlamlarını, geçtiği ayetleri ve manaca muradifi (eş anlamlısı veya o manayı teyit eden) ayetleri tam bir liste halinde sunmaya çalışacağız.

Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikredilen ve en temel kabul edilen bazı isimler üzerinden, bir numune çalışması takdim ediyorum:

  1. Allah (الله)
  • Anlamı: İsm-i Zât’tır (Zât’ın özel adıdır). Varlığı zorunlu olan (Vâcibü’l-Vücûd), ibadete lâyık yegâne mâbud, bütün kemal sıfatları kendinde toplayan ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Zât’ın ismi. Diğer bütün isimler bu İsm-i Celâl’e sıfat veya unvan olur.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevhid ve Vahdâniyet):

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.'” (İhlâs 112:1-4)

  1. Er-Rahmân (الرحمن)
  • Anlamı: Rahmeti cihan şümul olan. Dünyada mü’min veya kâfir ayırt etmeksizin bütün mahlukata merhamet eden, rızıklarını veren. Rahmetin en geniş manasıdır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” ( A’râf 7:156)

  1. Er-Rahîm (الرحيم)
  • Anlamı: Çok merhamet edici. Rahmetin hususi bir tecellisidir; bilhassa ahirette rahmetini sadece mü’minlere hasreden, onları ebedî nimete kavuşturan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mü’minlere Hususi Rahmet):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)

  1. El-Melik (الملك)
  • Anlamı: Mülkün hakiki ve ebedî sahibi. Kâinatın mutlak hükümdarı. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkün Yegâne Sahibi):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  1. El-Kuddûs (القدوس)
  • Anlamı: Her türlü noksanlıktan, eksiklikten, aczden ve mahlukata ait sıfatlardan münezzeh (uzak) ve pâk olan. Mutlak kemal sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten münezzeh, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Noksanlıktan Münezzeh Oluşu):

“Gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla gör3endir.” (Şûrâ 42:11)

  1. El-Alîm (العليم)
  • Anlamı: İlmi her şeyi kuşatan. Geçmişi, geleceği, gizliyi, açığı, kalplerde olanı, en küçük teferruatı dahi eksiksiz bilen. İlmi ezelî ve ebedî olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan ancak sensin.'” (Bakara 2:32)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Kuşatıcılığı):

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6:59)

  1. El-Hakîm (الحكيم)
  • Anlamı: Bütün işleri ve emirleri hikmetli olan. Her şeyi yerli yerine koyan, abes (boş) ve faydasız iş yapmayan, mutlak hüküm sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bu ifade Kur’ân’da pek çok defa “Azîz” ismiyle beraber (el-Azîzü’l-Hakîm) geçer, misal: Bakara 2:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükmün Hikmeti):

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi değil midir?” (Tîn 95:8)

 

İşte bir başka grup ilâhî isim ve Kur’ân-ı Kerîm’deki tecellîleri:

  1. El-Fettâh (الفتاح)
  • Anlamı: “Feth” kökünden gelir. Maddî ve mânevî her türlü darlığı, müşkülatı ve kapalılığı açan. Hayır kapılarını, rahmet hazinelerini, rızık yollarını açan. Aynı zamanda, kulları arasında hüküm veren, kimin haklı kimin haksız olduğunu ortaya çıkaran (hâkim) manasına da gelir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmet kapılarını açması):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  1. Er-Rezzâk (الرزاق)
  • Anlamı: Rızkı yaratan ve bol bol veren. Sadece maddî gıdaları değil, ilim, hikmet, iman gibi mânevî rızıkları da ihsan eden. “Râzık” rızık verendir, “Rezzâk” ise bu fiili kesintisiz, mübalağalı (çok yoğun) ve cihan şümul bir surette yapandır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızkın kefaleti):

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)dır.” (Hûd 11:6)

  1. El-Latîf (اللطيف)
  • Anlamı: İki temel manası vardır:
    1. İlmi en gizli, en ince, en derûnî noktalara nüfuz eden. Hiç kimsenin muttali olamayacağı incelikleri bilen.
    2. Kullarına karşı son derece lütufkâr ve nâzik olan. Onlara rızıklarını ve ihtiyaçlarını, hiç beklemedikleri ve tahmin edemedikleri en nâzik yollardan ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:103)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütfun tecellisi):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

  1. El-Habîr (الخبير)
  • Anlamı: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından ve derûnî yapısından haberdar olan. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmayan. (Genellikle “Latîf” ve “Alîm” isimleriyle beraber gelerek, ilmin derinliğini ve teferruatını vurgular).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şü1phesiz Allah hakkıyla bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurât 49:13)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Haberdar olmanın isbatı):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk 67:14)

  1. El-Gafûr (الغفور) / El-Gaffâr (الغفار)
  • Anlamı: Mağfireti (bağışlaması) çok bol olan. Günahları örten, cezadan vazgeçen. “Gafûr”, mağfiretin çokluğunu; “Gaffâr” ise (mübalağa sigası olarak) kullar tekrar tekrar günah işlese de tevbe ettikçe sürekli ve kesintisiz bağışlayan manasını ihtiva eder.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Gafûr):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.'” (Fâtır 35:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mağfiretin genişliği):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)

 

  1. El-Azîz (العزيز)
  • Anlamı: İzzet, şeref ve galibiyet sahibi. Mutlak güç sahibi, hiçbir surette mağlup edilemeyen, her işinde mutlak galip olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz, rızkı veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58) – Düzeltme: Bu ayet Rezzâk ve Metîn isimlerini zikreder. Azîz ismi için daha sık geçen bir misal:

“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten münezzeh, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1) – Bu ayette “el-Azîzi’l-Hakîm” olarak geçmektedir.

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İzzet ve Galibiyet):

“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)

  1. Es-Semî’ (السميع)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten. Gizli-açık, fısıltı veya kalpten geçenleri, mahlukatın bütün seslerini aynı anda, birbirine karıştırmadan duyan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı.” (Bakara 2:127)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitmenin kuşatıcılığı):

“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin karşılıklı konuşmanızı işitir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Mücâdele 58:1)

  1. El-Basîr (البصير)
  • Anlamı: Her şeyi eksiksiz ve bütün teferruatıyla gören. Karanlıkta yürüyen karıncayı, yerin derûnî katmanlarındaki hareketleri, kulların zahiri ve dahilî bütün fiillerini nazarı altında tutan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ 17:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Görmenin keyfiyeti):

“Üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara bakmazlar mı? Onları (havada) ancak Rahmân tutar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.” (Mülk 67:19)

  1. El-Hakem (الحكم) / El-Adl (العدل)
  • Anlamı: Hüküm veren, hak ile bâtılı ayıran mutlak hâkim. (El-Adl ismi, Kur’ân’da bu lafızla geçmemekle birlikte, “adl” kökü ve El-Hakem ismi, O’nun mutlak adaletini ifade eder.) O, zerre kadar haksızlık yapmayan, hükmü sorgulanamayan, en âdil karar vericidir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Hakem):

“De ki: ‘Size kitabı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indiren O iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (En’âm 6:114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin tecellisi):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

  1. El-Cebbâr (الجبار)
  • Anlamı: İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla da olsa yaptıran (bu mana, mahlukat için zulüm iken, Hâlık için mutlak adalettir). Aynı zamanda “cebr” kökünden, kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dertlere derman olan manasına da gelir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hâkimiyet):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini idrak etmeyi ve hayatımıza aksettirmeyi nasip eylesin. Arzu ederseniz, bu muhtevayı başka isimlerle zenginleştirmeye devam edebiliriz.

 

****************   

Bu isimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki icraatını ve mahlukatı ile olan münasebetini anlamamız için birer penceredir.

  1. El-Hâlık (الخالق)
  • Anlamı: Yoktan var eden, yaratan. Takdir ettiği, planladığı ölçüye göre, bir şeyin bütün dahilî ve zahirî yapısını belirleyip onu icat eden. Her şeyin yaratıcısı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın isbatı):

“İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlıktır).” (En’âm 6:102)

  1. El-Bâri’ (البارئ)
  • Anlamı: Yoktan var ettiği mahlukatını, bir model veya numune olmaksızın, kusursuz ve âhenkli bir yapıda icat eden. Birbirinden farklı yapılarda, intizamla yaratan. (Bu isim, yaratılıştaki özgünlüğü ve intizamı vurgular).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kusursuz Yaratılış):

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)

  1. El-Musavvir (المصور)
  • Anlamı: Mahlukata “suret” (şekil, biçim) veren. Her bir varlığa, kendine mahsus, hikmete uygun en güzel şekli ve simayı veren. Yaratılışın son safhasını, yani estetik ve zahiri yapısını tamamlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahimlerde şekil verme):

“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:6)

(Not: Haşr Sûresi 24. ayet-i kerimesi, “el-Hâlık”, “el-Bâri'” ve “el-Musavvir” isimlerini bir arada zikrederek, yaratılışın planlama, icra ve şekil verme safhalarını harika bir bağlantı içinde tasvir eder.)

  1. El-Kahhâr (القهار)
  • Anlamı: Her şeye galip gelen, iradesine karşı durulamayan. Bütün mahlukatı kudreti altında tutan, isyankârları ve zâlimleri kahreden, mutlak hâkimiyet sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Hâkimiyet):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. El-Vehhâb (الوهاب)
  • Anlamı: Karşılıksız olarak çokça hibe eden, bağışlayan. Hiçbir menfaat gözetmeden, lütfundan devamlı ve bol miktarda nimetler (mal, mülk, ilim, hidayet, evlat vb.) bahşeden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın.'” (Âl-i İmrân 3:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmet Hazineleri):

“Yoksa, mutlak güç sahibi ve çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd 38:9)

Bu mübarek isimlerin tefekkürü, imanımızın derûnîleşmesine vesiledir.

Esmâ-i Hüsnâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’deki tecellîlerini tefekkür etmeye vesiledir.

  1. El-Alî (العلي)
  • Anlamı: Yüceler yücesi. Şan, şeref, izzet ve mertebe açısından en yüce olan. Mahlukatın tasavvur edebileceği her türlü yükseklik mertebesinin fevkinde (üstünde) olan. Kadrine ve mertebesine hiçbir aklın tam manasıyla yetişemeyeceği mutlak yücelik sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara 2:255 – Âyetü’l-Kürsî’nin sonu)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Yücelik):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  1. El-Kebîr (الكبير)
  • Anlamı: En büyük. Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti idrak edilemeyecek kadar büyük olan. Kibriyâ (büyüklük) O’na mahsustur. Her şey O’nun büyüklüğü karşısında küçük kalır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür, çok yücedir.” (Ra’d 13:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Büyüklüğün Tek Sahibi):

“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)

  1. El-Hafîz (الحفيظ)
  • Anlamı: Muhafaza eden, koruyup gözeten. Bütün kâinatı ve içindekileri ilmiyle ve kudretiyle tutan, dengede tutan, bozulmaktan ve yok olmaktan koruyan. Aynı zamanda kullarının amellerini zayi etmeden muhafaza eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hûd 11:57’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kâinatın Muhafazası):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. El-Hasîb (الحسيب)
  • Anlamı: Hesaba çeken. Kullarının hayat boyunca yaptığı her şeyin hesabını en ince teferruatına kadar bilen ve kaydeden, ahirette karşılığını eksiksiz verecek olan. Aynı zamanda (hesap olarak, kifayet olarak) kuluna yeten, vekil olarak kâfi gelen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar (peygamberler), Allah’ın vahiylerini tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve O’ndan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Allah, hesap görücü olarak yeter.” (Ahzâb 33:39)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Şaşmazlığı):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

  1. El-Kerîm (الكريم)
  • Anlamı: Kerem’i (cömertliği) çok bol olan. Karşılıksız veren, ihsanı sonsuz olan. İstenmeden veren, vaadini mutlaka yerine getiren, kendisine sığınanı himaye eden ve affı çok olan, en şerefli.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhsanın Genişliği):

“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.” (En’âm 6:160)

 

  1. Er-Rakîb (الرقيب)
  • Anlamı: Gözetleyen, nazarı altında tutan. Bütün mahlukatı her an, her halleriyle gözetleyen, ilmiyle kuşatan. Hiçbir şey O’nun murakabesinin (gözetiminin) dışında kalamaz.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı1 gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisâ 4:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gözetlemenin Keyfiyeti):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. El-Mucîb (المجيب)
  • Anlamı: Dualara icabet eden, karşılık veren. Kendisine yönelen kullarının isteklerini, yalvarışlarını işiten ve onlara cevap veren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yok. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli3 kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim, (duaları) hakkıyla işitendir, (onlara) çok yakındır (kabul edendir).'” (Hûd 11:61)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Duaya İcabet):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Vâsi’ (الواسع)
  • Anlamı: İlmi, rahmeti, mülkü ve ihsanı geniş olan, her şeyi kuşatan. Mahlukatını rızıklandırırken darlığa düşmeyen. Sıfatları sınırsız ve cihan şümul olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” (Bakara 2:115)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik.’ Allah, şöyle dedi: ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.'” (A’râf 7:156)

  1. El-Vedûd (الودود)
  • Anlamı: Mahlukatını çok seven (muhib) ve sâlih kulları tarafından çok sevilen (mahbub). Sevgisi derûnî ve ihsanıyla zahiri olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir.” (Burûc 85:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sevginin İsbatı):

“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân 3:31)

  1. El-Vekîl (الوكيل)
  • Anlamı: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilip dayanılan. Mahlukatının işlerini en mükemmel surette yürüten, onların ihtiyaçlarını karşılayan. Kendisine tevekkül edenlere kâfi gelen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevekkül ve Kifayet):

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)

 

  1. El-Kavî (القوي)
  • Anlamı: Mutlak kuvvet sahibi. Gücü her şeye yeten, kudreti sonsuz olan, asla acziyet ve yorgunluk göstermeyen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, mutlak galiptir.” (Hac 22:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kuvvetin Yegâne Sahibi):

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’tan başkasını (O’na) eşler koşar da, onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu anlayabilselerdi.” (Bakara 2:165)

  1. El-Metîn (المتين)
  • Anlamı: Çok sağlam, sarsılmaz kudret sahibi. Kuvveti kesintiye uğramayan, yapısı ve ahdi çok metin (sağlam) olan. (El-Kavî kuvvetin büyüklüğünü, El-Metîn o kuvvetin devamlılığını ve sarsılmazlığını ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudretin Devamlılığı):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. El-Velî (الولي)
  • Anlamı: Mü’minlerin dostu, yardımcısı, koruyucusu ve işlerini üzerine alan. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak yeter. Allah, yardımcı olarak da yeter.” (Nisâ 4:45)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dostluğun İsbatı):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)

  1. El-Hamîd (الحميد)
  • Anlamı: Bütün hamdlerin (övgülerin) yegâne sahibi. Yaptığı bütün işler güzel ve övgüye lâyık olan. Mahlukatı O’nu hamd etse de etmese de, Zâtında övülmüş (Hamîd) olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır, övülmeye lâyık olandır.'” (İbrahim 14:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hamdin Mutlak Sahibi):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  1. Eş-Şehîd (الشهيد)
  • Anlamı: Her şeye şahit olan. Hiçbir şey ilminden ve nazarından gizli kalmayan. Her şeyi gören, bilen ve kullarının amellerine ahirette şahitlik edecek olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ 4:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nazarının Kuşatıcılığı):

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)

Bu isimler, Zât-ı Akdes’in Zâtî ve Fiilî sıfatlarını anlamak için en mühim anahtarlardır.

  1. El-Hakk (الحق)
  • Anlamı: Varlığı isbatı zorunlu olan, değişmeyen, gerçek olan. Varlığı ve uluhiyeti mutlak gerçek olan. Hükmü ve sözü hak olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“İşte böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, yücedir, büyüktür.” (Hac 22:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hakikatin Tekliği):

“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O hâlde nasıl oluyor da (haktan) döndürülüyorsunuz?” (Yûnus 10:32)

  1. El-Mü’min (المؤمن)
  • Anlamı: Emniyet veren, güven veren. Kullarına emniyet bahşeden, korkularını gideren. Aynı zamanda, peygamberlerini tasdik eden, iman nurunu kalplere yerleştiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eman Verme Fiili):

“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır.” (Kureyş 106:4)

  1. El-Hayy (الحي)
  • Anlamı: Diri olan. Hayatı ezelî ve ebedî olan. Bütün hayatların kaynağı. Asla ölmeyen, Zâtına uyuklama veya gaflet ârız olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara 2:255)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ebedî Hayat):

“Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.” (Furkân 25:58)

  1. El-Kayyûm (القيوم)
  • Anlamı: Kendi Zâtı ile kaim olan (var olmak için başka bir şeye muhtaç olmayan) ve bütün mahlukatı varlıkta tutan (onların idaresini ve kıyamını temin eden).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Bütün yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ 20:111)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Varlıkta Tutma):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar. Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

Bu isimler, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin ve kudretinin cihan şümul tecellîleridir.

  1. Et-Tevvâb (التواب)
  • Anlamı: Tevbeleri çokça kabul eden. Kullarının pişmanlıklarını ve O’na dönüşlerini (tevbelerini) tekrar tekrar kabul eden, tevbe kapısını daima açık tutan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Bakara 2:37)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevbeyi Kabul Fiili):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

  1. El-Afüvv (العفو)
  • Anlamı: Affı çok olan. Günahları sadece örtmek (mağfiret) değil, kökünden silen, âdeta hiç işlenmemiş gibi muamele eden, cezayı ve sorumluluğu tamamen kaldıran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Nisâ 4:99)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Affetme Fiili):

“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)

  1. Er-Raûf (الرؤوف)
  • Anlamı: Şefkati ve merhameti çok derûnî ve ziyade olan (Re’fet). Mahlukatına karşı (bilhassa mü’minlere) çok şefkatli, merhametinin tecellisi çok nâzik ve lütufkâr olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Bakara 2:143’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şefkatin Zahiri Tecellisi):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)

  1. El-Ganî (الغني)
  • Anlamı: Zâtı, sıfatları ve fiilleri açısından hiçbir şeye muhtaç olmayan, mutlak zenginlik sahibi. Her şey O’na muhtaçtır; O ise hiçbir şeye muhtaç değildir (Samed isminin bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Zenginlik):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır, övülmeye lâyık olandır.'” (İbrahim 14:8)

  1. Eş-Şekûr (الشكور)
  • Anlamı: Az amele karşı çok mükâfat veren. Kullarının sâlih amellerini ve şükürlerini zayi etmeyen, bilakis kat kat fazlasıyla karşılayan, kadir bilen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.'” (Fâtır 35:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Az’a Çok Verme):

“Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.” (En’âm 6:160)

 

  1. El-Halîm (الحليم)
  • Anlamı: Hilm sahibi; kullarının isyan ve günahları karşısında acele ile ceza vermeyen, onlara mühlet tanıyan. Kudreti olduğu halde affı ve teenniyi (acele etmemeyi) tercih eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı olarak belirtmenizde veya bu isteğinizi içinizde gizlemenizde size bir günah yoktur. Allah, sizin onları anacağınızı bilir. Meşru sözler söylemeniz dışında, sakın onlarla gizlice buluşma yönünde sözleşmeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdeki1ni bilir. Artık O’ndan sakının. Bilin ki Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:235)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Azîm (العظيم)
  • Anlamı: Azamet sahibi, en büyük, en ulu. Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti akıl ile idrak edilemeyecek kadar yüce olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir, büyüktür.” (Şûrâ 42:4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Azametin İsbatı):

“Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer 39:67)

(Aşağıdaki dört isim, Hadîd Sûresi’nde bir arada zikredilmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın varlığının zaman ve mekân ile olan münasebetini mükemmel bir surette tasvir etmiştir.)

  1. El-Evvel (الأول)
  2. El-Âhir (الآخر)
  3. Ez-Zâhir (الظاهر)
  4. El-Bâtın (الباطن)
  • Anlamları:
    • El-Evvel: İlk. Varlığının başlangıcı olmayan, ezelî.
    • El-Âhir: Son. Varlığının sonu olmayan, her şey fena bulduktan sonra bâkî kalacak olan, ebedî.
    • Ez-Zâhir: Zahirî olan. Varlığının delilleri apaçık olan, her şeyde isbatı ve sanatı görünen.
    • El-Bâtın: Derûnî olan. Zâtının hakikati idrak edilemeyen, mahlukatın nazarından gizli olan, her şeyin iç yüzünü bilen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd 57:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Evvel, Âhir ve Bâtın’ın Tecellisi):

“Sen, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28:88)

Bu mübarek isimlerin tefekkürü, imanımızın derûnîleşmesine vesiledir.

  1. El-Müheymin (المهيمن)
  • Anlamı: Gözetip koruyan, nazarı altında tutan. Her şeyi yöneten, murakabe eden ve ilmiyle kuşatan. (Kitap hakkında kullanıldığında) önceki kitapları doğrulayan ve koruyan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gözetim ve Şahitlik):

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)

  1. Es-Selâm (السلام)
  • Anlamı: Her türlü noksanlıktan, afetten ve mahlukata ait sıfatlardan salim (uzak) olan. Kullarına selâmet ve esenlik veren. Hayat ve barışın kaynağı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Selâmet Yurdu):

“Rableri katında onlara esenlik yurdu (Dâru’s-Selâm) vardır. O, yapmakta oldukları salih ameller sebebiyle onların velîsidir (dostudur).” (En’âm 6:127)

  1. El-Vâhid (الواحد) / El-Ahad (الأحد)
  • Anlamı: Tek olan. Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı, benzeri veya dengi bulunmayan. (El-Vâhid: Bir olan; El-Ahad: Yegâne, bölünemez, mutlak tek).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği – Vâhid):

“O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve kahhâr olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim 14:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ahad – Tevhidin İsbatı):

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.'” (İhlâs 112:1-4)

  1. Es-Samed (الصمد)
  • Anlamı: Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı mutlak zenginlik sahibi. İhtiyaçların giderilmesi için yegâne merci.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).” (İhlâs 112:2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muhtaç Olmama):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)

  1. El-Kâdir (القادر) / El-Muktedir (المقتدر)
  • Anlamı: Kudreti her şeye yeten. Dilediğini, dilediği gibi yapmaya gücü yeten. (El-Muktedir, bu kudretin zirvesini ve tam iktidar sahibi olduğunu ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği – Kâdir):

“Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Bakara 2:20)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muktedir):

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)

 

  1. El-Mütekebbir (المتكبر)
  • Anlamı: Büyüklükte (Kibriyâ) eşsiz olan, azamet sahibi. Büyüklük, mahlukat için bir noksanlık ve kibir iken, Hâlık için mutlak kemal ve O’nun hakkıdır.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kibriyâ’nın Sahibi):

“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)

  1. Er-Rabb (الرب)
  • Anlamı: Terbiye eden, mülk sahibi, efendi. Bütün mahlukatın idaresini, ihtiyaçlarını ve terbiye süreçlerini (yetiştirilmelerini) cihan şümul bir surette üstlenen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Terbiye Fiili):

“Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir.” (A’lâ 87:1-3)

  1. En-Nûr (النور)
  • Anlamı: Nûrun kaynağı. Gökleri, yeri, kâinatı ve mahlukatın kalplerini aydınlatan. Varlığı zahiri, delilleri apaçık olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Aydınlatma Fiili):

“O, güneşi bir ışık (ziya) kaynağı, ayı da (geceleyin) bir aydınlık (nûr) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma âyetlerini ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10:5)

  1. El-Hâdî (الهادي)
  • Anlamı: Hidayet veren, yol gösteren. Kullarına (irşad yoluyla) ve bütün mahlukata (fıtrî olarak) yollarını ve gayelerini gösteren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’an’ın) Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler, ona inansınlar da kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir.” (Hac 22:54)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Fıtrî Hidayet):

“(Firavun) ‘O hâlde, Rabbiniz kimdir, ey Mûsâ?’ dedi. Mûsâ, ‘Rabbimiz, her şeye yapısını (varlığını) verip, sonra da yol gösterendir’ dedi.” (Tâhâ 20:49-50)

  1. El-Bedî’ (البديع)
  • Anlamı: Emsalsiz, numunesiz, harika bir surette yaratan. Kâinatı başka bir örnek olmaksızın, eşsiz bir sanatla icat eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eşsiz Yaratıcı):

“O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı hâlde nasıl çocuğu olabilir? Hâlbuki O, her şeyi yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilendir.” (En’âm 6:101)

Bu isimler, hayat, ölüm ve mülkün yegâne sahibinin kim olduğunu bizlere tasvir eder.

  1. El-Muhyî (المحيي)
  • Anlamı: Hayat veren, canlandıran. Cansızlara hayatı bahşeden ve ölüleri (ahirette) dirilten.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hayat Verme Fiili):

“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:28)

  1. El-Mümît (المميت)
  • Anlamı: Hayatı alan, ölümü yaratan. Eceli gelen mahlukatın hayatını sona erdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir (el-Muhyî) ve öldürür (el-Mümît). Öyleyse Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.'” (A’râf 7:158)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ölümü Yaratması):

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67:2)

  1. El-Bâis (الباعث)
  • Anlamı: Öldükten sonra (haşirde) tekrar dirilten, kabirlerden çıkaran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ve şüphesiz Allah, kabirlerdeki kimseleri diriltecektir (yeb’asü).” (Hac 22:7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Diriltmenin İsbatı):

“Kendi yaratılışını unutup bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken bu kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:78-79)

  1. Mâlikü’l-Mülk (مالك الملك)
  • Anlamı: Mülkün ebedî ve yegâne sahibi. Mülkünde (kâinatta) dilediği gibi tasarruf eden, O’nun hükmüne kimsenin müdahale edemeyeceği.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükümranlığın Sahibi):

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Diriltir, öldürür. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Hadîd 57:2)

  1. Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm (ذو الجلال والإكرام)
  • Anlamı: Hem Celâl (azamet, büyüklük, heybet) hem de İkrâm (kerem, lütuf, cömertlik) sahibi. Hem heybetiyle nazar edilen hem de ikramıyla umulan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücedir.” (Rahmân 55:78)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bâkî Kalan Yüzü):

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (Rahmân 55:26-27)

  1. El-Kâbıd (القابض)
  2. El-Bâsıt (الباسط)
  • Anlamları:
    • El-Kâbıd: Sıkan, daraltan. Hikmetiyle rızkı daraltan; ruhları (ölüm anında) kabzeden.
    • El-Bâsıt: Açan, genişleten. Lütfuyla rızkı genişleten; rahmetini yayan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği- Fiil olarak):

“Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da ona kat kat karşılık versin! Allah, (rızkı) daraltır (yakbidu) ve genişletir (yebsutu). Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:245)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Daraltma ve Genişletme Fiili):

“De ki: ‘Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.'” (Sebe’ 34:36)

  1. El-Muhît (المحيط)
  • Anlamı: İlmi ve kudretiyle her şeyi kuşatan. Hiçbir şeyin O’nun hâkimiyetinin ve ilminin dışında kalamadığı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır (Muhît).” (Nisâ 4:126)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kuşatmanın İsbatı):

“İyi bilin ki, onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki, O, her şeyi kuşatandır.” (Fussilet 41:54)

  1. El-Vâris (الوارث)
  • Anlamı: Vâris olan. Bütün mülk sahipleri ve mahlukat fena bulduktan sonra, mülkün tek ve ebedî sahibi olarak bâkî kalan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vârislerin En Hayırlısı):

“Zekeriyya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine, ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın’ diye dua etmişti.” (Enbiyâ 21:89)

  1. El-Kâfî (الكافي)
  • Anlamı: Kâfi gelen, yeten. Kullarına hidayet, yardım ve rızık olarak kâfi gelen. Kendisine tevekkül edenlere yeten.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yetme / Vekillik):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

  1. El-Mukît (المقيت)
  • Anlamı: Her mahlukatın rızkını (gerekli gıdasını) yaratan, bilen ve ulaştıran. Aynı zamanda her şeyi gözetip koruyan, her şeye gücü yeten ve yapılanların karşılığını veren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah, her şeyin karşılığını vericidir.” (Nisâ 4:85)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızık Verme Ciheti):

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd 11:6)

  1. El-Mecîd (المجيد)
  • Anlamı: Şanı, şerefi ve kadri pek yüce olan. Fiilleri ve ihsanları güzel ve övgüye lâyık olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir.” (Burûc 85:14-15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hamîd ve Mecîd):

“Dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.'” (Hûd 11:73)

  1. El-Câmi’ (الجامع)
  • Anlamı: Toplayan. Mahlukatı kıyamet günü hesap için bir araya getiren. Birbirine zıt gibi görünen şeyleri bir araya getiren (mesela bedende ruh ile cesedi, hayat ile ölümü).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Rabbimiz! Şüphesiz sen, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allah, va’dinden dönmez.” (Âl-i İmrân 3:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Toplama Fiili):

“De ki: ‘Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür. Sonra sizi, hakkında şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.'” (Câsiye 45:26)

  1. Eş-Şâfî (الشافي)
  • Anlamı: Şifa veren. Maddî ve mânevî hastalıklara, dertlere şifa bahşeden yegâne merci. (Bu isim Kur’ân’da fiil ve sıfat olarak zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Fiil olarak):

(Hz. İbrahim’in (a.s.) duası): “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuarâ 26:80)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şifanın Kaynağı):

“De ki: ‘O (Kur’an), inananlar için bir hidayet ve şifadır.’ İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır (kördür). (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor.” (Fussilet 41:44)

  1. El-Karîb (القريب)
  • Anlamı: Yakın olan. İlmiyle, icabetiyle ve rahmetiyle kullarına çok yakın olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim, (duaları) hakkıyla işitendir, (onlara) çok yakındır.” (Hûd 11:61’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yakınlığın İsbatı):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

 

  1. El-Berr (البرّ)
  • Anlamı: İyiliği, lütfu ve ihsanı bol olan. Kullarına karşı son derece şefkatli ve iyilik (birr) sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz biz, bundan önce O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (el-Berr), çok merhametli (er-Rahîm) olandır.” (Tûr 52:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İyiliğin Tecellisi):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

  1. Zü’ntikâm (ذو انتقام)
  • Anlamı: İntikam sahibi. Suçluları, zâlimleri ve müstehak olanları adaletiyle cezalandıran, mazlumun hakkını alan. (Cenâb-ı Hakk’ın intikamı, şahsî bir öfke değil, mutlak adaletin tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (İbrahim 14:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Cezanın Şiddeti):

“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)

  1. El-Vâli (الوالي)
  • Anlamı: Kâinatı ve bütün işleri idare eden, yöneten (vali). Her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O’nun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri (melekler) vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardı1mcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İdare):

“Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” (Hadîd 57:5)

  1. El-Müteâlî (المتعالي)
  • Anlamı: Yüceler yücesi. Aklın tasavvur edebileceği her şeyin fevkinde (üstünde) olan. Noksanlıklardan ve mahlukata ait özelliklerden son derece münezzeh ve yüce.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik ve Azamet):

“Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer 39:67)

 

  1. El-Mu’izz (المعز)
  2. El-Müzill (المذل)
  • Anlamları:
    • El-Mu’izz: İzzet veren, şereflendiren, aziz kılan.
    • El-Müzill: Zillet veren, alçaltan, hor ve hakir kılan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin (tu’izzu), dilediğini zelil edersin (tüzillu). Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zillet ve İzzetin İsbatı):

“Allah kimi alçaltırsa (yühinillâhu), artık ona saygınlık kazandıracak (mükrime) kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hac 22:18’den bir bölüm)

  1. El-Muksit (المقسط)
  • Anlamı: Adaletle hükmeden, her işi denk ve yerli yerince yapan. Zâlimden mazlumun hakkını alan, adaletli davranan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Sıfat olarak):

“Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli (muksitîn) davrananları sever.” (Mâide 5:42)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin Emri):

“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16:90)

  1. El-Fâtır (الفاطر)
  • Anlamı: Yarıp çıkaran, yoktan var eden. Gökleri ve yeri, başka bir numune olmaksızın, ilk defa yaratan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı (Fâtır) olan, beslediği hâlde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (deni1ldi).'” (En’âm 6:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın Devamlılığı):

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan (Fâtır), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Fâtır 35:1)

 

  1. Er-Refî’ (الرفيع)
  • Anlamı: Yüce olan, dereceleri yükselten. Dostlarını ve sâlih kullarını mânevî mertebelerde yükselten.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükseltme Fiili):

“Ey iman edenler! Size ‘Meclislerde yer açın’ denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size ‘Kalkın’ denildiği zaman da kalkın ki, Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58:11)

  1. El-Muhsî (المحصي)
  • Anlamı: Sayan, tespit eden. Kâinattaki hiçbir şeyin, zerre kadar dahi olsa, ilminin ve hesabının dışında kalmadığı, her şeyi eksiksiz sayan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) sayıp yazmışızdır (ahseynâhu).” (Yâsîn 36:12)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Saymanın Keyfiyeti):

“Andolsun, O, onların hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır (addehum adden).” (Meryem 19:94)

  1. El-Mübdi’ (المبدئ)
  2. El-Mu’îd (المعيد)
  • Anlamları:
    • El-Mübdi’: İlk defa, örneksiz yaratan; yaratılışı başlatan.
    • El-Mu’îd: Yaratmayı iade eden; öldürdükten sonra tekrar dirilten.
  • İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Allah’a ortak koştuklarınız arasında, (birini) ilk defa yaratan, sonra da (kıyamette) onu tekrar diriltecek olan var mı?’ De ki: ‘Allah, ilk defa yaratır (yebdeu) ve onu tekrar diriltir (yu’îduhu). O hâlde nasıl oluyor da (haktan) döndürülüyorsunuz?'” (Yûnus 10:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İade Etmenin İsbatı):

“Gökleri yazılı kâğıt tomarını dürer gibi düreceğimiz günü düşün. Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl yaptıysak (bede’nâ), onu tekrar yapacağız. (Bu,) bizim üzerimize aldığımız bir vaaddir. Biz (vaadimizi) mutlaka yaparız.” (Enbiyâ 21:104)

 

  1. El-Bâkî (الباقي)
  • Anlamı: Bâkî olan, varlığı ebedî olan. Her şey fena bulduktan (yok olduktan) sonra varlığı devam eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (Rahmân 55:26-27)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bâkî Kalan Tek Zât):

“Sen, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28:88)

  1. Ed-Dârr (الضارّ)
  2. En-Nâfi’ (النافع)
  • Anlamları:
    • Ed-Dârr: Zarar veren. Hikmeti icabı, dilediğine (imtihan veya ceza olarak) zarar, darlık ve musibet veren.
    • En-Nâfi’: Menfaat veren. Lütfuyla dilediğine fayda, hayır ve menfaat ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsimlerin masdar/fiil olarak zikredildiği):

“Geride kalan bedevîler sana, ‘Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. Allah’tan bizim için af dile’ diyecekler. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: ‘Eğer Allah size bir zarar (darren) dilerse, yahut bir yarar (nef’an) dilerse, O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.'” (Fetih 48:11)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zarar ve Menfaatin Tek Sahibi):

“De ki: ‘Ben (kendi kendime), Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda (nef’an) elde etmeye, ne de bir zarardan (darren) kurtulmaya güç yetirebilirim. Eğer gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.'” (A’râf 7:188)

  1. El-Mugnî (المغني)
  • Anlamı: Zengin kılan, iğnâ eden. Dilediği kulunu zengin (ganî) kılan, ihtiyaçtan kurtaran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz O, zengin eden (agnâ) ve sermaye veren (aknâ) O’dur.” (Necm 53:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İğnâ Etme Fiili):

“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi (fe-agnâ)?” (Duhâ 93:8)

 

  1. El-Mevlâ (المولى)
  • Anlamı: Efendi, dost, koruyup himaye eden. Mü’minlerin işlerini üzerine alan, onlara yardım eden yegâne sığınak.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Velî / Dost):

“Sizin velîniz (dostunuz), ancak Allah’tır, O’nun Peygamberidir, bir de Allah’ın emrine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Mâide 5:55)

  1. En-Nasîr (النصير)
  • Anlamı: Çok yardım eden, yardımıyla zafere ulaştıran. Kendisine sığınanları zahiri ve derûnî tehlikelere karşı koruyan ve galip getiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yardım Fiili):

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder (yensurkum) ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed 47:7)

  1. El-Mukaddim (المقدم)
  2. El-Muahhir (المؤخر)
  • Anlamları:
    • El-Mukaddim: Öne alan, takdim eden. Dilediğini (hikmetiyle) mertebe, zaman veya mekân olarak öne geçiren.
    • El-Muahhir: Geriye bırakan, tehir eden (erteleyen). Dilediğini (hikmetiyle) geride bırakan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları (yüahhiruhum) belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, ne bir an geri kalabilirler (yeste’khirûne), ne de öne geçebilirler (yestakdimûn).” (Nahl 16:61)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Silme ve Bırakma İradesi):

“Allah, dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)

Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve adaletini, yani havf (korku) ve recâ (ümit) muvazenesini (dengesini) mükemmel bir surette tasvir eden ve Mü’min Sûresi’nde bir arada zikredilen dört mühim sıfat/isim üzerinde duracağız:

  1. Gâfiru’z-Zenb (غافر الذنب)
  2. Kâbilu’t-Tevb (قابل التوب)
  3. Şedîdü’l-Ikâb (شديد العقاب)
  4. Zü’t-Tavl (ذو الطول)
  • Anlamları:
    • Gâfiru’z-Zenb: Günahı bağışlayan. (El-Gafûr ve El-Gaffâr isimlerinin tecellisidir).
    • Kâbilu’t-Tevb: Tövbeyi kabul eden. (Et-Tevvâb isminin tecellisidir).
    • Şedîdü’l-Ikâb: Azabı/cezası çetin (şiddetli) olan. (El-Kahhâr ve Zü’ntikâm isimlerinin tecellisidir).
    • Zü’t-Tavl: Lütuf, kerem ve ihsan sahibi; nimeti bol ve devamlı olan. (El-Vehhâb ve El-Kerîm isimlerinin tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin bir arada zikredildiği):

“O, günahı bağışlayan (Gâfiri’z-Zenb), tövbeyi kabul eden (Kâbili’t-Tevb), azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)

  • Muradifleri / Manayı Teyit Eden Ayetler:
    • (Gâfiru’z-Zenb için):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)

    • (Kâbilu’t-Tevb için):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

    • (Şedîdü’l-İkâb için):

“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)

    • (Zü’t-Tavl için):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

 

  1. El-EkreM (الأكرم)
  • Anlamı: En cömert, keremi en bol olan. Şerefin ve lütfun zirvesi. (El-Kerîm isminin mübalağalı (en üstün) halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Oku! Rabbin en cömert olandır (el-Ekrem). O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak 96:3-5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Cömertlik):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert (el-Kerîm) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  1. El-Hâfıd (الخافض)
  2. Er-Râfi’ (الرافع)
  • Anlamları:
    • El-Hâfıd: Alçaltan. Kibirli ve âsi olanları (hikmetiyle) zillete düşüren.
    • Er-Râfi’: Yükselten. İman ve itaat ehli kullarını (lütfuyla) derecelerde yükselten.
  • İlgili Ayet (İsimlerin sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı, dağlar paramparça olup, dağılıp toz duman hâline geldiği zaman, işte o gün olan olmuş (kıyamet kopmuş)tur. O, (kâfirleri) alçaltıcı (Hâfıda), (mü’minleri) yükselticidir (Râfi’a).” (Vâkıa 56:1-6’dan mana ile 3. ayet)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alçaltma ve Yükseltme Fiili):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin (tu’izzu), dilediğini zelil edersin (tüzillu)…'” (Âl-i İmrân 3:26)

  1. El-Mennân (المنان)
  • Anlamı: İhsan ve lütufları çok bol olan, karşılıksız ve başa kakmadan bolca nimet veren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta (menne) bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân 3:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Karşılıksız İhsan / Vehhâb):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)

  1. Hayru’r-Râzikîn (خَيْرُ الرَّازِقِينَ)
  • Anlamı: Rızık verenlerin en hayırlısı. Rızkı en güzel, en bol ve en hikmetli şekilde yaratan ve ulaştıran. (Er-Rezzâk isminin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hani Havârîler, ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. İsa da, ‘Eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının’ demişti… Meryem oğlu İsa, ‘Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (Hayru’r-Râzikîn)’ dedi.” (Mâide 5:112, 114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Rızık Veren):

“Şüphesiz ki rızık veren (er-Rezzâk), O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

Cenâb-ı Hakk’ın fiillerindeki kemâli ve hayrı ifade eden bazı cihan şümul sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Ahsenü’l-Hâlikîn (أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ)
  • Anlamı: Yaratanların en güzeli. Yaratma fiilini en mükemmel, en sanatlı, en hikmetli ve en estetik surette icra eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sonra o nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan) hâline getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Yapı):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

  1. Hayru’l-Hâkimîn (خَيْرُ الْحَاكِمِينَ)
  • Anlamı: Hâkimlerin / Hüküm verenlerin en hayırlısı. Mutlak adaletle, en doğru ve en hikmetli kararı veren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus 10:109)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hükmün Hikmeti):

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi (Ahkemü’l-Hâkimîn) değil midir?” (Tîn 95:8)

  1. Hayru’l-Fâsılîn (خَيْرُ الْفَاصِلِينَ)
  • Anlamı: (Hak ile batılı) Ayıranların / Hüküm verenlerin en hayırlısı. Kıyamet günü, mahlukat arasındaki ihtilafları mutlak adaletle ayırt edip sonuca bağlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı anlatır ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.'” (En’âm 6:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ayırma Fiili):

“Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmedecektir.” (Secde 32:25)

  1. Ehlü’t-Takvâ ve Ehlü’l-Mağfireh (أَهْلُ التَّقْوَىٰ وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ)
  • Anlamı: Kendisinden sakınılmaya (takvâ) en lâyık olan ve (buna rağmen) bağışlamaya (mağfiret) yegâne ehil olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Bununla beraber, Allah dilemedikçe öğüt almazlar. O, kendisinden korkulmaya (takvâya) lâyık olandır, bağışlamaya (mağfirete) ehil olandır.” (Müddessir 74:56)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Takvâ ve Mağfiret Bağlantısı):

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır (Azîzun Gafûr).” (Fâtır 35:28)

 

  1. El-Kâhir (القاهر)
  • Anlamı: Kahreden, mutlak galip gelen. Kullarının üstünde tam bir hâkimiyet sahibi olan. İradesine hiçbir şeyin karşı koyamadığı. (Bu isim, El-Kahhâr isminin (mübalağa sigası) kökü olup, kudretin devamlılığına ve mutlak galebesine işaret eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kahhâr olarak):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen (el-Vâhidü’l-Kahhâr) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

  1. Sâri’u’l-Hisâb (سريع الحساب)
  • Anlamı: Hesabı çok çabuk gören. Bütün mahlukatın hayat boyu yaptığı amellerin hesabını, tek bir anda, en süratli ve en adil şekilde gören.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min 40:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesap görücü / Hasîb):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

  1. El-Vâcid (الواجد)
  • Anlamı: Bulan. Dilediğini dilediği anda bulan, ilmiyle her şeyi tespit eden. Aynı zamanda (El-Ganî gibi) varlıklı, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Seni yetim bulup (fe-vecede) barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş bulup (fe-vecede) doğru yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç içinde bulup (fe-vecede) da zengin etmedi mi?” (Duhâ 93:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhtiyaçsızlık / Ganî):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganî), övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35:15)

  1. El-Mâni’ (المانع)
  • Anlamı: Men eden, engel olan. Hikmeti icabı, dilediği şeyin gerçekleşmesine mâni olan. Veya dilediği kişiyi (koruma maksatlı) kötülüklerden men eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (mumsike) yoktur. Neyi de tutarsa (yumsik), bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Men etme / Alma):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın (tenzi’u)…'” (Âl-i İmrân 3:26’dan bir bölüm)

 

  1. El-Muntekim (المنتقم)
  • Anlamı: İntikam alan. Suçluları, zâlimleri ve müstehak olanları adaletiyle cezalandıran. (Bu, Cenâb-ı Hakk’ın Zü’ntikâm (intikam sahibi) isminin fiilî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Kim, Rabbinin âyetleriyle öğüt verildikten sonra onlardan yüz çevirirse, (bilsin ki) biz, suçlulardan intikam alıcıyız (müntekimûn).” (Secde 32:22)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’ntikâm):

“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (İbrahim 14:47)

  1. Mâliki Yevmi’d-Dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ)
  • Anlamı: Din (Hesap ve Ceza) Gününün Mâliki (Sahibi). O gün geldiğinde, mülkün ve hükmün yegâne sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâlikidir.” (Fâtiha 1:4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (O Günün Tek Hâkimi):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. Kâşifu’d-Durr (كَاشِفُ الضُّرِّ)
  • Anlamı: Sıkıntıyı (Zararı) Gideren. Kullarından belayı, musibeti ve darlığı kaldıran yegâne merci.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa (bi-durrin), onu yine O’ndan başka giderecek (kâşife) yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, (bunu da kimse engelleyemez). Şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (En’âm 6:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sıkıntıyı Giderme):

“(Müşrikler) denizde bir sıkıntıya düştüklerinde, O’ndan başka bütün taptıkları (gözlerinden) kaybolur. (Allah) onları karaya çıkararak kurtarınca da yüz çevirirler. Zaten insan çok nankördür.” (İsrâ 17:67)

  1. El-Gâlib (الْغَالِبُ)
  • Anlamı: Galip olan. İradesini her durumda yürüten, emrine karşı konulamayan, mutlak üstün.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Mısır’da onu satın alan adam, karısına, ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece biz, Yûsuf’u o ülkeye yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğrettik. Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Galibiyetin İsbatı):

“Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)

Cenâb-ı Hakk’ın hüküm ve rahmetindeki mutlak üstünlüğünü ve hayrını ifade eden “en hayırlı” (Hayr) ve “en hikmetli” (Ahkem) sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Ahkemü’l-Hâkimîn (أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ)
  • Anlamı: Hükmedenlerin en hikmetlisi. Mutlak adalet sahibi, hükmü en doğru, en şaşmaz ve en hikmetli olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi değil midir?” (Tîn 95:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hüküm Sahibi / El-Hakem):

“De ki: ‘Size kitabı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indiren O iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (En’âm 6:114)

  1. Hayru’l-Fâtihîn (خَيْرُ الْفَاتِحِينَ)
  • Anlamı: Hüküm verenlerin / (Hayır kapılarını) açanların en hayırlısı. Hak ile bâtıl arasında en âdil ve en net hükmü veren. (El-Fettâh isminin bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Eğer Allah bizi ondan (dininizden) kurtardıktan sonra sizin dininize dönersek, Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe, ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.” (A’râf 7:89)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):

“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)

  1. Hayru’l-Gâfirîn (خَيْرُ الْغَافِرِينَ)
  • Anlamı: Bağışlayanların en hayırlısı. Affı en geniş, mağfireti en kâmil olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Mûsâ, kavmi için içlerinden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca Mûsâ, dedi ki: ‘Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla, bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.'” (A’râf 7:155)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Gafûr):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Zümer 39:53)

  1. Hayru’r-Râhimîn (خَيْرُ الرَّاحِمِينَ)
  • Anlamı: Merhamet edenlerin en hayırlısı. Rahmeti en derûnî, en cihan şümul ve en kâmil olan. (Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimlerinin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Rabbim! Bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!'” (Mü’minûn 23:118)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“Bize, bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik.’ Allah, şöyle dedi: ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.'” (A’râf 7:156)

 

  1. Hayru’l-Münzilîn (خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ)
  • Anlamı: İndirenlerin / Konuklayanların en hayırlısı. Gökten rahmet ve bereket indiren; kullarını en güzel mekânlara yerleştiren ve onlara en güzel surette ikramda bulunan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ve de ki: ‘Rabbim! Beni mübarek bir yere kondur. Sen konuklayanların en hayırlısısın.'” (Mü’minûn 23:29)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İkram ve Yerleştirme):

“Andolsun, biz İsrailoğulları’nı güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü ayrılığa düşmüş oldukları şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” (Yûnus 10:93)

  1. Hayru’n-Nâsırîn (خَيْرُ النَّاصِرِينَ)
  • Anlamı: Yardım edenlerin en hayırlısı. Yardımı en kâmil, en tesirli ve en hikmetli olan. (En-Nasîr isminin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Senin için Allah’tan başka ne bir dost (velî), ne de bir yardımcı (nasîr) vardır. Bilakis, Allah senin Mevlâ’ndır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:150’den mana ile)

    • Daha net bir iktibas: “Hayır! Mevlâ’nız Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:150)
  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nasîr olarak):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)

  1. El-Akreb (الأَقْرَبُ)
  • Anlamı: En yakın. Kullarına şah damarlarından daha yakın olan; ilmi, kudreti ve icabetiyle her şeyi ihata eden. (El-Karîb isminin mübalağalı (en üstün) halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat/fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız (akreb).” (Kâf 50:16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Karîb):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-E’lâ (الْأَعْلَى)
  • Anlamı: En Yüce. Mutlak ve en üstün yücelik sahibi. (El-Alî ve El-Müteâlî isimlerinin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Yüce (el-E’lâ) Rabbinin adını tesbih et.” (A’lâ 87:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Alî / El-Kebîr):

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir (el-Alî), büyüktür (el-Azîm).” (Şûrâ 42:4)

 

  1. El-Mubîn (المبين)
  • Anlamı: Apaçık olan, hakikati beyan eden. Varlığı ve birliği zahiri delillerle açık olan; kullarına hakkı ve bâtılı tasvir edip açıklayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- El-Hakku’l-Mubîn):

“O gün Allah, onlara hak ettikleri cezayı tastamam verecek ve onlar, Allah’ın apaçık gerçek (el-Hakku’l-Mubîn) olduğunu bileceklerdir.” (Nûr 24:25)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beyan Etme Fiili):

“Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar (yübeyyinu) ki akıl erdiresiniz.” (Bakara 2:242)

  1. El-Hafiyy (الحفيّ)
  • Anlamı: Lütufkâr, ikramı bol, (kullarına) çok nâzik ve lütuf ile muamele eden. (El-Latîf ismine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(İbrahim) şöyle dedi: ‘Esen kal. Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, bana karşı çok lütufkârdır (Hafiyyen).'” (Meryem 19:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Latîf):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır (Latîf), dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

  1. El-Kefîl (الكفيل)
  • Anlamı: Kefil olan, her şeyi himayesine alan ve yürüten. Kullarının işlerini üzerine alan ve onlara kâfi gelen. (El-Vekîl ve El-Kâfî isimlerine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil tutarak (Kefîlen) sağlamlaştırdıktan sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16:91)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kâfî):

“Allah, kuluna kâfi (bi-kâfin) değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)

  1. Şedîdü’l-Mihâl (شَدِيدُ الْمِحَالِ)
  • Anlamı: Yakalaması, (kâfirlere karşı) tuzağı ve cezalandırması çok çetin (şiddetli) olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gök gürültüsü O’nu hamd ile, melekler de O’na olan korkularından dolayı tesbih ederler. O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele ediyorlar. Hâlbuki O, azabı çok şiddetli (Şedîdü’l-Mihâl) olandır.” (Ra’d 13:13)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tuzak Kuranların Hayırlısı):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve rahmetinin genişliğini tasvir eden “Zü” (Sahibi) ve “Rabb” (İdarecisi) sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Zü’r-Rahme (ذُو الرَّحْمَةِ)
  • Anlamı: Rahmet Sahibi. Rahmeti cihan şümul olan, merhametin kaynağı ve yegâne sahibi. (Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimlerinin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Rabbin, zengindir (el-Ganî), rahmet sahibidir (Zü’r-Rahme). Dilerse sizi yok eder ve sizden sonra yerinize dilediğini getirir; tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi.” (En’âm 6:133)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)

  1. Zü’l-Arş (ذُو الْعَرْشِ)
  • Anlamı: Arş’ın Sahibi. Bütün kâinatı, mülkü ve hâkimiyeti nazarı altında tutan, en yüce makamın (Arş’ın) sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arş’a İstivâ):

“O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ 20:5)

  1. Zü’l-Me’âric (ذِي الْمَعَارِجِ)
  • Anlamı: Yükselme Derecelerinin / Yollarının Sahibi. Meleklerin ve mânevî mertebelerin yükseldiği makamların sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Yükselme yollarının (derecelerinin) sahibi olan Allah katındandır.” (Me’âric 70:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükselme Fiili):

“…O’na ancak güzel sözler yükselir (tövbe, tesbih, zikir ve dua). Salih ameli de O yükseltir. Kötülükleri tuzak olarak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Onların tuzağı boşa çıkar.” (Fâtır 35:10’dan bir bölüm)

  1. Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağrib (رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ)
  • Anlamı: Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi. Bütün cihetlerin (yönlerin) ve mülkün yegâne idarecisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(O) doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin.” (Müzzemmil 73:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkün Sahibi):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasındaki derûnî sanatını ve sözündeki mutlak hakikati tasvir eden bazı sıfatlar üzerinde duracağız.

  1. Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ (فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَىٰ)
  • Anlamı: Taneyi ve çekirdeği (yarıp) filizlendiren. En katı, en cansız görünen tohumların içinden hayatı çıkaran, yaratılıştaki kudretini en ince teferruatta gösteren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O hâlde (haktan) nasıl dönüyorsunuz?” (En’âm 6:95)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratılış Sanatı):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  1. Fâliku’l-Isbâh (فَالِقُ الْإِصْبَاحِ)
  • Anlamı: Sabahı (karanlığı) yarıp çıkaran. Gecenin karanlığından aydınlığı, yani hayatı ve bereketi çıkaran; mahlukatın hayat nizamını kuran.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gece ve Gündüzün İdaresi):

“O, geceyi gündüze (onun vaktinden alarak) katar, gündüzü de geceye (onun vaktinden alarak) katar. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fâtır 35:13)

  1. Es-Sâdık (الصَّادِقُ)
  • Anlamı: Sözü ve vaadi doğru olan, mutlak sadakat sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Allah doğru söylemiştir (Sadakallâhu). Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.'” (Âl-i İmrân 3:95)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sözün Hak Oluşu):

“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisâ 4:87’den bir bölüm)

  1. Rabbu’ş-Şi’râ (رَبُّ الشِّعْرَىٰ)
  • Anlamı: Şi’râ’nın Rabbi. (Şi’râ, cahiliye Araplarının taptığı parlak bir yıldızdır). Bu isim, Cenâb-ı Hakk’ın sadece cihan şümul (evrensel) değil, aynı zamanda insanların ilahlaştırdığı tekil varlıkların dahi Rabbi ve Yaratıcısı olduğunu isbat eder.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Doğrusu O, Şi’râ’nın da Rabbidir.” (Necm 53:49)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratıcının Tekliği):

“Onlara, ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ diye sor. ‘Allah’tır’ de. De ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine bile ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip olan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?’ Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, mutlak güç sahibidir.'” (Ra’d 13:16)

Cenâb-ı Hakk’ın ilminin ve mülkünün kuşatıcılığını (ihata) tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Âlimu’l-Gaybi ve’ş-Şehâdeh (عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ)
  • Anlamı: Gizliyi (gaybı) ve açığı (şehâdeti) bilen. Mahlukatın nazarından saklı olan derûnî hakikatleri de onların zahiri olarak müşahede ettiği âlemi de eksiksiz bilen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tegâbün 64:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Kuşatıcılığı):

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6:59)

  1. Allâmu’l-Guyûb (عَلَّامُ الْغُيُوبِ)
  • Anlamı: Gaybları (bütün gizlilikleri) en mükemmel surette, tekrar tekrar ve mübalağalı bir şekilde bilen. (Âlim’den daha kuvvetli bir manayı ihtiva eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayıp ‘Size ne cevap verildi?’ buyurduğu zaman, onlar, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen (Allâmu’l-Guyûb) ancak sensin’ derler.” (Mâide 5:109)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sırları Bilen):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. Hayru’l-Vârisîn (خَيْرُ الْوَارِثِينَ)
  • Anlamı: Vârislerin en hayırlısı. Mülk el değiştirdikten ve her şey fena bulduktan sonra, mülkün asıl ve ebedî sahibi. (El-Vâris isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Zekeriyya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine, ‘Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın’ diye dua etmişti.” (Enbiyâ 21:89)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâris):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

  1. Rabbu Külli Şey’ (رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ)
  • Anlamı: Her şeyin Rabbi (Efendisi ve İdarecisi). Varlık âleminde ne varsa hepsinin tek terbiye edicisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?’ Herkesin kazandığı ancak kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (En’âm 6:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rabbu’l-Âlemîn):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

Kur’ân-ı Kerîm’in son sûrelerinde (Muavvizeteyn) zikredilen ve sığınmanın (istiâze) temellerini tasvir eden mühim isimler/sıfatlar üzerinde duracağız.

  1. Rabbu’l-Felak (رَبُّ الْفَلَقِ)
  • Anlamı: Felak’ın (Sabahın/Yarılışın) Rabbi. Bütün mahlukatı yokluk karanlığından yarıp hayata çıkaran; sabahı geceden yarıp çıkaran mutlak idareci.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım; yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden; düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden!'” (Felak 113:1-5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yarıp Çıkaran / Fâlık):

“O, sabahı yarıp çıkarandır (Fâliku’l-Isbâh). Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

(Aşağıdaki üç isim/sıfat, Nâs Sûresi’nde sığınmanın üç temel direği olarak (Rubûbiyet, Mülk ve Ulûhiyet) zikredilmiştir.)

  1. Rabbu’n-Nâs (رَبُّ النَّاسِ)
  2. Meliki’n-Nâs (مَلِكِ النَّاسِ)
  3. İlâhi’n-Nâs (إِلَٰهِ النَّاسِ)
  • Anlamları:
    • Rabbu’n-Nâs: İnsanların Rabbi (Onları terbiye eden, idare eden, ihtiyaçlarını gideren).
    • Meliki’n-Nâs: İnsanların Meliki (Mutlak hükümdarı, yegâne sahibi).
    • İlâhi’n-Nâs: İnsanların İlâhı (Yegâne mâbudu, ibadet edilmeye lâyık olanı).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘İnsanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım; o sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).'” (Nâs 114:1-6)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Melik ve İlâh):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh (İlâh) bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

 

  1. Erhamu’r-Râhimîn (أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ)
  • Anlamı: Merhamet edenlerin en merhametlisi. Rahmetin en yüce, en derûnî ve en kâmil mertebesine sahip olan. (Hayru’r-Râhimîn ismine manaca çok yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.'” (Yûsuf 12:64)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Genişliği):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)

  1. Hayru’l-Mâkirîn (خَيْرُ الْمَاكِرِينَ)
  • Anlamı: Tuzak kuranların en hayırlısı. Kâfirlerin ve zâlimlerin hilelerini, tuzaklarını boşa çıkaran ve onların tuzaklarına karşı en âdil ve en hikmetli mukabelede (planda) bulunan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tuzakların Şiddeti / Mihâl):

“…Hâlbuki O, azabı çok şiddetli (Şedîdü’l-Mihâl) olandır.” (Ra’d 13:13’ten bir bölüm)

  1. Rabbu’l-Arşi’l-Azîm (رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ)
  • Anlamı: Büyük Arş’ın Rabbi. Bütün kâinatın idare merkezi olan o azametli Arş’ın yegâne sahibi ve idarecisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir.'” (Tevbe 9:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’l-Arş):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah)…” (Mü’min 40:15’ten bir bölüm)

  1. Fe’âlun limâ yurîd (فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ)
  • Anlamı: Dilediğini (mübalağa ile, eksiksiz) yapan. İradesi mutlak olan, dilediği her şeyi hiçbir engele takılmadan, tam istediği gibi yapan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir. Dilediğini mutlak yapandır.” (Burûc 85:14-16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin (Rabliğinin) hususi tecellîleri ve adaleti üzerinde duracağız.

  1. Rabbu’s-Semâvâti ve’l-Ard (رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ)
  • Anlamı: Göklerin ve Yerin Rabbi. Bütün kâinatın, zahiri ve derûnî âlemlerin yegâne idarecisi, sahibi ve terbiye edicisi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ De ki: ‘Allah’tır.’ De ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine bile ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip olan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?’ Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, mutlak güç sahibidir.'” (Ra’d 13:16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Mülk):

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” (Hadîd 57:5)

  1. Rabbu’l-İzzeti (رَبُّ الْعِزَّةِ)
  • Anlamı: İzzetin Rabbi. Mutlak şeref, üstünlük ve galibiyetin kaynağı ve sahibi. (El-Azîz isminin bir teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Senin Rabbin; izzet sahibi Rab, onların vasıflandırmalarından uzaktır, münezzehtir. Peygamberlere selâm olsun. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Sâffât 37:180-182)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İzzetin Yegâne Sahibi):

“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)

  1. Rabbu’l-Beyt (رَبِّ هَٰذَا الْبَيْتِ)
  • Anlamı: Bu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbi. İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk mâbedin ve en mübarek mekânın dahi yegâne sahibi ve koruyucusu olduğunu tasvir eden hususi bir sıfat.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Öyleyse, kendilerini açlıktan doyuran ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emin Belde):

“Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut’ demişti.” (İbrahim 14:35)

  1. Serî’u’l-‘İkâb (سَرِيعُ الْعِقَابِ)
  • Anlamı: Cezalandırması Süratli Olan. Hak edenlere azabı ve cezayı (mühlet bittiğinde) süratle ulaştıran. (Serî’u’l-Hisâb ve Şedîdü’l-Ikâb ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdikleri konusunda sizi imtihan etmek için bazınızı bazınızdan derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (En’âm 6:165)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Sürati):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir (Serî’u’l-Hisâb).” (Mü’min 40:17)

 

  1. El-Muste’ân (الْمُسْتَعَانُ)
  • Anlamı: Yardımına sığınılan. Müşkülat ve darlık zamanında, yardımı istenen yegâne Zât.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gömleğinin üzerine de sahte bir kan (sürmüşler)di. (Yakup) ‘Hayır! Nefsiniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (el-Muste’ân) olan ancak Allah’tır’ dedi.” (Yûsuf 12:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yardım Dileme Fiili):

“Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz (neste’în).” (Fâtiha 1:5)

  1. Zü’l-Kuvve (ذُو الْقُوَّةِ)
  • Anlamı: Kuvvet Sahibi. Mutlak gücün, sarsılmaz kudretin sahibi. (El-Kavî ve El-Metîn isimlerinin bir bağlantı içinde teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi (Zü’l-Kuvveti’l-Metîn) olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kavî):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)

  1. Rabbu’l-Arşi’l-Kerîm (رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ)
  • Anlamı: Kerîm (Şerefli, Cömert) Arş’ın Rabbi. Bütün kâinatın idare merkezinin (Arş’ın) azametini ve keremini tasvir eden sıfat.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, şerefli ve yüce Arş’ın Rabbidir.” (Mü’minûn 23:116)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arş’ın Azameti):

“Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm).'” (Tevbe 9:129)

  1. Ni’me’l-Mevlâ (نِعْمَ الْمَوْلَىٰ)
  2. Ni’me’n-Nasîr (نِعْمَ النَّصِيرُ)
  • Anlamları: Ne güzel Mevlâ (Dost, Koruyucu, Sahip) ve ne güzel Nasîr (Yardımcı). Tevekkül edenler için en mükemmel, en hayırlı ve kâfi gelen sığınak.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Vekil):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

 

  1. Rabbu’l-Âlemîn (رَبُّ الْعَالَمِينَ)
  • Anlamı: Âlemlerin Rabbi. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün âlemlerin yegâne sahibi, idarecisi, terbiye edicisi ve mâliki. (Er-Rabb isminin en cihan şümul tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Her Şeyin Rabbi):

“De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?’ Herkesin kazandığı ancak kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (En’âm 6:164)

  1. El-Hallâk (الْخَلَّاقُ)
  • Anlamı: Yaratması mükemmel ve devamlı olan. (Mübalağa sigasıdır). Durmaksızın, en mükemmel surette yaratan. (El-Hâlık isminden daha kesif bir manayı ihtiva eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet, yeter. O, hakkıyla yaratandır (el-Hallâk), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Yâsîn 36:81)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratmanın Güzelliği / Ahsenü’l-Hâlikîn):

“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14’ten bir bölüm)

  1. El-Melîk (الْمَلِيكُ)
  • Anlamı: Mutlak Hükümdar, mülkünde tam iktidar sahibi. (El-Melik isminden daha kuvvetli bir mülk ve iktidarı tasvir eder).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir (Muktedir) bir hükümdarın (Melîk) katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Melik):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak) …” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

  1. El-Vâhidü’l-Kahhâr (الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ)
  • Anlamı: Tek ve Kahredici (Mutlak Galip) Olan. Hem birliğinde (Vâhid) yegâne olan, hem de kudretiyle her şeye galip gelen (Kahhâr). Bu iki isim Kur’ân’da sıklıkla beraber gelerek tevhidin kudretini isbat eder.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Teklik ve Hâkimiyet):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

 

  1. Zü’l-Fadli’l-Azîm (ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ)
  • Anlamı: Büyük Lütuf (Fadl) Sahibi. Kullarına olan ihsanı, cömertliği ve nimeti sonsuz olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, dilediğine rahmetini lütfeder. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütfun Tasviri):

“Allah’ın size olan lütfunu (fadl) ve rahmetini bir düşünün. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 3:103)

  1. Münzilu’l-Kitâb (مُنْزِلَ الْكِتَابِ)
  • Anlamı: Kitab’ı (Kur’ân’ı ve başka vahiyleri) indiren. Hidayetin kaynağı, vahyin sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Fiil olarak):

“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi (nezzele). O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti (enzele). O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İndirme Fiili):

“Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren (enzele) ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’a mahsustur.” (TDV Meali, Kehf 18:1)

  1. Câ’ilu’l-Leyli Sekenen (جَاعِلِ اللَّيْلِ سَكَنًا)
  • Anlamı: Geceyi Sükûnet/Dinlenme Vakti Kılan. Hayatın nizamını kuran, mahlukatın rahmeti için zamanı düzenleyen.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gecenin Hikmeti):

“O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı, gündüzü de (iş hayatı için) yayılma zamanı kılandır.” (Furkân 25:47)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Hakîm (الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak güç sahibi (Azîz) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). İzzeti hikmetsiz, hikmeti de aciz olmayan. Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin (Celâl) ve hikmetinin (Cemâl) mükemmel dengesi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz, mutlak güç sahibi (el-Azîz) ve hüküm ve hikmet sahibi (el-Hakîm) olan ancak sensin.” (Bakara 2:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hikmetin Tecellisi):

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)

  1. Es-Semî’u’l-Alîm (السَّمِيعُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve her şeyi eksiksiz bilen (Alîm). Zahiri duaları, fısıltıları işiten ve kalplerin derûnî niyetlerini bilen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin (es-Semî’), hakkıyla bilensin (el-Alîm)’ diyorlardı.” (Bakara 2:127)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitme ve Bilmenin İsbatı):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Gafûru’r-Rahîm (الْغَفُورُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve çok merhamet eden (Rahîm). Günahları (ne kadar çok olursa olsun) örten ve rahmetiyle muamele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan yemesinde) ona günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır (Gafûr), çok merhamet edendir (Rahîm).” (Bakara 2:173)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mağfiret ve Rahmet Daveti):

“De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayandır (el-Gafûr), çok merhamet edendir (er-Rahîm).'” (Zümer 39:53)

  1. Et-Tevvâbu’r-Rahîm (التَّوَّابُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Tevbeleri (tekrar tekrar) kabul eden (Tevvâb) ve çok merhamet eden (Rahîm). Kulunun dönüşünü kabul eden ve ona rahmetiyle karşılık veren.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabbine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir (et-Tevvâb), çok merhamet edendir (er-Rahîm).” (Bakara 2:37)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tevbeyi Kabul Fiili):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini, sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden (et-Tevvâb) ve çok merhamet eden (er-Rahîm) olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Alîyyü’l-Azîm (الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ)
  • Anlamı: En Yüce (Alî) ve en Büyük, en Azametli (Azîm). Yüceliği ve büyüklüğü idrak edilemez olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir (el-Alîyy), çok büyüktür (el-Azîm).” (Bakara 2:255)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik ve Azamet):

“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Câsiye 45:37)

  1. Es-Semî’u’l-Basîr (السَّمِيعُ الْبَصِيرُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve her şeyi hakkıyla gören (Basîr). Hiçbir ses O’ndan gizli kalmadığı gibi, hiçbir fiil de O’nun nazarından kaçmaz.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir (es-Semî’), hakkıyla görendir (el-Basîr).” (İsrâ 17:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İşitme ve Görmenin İsbatı):

“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin karşılıklı konuşmanızı işitir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir (Semî’), hakkıyla görendir (Basîr).” (Mücâdele 58:1)

  1. El-Latîfü’l-Habîr (اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ)
  • Anlamı: Lütfu derûnî ve gizli olan (Latîf) ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr). En gizli incelikleri bilen ve kullarına lütfunu en nâzik yollardan ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), her şeyden hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (En’âm 6:103)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bilginin Derinliği):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)

  1. El-Ganiyyü’l-Hamîd (الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ)
  • Anlamı: Hiçbir şeye muhtaç olmayan (Ganî) ve her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd). Zenginliği O’nu övgüden müstağni kılmayan, bilakis övgünün kaynağı olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Muhtaç Olmama):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Kaviyyü’l-Azîz (الْقَوِيُّ الْعَزِİZُ)
  • Anlamı: Mutlak kuvvet sahibi (Kavî) ve mutlak galip, şeref sahibi (Azîz). Gücü mağlup edilemeyen, izzeti de asla acziyet göstermeyen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudretin İsbatı):

“Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)

  1. El-Afûvvu’l-Gafûr (الْعَفُوُّ الْغَفُورُ)
  • Anlamı: Günahları kökünden silen (Afûvv) ve onları örten, bağışlayan (Gafûr). (Afûvv, mağfiretten daha ileri bir mertebedir; günahın izini dahi silmeyi ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“İşte böyle. Her kim kendisine yapılan haksızlığın misliyle karşılık verir de sonra yine zulme uğrarsa, Allah ona mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah, çok affedicidir (le-Afûvvun), çok bağışlayıcıdır (Gafûr).” (Hac 22:60)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Affetme Fiili):

“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden (ya’fû) ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)

  1. Eş-Şekûru’l-Halîm (الشَّكُورُ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Az amele çok karşılık veren (Şekûr) ve cezada acele etmeyen, mühlet veren (Halîm). İhsanı bol, hilmi cihan şümul olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir (Şekûr), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Tegâbün 64:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Ganiyyü’l-Kerîm (الْغَنِيُّ الْكَرِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak zengin (Ganî) ve son derece cömert (Kerîm). Mahlukatına muhtaç olmadığı halde, sırf kereminden ve lütfundan dolayı hayatı ve nimetleri ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“…Rabbim bana şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemektedir. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir (Ganî), çok cömerttir (Kerîm).” (Neml 27:40’tan bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zenginlik ve Cömertliğin Bağlantısı):

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Hayy (الْحَيُّ) / 180. El-Kayyûm (الْقَيُّومُ)
  • Anlamı: Diri, hayatı ezelî ve ebedî olan (Hayy) ve Zâtı ile kaim olup (kimseye muhtaç olmayan), mahlukatı varlıkta tutan (Kayyûm). Bu iki isim (İsm-i A’zam olarak da rivayet edilir) hayatın ve varlığın yegâne kaynağı olduğunu isbat eder.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek olan kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, çok yücedir (el-Alîyy), çok büyüktür (el-Azîm).” (Bakara 2:255)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“Bütün yüzler, diri (el-Hayy) ve her şeye hâkim olan (el-Kayyûm) Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ 20:111)

  1. El-Azîzü’r-Rahîm (الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (hususiyetle mü’minlere) çok merhamet eden (Rahîm). İzzeti rahmetine, rahmeti de izzetine mâni olmayan. (Şuarâ Sûresi’nde sıkça tekrar edilir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbin, evet O, mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok merhametlidir (er-Rahîm).” (Şuarâ 26:68)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir (Rahîm). (Ahzâb 33:43) … (Azîz için) Allah, ‘Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir (Kavî), mutlak güç sahibidir (Azîz).” (Mücâdele 58:21)

  1. El-Alîyyü’l-Kebîr (الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ)
  • Anlamı: En Yüce (Alî) ve en Büyük (Kebîr). Zâtı ve sıfatları nazarında her şeyin küçük ve hakir kaldığı mutlak yücelik sahibi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“İşte böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, yücedir (el-Alîyy), büyüktür (el-Kebîr).” (Hac 22:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alî / Müteâlî):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)

  1. El-Berru’r-Rahîm (الْبَرُّ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: İyiliği, lütfu ve ihsanı bol olan (Berr) ve çok merhamet eden (Rahîm). Kullarına karşı muamelesi daima lütuf ve merhamet üzeredir.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz biz, bundan önce O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (el-Berr), çok merhametli (er-Rahîm) olandır.” (Tûr 52:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütuf ve Rahmet / Latîf):

“Allah, kullarına çok lütufkârdır (Latîf), dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Şûrâ 42:19)

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Gaffâr (الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) çok bağışlayan (Gaffâr). Kudreti sonsuz olduğu halde, isyan edenlere karşı dahi mağfireti bol olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Mağfiret):

“(O,) göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin edendir. …Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Fâtır 35:28’den bir bölüm)

  1. El-Hallâku’l-Alîm (الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi mükemmel ve devamlı yaratan (Hallâk) ve yarattığının her teferruatını bilen (Alîm). Yaratması ilim iledir.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbin, hakkıyla yaratandır (el-Hallâk), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Hicr 15:86)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yaratma ve Bilme):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)

  1. El-Melikü’l-Hakk (الْمَلِكُ الْحَقُّ)
  • Anlamı: Gerçek Hükümdar (Melik) ve varlığı mutlak gerçek olan (Hakk). Mülkü ve hâkimiyeti hakiki ve ebedî olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Gerçek hükümdar olan Allah (el-Melikü’l-Hakk) yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. ‘Rabbim! İlmimi arttır’ de.” (Tâhâ 20:114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hakikat ve Mülk):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. Er-Raûfu’r-Rahîm (الرَّءُوفُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Çok şefkatli (Raûf) ve çok merhametli (Rahîm). Şefkati (Re’fet) ve merhameti sonsuz olan. (Raûf, Rahîm’den daha derûnî bir şefkati ifade eder).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Andolsun Allah, Peygamberin, muhacirlerin ve ensarın üzerine tövbelerini kabul etti. Onlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, zorluk anında ona uyanlara acıdı da (sonra) onların tövbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara karşı çok şefkatlidir (Raûf), çok merhametlidir (Rahîm).” (Tevbe 9:117)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Merhamet Tecellisi):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir, melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir (Rahîm).” (Ahzâb 33:43)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Afûvvü’l-Kadîr (الْعَفُوُّ الْقَدِيرُ)
  • Anlamı: Affı bol olan (Afûvv) ve her şeye gücü yeten (Kadîr). Kudreti tam olmasına, cezalandırmaya gücü yetmesine rağmen, affetmeyi ve günahları silmeyi tercih eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Eğer bir iyiliği, açıktan yapar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah, çok affedicidir (Afûvven), her şeye hakkıyla gücü yetendir (Kadîrâ).” (Nisâ 4:149)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Hilm):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Habîru’l-Basîr (الْخَبِيرُ الْبَصِيرُ)
  • Anlamı: Her şeyin derûnî yapısından haberdar olan (Habîr) ve her zahiri fiili hakkıyla gören (Basîr). O’nun nazarından hiçbir gizli ve açık fiil kaçmaz.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Sana vahyettiğimiz kitap, kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak gelen gerçektir. Şüphesiz Allah, kullarından hakkıyla haberdardır (le-Habîrun), onları hakkıyla görendir (Basîr).” (Fâtır 35:31)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Bilme ve Görmenin İsbatı):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. El-Vâsi’u’l-Alîm (الْوَاسِعُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Mülkü, rahmeti ve ihsanı geniş (Vâsi’) ve her şeyi hakkıyla bilen (Alîm). Rahmeti ilmiyle, ilmi de rahmetiyle cihan şümul olandır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlmin Genişliği):

“…Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ettik…” (A’râf 7:89’dan bir bölüm)

  1. Zû Mağfireh (ذُو مَغْفِرَةٍ)
  • Anlamı: Mağfiret Sahibi / Bağışlaması Bol Olan. Kullarının zulüm ve isyanlarına rağmen affı ve merhameti tercih eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine karşı bağışlama sahibidir (le-Zû Mağfiretin). Şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir.” (Ra’d 13:6)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Gaffâr):

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Vehhâb (الْعَزِİZُ الْوَهَّابُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) karşılıksız, bolca hibe eden (Vehhâb). İzzet sahibi olmasına rağmen ihsanı ve cömertliği sonsuz olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Yoksa, mutlak güç sahibi (el-Azîz) ve çok bağışlayan (el-Vehhâb) Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd 38:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vehhâb):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)

  1. El-Gafûru’l-Vedûd (الْغَفُورُ الْوَدُودُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve (sâlih kullarını) çok seven, sevginin kaynağı (Vedûd). Mağfireti ve sevgisi derûnî olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır (el-Gafûr), çok sevendir (el-Vedûd).” (Burûc 85:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sevginin İsbatı):

“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân 3:31)

  1. Es-Semî’u’l-Karîb (السَّمِيعُ الْقَرِيبُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla işiten (Semî’) ve (kullarına) çok yakın olan (Karîb). Duaları işiten ve icabet etmek için yakın olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘Eğer (haktan) saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete erersem, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir (Semî’), çok yakındır (Karîb).'” (Sebe’ 34:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İcabet Eden Yakınlık):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Hamîdü’l-Mecîd (الْحَمِIDُ الْمَجِيدُ)
  • Anlamı: Her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd) ve şanı, şerefi pek yüce olan (Mecîd). Övülmüşlüğü ve yüceliği Zâtına mahsus olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır (Hamîd), şanı yücedir (Mecîd).'” (Hûd 11:73)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Ganî / El-Hamîd):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)

Cenâb-ı Hakk’ın hidayet ve ihsandaki mutlak iradesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mudill (الْمُضِلُّ)
  • Anlamı: Saptıran. Adaleti ve hikmeti icabı, hidayeti istemeyip sapkınlığı tercih edenleri (kendi iradelerine binaen) saptıran. (Bu, El-Hâdî isminin celâlî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Allah, kimi de hidayete erdirirse onu da saptıracak (mudille) kimse yoktur. Allah, mutlak güç sahibi, intikam sahibi değil midir?” (Zümer 39:37)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hidayet ve Dalaletin Bağlantısı):

“Biz, her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır (yudillu), dilediğini de hidayete erdirir (yehdi). O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14:4)

  1. El-Mu’tî (الْمُعْطِي)
  • Anlamı: Veren, ihsan eden. Dilediğine dilediği nimeti bahşeden. (Bu, El-Mâni’ isminin zıddı, El-Vehhâb isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik (a’taynâke).” (Kevser 108:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İhsanın Devamlılığı):

“Rabbinin katındaki (bitip tükenmeyen) hazineler onların yanında mı? Yoksa, (her şeye) hâkim olan kendileri midir?” (Tûr 52:37)

  1. Ni’me’l-Vekîl (نِعْمَ الْوَكِilُ)
  • Anlamı: Ne güzel Vekil! Kendisine tevekkül edenlere kâfi gelen, işleri en mükemmel surette yürüten en hayırlı sığınak. (El-Vekîl isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 3:173)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kâfî):

“Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Zümer 39:36)

  1. Zû Rahmetin Vâsi’atin (ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ)
  • Anlamı: Geniş Rahmet Sahibi. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan. (Zü’r-Rahme ve El-Vâsi’ isimlerinin birleşimidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: ‘Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez.'” (En’âm 6:147)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Kuşatıcılığı):

“…Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A’râf 7:156)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve tevhidin derûnî hakikatlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Er-Rafî’u’d-Derecât (رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ)
  • Anlamı: Dereceleri Yükselten. Mutlak yücelik sahibi, Arş’ın sahibi; kullarından dilediğini (imânı ve ameli nisbetinde) mânevî mertebelerde ve hayatta yükselten. (Er-Refî’ isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir.” (Mü’min 40:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yükseltme Fiili):

“…Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin (yerfa’). Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58:11’den bir bölüm)

  1. Rabbu’l-Meşrikayn ve Rabbu’l-Mağribeyn (رَبُّ الْمَشْرِقَيْنِ وَرَبُّ الْمَغْرِبَيْنِ)
  • Anlamı: İki Doğu’nun ve İki Batı’nın Rabbi. Güneşin yaz ve kış gündönümlerindeki en zahiri doğuş ve batış noktalarının; veya Güneş ve Ay’ın doğup battığı ufukların, hâsılı cihan şümul nizamın Rabbi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahmân 55:17-18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Tekil):

“(O) doğunun da batının da Rabbidir (Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağrib). O’ndan başka ilâh yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin.” (Müzzemmil 73:9)

  1. Rabbu’l-Meşârikı ve’l-Meğârib (رَبُّ الْمَشَارِقِ وَالْمَغَارِبِ)
  • Anlamı: Doğuların ve Batıların Rabbi. Yıl boyunca güneşin doğduğu ve battığı bütün noktaların (bütün ufukların); veya tabiattaki bütün gezegen ve yıldızların doğuş ve batışlarının, yani mülkün tamamının Rabbi.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, şüphesiz bizim gücümüz yeter.” (Me’âric 70:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Mülk):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  1. El-Ehadü’s-Samed (الْأَحَدُ الصَّمَدُ)
  • Anlamı: Mutlak Tek (Ehad) ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin O’na muhtaç olduğu (Samed). Tevhidin en kâmil, en derûnî tasviri. (Bu iki isim, İhlâs Sûresi’nde tevhidin iki temel esası olarak bir arada zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir (Ehad). Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir).'” (İhlâs 112:1-2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vâhid / Kahhâr):

“De ki: ‘Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek olan, her şeye galip gelen (el-Vâhidü’l-Kahhâr) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.'” (Sâd 38:65)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Veliyyü’l-Hamîd (الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ)
  • Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve her türlü övgüye lâyık olan (Hamîd). Dostluğu ve yardımı övgüye lâyık, şânı yüce olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, (gerçek) dosttur (el-Velî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Şûrâ 42:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Velî / Ganiyy / Hamîd):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Bakara 2:257) … Allah ise her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganiyy), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Fâtır 35:15)

  1. El-Alîmü’l-Hakîm (الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). İlmi hikmetinin, hikmeti de ilminin isbatıdır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hüküm ve hikmet sahibi olan (el-Hakîm) ancak sensin.'” (Bakara 2:32)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hikmetli Yaratılış):

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bakışını çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk 67:3)

  1. El-Afûvvu’r-Raûf (الْعَفُوُّ الرَّءُوفُ)
  • Anlamı: Affı bol olan, günahları silen (Afûvv) ve çok şefkatli (Raûf). Affı ve merhameti en derûnî seviyede olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah’ın, size lütfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)?” (Nûr 24:20)

Not: Bu ayette (Raûfun Rahîm) geçmektedir. Afûvv ve Raûf için daha net bir bağlantı arayalım.

(Düzeltme: Kur’ân’da “Afûvv” ve “Raûf” isimleri bu şekilde doğrudan yanyana gelmemektedir. Ancak “Afûvv” (Hac 22:60) ve “Raûf” (Bakara 2:143) isimleri O’nun şefkat ve affının genişliğini gösterir. Birbirine en yakın mana grubu “El-Afûvvu’l-Gafûr” (Nisâ 4:99) ve “Er-Raûfu’r-Rahîm” (Tevbe 9:117) şeklindedir.)

Bu maddeyi, Kur’ân’da daha sık geçen bir ikili ile değiştirmek daha muvafık olacaktır:

  1. El-Ganiyyü’l-Halîm (الْغَنِيُّ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak zengin (Ganî) ve mühlet veren, acele etmeyen (Halîm). Kullarına muhtaç olmamasına rağmen, onların isyanlarına karşı hilm ile muamele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir (Ganî), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:263)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zenginlik ve Hilm’in Bağlantısı):

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Şüphesiz Allah, her bakımdan sınırsız zengindir (el-Ganî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd). (Lokmân 31:26) … Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. Er-Rabbü’l-Gafûr (الرَّبُّ الْغَفُورُ)
  • Anlamı: (Kullarını) Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok bağışlayan (Gafûr). Rubûbiyeti (terbiyesi), O’nun mağfiretini de ihtiva eder.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Rabbin, çok bağışlayandır (el-Gafûr), merhamet sahibidir (Zü’r-Rahme). Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptıracak olsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Hayır, onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki, o gün Allah’tan başka bir sığınak bulamayacaklardır.” (Kehf 18:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Terbiye ve Mağfiret):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz (le-Rabbunâ) çok bağışlayandır (le-Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).'” (Fâtır 35:34)

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarının kemâlini tasvir eden ve Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Melikü’l-Kuddûs (الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ)
  • Anlamı: Mutlak Hükümdar (Melik) ve her türlü noksanlıktan münezzeh (Kuddûs) olan. Mülkünde tam bir hâkimiyet sahibi ve yapısı itibariyle her türlü eksiklikten pâk olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi (el-Melik), her türlü eksiklikten münezzeh (el-Kuddûs), mutlak güç sahibi (el-Azîz), hüküm ve hikmet sahibi (el-Hakîm) olan Allah’ı tesbih eder.” (Cuma 62:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Haşr Sûresi):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (el-Kuddûs)…” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

  1. Er-Rabbü’l-A’lâ (الرَّبُّ الْأَعْلَى)
  • Anlamı: En Yüce Rab. Terbiye ve idare edicilerin en yücesi, mutlak yücelik sahibi. (Er-Rabb ve El-A’lâ isimlerinin birleşimidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Yüce (el-E’lâ) Rabbinin (Rabbike) adını tesbih et.” (A’lâ 87:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yücelik):

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yücedir (el-Alî), büyüktür (el-Azîm).” (Şûrâ 42:4)

  1. El-Alîmü’l-Kadîr (الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve her şeye gücü yeten (Kadîr). İlmi kudretini, kudreti de ilmini kuşatmıştır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Gökleri ve yeri yaratması, O’nu yormamıştır. Ölüleri diriltmeye de gücü yeter. Evet O, her şeye hakkıyla gücü yetendir (Kadîr). … Allah, her şeyi hakkıyla bilendir (Alîm).” (Ahkâf 46:33’ten mana ile)

(Daha net bir iktibas): “Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeten (Kadîr) olduğunu ve Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını (Alîm) bilesiniz diye (bunları yaratmıştır).” (Talâk 65:12’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İlim ve Kudretin İsbatı):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

  1. El-Azîzü’l-Muktedir (الْعَزِيزُ الْمُقْتَدِرُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (bu izzetiyle beraber) tam iktidar sahibi, her şeye gücü yeten (Muktedir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Onlar, âyetlerimizin tamamını yalanladılar. Biz de onları mutlak güç (Azîz) ve iktidar sahibinin (Muktedir) yakalayışıyla yakaladık.” (Kamer 54:42)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İktidarın Yeri):

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve ırmak kenarlarındadır. Muktedir (Muktedir) bir hükümdarın (Melîk) katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54:54-55)

 

  1. Hayrun Hâfizan (خَيْرٌ حَافِظًا)
  • Anlamı: Koruyanların en hayırlısı. Hıfzı (koruması) en kâmil, en muhkem (sağlam) ve en cihan şümul olan. (El-Hafîz isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).'” (Yûsuf 12:64)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hafîz):

“…Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir (Hafîz).” (Hûd 11:57’den bir bölüm)

  1. El-Vâkî (الْوَاقِي)
  • Anlamı: Koruyan, vikâye eden. Kullarını tehlikelerden, zahiri ve derûnî zararlardan ve azaptan koruyan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“O’nun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri (melekler) vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar (yahfezûnehû). Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardı1mcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11)

(Daha net bir iktibas): “…Allah’ın azabından (kurtaracak) hiçbir koruyucuları (vâkın) da yoktur…” (Ra’d 13:34’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Koruma Fiili):

“İnananları (Allah) böylece (inkârcıların eziyetlerinden) korur (yüdâfi’u).” (Hac 22:38’den bir bölüm)

  1. Şâkir (شَاكِرٌ)
  • Anlamı: Şükrün karşılığını veren, kadir bilen. Kullarının az ameline dahi lütfuyla mukabele eden, ihsanı zayi etmeyen. (Eş-Şekûr ismine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Safâ ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir (Şâkirun). O, hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:158)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eş-Şekûr):

“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir (Şekûr), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Tegâbün 64:17)

  1. Ni’me’r-Refîk (نِعْمَ الرَّفِيقُ)
  • Anlamı: Ne güzel Arkadaş (Refîk)! Dostluğu en kâmil, yoldaşlığı en hayırlı ve en vefalı olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4:69)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Velî / Ni’me’l-Mevlâ):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, nazarını ve idaresini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Kâ’imun alâ külli nefsin bimâ kesebet (قَائِمٌ عَلَىٰ كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ)
  • Anlamı: Her nefsin kazandığının (amelinin) üzerinde duran (gözeten). (El-Kayyûm, Er-Rakîb ve El-Hasîb isimlerinin fiilî bir tasviridir). Herkesin amelini eksiksiz bilen, muhafaza eden ve karşılığını hazırlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hiç, her nefsin kazandığını gözetip muhafaza eden (Allah, bunu yapamayan putlar gibi) midir? Onlar, Allah’a ortaklar koştular. De ki: ‘Onlara ad verin (nesiniz?). Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?’ Hayır, inkâr edenlere hileleri güzel gösterildi ve onlar doğru yoldan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Ra’d 13:33)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şahitlik / Eş-Şehîd):

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz (ey insanlar) ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne ondan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbinin ilmi dışında değildir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Yûnus 10:61)

  1. Muhricu’l-hayyi mine’l-meyyit ve Muhricu’l-meyyiti mine’l-hayy (مُخْرِجُ الْحَيِّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ)
  • Anlamı: Diriden ölüyü çıkaran ve ölüden diriyi çıkaran. (Canlıdan cansız yumurtayı/tohumu; cansız tohumdan hayatı çıkaran. Veya mecâzî olarak mü’minden kâfiri, kâfirden mü’mini çıkaran). Hayat ve ölümün mutlak idarecisi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O hâlde (haktan) nasıl dönüyorsunuz?” (En’âm 6:95)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muhyî / El-Mümît):

“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2:28)

  1. Câ’ilu’z-zulumâti ve’n-nûr (جَاعِلِ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورِ)
  • Anlamı: Karanlıkları ve Nûr’u (Aydınlığı) yaratan. Sadece zahiri âlemdeki gece ve gündüzü değil, aynı zamanda derûnî âlemdeki küfür karanlıklarını ve iman nûrunu da var eden.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. (Bunca delillere rağmen) kâfir olanlar, hâlâ Rablerine (başkalarını) denk tutuyorlar.” (En’âm 6:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nûr):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir…” (Nûr 24:35’ten bir bölüm)

  1. El-Mevlâ’l-Hakk (الْمَوْلَى الْحَقُّ)
  • Anlamı: Gerçek Dost / Sahip. Mahlukatın sığındığı, güvendiği ve kendisine döndürüleceği yegâne hakiki Sahip.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sonra onlar, gerçek Mevlâları (Mevlâhumu’l-Hakk) olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki, hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.” (En’âm 6:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ni’me’l-Mevlâ):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’l-Cebbâr (الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve iradesini her durumda yürüten (Cebbâr). Kudreti ve kahrı ile mutlak hâkimiyet sahibi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahib1i (el-Azîz), düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran (el-Cebbâr) ve büyüklükte eşsiz olan (el-Mütekebbir) Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve Kahır / El-Kâhir):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir (el-Kâhir). O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  1. El-Azîzü’l-Hamîd (الْعَزِİZُ الْحَمِيدُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve her türlü övgüye lâyık (Hamîd). İzzeti, O’nun övgüye lâyık olmasının isbatıdır.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Elif. Lâm. Râ. Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (el-Azîz), övgüye lâyık olan (el-Hamîd) Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim 14:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Ganî / El-Hamîd):

“Mûsâ, şöyle dedi: ‘Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz de, gerçek şu ki, Allah her türlü ihtiyâçtan uzaktır (le-Ganiyyun), övülmeye lâyık olandır (Hamîd).'” (İbrahim 14:8)

  1. Zü’l-Arşi’l-Mecîd (ذُو الْعَرْشِ الْمَجِيدُ)
  • Anlamı: Şanı Yüce Arş’ın Sahibi. (El-Mecîd: Şanı yüce). Bütün kâinatın idaresinin ve azametinin sahibi.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir (Zü’l-Arş), şanı yücedir (el-Mecîd). Dilediğini mutlak yapandır.” (Burûc 85:14-16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm):

“Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın Rabbidir (Rabbu’l-Arşi’l-Azîm).'” (Tevbe 9:129)

  1. Er-Rabbü’l-Kerîm (الرَّبُّ الْكَرِيمُ)
  • Anlamı: Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok cömert (Kerîm). Rubûbiyeti (terbiyesi) kerem ve lütuf iledir.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert (el-Kerîm) Rabbine (Rabbike) karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rubûbiyet ve İhsan):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz (le-Rabbunâ) çok bağışlayandır (le-Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).'” (Fâtır 35:34)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Azîzü’z-Züntikâm (الْعَزِيزُ ذُو انتِقَامٍ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (adaletiyle) intikam sahibi (Zü’ntikâm). İzzet ve kudretiyle, müstehak olanlara adaletiyle mukabele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi. O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti. O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (Âl-i İmrân 3:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“Öyle ise, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), intikam sahibidir (Zü’ntikâm).” (İbrahim 14:47)

  1. El-Veliyyü’n-Nasîr (الْوَلِيُّ النَّصِيرُ)
  • Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve (onlara) yardım eden (Nasîr). Himayesi ve yardımı kâfi gelen.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah, dost olarak (Velî) yeter. Allah, yardımcı olarak da (Nasîr) yeter.” (Nisâ 4:45)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ni’me’l-Mevlâ / Ni’me’n-Nasîr):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

  1. Muhyi’l-Mevtâ (مُحْيِي الْمَوْتَىٰ)
  • Anlamı: Ölüleri Dirilten. Hayatı olmayanları hayata kavuşturan, kıyamet günü mahlukatı yeniden diriltecek olan. (El-Muhyî ve El-Bâis isimlerinin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor (yuhyî). Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir (Muhyi’l-Mevtâ). O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Diriltmenin İsbatı):

“Kendi yaratılışını unutup bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken bu kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:78-79)

  1. Alîmun bi-zâti’s-sudûr (عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ)
  • Anlamı: Sinelerin (Kalplerin) Derûnî Özünü Bilen. Kalplerde gizlenen en derûnî niyetleri, sırları ve düşünceleri eksiksiz bilen. (El-Alîm, El-Habîr ve El-Bâtın isimlerinin bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“…(Uhud’da) bir grubunuz da kendi canlarının derdine düşmüştü; Allah’a karşı cahiliye zannı gibi (yersiz) bir zanda bulunuyorlardı… (Sonunda) Allah, içinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için (bunu başınıza getirdi). Allah, kalplerde olanı (bi-zâti’s-sudûr) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Âl-i İmrân 3:154’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hain Bakış):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Mü’minu’l-Müheymin (الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ)
  • Anlamı: Güvenlik veren (Mü’min) ve her şeyi gözetip koruyan (Müheymin). Emniyetin kaynağı ve mahlukatının her halini nazarı altında tutan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren (el-Mü’min), gözetip koruyan (el-Müheymin), mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr 59:23)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Eman Verme):

“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır.” (Kureyş 106:4)

  1. El-Vâsi’u’l-Hakîm (الْوَاسِعُ الْحَكِيمُ)
  • Anlamı: Rahmeti ve ilmi geniş olan (Vâsi’) ve her işi hikmetli olan (Hakîm). Genişliği (kapsayıcılığı) hikmet iledir.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Eğer karı-koca boşanırlarsa, Allah her birini lütfuyla zenginleştirir (kimseye muhtaç etmez). Allah, lütfu geniş (Vâsi’an) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir (Hakîmâ).” (Nisâ 4:130)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâsi’ / El-Alîm):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  1. El-Kâhiru fevka ibâdih (الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ)
  • Anlamı: Kullarının üstünde mutlak hâkimiyet (kahır) sahibi olan. Hiçbir mahlukun, O’nun irade ve kudretinin dışında hareket edemediği mutlak galip. (El-Kâhir ve El-Kahhâr isimlerinin bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm 6:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kahhâr):

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:16)

  1. El-Veliyyü’l-Mecîd (الْوَلِيُّ الْمَجِيدُ)
  • Anlamı: (Mü’minlerin) Dostu, koruyucusu (Velî) ve şanı, şerefi pek yüce olan (Mecîd). Dostluğu ve himayesi şerefli olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir… (Devamında) Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır… Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Hadîd 57:9-10)

(Düzeltme: Bu iki isim Kur’ân’da bu şekilde doğrudan yanyana gelmemektedir. “El-Veliyyü’l-Hamîd” (Şûrâ 42:28) ve “El-Hamîdü’l-Mecîd” (Hûd 11:73) olarak gelmektedir. Bu maddeyi, “El-Veliyyü’l-Hamîd” ile değiştirmek daha muvafık olacaktır, ancak o isim (#204) daha önce zikredilmiştir. Bu sebeple yeni bir isimle devam edelim:)

  1. Er-Rabbü’r-Rahîm (الرَّبُّ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Terbiye eden Rab (Rabb) ve çok merhamet eden (Rahîm). Terbiyesi ve idaresi merhamet temeli üzerine kurulu olan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“(Sâlih kullara) çok merhametli Rab’den (Rabbin Rahîm) bir söz olarak (doğrudan) ‘Selâm’ (vardır).” (Yâsîn 36:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rahmân):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi (Rabbi’l-Âlemîn), Rahmân, Rahîm… olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-3)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve hayat nizamındaki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mûsi’ (الْمُوسِعُ)
  • Anlamı: Genişleten. Kudretiyle kâinatı (tabiatı) genişleten; lütfuyla rızkı ve rahmeti bollaştıran. (El-Vâsi’ ismine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz (onu) genişleticiyiz (le-Mûsi’ûn).” (Zâriyât 51:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâsi’):

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmeti ve nimeti) geniş olandır (Vâsi’un), (her şeyi) hakkıyla bilendir (Alîm).” (Bakara 2:115)

  1. El-Hâfizu (الْحَافِظُ)
  • Anlamı: Koruyan, muhafaza eden. Vahyini (Kur’ân’ı), mahlukatını ve kullarının amellerini muhafaza eden. (El-Hafîz isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucuları da (le-hâfizûn) elbette biziz.” (Hicr 15:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Koruyucu):

“…Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).” (Yûsuf 12:64’ten bir bölüm)

  1. El-Mübrim (الْمُبْرِمُ)
  • Anlamı: İşini sağlam yapan, hükmünü kesinleştiren, planı bozulmayan. Kâfirlerin hilelerine karşı kendi hükmünü mutlak surette icra eden.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Yoksa (inkârcılar) bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de (onları cezalandırmaya) kesin karar vericileriz (mübrimûn).” (Zuhruf 43:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Tuzak Kuran):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır (Hayru’l-Mâkirîn).” (Âl-i İmrân 3:54)

  1. El-Mühlik (الْمُهْلِكُ)
  • Anlamı: Helâk eden. Zulümde ve isyanda haddi aşan kavimleri ve nesilleri adaletiyle helâk eden. (El-Kahhâr ve El-Muntekim isimlerinin fiilî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Biz, o (Peygamberin) ardından nice nesilleri helâk ettik (ehleknâ). Rabbinin, kullarının günahlarından haberdar olması (Habîr) ve onları görmesi (Basîr) yeterlidir.” (İsrâ 17:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Yakalayış):

“Şüphesiz Rabbinin yakalaması pek şiddetlidir.” (Burûc 85:12)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Ed-Dâfi’ (الدَّافِعُ)
  • Anlamı: Def eden, savunan. İman eden kullarını (düşmanlarına ve kötülüklere karşı) savunan, onlardan şerri def eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, iman edenleri (düşmanlarına karşı) savunur (yüdâfi’u). Çünkü Allah, hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez.” (Hac 22:38)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Velî / En-Nasîr):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

  1. El-Müncî (الْمُنْجِي)
  • Anlamı: Kurtaran (Necat veren). Kullarını zahiri ve derûnî tehlikelerden, karanlıklardan ve sıkıntılardan kurtuluşa erdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Allah sizi ondan (o tehlikelerden) ve bütün sıkıntılardan kurtarır (yüneccîküm). Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.'” (En’âm 6:64)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sıkıntıyı Gideren / Kâşif):

“Eğer Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa (bi-durrin), onu yine O’ndan başka giderecek (kâşife) yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, (bunu da kimse engelleyemez). Şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (En’âm 6:17)

  1. El-Mümsik (الْمُمْسِكُ)
  • Anlamı: Tutan. Hikmetiyle dilediği rahmetini tutan (engelleyen); kudretiyle gökleri ve yeri (düşmekten) tutan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (mumsike) yoktur. Neyi de tutarsa (yumsik), bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kayyûm / Tutma):

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yerlerinden oynamasınlar diye tutar (yumsiku). Andolsun, eğer onlar yerlerinden oynayacak olsalar, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır 35:41)

  1. Mütimmu Nûrihî (مُتِمُّ نُورِهِ)
  • Anlamı: Nûrunu Tamamlayan. Hidayetini, dinini (İslâm’ı) ve vahyinin aydınlığını, kâfirlerin engelleme çabalarına rağmen cihan şümul surette kemâle erdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah, nûrunu tamamlayacaktır (Mütimmu Nûrihî).” (Saff 61:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nûr):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, iradesini ve ilminin kuşatıcılığını tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Bâliğu Emrihî (بَالِغُ أَمْرِهِ)
  • Anlamı: Emrine (Muradına) Ulaşan. İradesi mutlak olan, dilediği şeyi mutlaka gerçekleştiren, O’nun emrine kimsenin mâni olamayacağı.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir (Bâliğu Emrihî). Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade / Fe’âl):

“Şüphesiz O, (iman edip sâlih ameller işleyenleri) çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş’ın sahibidir, şanı yücedir. Dilediğini mutlak yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Burûc 85:14-16)

  1. Mûhinu Keydi’l-Kâfirîn (مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ)
  • Anlamı: Kâfirlerin Hilesini / Tuzağını Zayıflatan (Tesirsiz Bırakan). İnkârcıların planlarını boşa çıkaran ve kudretini onların hilelerine galip kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“İşte bu, (Allah’ın yardımı) ve Allah’ın, kâfirlerin tuzağını zayıflatıcı (Mûhinu Keydi’l-Kâfirîn) olması (sayesinde)dir.” (Enfâl 8:18)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Hayırlı Tuzak Kuran / Hayru’l-Mâkirîn):

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3:54)

  1. El-A’lem (الْأَعْلَمُ)
  • Anlamı: En İyi Bilen. (İsm-i tafdîl). Mahlukatın bilgisinin fevkinde, mutlak ve en kâmil ilim sahibi. (El-Alîm isminin mübalağalı halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Acele istediğiniz (azap) benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitirilmişti. Allah, zalimleri en iyi bilendir (A’lemu bi’z-zâlimîn).'” (En’âm 6:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gaybı Bilen / Allâmu’l-Guyûb):

“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayıp ‘Size ne cevap verildi?’ buyurduğu zaman, onlar, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen (Allâmu’l-Guyûb) ancak sensin’ derler.” (Mâide 5:109)

  1. Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard (نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ)
  • Anlamı: Göklerin ve Yerin Nûru. Bütün kâinatı zahiri (maddî) ve derûnî (mânevî) olarak aydınlatan, nûrun yegâne kaynağı. (En-Nûr isminin cihan şümul bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur (Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard). O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir sırça içindedir. O sırça da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr 24:35)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Aydınlatma Fiili):

“O, güneşi bir ışık (ziya) kaynağı, ayı da (geceleyin) bir aydınlık (nûr) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. O, bilen bir topluma âyetlerini ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10:5)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. Zü’l-‘İkâbi’l-Elîm (ذُو الْعِقَابِ الْأَلِيمِ)
  • Anlamı: Elem Verici Azap Sahibi. Adaletiyle, müstehak olanlara en şiddetli ve acı verici cezayı veren. (Şedîdü’l-Ikâb ismine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Sana söylenenler, yalnızca senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardır. Şüphesiz Rabbin, hem bağışlama sahibidir (le-Zû Mağfiretin), hem de elem dolu bir azap sahibidir (Zû ‘İkâbin Elîm).” (Fussilet 41:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şedîdü’l-Ikâb):

“O, günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)

  1. El-Hakîmu’l-Habîr (الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ)
  • Anlamı: Her işi hikmetli olan (Hakîm) ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr). Hikmeti, O’nun derûnî bilgisine dayanan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Hamd, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisinin olan Allah’a mahsustur. Hamd, âhirette de O’na mahsustur. O, hüküm ve hikmet sahibidir (el-Hakîm), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Sebe’ 34:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Latîfü’l-Habîr):

“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilendir (el-Latîf), (her şeyden) hakkıyla haberdardır (el-Habîr).” (Mülk 67:14)

  1. El-Azîzü’l-Gafûr (الْعَزِİZُ الْغَفُورُ)
  • Anlamı: Mutlak galip, izzet sahibi (Azîz) ve (buna rağmen) çok bağışlayan (Gafûr). İzzeti, O’nun mağfiretine mâni olmayan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Fâtır 35:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Azîzü’l-Gaffâr):

“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Mutlak güç sahibidir (el-Azîz), çok bağışlayandır (el-Gaffâr).” (Sâd 38:66)

  1. El-Hakîmu’l-Alîm (الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Her işi hikmetli (Hakîm) ve her şeyi bilen (Alîm). (El-Alîmü’l-Hakîm (#205) terkibinin teyididir; Kur’ân’da bu şekilde de zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir (el-Hakîm), hakkıyla bilendir (el-Alîm).” (Zuhruf 43:84)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Alîmü’l-Hakîm):

“Dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hüküm ve hikmet sahibi olan (el-Hakîm) ancak sensin.'” (Bakara 2:32)

 

  1. El-Muğîs (الْمُغِيثُ)
  • Anlamı: İmdada yetişen, (kullarını) darlıktan kurtaran, yardım eden. (İstiğâse/yardım dileme fiilinden türetilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz (testegîsûne). O da, ‘Ben size ardı ardına bin melekle yardım edeceğim’ diye cevap vermişti (festecâbe lekum).” (Enfâl 8:9)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mucîb):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (Ucîbu). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. El-Mürsil (الْمُرْسِلُ)
  • Anlamı: Gönderen. Rahmetinin isbatı olarak rüzgarları, hidayet için peygamberleri (Rasûl/Mürsel) ve azabı gönderen.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderendir (yürsilu). Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Peygamber Gönderme):

“Biz, her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik (erselnâ) ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (TDV Meali, İbrahim 14:4)

  1. Er-Reşîd (الرَّشِIDُ)
  • Anlamı: İrşad eden, doğru yolu gösteren. Bütün işleri cihan şümul nizamına göre en doğru şekilde idare eden. (Kur’ân’da bu lafızla zikredilmese de, “rüşd” (doğru yol) O’nun hidayetiyle bulunur).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/mana olarak zikredildiği- Hidayet):

“De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) apaçık bir delile dayanıyorum… Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı anlatır ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.'” (En’âm 6:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâdî):

“…Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir (le-Hâdi).” (Hac 22:54’ten bir bölüm)

  1. Es-Sultân (السُّلْطَانُ)
  • Anlamı: Mutlak otorite, delil ve hâkimiyet sahibi. Hükümranlığı cihan şümul olan, delili (bürhanı) en güçlü olan.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat/mana olarak zikredildiği):

“O’nun, (şeytanın) iman edip sadece Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hâkimiyeti (sultânun) yoktur. Şeytanın hâkimiyeti (sultânuhû), sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl 16:99-100)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Melik):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi (el-Melik), kutsal (her türlü eksiklikten uzak) …” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın yaratmadaki ve hükümdeki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Münşî’ (الْمُنْشِئُ)
  • Anlamı: İnşa eden, (yoktan) meydana getiren, ilk defa yaratan. (El-Mübdi’ ve El-Hâlık isimlerine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Onları ilk defa var eden (enşeehâ) diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.'” (Yâsîn 36:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Bedî’):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır (Bedî’). Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara 2:117)

  1. Er-Râzık (الرَّازِقُ)
  • Anlamı: Rızık veren. (Er-Rezzâk (#9) bu ismin mübalağalı halidir; Er-Râzık “rızık veren”, Er-Rezzâk “durmaksızın bolca rızık veren” manasındadır).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği- Hayru’r-Râzikîn):

“…Meryem oğlu İsa, ‘Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; Bizi rızıklandır (verzuknâ). Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (Hayru’r-Râzikîn)’ dedi.” (Mâide 5:114)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rezzâk):

“Şüphesiz ki rızık veren (er-Rezzâk), O, metin (sağlam) kuvvet sahibi olan Allah’ın kendisidir.” (TDV Meali, Zâriyât 51:58)

  1. El-Fâ’il (الْفَاعِلُ)
  • Anlamı: Yapan, icra eden. Dilediğini mutlak surette yapan. (Fe’âlun limâ yurîd (#150) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Onlar, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ demişlerdir. (Uyarıcı,) ‘Ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?’ deyince, onlar, ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ demişlerdi. Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu!” (Zuhruf 43:22-25)

(Daha net bir iktibas): “(Ey Muhammed!) Şüphesiz Rabbin, dilediğini mutlaka yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Hûd 11:107)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):

“Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21’den bir bölüm)

  1. El-Mufassıl (الْمُفَصِّلُ)
  • Anlamı: (Ayetleri, hükümleri) Açıklayan, teferruatıyla (tafsilatıyla) beyan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri biz böylece geniş geniş açıkladık (fassalnâ).” (En’âm 6:97)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mubîn):

“Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar (yübeyyinu) ki akıl erdiresiniz.” (Bakara 2:242)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Gafûru’ş-Şekûr (الْغَفُورُ الشَّكُورُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve az amele çok karşılık veren, kadir bilen (Şekûr). Mağfireti ve ihsanı bol olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Şöyle derler: ‘Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır (le-Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).'” (Fâtır 35:34)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam olarak verecek ve lütfundan onlara daha da artıracaktır. Şüphesiz O, çok bağışlayandır (Gafûrun), şükrün karşılığını verendir (Şekûr).” (Fâtır 35:30)

  1. El-Alîmü’l-Halîm (الْعَلِيمُ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve cezada acele etmeyen (Halîm). Kullarının derûnî hallerini bilmesine rağmen onlara mühlet veren.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarından (kasıtlı yeminlerinizden) sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:225)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet:

“…Bilin ki Allah, gönlünüzdekini bilir. Artık O’ndan sakının. Bilin ki Allah, çok bağışlayandır, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara 2:235’ten bir bölüm)

  1. Semî’u’d-Du’â (سَمِيعُ الدُّعَاءِ)
  • Anlamı: Duayı hakkıyla işiten (ve kabul eden).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin (Semî’u’d-Du’â)’ dedi.” (Âl-i İmrân 3:38)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mucîb):

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım (Karîb). Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (Ucîbu). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.” (Bakara 2:186)

  1. Zü’l-Kuvveti’l-Metîn (ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ)
  • Anlamı: Metin (sağlam, sarsılmaz) Kuvvet Sahibi. Mutlak kudret sahibi. (Bu, El-Kavî (#33) ve El-Metîn (#34) isimlerinin bir arada zikredilmiş halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz ki rızık veren, O, metin (sağlam) kuvvet sahibi (Zü’l-Kuvveti’l-Metîn) olan Allah’ın kendisidir.” (Zâriyât 51:58)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kaviyyü’l-Azîz):

“Onlar, Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir (le-Kaviyyun), mutlak galiptir (Azîz).” (Hac 22:74)

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının birbirini nasıl teyit ettiğini ve kemâlini tasvir eden, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla bir arada zikredilen İsm-i Çiftler (müteselsil isimler) üzerinde duracağız.

  1. El-Gafûru’l-Halîm (الْغَفُورُ الْحَلِيمُ)
  • Anlamı: Çok bağışlayan (Gafûr) ve cezada acele etmeyen, mühlet veren (Halîm). Günahları bilmesine rağmen kullarına hilm ile muamele eden.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandıklarından (kasıtlı yeminlerinizden) sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır (Gafûrun), halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir) (Halîm).” (Bakara 2:225)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hilm’in Tecellisi):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Azîzü’l-Alîm (الْعَزِİZُ الْعَلِيمُ)
  • Anlamı: Mutlak güç sahibi (Azîz) ve her şeyi hakkıyla bilen (Alîm). Kudreti ve ilmi cihan şümul olan.
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi (el-Azîz), hakkıyla bilen (el-Alîm) (Allah’ın) takdiridir (düzenlemesi)dir.” (Yâsîn 36:38)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kudret ve İlimle Takdir):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin (el-Azîz), (her şeyi) hakkıyla bilenin (el-Alîm) takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. El-Bâri’u’l-Musavvir (الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ)
  • Anlamı: (Mahlukatı) kusursuzca yoktan var eden (Bâri’) ve (onlara) en güzel sureti (şekli) veren (Musavvir). Yaratmadaki sanatın sahibi. (Bu iki isim Haşr Sûresi’nde el-Hâlık ile birlikte zikredilmiştir).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“O, yaratan (el-Hâlık), yoktan var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Şekil Verme Fiili):

“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir (yusavvirukum). O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:6)

  1. Rabbenâ (رَبَّنَا)
  • Anlamı: “Ey Rabbimiz!”. Kulların, O’nun Rubûbiyetini (terbiye ediciliğini) ikrar ederek O’na yönelişi; Kur’ân’daki duaların en yaygın tasviri.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru’ diyenler de vardır.” (Bakara 2:201)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Er-Rabb):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi (Rabbi’l-Âlemîn) … olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2)

Cenâb-ı Hakk’ın mutlak adaletini, kudretini ve rahmetinin fiilî tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. (Lâ) Zallâmin li’l-‘Abîd (لَا ظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ)
  • Anlamı: Kullarına (zerre kadar) zulmedici (haksızlık edici) olmayan. (Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak adaletini, El-Adl ve El-Muksit isimlerini teyit etmek için nefy (olumsuzlama) yoluyla isbat edilir).
  • İlgili Ayet (Sıfatın nefy/olumsuzlama ile zikredildiği):

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına (zerre kadar) zulmedici değildir.” (Âl-i İmrân 3:182)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adaletin İsbatı):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

  1. El-Mükevvir (الْمُكَوِّرُ)
  • Anlamı: Dürümleyen. Geceyi gündüzün üzerine, gündüzü de gecenin üzerine dürümleyen (saran); tabiattaki cihan şümul nizamı kuran.
  • İlgili Ayet (Sıfat/Fiil olarak zikredildiği):

“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor (yukevviru), gündüzü de gecenin üzerine örtüyor (yukevviru). Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. Şüphesiz ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Zümer 39:5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nizam / Fâlık):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. El-Mübeşşir (الْمُبَشِّرُ)
  • Anlamı: Müjdeleyen. Rahmetinin (yağmurun) öncüsü olarak rüzgârları müjdeci (buşran) gönderen. (Bu sıfat daha çok Peygamberler için kullanılsa da fiil rahmet açısından Allah’a aittir).
  • İlgili Ayet (Fiil/Sıfat olarak zikredildiği):

“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci (buşran) olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin İsbatı):

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30:50)

  1. El-Mücâzî (الْمُجَازِي)
  • Anlamı: Karşılık veren (Ceza veya mükâfat). Kullarının amellerinin karşılığını eksiksiz veren. (El-Hasîb ve Ed-Deyyân isimlerine manaca yakındır).
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecekt1ir (yerahû). Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir (yerahû).” (Zilzâl 99:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hesabın Mutlaklığı):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü’min 40:17)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve hayat nizamındaki fiilî kudretini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müdebbir (الْمُدَبِّرُ)
  • Anlamı: İşleri (emirleri) idare eden, düzene koyan. Kâinatın cihan şümul nizamını tasvir edip yürüten.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyandır (yüdebbiru’l-emr). O’nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaat edemez. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O’na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus 10:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kayyûm):

“Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlıdır (kayyûmdur). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku…” (Bakara 2:255’ten bir bölüm)

  1. El-Müveffî (الْمُوَفِّي)
  • Anlamı: (Amellerin karşılığını) Tastamam ödeyen, eksiksiz veren. (El-Hasîb ve El-Mücâzî ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Sonra kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir (tüveffevne). Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3:185)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adalet / Zerre Miktarı):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

  1. El-Mübtelî (الْمُبْتَلِي)
  • Anlamı: İmtihan eden, deneyen. Kullarını hayır ve şer ile imtihan ederek derûnî hallerini ortaya çıkaran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan etmiş (ibtelâ), o da onları tastamam yerine getirmişti. (Bunun üzerine Allah), ‘Ben seni insanlara önder yapacağım’ demişti. İbrahim, ‘Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)’ demişti. Allah, ‘Ahdim (verdiğim söz) zâlimleri kapsamaz’ demişti.” (Bakara 2:124)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İmtihan / Fitne):

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak (fitneten) hayır ile de şer ile de deniyoruz (neblûküm). Siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21:35)

  1. Es-Sâni’ (الصَّانِعُ)
  • Anlamı: (Sanatla) Yapan, icra eden. Mahlukatı en sağlam ve en sanatlı şekilde icra eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):

“Dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. (Bu,) her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan (sun’a) Allah’ın sanatıdır (yapısıdır). Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Neml 27:88)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Güzel Yapan / Ahsen):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan lütfunu, rahmetini ve ahdindeki sadakatini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müzekkî (الْمُزَكِّي)
  • Anlamı: Tezkiye eden, arındıran. Kullarını mânevî kirlerden, günahlardan ve derûnî noksanlıklardan arındıran, onları temiz kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“(Siz) kendinizi temize çıkaranları görmez misiniz? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkî) ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arınmanın İsbatı):

“İçlerinden ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. İşte bu, arınanların (tezekkâ) mükâfatıdır.” (Tâhâ 20:76)

  1. El-Musallî (الْمُصَلِّي)
  • Anlamı: Salât eden (Rahmet ve merhamet eden). Kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için onlara rahmetiyle tecelli eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet edendir (yusallî aleyküm), melekleri de (size dua eder). O, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzâb 33:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin Tecellisi):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)

  1. El-Mûfî (الْمُوفِي)
  • Anlamı: Ahdine (sözüne) vefa gösteren, yerine getiren. (Vefa kökünden).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin (evfû bi-ahdî) ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim (ûfi bi-ahdiküm). Yalnız benden korkun.” (Bakara 2:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sözünde Duran):

“…(Ahit yaptığı zaman) Allah’a verdiği sözü yerine getirenden (evfâ) daha vefalı kim vardır? Şu hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe 9:111’den bir bölüm)

  1. El-Müheyyi’ (الْمُهَيِّئُ)
  • Anlamı: Hazırlayan. Kullarına (darlıkta) çıkış yollarını hazırlayan, işlerini kolaylaştıran ve başarıya ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da ‘Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize bir çıkış yolu (ve başarı) hazırla (hey’i’ lenâ)!’ demişlerdi.” (Kehf 18:10)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kolaylaştıran / El-Kâfî):

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müteveffî (الْمُتَوَفِّي)
  • Anlamı: Vefat ettiren, (eceli gelince) ruhları alan, canı alan. (El-Mümît isminin fiilî bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Size vekil kılınan (görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacaktır (yeteveffâküm); sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.'” (Secde 32:11)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mümît):

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67:2)

  1. El-Münzil (الْمُنْzİl)
  • Anlamı: İndiren. Gökten rahmeti (yağmuru), bereketi ve vahiyleri (kitapları) indiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, gökten su indirendir (enzele). İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık. O bitkiden de kendisinden üst üste binmiş taneler çıkardığımız bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vard1ır.” (En’âm 6:99)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rahmetin İndirilmesi):

“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, (gerçek) dosttur (el-Velî), övülmeye lâyık olandır (el-Hamîd).” (Şûrâ 42:28)

  1. El-Mu’îz (الْمُعِيذُ)
  • Anlamı: Sığınak veren, (kullarını) himayesine alan, koruyan. (İstiâze/sığınma fiilinin ism-i fâilidir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘İnsanların Rabbine sığınırım (e’ûzü), insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım; o sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden gerek insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).'” (Nâs 114:1-6)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muste’ân):

“…Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak (el-Muste’ân) olan ancak Allah’tır’ dedi.” (TDV Meali, Yûsuf 12:18’den bir bölüm)

  1. El-Mürşid (الْمُرْشِid)
  • Anlamı: İrşad eden, doğru yolu (rüşd) gösteren. (Bu, Er-Reşîd (#250) ve El-Hâdî (#61) isimlerinin fiilî bir tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Güneşi görseydin, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, battığı zaman da sol taraftan onları makaslardı (geçerdi). Onlar ise, mağaranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah, kimi hidayete erdirirse, işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek (irşad edecek) bir yardımcı (veliyyen mürşiden) bulamazsın.” (Kehf 18:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâdî):

“…Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, mutlaka doğru bir yola iletir (le-Hâdi).” (Hac 22:54’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Muhsin (الْمُحْسِنُ)
  • Anlamı: İhsan sahibi. Yaptığı her işi en güzel (ahsene), en mükemmel ve en sanatlı surette yapan. İyilik eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sanatının Güzelliği / Ahsenü’l-Hâlikîn):

“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23:14’ten bir bölüm)

  1. El-Hâsib (الْحَاسِبُ)
  • Anlamı: Hesap görücü. Kullarının amellerini en ince teferruatına kadar nazarında tutan ve hesabını gören. (El-Hasîb (#26) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü (Hâsibîn) olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Süratli Hesap / Serî’u’l-Hisâb):

“Bugün herkes kazandığının karşılığını görecektir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir (Serî’u’l-Hisâb).” (Mü’min 40:17)

  1. El-Câ’il (الْجَاعِلُ)
  • Anlamı: Yapan, kılan, (bir şeyi başka bir şeye) dönüştüren, tayin eden. Kâinattaki nizamı (geceyi, gündüzü, melekleri, yeryüzünde halifeyi) tayin eden.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan (Fâtır), melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan (Câ’ili) Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Fâtır 35:1)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nizamı Kılan / Fâlık):

“O, sabahı yarıp çıkarandır (Fâliku’l-Isbâh). Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır (Câ’ilu’l-leyli sekenen). Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. El-Mürîd (الْمُرِيدُ)
  • Anlamı: İrade eden. Dileyen. Kâinattaki her şeyin O’nun dilemesi (meşîeti) ve mutlak iradesi ile olduğunu tasvir eder.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği- Yurîd):

“Şüphesiz Rabbin, dilediğini mutlaka yapandır (Fe’âlun limâ yurîd).” (Hûd 11:107)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak İrade):

“Eğer Allah size bir zarar (darren) dilerse (yürid), yahut bir yarar (nef’an) dilerse (yürid), O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Fetih 48:11’den bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve ahdindeki sadakatini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Sâdiku’l-Va’d (صَادِقُ الْوَعْدِ)
  • Anlamı: Vaadinde sâdık olan. Sözünden (vaadinden) asla dönmeyen, ahdini mutlaka yerine getiren.
  • İlgili Ayet (Sıfat/Fiil olarak zikredildiği):

“Ey Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla va’dettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin (lâ tuhlifu’l-mî’âd).” (Âl-i İmrân 3:194)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Doğru Sözlü):

“İman edip salih ameller işleyenleri ise, ebedî kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah’ın va’di haktır. Allah’tan daha doğru sözlü (esdaku) kim olabilir?” (Nisâ 4:122)

  1. El-Mü’ellif (الْمُؤَلِّفُ)
  • Anlamı: Ülfet veren, (kalpleri) birleştiren. Birbirine zıt veya düşman olan kalpleri imân nûru ile birleştiren, kaynaştıran.
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir (ellefe beyne kulûbihim). Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını birleştirdi. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl 8:63)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nimetiyle Birleştirme):

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuşt1unuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 3:103)

  1. Münşiu’s-Sehâb (مُنْشِئُ السَّحَابِ)
  • Anlamı: Bulutları (yoktan) inşa eden, meydana getiren. Rahmetinin ve kudretinin isbatı olarak, yağmur yüklü bulutları hayat için sevk eden.
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“O, size korku ve ümit vermek için şimşeği gösteren, (yağmurla) yüklü bulutları (es-sehâbe’s-sikâl) var edendir (yünşi’u).” (Ra’d 13:12)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rüzgârları Gönderme):

“O, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, biz onu ölü bir memlekete göndeririz. Orada suyu indiririz de o suyla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Ola ki ibret alasınız.” (A’râf 7:57)

  1. El-Mübdil (الْمُبَدِّلُ)
  • Anlamı: Değiştiren (Tebdil eden). Bir durumu başka bir duruma (korkuyu emniyete); bir hükmü başka bir hükme, bir kavmi başka bir kavme (hikmetiyle) tebdil eden (değiştiren).
  • İlgili Ayet (Fiil olarak zikredildiği):

“Allah, onlardan iman edip sâlih ameller işleyenlere va’detmiştir: Andolsun, onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde mutlaka hükümran kılacak ve onlar için seçip beğendiği dinlerini mutlaka sağlamlaştıracak ve korkularının ardından onları mutlaka emniyete kavuşturacaktır (leyübeddilennehüm). Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir.” (Nûr 24:55)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Silme ve Bırakma İradesi):

“Allah, dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)

Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin (Rabliğinin) kullarına yönelik zahiri ihsanlarını ve hayatı nasıl kolaylaştırdığını tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mut’im (الْمُطْعِمُ)
  • Anlamı: Yediren, rızıklandıran. Mahlukatın gıdasını yaratan ve onlara ulaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı (Fâtır) olan, beslediği hâlde (yut’imu) beslenmeye ihtiyacı olmayan (lâ yut’amu) Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (denildi).'” (En’âm 6:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Rızkı Doyurma):

“Öyleyse, kendilerini açlıktan doyuran (et’amehum min cû’) ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106:3-4)

  1. Es-Sâkî (السَّاقِي)
  • Anlamı: Su veren, içiren. Hayatın kaynağı olan suyu indiren ve mahlukatına içiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

(Hz. İbrahim’in (a.s.) duası): “O, beni yediren (yut’imunî) ve içirendir (yeskînî).” (Şuarâ 26:79)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Su İndiren / El-Münzil):

“O, gökten su indirendir (enzele). İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık…” (En’âm 6:99’dan bir bölüm)

  1. El-Mubevvi’ (الْمُبَوِّئُ)
  • Anlamı: Yerleştiren, yurt (mesken) veren. Kullarına hayatlarını sürdürmeleri için emin ve bereketli mekânlar ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, biz İsrailoğulları’nı güzel bir yurda yerleştirdik (bevve’nâ) ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, kıyamet günü ayrılığa düşmüş oldukları şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” (Yûnus 10:93)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Konuklayan / Hayru’l-Münzilîn):

“Ve de ki: ‘Rabbim! Beni mübarek bir yere kondur (enzilnî). Sen konuklayanların en hayırlısısın (Hayru’l-Münzilîn).'” (Mü’minûn 23:29)

  1. El-Mümehhid (الْمُمَهِّدُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen, (kullarına) hazırlayan. Yeryüzünü mahlukatın hayatına elverişli bir beşik (mehd) gibi döşeyen, yolları ve imkânları hazırlayan.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (el-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beşik Kılan):

“O, yeryüzünü size beşik (mehden) yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Tâhâ 20:53)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve lütfunu tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müsellit (الْمُسَلِّطُ)
  • Anlamı: Musallat eden, hâkim kılan. Hikmeti icabı, (imtihan veya ceza olarak) mahlukatı birbirine hâkim kılan, adaletiyle hükmeden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“İşte böylece biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına musallat ederiz (nusellitu).” (En’âm 6:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülk Sahibi):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

  1. El-Müzeyyin (الْمُزَيِّنُ)
  • Anlamı: Süsleyen, (imtihan için) güzel gösteren. Zahiri güzellikleri yaratan ve derûnî sevgileri (imtihan maksadıyla) kalplere yerleştiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“Biz, kimlerin daha güzel amel edeceğini sınamak için yeryüzündeki her şeyi ona bir zinet kıldık (zîneten lehâ).” (Kehf 18:7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Güzel Yapan / El-Muhsin):

“O, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yapandır. İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (Secde 32:7)

  1. El-Musarrif (الْمُصَرِّفُ)
  • Anlamı: (Rüzgârları, ayetleri, hâdiseleri) Evirip çeviren, idare eden. Hikmetiyle mahlukatı farklı hallere ve yönlere çeviren.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde (tasrîfi’r-riyâh) elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara 2:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İdare Eden / El-Müdebbir):

“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyandır (yüdebbiru’l-emr)…” (Yûnus 10:3’ten bir bölüm)

  1. El-Vâhib (الْوَاهِبُ)
  • Anlamı: Hibe eden, karşılıksız bağışlayan. (El-Vehhâb (#22) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onlar, ‘Rabbimiz! Eşlerimizden ve nesillerimizden bize göz aydınlığı olacak kimseler ihsan eyle (heb lenâ) ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder yap’ diyenlerdir.” (Furkân 25:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vehhâb):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet (ve heb lenâ). Şüphesiz sen çok bağışlayansın (el-Vehhâb).'” (Âl-i İmrân 3:8)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve himayesini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mu’allim (الْمُعَلِّمُ)
  • Anlamı: Öğreten. Hayatı, mahlukatın yapısını ve (hususiyetle) insana bilmediğini (ilm) ve beyanı (sözü) tâlim eden (öğreten).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Rahmân, Kur’an’ı öğretti (Alleme’l-Kur’ân). İnsanı yarattı, ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti (Allemehu’l-Beyân).” (Rahmân 55:1-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kalemle Öğreten):

“Oku! Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir (Alleme bi’l-kalem), insana bilmediğini öğretendir (Alleme’l-insâne mâ lem ya’lem).” (Alak 96:3-5)

  1. El-Mü’eyyid (الْمُؤَيِّidُ)
  • Anlamı: Teyit eden, (yardımıyla) destekleyen, kuvvetlendiren. Kullarını (hususiyetle Peygamberlerini ve mü’minleri) yardımı (nusret) ile destekleyen.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer sana hile yapmak isterlerse, (bilesin ki) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir (eyyedeke bi-nasrihî).” (Enfâl 8:62)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En-Nasîr / Ni’me’n-Nasîr):

“…Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır (Ni’me’l-Mevlâ) ve ne güzel yardımcıdır (Ni’me’n-Nasîr)!” (Hac 22:78)

  1. El-Muslih (الْمُصْلِحُ)
  • Anlamı: Islah eden, düzelten. Mahlukatın arasını düzelten (barıştıran) ve tabiattaki nizamı ıslah üzerine kuran (fesadın zıddı).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Sana yetimleri sorarlar. De ki: ‘Onları iyi yetiştirmek (ıslah etmek) (hayır dairesinde) en hayırlısıdır.’ Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyu (müfsid) ıslah edenden (muslih) ayırır. Eğer Allah dileseydi, sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara 2:220)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Islah Emri):

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin (fe-aslihû). Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49:10)

  1. El-Fâriq (الْفَارِقُ)
  • Anlamı: Ayıran, (hak ile bâtılı) ayırt eden. Hakikati yanlıştan ayıran mutlak ölçü (Furkan) sahibi. (Hayru’l-Fâsılîn (#109) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği- Furkân):

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın (el-Furkân) açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir1.” (Bakara 2:185)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):

“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir (yeftehu). O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), (her şeyi) hakkıyla bilendir.'” (Sebe’ 34:26)

Cenâb-ı Hakk’ın hayattaki zıt tecellîler üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve adaletini tasvir eden fiilî sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müzhîk (الْمُضْحِكُ)
  • Anlamı: Güldüren. Hayattaki sevinç, neşe ve sürûr hallerini (hikmetiyle) yaratan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ve şüphesiz O, güldürendir (edhake) ve ağlatandır (ebkâ).” (Necm 53:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Lütuf ile Sevinme):

“De ki: ‘Allah’ın lütfuyla (bi-fadlillâhi) ve rahmetiyle, evet, yalnız bunlarla sevinsinler (fe’l-yefrahû). Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.'” (Yûnus 10:58)

  1. El-Mübkî (الْمُبْكِي)
  • Anlamı: Ağlatan. Hayattaki hüzün, keder ve imtihan hallerini (hikmetiyle) yaratan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ve şüphesiz O, güldürendir (edhake) ve ağlatandır (ebkâ).” (Necm 53:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İmtihan / El-Mübtelî):

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak (fitneten) hayır ile de şer ile de deniyoruz (neblûküm). Siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21:35)

  1. El-Muknî (الْمُقْنِي)
  • Anlamı: Sermaye veren, yeterli kılan, memnun eden. Zenginlik (Muğnî) verdikten sonra, o zenginliği koruyacak sermayeyi (Kunya/Aknâ) da ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz O, zengin eden (agnâ) ve sermaye veren (aknâ) O’dur.” (Necm 53:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Muğnî):

“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi (fe-agnâ)?” (Duhâ 93:8)

  1. El-Mümlî (الْمُمْلِي)
  • Anlamı: Mühlet veren (İmlâ eden). İsyankârlara ve kâfirlere (adaletinin ve hikmetinin bir parçası olarak) süre tanıyan. (El-Halîm isminin celâlî bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilmedikleri bir yerden yavaş yavaş felâkete sürükleyeceğiz. Onlara mühlet veririm (umlî lehum). Şüphesiz benim tuzağım çetindir.” (A’râf 7:182-183)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Halîm / Mühlet):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mütemmim (الْمُتَمِّمُ)
  • Anlamı: Tamamlayan. Nimetini, nûrunu ve dinini kemâle erdiren, eksiksiz kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“…Bugün size dininizi kemâle erdirdim (ekmeltu), üzerinize nimetimi tamamladım (etmemtu aleyküm ni’metî) ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (Mâide 5:3’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nûrunu Tamamlayan):

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah, nûrunu tamamlayacaktır (Mütimmu Nûrihî).” (Saff 61:8)

  1. El-Mükevvin (الْمُكَوِّنُ)
  • Anlamı: (Yoktan) Oluşturan, varlık sahasına çıkaran. “Kün!” (Ol!) emriyle kâinatı ve mahlukatı var eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ (Kün) der, o da hemen oluverir (fe-yekûnu).” (Bakara 2:117)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hâlık / El-Bedî’):

“O, yaratan (el-Hâlık), yoktan var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 59:24)

  1. El-Müsken (الْمُسْكِنُ)
  • Anlamı: Sükûnet veren, mesken (yurt) kılan. Mahlukatın hayatının devamı için onlara zahiri barınaklar (mesken) ve derûnî sükûnet (huzur) ihsan eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, size evlerinizi huzur ve dinlenme yeri (sekenen) kıldı. Hayvanların derilerinden de gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, sizin için kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar yararlanacağınız ev eşyası ve geçimlikler meydana getirdi.” (Nahl 16:80)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Gecenin Sükûneti):

“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenme zamanı (sekenen), güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. Bu, mutlak güç sahibinin, (her şeyi) hakkıyla bilenin takdiridir (düzenlemesidir).” (En’âm 6:96)

  1. Zü’l-Kifl (ذُو الْكِفْلِ)
  • Anlamı: Pay (Kifl) Sahibi. Kullarına rahmetinden kat kat (iki kat) pay veren, lütfu ve keremi bol olan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve Peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay (kifleyni) versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin ve sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hadîd 57:28)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Büyük Lütuf Sahibi / Zü’l-Fadl):

“Allah, dilediğine rahmetini lütfeder. Allah, büyük lütuf sahibidir (Zü’l-Fadli’l-Azîm).” (Âl-i İmrân 3:74)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve lütfunu tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mâhid (الْمَاهِدُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen. Mahlukatın hayatı için en güzel surette hazırlayan. (El-Mümehhid (#291) isminin teyididir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (fe-ni’me’l-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Beşik Kılan):

“O, yeryüzünü size beşik (mehden) yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Tâhâ 20:53)

  1. El-Mün’im (الْمُنْعِمُ)
  • Anlamı: Nimet veren, ihsanda bulunan. Zahiri ve derûnî (maddî ve mânevî) nimetleri yaratan ve kullarına lütfeden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (en’amellâhu aleyhim) peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4:69)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nimetin İsbatı):

“Allah’ın nimetini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl 16:18)

  1. El-Muttali’ (الْمُطَّلِعُ)
  • Anlamı: Vakıf olan, muttali olan. Kullarının gizli hallerine ve derûnî sırlarına nazar eden, onlardan haberdar olan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir ki, (ta) kalplerin üstüne çıkar (tettali’u ‘ale’l-ef’ideh).” (Hümeze 104:6-7)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Sırları Bilen):

“O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min 40:19)

  1. El-Mücîr (الْمُجِيرُ)
  • Anlamı: Himaye eden, (azaptan) koruyan, eman veren. Kendisine sığınanı (düşmanından veya azaptan) emin kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin hükümranlığı (melekûtü) elinde olan, koruyup gözeten (yücîru), fakat (kendisinden) korunulamayan (lâ yücâru aleyhi) kimdir?'” (Mü’minûn 23:88)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mü’min):

“O, onları açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılandır (âmenehum min havf).” (Kureyş 106:4)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. Er-Râbıt (الرَّابِطُ)
  • Anlamı: (Kalpleri) pekiştiren, bağlayan. İman eden kullarının kalplerine (imtihan anında) sebat ve metanet veren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Biz de onların kalplerini pekiştirmiştik (ve rabatnâ ‘alâ kulûbihim). O vakit (kralın huzurunda) ayağa kalkıp şöyle demişlerdi: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki, batıl söz söylemiş oluruz.'” (Kehf 18:14)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Müsebbit):

“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette (o) sabit söz (kelime-i şehadet) ile sağlamlaştırır (yüsebbitu). Zalimleri ise saptırır. Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim 14:27)

  1. El-Müsebbit (الْمُثَبِّتُ)
  • Anlamı: Sabit kılan, (ayakları) kaydırmayan, pekiştiren. İman edenleri hakikat üzerinde sâbit kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette (o) sabit söz (kelime-i şehadet) ile sağlamlaştırır (yüsebbitu). Zalimleri ise saptırır. Allah, dilediğini yapar.” (İbrahim 14:27)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Teyit Eden / El-Mü’eyyid):

“Eğer sana hile yapmak isterlerse, (bilesin ki) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir (eyyedeke bi-nasrihî).” (Enfâl 8:62)

  1. Er-Rahmânu’r-Rahîm (الرَّحْمَٰنُ الرَّحِيمُ)
  • Anlamı: Rahmân (Rahmeti cihan şümul olan) ve Rahîm (Merhameti mü’minlere hususî olan). (Fatiha Suresi’nde ve Besmele’de zikredilen, rahmetin iki temel tasviri).
  • İlgili Ayet (İsimlerin zikredildiği):

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâliki olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha 1:2-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (En Merhametli / Erhamu’r-Râhimîn):

“Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf 12:64’ten bir bölüm)

  1. El-A’azz (الْأَعَزُّ)
  • Anlamı: En Azîz, en şerefli, en üstün. (El-Azîz isminin mübalağalı halidir).
  • İlgili Ayet (İsm-i Tafdîl olarak zikredildiği):

“Onlar, ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan (el-e’azzu), zayıf olanı (el-ezelle) oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn 63:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Azîz):

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi… mutlak güç sahibi (el-Azîz)…” (Haşr 59:23’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Âmir (الْآمِرُ)
  • Anlamı: Emreden. Hayatı ve mülkü mutlak emri (el-emr) altında tutan; mahlukata (tekvinî / yaratılış) ve kullarına (teşriî / şeriat) emirler veren.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar/fiil olarak zikredildiği):

“İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de (el-emru) O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı yücedir.” (A’râf 7:54)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Emir / Kün!):

“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi (olmasını istedi mi), ona sadece ‘ol’ (Kün) der, o da hemen oluverir (fe-yekûnu).” (Bakara 2:117)

  1. En-Nâhî (النَّاهِي)
  • Anlamı: Nehyeden, yasaklayan. Hikmeti icabı, kullarını şerden, fuhuştan ve zahirî/derûnî kötülüklerden meneden (yasaklayan).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı (el-fahşâ), fenalık (el-münker) ve azgınlığı da yasaklar (ve yenhâ). O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16:90)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yasaklama Fiili):

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:90)

  1. Ed-Dâ’î (الدَّاعِي)
  • Anlamı: Davet eden, çağıran. Kullarını hidayete (Dâru’s-Selâm’a) ve (kıyamette) hesap yurduna çağıran.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“O gün (Sûr’a üflendiği gün) o davetçiye (ed-Dâ’î) (İsrafil’e) uyarlar, ondan sapmak mümkün olmaz. Rahmân’ın huzurunda sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka bir ses işitemezsin.” (Tâhâ 20:108)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hidayete Davet):

“Allah, esenlik yurduna (Dâru’s-Selâm) çağırır (yed’û) ve dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus 10:25)

  1. El-Müs’ir (الْمُسْعِرُ)
  • Anlamı: (Ateşi) Alevlendiren, tutuşturan. Adaleti gereği, inkârcılar için Cehennem ateşini (Saîr) tutuşturan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Cehennem (ateşi) şiddetle alevlendirildiği (Su’irat) zaman,” (Tekvîr 81:12)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ceza Yurdu):

“…Kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Mâide 5:72’den bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müsahhir (الْمُسَخِّرُ)
  • Anlamı: Boyun eğdiren, emre âmâde kılan. Güneşi, Ay’ı, tabiatı ve hayat nizamını insanın hizmetine veya kendi mutlak emrine boyun eğdiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Görmediniz mi, Allah göklerde ve yerde bulunan şeyleri size boyun eğdirmiştir (sahhara leküm) ve size zahiri ve derûnî (açık ve gizli) nimetlerini bolca vermiştir? İnsanlardan öylesi var ki, hiçbir bilgisi, hiçbir yol göstericisi ve hiçbir aydınlatıcı kitabı olmadan Allah hakkında tartışır durur.” (Lokmân 31:20)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Boyun Eğdirmenin Tasviri):

“O, geceyi gündüze (onun vaktinden alarak) katar, gündüzü de geceye (onun vaktinden alarak) katar. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir (ve sehhara). Her biri belirlenmiş bir süreye kadar hareketlerini sürdürürler. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fâtır 35:13)

  1. El-Muzîğ (الْمُزِيغُ)
  • Anlamı: (Kalpleri) Eğrilten, saptıran. Hidayetten yüz çevirenlerin kalplerini (adaleti icabı) saptıran. (Celâlî bir sıfattır, El-Mudill ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onlar (haktan) sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı (ezâğallâhu kulûbehum). Allah, yoldan çıkan (fâsık) topluluğu hidayete erdirmez.” (Saff 61:5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mü’minlerin Duası):

“(Onlar şöyle yakarırlar:) ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ kulûbenâ). Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bağışlayansın.'” (Âl-i İmrân 3:8)

  1. El-Müvellî (الْمُوَلِّي)
  • Anlamı: (Bir işe) İdareci (veli) kılan; döndüren. Hikmetiyle, kullarından bazılarını diğerlerine idareci kılan; mahlukatını dilediği yöne döndüren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“İşte böylece biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına musallat ederiz (nuvellî).” (En’âm 6:129)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâli):

“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)

  1. El-Mûris (الْمُورِثُ)
  • Anlamı: Mirasçı kılan. Mülkün asıl sahibi olarak, dilediği sâlih kullarını (imtihan yurdu olan) yeryüzüne veya Cennete vâris kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“(Cennetlikler) derler ki: ‘Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi yeryüzüne vâris kılan (evresene’l-arda) Allah’a hamdolsun. Cennette istediğimiz yere konaklıyoruz. (Böyle) amel edenlerin mükâfatı ne güzelmiş!'” (Zümer 39:74)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Vâris):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız (nerisu’l-arda). Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve sıfatlarının kemâlini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mûhî (الْمُوحِي)
  • Anlamı: Vahyeden. Peygamberlerine (ve hikmetiyle başka mahlukatına) derûnî ilham ve emirlerini ileten.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Rabbin, bal arısına vahyetti (evhâ): ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.'” (Nahl 16:68)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vahyin Keyfiyeti):

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla (vahyen) veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42:51)

  1. El-Münşir (الْمُنْشِرُ)
  • Anlamı: (Ölüleri) Neşreden, diriltip yayan. (El-Bâis ve El-Muhyî isimlerine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği- Nüşûr):

“O, yeryüzünü size boyun eğdirendir. Haydi, onun omuzlarında (dağlarında, yollarında) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş (en-Nüşûr) ancak O’nadır.” (Mülk 67:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Neşr’in İmkânı):

“Hâlbuki (o sahte ilâhlar), hiçbir şey yaratamazlar. Zira kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine bile ne bir zarar ne de bir fayda verebilirler. Öldürmeye de, hayat vermeye de, yeniden diriltmeye de (neşûran) güçleri yetmez.” (Furkân 25:3)

  1. Er-Râd (الرَّادُّ)
  • Anlamı: Geri çeviren, reddeden. (Hikmeti icabı) hükmünü veya azabını geri çevirecek (dışında) hiçbir kuvvet olmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: ‘Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez (lâ yuraddu be’suhû).'” (En’âm 6:147)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Geri Çevrilmez Hüküm):

“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez (lâ meradde lehû). Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)

  1. El-Mütekellim (الْمُتَكَلِّمُ)
  • Anlamı: Konuşan (Kelâm sahibi). Zâtına mahsus sıfatı olan Kelâm ile (vahyederek, ilham ederek) konuşan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):

“Peygamberlerden öyleleri var ki, sana onların kıssalarını daha önce anlattık, öyleleri de var ki, anlatmadık. Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu (kellemallâhu Mûsâ teklîmen).” (Nisâ 4:164)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vahyin Keyfiyeti):

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla (vahyen) veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûrâ 42:51)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve kullarıyla olan münasebetini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Âsim (الْعَاصِمُ)
  • Anlamı: Koruyan, muhafaza eden. Kullarını (azaptan, tehlikeden ve günahtan) koruyan, onlara sığınak olan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/sıfat olarak zikredildiği):

“(Nuh’un oğlu) dedi ki: ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.’ (Nuh) ‘Bugün Allah’ın emrinden, merhamet ettiği kimselerden başka koruyucu (âsime) yoktur’ dedi. Derken aralarına dalga girdi de o da boğulanlardan oldu.” (Hûd 11:43)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Hafîz / En Hayırlı Koruyan):

“(Yakup) dedi ki: ‘Ben onu size ancak, daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeceğim? Allah en hayırlı koruyucudur (Hayrun Hâfizan). O, merhametlilerin en merhametlisidir (Erhamu’r-Râhimîn).'” (Yûsuf 12:64)

  1. El-Müctebî (الْمُجْتَبِي)
  • Anlamı: Seçen. Kullarından (peygamberleri ve sâlihleri) seçip (ictibâ edip) kendine yaklaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Bunun üzerine Rabbi onu (Yunus’u) seçti (fectebâhu) de iyilerden kıldı.” (Kalem 68:50)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Seçme Fiili):

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti (ictebâküm) ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlâ’nızdır. O, ne güzel Mevlâ’dır ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22:78)

  1. El-Mûsî (الْمُوصِي)
  • Anlamı: Vasiyet eden, emreden. Kullarına (hususiyetle takvâyı, adaleti ve tevhidi) kuvvetle emreden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Andolsun, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de ‘Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye vasiyet ettik (vassaynâ). Eğer inkâr ederseniz, (bilin ki) göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, övgüye lâyık olandır.” (Nisâ 4:131)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emreden / El-Âmir):

“Şüphesiz Allah, adaleti (el-adl), iyilik yapmayı (el-ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder (ye’muru)…” (Nahl 16:90’dan bir bölüm)

  1. El-Mübelliğ (الْمُبَلِّغُ)
  • Anlamı: Ulaştıran (Tebliğ eden). Muradını ve hükmünü kullarına (peygamberler vasıtasıyla) ulaştıran; emrini mutlak surette yerine getiren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et (belliğ). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” (Mâide 5:67)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Emrine Ulaşan / Bâliğ):

“…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir (Bâliğu Emrihî). Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk 65:3’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve rahmetinin cihan şümul tecellîlerini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mülgî (الْمُلْقِي)
  • Anlamı: (Vahyi) İlka eden, (emri) indiren. Peygamberlerinin kalbine (ve dilediği kullarına) vahyi, ruhu ve emri ilka eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi (Allah), (âlemleri) buluşma günü hakkında korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden vahy indirir (yulkî er-rûha min emrihî). O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bugün mülk (hâkimiyet) kimindir?’ (Diye sorulur). ‘Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır’ (diye cevap verilir).” (Mü’min 40:15-16)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Mûhî):

“Rabbin, bal arısına vahyetti (evhâ): ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.'” (Nahl 16:68)

  1. El-Mümhîl (الْمُمْهِلُ)
  • Anlamı: Mühlet (süre) tanıyan. (Kâfirlere ve zâlimlere) azabı hemen indirmeyip, onlara (hikmeti icabı) mühlet tanıyan. (El-Halîm (#47) ve El-Mümlî (#303) isimlerine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onun için sen kâfirlere mühlet ver (fe-mehhili’l-kâfirîn); onlara biraz zaman tanı (emhilhum ruveyden).” (Târık 86:17)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Halîm / Tehir):

“Eğer Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.” (Fâtır 35:45)

  1. El-Müfettih (الْمُفَتِّحُ)
  • Anlamı: (Kapıları) Açan. Rahmet, bereket ve göğün kapılarını (hikmetiyle) açan. (El-Fettâh (#8) isminin fiilî tasviridir).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“(İnkâr edenler,) âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı kibirlenenler var ya, onlara gök kapıları açılmaz (lâ tufettehu lehum ebvâbu’s-semâ’). Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz, suçluları işte böyle cezalandırırız.” (A’râf 7:40)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Fettâh):

“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa (mâ yeftehillâhu), artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fâtır 35:2)

  1. El-Münîr (الْمُنِيرُ)
  • Anlamı: Nûrlandıran, aydınlatan. Kâinatı zahiri nûr ile, kalpleri ve hayatı iman ve hidayet nûru ile aydınlatan. (En-Nûr (#60) isminin fiilî tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği – Nûr):

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur (Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard). O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir…” (Nûr 24:35’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Nûra Çıkaran):

“Allah, iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan aydınlığa (en-Nûr) çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara 2:257)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve azametini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Ekber (الْأَكْبَرُ)
  • Anlamı: En Büyük. Azamet ve kibriyâ (büyüklük) açısından en yüce, en büyük olan. (El-Kebîr (#24) ve El-Azîm (#48) isimlerinin mübalağalı (en üstün) halidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Allah’ın zikri (anılması) elbette en büyüktür (ve le-zikrullâhi ekber). Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29:45’ten bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Kebîr / El-Müteâlî):

“O, gaybı da, görünen âlemi de bilendir, çok büyüktür (el-Kebîr), çok yücedir (el-Müteâlî).” (Ra’d 13:9)

  1. Zü’r-Ruc’â (ذُو الرُّجْعَىٰ)
  • Anlamı: Dönüşün (Yegâne) Sahibi. Mahlukatın hesabını görmek üzere kendisine döneceği (rücû edeceği) mutlak merci.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Şüphesiz dönüş (er-ruc’â) yalnızca Rabbinedir.” (Alak 96:8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dönüşün İsbatı / El-Bâis):

“Şüphesiz biz, yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris olacağız. Onlar, ancak bize döndürüleceklerdir.” (Meryem 19:40)

  1. El-Mu’akkib (الْمُعَقِّبُ)
  • Anlamı: (Hükmünü) Takip eden; (hükmünü) geri çevirecek (erteleyecek) kimse olmayan. Adaleti mutlak, hükmü kesin olan.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“…Allah dilediğine hükmeder. O’nun hükmünü bozacak (mu’akkibe li-hukmihî) kimse yoktur. O, hesabı çabuk görendir.” (Ra’d 13:41’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Geri Çevrilmez Hüküm / Er-Râd):

“…Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez (lâ meradde lehû). Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı (vâlin) da yoktur.” (Ra’d 13:11’den bir bölüm)

  1. El-Müstevî (الْمُسْتَوِي)
  • Anlamı: İstivâ eden, kurulan. Arş’ın üzerine (mahiyeti bilinmez surette) kurularak cihan şümul hâkimiyetini teyit eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur (ale’l-arşi’stevâ).” (Tâhâ 20:5)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Zü’l-Arş):

“O, dereceleri yükselten (Refî’u’d-Derecât), Arş’ın sahibi (Zü’l-Arş) (Allah)…” (Mü’min 40:15’ten bir bölüm)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Mukaddir (الْمُقَدِّرُ)
  • Anlamı: Takdir eden, (her şeye) ölçü koyan. Kâinattaki bütün nizamı ve mahlukatın yapısını en hassas ölçülerle (kader) tayin eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir (kaddera fe-hedâ).” (A’lâ 87:1-3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Ölçü Koyma):

“…Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur (kad ce’alallâhu li-külli şey’in kadrâ).” (Talâk 65:3’ten bir bölüm)

  1. El-Müntehâ (الْمُنْتَهَىٰ)
  • Anlamı: Son durak, (yaratılışın) nihayeti. Her şeyin O’na vardığı, O’nun katında son bulduğu mutlak merci.
  • İlgili Ayet (İsmin zikredildiği):

“Şüphesiz en son varış (el-Müntehâ) Rabbinedir.” (Necm 53:42)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dönüş / Er-Ruc’â):

“Şüphesiz dönüş (er-ruc’â) yalnızca Rabbinedir.” (Alak 96:8)

  1. El-Mâhî (الْمَاحِي)
  • Anlamı: Silen, izale eden. Dilediği (hükmü veya günahı) silen, dilediğini sâbit bırakan. (El-Afûvv ismine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah, dilediğini siler (yemhûllâhu mâ yeşâ’), dilediğini de yerinde bırakır (sabit kılar). Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.” (Ra’d 13:39)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (El-Afûvv):

“O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden (ya’fû) ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ 42:25)

  1. El-Mu’addil (الْمُعَدِّلُ)
  • Anlamı: (Adaletle) Dengeleyen, (yaratılışı) ölçülü ve âhenkli kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan (fe-addeleke), dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr 82:6-8)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Adalet Terazisi):

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ 21:47)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müstehzi’ (الْمُسْتَهْزِئُ)
  • Anlamı: (Kâfirlerin) alaylarına mukabele eden, onları alay konusu yapan. (Celâlî bir sıfattır; zâlimin alayını, adaletiyle cezalandıran).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Allah da onlarla alay eder (yestehzi’u bihim) ve taşkınlıkları içinde bocalamalarına mühlet verir.” (Bakara 2:15)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Alay Konusu Yapma):

“Onlar ki, mü’minlerden zekât hususunda gönülden verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirirler ve onlarla alay ederler. Allah da onları alay konusu yapmıştır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Tevbe 9:79)

  1. El-Mu’ciz (الْمُعْجِزُ)
  • Anlamı: (Kullarını) âciz bırakan; kudretinden kaçılamayan. Hiçbir mahlukun O’nu âciz bırakamayacağı mutlak kudret sahibi.
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği):

“Siz, yerde de gökte de (Allah’ı) âciz bırakamazsınız (Mu’cizîne). Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.” (Ankebût 29:22)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kaçışın İmkânsızlığı):

“İnkâr edenler, (kurtulup) geçip gittiklerini sanmasınlar. Şüphesiz onlar (bizi) âciz bırakamazlar (lâ yu’cizûn).” (Enfâl 8:59)

  1. El-Müfekkik (الْمُفَكِّكُ)
  • Anlamı: (Zincirleri) Çözen, (esirleri) kurtaran. Kullarını (günahın, esaretin veya zorluğun) bağlarından kurtaran.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? (O,) bir köle veya esiri âzat etmektir (Fekku rakabetin).” (Beled 90:11-13)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kurtaran / El-Müncî):

“De ki: ‘Allah sizi ondan (o tehlikelerden) ve bütün sıkıntılardan kurtarır (yüneccîküm). Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.'” (En’âm 6:64)

  1. El-Müfettil (الْمُفَتِّلُ)
  • Anlamı: (Zerre kadar) Haksızlık etmeyen. (Fitil: Hurma çekirdeğindeki ince iplik, zerre). Adaleti o kadar hassastır ki, zerre kadar dahi olsa haksızlık yapmayan.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır ve onlara kıl kadar (fetîlen) haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mutlak Adalet):

“Şüphe yok ki Allah, zerre ağırlığınca bile haksızlık etmez. (Yapılan iyilik) zerre ağırlığınca olsa dahi, onun sevabını kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4:40)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Müstenkif (الْمُسْتَنْكِفُ)
  • Anlamı: (Kulluktan) Çekinmeyen. Azametine rağmen, kulluk edilmeyi veya (hikmeti icabı) misaller vermeyi Zâtına noksanlık görmeyen, bundan çekinmeyen (istiknâf etmeyen).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Mesîh, Allah’a kul olmaktan asla çekinmez (len yestenki-fe’l-mesîhu), Allah’a yakınlaştırılmış melekler de (çekinmezler). Kim O’na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilsin ki) O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.” (Nisâ 4:172)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Misal Vermekten Çekinmemesi):

“Şüphesiz Allah, (hakkı açıklamak için) sivrisineği ve (hatta) ondan daha küçüğünü (veya büyüğünü) misal getirmekten çekinmez (lâ yestahyî). İman edenler, onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfredenler ise, ‘Allah, bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de hidayete erdirir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara 2:26)

  1. El-Mübsil (الْمُبْسِلُ)
  • Anlamı: (Helâke) Teslim eden. Kazandıkları günahlar sebebiyle kullarını (adaletiyle) helâke veya azaba teslim eden.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Onlar, kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş (übsilû) kimselerdir. İnkâr etmekte olduklarına karşılık, onlar için kaynar sudan bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.” (En’âm 6:70’den bir bölüm)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Helâk Eden / El-Mühlik):

“Biz, o (Peygamberin) ardından nice nesilleri helâk ettik (ehleknâ). Rabbinin, kullarının günahlarından haberdar olması (Habîr) ve onları görmesi (Basîr) yeterlidir.” (İsrâ 17:17)

  1. El-Muhlis (الْمُخْلِصُ)
  • Anlamı: (Dini) Hâlis kılan, ihlâs sahibi. Dini (İslâm’ı) Zâtına hâlis kılan; ve kullarından (dilediğini) ihlâsa erdiren (Muhlas).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil/masdar olarak zikredildiği):

“Şüphesiz biz, o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise, dini Allah’a has kılarak (muhlisan lehu’d-dîn) O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis (el-hâlisu) din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:2-3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Arındıran / El-Müzekkî):

“(Siz) kendinizi temize çıkaranları görmez misiniz? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkî) ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4:49)

  1. El-Mümekkin (الْمُمَكِّنُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünde) Güç ve imkân (temkîn) veren, yerleştiren. Sâlih kullarını yeryüzüne vâris kılan ve onlara hâkimiyet imkânı veren.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Mısır’da onu satın alan adam, karısına, ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece biz, Yûsuf’u o ülkeye yerleştirdik (mekkennâ li-Yûsufe) ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğrettik. Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12:21)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Mülkü Veren):

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'” (Âl-i İmrân 3:26)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, fiillerindeki kemâlini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Kâdî (الْقَاضِي)
  • Anlamı: Hüküm veren, (kullar arasında) adaleti icra eden, işi bitiren. (El-Hakem ve Hayru’l-Hâkimîn ile bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“De ki: ‘Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Gizliyi de âşikârı da bilen Allah’ım! Kullarının, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında sen hüküm vereceksin (tahtakumu).'” (Zümer 39:46)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Hüküm Verenlerin En Hayırlısı):

“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (Hayru’l-Hâkimîn).” (Yûnus 10:109)

  1. El-Muksim (الْمُقْسِمُ)
  • Anlamı: (Azametiyle) Yemin eden. (Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, O’nun kudretinin ve hakikatinin mutlak bir tasviri ve isbatıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Hayır, kıyamet gününe yemin ederim (Lâ uksimu bi-yevmi’l-kıyâmeti). Hayır, kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (Lâ uksimu bi’n-nefsi’l-levvâmeti).” (Kıyâmet 75:1-2)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Yeminin İsbatı):

“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki (Fe-lâ uksimu bi-Rabbi’l-meşârikı ve’l-meğârib), şüphesiz bizim gücümüz yeter.” (Me’âric 70:40)

  1. El-Mü’ekkid (الْمُؤَكِّدُ)
  • Anlamı: (Ahdini, sözünü) pekiştiren, teyit eden. Kullarından aldığı sözü (Kefîl olarak) sağlamlaştıran.
  • İlgili Ayet (İsmin masdar olarak zikredildiği):

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil tutarak sağlamlaştırdıktan (ba’de tevkîdihâ) sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16:91)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Vefalı / El-Mûfî):

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin (evfû bi-ahdî) ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim (ûfi bi-ahdiküm). Yalnız benden korkun.” (Bakara 2:40)

  1. El-Münezzil (الْمُنَزِّلُ)
  • Anlamı: (Peş peşe, hikmetle) İndiren. (El-Münzil (#277) “indiren” (bir defada); El-Münezzil (Tenzil) “peş peşe, hikmetle indiren” manasındadır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“O, sana kitabı hak ve önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirdi (nezzele). O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için bir hidayet olarak indirmişti (enzele). O, Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 3:3-4)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (İndiren / El-Münzil):

“Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren (enzele) ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’a mahsustur.” (TDV Meali, Kehf 18:1)

Cenâb-ı Hakk’ın mülkü üzerindeki mutlak hâkimiyetini, hayat nizamındaki fiilî kudretini ve adaletini tasvir eden sıfatları üzerinde duracağız.

  1. El-Fâriş (الْفَارِشُ)
  • Anlamı: (Yeryüzünü) Döşeyen, yayan. Mahlukatın hayatı için yeryüzünü bir sergi (firâş) gibi yayan. (El-Mâhid ve El-Mümehhid isimlerine bağlantılıdır).
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Yeryüzünü de biz döşedik (feraşnâhâ). Biz ne güzel döşeyicileriz (fe-ni’me’l-Mâhidûn)!” (Zâriyât 51:48)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Döşek Kılan):

“O, yeryüzünü size bir döşek (firâşen), göğü de bir tavan yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü türlü ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.” (Bakara 2:22)

  1. El-Mürsî (الْمُرْسِي)
  • Anlamı: (Dağları) Sabit kılan, yerleştiren. Yeryüzünün nizamı (dengesi) için dağları (revâsî) sâbit kılan.
  • İlgili Ayet (İsmin fiil olarak zikredildiği):

“Dağları da (yere) sâbit kıldı (ersâhâ). (Bunları) sizin için ve hayvanlarınız için bir yararlanma (imkânı) olarak (yaptı).” (Nâzi’ât 79:32-33)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Dağların Vazifesi):

“O, yeryüzünde, sarsılmayasınız diye sâbit dağlar (revâsiye) yarattı, ırmaklar ve yollar astı ki, yolunuzu bulasınız.” (Nahl 16:15)

  1. El-Kâbil (الْقَابِلُ)
  • Anlamı: Kabul eden. Kullarının (ihlâs ile yaptıkları) amellerini ve tevbelerini kabul eden. (Et-Tevvâb isminin bir tecellisidir).
  • İlgili Ayet (İsmin sıfat olarak zikredildiği – Kâbili’t-Tevb):

“O, günahı bağışlayan (Gâfiri’z-Zenb), tövbeyi kabul eden (Kâbili’t-Tevb), azabı çetin (Şedîdi’l-Ikâb), lütuf sahibi (Zi’t-Tavl) Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 40:3)

  • Muradifi / Manayı Teyit Eden Ayet (Kabul Fiili):

“Onlar, Allah’ın, kullarının tövbesini kabul ettiğini (yâkbelu’t-tevbete), sadakaları O’nun aldığını ve Allah’ın, tövbeleri çok kabul eden (et-Tevvâb) ve çok merhamet eden (er-Rahîm) olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 9:104)

Bu bağlantıda, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen 358 adet İlâhî ismi, sıfatı (Zâtî, Fiilî) ve cihan şümul tecellîyi (İsm-i Çiftler, Fiilî Sıfatlar, “Hayru’l-…” ve “Zü’l-…” terkipleri dâhil) ayet-i kerimeler ve muradifleri ile birlikte tefekkür ettik.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu usûl ile tasvir edilebilecek isim ve sıfatların tamamına yakınını (neredeyse tamamını) ele almış bulunmaktayız. Bu vüs’atli (geniş kapsamlı) çalışma, bu noktada nazarî bir tamama ermiş görünmektedir.

Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini kalbimize nakşetmeyi ve hayatımıza rehber kılmayı nasip eylesin.

 

 

SONSÖZ (Hâtime)

Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemîn. Başlangıçta olduğu gibi, sonda da hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Kur’ân-ı Kerîm’in nûrlu rehberliğinde, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını bizlere tanıttığı 358 İlâhî ismi, sıfatı ve fiilî tecellîyi ayet-i kerimelerin ışığında tefekkür etme gayretiyle bu vüs’atli çalışmayı tamamlamış bulunmaktayız.

Bu uzun tefekkür yolculuğu, bizlere Esmâ-i Hüsnâ’nın, Zât-ı Akdes’in kâinattaki icraatını anlamak için birer pencere olduğunu bir kez daha göstermiştir. Gördük ki; O (c.c.), hem “el-Evvel” (ilki olmayan) hem “el-Âhir” (sonu olmayan); hem varlığının delilleri apaçık olan “ez-Zâhir” hem de Zâtının hakikati idrak edilemeyen **”el-Bâtın”**dır.

O, mutlak izzet sahibi “el-Azîz” olmakla beraber, isyankâr kullarını dahi affeden **”el-Gaffâr”**dır. Kudreti her şeyi kuşatan “el-Kahhâr” olmakla beraber, rahmeti her şeyi kuşatan **”er-Rahmân”**dır. Bu müteselsil (birbirini takip eden) isimler, Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî (heybet) ve Cemâlî (güzellik) sıfatlarının kâinatta mükemmel bir muvazene (denge) içinde tecellî ettiğini isbat etmektedir.

Bu araştırma göstermiştir ki, O (c.c.) her nefsin kazandığının üzerinde duran “Kâ’imun alâ külli nefsin bimâ kesebet” sıfatıyla her an her şeye nâzırdır; “Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ” olarak en cansız çekirdekten hayatı ve “Muhyi’l-Mevtâ” olarak ölümden sonra yeniden hayatı var edendir.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen bu isimlerin ve fiilî sıfatların tamamına yakınının ele alındığı bu çalışma, elbette beşerî idrakimizin bir sınırıdır. Hakikatleri ise sonsuzdur. Bu çalışmanın yegâne hedefi, Kur’ân’ın Esmâ-i Hüsnâ tefekkürüne dair sunduğu o cihan şümul bakış açısını bir nebze olsun yansıtabilmekti.

Niyetimiz hâlistir, lakin idrakimiz noksandır. Beşerî bir gayret olan bu çalışmadaki hata ve kusurlarımızdan dolayı Rabbimizin affına (el-Afûvv) ve mağfiretine (el-Gafûr)  sığınırız.

Cenâb-ı Hak, bu isimlerin hakikatlerini kalbimize nakşetmeyi ve hayatımıza rehber kılmayı nasip eylesin.

Tevfik ve hidayet ancak Allah’tandır.

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

www.tesbitler.com
29/10/2025




KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI

KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI


ÖNSÖZ

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Kâinatı bir kitap, insanı o kitabın en muhtasar bir nüshası ve Kur’an-ı Kerîm’i o kitabın ezelî bir tercümanı olarak yaratan ve indiren Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) sonsuz hamdü senâlar olsun. O’nun ezelî kelâmının ilk muhatabı ve en kâmil mübelliği olan Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v), âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.

Kur’an-ı Kerîm, beşeriyetin hidayeti için indirilmiş, cihan şümul bir hayat nizamıdır. Bu nizamın idrak edilmesi, muhtevasındaki kudsî manaların fehmedilmesi ise, ancak o manaları taşıyan temel “kavramların” doğru bilinmesiyle mümkündür. Zira Kur’an, bizlere kendi ıstılahları (terminolojisi) ile hitap eder; inancı, ameli, ahlâkı ve kâinata bakışı (nazar) bu kavramlar üzerine bina eder.

İnsanların inançlarını, sözlerini ve fiillerini tasvir etmek için kullanılan bu kavramlar, bir müminin hayat yolculuğundaki işaret levhaları mesabesindedir. Hangi yolun “övülen”, hangi yolun ise “yerilen” olduğunu bu kavramlar vasıtasıyla öğreniriz.

Bu mütevazı araştırma, Kelâmullah’ın derûnî yapısını, onun kendi anahtar kavramları üzerinden anlama gayesiyle hazırlanmıştır. Çalışmamız, Kur’an’ın bizatihi kendi ayetleriyle hangi fiil ve düşünceleri “müspet” (övülen), hangilerini “menfi” (yerilen) olarak tasnif ettiğini ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu tasnif, Hak ile Bâtıl’ı, Hidayet ile Dalâleti, İman ile Küfrü net bir surette ayırmamıza (Furkan) vesile olacaktır.

Bu çalışmanın, Kur’an-ı Kerîm’in hikmet ve hidayet denizinden istifade etmek isteyenlere bir rehber olması temennisiyle. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.

 

Not: Gemini Pro 2.5 Yapay Zekâ ile yapılmıştır. Bu alanda yapılan çalışmalardan istifade ve iktibas edilmiştir.

 

 

TAKDİM

Kıymetli okuyucu;

Elinizdeki bu araştırma, Kur’an-ı Kerîm’in, kâmil bir insan ve faziletli bir cemiyet inşa etmek için kullandığı “temel kavramları” tahlil etmek maksadıyla araştırma yapılmış ve kaleme alınmıştır. Kur’an-ı Kerîm, muhatabına sunduğu hayat modelini, birbiriyle girift (iç içe) ve zengin bir kavramlar manzumesi üzerinden tasvir eder.

Bu çalışma, mezkûr kavramları Kur’an’ın kendi metodolojisine uygun olarak iki ana başlık altında tasnif etmektedir:

  1. Övme İfade Eden Kavramlar: Kur’an’ın teşvik ettiği, failine mükâfat vaat ettiği, “iman ve itaat” eksenli müsbet vasıflar.
  2. Yerme İfade Eden Kavramlar: Kur’an’ın sakındırdığı, failine ceza bildirdiği, “inkâr ve isyan” eksenli menfi vasıflar.

Yapılan bu tahlil neticesinde, Kur’an’ın bütün müspet ahlâkî vasıflarının zirvesinde ve “odak kelime” mevkiinde “Takva” kavramının durduğu tespit edilmiştir. Takva, Allah’a karşı mesuliyet şuuruyla O’nun himayesine (vikaye) girmek , O’nun azabından sakınmaktır.

Bunun tam zıddında ise, bütün menfi vasıfların en şümullüsü (en kapsamlısı) olan “Zulüm” kavramı yer almaktadır. Zulüm, en temelde Allah’a şirk koşmak  ve haddi aşarak O’nun nizamından çıkmaktır.

Bu iki zıt kutup (Takva ve Zulüm), Kur’an’ın ideal mü’min portresi ile hüsrana uğrayan kâfir portresini çizmektedir.

Araştırmada ayrıca, “iman” ve kâmil “mümin”in vasıfları, “Din” kavramının Tevhid tarihi içindeki yeri, mü’minin iman mücadelesindeki “Hicret” ve “Cihad” sorumluluğu ve en mühimi, insanın Yaratıcısı ile olan münasebetini ifade eden cihan şümul “Kul” (Abd) kavramı ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarına karşı olan sonsuz Lütuf, Şefkat, Adalet ve Merhamet tecellileri ayet-i kerimeler ışığında izah edilmiştir.

Bu çalışmanın gayesi, Kur’an-ı Kerim’in “ifade zenginliğini” ve kavramlar arasındaki derûnî bağlantıyı göstererek, O’nun hidayet mesajına bir bütün olarak nazar etmeye vesile olmaktır.

 


Kur’an-ı Kerim’deki temel kavramlar, insanların inançlarını, sözlerini, fiillerini ve davranışlarını tasvir etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramlar, temelde iki ana başlık altında toplanmıştır: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”.
Metinlerde, bazen bir kavramın diğerinin yerine kullanılabildiği veya bir davranışın farklı yerlerde başka kavramlarla anlatılabildiği belirtilmekte, bu durumun Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiği vurgulanmaktadır.
İşte bu belgelere dayalı olarak derlenen bilgiler:
a) Övme İfade Eden Kavramlar
Bu kavramlar, Kur’an-ı Kerim’de insanların “övülen, iyi ve doğru kabul edilen, yapılması teşvik edilen, failine nimet ve ödül vaat edilen” olumlu davranışlarını ve ahlâkî niteliklerini anlatır. Bu kavramlar, insanların beğenilen ve övülen davranışlarını ifade eder. Yüce Allah, insanların bu şekilde hareket etmelerini, inançlarının ve hayatlarının böyle olmasını istemektedir.
Bu kavramların anlattığı davranışların özeti “iman ve itaat”tir. Bu “iman ve itaat” hâli, Kur’an’da değişik kavramlarla ve çeşitli biçimlerde anlatılmıştır. Bu kavramlar birbiriyle iç içe ve girift bir hâldedir; bir kavramın muhtevası, diğer bir kavramın manasını da içine alabilmektedir.
İnsanın olumlu yönünü (inanç, söz, fiil) anlatan bu kavramların “en şümullü, en kapsamlı” olanı “takva” kavramıdır. Takva, bu sahada “odak kelime” olarak nitelendirilmiştir.


Başlıca Övme İfade Eden Kavramlar:
• الْمُتَّقِينَ (el-Müttakîn): Allah’a karşı gelmekten sakınan müminler (Bakara, 2/2).
• الْمُؤْمِنِينَ (el-Mü’minîn): Mümin erkekler (Enfal, 8/2).
• الْمُؤْمِنَاتِ (el-Mü’minât): Mümin kadınlar (Ahzab, 33/35).
• الْمُسْلِمِينَ (el-Müslimîn): Allah’a teslim olan erkekler (Hac, 22/78).
• الْمُسْلِمَاتِ (el-Müslimât): Allah’a teslim olan kadınlar (Ahzab, 33/35).
• الْمُوقِنِينَ (el-Mûkınîn): Kesin olarak, şeksiz ve şüphesiz iman edenler (Zariyat, 51/20).
• الْمُهْتَدِينَ (el-Mühtedîn): Hidayete erenler (İsra, 17/97).
• الْمُحْسِنِينَ (el-Muhsinîn): İyilik yapanlar, iyi davrananlar, salih ameller işleyenler, yaptığını iyi ve sağlam yapanlar, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler (Bakara, 2/195).
• الصَّالِحِينَ (es-Sâlihîn): Yararlı iş yapanlar, salih amel işleyenler (Al-i İmran, 3/114).
• الْمُصْلِحِينَ (el-Muslihîn): Islah edenler, düzeltenler (Bakara, 2/220).
• الْمُخْلِصِينَ (el-Muhlisîn): Samimi ve ihlaslı olanlar (Araf, 7/29).
• الصَّابِرِينَ (es-Sâbirîn): Sabırlı erkekler (Al-i İmran, 3/17).
• الصَّادِقِينَ (es-Sâdikîn): İnancında, ibadetinde, özünde, sözünde, iş ve işlemlerinde doğru olan erkekler (Al-i İmran, 3/17).
• الْقَانِتِينَ (el-Kânitîn): Gönülden boyun büküp divan duran, itaatkâr erkekler (Al-i İmran, 3/17)
• الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (el-Müstağfirîne bi’l-eshâr): Seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (Al-i İmran, 3/17).
• التَّوَّابِينَ (et-Tevvâbîn): Allah’a çok tövbe edenler (Bakara, 2/222).
• الْخَاشِعِينَ (el-Hâşi’în): Allah’a derinden saygı duyan erkekler (Ahzab, 33/35)2
• الْمُتَوَكِّلِينَ (el-Mütevekkilîn): Allah’a tevekkül edenler (Al-i İmran, 3/159).
• الْمُتَطَهِّرِينَ (el-Mütetahhirîn): Maddi ve manevi kirlerden temizlenenler (Bakara, 2/222).
• الشَّاكِرِينَ (eş-Şâkirîn): Şükredenler (Zümer, 39/66).
• الْعَابِدُونَ (el-‘Âbidûn): İbadet edenler (Tevbe, 9/112).
• السَّائِحُونَ (es-Sâihûn): Allah yolunda seyahat edenler, oruç tutanlar (Tevbe, 9/112).
• الْأَوَّابِ (el-Evvâb): Allah’a çok yönelen (Kaf, 50/32).
• الْمُنِيبِ (el-Münîb): Allah’a yönelen (Hud, 11/75).
• الْمُفْلِحُونَ (el-Müflihûn): Kurtuluşa erenler (Araf, 7/8).
• أُولُوا الْأَلْبَابِ (Ülü’l-elbâb): Akıl sahipleri (Zümer, 39/9).
• أُولِي الْأَبْصَارِ (Üli’l-ebsâr): Basiret sahipleri (Haşr, 59/2).
• الْأَبْرَار (el-Ebrâr): İyiler (İnsan).
• أَوْلِيَاءُ اللَّهِ (Evliyâullah): Allah dostları (Yunus, 10/62).
• الْمُقَرَّبُونَ (el-Mukarrebûn): Allah’a yakın olanlar (Mutaffifin, 83/21).
• حِزْبَ اللَّهِ (Hizbullah): Allah taraftarı olan kimse (Mücadele, 58/22).

b) Yerme İfade Eden Kavramlar

Bütün insanlar aynı inançta ve fiilde değildir. Bir kısmı iman ederken bir kısmı inkâr eder. İman edenler arasında da itaat edenler ve isyan edenler bulunur. Bu değişik hâller, farklı kavramlarla anlatılmıştır.
Nasıl ki “iman” ve “itaat” hâlleri çeşitli kavramlarla dile getirilmişse, “inkâr” ve “isyan” hâlleri de birçok kavramla ifade edilmiştir.
Bu kavramlar, insanların “yerilen, yapılmaması istenen ve yapanına ceza olduğu bildirilen” olumsuz inanç, söz, fiil ve davranışlarını anlatır.

Başlıca Yerme İfade Eden Kavramlar:

• الظَّالِمُونَ (ez-Zâlimûn): Zalimler (Bakara).
• الظَّلُوم (ez-Zalûm): Çok zulmeden kimse (Ahzab, 33/72).
• الْكَافِرُونَ (el-Kâfirûn): Kâfirler (Bakara, 2/254).
• الْمُشْرِكِينَ (el-Müşrikîn): Müşrik, yani Allah’a ortak koşan erkekler (Ahzab, 33/73).
• الْمُشْرِكَاتِ (el-Müşrikât): Allah’a ortak koşan kadınlar.
• الْكَفُورُ (el-Kefûr): Çok nankör kimse.
• الْمُنَافِقِينَ (el-Münâfikîn): Münafık, iki yüzlü, kalbi ile iman etmediği halde iman ettim diyen erkekler (Ahzab, 33/73).
• الْمُنَافِقَاتِ (el-Münâfikât): Münafık, iki yüzlü kadınlar (Ahzab, 33/73).
• الضَّالُّونَ (ed-Dâllûn): Haktan, doğru yoldan, İslam’dan sapanlar (Al-i İmran, 3/90).
• الْمُضِلِّينَ (el-Mudillîn): İnsanları hak yoldan saptıranlar (Kehf, 18/51).
• كَاذِبُونَ (Kâzibûn): Yalancılar (En’am, 6/28).
• الْمُكَذِّبِينَ (el-Mükezzibîn): Ayetleri ve peygamberleri yalanlayanlar (Vakıa, 56/51).
• السَّاخِرِينَ (es-Sâhirîn): Peygamber ve dinî değerlerle alay edenler (Zümer, 39/56).
• الْمُسْتَهْزِئُونَ (el-Müstehziûn): Müslümanlarla alay edenler (Bakara, 2/14).
• الْمُسْتَكْبِرِينَ (el-Müstekbirîn): Kibirliler, büyüklenenler (Nahl, 16/23).
• الْمُتَكَبِّرِينَ (el-Mütekebbirîn): Büyüklenenler (Zümer, 39/60).
• الْمُفْتَرِينَ (el-Müfterîn): İftira edenler (Araf, 7/152).
• الْمُمْتَرِينَ (el-Mümterîn): Dinî gerçeklerden, ahiretin varlığından, Kur’an’ın Allah sözü ve Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğundan şüphe edenler (En’am, 6/114).
• الْخَائِضِينَ (el-Hâidîn): Batıla dalanlar (Müddessir, 74/45).
• مُعْرِضُونَ (Mu’ridûn): Kur’an’dan yüz çevirenler (Enbiya, 21/32)
• الْفَاسِقُونَ (el-Fâsikûn): İtaatten çıkanlar (Bakara, 2/99).
• الْمُفْسِدِينَ (el-Müfsidîn): Bozguncular, fesat çıkaranlar (Yunus, 10/40).
• الْأَثِيمِ (el-Esîm): Çok günahkâr kimse (Bakara, 2/276).

1. Olumsuz Yönleri İfade Eden Kavramlar

Bu kavramlar, insanların beğenilmeyen, yerilen ve kötü olan yönlerini ifade etmektedir. Allah, insanların bu şekilde hareket etmemelerini istemekte ve bu davranışları sergileyenleri yermekte ve cezalandıracağını bildirmektedir. Bu davranışların özeti “inkâr ve isyan” olarak belirtilmiştir.
Bu olumsuz kavramlar birbiriyle anlam ilişkisi içindedir ve bir kavramın muhtevası, bir başkasının anlamını da ihtiva edebilmektedir.

En Kapsamlı Olumsuz Kavram: Zulüm

İnsanların “olumsuz yönlerini” anlatan kavramların en şümullüsü (en kapsamlısı) olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılmaktadır. “Zulüm” kavramının, diğer olumsuz kavramların ifade ettiği anlamların tamamını genel olarak ifade ettiği ve Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biri olduğu belirtilmektedir.

Olumsuz Kavramlara Misaller:

Bu olumsuz vasıflara sahip kimseler için kullanılan pek çok tabir listelenmiştir. Bazıları şunlardır:
• الذينَ يُكَذِّبُونَ بيوم الدين: Hesap ve ceza gününü yani ahireti yalanlayan kimseler.
• الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ: Günah işleyen kimseler.
• الذينَ يَبْخَلُونَ…: Cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimseler.
• المجرمين: Kâfirler, suçlular, günah işleyenler.
• الْمُسْرِفين: İsraf edenler, aşırı gidenler.
• الْخَاسِرُونَ: İmansızlık, ibadetsizlik ve isyan sebebiyle ziyana uğrayanlar.
• الْمُطَفِّفِينَ: Ölçü ve tartıda hile yapanlar.
• مُذَبْذَبِينَ: İman ile inkâr arasında bocalayıp duranlar.
• مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ: İslam’a uygun olmayan arzu ve isteklerini ilah edinen kimse.
• سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ: Yalana çok kulak verenler.
• أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ: Haram yiyenler.
• الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ: Allah ve Peygamberi’ne düşmanlık eden kimseler.

2. Olumlu Yönleri İfade Eden Kavramlar

Bu kavramlar, Kur’an’da övülen ve mükafat (sevap) verileceği bildirilen vasıfları tanımlar.

Olumlu Kavramlara Misaller:

Olumlu vasıflardan bazıları şunlardır:

• صَادِقُ الْوَعْدِ: Vadini yerine getiren, sözünde duran kimse.
• من اهْتَدَى: Doğru yolda olan kimse.
• من تزكى: Küfür ve günahlardan arınan kimse.
• مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ: Allah’a ve Resulü’ne itaat eden.
• الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف: İyiliği emredenler.
• النَّامُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ: Kötülükten men edenler.
• الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ: Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili sınırlarını koruyanlar.
• الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ: Ceza ve hesap günü olan ahireti tasdik eden kimseler.
• الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ: İman edip salih amel işleyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ: Namazlarında derin saygı içinde olan kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ: Mahrem yerlerini, namuslarını koruyan ve zina etmeyen kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ: Emanetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimseler.
• الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ: Faydasız ve boş işlerden ve sözlerden yüz çevirenler.
• الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ…: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayan, öfkelerini yenen ve insanları affedenler.

3. Kavramlara Dair Genel Esaslar

• Bir Arada Bulunma: “iman” ve “küfür” gibi zıt kavramlar ayrı insanlarda bulunur; bir insanda aynı anda bulunmaz. Ancak “iman” ve “günah” gibi kavramlar aynı insanda bulunabilir.
• Karşılık: Övme ve sevap, itaat eden ve çirkin fiilleri yapmayanlara; yerme ve ceza ise günah işleyen ve farzları ihlal edenlere verilir.
4. “Din” Kavramı
Kaynaklarda “Din” kavramına da özel olarak değinilmiştir:
• Kullanımı: “Din” kelimesi Kur’an’da bu formatta 92 yerde geçmektedir.
• Anlamları ve Terkipleri: Kur’an’da “din” kelimesi yalın olarak veya çeşitli terkipler halinde farklı anlamlarda kullanılmıştır41. Bunlardan bazıları:
• دِينُ الْحَقِّ (Hak din)
• دين الله (Allah’ın dini)
• دِينُ القيم (Doğru din)
• دِينُ الْخَالِص (Halis din)
• دين الْمَلِكِ (Hükümdarların kanunu)
• يَوْمِ الدِّينِ (Din / hesap günü)
• Tarihçesi: “Din” olgusu ilk insandan beri vardır. Yüce Allah, “hak din” ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den (a.s.) itibaren insanlara “vahiy” yoluyla bildirmiştir.
• İnsan ve Din: Allah, insanları “hak dine” zorlamamıştır. Bununla birlikte, “hak din”den sapan ve onu tahrif eden insanlar olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an vahyedilmeye başlandığında, Hicaz bölgesinde “şirk dini”, Hristiyanlık ve Yahudilik mevcuttu. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar), Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı.

*Temel bir Kur’an kavramı olan “kul” (abd) ve Allah’ın kullarına karşı tavrı hakkında kaynaklara dayalı malumat aşağıdadır:
“Kul” (Abd) Kavramı
Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir. Bu sebeple Allah, kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de “kul” sıfatı ile hitap etmiştir. Zira insan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur. İnsan, pek çok hususta Allah’ın iradesine boyun eğer ve O’nun hükmü altındadır. İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun “kul” olmasına mâni değildir.

Allah’ın Kullarına Karşı Tavrı
Kaynaklarda, Allah’ın kullarına karşı tutumu çeşitli başlıklar altında izah edilmektedir:

a) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
Kullarına karşı çok lütufkâr olan Allah, yeryüzünün bütün ziynetlerini ve rızıklarını kulları için var etmiştir.
• A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Bu ayet-i kerimeye göre, yeryüzünün ziynetleri ve rızıkları aslında müminler için var edilmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mümin olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece müminlerindir.
• Yüce Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet (güzel sonuç) muttakilerindir.
• A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.””
• Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
• Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar.
• Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
• Allah’ın herkese bol rızık vermemesinin hikmeti şöyle açıklanır:
• Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”

b) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
Hidayet Yüce Allah’tandır. O, kullarından dilediğini İslam ile müşerref kılar.
• En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”

c) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
“Küfür”, nimetlere nankörlük ederek Allah’ı ve dinini reddetmek ve inkâr etmektir. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez ve kulları için küfre razı olmaz.
• Zümer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”
• Allah’ın, kullarının küfrüne razı olmamasının sebebi, onlara karşı çok şefkatli olmasıdır.

ç) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
Kullarını yaratan, onlara rızık ve sıhhat veren Allah’tır. O, kullarına karşı çok şefkatlidir.
• Bakara Suresi 2/207: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.”
• Bu şefkatin bir tezahürü olarak Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve tövbe ettiği zaman günahlarını affeder.

d) Allah, Kullarının Tövbelerini Kabul Eder
“Tövbe”, kulun işlediği günahtan pişman olup Allah’a yönelmesi ve halini ıslah etmesidir. Tövbeleri kabul etmek, Allah’ın kuluna bir lütfudur. Çünkü Allah, “Tevvâb” (tövbeleri çok kabul eden)dir.
• Tevbe Suresi 9/104: “Onlar, kullarından tövbeyi kabul edenin, sadakaları alanın Allah olduğunu ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?”
• Şûrâ Suresi 42/25: “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”

e) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
Allah, kullarının gizli-aşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir. Kullar, Allah’ın murakabesi (gözetimi) altındadırlar. Bilen ve gören olarak O, kullarına kâfidir.
• İsrâ Suresi 17/17: “Biz, Nûh’tan sonra da nice nesilleri helâk ettik. Rabbin, kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak yeter.”
• İsrâ Suresi 17/30: “Şüphesiz Rabbin, rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.”
• Zümer Suresi 39/36: “Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.”
• Allah, kullarının bütün hâllerini bilir ve ona göre adaletle muamele eder.

f) Allah, Kullarına Zulmetmez
Allah, kullarına asla zulmetmez.
• Âl-i İmrân Suresi 3/182: “Bu, kendi ellerinizin önceden işledikleri yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
• Mü’min Suresi 40/31: “Nûh kavminin, Âd’ın, Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum). Yoksa Allah, kullarına zulmetmek istemez.””
• Fussilet Suresi 41/46: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
• Allah, kimseyi hak etmeden cezalandırmaz, sevaplarını eksiltmez ve herkese çalıştığının karşılığını tam verir.

g) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
Allah, kullarına yakındır ve dua ettikleri zaman dualarını kabul eder.
• Bakara Suresi 2/186: “Kullarım, sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.”
• Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip salih amel işlemeleri gerekir.
• Şûrâ Suresi 42/26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”

ğ) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
Allah, kullarının üstünde tam hâkimdir.
• En’âm Suresi 6/61-62: “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar görevlerinde eksiklik yapmazlar. Sonra insanlar, gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.”

*Kur’ân-ı Kerîm’in bazı temel kavramlarına ve muhtevasına dair mühim bilgiler ihtiva etmektedir. Bu kavramlar hakkında hazırlanan izahat aşağıdadır:

1. İman ve Mümin Kavramları
“mümin”in sadece iman eden kimse olarak değil, aynı zamanda imanının gerektirdiği vazifeleri yerine getiren kimse olarak tanıtıldığı belirtilmektedir.

İman Esasları:
Müminler; Allah’a, meleklere, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmezler ve peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar.

Müminin Vasıfları:
Belgelere göre müminlerin başlıca vasıfları şunlardır:
• Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, okunan ayetler imanlarını artıran kimselerdir.
• Allah’ı severler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler.
• Kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hak olan Kur’ân’a saygı duyar.
• Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağırıldıkları zaman, “İşittik, itaat ettik” derler.
• Namazlarını dosdoğru, huşu içinde ve ara vermeden kılarlar.
• Mallarının zekâtını verirler.
• Allah’ın verdiği rızıktan Allah yolunda harcarlar (infak).
• Müminlere yardım ederler ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
• İyiliği emreder ve kötülüğü men ederler.
• Gerektiğinde Allah yolunda hicret ederler.
• Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler ve düşman ordularıyla karşılaştığı zaman kaçmazlar.
• Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan dinini yaşarlar.
• Emanetlerine ve sözleşmelerine (Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere) riayet ederler.
• Günahlarına tövbe eden, durumlarını düzelten ve dinlerinde ihlaslı olanlardır.
• Allah’a tevekkül ederler.
• Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
• Irzlarını (namuslarını) zinadan korurlar.
• Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar.
• Kasten bir mümini öldürmezler.
• Şirk, küfür, nifak, batıl ve faydasız inanç, söz ve fiillerden yüz çevirirler.
• Kıyametten korkar ve hak olduğunu bilirler.
• Kızdıkları zaman bağışlar ve işlerini danışma ile yaparlar.
• Müşriklerle evlenmezler.
• Babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmazlar.
• Cehennem ehli oldukları belli olduktan sonra, yakınları bile olsa müşrikler için Allah’tan bağış dilemezler.

2. Takva ve Muttakiler Kavramları
Vesikalarda “takva” (sorumluluk) bilinci, Kur’ân’ın rehberliğinden faydalanmanın bir şartı olarak zikredilir. Takva, “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilir ve şu manaları ihtiva eder:
• Allah’ın azabından, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden, kötülüklerden ve kötü işlerden, fitneden ve insana zarar veren her türlü inanç, söz, fiil ve davranıştan sakınmak.
• Takvaya erişmek için Allah’a ibadet etmek, ilahi hükümlerle amel etmek, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını unutmamak, Kur’ân’a uymak ve onun dışındaki yollara uymamak emredilmiştir.

Takvanın Zıddı (Zulüm):
“takva”nın, Kur’ân’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu vurgulanır.
• Takvanın Birinci Derecesi: Şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmaktır.
• Muttakilerin Zıddı: Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin zıddı olarak şu gruplar zikredilir: Kâfirler, Zalimler, Mücrimîn (suçlular), Fâcirûn (doğru yoldan çıkanlar), Tâğîn (isyanda haddi aşanlar), Mütekebbirîn (büyüklenenler), Sâhirîn (alay edenler), Mu’tedûn (haddi aşanlar, saldırganlar), Fâsıkûn (Allah ve Peygamberi’ne itaat etmeyenler), Müşrikîn (Allah’a ortak koşanlar) ve Münafıkûn (ikiyüzlüler).

3. Zulüm Kavramı
Takva kavramının zıddı olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılır.
• Bu takva-zulüm ikilemi birçok ayette görülür.
• Meryem Suresi’nde (71-72. ayetler) Allah Teâlâ, “(Ey kafirler!) Sizden hiçbir kimse yoktur ki cehenneme uğrayacak olmasın. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” buyurduktan sonra, “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” diyerek bu iki grubu ayırır.
• Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) hitaben, “(Ey Peygamberim!) Sonra seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” denildikten sonra, “Çünkü onlar, Allah’a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” buyrularak, Allah’ın muttakilerin dostu olduğu belirtilir.
• Zulmün Birinci Derecesi: İmanı terk edip şirk, küfür ve nifaka düşmektir.

4. Hicret ve Cihad Kavramları
Vesikalarda müminin, dinini yaşama mücadelesi bağlamında hicret ve cihad kavramlarına yer verilir:
• Mümin, yaşadığı beldede Allah’a kulluk vazifesini yerine getiremezse veya dinini izhar etmesi (açığa vurması) mümkün olmazsa, öncelikle o durumu değiştirmek için bütün gücüyle çalışır ve ibadetinden taviz vermez.
• Eğer bu durumu değiştirmesi mümkün değilse, ibadetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilir.
• Bu husus, Ankebût Suresi 56. ayet ile delillendirilir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”.
• Müfessirlerden Said b. Cübeyr bu ayeti, “Bir beldede günah fiiller işlenirse oradan çık.” şeklinde; Atâ b. Yesâr, “İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın.” şeklinde; Mücahid b. Cebr ise, “Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin.” şeklinde yorumlamıştır.
• Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” ifadesi, “Bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin” manasındadır.

5. Kurtuluşa Erenler
Manevi kurtuluşa eren kimselerin vasıfları şu şekilde sıralanmıştır:
• Müslüman
• Muhsin (İyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden)
• Salih ameller işleyen

1. Özet, Sonuç ve Not Bilgi
Özet
Kur’an-ı Kerim’in, insanların inançlarını, sözlerini ve fiillerini tasvir etmek için kullandığı temel kavramları iki ana başlık altında tasnif etmektedir: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”. “İman ve itaat” eksenindeki olumlu davranışlar birinci grupta; “inkâr ve isyan” eksenindeki olumsuz davranışlar ise ikinci grupta toplanmıştır. Metin, bu kavramların Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiğini, bazen birbirlerinin muhtevasını ihtiva ettiğini ve birbiriyle girift bir hâlde olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca, “kul” (abd) kavramının cihan şümul (evrensel) manası ve Allah’ın kullarına karşı olan lütufkâr, adil ve şefkatli tavrı ayet-i kerimelerle delillendirilmiştir.

Sonuç
Kur’an-ı Kerim’deki bütün olumlu ahlâkî vasıfların en şümullüsü (en kapsamlısı) ve “odak kelimesi” **”Takva”**dır. Takva’nın tam zıddı ise, olumsuz vasıfların en şümullüsü olan “Zulüm” kavramıdır. Metin, Kur’an’ın bu iki zıt kutup (Takva ve Zulüm) üzerinden bir mümin ve kâfir portresi çizdiğini; müminin vasıflarını, Allah’ın kullarına (mümin veya kâfir ayırt etmeksizin) karşı olan tavrını ve “din” kavramının tarihçesini ayetlerle isbat etmektedir.

 

 

************

 

Kur’an-ı Kerim’deki temel kavramlar, insanların inançlarını, sözlerini, fiillerini ve davranışlarını tasvir etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramlar, temelde iki ana başlık altında toplanmıştır: “Övme İfade Eden Kavramlar” ve “Yerme İfade Eden Kavramlar”.
Metinlerde, bazen bir kavramın diğerinin yerine kullanılabildiği veya bir davranışın farklı yerlerde başka kavramlarla anlatılabildiği belirtilmekte, bu durumun Kur’an’ın “ifade zenginliğini” gösterdiği vurgulanmaktadır.

**************

KUR’AN-I KERİM’İN ÖVDÜĞÜ KÂMİL İNSAN PORTRESİ: TAKVA EKSENİNDE MÜSPET KAVRAMLARIN BÜTÜNLÜĞÜ

Kur’an-ı Kerim, sadece bir inanç manzumesi değil, aynı zamanda kâmil bir insan ve faziletli bir cemiyet inşa etmeyi hedefleyen cihan şümul bir hidayet rehberidir. Bu hedef doğrultusunda, insanın inanç, söz, fiil ve davranışlarını tasvir ederken, onları iki ana başlık altında toplar: Övülen (Müspet) ve Yerilen (Menfi) kavramlar.

Övme ifade eden kavramlar, “iman ve itaat” zemininde birleşir. Bu müspet sıfatlar kümesinin “en şümullü, en kapsamlı” ve “odak kelime” olanı ise “Takva”dır. Takva sahibi kimseler (الْمُتَّقِينَ – el-Müttakî), Kur’an’ın inşa etmek istediği ideal mü’min şahsiyetinin zirvesini temsil eder.
Diğer bütün müspet kavramlar (el-Mü’minîn, el-Muhsinîn, es-Sâlihîn, es-Sâbirîn, el-Muhlisîn, Ülü’l-elbâb vb.), ya Takva’nın temelleri, ya cüzleri (parçaları), ya tezahürleri (dışa yansımaları) ya da onu koruyan manevi kaleler mesabesindedir.

Bu makalede, bu kavramların “Takva” merkezi etrafında nasıl birbiriyle girift (iç içe) ve ayrılmaz bir bütünlük arz ettiği tahlil edilecektir.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Odak: Takva ve el-Müttakîn)
Tahlilimizin merkezine aldığımız Takva (تَقْوَى) kavramı, lügatte “vikaye” kökünden gelir ve “sakınmak, korunmak, bir şeyi himaye altına almak” manalarına gelir. Istılahta ise, kulun, kendisi ile Allah’ın azabı arasına bir himaye, bir engel koymasıdır. Bu koruma, en temelde Allah’a karşı gelmekten, O’nun emirlerine muhalefet etmekten ve yasaklarını çiğnemekten titizlikle “sakınmak” suretiyle gerçekleşir.
الْمُتَّقِينَ (el-Müttakîn) ise bu Takva fiilini hayata geçiren, onu bir şahsiyet ve hayat tarzı haline getiren “sakınanlar, korunanlar” demektir.
Takva, Kur’an-ı Kerim’in hemen başında (Bakara, 2/2) hidayet rehberi olan kitabın, ancak “Müttakîler” için bir yol gösterici olduğunu beyan etmesiyle, daha en başta “anahtar kavram” olarak belirlenmiştir. Takva, pasif bir korku veya içe kapanıklık değil; Allah’ın rızasını kaybetme endişesiyle (havf) ve O’nun rahmetine sığınma ümidiyle (recâ) hareket eden faal (aktif) bir “iman ve itaat” şuurudur.

2. Takva’nın Boyutları: Diğer Kavramlarla Münasebeti (Bağlantı ve Tahlil)
Bir insanın “Müttakî” olarak vasıflandırılabilmesi, listede zikredilen diğer müspet kavramları da nefsinde toplamasıyla mümkündür. Zira bu sıfatlar, Takva binasının tuğlaları ve sütunlarıdır:

A. İman ve Teslimiyet Boyutu (Temel Sütunlar):
Takva’nın varlık sebebi imandır. Kalpte başlayan bu süreç, teslimiyetle fiiliyata dökülür:
• الْمُؤْمِنِينَ (el-Mü’minîn) / الْمُؤْمِنَاتِ (el-Mü’minât): Müttakî, her şeyden evvel “iman eden” kişidir. İman, Takva’nın zeminidir.
• الْمُسْلِمِينَ (el-Müslimîn) / الْمُسْلِمَاتِ (el-Müslimât): Bu imanın gereği olarak Allah’a “teslim olan” kişidir. Takva, bu teslimiyetin şuur halidir.
• الْمُوقِنِينَ (el-Mûkınîn): İmanı, taklitten tahkike (araştırmaya) geçmiş, “kesin olarak, şeksiz ve şüphesiz” inanan (Yakîn sahibi) kişidir. Takva’yı besleyen ve güçlendiren, işte bu yakîn mertebesidir.
• الْمُهْتَدِينَ (el-Mühtedîn): Allah’ın hidayetine “eren” ve bu hidayet üzere kalmayı dileyendir. Zira Kur’an, Müttakîlere hidayet vaat eder (Bakara
2/2).

B. Fiilî ve Ahlâkî Boyut (Amel-i Salih):
Takva, sadece kalbî bir sakınma değil, aynı zamanda fiilî bir güzelliktir:
• الْمُحْسِنِينَ (el-Muhsinîn): Müttakî, “İhsan” mertebesindedir. Yaptığı işi en güzel (sağlam) yapan, ibadetini Allah’ı görüyormuş gibi (ihsan) eda edendir. Takva, İhsan’ın bir alt mertebesi, İhsan ise Takva’nın zirvesidir.
• الصَّالِحِينَ (es-Sâlihîn) / الْمُصْلِحِينَ (el-Muslihîn): Takva sahibi, “salih amel işleyen” ve sadece kendi salih olmakla kalmayıp, yeryüzünde “ıslah eden, düzelten” (Muslih) bir şahsiyettir. O, tahrib edici (bozguncu) değil, tamir edicidir.
• الصَّابِرِينَ (es-Sâbirîn): Takva’yı muhafaza etmek ancak “sabr” ile mümkündür. Müttakî; ibadete devamda, günahtan kaçınmada ve gelen musibetlere karşı sabredendir.
• الصَّادِقِينَ (es-Sâdikîn): Müttakî; “özünde, sözünde ve işinde doğru” (Sadık) olandır. Takva, münafıklığın (ikiyüzlülüğün) zıddıdır; sadakati icap ettirir.
• الْمُتَطَهِّرِينَ (el-Mütetahhirîn): Takva, hem maddi hem de “manevi kirlerden (günahlardan) temizlenenler” demektir. Allah’ın Müttakîleri sevmesi gibi, (Bakara 2/222) “çok temizlenenleri” de sevmesi bu iki kavramın yakınlığına
işarettir.

C. Kalbî ve Ruhî Boyut (İhlas ve Huşû):
Takva’nın merkezi kalptir ve bu kalbin vasıfları şunlardır:
• الْمُخْلِصِينَ (el-Muhlisîn): Müttakî, amelini sadece Allah rızası için yapan “ihlâslı” kişidir. Takva’nın ruhu ve motor gücü ihlastır. Riya (gösteriş) ve şirk, Takva’yı yok eder.
• الْقَانِتِينَ (el-Kânitîn) / الْخَاشِعِينَ (el-Hâşi’în): Allah’a “gönülden boyun eğen” (Kânitîn) ve O’na karşı “derinden saygı (huşû) duyan” (Hâşi’în) kişidir. Bu kalbî durum, Takva’nın dışa vuran halidir.
• الْمُتَوَكِّلِينَ (el-Mütevekkilîn): Müttakî, sebeplere riayet ettikten sonra netice için Allah’a “tevekkül eden” kişidir.
• الشَّاكِرِينَ (eş-Şâkirîn): Aldığı her nimetin Allah’tan geldiğini bilen ve bu nimeti O’nun rızası dairesinde kullanarak “şükreden” kişidir.

D. Rabb ile Münasebet Boyutu (Tövbe ve İbadet):
Müttakî, melek değildir; beşeriyet icabı hata edebilir. Ancak onun farkı şudur:
• التَّوَّابِينَ (et-Tevvâbîn) / الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (el-Müstağfirîne bi’l-eshâr): Günaha düştüğünde ısrar etmez, derhal “çok tövbe eden” (Tevvâbîn) olur. Bilhassa “seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyerek” Takva zırhını onarır.
• الْعَابِدُونَ (el-‘Âbidûn) / السَّائِحُونَ (es-Sâihûn): Takva’sını ibadetle besler. O, “ibadet eden” (Âbidûn) ve Allah yolunda gayret gösteren, oruç tutan (Sâihûn) kimsedir.
• الْأَوَّابِ (el-Evvâb) / الْمُنِيبِ (el-Münîb): Her durumda ve her hatadan sonra “Allah’a çok yönelen” (Evvâb, Münîb) kişidir.

E. İrfan ve Basiret Boyutu (Akıl ve Nazar):
Takva, körü körüne bir sakınma değildir; şuurlu bir idrak gerektirir:
• أُولُوا الْأَلْبَابِ (Ülü’l-elbâb): Müttakî, “akıl sahibi” (öz akıl) kişidir. Kâinattaki ayetleri okur, tefekkür eder ve aklını kullanarak Rabbini bulur.
• أُولِي الْأَبْصَارِ (Üli’l-ebsâr): Olaylara sadece (göz) ile değil, “basiret” (kalp gözü) ile bakar (nazar). Takva, basireti açar; kişiye Hak ile batılı ayırma kabiliyeti (Furkan) verir.

3. Ayet-i Kerime’deki Yeri ve Temsil (Külli Portre)
Kur’an-ı Kerim, bu sıfatların birbiriyle olan ayrılmaz bütünlüğünü, bazı ayetlerde onları bir arada zikrederek gösterir. Bu ayetler, kâmil mü’minin portresini çizer:
• Âl-i İmrân Suresi (3/17): Cennetin vaat edildiği Müttakîleri şöyle tasvir eder:
“Bunlar, sabredenler (الصَّابِرِينَ), doğru olanlar (الصَّادِقِينَ), gönülden boyun eğenler (الْقَانِتِينَ), infak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir (الْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ).”
• Tevbe Suresi (9/112): Allah’a canlarını ve mallarını satan mü’minlerin vasıfları:
“Tövbe edenler (التَّائِبُونَ), ibadet edenler (الْعَابِدُونَ), hamdedenler, (Allah yolunda) seyahat edenler (السَّائِحُونَ), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!”
• Ahzâb Suresi (33/35): Bu külli portrenin en şümullü tasvirlerinden biri bu ayettedir. Allah (c.c.) mağfiret ve büyük ödül vaat ettiği kimseleri (erkek ve kadın olarak) şöyle sıralar:
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar (الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ), mü’min erkekler ve mü’min kadınlar (وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ), itaatkâr erkekler ve itaatkâr kadınlar (وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ), doğru erkekler ve doğru kadınlar (وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ), sabreden erkekler ve sabreden kadınlar (وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ), Allah’a derinden saygı duyan erkekler ve Allah’a derinden saygı duyan kadınlar (وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ), sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, “Mü’min” olan aynı zamanda “Sâdık”, “Sâbir”, “Kânit” ve “Hâşî” olmalıdır. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.

4. Hikmet Boyutu ve Kıssa (Nümun-u İmtisal)
Bu kavramların tamamının gayesi, insanı “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) mertebesine çıkarmak, onu hem dünyada hem de ahirette “kurtuluşa erenlerden” (الْمُفْلِحُونَ – el-Müflihûn) kılmak ve nihayetinde Allah’ın rızasına (Rıdvanullah) mazhar etmektir.

En Mükemmel Temsil (Nümun-u İmtisal):
Bu sıfatların tamamının zirvede toplandığı şahsiyet, hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v). O, insanların en Müttakîsi, en Muhsini, en Sâbiri, en Sâdıkı (el-Emîn), en Âbidi ve en Hâşî’si idi.
Onun terbiyesinde yetişen Ashab-ı Kiram da bu sıfatların canlı birer temsilcisi olmuşlardır. Hz. Ebubekir (r.a.) “es-Sâdıkîn” vasfının zirvesi olmuş; Hz. Ömer (r.a.) “el-Muslihîn” (ıslah edici) ve adil vasfıyla temayüz etmiş; Hz. Osman (r.a.) hayâsı ile “el-Mütetahhirîn” (nezaket ve temizlik) vasfına ayna olmuş; Hz. Ali (r.a.) ise ilmi, basireti ve yakîn imanı ile “el-Mûkınîn” ve “Ülü’l-elbâb” sıfatlarının bir numunesi olmuştur.

Risale-i Nur’dan İktibas:
Bu kavramların birbiriyle olan girift münasebeti, Risale-i Nur Külliyatı’nda da veciz bir şekilde ifade edilir. Takva’nın, İhlas’ın ve Salih Amel’in ayrılmazlığı özetle şöyle vurgulanır:
“Nasıl ki ihlâs (الْمُخْلِصِينَ), amel-i sâlihin (الصَّالِحِينَ) ruhudur; öyle de takvâ (الْمُتَّقِينَ) dahi, onun esasıdır.”
İhlas olmadan amelin, Takva (sakınma temeli) olmadan da İhlas ve amelin kâmil manada var olamayacağını gösterir.

5. Günümüzdeki Yeri ve Hayata Yansıması
İnsanın ve dünyanın büyük bir ahlâkî ve manevi tahribat yaşadığı asrımızda, Kur’an’ın övdüğü bu kavramlara olan ihtiyaç her zamankinden fazladır.
• Güvenin sarsıldığı dünyamızda “es-Sâdikîn” (dürüstler) ve “el-Muhsinîn” (işini sağlam yapanlar) birer kurtarıcıdır.
• Nefsanî arzuların taştığı bir zamanda “el-Mütetahhirîn” (maddi-manevi temizlenenler) ve “el-Hâşi’în” (Allah’tan haya edenler) birer kaledir.
• Ümitsizliğin ve aceleciliğin hâkim olduğu bir devirde “es-Sâbirîn” (sabredenler) ve “el-Mütevekkilîn” (tevekkül edenler) birer denge unsurudur.
• Fikri karmaşanın ve sathi (yüzeysel) bakışın yaygınlaştığı bir çağda “Ülü’l-elbâb” (derin akıl sahipleri) ve “Üli’l-ebsâr” (basiret sahipleri) birer hidayet ışığıdır.
Bu sıfatlar, günümüz insanının parçalanmış kimliğine karşı, Allah’a (c.c.) dayanan “bütüncül” bir İslâm şahsiyeti (الْمُسْلِمِينَ) teklif etmektedir.

6. Hülasa (Kâmil Mü’minin Portresi ve Nihai Mertebeler)
Tahlilimiz neticesinde görülmektedir ki, Kur’an-ı Kerim’in övdüğü kavramlar birbirinden bağımsız, izole edilmiş faziletler değildir. Bu kavramlar, “Takva” ana ekseninde birleşen, birbirini tamamlayan, biri olmadan diğerinin nakıs (eksik) kalacağı bir bütündür.
İman (el-Mü’minîn) olmadan Takva olmaz; Takva olmadan İhsan (el-Muhsinîn) kemâle ermez. Tövbe (et-Tevvâbîn) olmadan Takva muhafaza edilmez. Akıl (Ülü’l-elbâb) kullanılmadan Takva’nın hakikati idrak edilmez.
Bu sıfatların tamamını nefsinde toplamayı başaran “kâmil insanların” ulaştığı nihai mertebeleri ve unvanları ifade eder:
• الْأَبْرَار (el-Ebrâr): İyiliğin ve itaatin zirvesine çıkmış “iyiler”.
• أَوْلِيَاءُ اللَّهِ (Evliyâullah): Takva’ları sayesinde “Allah dostu” olma şerefine erenler.
• الْمُقَرَّبُونَ (el-Mukarrebûn): Yaptıkları salih ameller ve ihsan mertebeleriyle “Allah’a en yakın olanlar”.
• حِزْبَ اللَّهِ (Hizbullah): Hayatlarını tamamen Allah’ın davasına adayan, O’nun safında yer alan “Allah taraftarları”.
Netice olarak; Kur’an’ın övdüğü kâmil insan modeli; imanı yakîn (el-Mûkınîn), ameli ihsan (el-Muhsinîn), ahlâkı sıdk (es-Sâdikîn), kalbi huşû (el-Hâşi’în) ve aklı basiret (Üli’l-ebsâr) üzere olan, tüm bu vasıfları “Takva” şuuruyla yaşayan “Müttakî” bir kul olmaktır.

 

 

************

 

KUR’AN-IN TEMEL KAVRAMLARI: YERME İFADE EDEN KAVRAMLAR


Giriş
Kur’an-ı Kerim, insanlığa bir hidayet rehberi olarak indirilmiştir. Bu rehberlik vazifesi icabı, sadece “müspet” ve “makbul” olanı (iman, itaat, fazilet) değil, aynı zamanda “menfi” ve “merdud” olanı (inkâr, isyan, zulüm) da açıkça tasvir eder. İnsan tabiatının hem iyiliğe hem de kötülüğe olan meyli, Kur’an’da bu zıt kavramlar üzerinden beyan edilir.
İman ve itaat hâlleri nasıl çeşitli kavramlarla (Mü’min, Muttaki, Sâlih, Muhsin vb.) övülmüşse, inkâr ve isyan hâlleri de o kadar çeşitli kavramlarla yerilmiştir. Bu “yerme ifade eden kavramlar”, insanların sakınması gereken, yapılması istenmeyen ve akıbeti ceza olarak bildirilen olumsuz inançları, sözleri, fiilleri ve davranışları ifade eder.
Bu kavramların Kur’an’da sıkça zikredilmesinin hikmeti, insanları bu tehlikeli sıfatlardan haberdar etmek, nefsin ve şeytanın tuzaklarına karşı uyarmak ve bu fiillerin hem dünyevî hem de uhrevî neticelerini gözler önüne sermektir.

Manalarına ve Kur’an’daki kullanımlarına göre tasnif ederek (gruplayarak) izah etmek, bütünlüğü görmek açısından bakacak olursak:

1. Grup: İnkâr, Şirk ve Nankörlük
(الْكَافِرُونَ ,الْمُشْرِكِينَ ,الْمُشْرِكَاتِ ,الْكَفُورُ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Kâfirûn (Kâfirler): Lügatte “örten” manasındadır. Istılahta, Allah’ın varlığını, birliğini, peygamberlerini veya ahiret gibi temel iman hakikatlerini bilerek inkâr eden, üzerini örten kimselerdir.
• el-Müşrikîn / el-Müşrikât (Müşrik Erkekler / Kadınlar): Allah’ın zatında, sıfatlarında veya fiillerinde O’na ortak (şerik) koşanlardır. En büyük zulüm olarak nitelenen “şirk” fiilini işleyenlerdir.
• el-Kefûr (Çok Nankör): Küfür kelimesi aynı zamanda nimeti inkâr, yani nankörlük manasına da gelir. el-Kefûr, Allah’ın sayısız nimetlerine karşı şiddetli bir nankörlük içinde olan kimsedir.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Kâfirûn: “Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/254)
• el-Müşrikîn/Müşrikât: “Bunun sonucu olarak Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Ahzab, 33/73)
• el-Kefûr (ve el-Esîm): “Allah, faizi tüketir (faizle elde edilen malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah, hiçbir günahkâr nankörü (Kefûr, Esîm) sevmez.” (Bakara, 2/276)
2. Grup: Zulüm ve Günah
(الظَّالِمُونَ ,الظَّلُوم ,الْأَثِيمِ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• ez-Zâlimûn (Zalimler): Zulüm, bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, haksızlık etmektir. Kur’an’da en büyük zulüm şirk (Allah’a karşı haksızlık), insanın kendi nefsine (isyan ederek) veya başka mahlukata (haksızlık ederek) yaptığı zulüm olarak geçer.
• ez-Zalûm (Çok Zulmeden): İnsanın, kendisine yüklenen “emaneti” (akıl, irade, hilafet) taşıma mesuliyetindeki zafiyetini ve nefsine zulmetme temayülünün şiddetini ifade eder.
• el-Esîm (Çok Günahkâr): “İsm” (günah) kökündendir. Günah işlemeyi âdet hâline getiren, günahta ısrarcı olan kimse.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• ez-Zalûm: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Kuşkusuz o çok zalim (Zalûm), çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
• ez-Zâlimûn: (Bakara 2/254. ayette kâfirlerin aynı zamanda zalim olduğu belirtilmiştir.)
3. Grup: Nifak ve İkiyüzlülük
(الْمُنَافِقِينَ ,الْمُنَافِقَاتِ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Münâfikîn / el-Münâfikât (Münafık Erkekler / Kadınlar): Kalbiyle inkâr ettiği hâlde, diliyle “iman ettim” diyen, ikiyüzlü kimselerdir. Müslüman toplumunun içinde yaşayıp, zahiren onlardan görünürken, batınen küfür üzere olanlardır. Kur’an, bunların cehennemin en alt tabakasında (Derk-i Esfel) olacaklarını bildirir.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• (Ahzab 33/73. ayette Müşriklerle beraber zikredilmişlerdir.)
• Ayrıca Bakara Suresi’nin başı (8-16. ayetler) ve Münafikûn Suresi tamamen bu zümrenin hâllerini tasvir eder.
4. Grup: Dalalet ve Saptırma
(الضَّالُّونَ ,الْمُضِلِّينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• ed-Dâllûn (Sapanlar): Haktan, doğru yoldan (Sırat-ı Müstakim’den) bilerek veya bilmeyerek ayrılanlar, yolunu kaybedenlerdir. Fatiha Suresi’nde “Mağdûb” (gazaba uğrayanlar) zümresinden ayrı olarak zikredilirler.
• el-Mudillîn (Saptıranlar): Sadece kendisi sapmakla kalmayıp, başkalarını da (vesvese, propaganda, yanlış rehberlik ile) haktan saptıranlar, dalalete sürükleyenlerdir. Bu sıfatın başında İblis gelir.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• ed-Dâllûn: “İman ettikten sonra kâfirliğe sapan, sonra da kâfirlikte ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların (Dâllûn) ta kendileridir.” (Âl-i İmrân, 3/90)
• el-Mudillîn: “Ben onları (İblis ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları (Mudillîn) yardımcı edinecek değilim.” (Kehf, 18/51)
5. Grup: Yalan, İftira ve Tekzib
(كَاذِبُونَ ,الْمُكَذِّبِينَ ,الْمُفْتَرِينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• Kâzibûn (Yalancılar): Hakikatin zıddını söyleyenler. Özellikle iman iddiasında yalancı olan münafıklar veya Allah adına konuşup yalan söyleyenler için kullanılır.
• el-Mükezzibîn (Yalanlayanlar): “Tekzib” fiilinden gelir. Kendilerine gelen hakikati (ayetleri, peygamberleri, ahireti) yalanlayanlar, onların doğruluğunu kabul etmeyenlerdir.
• el-Müfterîn (İftira Edenler): “İftira”, yalanın en çirkin şeklidir. Olmayan bir şeyi uydurmak, özellikle Allah’a (“Allah’ın çocuğu var” demek gibi) veya peygamberlere, masum insanlara iftira atmaktır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• Kâzibûn: “Keşke (dünyaya bir daha) döndürülseydik de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık’ derlerken onları bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahları) onlara göründü. Eğer (dünyaya) döndürülselerdi, elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine dönerlerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar (Kâzibûn).” (En’âm, 6/27-28)
• el-Mükezzibîn: “Sonra siz ey haktan sapan yalanlayıcılar! (Dâllûn, Mükezzibîn) Mutlaka bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz.” (Vâkıa, 56/51-52)
• el-Müfterîn: “Şüphesiz buzağıyı ilah edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında da bir zillet erişecektir. İşte biz iftiracıları (Müfterîn) böyle cezalandırırız.” (A’râf, 7/152)
6. Grup: Kibir ve Alay
(الْمُسْتَكْبِرِينَ ,الْمُتَكَبِّرِينَ ,السَّاخِرِينَ ,الْمُسْتَهْزِئُونَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Müstekbirîn / el-Mütekebbirîn (Büyüklenenler, Kibirliler): “Kibir”, hakkı reddetmek ve insanları hor görmektir. İblis’in Hz. Âdem’e (as) secde etmemesinin temel sebebi kibirdir. Bu sıfata sahip olanlar, Allah’a kulluğu kendilerine yediremeyen, hakikati enaniyetlerine kurban edenlerdir.
• es-Sâhirîn (Alay Edenler): (سخر kökünden gelir, sihirbaz manasındaki ساحر ile karıştırılmamalıdır). Dinin mukaddes değerleriyle, ayetlerle veya peygamberin tebliğiyle alay edenlerdir.
• el-Müstehziûn (Alay Edenler): Bu da “alay etme” fiilidir ancak Kur’an’daki kullanımında genellikle bizzat iman eden “müminlerle” alay etme, onları küçük görme manasında kullanılır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Müstekbirîn: “Hiç şüphesiz Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları (Müstekbirîn) asla sevmez.” (Nahl, 16/23)
• el-Mütekebbirîn: “Allah’a karşı yalan söyleyenlerin, kıyamet günü yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler (Mütekebbirîn) için cehennemde yer mi yok?” (Zümer, 39/60)
• es-Sâhirîn: “Kişinin, ‘Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim (Sâhirîn)’ diyeceği günden sakının.” (Zümer, 39/56)
• el-Müstehziûn: “Mü’minlerle karşılaştıkları zaman, ‘İman ettik’ derler. Şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise, ‘Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay edicileriz (Müstehziûn)’ derler.” (Bakara, 2/14)
7. Grup: Şüphe, İ’raz ve Batıla Dalma
(الْمُمْتَرِينَ ,الْخَائِضِينَ ,مُعْرِضُونَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Mümterîn (Şüphe Edenler): “Mirye” kökünden gelir; hakikat apaçık ortada olduğu hâlde kalbine şüphe düşenler veya şüphede ısrar edenler, yakîn (kesin bilgi) hâline geçemeyenlerdir.
• el-Hâidîn (Batıla Dalanlar): Lüzumsuz, boş, manasız ve bâtıl işlere, lafızlara dalanlar. Özellikle ahireti unutup, dünyanın malayani (boş) işlerine kendilerini kaptıranları tasvir eder.
• Mu’ridûn (Yüz Çevirenler): “İ’raz” fiilinden gelir. Kendilerine sunulan hakikatten (Kur’an’dan, ayetlerden, tebliğden) kibirle veya gafletle yüz çevirenlerdir.
• Ayetlerle Bağlantısı (TDV Meali):
• el-Mümterîn: “(De ki:) ‘Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitab’ı (Kur’an’ı) ayrıntılı olarak indirmiştir.’ Kendilerine kitap verdiklerimiz, onun Rabbin tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde, sakın şüphe edenlerden (Mümterîn) olma.” (En’âm, 6/114)
• el-Hâidîn: “(Cehennemlikler der ki:) ‘Biz de (bâtıla) dalanlarla (Hâidîn) birlikte dalıyorduk’.” (Müddessir, 74/45)
• Mu’ridûn: “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirmektedirler (Mu’ridûn).” (Enbiyâ, 21/32)
8. Grup: Fısk ve Fesat
(الْفَاسِقُونَ ,الْمُفْسِدِينَ)
• İzah (Lügat ve Istılah):
• el-Fâsikûn (Fâsıklar): “Fısk”, lügatte “kabuğundan çıkmak” demektir. Istılahta, Allah’a itaatin sınırlarından, şeriatın çizdiği hudutlardan dışarı çıkanlardır. Bu, bazen büyük günah işleyerek (fâsık-ı mücrim), bazen de küfre girerek (fâsık-ı kâfir) olur.
• el-Müfsidîn (Bozguncular, Fesat Çıkaranlar): “Fesat”, ıslahın zıddıdır. Yeryüzünde kurulu olan nizamı (ahlakî, sosyal veya ekolojik nizamı) bozanlar, fitne ve anarşi çıkaranlardır.
• Ayetlerle Bağlantısı :
• el-Fâsikûn: “Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bakara, 2/99)
• el-Müfsidîn: “İçlerinden öylesi var ki, ona (Kur’an’a) inanır; yine içlerinden öylesi de var ki, ona inanmaz. Rabbin bozguncuları (Müfsidîn) daha iyi bilendir.” (Yûnus, 10/40)
Kavramların Temsil Ettiği Hikmetler
Kur’an-ı Kerim’in bu menfi kavramları bu kadar tafsilatlı zikretmesinin pek çok hikmeti vardır:
• Teşhis ve Tedavi: Bunlar, insan kalbini ve aklını tahrip eden manevi hastalıkların (kibir, nifak, zulüm, cehalet) teşhisidir. Kur’an, bu hastalıkları teşhis eder ve iman, ilim, tövbe ve salih amel ile tedavisini gösterir.
• Hüccetin İkamesi: İnsanların, “bilmiyorduk” dememeleri için cehalete, “görmedik” dememeleri için gaflete, “mecburduk” dememeleri için zulme ve “anlamadık” dememeleri için dalalete giden yolların tamamı kapatılmıştır.
• Hakkın Tecellisi: Hak, ancak zıddıyla (batıl) mukayese edildiğinde tam olarak ortaya çıkar. Kur’an, “Mü’minûn”un vasıflarını anlatırken, onun zıddı olan “Kâfirûn”, “Münâfikûn” ve “Fâsikûn”un da sıfatlarını anlatır ki, aradaki fark netleşsin.
Günümüzdeki Yansımaları (Tezahürleri)
Bu kavramlar, sadece tarihte kalmış zümreleri değil, her asırda bulunabilen insan tiplerini ve menfi sıfatları tasvir eder.
• Kibir (Müstekbirîn): Günümüzde materyalist veya pozitivist düşüncenin, ilahî hakikatleri “bilim dışı” diyerek reddetmesinin temelinde, modern bir enaniyet ve kibir yatmaktadır.
• Fesat (Müfsidîn): Sadece fiziki bozgunculuk değil, ahlakî değerleri ifsad eden, aileyi hedef alan, yalan haberle (iftira) toplumun nizamını bozan her türlü faaliyet bu kapsama girer.
• Batıla Dalma (Hâidîn): Ahiret mesuliyetini unutup, sınırsız bir eğlenceye, gaflete ve dünyanın fani işlerine (malayaniyata) dalmak, modern insanın en büyük imtihanlarından biridir.
• Nifak (Münâfikîn): Menfaat icabı farklı kimliklere bürünmek, sözü ile fiilinin zıt olması, modern hayattaki “çıkarcı” ve “ikiyüzlü” davranış modellerinin Kur’an’daki karşılığıdır.
Risale-i Nur Perspektifinden
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda bu yerme ifade eden kavramların (küfür, şirk, dalalet, fısk) menşeini (kaynağını) derinlemesine tahlil eder.
Ona göre, bu menfi sıfatların modern asırdaki en büyük dayanakları “tabiat” (Doğa) fikri, “tesadüf” ve “enaniyet”tir (egoizm).
• Enaniyet: İnsanın “ene” (ben) duygusunu Firavun gibi görüp, kendini malik (sahip) sanması, kibri (Mütekebbirîn) ve zulmü (Zâlimûn) netice verir.
• Dalalet (Dâllûn): Küfür ve inkâr, kâinatı manasız, abes (boş) ve tesadüflerin oyuncağı olarak gören bir “adem-i kabul” (yok sayma) hâlidir. Bu bakış, kâinatın her zerresindeki ilahî sanatı ve hikmeti “tekzib” (Mükezzibîn) etmektir.
• Mücadele Yolu: Risale-i Nur, bu menfi akımlara ve sıfatlara karşı “iman-ı tahkikî” (araştırmaya dayalı iman) ile mukabele eder. Cebir ve şiddetle değil, “ikna” ve “isbat” yoluyla, yani “müsbet hareket” ile mücadeleyi esas alır. Küfrün ve dalaletin temellerini (tabiat, tesadüf) aklen çürütür ve tevhidin hakikatlerini (Vahdaniyet, Nübüvvet, Haşir) güneş gibi isbat ederek o batıla dalanların (Hâidîn) ve şüphe edenlerin (Mümterîn) kalplerini tedavi etmeyi hedefler.
Hülasa (Netice)
Kur’an-ı Kerim, “yerme ifade eden kavramlar” ile insanlığın manevi hastalıklarının bir haritasını çıkarmıştır. ez-Zâlimûn’dan el-Müfsidîn’e, el-Kâfirûn’dan el-Münâfikîn’e kadar tüm bu sıfatlar, insanın “emaneti” yüklenmesindeki zafiyetinden ve “ene”sini yanlış kullanmasından kaynaklanan sapmalardır.
Bu kavramları bilmek, mümin için bir “farkındalık” oluşturur; kendi nefsinde bu sıfatlardan eser olup olmadığını tenkit etme (nefis muhasebesi yapma) imkânı verir. Nihai gaye, bu yerilen sıfatlardan arınarak, Kur’an’ın övdüğü “Mü’min”, “Muttaki” ve “Muhsin” kullar zümresine dâhil olabilmektir.

 

 

**************

 

 

  1. Olumsuz Yönleri İfade Eden Kavramlar
    Bu kavramlar, insanların beğenilmeyen, yerilen ve kötü olan yönlerini ifade etmektedir. Allah, insanların bu şekilde hareket etmemelerini istemekte ve bu davranışları sergileyenleri yermekte ve cezalandıracağını bildirmektedir. Bu davranışların özeti “inkâr ve isyan” olarak belirtilmiştir.
    Bu olumsuz kavramlar birbiriyle anlam ilişkisi içindedir ve bir kavramın muhtevası, bir başkasının anlamını da ihtiva edebilmektedir.

    En Kapsamlı Olumsuz Kavram: Zulüm
    Kaynakta, insanların “olumsuz yönlerini” anlatan kavramların en şümullüsü (en kapsamlısı) olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılmaktadır. “Zulüm” kavramının, diğer olumsuz kavramların ifade ettiği anlamların tamamını genel olarak ifade ettiği ve Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan biri olduğu belirtilmektedir.

    Olumsuz Kavramlara Misaller:
    Metinlerde bu olumsuz vasıflara sahip kimseler için kullanılan pek çok tabir listelenmiştir. Bazıları şunlardır:
    • الذينَ يُكَذِّبُونَ بيوم الدين: Hesap ve ceza gününü yani ahireti yalanlayan kimseler.
    • الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ: Günah işleyen kimseler.
    • الذينَ يَبْخَلُونَ…: Cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimseler.
    • المجرمين: Kâfirler, suçlular, günah işleyenler.
    • الْمُسْرِفين: İsraf edenler, aşırı gidenler.
    • الْخَاسِرُونَ: İmansızlık, ibadetsizlik ve isyan sebebiyle ziyana uğrayanlar.
    • الْمُطَفِّفِينَ: Ölçü ve tartıda hile yapanlar.
    • مُذَبْذَبِينَ: İman ile inkâr arasında bocalayıp duranlar.
    • مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ: İslam’a uygun olmayan arzu ve isteklerini ilah edinen kimse.
    • سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ: Yalana çok kulak verenler.
    • أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ: Haram yiyenler.
    • الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ: Allah ve Peygamberi’ne düşmanlık eden kimseler.

    ************

    Giriş: En Şümullü (Kapsamlı) Menfî Kavram Olarak “Zulüm”
    Kur’an-ı Kerim’de menfî davranışların zirvesini ve en geniş muhtevalı olanını “zulüm” kavramı ifade eder.
    Zulüm (الظلم): Lügatte “bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, eksik veya fazla yapmak” demektir. Kur’anî ıstılahta ise zulüm üç ana kategoride mütalaa edilir:
    • İnsanın Allah’a Karşı Zulmü: Bu, zulmün en büyüğüdür (zulm-i azîm) ve temeli Şirk’tir. Allah’a ait olan rubûbiyet (terbiye edicilik), ulûhiyet (ilahlık) ve hâkimiyet vasıflarını başka varlıklara (putlara, hevâya, tâğutlara) vermek, en büyük adaletsizlik ve haddi aşmadır.
    • Misal : Lokmân Sûresi, 13. Ayet: “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'”
    • İnsanın Diğer İnsanlara Karşı Zulmü: Kul hakkını ihlal eden her türlü fiildir. Haksız yere cana kıymak, malı gasp etmek, gıybet, iftira, ölçüde hile yapmak bu zulmün şubeleridir.
    • İnsanın Kendi Nefsine (Ene’sine) Karşı Zulmü: Kişinin iman ve salih amelden yüz çevirerek kendi nefsini ebedî azaba ve hüsrana dûçar etmesidir. Her günah, aynı zamanda kişinin kendi nefsine karşı işlediği bir zulümdür.
    Diğer menfî kavramlar, bu üç zulüm dairesinden birinin veya birkaçının içine dâhil olan fiillerdir.

    1. الذِينَ يُكَذِّBُونَ بيوم الدين (Hesap Gününü Yalanlayanlar)
    • İzahı: “Tekzîb” (yalanlama), hakikati bildiği halde onu inkâr etmektir. “Yevm-i Dîn” (Din Günü), insanların amellerinin karşılığını tam olarak görecekleri âhiret ve hesap günüdür. Bu kimseler, ilâhî adaletin tecelli edeceği, cennet ve cehennemin varlığını inkâr edenlerdir. Bu inkâr, onların dünyadaki fiillerinden mesuliyet hissetmemelerine ve her türlü cürmü işlemelerine sebep olur.
    • Zulüm ile İrtibatı: Âhireti yalanlamak, Allah’ın vaadini, tehdidini ve mutlak adaletini (Adl) inkâr etmektir. Bu, hem Allah’ın hakikatine karşı bir zulüm, hem de bu inkârla işlenen günahlar sebebiyle nefse (ene’ye) karşı bir zulümdür.
    • Misal :- Mutaffifîn, 83:10-12): “Vay haline o gün, yalanlayanların! Onlar ki hesap ve ceza gününü yalanlarlar. Onu, her günahkâr nankörden başkası yalanlamaz.”
    2. الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ (Kötülük İşleyenler)
    • İzahı: “Seyyiat” (سيئات), “hasenat”ın (iyiliklerin) zıddıdır. Allah’ın emirlerine aykırı, fıtrata zıt, neticesi kötü olan her türlü fiil, düşünce ve ameli ihtiva eder. Bu tabir, küfürden küçük günahlara kadar geniş bir yelpazedeki kötülükleri kapsar.
    • Zulüm ile İrtibatı: İşlenen her “seyyie” (kötülük), Allah’ın koyduğu bir sınırı (hududullah) aşmaktır. Sınırı aşan kimse ise zalimdir. Dolayısıyla bu fiil, doğrudan doğruya nefse karşı bir zulümdür.
    • Misal : ( Câsiye, 45:21): “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”3. الذينَ يَبْخَلُونَ… (Cimrilik Edenler)
    • İzahı: “Buhl” (cimrilik), Allah’ın verdiği nimeti, bilhassa malı, O’nun emrettiği yerlere (infak, zekât, sadaka) sarf etmekten imtina etmek, malı yığmaktır. Metninizdeki tanım (Nisâ, 37’ye atfen), bu kimselerin sadece cimrilik yapmakla kalmayıp, başkalarını da buna teşvik ettiklerini ve Allah’ın nimetini gizlediklerini (nankörlük ettiklerini) belirtir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Malın hakiki sahibi Allah’tır. Cimrilik, malda hakkı bulunan fukaranın ve muhtaçların hakkını gasp etmektir. Bu, doğrudan “insanlara karşı zulüm” kategorisine girer. Aynı zamanda nimeti gizlemek, nimeti verene (Mün’im-i Hakiki’ye) karşı bir nankörlük ve zulümdür.
    • Misal (- Nisâ, 4:37): “Onlar, cimrilik edip insanlara da cimriliği emreden, Allah’ın lütfundan kendilerine verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.”
    4. المجرمين (Mücrimler – Suçlular, Günahkârlar)
    • İzahı: “Cürüm” (suç), koparmak, kesmek manasından gelir. “Mücrim,” Allah ile olan ahdini, fıtrat bağını ve toplumsal nizamı bozan, büyük günahları (inkâr, şirk, isyan) işleyerek suçlu duruma düşen kimsedir. Kur’an’da genellikle kâfirler ve Allah’a isyanı âdet edinenler için kullanılır.
    • Zulüm ile İrtibatı: Mücrimlik, adaletin zıddı olan suçu ve isyanı temsil eder. Her mücrim, işlediği cürüm nispetinde zalimdir.
    • Misal ( Secde, 32:12): “O günahkârların (mücrimlerin), Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, ‘Rabbimiz! Gördük, duyduk. Artık bizi (dünyaya) döndür de salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inandık’ diyecekleri zamanı bir görsen!”
    5. الْمُسْرِفين (Müsrifler – İsraf Edenler, Haddi Aşanlar)
    • İzahı: “İsraf,” herhangi bir hususta haddi aşmak, itidali kaybetmektir. Bu, sadece malı lüzumsuz yere harcamak değil, aynı zamanda ömrü boşa geçirmek, Allah’ın verdiği kabiliyetleri fena yolda kullanmak ve en önemlisi, inkâr ve şirk ile haddi aşmaktır. (Firavun için “müsrif” tabiri kullanılır).
    • Zulüm ile İrtibatı: İsraf, nimetin hakkını vermemektir. Nimeti, yaratılış gayesi dışında kullanmak, nimete ve o nimeti verene karşı bir zulümdür.
    • Misal ( – A’râf, 7:31): “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”
    6. الْخَاسِرُونَ (Hâsirûn – Ziyana Uğrayanlar)
    • İzahı: “Hüsran” (ziyan), sermayeyi kaybetmektir. İnsanın en kıymetli sermayesi ömrü, fıtratı ve iman kabiliyetidir. “Hâsirûn,” bu sermayeyi küfür, şirk ve isyan yolunda harcayarak ebedî hayatını kaybeden, iflas eden kimselerdir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu, “nefse karşı zulmün” en açık neticesidir. Kişinin kendi nefsine yapabileceği en büyük zulüm, onu ebedî bir ziyana (hüsrana) sürüklemektir.
    • Misal (Asr, 103:1-3): “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan (hüsran) içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).”
    7. الْمُطَفِّفِينَ (Mutaffifîn – Ölçü ve Tartıda Hile Yapanlar)
    • İzahı: “Tatfif,” ölçü ve tartıda eksiklik yapmak, alırken tam alıp verirken eksik vermektir. Bu, ticari ve sosyal hayattaki ahlâksızlığın ve haksız kazancın bir sembolüdür.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu fiil, doğrudan “insanlara karşı zulüm”dür. Başkasının hakkını hile yoluyla gasp etmek, adaletsizliğin ve zulmün ta kendisidir.
    • Misal ( Mutaffifîn, 83:1-3): “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.”
    8. مُذَبْذَبِينَ (Müzebzebîn – Bocalayıp Duranlar)
    • İzahı: İman ile küfür arasında kalmış, kararsız, istikrarsız kimselerdir. Ne müminlere ne de kâfirlere tam olarak bağlanırlar. Bu, münafıkların en bariz vasfıdır; fıtratları bozulduğu için hak ile batıl arasında bocalayıp dururlar.
    • Zulüm ile İrtibatı: İman, fıtratın en temel ihtiyacıdır. Bu hali yaşayan kimse, nefsine iman ve istikamet hakkını vermeyerek ona zulmetmektedir.
    • Misal ( Nisâ, 4:143): “Onlar, imanla küfür arasında bocalayıp duranlardır. Ne bunlara (mü’minlere) bağlanırlar, ne de onlara (kâfirlere). Allah, kimi saptırırsa, artık onun için asla bir kurtuluş yolu bulamazsın.”
    9. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوْيَهُ (Hevâsını İlah Edinen Kimse)
    • İzahı: “Hevâ,” nefsin (ene) meşru olmayan, süflî arzu ve tutkularıdır. Kişinin, Allah’ın emri (vahiy) yerine, kendi nefsanî arzularını hayatının merkezi yapması, onlara kayıtsız şartsız itaat etmesidir. Bu, modern tabirle “nefs-perestlik” olup, şirkin en yaygın ve gizli şekillerinden biridir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu, “Allah’a karşı zulmün” yani şirkin ta kendisidir. İtaat edilmesi gereken yegâne İlah olan Allah’ın yerine, mahlûk olan “hevâ”yı koymak, en büyük zulüm olan şirke girmektir.
    • Misal (Câsiye, 45:23): “Kötü arzu ve isteklerini (hevâsını) ilâh edinen, Allah’ın (kendi ilmine göre) saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?”
    10. سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ (Yalana Çok Kulak Verenler)
    • İzahı: Hakikati duymaya kulaklarını kapatıp, batıla, gıybete, iftiraya, lağva ve her türlü yalana (kizb) rağbet eden, onları dinlemekten zevk alan kimselerdir. Bu vasıf, Kur’an’da genellikle münafıklar ve Ehl-i Kitab’ın hakikatten sapanları için zikredilir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Hakikat “adalet”tir, yalan ise “zulmün” temelidir. Yalana kulak vermek, hakikate karşı bir zulümdür ve zulmün yayılmasına zemin hazırlamaktır.
    • Misal (Mâide, 5:41): “Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘İnandık’ diyen kimselerden (münafıklardan) ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar (yahudiler) durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (Müslüman olmayan) bir topluluk hesabına casusluk ederler. Kelimelerin (Tevrat’ın) yerlerini değiştirirler. ‘Size bu (değiştirilmiş hüküm) verilirse alın, verilmezse sakının’ derler. Allah, kimi saptırmak isterse, artık onun için Allah’a karşı senin hiçbir şey yapma imkânın yoktur. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi dilemediği kimselerdir. Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”
    11. أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ (Haram / Rüşvet Yiyenler)
    • İzahı: “Suht” (السحت), bereketi gideren, kökünden kazıyan haksız kazanç demektir. Ayetlerin nüzul sebepleri (iniş sebepleri) ve tefsirler, bu tabirin bilhassa “rüşvet” ve “faiz” gibi toplumu ifsad eden haram kazançları ifade ettiğini belirtir.
    • Zulüm ile İrtibatı: Rüşvet ve haram kazanç, kul hakkını ve kamu hakkını gasp etmektir. Bu, “insanlara karşı zulmün” en bariz şekillerindendir.
    • Misal (Mâide, 5:42): “Onlar, durmadan yalana kulak verenler, haram (suht) yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirsen, sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil olanları sever.”
    12. الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَةٌ (Allah ve Resûlü’ne Düşmanlık Edenler)
    • İzahı: “Muhâdde,” haddi aşmak, cephe almak, düşmanlık beslemek demektir. Bu kimseler, sadece Allah’ın emirlerine isyan etmekle kalmaz, aynı zamanda Allah’ın dinine, şeriatına ve Peygamberinin (s.a.v.) yoluna (sünnetine) karşı aktif bir düşmanlık ve savaş hali içindedirler.
    • Zulüm ile İrtibatı: Bu, isyanın ve zulmün zirvesidir. Artık sadece nefse veya insanlara zulüm değil, doğrudan Allah’a ve Resûlü’ne karşı haddi aşma ve düşmanlık etme cüretidir.
    • Misal (Mücâdele, 58:22): “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
    Netice
    Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiği bu menfî kavramların tamamı, “zulüm” ana başlığı altında toplanmaktadır. İster âhireti inkâr (hakikate zulüm), ister cimrilik (mala ve fukaraya zulüm), ister ölçüde hile (insanlara zulüm), ister hevâya tabi olmak (Allah’a karşı şirke varan zulüm), isterse nefsini hüsrana sürüklemek (ene’ye zulüm) olsun, hepsi temelde adaletin zıddı olan “zulüm” dairesi içindedir. Bu kavramlar, insanın ebedî saadetini tehdit eden manevî hastalıkların teşhisidir.

 

 

*************

 

 


  1. Olumlu Yönleri İfade Eden Kavramlar
    Bu kavramlar, Kur’an’da övülen ve mükafat (sevap) verileceği bildirilen vasıfları tanımlar.
    Olumlu Kavramlara Misaller:
    Olumlu vasıflardan bazıları şunlardır:
    • صَادِقُ الْوَعْدِ: Vadini yerine getiren, sözünde duran kimse.
    • من اهْتَدَى: Doğru yolda olan kimse.
    • من تزكى: Küfür ve günahlardan arınan kimse.
    • مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ: Allah’a ve Resulü’ne itaat eden.
    • الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف: İyiliği emredenler.
    • النَّامُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ: Kötülükten men edenler.
    • الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ: Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili sınırlarını koruyanlar.
    • الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ: Ceza ve hesap günü olan ahireti tasdik eden kimseler.
    • الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ: İman edip salih amel işleyen kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ: Namazlarında derin saygı içinde olan kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ: Mahrem yerlerini, namuslarını koruyan ve zina etmeyen kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ: Emanetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimseler.
    • الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ: Faydasız ve boş işlerden ve sözlerden yüz çevirenler.
    • الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ…: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayan, öfkelerini yenen ve insanları affedenler.

    ***************

    Kur’an’ın temel gayeleri doğrultusunda şu şekilde izah edebiliriz:
    1. Temel Esas: İman, Hidayet ve Tasdik
    Bütün olumlu vasıfların hareket noktası ve zemini “iman”dır.
    • من اهْتَدَى (Doğru yolda olan kimse): Hidayet, bu vasıfların ilk adımıdır. Kişinin, kendi aklî ve kalbî tercihleriyle Allah’ın gösterdiği doğru yolu (Sırat-ı Müstakim’i) seçmesi ve kabul etmesidir.
    • الَّذِينَ آمَنُوا (İman edenler): Hidayeti kabul edenler, iman dairesine girenlerdir. Bu, sadece bir dil ikrarı değil, kalbî bir bağlılıktır.
    • الَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ (Hesap gününü tasdik edenler): İmanın en mühim rükünlerinden biri ahirete, yani hesap ve ceza gününe (Yevm-i Din) şüphesiz inanmaktır. Bu tasdik, kişinin dünyadaki bütün amellerini (fiillerini) bir mesuliyet şuuruyla yapmasını sağlar. Zira amellerinin bir karşılığı olacağına yakînen inanır.
    2. İmanın Gereği: İtaat, Tezkiye ve Sınırları Koruma
    İman, kişiyi edilgen (pasif) kılmaz; aksine onu faal bir itaate ve arınmaya sevk eder.
    • مَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولُهُ (Allah’a ve Resulü’ne itaat eden): İman ve tasdik, tabii bir netice olarak Allah’ın emirlerine ve bu emirleri tebliğ edip bizzat yaşayan Resulü’nün (s.a.v.) sünnetine uymayı gerektirir.
    • الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ (Allah’ın sınırlarını koruyanlar): İtaat, sadece emirleri yapmak değil, aynı zamanda yasaklardan (nehiylerden) kaçınmaktır. “Hududullah” (Allah’ın sınırları), helal ve haram dairesinin çerçevesidir. Mü’min, bu çerçevenin dışına taşmamakla mükelleftir.
    • من تزكى (Küfür ve günahlardan arınan kimse): Tezkiye (arınma), bu sürecin hem sebebi hem de neticesidir. Kişi, imanıyla küfürden, itaatiyle de günahlardan arınır. Bu, devamlı bir nefis mücahedesi ve istiğfar halidir.
    3. Derûnî Boyut: İbadette Huşu ve Ciddiyet
    Mü’minin Rabbi ile olan irtibatı, onun derûnî hayatını şekillendirir.
    • الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ (Namazlarında derin saygı içinde olanlar): Kur’an, sadece “namaz kılanları” değil, “namazlarında huşu içinde olanları” medheder. Bu, ibadetin zahirî şeklinden ziyade, kalbî huzur, Allah’ın huzurunda olduğunun idraki ve derin bir saygı hali olan “huşu”nun ehemmiyetini gösterir.
    • الَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ (Faydasız ve boş işlerden yüz çevirenler): Huşu hali, sadece namaza mahsus değildir; hayatın tamamına sirayet eder. Mü’min, vaktinin ve ömrünün kıymetini bilir. “Lağv” yani malayani, boş, faydasız söz ve işlerden yüz çevirir. Bu, onun hayat ciddiyetini ve ulvî bir gayeye matuf yaşadığını gösterir.

    4. Zahirî ve Toplumsal Boyut: Ahlakî Faziletler
    İman ve ibadetle elde edilen derûnî olgunluk, kişinin muamelatına (sosyal ilişkilerine) ve ahlakına en güzel şekilde yansır.
    • الَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ (Namuslarını koruyanlar): Mü’minin en bariz vasfı “iffet”tir. Bu, sadece zinadan kaçınmak değil, aynı zamanda harama bakmamayı, hayâ duygusunu muhafaza etmeyi ve neslin korunmasını ihtiva eden geniş bir ahlakî duruştur.
    • صَادِقُ الْوَعْدِ (Vadini yerine getiren): Bu, “Müslüman” kimliğinin en temel alametidir. Söz verdiğinde durmak, ahde vefa göstermek.
    • الَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ (Emanetlerini ve sözlerini gözetenler): Bu vasıf, صَادِقُ الْوَعْدِ kavramını tamamlar. Mü’min, “emin” kimsedir (el-Emîn). Kendisine tevdi edilen her türlü maddi ve manevi emanete (görev, sır, mal, aile) riayet eder ve verdiği sözlerin (ahid) arkasında durur.

    5. Nefis Terbiyesi ve Toplumsal Sorumluluk
    Mü’min, sadece kendi nefsini terbiye etmekle kalmaz, aynı zamanda içinde yaşadığı topluma karşı da mesuliyet taşır.
    • الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ… (Bollukta ve darlıkta infak edenler…): Bu, Âl-i İmrân Suresi’nde (134. ayet) zikredilen “müttakilerin” vasfıdır. Mal sevgisi olan nefsine galebe çalıp, hem varlıkta (serra) hem de yoklukta (darra) Allah yolunda harcar (infak).
    • “…öfkelerini yenen ve insanları affedenler.”: Aynı ayetin devamı, nefis terbiyesinin zirvesini gösterir. Gücü yettiği halde öfkesine (gazabına) hakim olmak (Kazımu’l-Ğayz) ve kendisine kötülük yapanları affetmek, imanın ve ahlakın kemale erdiğinin delilidir.
    • الْأَمِرُونَ بِالْمَعْرُوف (İyiliği emredenler) ve النَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ (Kötülükten men edenler): (Not: Listede النَّامُونَ -uyuyanlar- olarak yazılmış, doğrusu النَّاهُونَ -men edenler- olmalıdır.) Bu, mü’minin toplumsal misyonudur: “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”. Mü’min, iyiliğin (maruf) yayılmasına ve kötülüğün (münker) engellenmesine kayıtsız kalamaz. Bu, toplumsal ıslahın temel dinamiğidir.
    Netice: Salih Amel
    الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (İman edip salih amel işleyen kimseler) kavramı, aslında diğer bütün maddeleri ihtiva eden bir şemsiye kavramdır.
    “Salih Amel”, yukarıda sayılanların tamamıdır: Huşu ile namaz kılmak, iffeti korumak, emanete riayet etmek, boş işten yüz çevirmek, infak etmek, affetmek ve iyiliği yayıp kötülüğe mani olmak… Bütün bunlar “salih amel” dairesindedir.
    Kur’an-ı Kerim, bu vasıfları zikrederek, mü’minlerden sadece soyut bir imanı değil; o imanı hayatın her sahasında (ibadette, ahlakta, ticarette, ailede ve toplumda) ispat eden, yaşayan, görünür kılan bir “salih amel” bütünlüğü talep etmektedir. Bu kavramların hepsi, “felaha eren” (kurtuluşa eren) mü’minlerin (Bkz: Mü’minûn Suresi, 1-11) ayrılmaz vasıflarıdır.

 

 

****************

 

 


  1. Kavramlara Dair Genel Esaslar
    • Bir Arada Bulunma: “iman” ve “küfür” gibi zıt kavramlar ayrı insanlarda bulunur; bir insanda aynı anda bulunmaz. Ancak “iman” ve “günah” gibi kavramlar aynı insanda bulunabilir.
    • Karşılık: Övme ve sevap, itaat eden ve çirkin fiilleri yapmayanlara; yerme ve ceza ise günah işleyen ve farzları ihlal edenlere verilir.
    4. “Din” Kavramı
    Kaynaklarda “Din” kavramına da özel olarak değinilmiştir:
    • Kullanımı: “Din” kelimesi Kur’an’da bu formatta 92 yerde geçmektedir.
    • Anlamları ve Terkipleri: Kur’an’da “din” kelimesi yalın olarak veya çeşitli terkipler halinde farklı anlamlarda kullanılmıştır41. Bunlardan bazıları:
    • دِينُ الْحَقِّ (Hak din)
    • دين الله (Allah’ın dini)
    • دِينُ القيم (Doğru din)
    • دِينُ الْخَالِص (Halis din)
    • دين الْمَلِكِ (Hükümdarların kanunu)
    • يَوْمِ الدِّينِ (Din / hesap günü)
    • Tarihçesi: “Din” olgusu ilk insandan beri vardır. Yüce Allah, “hak din” ilkelerini ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den (a.s.) itibaren insanlara “vahiy” yoluyla bildirmiştir.
    • İnsan ve Din: Allah, insanları “hak dine” zorlamamıştır. Bununla birlikte, “hak din”den sapan ve onu tahrif eden insanlar olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an vahyedilmeye başlandığında, Hicaz bölgesinde “şirk dini”, Hristiyanlık ve Yahudilik mevcuttu. Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar), Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı.

    *************

    1. Kavramlara Dair Genel Esaslar (Zıtlık, İctima ve Karşılık)
    Kavramların insan hayatındaki tezahürüne dair temel bir Ehl-i Sünnet prensibini ortaya koymaktadır.
    A. Bir Arada Bulunma (İman, Küfür ve Günah Münasebeti)
    Metinde belirtildiği gibi, Kur’anî terminolojide “iman” (tasdik, kabul, teslimiyet) ile “küfür” (inkâr, örtme, reddetme) birbirinin zıddıdır. Bunlar, $varlık$ ve $yokluk$ gibidir; bir kalpte aynı anda ikisi birden bulunamaz. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu icap ettirir.
    Ancak metnin işaret ettiği ikinci nokta daha mühimdir: “İman” ve “günah” münasebeti.
    • İman, kalbî bir ameldir; tasdiktir.
    • Günah (veya fısk), azalarla (veya kalple) işlenen bir ameldir (eylemdir).
    Ehl-i Sünnet akîdesine göre, bir mü’min, imanını inkâr etmediği müddetçe, büyük günah (günah-ı kebîr) işlese dahi iman dairesinden çıkıp “kâfir” olmaz. O kişi, “günahkâr (fasık) bir mü’min” olur. Bu, “iman ve günah aynı insanda bulunabilir” esasının temelidir.
    Bu ayrım, imanı amelin bir cüz’ü sayan (büyük günah işleyeni imansız gören) Haricî veya Mutezilî telakkilerin aksine, imanın “tasdik” olduğunu vurgular. Kur’an-ı Kerim bu nüansa şöyle işaret eder:
    “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.”1
    (2Nisâ, 4/116 )
    Ayet, “şirk” (ki bu küfrün en büyüğüdür) ile “bunun dışındaki günahlar” arasında net bir ayrım yapmaktadır. Şirk affedilmezken, diğer günahlar Allah’ın meşîetine (dilemesine) bağlıdır. Bu da, günah işleyenin “mü’min” vasfını (tevbe etmediği takdirde cezaya müstehak olsa bile) kaybetmediğini gösterir.

    B. Karşılık (Mükâfat ve Mücâzât Prensibi)
    Kur’an’ın “adalet” ve “hesap” anlayışının özüdür. Bu, İlâhî sistemin temel direğidir: Hiçbir fiil, niyet ve amel karşılıksız kalmayacaktır.
    • İtaat ve Salih Amel (Övme ve Sevap): Allah’ın emirlerine uymak ve çirkin fiillerden (fahşâ) kaçınmak, $sevap$ (mükâfat) ile karşılık bulur.
    • Günah ve İhlal (Yerme ve Ceza): Günah işlemek ve farzları terk etmek, $ceza$ (mücâzât, azab) ile karşılık bulur.
    Bu prensip, Kur’an-ı Kerim’de “zerre” misaliyle en veciz şekilde ifade edilmiştir:
    “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.”
    (Zilzâl, 99/7-8 )

    2. “Din” Kavramı
    Kur’an’daki en merkezî kavramlardan biri olan “din” kelimesini tahlil etmektedir.
    A. Anlamları ve Terkipleri
    Metnin işaret ettiği gibi “din” kelimesi (92 yerde geçişiyle) çok zengin bir muhtevaya sahiptir. Bu terkipler, kelimenin farklı vechelerini gösterir:
    • Sistem, Şeriat ve İtaat (Tevhid Manasında):
    • $دِينُ الْحَقِّ$ (Hak Din), $دين الله$ (Allah’ın Dini), $دِينُ القيم$ (Doğru Din), $دِينُ الْخَالِص$ (Halis Din) terkipleri, Allah tarafından gönderilen, tahrif edilmemiş, tevhid esasına dayalı “İslâm”ı ifade eder. Bu, sadece bir inanç sistemi değil, hayatın tamamını ihata eden bir $nizamdır$.
    • Kur’an bu hakikati şöyle tasrih eder: “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 3/19 – TDV Meali)
    • Kanun, Otorite ve Egemenlik (Mülk Manasında):
    • $دين الْمَلِكِ$ (Hükümdarların kanunu) terkibi, Hz. Yusuf kıssasında (Yusuf, 12/76) geçer. Burada “din” kelimesi, Mısır hükümdarının yürürlükteki “hukuk sistemi, kanunu” manasında kullanılmıştır. Bu, kelimenin “otorite” ve “egemenlik” manalarını da ihtiva ettiğini gösterir.
    • Hesap, Ceza ve Karşılık Günü (Ahiret Manasında):
    • $يَوْمِ الدِّينِ$ (Din / hesap günü) terkibi, Fâtiha Suresi’nde $مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ$ (Din gününün sahibi) olarak geçer. Buradaki “din”, yukarıda “Karşılık” bahsinde izah edilen “ceza ve mükâfatın verileceği gün”, yani $hesap günüdür$.
    • Bu kullanım, “din”in aynı zamanda “borç” (deyn) köküyle olan münasebetini de gösterir; zira o gün, kulların Allah’a olan kulluk borçlarının hesabının görüldüğü gündür.

    B. Tarihçesi ve İnsan ile Münasebeti
    “din”in tarihî ve beşerî boyutuna dair mühim noktalara temas etmektedir:
    • Din, Fıtrîdir (İlk İnsandan Beri Varlığı):
    • Metnin “din olgusu ilk insandan beri vardır” tespiti, dinin sonradan icat edilmiş (evrimleşmiş) bir sebep değil, $fıtrî$ (yaratılıştan gelen) bir ihtiyaç ve İlâhî bir rehberlik olduğunu vurgular. İlk insan olan Hz. Âdem (a.s.), aynı zamanda ilk peygamberdir ve “hak din” (Tevhid) ona vahyedilmiştir.
    • Rum Suresi’ndeki şu ayet, bu fıtrî bağlantıyı $دِينُ القيم$ terkibiyle kurar:
    “O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlılıkla hak dine çevir. Allah’in insanları (üzerine) yarattığı fıtrata (uygun hareket et). Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte doğru din ($دِينُ القيم$) budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
    (Rûm, 30/30 )
    • Tahrif (Sapma) ve Tecdid (Yenileme):
    • Metin, insanların “hak din”den saptığını ve onu “tahrif ettiğini” belirtir. Bu, peygamberler tarihinin (Tevhid mücadelesinin) özetidir. İnsanlar, Hz. Âdem’e verilen Tevhid dinini zamanla bozmuş, ona $şirk$ (ortak koşma) bulaştırmışlardır. Bu sebeple Allah, “hak dini” yeniden tesis etmek (tecdid) için peyderpey peygamberler göndermiştir.
    • Hürriyet (Zorlama Olmaması):
    • “Allah, insanları ‘hak dine’ zorlamamıştır” ilkesi, Kur’an’ın en temel esaslarındandır:
    “Dinde zorlama ($لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ$) yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır…”
    (Bakara, 2/256 )
    • İman, kalbî bir tercih ve irade meselesidir. Zorlama ile elde edilen bağlılık, Kur’anî manada “iman” değil, “nifak” veya “teslimiyet” (görünüşte) olur.
    • Hicaz Bölgesindeki Vaziyet (Şirk Dini):
    • “Müşrikler… Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı” tespiti, Kur’an’ın indiği “şirk dini”nin yapısını anlamak için anahtardır.
    • Mekke müşrikleri $ateist$ (Allah’ı inkâr eden) değillerdi. Onlar, Allah’ın $Rab$ (Yaratıcı, Rızık Verici, Kâinatın Sahibi) olduğunu kabul ediyor, fakat $İlâh$ (ibadet edilecek, dua edilecek, şefaat istenecek yegâne merci) olma vasfında O’na ortaklar (putlar, melekler, atalar) koşuyorlardı.
    • Kur’an’ın ilk mücadelesi, bu $tevhid-i rubûbiyyet$ (Rab olarak birlenme) kabulünü, $tevhid-i ulûhiyyet$ (İlâh/Mabud olarak birlenme) ile tamamlatmaktır.
    Hülâsa (Özet)
    Bu durum, Kur’anî kavramların bir $sistem$ olduğunu göstermektedir:
    • İman ve Küfür zıt kutuplardır; biri olmadan diğeri tanımlanamaz.
    • İman (kalbî tasdik) ile Günah (amelî eksiklik) bir kişide bulunabilir; bu, rahmetin ve tevbenin kapısını açık tutar.
    • Tüm fiiller bir Karşılık (mükâfat/mücâzât) bulacaktır.
    • Bu karşılığın verileceği gün, $يَوْمِ الدِّينِ$ (Din Günü)’dür.
    • Bu hesap gününe hazırlığın yolu, Allah’ın fıtrata uygun olarak Hz. Âdem’den beri vahyettiği $دِينُ الْحَقِّ$ (Hak Din) olan İslâm’a, hiçbir zorlama olmaksızın, irade ile tabi olmaktır.

 

 

 

**************

 

 


Temel bir Kur’an kavramı olan “kul” (abd) ve Allah’ın kullarına karşı tavrı hakkında kaynaklara dayalı malumat aşağıdadır:
“Kul” (Abd) Kavramı
Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir. Bu sebeple Allah, kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de “kul” sıfatı ile hitap etmiştir. Zira insan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur. İnsan, pek çok hususta Allah’ın iradesine boyun eğer ve O’nun hükmü altındadır. İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun “kul” olmasına mâni değildir.

Allah’ın Kullarına Karşı Tavrı
Kaynaklarda, Allah’ın kullarına karşı tutumu çeşitli başlıklar altında izah edilmektedir:

a) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
Kullarına karşı çok lütufkâr olan Allah, yeryüzünün bütün ziynetlerini ve rızıklarını kulları için var etmiştir.
• A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Bu ayet-i kerimeye göre, yeryüzünün ziynetleri ve rızıkları aslında müminler için var edilmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mümin olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece müminlerindir.
• Yüce Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet (güzel sonuç) muttakilerindir.
• A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.””
• Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
• Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar.
• Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
• Allah’ın herkese bol rızık vermemesinin hikmeti şöyle açıklanır:
• Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
b) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
Hidayet Yüce Allah’tandır. O, kullarından dilediğini İslam ile müşerref kılar.
• En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”

**********************

1. ‘Abd’ (Kul) Kavramının külli İzahı

Kur’an-ı Kerim’de “kul” (abd) kavramı, temel olarak iki farklı, fakat birbiriyle bağlantılı manayı ihtiva eder:
• a) Tekvînî (Yaratılış) Kulluk (Abd-i Iztırârî):
“Yüce Allah, bütün insanları yaratan ve onlara rızık verendir.” Bu, O’nun Rubûbiyetinin cihan şümul (evrensel) bir tecellisidir. Bu açıdan bakıldığında, kâinattaki her mahlûk, varlığını ve devamını O’na borçludur. İnsan, iman etsin veya inkâr etsin, iradesi dışında (ızdırârî olarak) Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına (mesela biyolojik yapıya, doğuma, ölüme) tâbidir. Bu cihetle, her insan, istisnasız olarak Allah’ın “kulu”dur. Metninizdeki “İnsan, istese de istemese de, Allah’ı tanısa da tanımasa da O’nun kuludur” ifadesi bu hakikati tasvir etmektedir.
• b) Teşriî (İradî) Kulluk (Abd-i İhtiyârî):
Bu, insanın kendi iradesi ve tercihi ile Allah’ı yegâne Rab ve İlâh tanıması, O’na iman edip emirlerine itaat etmesidir. Bu kulluk, “ibadet” ile eş anlamlıdır ve mükafat veya cezayı gerektiren imtihanın esasını teşkil eder. Metninizdeki “İnsanın kendi iradesine bırakılan konularda isyan etmesi, onun ‘kul’ olmasına mâni değildir” cümlesi, kişinin teşriî kulluğu reddetse bile tekvînî kulluktan çıkamayacağını vurgular.
Allah Teâlâ, her iki manadaki kula da hitap eder; ancak O’nun rızası ve “güzel sonuç” (âkıbet), iradî olarak kulluğu seçenleredir.

2. Allah’ın Lütfu, Rızkı ve Hidayeti (Kullara Karşı Tavrı)

Allah’ın bu “kullarına” karşı muamelesini iki ana eksende toplamaktadır: Maddî (Rızık) ve Manevî (Hidayet).
a) Lütuf ve Rızık Taksimindeki Hikmet
Allah’ın kullarına olan muamelesinin temelinde O’nun “Latîf” (lütufkâr) ismi yatar:
Şûrâ Suresi 42/19: “Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
Bu lütfun en zahirî tecellisi “rızık”tır.
• Rızkın Umumîliği (Genelliği):
A’râf Suresi 32. ayet, rızık ve zînetlerin aslen müminler için yaratıldığını, fakat imtihan gereği dünyada kâfirlerin de bunlardan faydalandırıldığını belirtir. Bu, Allah’ın Rahmân (dünyada ayırt etmeksizin rızık veren) isminin bir tecellisidir.
A’râf Suresi 7/32: “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günüde ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için âyetleri işte böyle açıklıyoruz.”
• Rızkın Taksimi (Dağıtımı): Allah, rızkı kulları arasında farklı ölçülerde taksim eder. Sebe’ Suresi’ndeki ayetler (36. ve 39.) bu taksimin tamamen O’nun dilemesine (meşîetine) bağlı olduğunu vurgular.
Sebe’ Suresi 34/36: “De ki: “Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler.””
Sebe’ Suresi 34/39: “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.””
• Taksimdeki Hikmet: Şûrâ Suresi 27. ayet, bu farklı taksimatın hikmetini açıklar. Eğer rızık herkese eşit ve bol verilseydi, bu durum insanın yapısındaki isyan meyli sebebiyle “azgınlığa” (tuğyana) sebep olacaktı. Allah, her kulunun halini, ne kadar rızkın ona hayırlı olacağını “hakkıyla bilen” (Habîr) ve “gören” (Basîr) olarak, rızkı bir ölçü ile indirir. Bu, dünya imtihanının ve toplumsal nizamın bir gereğidir.
Şûrâ Suresi 42/27: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
• Nihâî Sonuç (Akıbet): Dünyadaki rızık taksimi, Allah katındaki değeri göstermez. Asıl üstünlük ve “güzel sonuç” (âkıbet), takvâ sahiplerinindir. Allah, yeryüzünü (ve Cenneti) neticede muttaki kullarına miras bırakacağını vaat eder.
A’râf Suresi 7/128: “Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç (en güzel akıbet) Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”
Meryem Suresi 19/63: “İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.”
b) Hidayet İradesi
Allah’ın kullarına en büyük lütfu, maddî rızıktan öte, manevî bir rızık olan “hidayet”tir.
En’âm Suresi 88. ayet, hidayetin kaynağının münhasıran Allah olduğunu (O’nun Hâdî ismi) ve bu lütfu “dilediği” kuluna verdiğini beyan eder:
En’âm Suresi 6/88: “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”
Bu ayet, hidayetin Allah’tan bir lütuf olduğunu belirtmekle beraber, aynı ayetin devamında “Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı…” denilerek, kulun iradesinin (şirk koşma tercihinin) bu hidayeti ve amelleri boşa çıkarabileceğine de işaret eder. Kur’an bütünlüğünde bakıldığında, Allah’ın “dilemesi”, kulun kendi cüz’î iradesiyle hidayete yönelmesine veya ondan yüz çevirmesine bağlı olarak tecelli eder. Allah, hidayeti talep edene ve ona layık olana verir; dalâleti (sapıklığı) ise tercih edene verir. Ancak her iki durumda da yaratıcı olan O’dur.
Bütüncül Netice (Hülâsa)
Ayetler ve kavramlar, bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu tablo ortaya çıkar:
• Rubûbiyet ve Kulluk: Her insan, yaratılış (tekvîn) planında Allah’ın “kuludur”.
• İmtihan ve Muamele: Allah, bu kullarını dünya hayatında hem maddî (rızık) hem de manevî (hidayet) nimetlerle imtihan eder.
• Rahmân ve Latîf (Rızık): Rahmân sıfatıyla dünyada herkese rızık verir; ancak Latîf ismi ve hikmeti gereği, azgınlığı önlemek için bu rızkı farklı ölçülerde (imtihan gereği) taksim eder.
• Hâdî (Hidayet): Hâdî sıfatıyla, iradesini hayra yönelten kullarına hidayeti lütfeder.
• Âkıbet ve Adalet: Dünyadaki bu taksim (rızık ve hidayet) ne olursa olsun, nihâî “güzel sonuç” ve ebedî miras (Cennet), iradelerini kullanarak Allah’a karşı gelmekten sakınan (muttaki) kulların olacaktır.

 

 

******************

 

 


  1. c) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
    “Küfür”, nimetlere nankörlük ederek Allah’ı ve dinini reddetmek ve inkâr etmektir. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez ve kulları için küfre razı olmaz.
    Zümer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”
    • Allah’ın, kullarının küfrüne razı olmamasının sebebi, onlara karşı çok şefkatli olmasıdır.
    ç) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
    Kullarını yaratan, onlara rızık ve sıhhat veren Allah’tır. O, kullarına karşı çok şefkatlidir.
    • Bakara Suresi 2/207: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.”
    • Bu şefkatin bir tezahürü olarak Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve tövbe ettiği zaman günahlarını affeder.
    d) Allah, Kullarının Tövbelerini Kabul Eder
    “Tövbe”, kulun işlediği günahtan pişman olup Allah’a yönelmesi ve halini ıslah etmesidir. Tövbeleri kabul etmek, Allah’ın kuluna bir lütfudur. Çünkü Allah, “Tevvâb” (tövbeleri çok kabul eden)dir.
    • Tevbe Suresi 9/104: “Onlar, kullarından tövbeyi kabul edenin, sadakaları alanın Allah olduğunu ve Allah’ın tövbeyi çok kabul eden, çok merhamet eden olduğunu bilmediler mi?”
    • Şûrâ Suresi 42/25: “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”
    e) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
    Allah, kullarının gizli-aşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir. Kullar, Allah’ın murakabesi (gözetimi) altındadırlar. Bilen ve gören olarak O, kullarına kâfidir.
    • İsrâ Suresi 17/17: “Biz, Nûh’tan sonra da nice nesilleri helâk ettik. Rabbin, kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak yeter.”
    • İsrâ Suresi 17/30: “Şüphesiz Rabbin, rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.”
    • Zümer Suresi 39/36: “Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.”
    • Allah, kullarının bütün hâllerini bilir ve ona göre adaletle muamele eder.
    f) Allah, Kullarına Zulmetmez
    Allah, kullarına asla zulmetmez.
    • Âl-i İmrân Suresi 3/182: “Bu, kendi ellerinizin önceden işledikleri yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
    • Mü’min Suresi 40/31: “Nûh kavminin, Âd’ın, Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum). Yoksa Allah, kullarına zulmetmek istemez.””
    • Fussilet Suresi 41/46: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
    • Allah, kimseyi hak etmeden cezalandırmaz, sevaplarını eksiltmez ve herkese çalıştığının karşılığını tam verir.
    g) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
    Allah, kullarına yakındır ve dua ettikleri zaman dualarını kabul eder.
    • Bakara Suresi 2/186: “Kullarım, sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.”
    • Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip salih amel işlemeleri gerekir.
    • Şûrâ Suresi 42/26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”
    ğ) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
    Allah, kullarının üstünde tam hâkimdir.
    • En’âm Suresi 6/61-62: “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar görevlerinde eksiklik yapmazlar. Sonra insanlar, gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.”

    ***************

    1. Rubûbiyetin Esası: Şefkat ve Rıza

    Kur’an’ın tasvir ettiği Allah-kul münasebetinin temelinde, Allah’ın sonsuz şefkati ve merhameti yatar.
    • Allah’ın Kullarına Şefkati : O, er-Raûf’tur; kullarına karşı şefkati sonsuzdur. Bakara Suresi 207. ayette belirtildiği gibi, bu şefkat, O’nun kullarının hayrını istemesinin kaynağıdır. Bu şefkatin bir neticesi olarak, kulunun az ameline çok mükâfat verir ve hatadan dönmesini bekler.
    • Küfre Rıza Göstermemesi : Bu şefkatin tabii bir sonucu olarak, Allah kulunun “küfür” bataklığına saplanmasına razı olmaz. Zümer Suresi 7. ayet, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur.” Allah’ın zâtı, kulun imanından bir fayda görmez veya küfründen bir zarar görmez. Lâkin O, rubûbiyetinin ve şefkatinin bir gereği olarak, kulunun kendisine nankörlük etmesine (küfür) değil, şükretmesine (şükür) razı olur. Çünkü küfür, kulun kendi fıtratına, istidadına ve ebedî saadetine karşı işlediği en büyük cinayettir. Allah’ın buna razı olmaması, kulunun helâk olmasını istememesindendir.
    2. Dönüş ve Kabul: Tövbe ve Lütuf
    Allah’ın şefkati, kul hata ettiğinde dahi onu terk etmez. Bu noktada “Tövbe” kavramı devreye girer.
    • Tövbeleri Kabul Etmesi : Kul, fıtratına aykırı davranıp günaha girdiğinde, Allah ona bir çıkış yolu açmıştır: Tövbe. Tövbe, kulun pişmanlığı ve halini ıslah etme azmidir. Allah ise et-Tevvâb’dır (Tövbeleri çok kabul eden). Şûrâ Suresi 25. ayette “O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan” buyrulması, O’nun rahmet kapısının daima açık olduğunu gösterir. Bu, O’nun şefkatinin ve küfre razı olmamasının bir başka tezahürüdür; kulunun temizlenerek rızasına tekrar kavuşmasını murad eder.
    3. Murakabe ve Kifâyet: İlim ve Kudret
    Kulun her hâli, Allah’ın mutlak ilmi ve hâkimiyeti altındadır. Bu durum, kul için hem bir teminat hem de bir mesuliyet sahası oluşturur.
    • Bilen ve Gören Olarak Yetmesi : Allah, el-Habîr (her şeyden haberdar) ve el-Basîr’dir (her şeyi gören). İsrâ Suresi 17. ve 30. ayetler, O’nun ilminin hem helâk edilecek nesillerin günahlarını hem de kullarının rızık taksimatını ihata ettiğini gösterir. Kul, Allah’ın bu “murakabesi” (gözetimi) altındadır. Zümer Suresi 36. ayetteki “Allah, kuluna yetmez mi?” suâli, bu ilim ve kudretin kul için bir “kifâyet” (yeterlilik) olduğunu ilan eder. O’nun her şeyi bildiğini bilen bir kul, başkalarından korkmaz ve O’na tevekkül eder.
    • Kullarının Üstünde Tam Hâkim Olması: Allah, el-Kâhir’dir. O, kullarının üstünde “mutlak hâkimiyet sahibidir” (En’âm 6/61). Bu hâkimiyet, sadece kâinatın idaresinde değil, aynı zamanda kulun hayatı (koruyucu melekler) ve ölümü (canı alan elçiler) üzerinde de tamdır. Hiçbir şey O’nun kudretinin ve iradesinin dışına çıkamaz. Hüküm, başı ve sonu itibariyle yalnız O’nundur.
    4. Muamelenin Esası: Adalet ve İcâbet
    Allah’ın bu mutlak hâkimiyeti ve her şeyi bilmesi , O’nun muamelesinin temelini oluşturur: Adalet ve İcâbet.
    • Kullarına Zulmetmemesi : Allah’ın ilmi ve kudreti mutlak olduğu için, O’nun muamelesinde “zulüm” düşünülemez. O, el-Adl’dir. Fussilet Suresi 41/46’da belirtildiği gibi, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” Mü’min Suresi 40/31’deki gibi, geçmiş kavimlerin helâki dahi onların kendi tercih ve isyanlarının bir neticesidir, yoksa Allah’ın bir zulmü değildir. Bu, O’nun mükemmel adaletinin bir isbatıdır.
    • Kullarına Yakın Olması ve Duaları Kabul Etmesi : Allah, mutlak hâkim ve her şeyden müstağni olmasına rağmen, kullarına “çok yakın”dır (Bakara 2/186). O, el-Karîb ve el-Mucîb’dir. Bu yakınlık, O’nun şefkatinin bir tezahürüdür. Kulun O’na yönelmesine, duasına ve talebine cevap verir. Ancak bu icâbet, bir şarta bağlanmıştır: “benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler” (Bakara 2/186) ve “iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder” (Şûrâ 42/26). Bu da, O’nun adaletinin ve rızasının bir gereğidir.
    Bütünlük İçinde Netice
    Tüm bu kavramlar bir araya getirildiğinde, Kur’an’ın tasvir ettiği Allah-kul münasebeti şu şekilde özetlenebilir:
    Allah Teâlâ, kullarına karşı sonsuz şefkat sahibidir. Bu şefkatinin bir gereği olarak, onların en büyük zarara uğramasına, yani küfre düşmelerine razı olmaz. Bu sebeple, hata ettiklerinde dahi onlara tövbe kapısını açarak et-Tevvâb olduğunu gösterir.
    Bununla birlikte Allah, kullarına yakındır, onların dualarını işitir ve el-Mucîb olarak onlara icâbet eder. Ancak bu yakınlık ve şefkat, O’nun mutlak adaletine mâni değildir. O, el-Habîr ve el-Basîr olarak her şeyi bilir ve görür. Bu mükemmel ilmi sayesinde, kullarına asla zulmetmez ; herkes sadece kendi yaptığının karşılığını alır.
    Nihayetinde, bütün bu münasebetler O’nun el-Kâhir ismiyle tecelli eden mutlak hâkimiyeti altında cereyan eder. O, hem şefkatiyle kuluna en yakın olan (Karîb) hem de kudretiyle her şeyin üstünde olan (Kâhir); hem tövbeleri kabul eden (Tevvâb) hem de adaletle hükmeden (Adl) yegâne Rab’dir.

 

 

****************

 

 


  1. İman ve Mümin Kavramları
    “mümin”in sadece iman eden kimse olarak değil, aynı zamanda imanının gerektirdiği vazifeleri yerine getiren kimse olarak tanıtıldığı belirtilmektedir.
    İman Esasları:
    Müminler; Allah’a, meleklere, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmezler ve peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar.

    Müminin Vasıfları:
    Müminlerin başlıca vasıfları şunlardır:
    • Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, okunan ayetler imanlarını artıran kimselerdir.
    • Allah’ı severler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler.
    • Kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hak olan Kur’ân’a saygı duyar.
    • Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağırıldıkları zaman, “İşittik, itaat ettik” derler.
    • Namazlarını dosdoğru, huşu içinde ve ara vermeden kılarlar.
    • Mallarının zekâtını verirler.
    • Allah’ın verdiği rızıktan Allah yolunda harcarlar (infak).
    • Müminlere yardım ederler ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
    • İyiliği emreder ve kötülüğü men ederler.
    • Gerektiğinde Allah yolunda hicret ederler.
    • Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler ve düşman ordularıyla karşılaştığı zaman kaçmazlar.
    • Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan dinini yaşarlar.
    • Emanetlerine ve sözleşmelerine (Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere) riayet ederler.
    • Günahlarına tövbe eden, durumlarını düzelten ve dinlerinde ihlaslı olanlardır.
    • Allah’a tevekkül ederler.
    • Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
    • Irzlarını (namuslarını) zinadan korurlar.
    • Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar.
    • Kasten bir mümini öldürmezler.
    • Şirk, küfür, nifak, batıl ve faydasız inanç, söz ve fiillerden yüz çevirirler.
    • Kıyametten korkar ve hak olduğunu bilirler.
    • Kızdıkları zaman bağışlar ve işlerini danışma ile yaparlar.
    • Müşriklerle evlenmezler.
    • Babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmazlar.
    • Cehennem ehli oldukları belli olduktan sonra, yakınları bile olsa müşrikler için Allah’tan bağış dilemezler.

    ******************

    Kur’ân-ı Kerîm’de “iman”, sadece lisan ile ifade edilen bir tasdikten ibaret değildir. “Mümin” ise, bu imanı kalbine yerleştirmekle kalmayıp, o imanın gerektirdiği vazifeleri hayatına aksettiren, inancını amele dönüştüren kimsedir. İman, derûnî bir tasdik ise, müminin vasıfları da bu tasdikin zahirî bir tezahürüdür.
    Bu bütünlük, iki temel unsur üzerinde bina edilmiştir:
    1. Temel Dayanak: İman Esasları
    Müminin şahsiyetinin temelini, vesikanızda da belirtildiği gibi, şüpheden âzâde bir inanç sistemi oluşturur. Bu sistem;
    • Allah’a,
    • Meleklerine,
    • Kur’ân’a ve önceki kitaplara (ilahi rehberliğin bütünlüğüne),
    • Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve diğer peygamberlere (aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın),
    • Ve Ahiret gününe (hesap ve ceza gününe)
    kayıtsız şartsız inanmayı ihtiva eder. Bu esaslar, müminin hayata bakışını, nazarını ve kâinatı yorumlayışını şekillendiren sarsılmaz bir temeldir.
    2. İmanın Tezahürü: Müminin Vasıfları
    İman esasları üzerine bina edilen mümin şahsiyeti, vesikanızda detaylandırıldığı üzere, hayatın her sahasını kuşatan bir vasıflar bütünü olarak ortaya çıkar. Bu vasıflar, müminin inancının lafızda kalmadığının, bilakis bir hayat nizamına dönüştüğünün isbatıdır. Bu vasıfları bir bütünlük içinde şu başlıklar altında mütalaa edebiliriz:
    A. Derûnî Hayat ve Rabb ile Münasebet
    Müminin en belirgin vasfı, Allah ile olan canlı ve samimi münasebetidir:
    • Allah anıldığı zaman kalbi titrer ve ilahi ayetler okunduğunda bu, onun imanını artırır.
    • Kalbi, Allah’ın zikrine ve inen hakikate (Kur’ân’a) karşı derin bir saygı ve huşu içindedir.
    • En mühimi, Allah’ı sever ve bu sevginin bir neticesi olarak Allah’a ve Resûlü’ne tam bir teslimiyetle itaat eder.
    • Zorluklar ve kararlar karşısında sadece Allah’a tevekkül eder.
    • Günah işlediğinde derhal tövbe edip durumunu düzelten ve dininde ihlaslı (samimi) olandır.

    B. İbadet ve Ahlâkî Sorumluluk
    Bu derûnî bağlılık, muayyen amellerle zahirî bir şekil kazanır:
    • Namazı sadece bir adet olarak değil, dosdoğru, huşu içinde ve devamlılık arz edecek şekilde kılar.
    • Malî bir ibadet olan zekâtı verir ve Allah’ın kendisine verdiği rızıktan başkalarını da faydalandırmak için infak eder (Allah yolunda harcar).
    • Emanetlerine ve verdiği sözlere (hem Allah’a hem insanlara karşı) riayet eder.
    • Namusunu (ırzını) zinadan ve her türlü çirkinlikten muhafaza eder; büyük günahlardan ve fahiş şeylerden titizlikle kaçınır.
    C. İçtimaî (Sosyal) Duruş ve Münasebetler
    Mümin, inancını içtimaî hayata taşır. O, pasif bir inanan değil, aktif bir fazilet timsalidir:
    • Müminlere karşı: Alçak gönüllüdür, onlara yardım eder ve zulme uğradıklarında onlarla yardımlaşır.
    • Kâfirlere karşı: Onurlu ve zorlu bir duruş sergiler; dinini yaşarken hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmez.
    • Topluma karşı: İyiliği emreder (emr-i bi’l-ma’rûf) ve kötülüğü men eder (nehy-i ani’l-münker).
    • Anlaşmazlıkta: Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne (Kitap ve Sünnet’e) çağrıldıklarında “İşittik ve itaat ettik” diyerek teslim olurlar.
    • İdarede: İşlerini danışma (meşveret) ile yaparlar ve kızdıkları zaman öfkelerini yenip bağışlarlar.

    D. Mücadele ve Tavır (Velâ ve Berâ)
    İman, aynı zamanda bir duruşu ve net bir tavrı gerektirir:
    • Gerektiğinde Allah yolunda hicret eder; malı ve canı ile cihad eder ve düşmanla karşılaştığında sebat gösterir, kaçmaz.
    • Şirkten, küfürden, nifaktan ve her türlü batıl, faydasız söz ve fiilden yüz çevirir.
    • İman ile küfrü net bir çizgiyle ayırır: Müşriklerle evlenmez.
    • Yakın akrabası (babası, oğlu, kardeşi) bile olsa, Allah’a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk kurmaz (Velâ ve Berâ prensibi).
    • Bu prensibin bir neticesi olarak, Cehennem ehli oldukları belli olan müşrikler için, akrabaları dahi olsalar, Allah’tan bağışlanma dilemezler.
    • Kasten bir mümini öldürmek gibi en büyük günahlardan birinden şiddetle kaçınır.
    Hülasa olarak;
    Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği “Mümin”, iman esaslarını kalben tasdik etmiş; bu tasdiki ibadetleriyle, ahlâkıyla, içtimaî münasebetleriyle ve gerektiğinde malı ve canıyla ortaya koyduğu mücadele ile ispatlayan kâmil bir şahsiyettir. İman, hayatın bir kısmını değil, tamamını kuşatan; derûnî ve zahirî her fiile istikamet veren bir bütünlüktür.

 

 

 

******************

 

 


  1. Takva ve Muttakiler Kavramları
    Vesikalarda “takva” (sorumluluk) bilinci, Kur’ân’ın rehberliğinden faydalanmanın bir şartı olarak zikredilir. Takva, “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilir ve şu manaları ihtiva eder:
    • Allah’ın azabından, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden, kötülüklerden ve kötü işlerden, fitneden ve insana zarar veren her türlü inanç, söz, fiil ve davranıştan sakınmak.
    • Takvaya erişmek için Allah’a ibadet etmek, ilahi hükümlerle amel etmek, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını unutmamak, Kur’ân’a uymak ve onun dışındaki yollara uymamak emredilmiştir.
    Takvanın Zıddı (Zulüm):
    Belgelerde “takva”nın, Kur’ân’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu vurgulanır.
    • Takvanın Birinci Derecesi: Şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmaktır.
    • Muttakilerin Zıddı: Kur’ân-ı Kerîm’de muttakilerin zıddı olarak şu gruplar zikredilir: Kâfirler, Zalimler, Mücrimîn (suçlular), Fâcirûn (doğru yoldan çıkanlar), Tâğîn (isyanda haddi aşanlar), Mütekebbirîn (büyüklenenler), Sâhirîn (alay edenler), Mu’tedûn (haddi aşanlar, saldırganlar), Fâsıkûn (Allah ve Peygamberi’ne itaat etmeyenler), Müşrikîn (Allah’a ortak koşanlar) ve Münafıkûn (ikiyüzlüler).

    ***************

    Takva, Kur’anî ıstılahta (terminolojide) derûnî bir hassasiyeti ve Cenâb-ı Hakk’a karşı mesuliyet şuurunu ifade eder.

    1. Takva Kavramı: Vikaye (Korunma) ve Sakınma
    “takva” kelimesinin “Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek” olarak ifade edilmesi, kelimenin kök manasına tam olarak mutabıktır. Takva, “vikaye” kökünden gelir; bu da bir şeyi muhafaza etmek, onu zararlı tesirlerden korumak demektir.
    Bu açıdan takva sahibi (Muttaki) olmak; şu manaları ihtiva eder:
    • Allah’ın Azabından Sakınmak: Kişinin, Rabbine karşı isyan etmekten, O’nun gazabını celbedecek fiillerden azamî derecede kaçınmasıdır.
    • Ateşten Korunmak: Metninizde zikredildiği gibi, “yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden” sakınmaktır. Bu, imanın bir gereğidir.
    • Kötülüklerden (Seyyiat) ve Fitneden İçtinab Etmek: Takva, sadece inanç boyutuyla kalmaz; kişinin sözlerini, fiillerini ve davranışlarını da kapsar. İnsanı fitneye, günaha ve zarara sevk edecek her türlü yoldan uzak durma iradesidir.
    2. Takvaya Erişmenin Yolları
    Vesikanızda, takvaya erişmek için “Allah’a ibadet etmek” ve “ilahi hükümlerle amel etmek” gerektiği belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim, bu bağlantıyı çok net bir şekilde kurar. İnsanlığa yapılan ilk hitaplardan biri şöyledir:
    “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin ki sakınasınız (takvaya eresiniz).” (Bakara, 2/21)
    Bu ayet-i kerime, ibadetin gayesinin takvaya ulaşmak olduğunu açıkça beyan eder. Takva;
    • Kur’an’ın emir ve yasaklarını daima hatırda tutmak (zikir),
    • Hayatını Kur’an’a göre tanzim etmek (ittiba),
    • Ve Allah’ın yolu (Sırat-ı Müstakim) dışındaki bütün sapkın yollardan yüz çevirmekle kazanılır.
    Zaten Kur’an’ın hidayet rehberi olması da ancak takva sahipleri içindir. Nitekim Bakara Suresi’nin hemen başında bu hakikat şöyle ifade edilir:
    “Elif Lâm Mîm. O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, sakınanlar (muttakiler) için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/1-2 )
    3. Takva’nın Zıddı: Zulüm
    Metninizdeki “takva”nın Kur’an’daki anlamı itibariyle “zulmün” tam zıddı olduğu tespiti, son derece mühim bir noktadır.
    • Zulüm: Bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, haddi aşmak, haksızlık etmektir.
    • Takva: Her şeyi yerli yerine koymak (adalet), haddi bilmek ve haktan (Allah’tan) sakınmaktır.
    Kur’an-ı Kerim’de zulmün en büyüğü “şirk” olarak tasvir edilir. Zira şirk, yaratılmış aciz varlıkları, mutlak Yaratıcı olan Allah’a denk tutma cüretidir; yani en büyük haksızlık ve haddi aşmadır. Hz. Lokman’ın (a.s.) oğluna nasihati bu zıtlığı gösterir:
    “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk) elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân, 31/13 )
    Dolayısıyla, “Takvanın Birinci Derecesi” olan şirk, küfür ve nifakı terk edip iman sahibi olmak, zulmün zirvesinden takvanın temeline atılan ilk ve en mühim adımdır. İman etmeyen (kâfir) veya ortak koşan (müşrik) kişi, en büyük zalimdir; çünkü Yaratıcısının hakkını (tevhid) gasbetmiştir. Takva ise bu hakkı teslim etmekle başlar.
    4. Muttakilerin Zıddı Olan Gruplar (Hidayetten Mahrum Kalanlar)
    Vesikanızda takva sahiplerinin zıddı olarak sayılan gruplar, Kur’an’ın “hidayetten nasipsizler” olarak tasvir ettiği ana zümrelerdir. Bu gruplar, takvanın (sakınma ve korunma) tam aksini yaparak kendilerini ilahi vikayeden mahrum bırakanlardır:
    • Kâfirler (Örtenler) ve Müşrikîn (Ortak Koşanlar): Takvanın temeli olan imanı reddeden veya şirke bulaştıranlardır.
    • Zalimler (Haksızlık Edenler): Başta şirk olmak üzere, Allah’ın hudutlarını çiğneyenlerdir.
    • Mücrimîn (Suçlular) ve Fâcirûn (Doğru Yoldan Sapanlar): Allah’ın emirlerine karşı cürüm işleyen ve O’nun yolundan sapanlardır. Fâcir, takvanın zıddı olarak fısk u fücur içinde olan demektir.
    • Fâsıkûn (İtaat Etmeyenler): Allah ve Peygamberi’ne itaatten çıkan, ahdini bozanlardır.
    • Tâğîn (İsyanda Haddi Aşanlar) ve Mu’tedûn (Saldırganlar): Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmeyip tuğyan eden (azgınlaşan) ve başkalarının hakkına tecavüz edenlerdir.
    • Mütekebbirîn (Büyüklenenler): Takvanın esası olan Allah’a karşı tevazu ve teslimiyet yerine, kibir ve enaniyet gösterenlerdir.
    • Sâhirîn (Alay Edenler): Kur’an’ın bu bağlamda kullandığı “sâhirîn” (سَاخِرِينَ) kelimesi, genellikle “alay edenler, istihza edenler” (müstehziîn) manasındadır. Onlar, Allah’ın ayetleriyle ve müminlerle alay ederek takvadan uzaklaşırlar.
    • Münafıkûn (İkiyüzlüler): Zahiren (dışsal olarak) iman etmiş görünseler de, derûnî (içsel) olarak küfür üzeredirler. Takvanın gerektirdiği kalbî samimiyetten (ihlâs) mahrumdurlar.
    Hülasa (Özet)
    Hülasa olarak, göndermiş olduğunuz vesika, Kur’an’ın merkez kavramlarından birini (Takva) ve onun zıddını (Zulüm) doğru bir surette tespit etmiştir. Takva, sadece belirli ibadetleri yapmak değil, bütün bir hayatı Allah’ın (c.c.) rızası doğrultusunda tanzim etme şuuru ve O’nun koruması altına girme iradesidir. Kur’an’dan istifade edebilmenin anahtarı takvadır; bu anahtara sahip olmayanlar ise metinde sayılan ve Allah’ın hidayetinden mahrum kalan zümrelerdir.

 

 

 

*******************

 

 


  1. Zulüm Kavramı
    Takva kavramının zıddı olarak “zulüm” kavramı öne çıkarılır.
    • Bu takva-zulüm ikilemi birçok ayette görülür.
    • Meryem Suresi’nde (71-72. ayetler) Allah Teâlâ, “(Ey kafirler!) Sizden hiçbir kimse yoktur ki cehenneme uğrayacak olmasın. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” buyurduktan sonra, “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” diyerek bu iki grubu ayırır.
    • Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) hitaben, “(Ey Peygamberim!) Sonra seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” denildikten sonra, “Çünkü onlar, Allah’a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” buyrularak, Allah’ın muttakilerin dostu olduğu belirtilir.
    • Zulmün Birinci Derecesi: İmanı terk edip şirk, küfür ve nifaka düşmektir.
    4. Hicret ve Cihad Kavramları
    Vesikalarda müminin, dinini yaşama mücadelesi bağlamında hicret ve cihad kavramlarına yer verilir:
    • Mümin, yaşadığı beldede Allah’a kulluk vazifesini yerine getiremezse veya dinini izhar etmesi (açığa vurması) mümkün olmazsa, öncelikle o durumu değiştirmek için bütün gücüyle çalışır ve ibadetinden taviz vermez.
    • Eğer bu durumu değiştirmesi mümkün değilse, ibadetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilir.
    • Bu husus, Ankebût Suresi 56. ayet ile delillendirilir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”.
    • Müfessirlerden Said b. Cübeyr bu ayeti, “Bir beldede günah fiiller işlenirse oradan çık.” şeklinde; Atâ b. Yesâr, “İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın.” şeklinde; Mücahid b. Cebr ise, “Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin.” şeklinde yorumlamıştır.
    • Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” ifadesi, “Bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin” manasındadır.
    5. Kurtuluşa Erenler
    Manevi kurtuluşa eren kimselerin vasıfları şu şekilde sıralanmıştır:
    • Müslüman
    • Muhsin (İyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden)
    • Salih ameller işleyen

    *****************

    1. Temel Ahlâkî İkilem: Takva ve Zulüm, Kur’an-ı Kerim insanları temelde iki ahlâkî kutba ayırır: Takva ehli (muttakiler) ve Zulüm ehli (zalimler).
    • Zulüm Kavramı: Takvanın, yani Allah’a karşı mesuliyet bilincinin ve O’nun hudutlarını muhafaza etmenin tam zıddı olarak konumlandırılmıştır. Metniniz, zulmün en birinci ve en şiddetli derecesini; imanı terk ederek şirk (Allah’a ortak koşma), küfür (inkâr) ve nifak (münafıklık) olarak tarif etmektedir. Bu, varlığın en temel hakikatine, yani Allah’ın birliğine (Tevhid’e) karşı işlenen en büyük haksızlıktır.
    • Ahiretteki Ayrışım: Bu iki grubun akıbeti, metninizde Meryem Suresi (71-72. ayetler) ile net bir şekilde ortaya konulmuştur. Herkesin Cehennem’e uğrayacağı (bu uğramanın mahiyeti müfessirlere göre değişse de) mutlak bir hüküm olarak belirtildikten sonra, asıl ayrışım gerçekleşir: “Sonra muttakileri kurtarırız ve zalimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.” Bu, takvanın kurtarıcı, zulmün ise helak edici vasfını gösterir.
    • Dünyadaki Dostluk (Velâyet): Bu ikilem sadece ahirette değil, dünyada da bir saflaşmayı beraberinde getirir. Câsiye Suresi’nde (18-19. ayetler) Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) Allah’ın şeriatına uyması ve “bilmeyenlerin” (yani zalimlerin) heva ve heveslerine tâbi olmaması emredilir. Sebep olarak ise şu ebedî prensip vazedilir: “Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise muttakilerin dostudur.” Demek ki, mü’minin hayattaki temel tercihi, zalimlerin velâyetinden (dostluk ve idaresinden) çıkıp, Allah’ın velâyetine sığınmaktır.
    2. İman Mücadelesi: Hicret ve Cihad
    Mü’min, takvayı seçip zulmü reddettiği andan itibaren, bir “mücadele” (cihad) alanına girmiş olur. Metniniz, bu mücadelenin “dinini yaşama” bağlamındaki iki mühim unsurunu, Hicret ve Cihad’ı ele alır.
    • Zulüm Zemininde Dindarlık: Mü’min, eğer yaşadığı yerde (beldede) zulüm hâkimse ve bu zulüm onun Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmesine veya dinini izhar etmesine (açığa vurmasına) mani oluyorsa, öncelikle o durumu değiştirmek için gücü nisbetinde çalışır (bu cihadın bir parçasıdır).
    • Hicretin Farziyeti: Şayet mü’min, bulunduğu yerde ibadetlerinden taviz vermek zorunda kalıyorsa ve durumu değiştirmeye muktedir değilse, “ibadetini kolaylıkla yapabileceği” bir başka yere göç etmesi, yani Hicret etmesi “farz” olarak nitelendirilmiştir.
    • Kur’anî Delil: Bu hükmün delili, Ankebût Suresi’nin 56. ayetidir: “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibadet edin. (Eğer bir yerde Bana ibadet etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça ibadet edeceğiniz başka bir yere göçün.)”
    • Kavramların İrtibatı: Metninizdeki müfessir iktibasları (Said b. Cübeyr, Atâ b. Yesâr, Mücahid b. Cebr), bu ayetin sadece mekân değiştirmek olmadığını; aynı zamanda “günah işlenen yerden çıkmak”, “isyan ile emredilenden kaçınmak” ve topyekûn bir “cihad” manalarını da ihtiva ettiğini gösterir. Ayetteki “Yalnız Bana kulluk edin” emri, “Bana isyan konusunda (zalimler de dâhil) kimseye itaat etmeyin” manasındadır. Bu, takvanın zulüm karşısındaki fiilî tezahürüdür.
    3. Mücadelenin Neticesi: Kurtuluşa Erenler
    Bu süreç, yani zulmü reddedip takvayı seçmek (iman) ve bu uğurda gereken mücadeleyi (cihad) veya fedakârlığı (hicret) göze almak, mü’mini nihai hedefe ulaştırır: Manevi Kurtuluş (Felah).
    Metniniz, kurtuluşa eren bu kimselerin vasıflarını üç temel başlıkta toplamıştır:
    • Müslüman: Allah’a teslim olan, Tevhid’i kabul edip şirk ve küfürden (yani zulmün birinci derecesinden) yüz çeviren kimsedir.
    • Muhsin: Bu, imanın ve İslam’ın en kâmil mertebesidir (İhsan). Metninizdeki tarife göre Muhsin; “iyilik yapan, her işini iyi ve sağlam yapan ve Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eden” kimsedir. Bu, takvanın zirvesidir.
    • Salih Ameller İşleyen: İman ve teslimiyetin (Müslüman olmanın) ve ihsan şuurunun (Muhsin olmanın) sadece kalpte kalmayıp, fiillere dökülmüş halidir.
    Külli Değerlendirme (Hülasa)
    Kavramlar silsilesi, Kur’an-ı Kerim’in mü’mine çizdiği hayat yolculuğunu özetlemektedir:
    Bu yolculuk, kalpte Takva ile Zulüm (Tevhid ile Şirk) arasında net bir tercih yapmakla başlar. Bu tercihin neticesinde mü’min, “Allah’ın dostluğunu” kazanırken, “zalimlerin dostluğundan” ayrılır. Bu ayrışım, dünyada bir Cihad (mücadele) gerektirir. Eğer zulmün hâkim olduğu bir ortamda imanını yaşamak imkânsız hale gelirse, bu mücadele Hicret (göç) etmeyi farz kılar. Bu zorlu süreci imanla (Müslüman), ihsanla (Muhsin) ve Salih Amellerle tamamlayanlar, hem dünyada izzetli bir duruş sergiler hem de ahirette nihai Kurtuluşa ererler.

    Not: Gemini Pro 2.5 yapay zeka ile yazılmıştır.

 

 

SONSÖZ (Hâtime)

Kur’an-ı Kerîm’in temel kavramları üzerine yürüttüğümüz bu araştırma, Kelâmullah’ın insanlığa sunduğu mesajın ne kadar net, muhkem ve külli olduğunu bir kez daha ispatlamıştır.

Tetkiklerimiz neticesinde görülmüştür ki, Kur’an’ın ahlâkî ve itikadî yapısı, iki temel ve şümullü kavramın etrafında şekillenmektedir: Bütün müspet kavramların “odak kelimesi” olan “Takva” ve bütün menfi kavramların en geniş şemsiyesi olan “Zulüm”.

“Övme İfade Eden Kavramlar” başlığı altında tahlil edilen الْمُؤْمِنِينَ (Mü’minîn), الْمُحْسِنِينَ (Muhsinîn), الصَّالِحِينَ (Sâlihîn), الصَّابِرِينَ (Sâbirîn) gibi bütün faziletler, “Takva” binasını teşkil eden temel unsurlardır. Bu vasıflar, “iman ve itaat” yolculuğunun tezahürleridir.

Buna mukabil, “Yerme İfade Eden Kavramlar” başlığındaki الظَّالِمُونَ (Zâlimûn), الْكَافِرُونَ (Kâfirûn), الْمُشْرِكِينَ (Müşrikîn), الْمُنَافِقِينَ (Münâfikîn), الْفَاسِقُونَ (Fâsikûn) gibi bütün menfi sıfatlar ise, “inkâr ve isyan” yolunun durakları olup, hepsi neticede “Zulüm” ana başlığı altında toplanmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın, “kul” olarak yarattığı insana karşı olan muamelesi; O’nun sonsuz Lütufkâr, Şefkatli, Tövbeleri Kabul Eden (Tevvâb), Adaletli (Adl) ve kuluna Yakın (Karîb) olduğunu ayetlerle göstermektedir. Ancak Allah (c.c.), kulunun küfrüne (nankörlüğüne) razı olmamaktadır.

Netice olarak bu çalışma, Kur’an-ı Kerîm’in, lafız ve mana bütünlüğü içinde, insana iki net yol sunduğunu ortaya koymuştur: Biri Takva’ya, diğeri Zulüm’e çıkan yol.

Hayat imtihanındaki en büyük vazifemiz, Zulüm’ün her çeşidinden (başta şirk, küfür ve nifak) sakınarak, “Takva” zırhına bürünmek ve Kur’an’ın övdüğü الْمُسْلِمِينَ (Müslimîn), الْمُحْسِنِينَ (Muhsinîn) ve Salih Amel işleyen o “Kurtuluşa Erenler” zümresine dâhil olmaya gayret etmektir.

Cenâb-ı Hak, bizleri kelâmını doğru anlayan, yaşayan ve “Müttakî” kulları zümresine ilhak eylesin. Âmin.

 

 

HAZIRLAYAN:

MEHMET ÖZÇELİK

www.tesbitler.com

29-10-2025

 




YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN PARLAK YILDIZLARI

Bismillâhirrahmânirrahîm.
İslâm tarihinde “Sahabi” (çoğulu Sahâbe veya Ashâb), Hazret-i Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) mü’min olarak gören ve mü’min olarak vefat eden kimselere verilen isimdir. Hepsi birbirinden kıymetli olmakla beraber, bazıları yaptıkları hizmetler, İslâm’a giriş öncelikleri veya bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından nâil oldukları hususi iltifatlar ile öne çıkmışlardır.

1. Cennetle Müjdelenen Sahabiler (Aşere-i Mübeşşere)
“Aşere-i Mübeşşere” tabiri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından, henüz hayatta iken isimleri tek bir hadis-i şerifte zikredilerek Cennet’e girecekleri müjdelenen on büyük sahabiyi ifade eder.
Bu on mübarek zat şunlardır:

• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Cennetle Müjdelenen On Sahabi (Aşere-i Mübeşşere):
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Bu kutlu serimizin ilk misafiri, bu listenin zirvesinde yer alan, Peygamberimizin en sevdiği dostu, “Sıddîk” lakabıyla şereflenen Hz. Ebû Bekir (r.a.) olacaktır.

Sadakatin Zirvesi: Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)
1. Mekke’nin Saygın Taciri: “Atîk”
Güneşin kavurduğu Mekke topraklarında, Kureyş’in Teymoğulları kabilesinden soylu bir tüccar yaşardı. Asıl adı Abdullah bin Ebî Kuhâfe idi. İnsanlar onu güler yüzü, yumuşak huylu, dürüst ve cömert karakteri sebebiyle çok severdi. O, cahiliye döneminin karanlık adetlerine hiç bulaşmamıştı. Ne ömründe bir puta tapmış, ne de ağzına bir damla içki koymuştu. Yüzü o kadar nurlu ve güzeldi ki, ona “ateşten azad edilmiş, kurtulmuş” manasına gelen “Atîk” derlerdi.
Bu saygın tüccar, Mekke’nin en sevilen gençlerinden biri olan Hz. Muhammed (s.a.v.) ile derin bir dostluk kurmuştu. Onlar, henüz peygamberlik gelmeden önce bile birbirlerinin en yakın sırdaşı, en samimi arkadaşıydılar. Birlikte ticaret yapar, uzun sohbetlere dalarlardı. Aralarındaki bu bağ, alemlere rahmet olacak o büyük vazifeden sonra, tarihin en büyük sadakat bağına dönüşecekti.

2. Tereddütsüz İman: “Sıddîk” Lakabı
Bir gün, en yakın dostu Hz. Muhammed (s.a.v.), Hira Dağı’ndan ilahî bir nurla döndü. “Ben Allah’ın elçisiyim!” dedi. O günlerde Mekke’de bu sözü söylemek, en büyük tehlikeleri göze almak demekti.
Hz. Ebû Bekir, bu daveti duyar duymaz, bir an bile tereddüt etmedi. Ne bir delil istedi, ne de “Bir düşüneyim” dedi. Dostunun mübarek yüzüne baktı ve “Eğer o söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” diyerek iman etti. O, hür erkekler arasında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk iman eden kişi oldu.
Onun bu sarsılmaz bağlılığı, en büyük imtihanla zirveye ulaştı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mescid-i Aksâ’ya ve oradan da göklerin ötesine yükseldiği “İsrâ ve Miraç” mucizesini yaşadığı gecenin sabahıydı. Mekke müşrikleri alay ederek haberi Hz. Ebû Bekir’e koştular: “Senin arkadaşın, bir gecede Kudüs’e gidip göklere çıktığını iddia ediyor. Buna da inanacak mısın?”
Hz. Ebû Bekir’in cevabı, tarihe altın harflerle yazılacaktı: “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, doğrudur! Ben O’nun sabahtan akşama gökten haber aldığına (vahye) inanıyorum da, bir gecede Kudüs’e gidip gelmesine mi inanmayacağım?”
Bu tereddütsüz teslimiyeti üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ona “çok sadık, hep doğrulayan” manasına gelen “es-Sıddîk” lakabını verdi.

3. Fedakârlık ve Hicret: “Üzülme, Allah Bizimledir!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), sadece diliyle değil, malıyla ve canıyla da İslam’a hizmet etti. Zengin bir tüccardı. Bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmedi. Müşriklerin ağır işkenceleri altında inleyen köle müminleri satın alıp azad etti. Bunların en meşhuru, “Ehad! Ehad!” (Allah birdir!) diyen Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.) idi.
İşkenceler dayanılmaz hale geldiğinde, Allah Teâlâ müminlere Medine’ye hicret etme izni verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hicret için Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) seçti. Bu, “can yoldaşlığı” idi.
Müşrikler peşlerindeyken, izlerini kaybettirmek için Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya sığındılar. Tam üç gün orada kaldılar. Bir ara, peşlerindekiler mağaranın ağzına kadar geldiler. O anda Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bir zarar gelecek diye çok endişelendi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sevgili dostunun kalbini yatıştırmak için o meşhur sözünü söyledi: “Üzülme, Allah bizimledir.” Bu an, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ölümsüzleştirilmiştir:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağaradaydılar. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Tevbe Suresi, 40. Ayet )
Bu mağarada yaşanan bir başka menkıbede ise, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.), mağaradaki bir deliği, içeriden bir şey çıkıp Efendimiz’e (s.a.v.) zarar vermesin diye ayağıyla tıkadığı, oradan çıkan bir yılanın (veya akrebin) onu ısırdığı, ancak o acıya rağmen sırf Peygamberimiz (s.a.v.) uyanmasın diye sesini çıkarmadığı rivayet edilir.

4. Medine’nin Sütunu ve İlk Halife
Medine’de yeni bir devlet kuruluyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni devletin hem maddi hem de manevi direğiydi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve diğer bütün savaşlarda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından bir an bile ayrılmadı. Tebük Seferi için ordunun donatılması gerektiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yardım istedi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmiş, “Bugün Ebû Bekir’i geçeceğim” diye düşünmüştü. Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.) evindeki her şeyi, ne var ne yoksa hepsini getirip ortaya koydu. Efendimiz (s.a.v.) ona sordu: “Ey Ebâ Bekir, ailene ne bıraktın?”
Cevabı yine sadakatinin ispatıydı: “Onlara Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım!”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde, Medine’yi büyük bir keder ve şaşkınlık kaplamıştı. Hz. Ömer (r.a.) bile kılıcını çekmiş, “Kim Muhammed öldü derse, başını uçururum!” diyordu.
İşte o an, metanetini koruyan tek kişi Hz. Ebû Bekir’di (r.a.). Mescid’e girdi, mübarek naaşın üzerini açıp Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) alnından öptü ve ağlayarak dedi ki: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Hayatın da güzeldi, ölümün de güzel…”
Sonra dışarı çıkıp o tarihi konuşmasını yaptı:
“Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür. Ama kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah Hayy’dır (diridir) ve asla ölmez!”
Bu sözler, dağılmak üzere olan toplumu bir araya getirdi. Müslümanlar onu ilk halife olarak seçtiler.

5. Kargaşayı Bitiren Kararlılık ve En Büyük Miras
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halifelik dönemi (yaklaşık 2 yıl 3 ay) çok kısa sürdü ama İslam tarihinin en kritik dönemlerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatını fırsat bilen bazı kabileler devlete isyan ettiler, “Namazı kılarız ama zekâtı vermeyiz” dediler veya yalancı peygamberler ortaya çıktı.
Bu duruma “Ridde” (dinden dönme) olayları denir. Hz. Ömer (r.a.) bile bu isyancılara karşı daha yumuşak davranılmasını telkin ederken, Hz. Ebû Bekir (r.a.) o yumuşak huylu karakterinin altında yatan çelik gibi bir iradeyi gösterdi:
“Vallahi! Resûlullah’a verdikleri bir yuları (deve ipini) bile benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!”
Bu kararlılığı sayesinde İslam devleti parçalanmaktan kurtuldu.
Onun en büyük hizmeti ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i toplaması (cem etmesi) idi. Yemâme Savaşı’nda birçok hafız (Kur’an’ı ezbere bilen) sahabi şehit düşünce, Hz. Ömer (r.a.) endişelendi ve Kur’an’ın kaybolabileceği tehlikesine karşı Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) başvurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu iş için vahiy kâtibi Zeyd bin Sâbit’i (r.a.) görevlendirdi. Dağınık haldeki Kur’an sayfaları titiz bir çalışmayla toplandı ve iki kapak arasında bir “Mushaf” haline getirildi. Bugün okuduğumuz Kur’an’ı, ilk halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) borçluyuz.

6. Vefatı ve Sevgiliye Kavuşma
İki yılı aşkın halifeliğinin ardından hastalandı. Vefat edeceğini anlayınca, yerine Hz. Ömer’in (r.a.) geçmesini vasiyet etti. Müslümanlara son kez seslendi: “Ey insanlar! Size Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…”
Hicret’in 13. yılında, 63 yaşında, tıpkı en sevgili dostu Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi 63 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, en sevdiği dostunun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanına, O’nun omuz hizasına defnedildi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Eğer dünyada bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i edinirdim” dediği; peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı kabul edilen, sadakati, cömertliği ve tereddütsüz imanıyla İslam’ın ilk ve en sağlam sütunlarından biri olan mübarek bir sahabiydi.

************

• Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Hakkın Kılıcı, Adaletin Timsâli: Emîru’l-Mü’minîn Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.)

Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, Kureyş’in soylu kabilelerinden Adiyyoğulları arasında, heybetiyle ve celâdetiyle nam salmış bir adam yaşardı. Bu adam, Ömer bin Hattâb idi. Uzun boyu, güçlü yapısı ve keskin zekâsıyla insanlar arasında derhal fark edilir, sözü dinlenir, kararlarından çekinilirdi. Cahiliye devrinde dahi sahip olduğu şahsiyet, onun ileride cihan tarihine yön verecek bir lider olacağının sanki bir habercisiydi.
Ancak o vakitler, bu heybetli adamın kalbi, yeni filizlenen İslâm nuruna karşı katı idi. Müslümanlara karşı şiddetli bir muhalefet gösteriyor, onların sayısının artmasından büyük bir endişe duyuyordu.

Bölüm 1: Hidayet Kılıcı Keskinleştiriyor
Bir gün, Müslümanların kökünü kazımak gibi korkunç bir niyetle, kılıcını kuşanmış halde yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullah (r.a.) ile karşılaştı. Nuaym, onun bu hiddetli halini görünce sordu: “Nereye böyle yâ Ömer?”
Ömer, niyetini gizlemeden cevap verdi: “Atalarının dinini terk eden, toplumu bölen Muhammed’in (s.a.v.) işini bitirmeye gidiyorum!”
Nuaym, onu bu kararından vazgeçirmek için cüretkâr bir hamle yaptı: “Sen kendi ailene bak! Enişten Said bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma da o dine girdiler.”
Bu haberi duyan Hz. Ömer (r.a.), öfkesi iki kat artmış bir halde yönünü derhal kız kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden Kur’an okuyan bir ses duyuluyordu. Kapıyı şiddetle çaldı. İçeride, Habbâb bin Eret (r.a.) onlara Tâhâ Sûresi’ni talim ettiriyordu. Ömer’in sesini duyunca Habbâb (r.a.) saklandı, Fâtıma (r.a.) ise Kur’an sayfalarını (sahîfeleri) gizledi.
Ömer içeri girer girmez sordu: “O duyduğum ses neydi?”
“Aramızda konuştuğumuz sıradan sözlerdi” cevabını alsalar da tatmin olmadı. Eniştesinin üzerine yürüdü. Kız kardeşi Fâtıma (r.a.), eşini korumak için araya girince, Ömer’in şiddetli bir darbesiyle mübarek yüzü kan içinde kaldı.
İşte o an, bir mucize gerçekleşti. Kardeşinin yüzündeki kanı gören Ömer’in derûnî dünyasında bir sarsıntı oldu. Yaptığına pişman oldu, kalbi yumuşadı. Ama daha mühimi, kız kardeşinin o halde bile gösterdiği imânî metanetti:
“Evet yâ Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resûlü’ne iman ettik. Başımızı da kessen, bu dinden dönmeyiz!”
Bu sarsılmaz iman karşısında duraksayan Ömer, mahcup bir edayla dedi ki: “Getirin o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım.”
Kız kardeşi, “Sen müşriksin, temizlenmeden ona dokunamazsın” diyerek imanın izzetini gösterdi. Hz. Ömer (r.a.) kalkıp guslettikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri eline aldı. Okumaya başladı:
“Tâ-hâ. Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik…”
Ayetler devam ettikçe, Ömer’in kalbindeki buzlar çözüldü. Bu kelâmın bir beşer sözü olamayacağını idrak etti. “Ne kadar ulvî, ne kadar şerefli bir kelâm!” dedi.
Hemen sordu: “Resûlullah (s.a.v.) nerededir?”
Gizlendikleri Dâru’l-Erkâm’ı öğrendi. Kılıcı hâlâ belindeydi. Oraya doğru yürüdü. Sahabeler, Ömer’in geldiğini görünce endişelendiler, zira onun şiddetini biliyorlardı. Ancak Hz. Hamza (r.a.), “Bırakın gelsin. İyi niyetle geldiyse ne âlâ. Kötü niyetle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz” diyerek cesaretlerini topladı.
Kapı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), heybetle ayağa kalktı ve Ömer’in yakasından tutarak sarsdı: “Ne zamana kadar bu inadın sürecek yâ Ömer? Allah’ın sana da bir hidayet vermesinin vakti gelmedi mi?”
Hz. Ömer (r.a.), büyük bir teslimiyet ve edeple cevap verdi: “Yâ Resûlallah! Allah’a, Resûlü’ne ve onun getirdiklerine iman etmeye geldim.”
Bu sözler üzerine Dâru’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. O gün, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) duası kabul olmuştu: “Allah’ım! Bu dini iki Ömer’den (Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm/Ebû Cehil) biriyle aziz kıl!”

Bölüm 2: El-Fârûk: Hak ile Bâtılı Ayıran
Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olması, İslâm tarihinde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar gizli gizli ibadet eden Müslümanlar, onun katılımıyla büyük bir cesaret buldular.
İman ettikten sonraki ilk sözü şu oldu: “Yâ Resûlallah! Biz hak yolda değil miyiz? Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gidip imanımızı haykıracağız!”
Ve öyle de oldu. Müslümanlar, iki saf halinde, birinin başında Hz. Hamza (r.a.), diğerinin başında Hz. Ömer (r.a.) olduğu halde, cesaretle Kâbe’ye yürüdüler ve orada alenen namaz kıldılar. Müşrikler, Ömer ve Hamza’nın heybeti karşısında seslerini çıkaramadılar.
İşte o gün, Resûlullah (s.a.v.) ona “el-Fârûk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını verdi.
Hicret vakti geldiğinde, Müslümanların çoğu Mekke’den gizlice ayrılırken, Fârûk Ömer (r.a.) yine farklılığını gösterdi. Kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’yi tavaf etti. Sonra orada toplanmış olan Kureyş ulularına meydan okudu:
“İşte ben de hicret ediyorum! Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimse bu meydan okumaya cevap vermeye cesaret edemedi. O, imanını ve hicretini böylece ilan ederek Medine’nin yolunu tuttu.

Bölüm 3: Halifelik ve Adaletin Cihan Şümul Saltanatı
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde onun en büyük yardımcısı oldu. Hz. Ebû Bekir’in vefatıyla birlikte, “Emîru’l-Mü’minîn” (Mü’minlerin Emiri) unvanıyla İslâm Devleti’nin ikinci halifesi oldu.
Onun 10 yıllık hilafet dönemi, fetihlerin ve daha da önemlisi, cihan şümul bir adaletin tesis edildiği altın bir çağ oldu. O, sadece insanlara değil, yönettiği topraklardaki her canlıya karşı kendini sorumlu hissederdi. Şu sözü, onun adalet ve mesuliyet anlayışının isbatıdır:
“Fırat kenarında bir kurt bir koyunu kapsa (çalsa), korkarım ki Allah onun hesabını Kıyamet günü Ömer’den sorar.”
Onun döneminde İslâm orduları; İran (Sasanî), Suriye, Filistin ve Mısır’ı fethetti. Ancak onun için fetih, toprak kazanmaktan ziyade, ilâhî adaleti o topraklara ulaştırmaktı.
Kudüs’ün fethi bunun en parlak misalidir. Şehir, kan dökülmeden teslim oldu. Patrik Sophronius, şehrin anahtarlarını sadece Halife’ye teslim edeceğini bildirdi. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den yola çıktı. Yanında sadece bir hizmetçisi ve bir deve vardı. Deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e yaklaştıklarında, sıra hizmetçisindeydi. Hizmetçisi deveye binmiş, Halife Ömer ise devenin yularını tutmuş, mütevazı ve yamalı elbisesiyle şehre yürüyordu.
Onu karşılayanlar, bu manzarayı görünce hayretler içinde kaldılar. Patrik, “İşte” dedi, “Kitaplarımızda yazan, bu şehri teslim alacak olan zatın vasıfları bunlardır. Şatafat değil, tevazu ve adalet.”
Hz. Ömer (r.a.), meşhur “Ömer Emannâmesi”ni yazarak, şehirdeki Hristiyanların canlarına, mallarına ve mabetlerine dokunulmayacağına dair teminat verdi.

Bölüm 4: Gecelerin Bekçisi, Yetimlerin Babası
Hz. Ömer (r.a.), gündüzleri devleti idare eder, geceleri ise tebdil-i kıyafet (kıyafet değiştirerek) Medine sokaklarında dolaşır, halkın halini bizzat nazar eder (gözlemlerdi).
Bir gece yine dolaşırken, bir çadırdan ağlayan çocuk sesleri duydu. Yaklaştı. Bir kadın, ateşin başındaki bir tencereyi karıştırıyor, ağlayan çocuklarını “Şimdi yemek pişecek, sabredin” diye avutuyordu.
Hz. Ömer (r.a.) selam verip sordu: “Bu çocuklar neden ağlar?”
Kadın, Halife’yi tanımadan dert yandı: “Açlıktan. Sabah yola çıktık, yiyeceğimiz bitti.”
Halife sordu: “Peki, tencerede ne var?”
Kadın acı acı cevap verdi: “Su ve çakıl taşları. Yemek pişiyor zannetsinler de ağlamayı bırakıp uykuya dalsınlar diye onları avutuyorum. Benim bu halimden haberi olmayan Halife Ömer ile hesabımızı Allah divanında göreceğiz!”
Bu sözleri duyan Fârûk Ömer (r.a.), sarsıldı. Ağlayarak oradan ayrıldı ve koşarak Beytü’l-Mal’e (devlet hazinesi) gitti. Sırtına bir çuval un, bir miktar yağ ve hurma yükledi. Hizmetçisi “Ben taşıyayım Efendim” dediyse de kabul etmedi:
“Kıyamet günü benim yükümü sen mi taşıyacaksın?”
Çuvalı sırtında o kadının çadırına getirdi. Kendi elleriyle ateşin başına geçti, yemeği pişirdi ve çocuklara yedirdi. Çocukların karnı doyup gülüşmeye başladıklarında, kadına bir miktar da erzak bıraktı ve dedi ki: “Sabah Halife’ye gel, hakkını al. Ömer’i orada bulacaksın.”
Sabah huzuruna gelen kadın, gece evine un taşıyan kişinin Halife’nin bizzat kendisi olduğunu anlayınca büyük bir mahcubiyet yaşadı.
Onun adaleti o kadar kesindi ki, Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümleri, henüz ayet nazil olmadan (inmeden) önce onun görüşü (nazar ve düşüncesi) istikametinde tecelli etmiştir. Bu duruma “Muvâfakat-ı Ömer” (Ömer’in [ilâhî iradeye] denk düşen görüşleri) denir.
Allah Teâlâ’nın şu emri, sanki onun hayatının bir tasviri gibidir:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide Sûresi, 5/8 )

Bölüm 5: Şehadetle Gelen Vuslat
Hz. Ömer (r.a.), hayatının sonlarına doğru hep şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Bana kendi yolunda şehit olmayı ve Resûlü’nün şehrinde (Medine’de) ölmeyi nasip et.”
Bu dua, Hicret’in 23. yılında, bir sabah namazında kabul oldu. Emîru’l-Mü’minîn, Mescid-i Nebevî’de sabah namazını kıldırmak için mihraba geçtiğinde, Ebû Lü’lüe adında bir köle tarafından zehirli bir hançerle saldırıya uğradı.
Ağır yaralıyken bile sorduğu ilk şey, “Beni vuran kimdir?” oldu. “Mecûsî bir köle” cevabını alınca, “Beni vuranın Müslüman bir kimse olmamasından dolayı Allah’a hamdolsun” diyerek Rabbine şükretti.
Vefat etmeden evvel, yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra (istişare heyeti) belirledi. Oğlu Abdullah’ı da çağırdı ve ondan son bir ricada bulundu:
“Hz. Aişe (r.a.) validemize git. ‘Ömer’in sana selamı var, iki arkadaşının (Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.)) yanına defnedilmek için izin istiyor’ de.”
Hz. Aişe (r.a.) validemiz, aslında orayı kendisi için ayırmıştı. Ancak Fârûk’un bu isteği karşısında gözyaşlarıyla şöyle dedi: “Vallahi, Ömer’i kendime tercih ederim.”
İzin haberi gelince, Hz. Ömer (r.a.) rahatladı. Ve bu büyük Halife, adaletin, tevazunun ve Allah korkusunun en büyük timsâli olarak ruhunu Rabbine teslim etti.
Hz. Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından henüz hayattayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biridir. O, kılıcını İslâm için çekmiş, kalbini İslâm’a açmış, adaletini tüm cihana yaymış ve hayatını İslâm uğruna şehadetle taçlandırmış bir iman kahramanıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**********

• Hz. Osman bin Affân (r.a.)

Hayâ ve Cömertlik Timsali: Hz. Osman bin Affân (r.a.)
Güneşin doğduğu mübarek şehir Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve zengin ailelerinden olan Ümeyyeoğulları (Benî Ümeyye) kabilesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Osman koydular. O, daha ilk gençlik yıllarından itibaren Mekke’nin diğer gençlerinden farklıydı. Ne putlara tapar ne de o dönemin kötü alışkanlıklarına bulaşırdı. Zengin bir tâcirdi ama kalbi temizdi. En belirgin vasfı ise, görenleri hayran bırakan derin “hayâ” duygusuydu. Öyle ki, insanlar onun bu nezaket ve utangaçlığından bahsederken, “Meleklerin bile hayâ ettiği adam” derlerdi.

İki Nur ile Aydınlanan Gönül
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) peygamberlik vazifesi verildiğinde, Mekke’de ilk Müslüman olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Hz. Osman’ın en yakın dostlarından biri, imanda ilklerin ilki olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Bir gün Hz. Ebû Bekir, bu nazik dostuna İslâm’ı anlattı. Hz. Osman’ın zaten hakikati arayan temiz kalbi, bu daveti duyar duymaz hemen ısındı. Vakit kaybetmeden Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna çıktı ve Kelime-i Şehâdet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Bu karar, onun için zorlu günlerin başlangıcı demekti. Kendi ailesi, özellikle amcası Hakem bin Ebi’l-Âs, ona Müslüman olduğu için eziyet etti. Ama Hz. Osman, imanından bir an bile taviz vermedi.
Resûlullah (s.a.v.), bu değerli sahabisine o kadar çok değer veriyordu ki, sevgili kızı Hz. Rugiyye (r.a.) ile onu evlendirdi. Artık Hz. Osman, sadece bir sahabi değil, aynı zamanda Peygamber Efendimizin damadıydı.
Hicretler ve “Zinnûreyn” (İki Nur Sahibi) Unvanı
Mekke’de müşriklerin zulmü dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müslümanların bir kısmına Habeşistan’a hicret etmeleri için izin verdi. Habeşistan’a giden bu ilk kafileye liderlik eden, Hz. Osman ve zevcesi Hz. Rugiyye idi. Peygamber Efendimiz onların arkasından, “Onlar, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’tan sonra Allah yolunda hicret eden ilk ailedir,” buyurmuştu.
Daha sonra Medine’ye hicret başladı. Hz. Osman da tüm servetini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti. Ancak Medine’de onu hüzünlü bir imtihan bekliyordu. Müslümanların kaderini belirleyecek Bedir Savaşı hazırlıkları yapılırken, zevcesi Hz. Rugiyye ağır hastalandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Osman’a Medine’de kalıp zevcesiyle ilgilenmesini emretti. Hz. Osman, bu emre itaat ederek Bedir’e katılamadı, ancak Resûlullah ona hem Bedir’e katılmış sevabını hem de ganimetten payını verdi. Ne var ki, zafer haberi Medine’ye ulaştığı gün, Hz. Rugiyye vefat etti.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ciğerparesi vefat etmişti ve Hz. Osman bu duruma çok üzülüyordu. Resûlullah (s.a.v.), hayâ timsali damadının bu üzüntüsünü ve onunla olan bağının kopmasını istemedi. Bir mucize olarak, diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü (r.a.) de Hz. Osman’a nikahladı.
İnsanlık tarihinde hiçbir kimseye nasip olmamış bir şeref! Bir peygamberin iki kızıyla evlenmek… Bu sebeple Hz. Osman’a, “Zinnûreyn” yani “İki Nur Sahibi” unvanı verildi.

Cenneti Satın Alan Cömertlik
Hz. Osman’ın hayâsı kadar meşhur olan diğer vasfı da cömertliğiydi. O, servetini Allah yolunda harcamak için bir an bile tereddüt etmezdi.
• Rûme Kuyusu: Medine’ye hicret edildiğinde Müslümanların içme suyu sıkıntısı vardı. Şehirdeki tek tatlı su kuyusu (Rûme Kuyusu) bir Yahudi’ye aitti ve suyunu fahiş fiyata satıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kim Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine sunarsa, ona cennette bir pınar vardır,” buyurdu. Bu müjdeyi duyan Hz. Osman, derhal kuyunun sahibine gitti. Sahibi tamamını satmak istemeyince, Hz. Osman kuyunun yarısını (suyu bir gün Yahudi, bir gün Hz. Osman alacak şekilde) çok yüksek bir meblağa satın aldı. Kendi gününde suyu tüm Müslümanlara bedava dağıttı. İnsanlar bedava suyu alınca, Yahudi diğer gün suyunu satamaz oldu ve mecburen kuyunun diğer yarısını da Hz. Osman’a sattı. Böylece Hz. Osman, bu kuyuyu Müslümanlara vakfederek cennetteki pınarın sahibi oldu.
• Tebük Seferi (Zorluk Ordusu): Müslümanlar Bizans’a karşı zorlu Tebük Seferi’ne hazırlanıyordu. Mevsim kurak, yol uzun, düşman çok güçlüydü. Orduya “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) denmişti. Resûlullah (s.a.v.) minbere çıkıp yardım istedi. Hz. Osman kalktı ve “Ya Resûlallah! Üzerindeki çuluna, semerine kadar yüz deveyi ben veriyorum,” dedi. Peygamberimiz biraz daha yardım istedi. Hz. Osman yine kalktı, “Yüz deve daha veriyorum,” dedi. Peygamberimiz tekrar yardım istedi. Hz. Osman bir kez daha kalktı, “Ya Resûlallah! Yüz deve daha veriyorum!” dedi. Bununla da kalmadı, ordunun tüm ihtiyacını karşılayacak bizzat bin dinar (altın) getirip Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kucağına döktü. Resûlullah (s.a.v.), o altınları mübarek elleriyle evirip çevirirken sevincinden şöyle buyurdu: “Bugünden sonra Osman’a yaptıklarının hiçbir zararı dokunmaz!”
• Mescid-i Nebevî’nin Genişletilmesi: Müslümanların sayısı artınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mescidin yanındaki arsayı kimin cennet karşılığında satın alıp bağışlayacağını sordu. Bu görevi de Hz. Osman (r.a.) üstlendi.
Bey’atü’r-Rıdvân ve Peygamberin Eli
Müslümanlar Hudeybiye’de umre için konakladıklarında, Resûlullah (s.a.v.) Mekkelilerle görüşmek üzere bir elçiye ihtiyaç duydu. Bu tehlikeli görev için Hz. Osman’ı seçti. Çünkü Hz. Osman, Mekke’de güçlü bir kabileye (Ümeyyeoğulları) mensuptu ve ona dokunamazlardı.
Hz. Osman Mekke’ye gitti ve görüşmeleri yaptı. Ancak dönüşü gecikti. Bu sırada “Osman öldürüldü!” diye bir haber yayıldı. Bu haberi duyan Resûlullah (s.a.v.) çok hiddetlendi ve “Osman’ın kanını dökmeden buradan ayrılmayacağız!” dedi. Bütün sahabeyi oradaki bir ağacın (Semûre ağacı) altına topladı ve onlardan “ölümüne biat” aldı. Sahabeler tek tek biat ettiler. Sıra Hz. Osman’a gelince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sol elini kaldırıp, “Bu benim yerine koydu ve onun adına biat etti.
Allah Teâlâ, bu biattan o kadar razı oldu ki, Kur’ân-ı Kerîm’de (Fetih Sûresi, 18. ayet) şöyle buyurdu: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur…” Bu sebeple bu biata “Bey’atü’r-Rıdvân” (Allah’ın Rızâsının Kazanıldığı Biat) denildi.
Hilâfeti ve Kur’ân-ı Kerîm’in Çoğaltılması
Hz. Ömer’in (r.a.) şehadetinden sonra, onun belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu), Hz. Osman’ı (r.a.) üçüncü halife olarak seçti.
Onun hilâfet dönemi (12 yıl), fetihlerin devam ettiği bir refah dönemi oldu. Kuzey Afrika’nın fethi tamamlandı, Kıbrıs adası fethedildi ve ilk İslâm donanması (deniz gücü) onun zamanında kuruldu.
Fakat Hz. Osman’ın halifeliğinin en büyük, en paha biçilmez hizmeti, şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’i bir araya getirip çoğaltmasıdır. İslâm coğrafyası genişledikçe, farklı bölgelerde Kur’ân okuyuşlarında (kıraat) küçük farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu durumun gelecekte bir fitneye (anlaşmazlığa) yol açmasından endişe edildi.
Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan ve Hz. Hafsa’nın (r.a.) yanında bulunan ana Mushaf’ı (Mushaf-ı İmam) getirdi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında bir heyet kurdu. Bu ana Mushaf’ı esas alarak 6 veya 7 nüsha daha çoğalttırdı. Bu yeni nüshaları İslâm beldelerinin merkezlerine (Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Mısır gibi) gönderdi ve diğer tüm şahsî nüshaların yakılmasını emretti.
Bu muazzam hizmeti sayesinde, Kur’ân-ı Kerîm, indiği günkü saflığıyla, hiçbir harfi değişmeden tek bir metin olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bütün İslâm ümmeti, bu konuda Hz. Osman’a ebediyen minnettardır.

Şehâdeti: Sabır ve Teslimiyet Zirvesi
Hz. Osman, son derece yumuşak huylu (halîm), merhametli ve barışçıl bir idareciydi. Ancak hilâfetinin son yıllarında, İslâm devleti içindeki bazı art niyetli kişiler, onun bu yumuşaklığını kullanarak fitne ateşini yaktılar. Çeşitli eyaletlerden topladıkları asilerle Medine’ye gelip Halife’nin evini kuşattılar.
Hz. Osman (r.a.), 80 yaşını geçmiş mübarek bir ihtiyardı. Evinin etrafı sarıldığında, başta Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) olmak üzere birçok sahabi onu korumak için kılıçlarını çekti. Ancak Hz. Osman, “Benim yüzümden Medine sokaklarında bir damla Müslüman kanı dökülmesini istemem,” diyerek onların savaşmasına kesinlikle izin vermedi. O, fitnenin büyümemesi için kendini feda etmeyi seçti.
Kuşatma günlerce sürdü, evine su bile verilmedi. Şehit edilmeden bir gece önce rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gördü. Resûlullah (s.a.v.) ona, “Ey Osman! Bu akşam iftarı bizimle beraber açacaksın,” buyurdu.
Hz. Osman sabah uyandığında oruçluydu ve artık şehit olacağını biliyordu. Mushaf’ını açtı ve Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladı. O mübarek Cuma günü, asiler evine girdiler ve onu Kur’ân okurken şehit ettiler. Mübarek kanı, okumakta olduğu Mushaf’ın üzerine, Bakara Sûresi’ndeki “Allah, onlara karşı sana yetecektir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 137) ayetine damladı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) müjdelediği gibi cenneti kazanmış, meleklerin hayâ ettiği İki Nur Sahibi, cömertlik denizi, Kur’ân’ın koruyucusu ve fitneyi önlemek için canını feda eden sabır abidesi bir şehit olarak Rabbine kavuştu.
Cenâb-ı Hak, bizleri onun hayâsından, cömertliğinden ve Kur’ân’a olan hizmetinden hisseler almaya muvaffak kılsın. O’ndan ve bütün sahabeden ebediyen razı olsun. Amin.

******************

• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)

Esedullah (Allah’ın Aslanı): Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
1. Kâbe’nin İçinde Doğan Nur
Her şey, peygamberliğin güneş gibi doğmasından yaklaşık on yıl önce, mukaddes şehir Mekke’de başladı. Bütün Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i Muazzama, o günlerde bile hürmet gören bir mekândı. İşte bu mübarek mekânın içinde, tarihte eşine az rastlanır bir hâdise yaşandı: Fâtıma binti Esed, doğum sancıları başladığında Kâbe’ye sığınmış ve orada bir erkek evlat dünyaya getirmişti.
Bu çocuk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Ali idi.
Hz. Ali (r.a.), gözlerini dünyaya açtığında, kendini adeta peygamberliğin kucağında buldu. O sıralar Mekke’de bir kıtlık baş göstermişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisini himaye eden vefakâr amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için, küçük Ali’yi kendi himayesine, kendi evine aldı.
Böylece Hz. Ali, çocukluğunu sıradan bir evde değil, vahyin ineceği, ahlâkın zirvesi olan Hâtemü’l-Enbiyâ’nın (s.a.v.) hanesinde geçirme şerefine erişti. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) dizinin dibinde büyüdü, O’nun eşsiz ahlâkıyla yoğruldu ve O’nun terbiyesinden geçti.

2. Genç Bir Mü’min ve Sarsılmaz Sadakat
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahiy gelip de “İkra!” (Oku!) emriyle peygamberlik vazifesi başladığında, Hz. Ali henüz on yaşlarında bir çocuktu. Bir gün, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) ve O’nun zevcesi Hz. Hatice’yi (r.anha) gizlice namaz kılarken gördü. Bu, daha önce hiç şahit olmadığı bir ibadetti. Hayretle sordu: “Bu nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’na Allah’ın birliğini (Tevhid) ve kendi peygamberliğini anlattı. Hz. Ali’nin temiz fıtratı bu daveti hemen kabul etti. Böylece o, çocuklar arasında İslam’ı ilk kabul eden, o nurlu kervana katılan ilk genç yiğit oldu.
Mekke’nin müşrikleri Müslümanlara eziyet ederken, o küçük yaşına rağmen Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı.
3. Hicret Gecesi’ndeki Fedakârlık
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâle gelmiş, müşrikler Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) öldürme kararı almışlardı. Hicret emri geldi. O gece, Resûlullah’ın (s.a.v.) evi katiller tarafından kuşatılmıştı.
İşte o an, sadakatin ve cesaretin en büyük imtihanlarından biri yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Bu gece benim yatağımda yat. Hırkamı üzerine ört. Korkma, sana hiçbir zarar gelmeyecektir.”
Hz. Ali (r.a.), bir an bile tereddüt etmedi. Ölümün kol gezdiği bir yatağa, sırf Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumak için, O’nun kılıç darbelerine hedef olmak pahasına yattı. Bu, O’nun canını Peygamber’in canına siper ettiğinin en büyük isbatıydı. Sabah olup da yatakta Hz. Ali’yi bulan müşrikler neye uğradıklarını şaşırdılar.
Hz. Ali, bu tehlikeli vazifeyi tamamladıktan sonra, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kendisine bıraktığı emanetleri Mekke’deki sahiplerine teslim etti ve o da Medine’ye hicret etti.

4. “Sen Benim Kardeşimsin”
Medine’de, Resûlullah (s.a.v.), Muhacirler (Mekke’den gelenler) ile Ensâr (Medineli yardımcılar) arasında bir “kardeşlik” (Muâhât) tesis etti. Herkes birbiriyle kardeş ilan edilirken, Hz. Ali bir kenarda kalmıştı. Üzülerek Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldi: “Ey Allah’ın Resûlü, herkesi kardeş yaptın, beni kimseyle kardeş yapmadın?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve o tarihî sözünü söyledi: “Sen, benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.”
Kısa bir süre sonra, bu kardeşlik bir bağ ile daha taçlandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), canından çok sevdiği kızı, “Cennet kadınlarının efendisi” Hz. Fâtıma’yı (r.anha), Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdi. Bu evlilikten, Peygamber neslini devam ettirecek olan “Cennet gençlerinin efendileri” Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) dünyaya geldi. Onların evi, zengin bir ev değildi; hurma lifinden bir yatakları vardı ama evleri maneviyat, takvâ ve sevgi ile doluydu.
5. “Zülfikâr”ın Sahibi, “Haydar-ı Kerrâr”
Hz. Ali (r.a.), sadece bir ilim adamı değil, aynı zamanda eşsiz bir kahramandı. Ona “Esedullah” (Allah’ın Aslanı) ve “Haydar-ı Kerrâr” (Döne döne saldıran yiğit) denirdi.
Bedir Savaşı’nda, henüz yirmili yaşlarındayken, müşriklerin en azılı savaşçılarıyla teke tek çarpıştı ve onları mağlup etti.
Uhud Savaşı’nda, Müslümanların zor anlar yaşadığı, Resûlullah’ın (s.a.v.) yaralandığı o dehşet anında, Peygamber’i korumak için kendi vücudunu siper eden bir avuç kahramandan biriydi. Aldığı sayısız kılıç ve mızrak yarasına rağmen bir an bile geri adım atmadı.
Hendek Savaşı’nda, koca bir ordunun geçmeye cesaret edemediği hendeği, Arap yarımadasının en kibirli ve en güçlü savaşçılarından Amr bin Abdivüdd, atıyla tek başına geçti ve “Karşıma çıkacak kimse yok mu?” diye meydan okudu. Herkesin çekindiği o anda, Hz. Ali (r.a.) ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona kendi kılıcı Zülfikâr’ı verdi ve başına sarığını sardı. İman, kibir karşısındaydı. Hz. Ali, bu azılı düşmanı mağlup ederek savaşın seyrini değiştirdi.
Hayber’in Fethi ise O’nun cesaretinin zirvesidir. Günlerdir fethedilemeyen, Yahudilerin en müstahkem kalesi Hayber için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) o meşhur müjdeyi verdi:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o, Allah’ı ve Resûlü’nü sever; Allah ve Resûlü de onu sever.”
Bütün sahabeler o gece, “Acaba bu şerefli kişi kim olacak?” diye heyecanla bekledi. Sabah olduğunda Resûlullah (s.a.v.) sordu: “Ali nerede?”
“Gözleri ağrıyor, ya Resûlallah” dediler.
Hz. Ali (r.a.) getirildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mübarek tükürüğünden O’nun ağrıyan gözlerine sürdü. Gözleri o an şifa buldu. Sancağı ona verdi ve Hayber’in fethi, “Allah’ın Aslanı”nın eliyle müyesser oldu.

6. “Ben İlmin Şehriyim, Ali de Onun Kapısıdır”
Hz. Ali (r.a.), sadece kılıcıyla değil, ilmi ve hikmetiyle de benzersizdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun bu vasfını şöyle övmüştü:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim isterse, kapıdan gelsin.”
O, “yaşayan Kur’an” idi. Ayetlerin nerede, ne zaman ve ne sebeple indiğini (nüzul sebebini) en iyi bilenlerdendi.
Özellikle adalet ve hukuk (fıkıh) konusunda bir dâhiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), O’nu Yemen’e kadı (hâkim) olarak gönderirken, Hz. Ali genç olduğunu belirterek çekinmişti. Resûlullah (s.a.v.) elini O’nun göğsüne koyup, “Allah’ım, onun kalbine hidayet ver ve dilini sabit kıl” diye dua etti. Hz. Ali (r.a.) daha sonra, “O duadan sonra, iki kişi arasında hüküm verirken asla tereddüt etmedim” demiştir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) dönemlerindeki hilâfetlerinde, Hz. Ali (r.a.) her zaman en baş danışman oldu. Özellikle Hz. Ömer (r.a.), çözülmesi zor adlî meselelerle karşılaştığında mutlaka O’na danışır ve “Ali olmasaydı, Ömer helâk olmuştu” diyerek O’nun ferâsetini ve ilmini takdir ederdi.

7. Hilâfet Yılları ve Büyük İmtihanlar
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından, İslam toplumu büyük bir fitne (kargaşa) ateşinin içine düşmüştü. Sahabenin önde gelenleri, bu yangını ancak O’nun durdurabileceğine inanarak Hz. Ali’ye (r.a.) halifelik için ısrarla biat ettiler.
O, halifeliği çok zor bir dönemde, tam bir kargaşanın ortasında kabul etti. Hilâfeti boyunca, devletin bozulan nizamını yeniden tesis etmeye, adaleti hâkim kılmaya ve fitneyi durdurmaya çalıştı.
Ancak bu dönem, Müslümanların kendi aralarında mücadele ettiği Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı gibi çok acı hadiselere sahne oldu. Hz. Ali (r.a.) için en zor olan, kılıcını bir zamanlar omuz omuza savaştığı diğer sahabelere karşı kullanmak zorunda kalma ihtimaliydi. O, son ana kadar barış için uğraştı, kan dökülmemesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu fitne yılları, O’nun sabrının ve metanetinin en büyük imtihanı oldu.

8. İlim Kapısının Şehâdeti
Fitne dönemi, Hâricîler denilen, aşırı ve katı görüşlü bir grubun ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu grup, Hz. Ali’yi (r.a.) de kendilerine düşman ilan etmişti.
Hicretin 40. yılı, Ramazan ayının 19. günüydü. Hz. Ali (r.a.), Kûfe mescidinde sabah namazını kıldırmak için evinden çıkmıştı. İbn Mülcem adında Hâricî bir hain, zehirli bir hançerle Allah’ın Aslanı’na saldırdı.
Ağır yaralanan Hz. Ali (r.a.), iki gün daha yaşadı. Bu son anlarında bile adaletten ve hikmetten ayrılmadı. Çocuklarına ve etrafındakilere şu vasiyette bulundu:
“Size Allah’tan korkmanızı (takvâyı), dünyalık peşinde koşmamanızı, Allah’a ve ahiret gününe inanmanızı tavsiye ederim. Her zaman doğruyu söyleyin. Yetimlere merhamet edin. Zâlime düşman, mazluma yardımcı olun. Namaza devam edin, Allah yolunda cihaddan geri durmayın…”
Kendisini yaralayan katili hakkında ise, “Eğer yaşarsam, ne yapacağıma kendim karar veririm. Eğer ölürsem, kısas haktır. Ancak sakın haddi aşmayın. Zira Allah haddi aşanları sevmez” diyerek, son nefesinde bile adaletin nasıl olması gerektiğini öğretti.
İki gün sonra, Ramazan ayının 21. gününde, Cennetle müjdelenen o mübarek sahabe, ilmin kapısı, Peygamber’in kardeşi ve damadı, şehâdet şerbetini içerek Rabbine kavuştu.

Mirası ve Fazileti
Hz. Ali (r.a.), cesaretiyle bir orduya bedel, ilmiyle bir ümmete rehberdi. O, dünyalığa zerre kadar kıymet vermeyen bir zâhid idi. Halife olduğu dönemde bile yamalı elbiseler giyer, kuru ekmekle doyardı.
O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Allah’ı ve Resûlü’nü seven” ve “Allah ve Resûlü tarafından sevilen” bir kahramandı.
O, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi iki mübarek reyhanın babasıydı.
Ve o, bu dünyadayken Cennetle müjdelenmiş bahtiyar bir kuldu. Hayatı, imanın, cesaretin, fedakârlığın, ilmin ve adaletin nasıl yaşanacağının en güzel hikâyelerinden biridir.
Allah O’ndan ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)

Yaşayan Şehit: Cennetle Müjdelenen Kahraman Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
Güneşin kavurduğu Mekke ufuklarında, hidayet güneşi henüz yeni doğmaya başlamıştı. Şehir, asırlık putların gölgesinde, derin bir gaflet uykusundaydı. İşte böyle bir zamanda, Mekke’nin en saygın ve zengin kabilelerinden biri olan Teymoğulları’na mensup, zeki, dürüst ve cömert bir genç adam vardı: Talha bin Ubeydullah.
O, ticaretle uğraşan, keskin bir zekâya ve temiz bir fıtrata sahip, öne çıkan bir gençti. Hayatın manasını arıyor, kâinatın bu muazzam düzeninin basit putlarla izah edilemeyeceğinin farkındaydı.
Hidayetle Şereflenmesi
Bir gün, ticaret için bulunduğu Busra (Suriye) panayırında, zamanın âbidlerinden bir rahiple karşılaştı. Rahip, ona Mekke’den “Ahmed” isminde bir Peygamberin çıkıp çıkmadığını sordu. Bu, beklenen son Peygamber’in zamanıydı. Talha’nın yüreği bu haberle çarptı. Mekke’ye döndüğünde, duyduklarının doğruluğunu araştırdı ve en yakın dostlarından Hz. Ebubekir’in (r.a.) tereddütsüz bir şekilde Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tabi olduğunu öğrendi.
Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebubekir’in (r.a.) yanına koştu. Hz. Ebubekir, onu Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna götürdü. Hz. Talha, Peygamber Efendimizin nurani yüzünü görür görmez, kalbindeki son şüphe kırıntıları da dağıldı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek İslam’la şereflendi. O, “Sâbikûn-el-Evvelûn” denilen, İslam’ı ilk kabul eden sekiz mübarek insandan biri olma faziletine erişti.

“Hayırlı Talha” ve “Cömert Talha”
Hz. Talha’nın (r.a.) Müslüman olması, onun için çileli bir hayatın da başlangıcı oldu. Mekkeli müşrikler, bu kadar itibarlı bir gencin atalarının dinini terk etmesini hazmedemedi. Başta kendi akrabaları olmak üzere, ağır işkencelere maruz kaldı. Kureyş’in azılı müşriklerinden Nevfel bin Huveylid, Hz. Talha ile Hz. Ebubekir’i aynı ipe bağlayıp işkence ettiği için bu iki yakı dost “Karîneyn” (İki Yakın Dost/Birbirine Bağlı) olarak anıldılar.
Ancak ne işkenceler ne de tehditler, onun derûnî imanını sarsabildi. O, bütün servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmeyen eşsiz bir cömertliğe sahipti. O kadar cömertti ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona “Talha’tül Hayr” (Hayırlı Talha) ve “Talha’tül Feyyâd” (Cömert Talha) lakaplarını vermişti.
O, Medine’ye hicret ettikten sonra da bu cömertliğine devam etti. Bir defasında büyük bir kervandan elde ettiği yüz binlerce dirhemlik kazancın tamamını, bir gecede Medine’nin fakirlerine ve muhtaçlarına dağıtmıştı. Kendisine ve ailesine bir dirhem dahi ayırmamıştı. O, “borçluların kefili” olarak bilinir, kimin borcu olsa Hz. Talha’ya gelir, o da hiç tereddüt etmeden o borcu öderdi. O, malın, mülkün bir emanet olduğuna ve asıl zenginliğin Allah yolunda infak etmek olduğuna kâmil manada iman etmişti.

Uhud Günü: “Yaşayan Şehit”
Hz. Talha’nın (r.a.) hayatındaki en parlak, en destansı an, Uhud Gazvesi’nde yaşanmıştır.
Bedir Gazvesi’ne, Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği özel bir vazife (Şam kervanını takip) sebebiyle katılamamış, ancak Efendimiz ona hem ganimetten pay vermiş hem de Bedir’e katılmış gibi sevap alacağını müjdelemişti. Fakat Uhud, onun kahramanlığının zirvesi olacaktı.
Savaşın en kritik anında, Okçular Tepesi’ndeki bazı sahabilerin yerlerini terk etmesiyle İslam ordusu bir anda dağılmış, müşrikler Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu merkeze doğru hücuma geçmişti. O an, tam bir kargaşa ve panik anıydı. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı.
İşte o an Hz. Talha, bir aslan gibi kükreyerek müşrik saflarını yardı ve kendini Resûlullah’ın (s.a.v.) önüne attı. Efendimizi (s.a.v.) korumak için adeta çelikten bir kalkan olmuştu.
Müşrikler, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ok yağdırıyordu. Hz. Talha, gelen okları, kılıç darbelerini ve mızrakları kendi vücuduyla karşılıyordu. Bir ara, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek yüzüne doğru gelen bir oku fark etti. Kalkanı o an elinde değildi. Hiç tereddüt etmeden elini oka doğru uzattı. Ok, avucunu delip geçti ve kemiğine saplandı. O mübarek eli, o günden sonra “çolak” kaldı, parmakları işlevini yitirdi. Fakat o, acıdan “ah” bile demedi; çünkü onun “ah” demesinin, Resûlullah’ın (s.a.v.) dikkatini dağıtmasından ve Efendimizin bir darbe almasından korkuyordu.
Savaşın o en dehşetli anında, üzerine yetmişten fazla kılıç, mızrak ve ok yarası almıştı. Kan revan içinde kalmasına rağmen ayakta duruyor, bir yandan kılıcıyla düşmanları uzaklaştırıyor, bir yandan da vücuduyla Efendimizi (s.a.v.) siper ediyordu.
Nihayet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yaralanıp bir çukura düştüğünde, onu düştüğü yerden çıkaran ve sırtına alarak Uhud Kayalıkları’na taşıyan yine Hz. Talha (r.a.) olmuştu.
O gün, Hz. Talha’nın (r.a.) bu eşsiz fedakârlığını gören Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Talha, Cenneti hak etti (vacip oldu).”
Ve yine buyurdular ki:
“Yeryüzünde gezen (hayatta olan) bir şehit görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!”
İşte o günden sonra Hz. Talha (r.a.), “Yaşayan Şehit” olarak anıldı. O, Cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi.

Şehadete Yürüyüş
Hz. Talha (r.a.), Uhud’dan sonra Hendek, Hayber, Mekke’nin Fethi ve Tebük başta olmak üzere tüm gazvelerde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı. Özellikle Tebük Seferi için orduya yaptığı muazzam maddi yardım, onun “Feyyâd” (Cömert) lakabını ne kadar hak ettiğini bir kez daha isbatlamıştı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde devlete müşavirlik yaptı. Hz. Osman (r.a.) devrinde de ümmetin birliği için çalıştı.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesiyle başlayan o karanlık “fitne” günleri, İslam tarihinin en acı sayfalarını açtı. Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.) ile birlikte, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunup cezalandırılması fikrindeydi. Bu sebeple, Hz. Aişe (r.a.) validemizin safında yer alarak, o dönemde halife olan Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya geldiler.
Tarihe “Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak geçen bu elim hadisede, iki Müslüman ordu Basra yakınlarında karşılaştı. Savaş başlamadan önce Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslenerek onlara Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bazı hadislerini hatırlattı.
Bu hatırlatma üzerine hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.), Müslüman kanı dökmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu anladılar. Derin bir pişmanlık içinde savaş meydanından çekilmeye karar verdiler.
Ancak fitne bir kere başlamıştı. Hz. Talha (r.a.), savaş alanını terk ederken, Mervan bin Hakem (veya başka bir rivayete göre bir fitneci) tarafından atılan zehirli bir okla dizinden vuruldu.
“Yaşayan Şehit,” Uhud’da alamadığı şehadet şerbetini, yıllar sonra, Müslümanlar arasındaki bir fitne savaşında içiyordu. Kan kaybından şehit olduğunda 60 yaşının üzerindeydi.
Hz. Ali’nin (r.a.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Hz. Ali (r.a.), savaş meydanını gezerken, can dostu ve din kardeşi Hz. Talha’nın (r.a.) cansız bedeniyle karşılaştı. Gördüğü manzara karşısında gözyaşlarına boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp, mübarek kardeşinin yüzündeki tozları sildi ve hıçkırarak şöyle dedi:
“Ey Ebu Muhammed (Talha)! Seni böyle, göğün yıldızları altında (açıkta) toprağa serilmiş olarak görmek bana ne kadar ağır geliyor!”
Sonra ellerini açıp Allah’a dua etti ve şu ayeti okudu:
“Biz, onların (cennette) gönüllerindeki kini söküp attık; onlar köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 15/47 )
Hz. Ali (r.a.), hem Hz. Talha (r.a.) hem de Hz. Zübeyr (r.a.) için cenaze namazı kıldırdı ve onların Cennetlik olduklarına dair Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müjdesini oradakilere tekrar hatırlattı.
Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.), hayatını imana, cömertliğe ve Peygamber (s.a.v.) sevgisine adamış, Uhud’da sadakatin zirvesine çıkmış ve Resûlullah’ın (s.a.v.) “Cennetlik” ve “Yaşayan Şehit” müjdelerine nail olmuş büyük bir kahramandır. Onun hayatı, bizlere fedakârlığın, cömertliğin ve imanın ne demek olduğunu en güzel şekilde öğretmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)

Resûlullah’ın Havarisi: Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
Mekke’nin ilk günleriydi. Güneşin en yakıcı olduğu, cehaletin ise kalpleri en çok kararttığı bir dönemde, iman nuru seçkin kalplere birer birer düşmeye başlamıştı. İşte bu seçkin kalplerden biri, henüz 12-15 yaşlarında gencecik bir fidana aitti. Bu fidanın adı Zübeyr’di.
O, sıradan bir çocuk değildi. Soylu bir ağacın dalıydı. Babası Avvâm, annesi ise Allah Resûlü’nün (sas) halası, Hz. Hamza’nın kız kardeşi olan cesur yürekli Safiyye bint Abdülmuttalib idi. Yani o, Peygamber Efendimizin hem halasının oğlu, hem de en yakın dostlarından biri olacaktı.
Hz. Zübeyr, İslâm’ı ilk kabul edenlerin, o “ilklerin” arasındaydı. Tevbe Sûresi’nde övülen “Sâbikûn-ı Evvelûn” yani “ilkler ve öncüler” kervanına katılmıştı:
“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da O’ndan razıdırlar. Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/100)
Genç Zübeyr, bu büyük kurtuluşa adını ilk yazdıranlardandı.
1. Genç Bir Yürekte Sarsılmaz İman
Müslüman olduğunu açıkladığında, amcası Nevfel bin Huveylid öfkeyle üzerine yürüdü. Bu genç yeğeninin atalarının dinini terk etmesini kabullenemiyordu. Zübeyr’i (r.a.) bir hasıra sardı ve onu iple bağladı. Sonra hasırı ateşe vererek dumanıyla ona işkence etmeye başladı. “Eski dinine dön!” diye bağırıyordu.
Ateşin dumanı genzini yakarken, o genç fidanın cevabı netti:
“Hayır! Asla! Ebediyen küfre dönmem!”
Daha o gün, imanın onun kalbinde ne kadar köklü olduğunu göstermişti. Bu sarsılmazlık, onun bütün hayatının özeti olacaktı.

2. Allah Yolunda Çekilen İlk Kılıç
Hz. Zübeyr’in cesareti, imanından hemen sonra kendini gösterdi. Bir gün Mekke’de, “Resûlullah (sas) müşrikler tarafından yakalandı ve öldürüldü!” diye korkunç bir söylenti yayıldı.
Bu haberi duyan genç Zübeyr, bir an bile tereddüt etmedi. Kılıcını kaptığı gibi Mekke sokaklarına fırladı. O anda aklında tek bir şey vardı: Allah Resûlü’nü (sas) korumak, eğer şehit edildiyse intikamını almak! Öfkeyle ve gözü kara bir şekilde koşarken, Mekke’nin yukarı taraflarında bizzat Peygamber Efendimiz (sas) ile karşılaştı.
Resûlullah (sas) onu bu telaşlı ve kılıçlı halde görünce sordu:
“Neyin var, Zübeyr?”
Genç Zübeyr nefes nefese cevap verdi:
“Yâ Resûlallah! Sizin öldürüldüğünüzü duydum!”
Peygamber Efendimiz (sas) tebessüm etti. Bu genç yiğidin kendisine olan bağlılığı ve imanı için gösterdiği bu pervasız cesaret, onu çok memnun etmişti. Onun için hayır duada bulundu.
Tarihçiler, bu kılıcın “Allah yolunda çekilen ilk kılıç” olduğunu söylerler. Hz. Zübeyr (r.a.), daha gencecik yaşında, canını Allah Resûlü’nün canına siper etmekten çekinmeyen bir kahramandı.

3. Uhud’un Kahramanı ve Bedir’in Sarı Sancaktarı
Yıllar geçti, Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Hz. Zübeyr, en yakın dostu ve Peygamberimizin kayınpederi olan Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kızı Hz. Esmâ ile evlenmişti. Bu evlilikten, Medine’de doğan ilk muhacir çocuğu olan Abdullah bin Zübeyr dünyaya geldi.
Savaş meydanları, Hz. Zübeyr’in yiğitliğinin parladığı yerlerdi.
Bedir’de, başında sarı bir sarık vardı. Onun bu heybetli duruşu, müşriklerin kalbine korku salmıştı. Rivayet edilir ki, o gün melekler de Müslümanlara yardıma gelirken, Hz. Zübeyr’in sarığına benzer sarı sarıklar giymişlerdi. O, Bedir’in sembol isimlerinden biriydi.
Uhud’da ise savaşın en kritik anında, Müslümanların dağılmaya başladığı, “Peygamber öldü!” söylentisinin yayıldığı o korkunç anda, bir avuç sahabiyle birlikte Resûlullah’ın (sas) etrafında bir etten duvar örenlerden biriydi. Vücudu, Efendimize (sas) gelen oklara ve kılıçlara kalkan olmuştu. Savaş bittiğinde, vücudunda sayısız yara izi vardı. O gün, Uhud Dağı’nın eteklerinde sadakatin ne demek olduğunu canıyla göstermişti.

4. “Benim Havarim!”
Hz. Zübeyr’in (r.a.) aldığı en büyük unvan, bizzat Peygamber Efendimizin (sas) dilinden dökülen “Havari” kelimesiydi. Havari, bir peygamberin en sadık, en yakın yardımcısı demekti.
Hendek Savaşı günleriydi. Medine kuşatma altındaydı. Müşrik ordusu dışarıda, hainlik yapan Benî Kureyza Yahudileri ise içerideydi. İçerideki düşmanın ne yapacağını bilmek hayati önem taşıyordu.
Peygamber Efendimiz (sas) sahabelerine döndü ve sordu:
“Kim gidip Benî Kureyza’nın durumunu öğrenip bana haber getirir?”
Ortalık buz gibi bir sessizliğe büründü. Düşman hatlarını aşıp, kalenin içine sızıp geri dönmek, ölümle dans etmek demekti.
Sessizliği bozan tek bir ses duyuldu. Bu, Hz. Zübeyr’in sesiydi:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) sorusunu tekrarladı. Cevap yine aynıydı:
“Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz (sas) üçüncü kez sordu. Cevap yine tereddütsüzdü:
“Ben, yâ Resûlallah!”
İşte o an, Peygamber Efendimiz (sas) bu eşsiz bağlılık ve cesaret karşısında mübarek sözünü söyledi:
“Her peygamberin bir havarisi (sadık yardımcısı) vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir! Anam babam sana feda olsun!”
Bu söz, Hz. Zübeyr (r.a.) için cennet müjdesinden daha az değerli değildi.

5. Zenginlik, Cömertlik ve Tevekkül
Hz. Zübeyr (r.a.) sadece bir savaş kahramanı değildi. Aynı zamanda çok başarılı ve zengin bir tüccardı. Ama bu zenginlik onun kalbine asla girmedi. O, servetini Allah yolunda harcamak için kazandı. Cömertliği dillere destandı.
Onun tevekkülü ise bambaşkaydı. Vefatına yakın bir zamanda, oğlu Abdullah (r.a.) yanına gelip borçlarını sordu. Hz. Zübeyr, muazzam miktarda olan borçlarını tek tek saydı. Abdullah (r.a.) bu borçların nasıl ödeneceğini düşünürken, Hz. Zübeyr (r.a.) oğluna şu muhteşem tavsiyede bulundu:
“Oğlum, borcum hakkında başın dara düşerse, bir sıkıntıya uğrarsan, de ki: ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı (Efendisi), onun borcunu öde!'”
Yıllar sonra Abdullah bin Zübeyr (r.a.) şöyle diyecekti: “Vallahi, babamın borcu yüzünden ne zaman bir sıkıntıya düşsem, ‘Ey Zübeyr’in Mevlâsı, onun borcunu öde!’ dedim, Allah da (c.c.) o sıkıntıyı mutlaka giderdi.”
O, “Mevlâ” derken, bütün varlığını borçlu olduğu, güvendiği ve sığındığı Rabb’i olan Allah’ı (c.c.) kastediyordu.

6. Hüzünlü Bir Veda: Cemel
Hz. Zübeyr (r.a.), dünyadayken cennetle müjdelenen on sahabiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi. Ancak hayatının sonu, İslâm tarihinin en hüzünlü sayfalarından birine denk geldi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra yaşanan karışıklık döneminde (fitne), Hz. Ali (r.a.) halife seçilmişti. Ancak bir grup sahabi, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunması gerektiği düşüncesindeydi. Bu grup içinde Hz. Aişe (r.anha), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.) de vardı.
İki büyük sahabi ordusu, Cemel Vak’ası’nda karşı karşıya geldi. Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Zübeyr (r.a.), savaş başlamadan önce iki ordunun arasında buluştular. İkisi de birbirinin kardeşi, dostuydu.
Hz. Ali (r.a.), Hz. Zübeyr’e (r.a.) seslendi:
“Ey Zübeyr! Hatırlar mısın? Bir gün Resûlullah (sas) sana, ‘Ali’yi sever misin?’ diye sormuştu. Sen de ‘Evet’ demiştin. Bunun üzerine Efendimiz (sas), ‘Bir gün gelecek, onunla savaşacaksın ve o gün sen haksız (zalim) tarafta olacaksın’ buyurmuştu.”
Hz. Zübeyr (r.a.) bu sözü duyunca donakaldı. Unuttuğu bu hadis-i şerifi hatırlamıştı. “Evet, vallahi hatırladım!” dedi.
Bu hatırlayış, onun için bir dönüm noktası oldu. Peygamberinin bir uyarısını hatırlamışken, asla O’nun damadı ve “İlmin Kapısı” olan Hz. Ali’ye kılıç çekemezdi. Haksız tarafta olmaktan Allah’a sığındı.
Derhal atını çevirdi ve savaş meydanını terk etti. Oğlu Abdullah ona “Baba, korktun mu?” dese de, o kararını vermişti. Fitnenin bir parçası olmayacaktı.

7. Şehadet ve “Havari’nin Kılıcı”
Hz. Zübeyr (r.a.), savaş alanından uzaklaşıp Vâdi’s-Sibâ’ (Yırtıcılar Vadisi) denilen bir yere çekildi. Namaz kılmak için atından indi ve tekbir alıp secdeye vardı.
Ancak Amr bin Cermûz adında bir adam, onu takip etmişti. Hz. Zübeyr (r.a.) tam secdede, Rabbine en yakın olduğu anda, bu adam tarafından haince şehit edildi.
Katil, bir ödül alacağını umarak Hz. Zübeyr’in (r.a.) kılıcını ve zırhını alıp Hz. Ali’nin (r.a.) huzuruna çıktı. Hz. Ali, Peygamberin havarisinin şehit edildiğini öğrenince gözyaşlarına boğuldu. Katile öfkeyle baktı ve Resûlullah’tan (sas) duyduğu şu sözü haykırdı:
“Zübeyr’in katilini cehennemle müjdele!”
Katil, ödül beklerken cehennemle müjdelenince dehşet içinde kaldı.
Hz. Ali (r.a.), eline dostu Zübeyr’in kılıcını aldı. Kılıcı öptü, kokladı ve ağlayarak şöyle dedi:
“Bu kılıç… Vallahi bu kılıç, nice defalar Resûlullah’ın (sas) yüzünden sıkıntıyı ve kederi gidermiştir!”
İşte Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.) buydu…
Cesaretiyle Allah yolunda ilk kılıcı çeken, sadakatiyle Peygamberin “Havarim” dediği, Uhud’da vücudunu siper eden, cömertliğiyle servetini Allah’a adayan ve bir hadisi hatırlayınca fitneden yüz çevirip secdede Rabbine kavuşan büyük bir kahraman. O, yeryüzünde yürüyen bir cennet ehliydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*********************

• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Zengin: Abdurrahman bin Avf (r.a.)
1. Mekke’nin Asil Taciri
Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara taptığı bir zamanda, şehrin en itibarlı kabilelerinden biri olan Zühreoğulları’na mensup, yakışıklı, zeki ve dürüst bir genç yaşardı. Adı, o zamanlar “Abdülkâbe” (Kâbe’nin kulu) idi. O, Mekke’nin en başarılı tacirlerinden biriydi. Güzel konuşur, insanları kırmaz, ticaretinde asla hileye başvurmazdı. Bu yüzden herkes onu sever ve ona güvenirdi.
Fakat bu gencin derûnî dünyasında bir arayış vardı. Kalbi, taştan ve tahtadan yontulmuş putların ilah olamayacağını fısıldıyordu.
Bir gün, en yakın dostlarından biri olan, “Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Hz. Ebû Bekir (r.a.) yanına geldi. Yüzünde farklı bir nur, sözlerinde bambaşka bir heyecan vardı. Ona, Abdullah’ın oğlu Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiğini, tek olan Allah’a ibadete davet ettiğini anlattı.
Abdurrahman’ın kalbi zaten bu hakikate hazırdı. Hz. Ebû Bekir’in davetiyle hiç tereddüt etmeden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Efendimiz’in mübarek lisanından dökülen Tevhid kelimelerini duyduğunda, ruhu yıllardır aradığı pınara kavuşmuş gibi hissetti. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan olma şerefine erişti.
Resûlullah (s.a.v.), onun “Abdülkâbe” olan ismini beğenmedi. “Sen, bundan sonra ‘Abdurrahman’sın (Rahmân’ın kulusun)” buyurdu. İşte o gün, İslâm tarihinin en parlak yıldızlarından biri olan Abdurrahman bin Avf (r.a.) doğmuş oldu.

2. Hicret ve Kardeşlik: “Bana Çarşının Yolunu Göster”
Müslüman olmak, Mekke’de ateşten bir gömlek giymek gibiydi. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da diğer müminler gibi eziyet gördü, işkenceye maruz kaldı. Ama imanı bir an bile sarsılmadı. Önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ederek her şeyini, o büyük servetini, evini, barkını Mekke’de bıraktı.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) eşsiz bir kardeşlik (Muâhât) tesis etti. Mekkeli muhacirler ile Medineli Ensar’ı birbirine kardeş ilan etti. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) da Medine’nin en zengin ve cömert adamlarından olan Sa’d bin Rebî (r.a.) ile kardeş yaptı.
Sa’d bin Rebî, kardeşlik hukukunun ne demek olduğunu dünyaya gösterecek şu muhteşem teklifi yaptı:
“Kardeşim Abdurrahman! Ben Medine’nin en zengin adamıyım. Malımın yarısı senindir. İki tane bahçem var, beğen birini sana vereyim. İki hanımım var, bak hangisinden ayrılmamı istersen onu boşayayım, iddeti (bekleme süresi) dolunca sen onunla evlen.”
Bu teklif karşısında Abdurrahman bin Avf (r.a.), gözleri dolarak gülümsedi. O, bir asilzadeydi; kimseye yük olmak istemezdi. İslâm’ın izzetini ve bir müminin vakur duruşunu tasvir eden şu tarihi cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah senin malını, mülkünü ve aileni sana mübarek kılsın. Sen bana sadece çarşının yolunu göster.”

3. Bereketin Sırrı: “Taşı Kaldırsam Altın Bulurum”
Hz. Abdurrahman (r.a.), ertesi sabah Medine çarşısına gitti. O, ticaretin ustasıydı. Alnının teriyle kazanmanın ne demek olduğunu iyi bilirdi. Az bir sermaye ile alım satıma başladı. Dürüstlüğü, zekâsı ve Allah’ın ona bahşettiği inanılmaz bereket ile kısa zamanda yine Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Öyle ki, yıllar sonra kendisi bu durumu şöyle anlatacaktı: “Sanki hangi taşı kaldırsam, altında bir altın veya gümüş bulacak gibiydim.”
O, dünyaya esir olmadı; dünyayı ahiretine hizmetkâr eyledi. Kazandıkça şımarmadı, aksine daha çok şükretti ve daha çok dağıttı.

4. Allah Yolunda Bir Nefer
Hz. Abdurrahman (r.a.), sadece bir tacir değil, aynı zamanda korkusuz bir kahramandı. Bedir Savaşı’nda müşriklerin en azılılarından birini bizzat o etkisiz hale getirmişti.
Uhud Savaşı ise onun isbat ettiği sadakatin zirvesidir. Savaşın en kritik anında, Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafındaki koruma kalkanı daraldığında, Hz. Abdurrahman (r.a.) kendini Efendimiz’e siper eden bir avuç kahramandan biriydi. O gün yirmiden fazla yara aldı. Öyle ki, bazı yaraları ömür boyu iyileşmedi ve bu şerefli gazi, hayatının geri kalanını hafif topallayarak geçirdi. Bu topallama, onun için bir utanç değil, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) korumanın şeref madalyasıydı.
Tebük Seferi’nde ise eşine az rastlanır bir hadise yaşandı. Sefer hazırlığı için Efendimiz (s.a.v.) yardım istediğinde, Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise tamamını. Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.) da o gün servetinin yarısı olan tam dört bin dirhem gümüş getirerek ordunun en büyük ihtiyaçlarından birini karşıladı.
Yine bu sefer sırasında, bir sabah namazında Resûlullah (s.a.v.) bir mazereti sebebiyle namaza gecikti. Cemaat, imam olarak Hz. Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) öne geçirdi. O, namaza durduktan bir rekât sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yetişti ve Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) arkasında namaza durdu. Bir peygamberin, ümmetinden birinin arkasında namaz kılması ne büyük bir şerefti! Efendimiz (s.a.v.), namazdan sonra onun bu yaptığını tasvip ederek, “Çok iyi yaptınız” buyurdu.

5. Cennete “Emekleyerek” Girmekten Korkan Cömertlik
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), “infak” yani Allah yolunda harcama denilince akla gelen ilk isimdir. O, kazandığı servetin bir imtihan olduğunu bilir, bu imtihanı kaybetmekten çok korkardı.
Bir gün, Medine ufuklarını toz duman kapladı. Şehre muazzam bir gürültü yayıldı. Tam 700 deveden oluşan dev bir ticaret kervanı Medine’ye giriyordu. Bu, o zamana kadar görülmüş en büyük kervandı ve tamamı Abdurrahman bin Avf’a (r.a.) aitti.
Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.), bu gürültüyü duyunca sordu. “Bu nedir?” Dediler ki: “Abdurrahman’ın kervanı.”
Hz. Aişe (r.a.) bunun üzerine, Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadis-i şerifi hatırlattı:
“Ben, Abdurrahman bin Avf’ı Cennet’e emekleyerek (veya sürünerek) girerken gördüm.”
Bu sözün manası şuydu: Helal bile olsa, bu kadar büyük bir servetin hesabını vermek çok uzun sürecek, bu da onun Cennet’e süratle girmesine mani olacaktı.
Bu hadis-i şerif, yıldırım gibi Hz. Abdurrahman’ın (r.a.) kulağına ulaştı. Haberi duyduğu an dizlerinin bağı çözüldü. O, Cennet’le müjdelenmişti ama “emekleyerek” girmek istemiyordu. Koşarak, hatta uçarak girmek istiyordu.
Hemen Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna vardı ve dedi ki:
“Ey Müminlerin Annesi! Şahit ol ki, bu 700 develik kervanın tamamını, üzerindeki yükleriyle birlikte Allah yolunda tasadduk ettim (sadaka olarak verdim)!”
Bir el hareketiyle, bugün bile hesaplanması zor bir serveti, sırf ahiret hesabını kolaylaştırmak için gözünü kırpmadan bağışlamıştı. O, hayatı boyunca binlerce köleyi azat etti, savaşlara hazırlanan orduları defalarca tek başına donattı ve Medine’nin fakirlerine o kadar çok yardım etti ki, “Medine halkının üçte biri Abdurrahman’ın servetine ortaktı” denildi.

6. Ümmetin Emanetçisi
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), sadece cömert bir zengin değil, aynı zamanda derin bir âlim ve bilge bir devlet adamıydı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) en yakın danışmanlardan oldu.
Hz. Ömer (r.a.) şehit edilmeden önce, kendisinden sonraki halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûrâ (danışma kurulu) belirlemişti. Bu altı kişi, Cennet’le müjdelenen sahâbîlerdendi ve biri de Abdurrahman bin Avf’tı (r.a.).
Hz. Abdurrahman (r.a.), ümmetin birliğini her şeyin üstünde tuttu. Kendisinin halife olma hakkı varken, fitne çıkmaması için bu hakkından feragat etti. Diğer adaylarla tek tek görüştü, Medine halkının nabzını tuttu ve yaptığı istişareler sonucunda Hz. Osman’ın (r.a.) halife seçilmesinde kilit rol oynadı. Kendi enaniyetini (egosunu) değil, ümmetin maslahatını ön plana çıkardı.

7. Cennet’teki Yerine Yürüyüş
Ömrünü İslâm’a adayan bu mübarek sahâbî, Hz. Osman (r.a.) devrinde, 70 yaşını geçmişken Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırdı. Kabre indirilirken, Hz. Ali (r.a.) ve Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) gibi yüce sahâbîler ona hizmet etti.
Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.), dünyada zenginliğin esiri olmayan, bilakis zenginliği ahiretine sermaye yapan bir fazilet âbidesiydi. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu müjdesine mazhar olan 10 kişiden biriydi:
“Ebû Bekir Cennetliktir, Ömer Cennetliktir, Osman Cennetliktir, Ali Cennetliktir, Talha Cennetliktir, Zübeyr Cennetliktir, Abdurrahman bin Avf Cennetliktir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennetliktir, Saîd bin Zeyd Cennetliktir, Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennetliktir.” (Tirmizî)
Allah ondan ve bütün sahâbîlerden ebediyen razı olsun.

********************

• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Kahraman: Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Mekke’nin en asil ailelerinden birine mensup, zeki ve çevik bir genç adam düşünün. O, henüz gencecik yaşında, kalbinde bir hakikat arayışı taşıyordu. Bu genç adam, Sa’d bin Ebî Vakkâs idi. O, sadece bir kahraman değil, aynı zamanda yeryüzünde yürürken cennetin kokusunu alan mübarek bir ruhtu.
İşte o büyük sahabi, “Aşere-i Mübeşşere” yani hayattayken cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hz. Sa’d’ın (r.a.) ibret dolu hayat hikayesi.

Bölüm 1: Hidayet Güneşi ve Bir Annenin Direnişi
Hz. Sa’d, Kureyş’in Zühreoğulları kolundandı. Bu kol, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) muhterem annesi Hz. Amine’nin de kabilesiydi. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.), Hz. Sa’d’ı gördüğünde ona olan sevgisini “İşte benim dayım! Böyle dayısı olan varsa göstersin!” diyerek iltifat ederdi.
Sa’d (r.a.), Mekke’de İslam davetinin başladığı ilk günlerde, henüz 17 yaşındayken bu nurlu halkaya katıldı. O, ilk Müslümanlardan, “Sâbikûn-el-Evvelûn”dan olma şerefine erişti.
Ancak bu karar, onun için büyük bir imtihanın kapısını araladı. Annesi Hamne bint Süfyan, oğlunun atalarının dinini terk ettiğini öğrendiğinde deliye döndü. Oğlunu bu yeni dinden vazgeçirmek için o güne kadar görülmemiş bir yola başvurdu. Dedi ki: “Ey Sa’d! Bu yaptığın nedir? Ya bu yeni dinini terk edersin ya da ben açlık grevine başlarım. Yemem, içmem ve senin yüzünden ölürüm. İnsanlar da seni ‘annesinin katili’ diye kınarlar!”
Annesi dediğini yaptı. Günlerce yemedi, içmedi. Hz. Sa’d, annesinin bu haline çok üzülüyordu. Annesine olan sevgisi ile Allah’a ve Resûlü’ne olan imanı arasında kalmıştı. Fakat onun kalbindeki iman sarsılmazdı. Annesinin yanına gitti ve o meşhur, imanın zirvesini gösteren şu sözleri söyledi:
“Anneciğim! Allah’a yemin ederim ki, bilesin: Yüz tane canın olsa ve her biri teker teker çıksa, ben yine de bu dinimden asla dönmem! İster ye, ister yeme!”
Bu sarsılmaz kararlılık karşısında annesi direnmekten vazgeçti. Bu hadise o kadar mühimdi ki, bizzat Cenâb-ı Hak, bu konuda bir ayet indirerek imanın, anne-baba hakkından bile önce geldiğini, ancak onlara (Allah’a şirk koşma emri dışında) iyi davranmak gerektiğini bildirdi.
Lokmân Suresi 15. ayette şöyle buyrulur:
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle çekişirlerse, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduklarınızı haber veririm.”

Bölüm 2: İslam Uğruna Akıtılan İlk Kan ve “Okların Efendisi”
Mekke yılları, Müslümanlar için çok çetindi. İbadetlerini gizli yapmak zorundaydılar. Bir gün Hz. Sa’d ve birkaç arkadaşı, bir dağ eteğinde namaz kılarken müşriklerden bir grup onlara sataştı, ibadetleriyle alay etti.
Müslümanlar, ibadetlerini savunmak zorunda kaldılar. Çıkan arbedede Hz. Sa’d (r.a.), eline geçirdiği bir deve kemiği ile saldıranlardan birini yaraladı. Bu hadise, İslam uğruna müşrik kanının akıtıldığı ilk hadise olarak tarihe geçti.
O, aynı zamanda “Allah yolunda ilk ok atan kişi” unvanına da sahiptir. Resûlullah (s.a.v.), onu bir seriyyenin (askeri birlik) başına getirmiş ve düşmana karşı bir ok atarak İslam ordularının okçuluk geleneğini o başlatmıştı.

Bölüm 3: “At Yâ Sa’d! Anam Babam Sana Feda Olsun!”
Hz. Sa’d’ın hayatı, cesaret ve kahramanlık tablolarıyla doludur. Bedir Savaşı’nda, o günün en korkulan savaşçılarından Saîd bin Âs’ı mağlup ederek büyük bir kahramanlık gösterdi.
Ancak onun yıldızının parladığı asıl yer Uhud Savaşı’ydı.
Uhud’da, savaşın en kritik anında, Müslümanların dağıldığı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek dişinin kırıldığı o dehşet anında, Peygamberimizin yanında kalan bir avuç sahabiden biri Hz. Sa’d idi.
Hz. Sa’d, bir kaya gibi Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durmuş, ok çantasındaki (sadak) bütün okları müşriklerin üzerine bir yağmur gibi yağdırıyordu. O kadar isabetli atıyordu ki, attığı her ok hedefini buluyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onun bu fedakârlığı ve mahareti karşısında o kadar memnun oldu ki, oklarını ona bizzat uzatıyor ve onu şu tarihi cümleyle teşvik ediyordu:
“At yâ Sa’d! Anam babam sana feda olsun!”
Hz. Ali (r.a.) yıllar sonra bu anı hatırlayarak, “Resûlullah’ın (s.a.v.), Sa’d’dan başka hiç kimse için ‘anam babam sana feda olsun’ dediğini duymadım” diyecektir. Bu, bir sahabinin alabileceği en büyük iltifat ve en yüce şeref madalyasıydı.

Bölüm 4: Duası Makbul Kılınan Sahabi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın bir diğer eşsiz özelliği, “duası makbul” bir kul olmasıydı. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona şöyle dua etmişti:
“Allah’ım! Sa’d sana dua ettiği zaman onun duasını kabul et!”
Bu duadan sonra, Hz. Sa’d’ın ellerini açıp da Rabbinden istediği hiçbir şey geri çevrilmedi. O, hem heybetiyle hem de duasıyla korkulan bir sahabi oldu. Hayatı boyunca kimseye beddua etmemeye gayret etti. Ancak adaletsizlik gördüğünde ve zulümle karşılaştığında, onun duası zalimler için bir kılıç gibiydi.
Bir defasında, Kûfe valisiyken bazıları onu Hz. Ömer’e (r.a.) şikâyet etmiş, “Sa’d namazı bile doğru kıldırmıyor” diye iftira atmışlardı. Hz. Ömer onu teftiş için geri çağırdı. Hz. Sa’d, tüm camileri dolaşarak halka nasıl namaz kıldırdığını sordu. Herkes ondan övgüyle bahsetti. Ancak bir adam kalkıp, “Madem soruyorsunuz söyleyeyim. Sa’d, ordunun başına geçip sefere çıkmaz, ganimeti adil dağıtmaz ve hükümde adaletli davranmaz!” dedi.
Bu ağır iftira karşısında sabrı taşan Hz. Sa’d (r.a.) ellerini kaldırdı ve o meşhur duasını yaptı:
“Allah’ım! Eğer bu kulun, yalan yere, sırf gösteriş ve şöhret için kalkıp bana bu iftiraları atıyorsa, onun ömrünü uzat, fakirliğini artır ve onu fitnelere düşür!”
Yıllar sonra o adamı görenler, yaşlılıktan kaşları gözlerinin üzerine düşmüş, fakirlikten perişan halde ve yollarda genç kızlara sataşırken buldular. Ona “Bu halin nedir?” dediklerinde, “Ne yapayım! Sa’d’ın duasına uğradım!” diye cevap verirdi.

Bölüm 5: İran Fatihi ve Kadisiye Kumandanı
Hz. Sa’d’ın (r.a.) İslam tarihindeki en büyük askeri başarısı, şüphesiz devasa Sasanî (İran) İmparatorluğu’na son veren Kadisiye Savaşı’nın başkumandanı olmasıdır.
Halife Hz. Ömer (r.a.), İran’ın fethi için orduyu kime emanet edeceğini istişare ettiğinde, herkes “İslam’ın okçusu, Resûlullah’ın dayısı Sa’d bin Ebî Vakkâs” isminde birleşti.
Hz. Sa’d, 30 bin kişilik İslam ordusunun başında, 120 bin kişilik (fillerle desteklenmiş) devasa Sasani ordusunun karşısına çıktı. Savaş başlamadan hemen önce, Hz. Sa’d şiddetli bir hastalığa (siyatik) yakalandı, atına binemez haldeydi. Ancak bu durum onun kumandanlık yapmasına engel olmadı.
Savaş meydanını gören yüksek bir köşkün üzerine çıktı ve oradan orduyu sevk ve idare etti. Bazıları bunu eleştirse de, onun stratejisi ve askerlerinin imanı, üç gün süren kanlı savaşın sonunda İslam ordusuna muazzam bir zafer getirdi. İran ordusu dağıldı, başkumandanları Rüstem öldürüldü ve İran’ın kapıları Müslümanlara açıldı.
Bu zaferden sonra Hz. Sa’d, Sasani’nin başkenti Medâin’e (Ctesiphon) girdi. Kisra’nın hazinelerini ve muazzam sarayını gördüğünde, bir fatih gururuyla değil, Allah’ın vaadinin gerçekleştiğini gören mütevazı bir mümin olarak şu ayeti okuyordu:
“Onlar geride nice bahçeler, nice pınarlar bıraktılar…” (Duhân, 25)
Hz. Sa’d (r.a.) aynı zamanda bugünkü Kûfe şehrinin de kurucusudur.

Bölüm 6: Fitne Zamanında Uzlet
Hz. Sa’d (r.a.), halifeliği boyunca Hz. Ömer’in (r.a.) en güvendiği devlet adamlarından biri oldu. Hz. Ömer, vefatından önce halife seçimi için belirlediği altı kişilik şûra (danışma kurulu) heyetine onu da dâhil etti.
Ancak Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne (iç karışıklık) döneminde, Hz. Sa’d (r.a.) çok hikmetli bir duruş sergiledi. O, Müslüman kanı dökülmesine şiddetle karşıydı. Ne Hz. Ali’nin (r.a.) ne de karşı tarafın yanında savaşa girmeyip uzleti (toplumdan çekilme) tercih etti.
Oğulları onu savaşa girmeye ikna etmeye çalıştığında onlara şu tarihi nasihati verdi:
“Oğlum! Fitne zamanında oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan hayırlıdır. Bana ‘şu kâfirdir, bu mümindir’ diye ayırabilen iki gözlü bir kılıç getirin, o zaman savaşırım.”
O, kılıcını sadece Allah düşmanlarına karşı kullanmış, Müslümanlara yöneltmekten titizlikle kaçınmıştır.

Bölüm 7: Veda Vakti ve Bedir Cübbesi
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Cennetle müjdelenen on sahabinin vefat edeni olarak en son o kaldı. Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde hastalandı. Vefat edeceğini anladığında yanında eski, yün bir cübbe getirilmesini istedi.
Ailesi bu eski cübbenin ne olduğunu sorduğunda, gözleri parlayarak şöyle dedi:
“Bedir Savaşı’nda müşriklerle çarpışırken üzerimde bu cübbe vardı. Onu bugüne kadar sakladım. Beni bu cübbeyle kefenleyin. Rabbimin huzuruna bu cübbeyle çıkmak istiyorum.”
Vefat ettiğinde, Medine’de hayatta olan sahabeler ve Tabiin’in büyükleri onun cenazesini omuzlarda taşıdı. Cennetle müjdelenen bu son yolcuyu, Peygamber hanımları (müminlerin anneleri) bile mescitteki odalarından gözyaşlarıyla uğurladılar.
Hz. Sa’d (r.a.), bize sarsılmaz bir imanın, annesine olan saygının, Allah yolunda cesaretin, duanın gücünün ve fitne zamanında nasıl bir duruş sergilemek gerektiğinin en güzel misallerini bırakan, İslam semasının en parlak yıldızlarından biri olarak ebediyete intikal etti.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)

Cennetle Müjdelenen Yiğit: Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.)
Giriş: Hakikati Arayan Bir Babanın Oğlu
Güneşin Mekke’yi kavurduğu, cehaletin ve putperestliğin kalpleri kararttığı bir dönemde, bu karanlığın içinde bile tek bir Yaratıcı’yı arayan, kalbi temiz kalmış insanlar vardı. Bu nadir insanlardan biri de Zeyd bin Amr bin Nüfeyl idi.
Zeyd, Kâbe’nin duvarına yaslanır, putlara tapan kavmine bakar ve iç geçirirdi: “Siz yanlış yoldasınız. Ben, İbrahim’in (a.s.) Rabbine iman ediyorum.” O, Hanîf dinine mensuptu; yani daha Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğe başlamadan önce bile Allah’ın birliğine inanan bir muvahhiddi.
İşte bizim hikayemizin kahramanı Saîd, böyle mübarek bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açtı. O, putlara secde etmenin anlamsızlığını daha babasının dizinin dibinde öğrenmişti. Kalbi, doğuştan gelen bir saflıkla hakikati aramaya meyilliydi. Babası Zeyd, aradığı peygamberi göremeden vefat etmiş olsa da, arkasında hakikate susamış bir evlat bırakmıştı.

Bölüm 1: Nur ile İlk Tanışma
Mekke semaları, Hira Dağı’ndan yayılan “Oku!” emriyle aydınlanmaya başladığında, Hz. Saîd (r.a.) delikanlılık çağlarındaydı. Bu yeni davetin merkezinde, kavminin en güvenilir insanı olan Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.) vardı.
Hz. Saîd, babasından miras aldığı o temiz fıtratla bu sese kulak verdi. Daveti duyduğu an, kalbinde en ufak bir şüphe duymadı. Bu, babasının ömrü boyunca aradığı hakikatin ta kendisiydi.
Aynı sıralarda, Mekke’nin en güçlü ailelerinden birine mensup olan Hz. Ömer’in (r.a.) kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb ile evliydi. Hz. Fâtıma da en az eşi kadar cesur ve hakikate açıktı. Karı-koca, birlikte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna çıktılar ve ilk Müslümanlar arasına katıldılar.
Mekke’de Müslüman olmak, ateşi elde tutmak gibiydi. İşkence, hakaret ve dışlanma her yerdeydi. Özellikle de Hz. Fâtıma’nın ağabeyi Ömer bin Hattâb, Müslümanlara karşı en sert ve öfkeli olanlardandı. Hz. Saîd ve Hz. Fâtıma, imanlarını, özellikle de Ömer’den gizlemek zorundaydılar. Evlerinde gizlice Kur’an okuyor, ibadetlerini saklı saklı yapıyorlardı.

Bölüm 2: İslam Tarihini Değiştiren Ev
Bir gün, Mekke sokakları Ömer’in öfkesiyle yankılanıyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, “Bu işi bitirecek biri yok mu?” diye sormuş, Ömer kılıcını kuşanmış ve “Ben bu işi bitireceğim!” diyerek Peygamber Efendimizi (s.a.v.) öldürmek üzere yola çıkmıştı.
Yolda karşılaştığı bir sahabi (Nuaym bin Abdullah), onun bu tehlikeli niyetini anlayınca, onu durdurmak için zekice bir hamle yaptı: “Sen önce kendi ailene bak, Ömer! Kız kardeşin Fâtıma ve enişten Saîd de Muhammed’in dinine girdi!”
Ömer, duyduklarıyla deliye döndü. Yönünü derhal kardeşinin evine çevirdi. Kapıya geldiğinde, içeriden gelen o güne kadar duymadığı, ulvi bir ses duydu. Bu, Tâhâ Sûresi’nin ayetleriydi. Yanlarında bulunan Habbâb bin Eret (r.a.), onlara Kur’an öğretiyordu.
Ömer’in kapıyı yumruklamasıyla içeride bir telaş başladı. Hz. Habbâb saklandı, Hz. Fâtıma Kur’an sahifelerini gizlemeye çalıştı. Ömer hışımla içeri girdi: “Duyduğum o sesler neydi?”
Hz. Saîd cesaretle öne atıldı, fakat Ömer’in öfkesi o kadar büyüktü ki, eniştesini yakalayıp yere vurdu. Kardeşi Fâtıma, eşini korumak için araya girdiğinde, Ömer’in sert tokadı onun yüzünü kanattı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşinin yüzünden akan kanı gören Hz. Fâtıma, bütün korkusunu yenerek haykırdı:
“Evet, ey Ömer! Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Resulü’ne iman ettik. Elinden geleni ardına koyma!”
Bu beklenmedik cesaret, bu iman gücü ve kardeşinin kanı, Ömer’in kalbindeki katılığı bir anda çatlattı. Yaptığından pişman oldu. Duruldu ve “Okuduğunuz o şeyi bana verin,” dedi.
Hz. Fâtıma’nın şartını (temizlenmesini) yerine getirdikten sonra Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu sahifeleri eline aldı. Okumaya başladı: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından indirilmiştir…” (Tâhâ, 1-4)
Ayetler Ömer’in kalbine bir ok gibi saplandı. Gözyaşları içinde, “Bu ne kadar güzel, ne kadar yüce bir kelam! Beni hemen Muhammed’e (s.a.v.) götürün,” dedi.
Hz. Saîd bin Zeyd ve eşi Hz. Fâtıma’nın evinde yaşanan bu hadise, “Şiddetli” Ömer’in, “Adil Halife” Hz. Ömer (r.a.) olmasına vesile oldu.

Bölüm 3: Savaş Meydanlarının Cesur Süvarisi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), Medine’ye hicret ettikten sonra Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, yiğit bir savaşçıydı.
Bedir Savaşı’na fiilen katılamamıştı. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu ve Hz. Talha’yı (r.a.), Kureyş kervanının durumu hakkında bilgi toplamaları için keşif görevine göndermişti. Onlar Medine’ye döndüklerinde, İslam ordusu Bedir’de zaferi çoktan kazanmıştı. Ancak Resûlullah (s.a.v.), görev başında oldukları için her ikisine de hem ganimetten pay verdi hem de savaşa katılmış gibi ecir alacaklarını müjdeledi.
Uhud Savaşı’nda ise en zorlu anlarda Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında kenetlenen, O’nu canları pahasına koruyan bir avuç kahramandan biriydi. Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin Fethi’nde ve Huneyn’de hep en ön saflardaydı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatından sonra da cihad aşkı sönmedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde Suriye (Şam) cephesinde İslam ordularının en önemli komutanlarından biri oldu. Özellikle Yermük Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık dillere destandı. Ordunun süvari birliklerinin başındaydı ve askerlerini cesaretlendirirken adeta kükreyen bir aslan gibiydi. Şam’ın (Dımeşk) fethinde bizzat bulundu ve şehir teslim olduğunda, şehrin kapılarından birini teslim alan komutan oydu.

Bölüm 4: Duası Kabul Olan Sahabi
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), sadece kılıcıyla değil, duasıyla da meşhur bir sahabiydi. O, “Mustacabu’d-Da’ve” idi; yani duası Allah katında hemen kabul görenlerdendi. Bununla ilgili yaşanan şu hadise çok meşhurdur:
Medine’de yaşadığı dönemde, Ervâ bint Üveys adında bir kadın, komşusu olan Hz. Saîd’i haksız yere valiye şikâyet etti. Kadın, “Saîd benim arazimin bir kısmını gasp etti, kendi arazisine kattı!” diye iftira attı.
Bu haksız itham, cennetle müjdelenmiş bu mübarek sahabinin kalbini çok kırdı. O ki, bütün hayatını hak ve adalet için adamıştı. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle dua etti:
“Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözlerini kör et! Ve o haksız yere sahiplendiği toprağı ona mezar eyle (yani o arazide canını al)!”
Aradan çok zaman geçmedi. Medine halkı, Ervâ adındaki o kadının gözlerinin kör olduğuna şahit oldu. Kadın, kör olduktan sonra bir gün yine o tartıştıkları arazide dolaşırken, oradaki eski bir kuyuya veya çukura düştü ve orada can verdi.
Bu hadise, haksız yere iftira atmanın ne kadar tehlikeli olduğunu ve duası makbul kulların ahından sakınmak gerektiğini herkese gösteren ibretlik bir olay olarak tarihe geçti.

Bölüm 5: “O, Cennetliktir!”
Hz. Saîd bin Zeyd’in (r.a.) bu dünyadaki en büyük şerefi ve en büyük mutluluğu, bir gün bizzat Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek dilinden ismini duymasıydı.
Resûlullah (s.a.v.), bir gün ashabıyla otururken şöyle buyurdu:
“Ebû Bekir cennetliktir. Ömer cennetliktir. Osman cennetliktir. Ali cennetliktir. Talha cennetliktir. Zübeyr cennetliktir. Abdurrahman bin Avf cennetliktir. Sa’d bin Ebî Vakkâs cennetliktir. Saîd bin Zeyd cennetliktir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh cennetliktir.” (Aşere-i Mübeşşere)
Düşünebiliyor musunuz? Henüz hayattayken, ayaklarınız yeryüzünde gezerken, adınızın cennet ehlinden olarak ilan edilmesi ne büyük bir bahtiyarlıktır!
Vefatı ve Mirası
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Özellikle Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonra başlayan fitne olaylarına hiç karışmadı. Uzlete çekilmeyi, Müslümanlar arasında kargaşaya taraf olmamayı seçti.
Medine yakınlarındaki Akîk vadisindeki çiftliğinde, yaklaşık 70 yaşlarındayken (Hicri 51 civarı) vefat etti. Onun cenazesini yıkama ve kabre indirme şerefi, Aşere-i Mübeşşere’den hayatta kalan son isimlerden olan Sa’d bin Ebî Vakkâs’a (r.a.) nasip oldu. Cenaze namazını ise Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer (r.a.) kıldırdı. Medine’nin büyük sahabileri, bu cennetle müjdelenmiş kardeşlerini gözyaşlarıyla Bâki Kabristanı’na defnettiler.
Hz. Saîd bin Zeyd (r.a.), bizlere babasından aldığı hakikat aşkını, eşiyle birlikte gösterdiği iman cesaretini, Hz. Ömer gibi bir devin hidayetine vesile olmanın şerefini, savaş meydanlarındaki yiğitliğini ve duası makbul bir kul olmanın nasıl bir fazilet olduğunu miras bıraktı.
O, adını cennete yazdıran sessiz, ama imanı sarsılmaz kahramanlardan biriydi. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)

Ümmetin Emini: Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)
Mekke’nin Güvenilir Genci
Güneşin Mekke’nin taş evlerini yaktığı, cehaletin ve putperestliğin kalplere gölge düşürdüğü bir zamanda, Kureyş’in Fihr koluna mensup, asil bir genç adam yaşardı. Adı Âmir bin Abdillâh bin el-Cerrâh idi. Fakat o, daha çok künyesiyle, yani Ebû Ubeyde olarak tanınacaktı.
Ebû Ubeyde (r.a.), İslam’dan önce de Mekke’nin en seçkin simalarından biriydi. Uzun boylu, zarif yapılı, nazik yüzlü ve vakur bir duruşa sahipti. Onu herkes “güvenilir” olarak bilirdi. Söz verdiğinde tutar, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet etmezdi. Yüksek ahlâkı ve mütevazı (alçakgönüllü) yapısıyla herkesin sevgisini kazanmıştı.
Bir gün, Mekke’de “emin” olarak bilinen bir başka ses, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanları tek bir Allah’a (c.c.) imana davet etmeye başladı. Bu yeni daveti duyanların kimisi öfkelendi, kimisi alay etti. Fakat kalbi temiz olanlar için bu ses, uzun zamandır bekledikleri bir müjdeydi.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) en yakın dostlarından biri, Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu yeni nuru kabul eder etmez, güvendiği dostlarına koştu. Ebû Ubeyde’yi (r.a.), Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.), Osman bin Maz’ûn’u (r.a.) ve Erkam bin Ebî Erkam’ı (r.a.) alıp doğruca Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna götürdü.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) dinlediğinde, kalbinde hiç tereddüt kalmadı. Bu sözlerin, bu davetin hakikat olduğunu derûnî bir sezişle anladı. Oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek ilk Müslümanlardan, yani Sâbikûn-ı Evvelûn’dan olma şerefine erişti.

İmanın En Ağır İmtihanı: Bedir
Mekke’de Müslümanlara yapılan zulümler artınca, Peygamberimiz (s.a.v.) önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret izni verdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), her iki hicrete de katıldı; dinini yaşamak için malını, mülkünü, ailesini geride bırakmaktan çekinmedi.
Medine’de yeni bir hayat kurulmuştu. Ancak Mekkeli müşrikler Müslümanların peşini bırakmaya niyetli değildi. Takvimler Hicret’in ikinci yılını gösterdiğinde, Müslümanlar ile müşrikler Bedir kuyularının başında karşı karşıya geldiler. Bu, hak ile batılın ilk büyük savaşıydı.
Savaş meydanında, kılıç sesleri ve nidalar birbirine karışmıştı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir aslan gibi cesaretle savaşırken, gözüne sürekli bir kişi takılıyordu: Müşrik ordusunun saflarındaki babası Abdullah bin Cerrâh.
Babası, oğlunun iman ettiğini biliyordu ve onu karşısında gördükçe öfkesi kabarıyordu. Savaş boyunca kasten oğlunu aradı, onu hedef aldı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) ise babasıyla çarpışmamak için sürekli yer değiştirdi, ondan kaçındı. Ne de olsa o babasıydı.
Fakat Abdullah bin Cerrâh, oğlunun peşini bırakmadı. Onu öldürmeye yeminli gibiydi. En sonunda, Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) başka kaçacak yeri kalmadı. Babası, kılıcını çekmiş, tam üzerine geliyordu.
İşte o an, tarihin durduğu anlardan biriydi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) için imtihanların en büyüğü gelip çatmıştı. Bir yanda babalık hakkı, diğer yanda Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) olan imanı vardı. O, tercihini imandan yana kullanmak mecburiyetinde kaldı. Gözlerini kapadı ve babasının karşısına dikildi. İki kılıç birbirine çarptı ve babası yere yığıldı.
Bu, bir evlat için tahammülü çok zor bir imtihandı. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Allah (c.c.) sevgisini, kan bağının önüne koymuştu. Pek çok müfessir, bu hadise üzerine Mücâdele Suresi’nin 22. ayet-i kerimesinin nâzil olduğunu belirtir. Bu ayet, imanın ne demek olduğunu en veciz şekilde tasvir ediyordu:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücâdele 58/22 )

Resûlullah’a (s.a.v.) Emsalsiz Sadakat: Uhud
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan sevgisi ve bağlılığı ise Uhud Savaşı’nda destanlaşmıştır.
Uhud’da savaşın seyri bir anlığına değişmiş, Müslümanlar zor durumda kalmıştı. Müşrikler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafındaki korumayı yarmayı başarmıştı. Atılan bir taş, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dudağını yaralamış, mübarek dişlerinden birini kırmıştı. Dahası, giydiği zırhın (miğferin) iki halkası, mübarek yanağına saplanmıştı.
Kanlar içinde kalan Resûlullah’ın (s.a.v.) hali, sahabelerin yüreğini dağlıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve diğerleri ona siper olmuştu. O sırada Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), bir ok gibi fırladı. Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüne saplanan miğfer halkalarını gördü.
Bazı sahabeler halkaları bir aletle çekmeyi denedi, ancak başaramadılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), “Sakın!” dedi. Bir alet kullanırsa, halkaların daha derine batmasından veya Resûlullah’ın (s.a.v.) canını daha çok yakmaktan korktu.
Öne atıldı ve mübarek yanağa saplanan ilk halkayı dişleriyle kavradı. Halkayı çekerken, kendi ön dişlerinden biri kökünden kırıldı ve yere düştü. Ama o, acısını hissetmiyordu bile. Gözü sadece Efendimiz’in (s.a.v.) yüzündeydi. Hemen ikinci halkaya uzandı, onu da dişleriyle sımsıkı yakaladı. O halkayı da çekerken, bir dişi daha kırıldı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yüzü temizlenmişti ama Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) iki ön dişi kırılmıştı. O günden sonra ona “el-Ehtem” (dişleri kırık olan) denildi. Fakat sahabeler, “Onun bu hali, en güzel süsünden daha güzeldi,” derlerdi. Çünkü bu, Resûlullah’a (s.a.v.) olan emsalsiz sevginin ve fedakârlığın bir nişanıydı.
“Bu Ümmetin Emini”
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) hayatındaki dönüm noktası, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ona verdiği o mübarek unvandı.
Bir gün, Yemen’in Necran bölgesinden bir Hristiyan heyeti Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz’le (s.a.v.) görüştüler ve İslam hakkında bilgi aldılar. Kendi aralarındaki bazı mali meselelerin çözümü ve dinlerini öğrenmek için güvenilir birini istediler. Dediler ki: “Ey Ebü’l-Kâsım! Bize aranızdan güvendiğin, emin birini gönder.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Elbette,” buyurdu. “Size tam manasıyla emin (güvenilir) birini göndereceğim.”
Bu sözü duyan bütün sahabeler heyecanlandı. Hz. Ömer (r.a.) o anı şöyle anlatır: “Hayatımda emirlik (liderlik) makamını o günkü kadar hiç arzu etmemiştim. Resûlullah’ın (s.a.v.) beni seçeceğini ümit ederek sürekli öne doğru atıldım, kendimi göstermeye çalıştım.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mesciddeki sahabelere mübarek nazarlarıyla baktı. Sessizliği bozarak buyurdu ki:
“Kalk, ey Ebû Ubeyde bin Cerrâh!”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), sükûnetle ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu heyete takdim ederken, şu cihan şümul sözü söyledi:
“Her ümmetin bir emini (en güvenilir kişisi) vardır. Ey ümmetim! Bizim eminimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır.”
O günden sonra onun adı “Emînü’l-Ümme” (Ümmetin Emini) olarak anıldı.
Tevazu Sahibi Komutan
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerinde de İslam ordularının en mühim komutanlarından biri oldu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Suriye’ye gönderilen orduların komutanıydı. Hz. Ömer (r.a.) halife olduğunda, Yermük Savaşı gibi çok kritik bir savaşın ortasında, ordunun başkomutanı olan “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) Halid bin Velid’i (r.a.) görevden aldı ve yerine Hz. Ebû Ubeyde’yi (r.a.) tayin etti.
Bu, çok hassas bir karardı. Hz. Ömer (r.a.), zaferlerin Halid bin Velid’in (r.a.) dehasına bağlanmasından ve insanların Allah’ı (c.c.) unutmasından endişe etmiş, yumuşak huylu, mütevazı ve Allah’tan (c.c.) çok korkan Ebû Ubeyde’yi (r.a.) başa getirmişti.
İşte bu iki büyük sahabinin ahlâkı burada parladı:
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), halifenin emrini alınca, savaşın ortasında moraller bozulmasın diye bunu hemen açıklamadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi Hz. Halid’e (r.a.) danışmaya, onun askeri tecrübesinden istifade etmeye devam etti.
Hz. Halid bin Velid (r.a.) ise emri öğrendiğinde, zerre kadar enaniyet göstermedi. “Ben Ömer için değil, Allah (c.c.) için savaşıyorum,” diyerek hemen emre itaat etti ve Ümmetin Emini’nin komutası altında bir nefer gibi cesaretle savaşmaya devam etti.
Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) komutasında Şam (Dımaşk) ve Humus fethedildi. Sıra Kudüs’e gelmişti. Kudüs halkı, şehri ancak bizzat Halife Hz. Ömer’in (r.a.) gelip teslim alması şartıyla barış yapacaklarını bildirdi. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’ye mektup yazdı. Hz. Ömer (r.a.), Medine’den kalkıp o meşhur yolculuğuyla Kudüs’e geldi ve şehrin anahtarlarını, komutanı Ebû Ubeyde’nin (r.a.) yanında teslim aldı.
Dünya Malına Değer Vermeyen Vali
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), Suriye bölgesinin genel valisi olmuştu. Zengin toprakları, büyük şehirleri yönetiyordu.
Bir gün Halife Hz. Ömer (r.a.), Suriye’ye onu teftişe geldi. Şehre girince, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sordu. Onu buldular. Hz. Ömer (r.a.), “Kardeşim, bizi evine götür, biraz dinlenelim,” dedi.
Ebû Ubeyde (r.a.), biraz mahcup oldu. “Ey Mü’minlerin Emiri! Benim evimde ne yapacaksın? Orada gözyaşı dökmekten başka bir şey bulamayacaksın,” dedi.
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Vali ve Başkomutan olan Ebû Ubeyde (r.a.), Halife’yi “evim” dediği basit bir çadıra götürdü. Çadırın içinde, duvarda asılı bir kılıç, bir kalkan ve bir su tulumundan başka hiçbir eşya yoktu. Oturmak için yere serilmiş bir post ve yemek için bir tahta çanaktan başka bir şeyi yoktu.
Hz. Ömer (r.a.), “Ey Ebû Ubeyde! İnsanların envai çeşit eşyaları var. Sen koskoca valisin! Bu halin nedir?” diye sordu.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), o mübarek tevazusuyla cevap verdi: “Ey Mü’minlerin Emiri! Bunlar beni kabre ulaştırıncaya kadar yeter de artar bile.”
Hz. Ömer (r.a.), bu manzaraya ve bu cevaba daha fazla dayanamadı. Ağlamaya başladı. Kardeşine sarıldı ve dedi ki: “Ey kardeşim! Dünya herkesi değiştirdi, ama seni, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından ayrıldığım günkü gibi buldum. Seni değiştiremedi!”

Son İmtihan: Veba ve Teslimiyet
Hicretin 18. yılıydı. Suriye’de, “Tâûn-ı Amvâs” (Amvas Vebası) denilen korkunç bir veba salgını başladı. Salgın, Müslüman ordusunun içinde hızla yayılıyor, pek çok büyük sahabiyi bir bir alıyordu.
Medine’deki Halife Hz. Ömer (r.a.), Ümmetin Emini’nin hayatından endişe ediyordu. Ona hemen bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: “Sana mühim bir ihtiyacım hâsıl oldu. Bu mektubu alır almaz, sakın elinden bırakma ve derhal Medine’ye yola çık.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), mektubu okudu. Halife’nin maksadını anladı. Onu vebadan kurtarmak istiyordu. Gülümsedi ve kâtibini çağırıp şu cevabı yazdırdı:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Size olan ihtiyacınızı anladım. Fakat ben, Müslüman askerlerimden sadece biriyim. Onlarla birlikteyim. Onlara isabet eden bu musibetten kaçarak kendimi kurtarmak istemem. Ben, Allah’ın (c.c.) benim hakkımdaki kaderinden kaçamam. Lütfen, beni bu vazifemden affedin ve burada kalmama müsaade edin.”
Hz. Ömer (r.a.), mektubu okuduğunda hıçkırıklara boğuldu. Etrafındakiler şaşırdı: “Yoksa Ebû Ubeyde vefat mı etti?”
Hz. Ömer (r.a.), gözyaşları içinde cevap verdi: “Hayır, vefat etmedi. Ama… vefat etmek üzere.”
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), ordusunun başında kaldı. Hastalık ona da bulaştı. Ateşi yükseldiğinde, askerlerini topladı ve onlara son bir vasiyette bulundu: “Size vasiyetim şudur: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin. Amirlerinize itaat edin ve onlara hile yapmayın. Dünya sizi aldatmasın…”
Sonra Rabbine döndü. “Ey Allah’ım! Bu musibeti rahmetin olarak gönderdin. Bu rahmetten Ebû Ubeyde’ye de payını ver…”
Ümmetin Emini, Cennetle müjdelenen o büyük sahabi, askerlerinin arasında, vazifesinin başında ruhunu Rabbine teslim etti. Cenazesini en yakın dostları Muaz bin Cebel (r.a.) ve Amr bin el-Âs (r.a.) yıkadı. Bugün kabri, adını verdiği topraklarda, Ürdün’dedir.
O, arkasında ne bir saray ne de bir hazine bıraktı. O, arkasında sadece sarsılmaz bir iman, emsalsiz bir emanet (güvenilirlik) ve “Ümmetin Emini” olma şerefini bıraktı. O, Resûlullah’ın (s.a.v.) “cennettedir” dediği on kişiden biriydi.
Allah (c.c.) ondan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun şefaatine nâil eylesin. Âmin.

****************

2. Öne Çıkan Diğer Mühim Sahabiler

Aşere-i Mübeşşere’nin tamamı “öne çıkan” sahabilerin başında gelse de, onlar dışında İslâm tarihindeki yerleri, ilimleri, kahramanlıkları veya Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yakınlıkları ile bilinen pek çok büyük sahabi daha vardır.

Bu mübarek zatlardan bazıları şunlardır:
Ehl-i Beyt’ten Öne Çıkanlardan
• Hz. Hatice binti Huveylid (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi, ilk mü’min ve en büyük destekçisi.
·
·        TÂHİRE: Mekke’nin En Asil Ruhu, Mü’minlerin İlk Annesi Hz. Hatice (r.anhâ)
·        Güneşin Mekke vadisini kavurduğu, cehaletin ve kibrin sokaklarda kol gezdiği bir zamanda, Kâbe’nin gölgesinde bir kadın yaşardı. O, sıradan bir kadın değildi. Kureyş’in en soylu kabilelerinden birine mensuptu. Zenginliği dillere destan, aklı ve feraseti ise en tecrübeli tüccarlara parmak ısırtırdı. Fakat onu asıl yücelten ne serveti ne de soyu idi; onu emsalsiz kılan, o karanlık devirde bile sahip olduğu tertemiz ahlâkı, iffeti ve vakarıydı. Bu yüzden Mekkeliler ona “Tâhire” derlerdi; yani “Pâk, Tertemiz Kadın.”
·        Bu mübarek hanımefendi, Hz. Hatice bint-i Huveylid idi.

·        1. Bölüm: Tâhire’nin Kervanı ve “el-Emîn” ile Tanışma
·        Hz. Hatice (r.anhâ), daha evvel iki evlilik yapmış, eşlerini kaybetmiş, asil ve zengin bir hanımefendi olarak ticaretle meşgul oluyordu. Mekke’nin en büyük kervanlarından bazıları ona aitti. Güvendiği adamları vasıtasıyla mallarını Şam’a, Busra’ya gönderir, büyük kazançlar elde ederdi. Lakin onun için kazançtan daha mühim olan bir şey vardı: Güven, dürüstlük ve güzel ahlâk.
·        Yine böyle bir ticaret seferi için hazırlık yaparken, kulağına bir isim fısıldanmıştı. Bu isim, Mekke’de herkesin dilindeydi: “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed). Henüz 25 yaşında olan bu genç adam, yetim büyümesine rağmen, hayatında bir kez olsun yalan söylememiş, kimsenin hakkına girmemiş, dürüstlüğü ve asaletiyle herkesin takdirini kazanmıştı.
·        Hz. Hatice, bu vasıfları duyduğunda kalbinde bir itimat (güven) belirdi. Bu genç adam, onun kervanını yönetmek için biçilmiş kaftandı. Ona haber gönderdi ve kervanının idaresini teklif etti. Diğer tüccarlara verdiğinden daha fazlasını vereceğini de vaat etti.
·        Peygamber Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’in de teşvikiyle bu teklifi kabul etti. Hz. Hatice, kervana güvendiği hizmetkârı Meysere’yi de dâhil etti ve ona, Muhammedü’l-Emîn’i (s.a.v.) dikkatle nazar etmesini (gözlemlemesini) tembihledi.
·        Kervan yola çıktı. Meysere, yolculuk boyunca hayret verici hadiselere şahit oldu. Güneşin en yakıcı olduğu anlarda bir bulutun kervanın üzerinde, özellikle de Efendimiz’in (s.a.v.) üzerinde dolaşarak ona gölge yaptığını gördü. Busra’da bir manastırın yakınında konakladıklarında, oradaki bir rahibin Meysere’ye gelip, “Şu ağacın altında konaklayan zat kimdir?” diye sorduğunu, Meysere “Mekkeli, Harem ehlinden bir adamdır” deyince, rahibin, “O ağacın altına peygamberlerden başkası oturmamıştır” dediğini hayretle işitti.
·        Dahası, Efendimiz’in (s.a.v.) ticaretteki bereketi, dürüstlüğü, kimseyi kırmaması ve muazzam ahlâkı, kervanın o güne dek görülmemiş bir kârla dönmesini sağladı.
·        Meysere, Mekke’ye döner dönmez, gördüğü her şeyi, hem yoldaki harikulade halleri hem de Efendimiz’in (s.a.v.) yüce ahlâkını bir bir Hz. Hatice’ye anlattı.

·        2. Bölüm: İki Nurun Buluşması (Evlilik)
·        Hz. Hatice (r.anhâ), 40 yaşında, olgun, zeki ve Tâhire lakabına sahip bir hanımefendiydi. Mekke’nin nice zenginleri ve kabile reisleri onunla evlenmek istemiş, lakin o hepsini reddetmişti. Meysere’nin anlattıkları ve bizzat gördüğü o yüce karakter, onun kalbinde bambaşka bir muhabbet ve hürmet uyandırmıştı.
·        Bu genç adamda, sıradan insanlarda olmayan bir nur, bir ulviyet (yücelik) vardı. Hz. Hatice, aradığı o emîn (güvenilir) limanı bulduğunu hissetti. O devrin âdetlerinin aksine, cesur bir adım attı. Güvendiği arkadaşı Nefîse binti Münye aracılığıyla Efendimiz’e (s.a.v.) evlilik teklifini iletti.
·        Efendimiz (s.a.v.), kendisinden 15 yaş büyük olan, Tâhire lakaplı bu asil kadının teklifi karşısında önce şaşırdı, lakin durumu amcalarıyla görüştü. Herkes bu izdivaca razı oldu.
·        Bu evlilik, Mekke’nin en mübarek evliliği oldu. Bu, sadece iki insanın değil, yeryüzünün en büyük davasına zemin hazırlayacak iki mübarek ruhun birleşmesiydi. Onların evi, sevgi, merhamet ve huzurun merkezi oldu.
·        Kur’an-ı Kerim, yıllar sonra, bu evliliğin sırrını sanki şöyle tasvir edecekti:
·        “Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranıza bir sevgi ve merhamet vermesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 30:21)
·        Bu evlilikten Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tâhir) dünyaya geldi. Erkek evlatları küçük yaşta vefat etse de, bu ev, Ehl-i Beyt’in mübarek neslinin de kaynağı olacaktı.

·        3. Bölüm: Hira’dan Gelen Titreyiş ve İlk İman
·        Yıllar birbirini kovaladı. Efendimiz (s.a.v.) 40 yaşına yaklaştığında, içinde bir yalnızlık ve tefekkür arzusu belirdi. Mekke’nin putperest yaşantısından uzaklaşmak için sık sık Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmeye başladı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ), eşinin bu halini derin bir anlayışla karşılıyordu. Ona azığını hazırlar, onu sabırla beklerdi.
·        Ve bir Ramazan gecesi… O beklenen an geldi. Cebrail (a.s.), “Oku!” emriyle ilk vahyi getirdi. Efendimiz (s.a.v.), okuma bilmediğini söyledi. Meleğin onu sıkıp bırakmasının ardından ilk ayetler nâzil oldu. Yaşadığı hadisenin ağırlığıyla, kalbi titreyerek mağaradan indi.
·        Evine koştu. Yüzü sapsarı, mübarek bedeni titriyordu. Tek sığınağı, vefalı zevcesi Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!) dedi.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) telaşlanmadı. Paniklemedi. O, Tâhire idi. O, vefanın ta kendisiydi. Eşinin üzerine örtüyü serdi, titremesi geçinceye kadar bekledi. Efendimiz (s.a.v.) sükûnet bulduğunda, başından geçenleri anlattı ve “Kendimden korktum, Hatice!” dedi.
·        İşte tam o anda, Hz. Hatice (r.anhâ), tarihin seyrini değiştiren, imanın ve teslimiyetin en büyük isbatı olan şu sözleri söyledi:
·        “Korkma! Allah’a yemin ederim ki, O, seni hiçbir zaman utandırmaz (mahcup etmez). Çünkü sen, akraba bağını gözetirsin, sözün doğrusunu söylersin, muhtacın yükünü taşırsın (âcize yardım edersin), fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlar ve hak yolunda olanlara, başlarına gelen felaketlerde destek olursun.”
·        Bu sözler, bir peygamberin alabileceği ilk ve en büyük dünyevi destekti. Bu, sadece bir eşin tesellisi değil, bir mü’minin imanıydı.
·        Hz. Hatice (r.anhâ) bununla kalmadı. Eşini alıp, bilgisine güvendiği amcaoğlu Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka, olanları dinleyince heyecanla tasdik etti: “Bu, Allah’ın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Cebrail’dir). Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkardığı zaman sana yardım edebilseydim!”
·        Hz. Hatice’nin kalbi mutmain olmuştu. Tereddüt etmeden, şüphe duymadan, sorgulamadan, “Âmentü” (İman ettim) dedi.
·        Böylece Hz. Hatice (r.anhâ); bu ümmetin ilk Müslümanı, ilk iman eden şahsiyeti olma şerefine erişti. O, sadece Peygamber’in zevcesi değil, aynı zamanda onun davasının ilk ortağı oldu.

·        4. Bölüm: Dava Yükü, Boykot Yılları ve Vefa
·        İslam’ın ilk yılları çetin geçti. Müslümanlar az, düşmanlar çok ve acımasızdı. İşte bu zorlu yolda Hz. Hatice, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi oldu.
·        O, Mekke’nin en zengin kadınıydı. Bütün servetini, malını mülkünü İslam davası için, fakir Müslümanlar için, kölelerin azad edilmesi için tereddütsüz harcadı. O, servetini “infak” eden ilk kişiydi.
·        Efendimiz (s.a.v.), dışarıda müşriklerin eziyetine, hakaretine, alaylarına maruz kalıp yorulduğunda, evine, Hz. Hatice’sinin yanına dönerdi. Onun şefkatli bakışları, iman dolu sözleri ve sarsılmaz desteği, Efendimiz’in (s.a.v.) bütün yorgunluğunu alır, ona güç verirdi.
·        Müşrikler, İslam’ın yayılmasını engelleyemeyince, son çare olarak Müslümanları ve onlara destek olan Haşimoğullarını boykota (mukâtaa) tabi tuttular. Onları Ebû Tâlib Mahallesine hapsettiler. Kimse onlarla konuşmayacak, alışveriş yapmayacak, kız alıp vermeyecekti.
·        Bu boykot tam üç yıl sürdü. Asil ve zengin bir hayat sürmüş olan Hz. Hatice Vâlidemiz, o günlerde 60 yaşını geçmişti. Buna rağmen, o mahallede açlığı, susuzluğu, yokluğu genç Müslümanlarla beraber, en küçük bir şikâyet etmeden yaşadı. Çocukların açlıktan ağlama seslerinin vadiyi çınlattığı o günlerde, o, servetini değil, imanını ve sabrını konuşturdu. Varlığa şükrettiği gibi, yokluğa da sabretti.

·        5. Bölüm: Hüzün Yılı ve Ebedî Vuslat
·        Üç yıllık çileli boykot sona erdiğinde, Müslümanlar nefes almıştı ama bu zorlu yıllar, iki mübarek bedeni çok yıpratmıştı.
·        Önce, Efendimiz’in (s.a.v.) “kalkanı” olan amcası Ebû Tâlib vefat etti. Bu acı henüz çok tazeyken, sadece üç gün sonra, Efendimiz’in (s.a.v.) “sığınağı”, vefalı yâri, ilk mü’mini, çocuklarının annesi Hz. Hatice (r.anhâ) hastalandı.
·        65 yaşındaydı. 25 yıl süren mübarek evliliğin, iman ve cihad dolu bir hayatın sonuna gelmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat döşeğindeki zevcesinin başucundaydı.
·        Vefat ettiğinde, Efendimiz’in (s.a.v.) hüznü sonsuzdu. O yıl, İslam tarihinde “Hüzün Yılı” (Senetü’l-Hüzün) olarak anıldı. Çünkü Peygamber (s.a.v.), hem koruyucu amcasını hem de en büyük destekçisi olan zevcesini kaybetmişti.
·        Onu kendi mübarek elleriyle Mekke’deki Hacûn Kabristanı’na defnetti. O gün henüz cenaze namazı farz kılınmamıştı.

·        Hatice’nin (r.anhâ) Ardından Kalan Sevgi
·        Hz. Hatice Vâlidemizin vefatından sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu asla unutmadı. Onu her andığında gözleri dolar, “O, bana iman etti; herkes beni inkâr ederken… O, beni tasdik etti; herkes beni yalanlarken… O, malıyla bana destek oldu; herkes beni mahrum bırakırken… Ve Allah, bana ondan evlatlar nasip etti” derdi.
·        O kadar vefalıydı ki, evde bir kurban kesildiğinde, etinden mutlaka Hz. Hatice’nin hayattaki arkadaşlarına ve akrabalarına pay gönderirdi.
·        Bir gün Hz. Aişe (r.anhâ) Vâlidemiz, Efendimiz’in (s.a.v.) onu bu kadar sık anmasına şaşırmış, “Allah sana ondan daha hayırlısını (daha gencini) vermedi mi?” diye sormuştu. Efendimiz’in (s.a.v.) cevabı net ve sarsılmazdı:
·        “Vallahi, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi!”
·        Ve bir defasında şöyle buyurmuştu: “Bana onun sevgisi rızık olarak verildi.”
·        Hz. Hatice (r.anhâ); sadakatin, vefanın, imanın, teslimiyetin ve desteğin timsalidir. O, sadece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ilk zevcesi değil, aynı zamanda Hz. Fâtıma’nın annesi, Ehl-i Beyt’in temel direği ve bütün Mü’minlerin Tâhire annesidir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******************

• Hz. Âişe binti Ebî Bekir (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi, “Mü’minlerin Annesi” ve en mühim hadis râvilerinden ve âlimlerinden biri.

Mü’minlerin Annesi, İlim ve Hikmet Pınarı: Hz. Âişe (r.anhâ)
Giriş: Sıddîk’ın Evinde Doğan Ay
Mekke’nin henüz iman nuruyla yeni yeni aydınlanmaya başladığı bir zamanda, şehrin en emin, en dürüst ve en sadık adamının, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) hanesinde bir kız çocuğu dünyaya gözlerini açtı. Adını Âişe koydular. Bu, “huzurlu ve rahat yaşayan” manasına geliyordu.
Hz. Âişe, sıradan bir çocuk değildi. O, gözünü açtığı hanenin, İslâm’ın ilk kalesi olduğunu görerek büyüdü. Babası, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu, “mağara arkadaşı” idi. Evleri, Kâbe’nin hemen yanında, iman hakikatlerinin fısıldandığı, müşriklerin eziyetlerine karşı sabrın kuşanıldığı bir mektepti. Hz. Âişe, bu mektebin ilk talebelerindendi.
Daha küçücük bir çocukken bile, hafızasının kuvveti ve keskin zekâsıyla dikkat çekiyordu. Olan biten her şeyi bir sünger gibi emiyor, duyduğu her ayeti, her hadisi zihnine nakşediyordu. Onun derûnî dünyası, küfrün karanlığından tamamen uzakta, vahyin ışığıyla şekilleniyordu.

Bölüm 1: Hâne-i Saadet’e Adım ve Bir Mektebin Kuruluşu
Mü’minlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) vefatı, Resûlullah’ı (s.a.v.) derin bir hüzne boğmuştu. Bu hüzünlü günlerin ardından, Allah Teâlâ, Peygamberi’ne (s.a.v.) Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Âişe ile evlenmesini bildirdi. Bu evlilik, sadece iki insanı değil, Nübüvvet ile Sıddîkıyyeti (Peygamberlik ile Sadakati) ebediyen perçinleyen semavî bir bağdı.
Hicret’ten sonra Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edildiğinde, hemen bitişiğine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için mütevazı odalar (hücreler) yapıldı. İşte bu odalardan biri, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) “Hücre-i Saadet”i, yani mutluluk yuvası oldu.
Bu oda, duvarları kerpiçten, tavanı hurma dallarından yapılmış, bir insanın ancak sığabileceği kadar küçük bir yerdi. Fakat bu küçük mekân, dünyaya ilim ve hikmet saçacak bir mektebin merkezi olacaktı. Çünkü bu odanın sakini, sadece bir zevce değil, aynı zamanda Nübüvvet mektebinin en dikkatli, en zeki talebesiydi.

Bölüm 2: Peygamber Ocağında Bir Talebe: “Soru Soran Akıl”
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) en belirgin vasfı, merakı ve sorgulayan aklıydı. O, Resûlullah’a (s.a.v.) en yakın insandı. Vahyin pek çoğu, o hanede nazil oluyordu. Hz. Âişe, duyduğu her şeyi sadece ezberlemez, manasının derinliklerine inmek isterdi.
Anlamadığı bir nokta olduğunda, hemen Resûlullah’a (s.a.v.) sorardı. “Yâ Resûlallah, şu ayette murad edilen nedir?”, “Yâ Resûlallah, bu hükmün hikmeti nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de onun bu ilim aşkından pek memnun olur, ona en ince teferruatına kadar cevap verirdi. Bu sayede, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) aile hayatı, gece ibadetleri, ahlâkı ve en mahrem sünnetleri, Hz. Âişe validemiz vasıtasıyla ümmete eksiksiz bir şekilde intikal etti.
O, sadece bir nakilci (râvi) değil, aynı zamanda bir müctehid, bir fakîh (İslâm hukukçusu) idi. Diğer sahabelerin anlayamadığı zor meseleleri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine ve Kur’an’ın ruhuna olan derin vukûfiyeti sayesinde hallederdi.

Bölüm 3: Büyük İmtihan: İfk Hadisesi ve Semâvî Şahitlik
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) parlak hayatı, çok ağır bir imtihanla sınandı. Benî Müstalik Gazvesi’nden dönerken, bir mola yerinde, ihtiyacı için kafileden kısa bir anlığına ayrılmıştı. Döndüğünde, içinde bulunduğu “hevdec”in (deve üzerindeki kapalı koltuk) devesi götürülmüş, kafile hareket etmişti.
Tek başına kalan validemiz, “Nasıl olsa geri dönerler” diye beklerken uyuyakalmıştı. Kafileden geri kalan bir sahabe (Safvân bin Muattal r.a.), onu görünce devesine bindirmiş ve edeple, tek kelime konuşmadan kafileye yetiştirmişti.
Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übey bin Selûl, bu hadiseyi fırsat bilerek, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) namusuna, Mü’minlerin Annesi’ne karşı en ağır iftirayı, “İfk”i ortaya attı.
Bu iftira, bir ay boyunca Medine’yi çalkaladı. Hz. Âişe (r.anhâ) hastalandı, kederinden eridi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) derin bir sükût içindeydi, zira o, vahiy bekliyordu. Hz. Âişe’nin babası Hz. Ebû Bekir ve annesi, çaresizlik içinde gözyaşı döküyordu.
Hz. Âişe, o günleri anlatırken, “Gözyaşlarım hiç dinmedi, geceleri uyku nedir bilmedim” der. Tam bir ay sonra, Resûlullah (s.a.v.) onun yanına geldiğinde, üzerine vahiy hali geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek müjdeyi verdi: “Müjde yâ Âişe! Allah senin temizliğini isbat etti!”
Hz. Âişe, masumiyetinin bizzat Allah Teâlâ tarafından tasdik edilmesini bekliyordu ama kendi hakkında Kur’an ayetleri ineceğini hiç düşünmemişti. O anki sevincini tasvir etmek mümkün değildir. Allah Teâlâ, Nûr Sûresi’nde on ayet birden indirerek, bu çirkin iftirayı atanları şiddetle kınadı ve Hz. Âişe’nin (r.anhâ) iffetini ve temizliğini kıyamete kadar okunacak ayetlerle ilan etti.
Nûr Sûresi 11. Ayet şöyledir:
“O ağır iftirayı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın; aksine o, sizin için bir hayırdır. O gruptan her birinin, işlediği günahın cezası vardır. Onlardan günahın büyüğünü üstlenene ise büyük bir azap vardır.”}
(Nûr 24:11)
Bu hadise, Hz. Âişe’nin (r.anhâ) Allah katındaki değerini ve faziletini bütün cihana gösterdi.

Bölüm 4: Bir Sebep-i Rahmet: Teyemmümün Meşrû Kılınışı
Hz. Âişe validemiz, ümmet için bir bereket ve rahmet vesilesiydi. Bir başka seferde, yine kafilesiyle birlikteyken gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığı aramak için kafile durdu. Ancak bulundukları yerde su yoktu ve namaz vakti yaklaşmıştı.
Sahabeler telaşlandılar, hatta bazıları Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) gidip sitem ettiler: “Bak, kızın Âişe yine bütün orduyu alıkoydu, ne su var ne de abdest alacak imkân!” Hz. Ebû Bekir (r.a.), kızına sitem etmek için geldiğinde, Resûlullah (s.a.v.) Hz. Âişe’nin (r.anhâ) dizinde uyuyakalmıştı.
İşte tam o anda, Allah Teâlâ ümmete büyük bir kolaylık bahşeden “teyemmüm” ayetini indirdi (Mâide 5:6). Artık su bulunmadığında veya kullanılamadığında, temiz toprakla teyemmüm alarak namaz kılınabilecekti.
Bunu gören sahabeler, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) dönüp şöyle dediler: “Ey Ebû Bekir ailesi! Bu sizin ilk bereketiniz değil. Siz bu ümmet için ne kadar mübarek bir ailesiniz!”

Bölüm 5: Vahyin Gölgesindeki Son Günler ve Ebedî Veda
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatının en mühim anları, Resûlullah’ın (s.a.v.) son günlerinde yaşandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat hastalığı ağırlaştığında, diğer zevcelerinden izin alarak son günlerini Hz. Âişe’nin (r.anhâ) odasında geçirmek istedi.
Bu, onun ilmine, sevgisine ve şefkatine olan itimadının en büyük göstergesiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek başı Hz. Âişe’nin (r.anhâ) göğsünde dayalıyken, son nefesini verdi.
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle der: “Allah’ın bana lütuflarından biri de, Resûlullah’ın (s.a.v.) benim odamda, benim nöbet günümde ve benim göğsümde (kucağımda) vefat etmesidir.”
Ve en büyük lütuf… Peygamber Efendimiz (s.a.v.), vefat ettiği yere, yani Hz. Âişe’nin (r.anhâ) o mütevazı hücresine defnedildi. O küçük oda, kıyamete kadar ziyaret edilecek olan “Ravza-i Mutahhara”nın (tertemiz bahçenin) bir parçası oldu.

Bölüm 6: “Ümmetin Muallimesi” (Öğretmeni)
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Âişe (r.anhâ) yaklaşık 47 yıl daha yaşadı. Bu uzun hayat, artık ümmete öğretmenlik yapmakla geçti. O, “yaşayan bir sünnet” idi. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, içinden çıkamadıkları fıkhî meseleleri, hadislerin inceliklerini ve Kur’an’ın derin manalarını sormak için onun kapısına gelirlerdi.
Perdesinin ardından sordukları sorulara, o keskin zekâsı, güçlü hafızası ve Peygamber mektebinde aldığı eşsiz eğitimle öyle cevaplar verirdi ki, herkes hayran kalırdı. O, 2210 hadis rivayet ederek, en çok hadis rivayet eden dördüncü sahabe (Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer ve Enes bin Mâlik’ten sonra) ve kadınlar arasında birincisi oldu.
O, sadece nakletmedi; aynı zamanda tenkit etti, ictihad yaptı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sözlerinin hangi bağlantıda (bağlamda) söylendiğini en iyi o biliyordu. Bu yüzden onun ilmi, İslâm düşüncesinin ve fıkhının temel taşlarından biri oldu.

Bölüm 7: Bir İctihad ve Hüzün: Cemel Vak’ası
Hz. Âişe’nin (r.anhâ) hayatında, İfk hadisesi kadar acı olan bir başka nokta da Cemel Vak’ası’dır. Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne (kargaşa) döneminde, Hz. Âişe (r.anhâ), katillerin bir an önce bulunup cezalandırılması gerektiği yönünde ictihad etti.
Bu ictihadı, onu Hz. Ali (r.a.) ile karşı karşıya getirdi. Niyeti asla savaşmak, kan dökmek veya hilafete karşı çıkmak değildi; tek arzusu adaletin yerini bulmasıydı. Ancak fitne ateşini körükleyenler, iki Müslüman ordusunu Basra yakınlarında karşı karşıya getirdi.
“Cemel Vak’ası” (Deve Olayı) olarak tarihe geçen bu elim hadisede binlerce Müslüman şehit oldu. Hz. Âişe (r.anhâ), devesinin üzerindeyken savaşı durdurmak için çok gayret ettiyse de muvaffak olamadı.
Savaş, Hz. Ali’nin (r.a.) galibiyetiyle sonuçlandığında, Hz. Ali, Mü’minlerin Annesi’ne gereken hürmeti ziyadesiyle gösterdi ve onu muhafızlar eşliğinde Medine’ye gönderdi.
Hz. Âişe (r.anhâ), hayatının sonuna kadar bu hadisenin derin üzüntüsünü yaşadı. O günleri hatırladıkça, “Keşke o gün gelmeden yirmi yıl önce ölseydim de bu hadiseyi görmeseydim” diyerek ağlardı. Bu, onun ne kadar hassas bir kalbe sahip olduğunu ve fitneden ne kadar nefret ettiğini gösteren acı bir hatıra olarak kaldı.
Sonuç: Ufukta Sönmeyen Kandil
Hz. Âişe (r.anhâ), Hicret’in 58. yılında, 66 yaşındayken Medine’de vefat etti. Vasiyeti üzerine, gece vakti Cennetü’l-Bakî kabristanlığına defnedildi.
Geride, paha biçilmez bir ilim hazinesi ve cihan şümul bir fazilet örneği bıraktı. O, “Sıddîk’ın kızı Sıddîka,” “Peygamber’in sevgilisi Habîbe,” “Ümmetin Muallimesi” ve her şeyden öte “Mü’minlerin Annesi” idi.
Onun hayatı, bir kadının ilimde, hikmette, siyasette (ictihadıyla) ve ahlâkta nasıl zirveye çıkabileceğinin en parlak isbatıdır. O küçük hücresinden yayılan ilim ışığı, asırlardır olduğu gibi, bugün de yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir. Allah ondan ebediyen razı olsun.

***************

• Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kerîmesi (kızı) ve Ehl-i Beyt’in annesi.

Cennetin Reyhanı: Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ)
Güneşin Mekke ufuklarını henüz tam olarak aydınlatmadığı, Kâbe’nin yeniden inşâ edildiği günlerde, kutlu bir evde bir sevinç yankılandı. Burası, âlemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun en büyük destekçisi, müminlerin annesi Hz. Hatice’nin (r.anhâ) eviydi. Dünyaya gelen bu son kız evladı, eve bir nur, bir ışık gibi doğmuştu.
Ona “Fâtıma” adını verdiler. Fâtıma, “sütten kesilmiş” manasına gelse de, aynı zamanda onun ve neslinin Cehennem ateşinden uzak ve korunmuş olacağına bir işaretti. Daha sonra ona, yüzünün parlaklığı ve nuru sebebiyle “Zehra” (parlayan, ışık saçan) ve dünyadan yüz çevirip kendini ibadete verdiği için “Betül” (iffetli, her şeyden kesilip Allah’a yönelen) lakapları verilecekti.
Babasının Annesi: Mekke Yılları
Fâtıma’nın (r.anhâ) çocukluğu, sıradan bir çocuğun oyun ve neşesinden farklı geçti. O, gözlerini dünyanın en çetin mücadelesinin içine açmıştı. Babası, Allah’ın Elçisi olmuş, tek başına bütün bir şehre ve dünyaya “Bir olan Allah’a (c.c.) iman edin!” diye haykırıyordu.
Küçük Fâtıma, bu kutlu davanın en yakın şahidiydi. Babasının Müşrikler tarafından nasıl horlandığını, üzerine nasıl eziyetler yağdırıldığını görüyordu.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kâbe’nin gölgesinde secdeye varmıştı. O, Rabbiyle baş başayken, kalpleri kinle dolu müşrikler, bir devenin işkembesini getirip Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sırtına attılar. Efendimiz (s.a.v.) secdeden kalkamıyordu. Bu manzarayı gören küçük Fâtıma, yaşından beklenmeyen bir cesaretle koşarak geldi. O kirli ağırlığı babasının üzerinden titreyen küçük elleriyle attı ve bunu yapanlara karşı öfkeyle haykırdı.
Babası secdeden doğrulduğunda, gözlerinde hem hüzün hem de kızı için bir şefkat vardı. O gün Fâtıma, sadece bir evlat değil, aynı zamanda babasının koruyucusu, onun dert ortağı olmuştu. Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.) ona sık sık, “Ümmü Ebîhâ” yani “Babasının annesi” derdi. Çünkü o, annesi Hz. Hatice’nin vefatından sonra babasına bir anne şefkatiyle yaklaşmıştı.
“Hüzün Yılı” geldiğinde, Fâtıma (r.anhâ) önce şefkatli annesi Hz. Hatice’yi, kısa bir süre sonra da babasının koruyucusu amcası Ebû Tâlib’i kaybetti. Bu iki büyük kayıp, onu daha da olgunlaştırdı ve babasına daha sıkı sarılmasına sebep oldu.
Medine’ye Hicret ve Yeni Bir Hayat
Mekke’de zulüm dayanılmaz bir hâl alınca, Medine’ye hicret emri geldi. Hz. Fâtıma da, babasının ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ardından Medine’ye hicret edenler arasındaydı.
Medine, onun için yeni bir hayatın başlangıcıydı. Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki mütevazı odalardan birinde babasıyla birlikte kalıyordu. Artık genç bir hanımefendi olmuştu. Yürüyüşü, konuşması, oturuşu, kalkışı ve heybetiyle babası Resûlullah’a (s.a.v.) o kadar çok benzerdi ki, Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz bunu şöyle tasvir edecekti: “Konuşma tarzı ve edası bakımından Resûlullah’a Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini görmedim.”
Babası onu gördüğünde sevinçle ayağa kalkar, “Hoş geldin kızım!” der, elini tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Fâtıma (r.anhâ) da babasına aynı hürmet ve sevgiyle mukabele ederdi.

İki Denizin Buluşması: Hz. Ali ile Evliliği
Hz. Fâtıma (r.anhâ) evlilik çağına geldiğinde, Ashâb’ın en önde gelenleri onunla evlenmek istediler. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi büyük sahabeler Resûlullah’a (s.a.v.) bu taleplerini ilettiler. Fakat Efendimiz (s.a.v.) bu taleplere karşı sükût etti ve “Onun hakkında Allah’ın emrini bekliyorum,” buyurdu.
Sonra bir gün, Peygamberimizin (s.a.v.) amcasının oğlu, çocukluğundan beri O’nun yanında büyüyen, ilk Müslüman gençlerden olan “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali (r.a.) geldi. Hz. Ali, büyük bir hayâ içinde Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. O kadar mahcuptu ki, başını yerden kaldıramıyor ve meramını anlatamıyordu.
Resûlullah (s.a.v.), onun geliş sebebini anlayarak tebessüm etti ve sordu: “Ey Ali, bir ihtiyacın mı var?”
Hz. Ali (r.a.) kekeleyerek, “Ey Allah’ın Elçisi… Fâtıma’yı…” diyebildi.
Efendimiz (s.a.v.) sevinçle, “Mehir (evlilik bedeli) olarak verecek bir şeyin var mı?” diye sordu.
Hz. Ali (r.a.), “Ey Allah’ın Elçisi, bir kılıcım, bir kalkanım (zırhım) ve bir de devemden başka bir şeyim yok,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), “Kılıcın sana cihad için lazım, deven de su taşımak için. Ama zırhını satabilirsin,” buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) “Hutamiyye” denilen zırhını satarak parasını getirdi. Bu para ile tarihin en mütevazı, en sade ama en mübarek düğün hazırlıkları yapıldı. Çeyizleri, bir yatak, bir su testisi, bir el değirmeni ve birkaç basit ev eşyasından ibaretti.
Bu evlilik, sadece iki insanın değil, “iki denizin buluşması” gibiydi. Bu evlilikten, Cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ve İslam tarihinin kahraman kadınları Hz. Zeynep (r.anhâ) ile Hz. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) dünyaya gelecekti. Peygamber nesli (Ehl-i Beyt), bu mübarek evlilikle devam edecekti.

Sabır ve Cömertlik Timsali (Betül)
Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.) hayatı, büyük bir zenginlik içinde değil, derin bir sabır ve tevekkül içinde geçti. Hz. Fâtıma, ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Su taşımaktan omuzları, el değirmeninde buğday öğütmekten elleri nasır bağlamıştı.
Bir gün, bu meşakkat artık zor gelmeye başlamıştı. Babasına savaş esirleri geldiğini duyunca, bir yardımcı istemek için Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna vardı. Ancak o an babasının meşgul olduğunu görünce utandı ve bir şey söyleyemeden geri döndü.
Akşam olduğunda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kızı Fâtıma’nın evine geldi. “Kızım, bir ihtiyacın için gelmiştin, nedir o?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.) durumu anlattı. Efendimiz (s.a.v.) onları dinledikten sonra şöyle buyurdu:
“Size, istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi? Yatağınıza girdiğinizde 33 defa ‘Sübhanallâh’, 33 defa ‘Elhamdülillâh’ ve 34 defa ‘Allahu Ekber’ deyin. Bu, sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.”
O günden sonra Fâtıma ve Ali (r.anhümâ), bu tesbihatı hiç terk etmediler. Onlar, dünyanın geçici zorluklarına, ahiretin ebedi mükafatını tercih etmişlerdi.
Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) cömertliği (îsâr) ise dillere destandı. Bir defasında evde yiyecek azdı. Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve çocukları oruçluydular. İftar vakti geldiğinde, kapılarına bir fakir geldi. Evdeki tek yiyeceği o fakire verdiler ve su ile iftar ettiler. İkinci gün bir yetim geldi, yine yiyeceklerini verdiler. Üçüncü gün bir esir geldi, yine ellerindekini verdiler. Onların bu hâli üzerine, İnsan Sûresi’ndeki şu ayetlerin nâzil olduğu rivayet edilir:
“Onlar, kendileri (yemek) istedikleri halde yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından) dolayı Rabbimizden korkarız’ (derler). Allah da onları o günün fenalığından korur, yüzlerine parlaklık ve (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan, 8-11)
“Fâtıma Benden Bir Parçadır”
Resûlullah’ın (s.a.v.) Fâtıma’ya (r.anhâ) olan sevgisi, bir babanın kızına olan sevgisinin çok ötesindeydi. O, Fâtıma’da kendi neslinin devamını ve Ehl-i Beyt’in temelini görüyordu.
Bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Fâtıma benden bir parçadır (Fâtımetü bid’atün minnî). Kim onu sevindirirse beni sevindirmiş olur. Kim de onu incitirse beni incitmiş olur.”
Bu söz, Hz. Fâtıma’nın şahsında, Peygamber (s.a.v.) ailesine ve onun nesline gösterilmesi gereken hürmetin cihan şümul bir ölçüsü oldu.
En Hüzünlü Veda ve En Sevinçli Müjde
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Veda Haccı”ndan döndükten sonra hastalandı. Bu hastalık, O’nun vefat hastalığıydı. Kızı Fâtıma (r.anhâ), babasının başından bir an bile ayrılmadı.
Efendimiz (s.a.v.) son anlarında, kızı Fâtıma’yı yanına çağırdı. Kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) hıçkırarak ağlamaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar işaret etti, bir daha kulağına bir şey fısıldadı. Hz. Fâtıma (r.anhâ) bu defa gülümsedi.
Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz, bu garip hâli merak edip sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) “Babamın sırrını açıklayamam,” dedi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Aişe (r.anhâ) tekrar sorduğunda, Hz. Fâtıma (r.anhâ) o gün yaşananları şöyle anlattı:
“Babam bana önce, ‘Bu hastalıktan kurtulamayarak vefat edeceğini’ söyledi. Bunun üzerine ağladım. Sonra bana, ‘Ehl-i Beyt’imden bana ilk kavuşacak olanın sen olacağını ve Cennet kadınlarının efendisi olacağını’ müjdeledi. Bunun üzerine de tebessüm ettim.”
Babaya Kavuşma (Vuslat)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatı, Hz. Fâtıma (r.anhâ) için bu dünyadaki en büyük imtihandı. Babasına olan hasreti o kadar büyüktü ki, vefattan sonra bir daha kimse onu gülerken görmedi. Dünyayla bağını kesti, vaktini ibadetle ve babasının hasretiyle geçirdi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği müjde çok geçmeden gerçekleşti. Babasının vefatından sadece altı ay sonra, Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ) hastalandı. Vefat edeceğini anlamıştı. Eşi Hz. Ali’ye (r.a.) vasiyetini yaptı.
Onun vasiyeti bile, hayâsının (iffetinin) ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. O güne kadar vefat eden kadınların cenazelerinin üzerinin bir tabutla örtülmemesinden rahatsızdı. “Vefat ettiğimde, cenazemin üzerini örtün ki, namahrem gözler vücut hatlarımı görmesin. Ve beni gece defnedin,” diye vasiyet etti.
Ramazan ayının bir gecesinde, henüz yirmi sekiz yaşındayken, babasının müjdelediği gibi, O’na kavuşmak üzere ruhunu teslim etti.
Vasiyeti üzerine, eşi Hz. Ali (r.a.), onu gece vakti, sadece en yakınlarının katıldığı bir cenaze namazıyla Medine’de, Cennetü’l-Bâkî mezarlığına defnetti.
Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ), geride bıraktığı kısa ama nurlu hayatıyla; bir evlat olarak itaatin, bir eş olarak sadakatin, bir anne olarak şefkatin ve bir kul olarak sabrın en güzel örneği oldu. O, “Zehra” idi; karanlık dünyamızı aydınlatan parlak bir ışık ve “Betül” idi; dünyevi her şeyden kesilip yalnızca Allah’a yönelen mübarek bir hanımefendi olarak Ehl-i Beyt’in annesi ve müminlerin gönlünde taht kuran “Cennetin Reyhanı” oldu.

*************

• Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) torunları ve “Cennet gençlerinin efendileri”.

Cennet Gençlerinin İki Efendisi: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)
Giriş: Nübüvvet Hanedanının İki Reyhanı
Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başında, dünyanın en mübarek hanesi bulunuyordu. Burası, Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) kızı, “kadınların efendisi” Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın (r.a.) ve “Allah’ın Aslanı” Hz. Ali’nin (r.a.) yuvasıydı. Bu hane, maddî olarak sade, fakat manevî olarak kâinatın gıpta ettiği bir nur ile doluydu.
İşte bu nurlu yuvaya, hicretin üçüncü ve dördüncü yıllarında, gökten inen iki hediye gibi, iki mübarek torun geldi. Onlar, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “dünyadaki iki reyhanım (güzel kokulu çiçeğim)” diye sevdiği, “Cennet gençlerinin efendileri” olarak müjdelediği Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) idi.
Onların hayat hikâyesi, sadece bir soyağacının değil, bir mektebin, bir ahlâkın ve bir davanın hikâyesidir.
Nübüvvet Bahçesinin İki Gülü: Çocukluk Yılları
Hicretin üçüncü yılı, Ramazan ayının ortalarıydı. Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın (r.a.) hanesinde bir bayram sevinci yaşanıyordu. İlk torun haberi, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştığında, mübarek yüzleri sevincçle parladı. Hemen kızının evine geldi, nur topu gibi torununu kucağına aldı. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu.
Bu çocuğa ne isim verilecekti? Hz. Ali (r.a.), “Harb” (Savaş) ismini düşünmüştü, fakat Resûlullah (s.a.v.), “Hayır,” buyurdu, “Onun adı Hasan’dır.” Bu isim, daha evvel pek bilinmeyen, “güzel, iyilik sahibi” manalarına gelen bir isimdi. Efendimiz (s.a.v.), torunu için akîka kurbanı kestirdi ve saçları ağırlığınca gümüşü sadaka olarak dağıttı.
Bundan yaklaşık bir sene sonra, hicretin dördüncü yılı Şaban ayında, bu hane ikinci bir nurla daha aydınlandı. Efendimiz (s.a.v.) yine teşrif etti, ikinci torununu kucağına aldı, ezan ve kamet okudu. Hz. Ali (r.a.) yine aynı ismi düşünmüştü, ancak Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek, “Onun adı Hüseyin’dir” buyurdu. Hasan “güzel” demekti, Hüseyin ise “küçük güzel, güzellik” manasındaydı. Bu isimler dahi, onların kaderlerinin nasıl bir güzellik ve fazilet üzerine kurulacağını haber veriyordu.
Bu iki kardeş, sıradan çocuklar gibi büyümediler. Onların oyun alanı, Mescid-i Nebevî’ydi; en sevdikleri yer ise dedeleri Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek omuzları ve sırtıydı.
Bir gün Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) namaz kıldırırken, secdeyi alışılmışın dışında uzun tuttu. Ashâb-ı Kirâm, “Yâ Resûlallah, vahiy mi geldi, yoksa bir emir mi aldınız?” diye merak ettiler. Namaz bitince Efendimiz (s.a.v.) durumu şöyle izah etti: “Hayır, öyle bir şey olmadı. Lâkin oğlum (torunum Hüseyin) sırtıma çıkmıştı. O, hevesini alıp ininceye kadar secdeden kalkmayı aceleye getirmek istemedim.”
Yine bir gün Efendimiz (s.a.v.) minberde hutbe irad ediyordu. O esnada, küçük Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlekler, mescidin kapısından girdiler. Henüz küçük adımlarla yürüyor, düşe kalka dedelerine doğru ilerliyorlardı. Onların bu halini gören Rahmet Peygamberi (s.a.v.), sözünü kesti, minberden indi, torunlarını kucağına aldı ve tekrar minbere çıktı. Ashâbına dönerek şöyle buyurdu: “Allah, ‘Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için bir imtihandır’ (Enfâl, 8/28) buyururken ne kadar doğru söylemiş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini görünce dayanamadım, sözümü kesip onları kucağıma aldım.”
Onların sevgisi, Efendimiz’in (s.a.v.) şahsî sevgisi olmanın ötesinde, imanî bir meseleydi. Buyurdular ki: “Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.” ve “Allah’ım, ben bunları seviyorum, Sen de sev. Bunları seveni de sev!”
Ehl-i Beyt’in Fazileti ve İlâhî Tasdik
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, “Ehl-i Beyt” yani Peygamber hanedanının en mühim rükünleriydi. Onların bu hususiyeti, bizzat Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle de tasdik edilmiştir.

1. Tathîr (Temizlenme) Ayeti:
Bir gün Efendimiz (s.a.v.), kızı Hz. Fatıma’nın (r.a.) evindeydi. Üzerindeki abayı (hırkayı) çıkardı; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (Allah onlardan razı olsun) bu abanın altına aldı. Sonra ellerini kaldırıp dua etti ve şu ayet-i kerîmenin ilgili kısmını okudu:
“…Ey Peygamber’in ev halkı! (Ehl-i beyt!) Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzâb, 33/33)
Bu hadise, onların manevî temizliğinin ve seçilmişliğinin bir isbatı oldu.

2. Mübâhele (Lânetleşme) Ayeti:
Necran’dan Hristiyan bir heyet gelip, Hz. İsa (a.s.) hakkında Efendimiz (s.a.v.) ile münakaşaya girişmişti. Hakikat apaçık ortada olduğu halde inkârda direttiklerinde, Allah Teâlâ şu ayeti indirdi:
“Sana bu ilim geldikten sonra, seninle bu konuda çekişenlere de ki: ‘Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.'” (Âl-i İmrân, 3/61)
Mübâhele (karşılıklı lânetleşme) vakti geldiğinde, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), “kendimiz” yerine Hz. Ali’yi, “kadınlarımız” yerine Hz. Fatıma’yı ve “oğullarımız” yerine Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak meydana çıktı. Bu manzarayı gören Necranlılar, “Biz öyle yüzler görüyoruz ki, bunlar dua etse dağlar yerinden oynar” diyerek lânetleşmekten korktular ve cizye ödemeyi kabul ettiler.
Bu hadise, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in, Efendimiz’in (s.a.v.) “oğulları” mesabesinde olduğunu tasdik eden Kur’ânî bir delil oldu.

İki Mübarek Sîret: Hilm ve İzzet
Bu iki kardeş, Nübüvvet mektebinde yetişmiş olsalar da, tabiatları (yapıları) farklıydı. Hz. Hasan (r.a.), dedesine (s.a.v.) bedenen çok benzerdi; yumuşak huylu (halîm), cömert, barış yanlısı ve son derece vakurdu. Hz. Hüseyin (r.a.) ise daha çok babası Hz. Ali’ye (r.a.) benzerdi; cesur (şecî), onurlu (izzetli), haksızlığa boyun eğmeyen ve celâlli bir yapıya sahipti.
Ancak bu iki farklı tabiat, aynı gayeye hizmet ediyordu: İslâm’ın izzetini ve ümmetin birliğini korumak.
Onlar, dedelerinin vefatından sonra, ilk üç halife döneminde (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman – r.a.) Medine’de ilim ve ibadetle meşgul oldular. Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliğinin son günlerinde evi âsîler tarafından kuşatıldığında, babaları Hz. Ali (r.a.), “Gidin, amcanız Osman’ı koruyun!” diyerek Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) evin kapısına nöbetçi olarak göndermişti. Onlar bu vazifede yaralanmayı göze alarak halifeyi müdafaa etmeye çalıştılar.
Babaları Hz. Ali (r.a.) halife olduğunda ise, Cemel ve Sıffîn gibi fitne savaşlarında babalarının yanında yer aldılar, ancak hep kan dökülmemesi için gayret gösterdiler.

Hz. Hasan (r.a.): Sulhun Efendisi ve “Yevmü’l-Cemâa”
Babaları Hz. Ali’nin (r.a.) bir Hâricî tarafından şehit edilmesinden sonra, Kûfe halkı Hz. Hasan’a (r.a.) biat etti. Böylece İslâm’ın beşinci halifesi oldu. Aynı anda Şam’da ise Hz. Muâviye (r.a.), valilikten halifelik iddiasına geçmişti. İki büyük İslâm ordusu karşı karşıya gelme tehlikesiyle yüz yüzeydi.
Hz. Hasan (r.a.), dedesinin şu müjdesini hatırlıyordu. Efendimiz (s.a.v.), bir gün torunu Hasan’ı (r.a.) yanına oturtmuş ve şöyle buyurmuştu: “Bu benim oğlum seyyiddir (efendidir). Umulur ki Allah, onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunun arasını birleştirir.” (Buhârî)
Hz. Hasan (r.a.), halifeliğinin altıncı ayında, İslâm tarihinde eşine az rastlanır bir fazilet örneği gösterdi. Ümmetin kanının dökülmemesi, fitnenin sona ermesi ve birliğin sağlanması için, bazı şartlarla halifelik hakkından Hz. Muâviye (r.a.) lehine feragat etti.
Bu, bir zafiyet değil, dedesinin müjdesini gerçekleştiren bir “hilm” (yumuşak huyluluk ve sabır) ve hikmet hareketiydi. Müslümanlar o kadar sevindiler ki, o yıla “Yevmü’l-Cemâa” (Birlik Yılı) adı verildi.
Hz. Hasan (r.a.), bu kararından sonra Medine’ye çekildi. Hayatının kalan kısmını ilim, ibadet ve cömertlikle geçirdi. Malının yarısını birkaç defa Allah yolunda infak edecek kadar cömertti. Hicretin 50. yılında, Medine’de, rivayetlere göre zehirlenerek şehit edildi ve Cennetü’l-Bakî’ye, annesinin yanına defnedildi. O, kanı değil, barışı seçerek İslâm’a en büyük hizmetlerden birini yapmıştı.

Hz. Hüseyin (r.a.): Şehitlerin Serdarı ve Kerbelâ
Hz. Hasan’ın (r.a.) vefatından sonra, ümmetin Ehl-i Beyt’e olan sevgisi, Hz. Hüseyin (r.a.) üzerinde yoğunlaştı. O, Medine’de ilim ve ibadetiyle meşgul, son derece saygı duyulan bir şahsiyetti.
Hz. Muâviye’nin (r.a.) vefatından evvel, İslâm’ın şûra (istişare) esasına dayalı yönetim şeklini değiştirerek, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi, ümmet içinde büyük bir rahatsızlığa sebep oldu. Yezid, İslâmî hassasiyetleri zayıf, hilâfete lâyık görülmeyen bir kimseydi.
Hz. Muâviye (r.a.) vefat edip Yezid idareyi ele alınca, Medine valisinden derhal Hz. Hüseyin’den (r.a.) biat (bağlılık yemini) almasını istedi.
İşte burada, Hz. Hüseyin’in (r.a.) tabiatı ve davası ortaya çıktı. O, Yezid gibi birine biat etmenin, dedesinin kurduğu nizamın bozulmasına rıza göstermek olduğunu biliyordu. Tarihe geçen şu sözü söyledi: “Benim gibi (Peygamber torunu) biri, onun (Yezid) gibi (fâsık) birine biat etmez.”
Hz. Hüseyin (r.a.), bir isyan veya savaş başlatmak için yola çıkmadı. Yezid’in zulmünden kaçarak önce Mekke’ye sığındı. Bu esnada, babasının eski merkezi olan Kûfe’den binlerce mektup aldı. Kûfeliler, “Bize gel, seni halife tanıyalım, Yezid’in zulmünden bizi kurtar” diyorlardı.
Hz. Hüseyin (r.a.), bu davetlerin samimiyetini ölçmek için amcasının oğlu Müslim bin Akîl’i (r.a.) gönderdi. İlk haberler olumluydu. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (r.a.), ailesi ve az sayıdaki yakınıyla (yaklaşık 70 kişi) Kûfe’ye doğru yola çıktı. Niyeti, kan dökmek değil, mektup yazan Kûfelilerin davetine icabet etmek ve İslâmî idareyi yeniden tesis etmekti.
Ancak yolda acı haber geldi: Yezid’in valisi, Kûfe’ye girmiş, Müslim bin Akîl’i (r.a.) şehit etmiş ve halkı korkutarak sindirmişti. Gelen mektupların sahipleri, Hz. Hüseyin’i (r.a.) yalnız bırakmıştı.
Artık geri dönmek için çok geçti. Yezid’in binlerce kişilik ordusu, Fırat Nehri kenarındaki Kerbelâ denilen çölde, Hz. Hüseyin’in (r.a.) ve ailesinin etrafını sardı.
Hz. Hüseyin’e (r.a.) iki seçenek sunuldu: Ya Yezid’e biat edip zilleti kabul etmek, ya da savaşmak.
O, dedesinin torununa yakışan izzeti seçti. Hicretin 61. yılı, 10 Muharrem günü, insanlık tarihinin en acı hadiselerinden biri yaşandı. Hz. Hüseyin (r.a.) ve yanındaki kahraman Ehl-i Beyt mensupları, sayıca çok üstün bir orduya karşı, susuz bırakılmalarına rağmen, İslâm’ın izzetini ve Peygamber ahlâkını korumak için kahramanca savaştılar.
Hz. Hüseyin (r.a.), ailesinin gözleri önünde şehit edildiğinde, mübarek başı kesilerek Şam’a, Yezid’e gönderildi. O gün, sadece Peygamber torunu değil, İslâm’ın izzeti, onuru ve haksızlığa karşı duruşu şehit olmuştu.

Hatime: İki Yol, Tek Hakikat
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.); ikisi de “Cennet gençlerinin efendisi”, ikisi de Resûlullah’ın (s.a.v.) reyhanıydı. Onların kaderleri, ümmete iki farklı durumda nasıl davranılması gerektiğini öğreten birer hikmet dersidir:
• Hz. Hasan (r.a.), ümmetin birliğinin (ittihadının) tehlikeye girdiği, fitnenin Müslüman kanı döktüğü bir zamanda, şahsî hakkından feragat ederek sulh (barış) yolunu seçmiş ve ümmeti birleştirmiştir.
• Hz. Hüseyin (r.a.), dinin temel esaslarının (hak ve adaletin) tehlikeye girdiği, zulmün ve fıskın idareyi ele geçirdiği bir zamanda, izzeti ve onuru seçerek kıyam (hakkı ayağa kaldırma) ve şehadet yolunu seçmiştir.
Biri, hilâfeti bırakarak faziletin zirvesine çıkmış; diğeri, hilâfetin bozulmasına karşı durarak şehadetin zirvesine ulaşmıştır.
Onların mübarek nesilleri, “Seyyid” ve “Şerif” unvanlarıyla kıyamete kadar devam edecek, İslâm âlemine manevî rehberler olmaya devam edecektir. Onların hikâyesi, sevginin, faziletin, barışın ve izzetin hikâyesidir.
Allah’ın, Resûlü’nün, meleklerin ve bütün müminlerin salât ve selâmı, o mübarek Ehl-i Beyt’in, Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in üzerine olsun. (Âmin.)

****************

• Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası.
Kahramanlıkları ve Hizmetleriyle Bilinenler

Bismillâhirrahmânirrahîm.
Peygamber Sancağının Gölgesinde Bir Kalkan: Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.)
Güneşin Mekke’nin taştan evlerini yaktığı, ticaretin ve şiirin zirvede olduğu, ancak cehaletin de gönülleri kararttığı bir zamanda, Kâbe’nin hizmetkârları arasında bir adam öne çıkardı. Bu adam, heybetli duruşu, gür ve tesirli sesi, cömertliği ve Kureyş içindeki itibarıyla tanınan Abbas bin Abdülmuttalib’di. O, sıradan biri değildi; Haşimoğulları’nın reisi Abdülmuttalib’in oğlu ve alemlere rahmet olarak gönderilecek olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öz amcasıydı.
Hz. Abbas ile Efendimiz (s.a.v.) arasında sadece birkaç yaş fark vardı. Birlikte büyümüşler, aynı avluda oynamışlardı. Hz. Abbas, yeğeninin emsalsiz ahlakına, dürüstlüğüne ve hikmetine çocukluğundan beri şahitti. O, yeğenini sadece bir akraba olarak değil, Haşimoğulları’nın en kıymetli mücevheri olarak görür ve severdi.

Bölüm 1: Akabe Gecesi ve Gizli Kalkan
İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hz. Abbas’ın durumu nazikti. O, Mekke’nin ileri gelenlerindendi, Kâbe’nin sikâye (hacılara su temini) ve rifâde (hacıları ağırlama) gibi mühim vazifelerini yürütüyordu. Zahiren (dıştan) eski düzene bağlı görünse de, kalbi yeğeninin getirdiği nurdan habersiz değildi. Hanımı Ümmü’l-Fadl (r.anha), Mekke’de ilk Müslüman olan hanımlardandı ve evi, İslam’ın ilk filizlendiği yuvalardan biri haline gelmişti.
Hz. Abbas’ın derûnî (içsel) bağlılığının ve koruyuculuğunun ilk büyük işareti, “İkinci Akabe Biatı”nda ortaya çıktı. Medineli Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) şehirlerine davet etmek için gizlice Mekke’ye gelmişlerdi. Gece yarısı, Akabe denilen vadide buluştular. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında, o gün henüz zahiren Müslüman olduğunu ilan etmemiş olan amcası Hz. Abbas da vardı.
Hz. Abbas, orada bir Müslüman olarak değil, ailesinin bir ferdini koruyan bir Haşimoğlu reisi olarak söz aldı. Gür sesiyle Medinelilere (Ensar’a) seslendi:
“Ey Hazrec topluluğu! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Onu şimdiye kadar kavmimizden koruduk. O, kavmi içinde izzetli ve koruma altındadır. Ama o, size katılmak ve sizin yurdunuza gelmek istiyor. Eğer onu sonuna kadar koruyacağınıza ve ona muhalefet edeceklerle savaşacağınıza inanıyorsanız, bu ağır yükün altına girin. Yok eğer, onu alıp götürdükten sonra yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçin!”
Bu konuşma, bir amcanın, yeğeninin hayatını ne pahasına olursa olsun koruma kararlılığının bir isbatıydı. O gece, Hz. Abbas, henüz imanını açıklamasa da, İslam’ın Medine’ye hicret yolunu açan o tarihi anlaşmanın en mühim şahidi ve garantörü oldu.

Bölüm 2: Bedir’in Zor İmtihanı ve Gizlenen İman
Hicret gerçekleşti, ancak Hz. Abbas Mekke’de kaldı. Kureyş’in ileri gelenlerinden olduğu için müşrikler, onu Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşmaya zorladılar. Bu, onun hayatındaki en çetin imtihanlardan biriydi. Kalbi Medine’de, yeğeninin yanındaydı ama bedeni Kureyş ordusundaydı.
Savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve Hz. Abbas, diğer birçok Kureyşli gibi esir düştü. Esirler arasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası da vardı. O gece Allah Resûlü (s.a.v.) uyuyamadı. Esirlerin bağlandığı yerden gelen iniltileri duyuyordu. Sahabeler, “Ya Resûlallah, neden uyumuyorsunuz?” diye sorduklarında, “Amcam Abbas’ın iniltilerini duyuyorum, bağları sıkı mı?” buyurdu. Sahabeler hemen gidip onun bağlarını gevşettiler.
Esirler için fidye ödenmesi kararlaştırıldı. Hz. Abbas zengin bir adamdı. Efendimiz (s.a.v.) ondan hem kendisi hem de yeğenleri (Akil bin Ebî Tâlib ve Nevfel bin Hâris) için fidye ödemesini istedi. Hz. Abbas, “Ama ben zaten Müslüman’dım, onlar beni zorla getirdi. Yanımdaki şu kadar altını da benden aldılar, onu fidyeme say” dediyse de Efendimiz (s.a.v.) kabul etmedi: “Senin zahirî (görünen) durumun bize karşıydı. O dediğin altınları da savaşta kaybettin, bizden almadılar.”
Hz. Abbas, “Beni Kureyş’e el açacak halde mi bırakacaksın?” deyince, Efendimiz (s.a.v.) o ilahî sırrı açıkladı: “Hani Mekke’den çıkarken hanımın Ümmü’l-Fadl’a gizlice verdiğin ve ‘Başıma bir iş gelirse bu altınlar senindir, oğullarımındır’ diye tembihlediğin altınlar nerede?”
Hz. Abbas donakaldı. Bu sırrı hanımından başka kimse bilmiyordu. Hemen haykırdı: “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve sen O’nun Resûlü’sün! Bunu Allah’tan başkası bilemezdi.”
O, aslında çok önceden Müslüman olmuştu, ancak imanını Mekke’de gizliyordu. Bu hadise üzerine şu ayet-i kerimenin nazil olduğu rivayet edilir (TDV Meali):
“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: ‘Eğer Allah kalplerinizde bir hayır (iman) olduğunu bilirse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Enfâl, 8/70)
Allah Teâlâ, sözünü tuttu. Hz. Abbas, Mekke’ye döndükten sonra o kadar zenginleşti ki, “Allah bana o fidyeden kat kat fazlasını ve en mühimi olan mağfireti nasip etti” derdi.

Bölüm 3: Mekke’deki Göz ve Kulak
Hz. Abbas, Bedir’den sonra Mekke’ye döndü. Artık o, Medine’deki İslam devletinin Mekke’deki gizli gözü ve kulağıydı. Kureyş’in tüm planlarını, hazırlıklarını ve hareketlerini gizlice mektuplar yazarak Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ulaştırıyordu. Uhud Savaşı öncesinde ve sonrasında, Hendek Savaşı hazırlıklarında hep onun gönderdiği istihbarat, Müslümanların tedbir almasında hayati bir rol oynadı. O, Mekke’de kalarak hicret edenler kadar büyük bir hizmette bulunuyordu.

Bölüm 4: Fethin Müjdecisi ve Ebu Süfyan’ın Kurtuluşu
Mekke’nin Fethi için on bin kişilik muazzam İslam ordusu yola çıktığında, Hz. Abbas artık Mekke’de duramadı. Ailesini alıp Medine’ye doğru yola çıktı ve orduyla Cuhfe’de buluştu. Bu onun resmi hicretiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu görünce çok sevindi ve “Muhacirlerin sonuncusu, amcam Abbas’tır” buyurarak onu taltif etti.
Ordu Mekke’ye yaklaştığında, Hz. Abbas, bu fethin kansız olmasını çok arzuluyordu. Yeğeninin doğduğu şehre savaşsız girmesini istiyordu. Efendimiz’in (s.a.v.) katırı Düldül’e binerek Mekke’ye doğru ilerledi ve Kureyş’in reisi Ebu Süfyan ile karşılaştı. Ebu Süfyan, İslam ordusunun büyüklüğü karşısında dehşete kapılmıştı.
Hz. Abbas, eski dostunu ve Kureyş’in liderini koruması altına aldı. Onu katırının terkisine bindirerek Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdi. Ebu Süfyan’ın iman etmesine vesile oldu. Ertesi gün, Ebu Süfyan’ı ordunun geçit yaptığı bir tepeye çıkardı. Kabileler sancaklarıyla geçerken Ebu Süfyan, “Bugün büyük bir savaş olacak” deyince, Hz. Abbas onu düzeltti: “Hayır, bugün Allah’ın Kâbe’yi yücelteceği büyük bir merhamet günüdür.”
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’ye girerken kan dökülmemesi için amcasının ve Ebu Süfyan’ın itibarını kullandı. Şu meşhur emân (güvence) ilan edildi:
“Kim Kâbe’ye sığınırsa güvendedir. Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa güvendedir. Kim kendi evine kapanırsa güvendedir.”
Bazı rivayetlerde, “Kim Abbas’ın evine sığınırsa güvendedir” güvencesi de verilmişti. Hz. Abbas, fethin barışla tamamlanmasında kilit rol oynamıştı.

Bölüm 5: Huneyn’in Kahramanı: “O Gür Ses”
Hz. Abbas’ın kahramanlığının zirveye çıktığı yer ise Huneyn Savaşı’dır. Mekke’nin fethinden hemen sonra, Hevâzin ve Sakîf kabileleri büyük bir ordu toplamıştı. Müslüman ordusu, sayıca çok olmalarına (12.000 kişi) güvenerek bir vadiye girdi. Düşman pusu kurmuştu.
Aniden başlayan ok yağmuru ve saldırı, orduda büyük bir panik başlattı. Askerlerin çoğu geriye doğru kaçışmaya başladı. Savaş meydanında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç kahraman sahabi kalmıştı. Efendimiz (s.a.v.) ise sarsılmaz bir imanla, “Ben Peygamberim, yalan değil! Ben Abdülmuttalib’in oğluyum!” diye haykırıyordu.
İşte o an, bozgun zafere dönüştü. Efendimiz (s.a.v.), gür ve tesirli sesiyle meşhur olan amcası Hz. Abbas’a döndü ve emretti:
“Ey Abbas! Seslen o kaçanlara! Ey Semure Ağacı’nın (Hudeybiye’de biat edenlerin) yoldaşları! Ey Bakara Sûresi erleri!”
Hz. Abbas (r.a.), Allah vergisi o muazzam sesiyle tüm vadiyi inletircesine haykırdı:
“Yâ Ma’şere’l-Ensâr! Yâ Ashâbe’s-Semura!”
Bu sesi duyan sahabeler, sanki bir mıknatısa çekilir gibi duraksadılar. Kaçarken duydukları bu ses, onlara Akabe’deki, Bedir’deki, Uhud’daki ve Hudeybiye’deki yeminlerini hatırlattı. “Lebbeyk! (Buyur!)” diye haykırarak geri döndüler. Öyle bir dönüşle saldırdılar ki, savaşın seyri bir anda değişti ve büyük bir zafer kazanıldı. Hz. Abbas’ın sesi, dağılmış bir orduyu toplayan ilahî bir nida olmuştu.
Bölüm 6: Peygamber Amcasının Hürmeti ve “Yağmur Duası”
Hz. Abbas (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra da Müslümanlar arasında büyük bir saygı gördü. Halifeler ona “Peygamber’in amcası” hürmetiyle davranır, fikirlerine danışırlardı.
Hz. Ömer (r.a.) devrinde büyük bir kıtlık ve kuraklık yaşandı. İnsanlar perişan haldeydi. Hz. Ömer, halkı topladı ve yağmur duasına (istiskâ) çıktı. Ancak bu duada farklı bir tevessül (vesile kılma) vardı.
Hz. Ömer (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat etmiş olmasının hüznüyle, hayattaki en kıymetli akrabası olan Hz. Abbas’ın elini tuttu. Ellerini semaya kaldırdı ve gözyaşları içinde şöyle niyaz etti:
“Allah’ım! Bizler daha önce kuraklıkta Peygamberimiz’i (s.a.v.) vesile kılarak Sana yalvarırdık, Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz’in amcasını vesile kılarak Sana yalvarıyoruz. Onun hürmetine bize yağmur ver!”
Daha dua bitmeden gökyüzü bulutlarla kaplandı ve öyle bir yağmur yağdı ki, yer gök bereketle doldu. Sahabeler, Hz. Abbas’ın yanına koşup onu tebrik ettiler ve “Ey Peygamber’in amcası, ey Haramain’in (Mekke ve Medine’nin) sakisi!” diyerek ona olan sevgilerini gösterdiler.
Kıssadan Hisse
Hz. Abbas bin Abdülmuttalib (r.a.), hayatı boyunca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem kan bağıyla yakını hem de davasının sâdık bir hizmetkârı oldu. O, imanını gerektiğinde gizleyerek İslam’a Mekke’den hizmet eden bir stratejist; fetihte kan dökülmemesi için çalışan bir barış elçisi; Huneyn’de dağılan orduyu sesiyle toplayan bir kahraman ve Hz. Ömer devrinde hürmetine yağmurlar yağan mübarek bir ihtiyardı.
Onun hayatı bizlere, Allah’a ve Resûlü’ne olan sadakatin farklı yollarla gösterilebileceğini, bazen sabırla beklemenin, bazen de gür bir sesle haykırmanın “hizmet” olduğunu öğretir. O, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “amcası” olmanın şerefini, İslam’ın “kahramanı” olmanın faziletiyle birleştiren müstesna bir sahabiydi.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

**************

• Hz. Hamza bin Abdülmuttalib (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcası, “Allah’ın Arslanı” ve “Şehîdü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).

Allah’ın Arslanı ve Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza (r.a.)
Mekke’nin kavurucu güneşinin altında, Kâbe’nin gölgesinde bir adam yürürdü. Heybetiyle yeri titreten, bakışlarıyla en cesur yüreklere bile korku salan bir adam… Bu, Kureyş’in en yiğit savaşçısı, en usta avcısı, Abdülmuttalib’in oğlu Hamza idi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hem amcası hem de süt kardeşiydi. Aralarında sadece birkaç yaş fark vardı ve birlikte büyümüşlerdi.
Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin sosyal hayatının merkezindeydi. Güçlüydü, sözü dinlenirdi ve kabile asabiyeti (bağlılığı) çok kuvvetliydi. Yeğeni Muhammed’ül-Emîn’in (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiği ilk günlerde, o bu yeni davete pek alâka göstermemişti. Onun dünyası avcılık, yiğitlik ve Kureyş’in meseleleri üzerine kuruluydu.
Ancak kader, bu büyük kahramanı, “Allah’ın Arslanı” yapacak bir an için hazırlıyordu.
Hidayete Varılan Öfke
Peygamberliğin altıncı yılıydı. Müslümanlar sayıca az, güçsüz ve müşriklerin şiddetli eziyetleri altındaydı. Bir gün, Kureyş’in azılı İslâm düşmanlarından Ebû Cehil, Safâ tepesi civarında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) rastladı. O mübarek insana en ağır hakaretleri etti, hatta mübarek başına taş atarak onu yaraladı. Resûlullah (s.a.v.), bu eziyete sabırla mukabele etti ve evine çekildi.
O sırada, Abdullah bin Cüd’ân’ın cariyesi (hizmetçisi) bu alçakça manzarayı görmüştü.
Akşama doğru, Hz. Hamza (r.a.) her zamanki gibi avdan dönüyordu. Omuzunda yayı, belinde kılıcı, heybetle Mekke’ye girerken o cariye karşısına çıktı. Yüzünde bir öfke ve keder vardı:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz önce burada olup biteni görseydin! Kardeşinin oğlu Muhammed’e (s.a.v.) Ebû Cehil’in neler yaptığını, ona nasıl hakaretler edip nasıl yaraladığını bir görseydin! O ise tek bir cevap bile vermeden evine gitti.”
Bu sözler, Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kanı kaynattı. Bu, henüz iman ettiği için değil, kabile onuru, yani hamiyet-i cahiliye denilen soyluluk gururu içindi. Onun yeğenine, o yokken kimse dokunamazdı!
Yolunu değiştirmedi, avdan döndüğü gibi toz toprak içinde, yayını omuzundan indirmeden doğruca Kâbe’ye yürüdü. Ebû Cehil, Kureyş’in diğer ileri gelenleriyle birlikte oturmuş, yaptığıyla övünüyordu. Hz. Hamza (r.a.), gürleyen bir sesle kükredi:
“Benim yeğenime, ben onun dinindeyken, nasıl hakaret edersin?”
Ebû Cehil neye uğradığını şaşırmıştı. Cevap vermeye cüret edemeden, Hz. Hamza (r.a.) elindeki sert yayını Ebû Cehil’in başına bütün gücüyle indirdi. Ebû Cehil’in başı fena halde yarılmıştı. Ebû Cehil’in kabilesi olan Benî Mahzûm’dan adamlar ayağa kalktı, kılıçlar çekildi. Fakat Ebû Cehil, karşısındakinin Hamza olduğunu bilerek ve daha büyük bir fitneden korkarak adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi! Ben gerçekten onun yeğenine çok kötü hakaretler ettim.”
Hz. Hamza (r.a.), Kâbe’de o heybetiyle durdu ve bütün müşriklere meydan okudu:
“İşte ben de onun dinindeyim! Gücü yeten varsa, bana mâni olsun!”
İmandan Gelen Metanet
Bu büyük hadiseden sonra Hz. Hamza (r.a.) evine gitti. Lâkin o gece ona uyku haramdı. Öfkeyle “Ben onun dinindeyim” demişti ama kalbi bir muhasebe içindeydi. Bu, anlık bir öfke miydi, yoksa derûnî (içsel) bir hakikat miydi?
Bütün gece düşündü, tefekkür etti. Yeğeni Muhammed’in (s.a.v.) hayatını, onun dürüstlüğünü, onun getirdiği mesajın yüceliğini düşündü. O, putlara tapan atalarının yolundan gitmenin artık bir manası olmadığını idrak etti. Kalbi, hidayet nuruyla aydınlandı. Allah’a şöyle dua etti: “Allah’ım! Eğer bu tuttuğum yol doğruysa, kalbime imanı yerleştir. Bu şüpheyi benden gider.”
Sabah olduğunda, kalbinde zerre şüphe kalmamıştı. Doğruca Dârü’l-Erkâm’a, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve diğer Müslümanların gizlice toplandığı o mübarek eve gitti. Kapıyı çaldı.
İçeridekiler, Hz. Ömer (r.a.) henüz Müslüman olmadığı için, Hamza’nın (r.a.) gelişinden endişelendi. Acaba bir kötülük mü yapacaktı? Fakat Efendimiz (s.a.v.), “Açın kapıyı,” buyurdu. “Eğer hayırla geldiyse hoş geldi. Eğer şerle geldiyse, kendi kılıcıyla onu hallederiz.”
Hz. Hamza (r.a.) içeri girdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde durdu ve gür sesiyle Kelime-i Şehadet getirdi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enneke Resûlullah! (Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün!)”
Dârü’l-Erkâm, tekbir sesleriyle yankılandı. Bu, zayıf Müslümanlar için muazzam bir moral, müşrikler için ise büyük bir darbe oldu. Artık Müslümanların iki büyük koruyucusu vardı: Hz. Hamza (r.a.) ve kısa bir süre sonra Müslüman olacak olan Hz. Ömer (r.a.).
Hz. Hamza (r.a.) Müslüman olduktan sonra, o cahiliye dönemindeki öfkesi ve sertliği, İslâm’ın vakarına ve metanetine dönüştü. Artık o, gücünü kabile şerefi için değil, Allah yolunda kullanıyordu.
Bedir’in Kahramanı
Medine’ye hicret edildiğinde, Hz. Hamza (r.a.) en öndeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu, azatlı kölesi Zeyd bin Hârise (r.a.) ile kardeş ilan etti.
Bedir Savaşı’nda, o artık “Allah’ın Arslanı” olarak kükrüyordu. Savaş öncesi yapılan teke tek mücadelelerde (mübâreze), müşriklerin en azılı savaşçıları meydana çıktı. Hz. Hamza (r.a.), göğsüne taktığı devekuşu kanadıyla meydana atıldı. Karşısına çıkan Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa’yı (veya bazı rivayetlerde kardeşi Şeybe’yi) bir kılıç darbesiyle yere serdi. Savaş boyunca bir arslan gibi müşrik ordusunun saflarını yardı, geçti. Bedir zaferinin en büyük kahramanlarından biriydi.
Şehitlerin Efendisi: Uhud
Bedir’in acı intikamını almak isteyen müşrikler, bir yıl sonra Uhud’da toplandılar. Müşrik ordusunda biri vardı ki, onun tek bir vazifesi vardı: Hz. Hamza’yı (r.a.) şehit etmek.
Bu kişi, Habeşli bir köle olan Vahşî bin Harb idi. Mızrak (harbe) atmakta çok ustaydı. Efendisi Cübeyr bin Mut’im, “Amcamı Bedir’de öldüren Hamza’yı öldürürsen hürsün!” demişti. Ayrıca, Bedir’de babasını ve kardeşlerini kaybeden Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, Vahşî’ye büyük vaatlerde bulunmuştu.
Uhud Savaşı başladığında, Hz. Hamza (r.a.) yine en öndeydi. İki kılıçla savaştığı, önündeki düşmanları ekin biçer gibi devirdiği rivayet edilir. Savaşın en kızıştığı anda, Vahşî bir kayanın arkasına gizlenmiş, sadece “Allah’ın Arslanı”na nazarını (bakışını) kilitlemişti.
Hz. Hamza (r.a.), müşrik ordusunun merkezine doğru ilerlerken, Vahşî o meş’um mızrağını fırlattı. Mızrak, o mübarek bedene saplandı. Hz. Hamza (r.a.), Vahşî’nin üzerine yürümek istedi ama takati kalmamıştı. Yere düşerken son nefesiyle şehadet getirdi ve o mübarek ruhunu Rabbine teslim etti.
Savaşın seyri değişip Müslümanlar zor duruma düşünce, müşrikler şehitlerin naaşlarına müsle (uzuvlarını kesme) vahşetini uyguladılar. Hind, Vahşî’nin yanına gelerek Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşına hakaret etti.
Peygamberimizin (s.a.v.) Gözyaşları
Savaş bittikten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşıyordu. En sevdiği amcası, süt kardeşi, İslâm’ın kahramanı Hamza’yı (r.a.) aradı.
Onu bulduğunda gördüğü manzara, O’nun (s.a.v.) mübarek kalbini dağladı. Amcası tanınmaz haldeydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hayatındaki en büyük acılardan birini o gün yaşadı. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle buyurdu:
“Ey Allah’ın Resûlü’nün amcası! Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Sen ki, akrabalık bağlarını en çok gözeten ve hayırları en çok işleyendin.”
Efendimiz’in (s.a.v.) acısı o kadar büyüktü ki, bir an için intikam yemini etmek istedi. Lâkin Cebrail (a.s.) hemen şu ayet-i kerimeyi getirdi (Nahl Suresi, 126. Ayet):
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) yemininden vazgeçti ve sabretti.
Hz. Hamza (r.a.) ve diğer Uhud şehitleri için cenaze namazı kılındı. Rivayetlere göre Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hamza’nın (r.a.) cenaze namazını, diğer şehitlerle birlikte defalarca kıldırmış, ona olan sevgisini ve hürmetini göstermiştir.
Ve o gün, Resûlullah (s.a.v.) sevgili amcasına kıyamete kadar anılacak o yüce unvanı verdi:
“Seyyidü’ş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi).
Hz. Hamza’nın (r.a.) hayatı, kabilecilik onurundan imanın izzetine, dünyevi cesaretten “Allah’ın Arslanı” olmaya yükselişin muhteşem bir isbatıdır. O, sadakatin, kahramanlığın ve Allah yolunda canını feda etmenin en büyük timsallerinden biri olarak müminlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

****************

• Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.): “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) lakabıyla bilinen büyük kumandan.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Seyfullah: Allah’ın Kılıcı Hz. Hâlid bin Velîd (radıyallahu anh)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Keskin Kılıcı
Güneşin çölü kavurduğu Mekke’de, Kureyş’in en soylu ve en zengin kabilelerinden biri olan Mahzumoğulları arasında bir genç yetişiyordu. Adı Hâlid’di. Babası, Kureyş’in en nüfuzlu isimlerinden Velîd bin Muğîre idi. Hâlid, doğuştan bir savaşçıydı. Daha genç yaşta ata binmesi, kılıç kullanması ve mızrak atışındaki mahareti dillere destandı. O, sadece güçlü değil, aynı zamanda emsalsiz bir zekâya sahipti. Bir ordunun nerede zayıf olduğunu, düşmanın bir sonraki hamlesinin ne olacağını sezebilen keskin bir nazarı (bakışı) vardı.

İslam güneşi Mekke’de doğduğunda, Hâlid’in ailesi bu yeni dine şiddetle karşı çıkanların başındaydı. Hâlid de, atalarının yolunu takip ederek bu yeni davetin karşısında durdu. Bedir Savaşı’nda bulunmasa da, Uhud Savaşı’nda Kureyş ordusunun sağ kanat süvari birliğinin kumandanıydı.
Uhud’da savaşın seyri Müslümanların lehine dönmüş, Kureyş ordusu dağılmaya başlamıştı. Fakat Hâlid’in keskin gözleri, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ne olursa olsun yerinizden ayrılmayın!” diye emrettiği Ayneyn tepesindeki okçuların, ganimet almak için yerlerini terk ettiğini fark etti. Bu, bir askeri deha için kaçırılmayacak bir fırsattı. Hâlid, bir kartal gibi süvarileriyle tepenin arkasından dolaştı ve İslam ordusunu arkadan çevirdi. Bu ani ve dâhiyane hamle, savaşın seyrini Müslümanların aleyhine çevirdi ve o gün, Hz. Hamza (r.a.) başta olmak üzere pek çok güzide sahabe şehadet şerbetini içti.
Hâlid, Hendek Savaşı’nda da Müslümanları zorlayan süvari hücumlarını yönetti. O, Mekke’nin müşrikler elindeki en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Kalbin Fethi ve Medine Yolculuğu
Yıllar geçti. Hudeybiye Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma, Mekkelilerin zannettiğinin aksine, İslam’ın yayılmasına büyük bir kapı açtı. Hâlid bin Velîd gibi dâhiler, artık kaba kuvvetle bu nurun söndürülemeyeceğini idrak etmeye başlamıştı.
Bir gün, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hâlid’in Müslüman olan kardeşi Velîd’e (r.a.) sordu: “Hâlid nerede? Onun gibi bir zekâ ve kabiliyetin İslam’dan uzak kalması ne kadar yazık! Keşke gelse de, bu kabiliyetini Müslümanların safında kullansa…”
Bu sözler, Velîd (r.a.) tarafından bir mektupla Hâlid’e ulaştırıldı. Hâlid zaten bir arayış içindeydi. Gördüğü rüyalar, kalbindeki tereddütler onu hakikate doğru çekiyordu. Bu mektup, son davet oldu. Kureyş’in bir diğer dâhisi olan Amr bin Âs (r.a.) ile gizlice anlaştılar. İkisi birlikte, İslam’ın başkenti Medine’ye doğru yola çıktılar.
Medine’ye vardıklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki büyük dehanın gelişine çok sevindi. Hâlid, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Büyük bir mahcubiyet içindeydi. Uhud’da yaptıkları aklına geldikçe eziliyordu.
“Yâ Resûlallah,” dedi. “Ben, Allah yolundan alıkoymak için pek çok savaşa katıldım. Benim için Allah’a istiğfar et, beni bağışlaması için dua et.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek o müjdeyi verdi:
“Ey Hâlid! Bilmez misin ki, İslam, kendinden önceki bütün günahları siler, yok eder.”
O an, Hâlid bin Velîd (r.a.), kalbini ve kılıcını Allah ve Resûlü’ne teslim etti. Mekke’nin kılıcı, artık İslam’ın hizmetkârıydı.

Üçüncü Bölüm: “Seyfullah” Lakabının Doğuşu (Mute Savaşı)
Hz. Hâlid’in Müslüman oluşunun üzerinden çok kısa bir zaman geçmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Bizans İmparatorluğu’na bağlı Gassanîlere gönderdiği elçinin şehit edilmesi üzerine 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun karşısında ise 100.000 (bazı rivayetlerde 200.000) kişilik devasa bir Bizans ordusu vardı.
Efendimiz (s.a.v.), sancağı Zeyd bin Hârise’ye (r.a.) verdi ve buyurdu: “Zeyd şehit düşerse sancağı Ca’fer (bin Ebî Tâlib) alsın. Ca’fer şehit düşerse Abdullah bin Revâha alsın. O da şehit düşerse, Müslümanlar aralarından birini komutan seçsin.”
Hz. Hâlid de bu orduda bir nefer olarak bulunuyordu.
Savaş, Mute denilen yerde başladı. 3.000 kişi, kendilerinden katbekat üstün bir orduya karşı kahramanca çarpışıyordu. Çok geçmeden, Resûlullah’ın (s.a.v.) bildirdiği gibi Hz. Zeyd şehit düştü. Sancağı Hz. Ca’fer aldı. O da savaşırken iki kolunu kaybetti ve sancağı dişleriyle tutarken şehit düştü. Sancağı Hz. Abdullah bin Revâha aldı ve o da şehadet şerbetini içti.
İslam ordusu komutansız kalmış, dağılmak üzereydi. İşte o an, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.) ileri atıldı ve sancağı kaptığı gibi havaya kaldırdı. Ordunun dağılmasını engelledi. O gün güneş batana kadar kahramanca savaştı.
Kendi ifadesiyle, “O gün Mute’de elimde tam dokuz kılıç parçalandı. Elimde sadece Yemen işi enli bir kılıç kaldı.”
Hâlid (r.a.), gece olunca askeri dehasını konuşturdu. Bu ordunun buradan kurtulmasının tek yolu, düşmanı şaşırtmaktı. Gece vakti, ordunun sağ kanadını sola, sol kanadını sağa; öncüleri artçılara, artçıları öncülere kaydırdı. Sabah olduğunda, Bizans ordusu karşılarında farklı sancaklar ve farklı yüzler görünce, “Müslümanlara Medine’den yardım kuvveti gelmiş!” zannettiler.
Hz. Hâlid, bu şaşkınlıktan istifade ederek “Saht-ı Ric’at” denilen dâhiyane bir çekilme taktiği uyguladı. Düşmana ağır kayıplar verdirerek ve kendi ordusunu büyük bir felaketten kurtararak Medine’ye geri döndürdü.
Aynı anda Medine’de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gözyaşları içinde Mute’de olanları ashabına anlatıyordu: “Sancağı Zeyd aldı, şehit düştü. Ca’fer aldı, şehit düştü. İbn Revâha aldı, o da şehit düştü…” Ashab hüzün içindeydi. Efendimiz (s.a.v.) devam etti:
“…Nihayet sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç (Seyfullah) aldı ve Allah onlara fethi müyesser kıldı.”
İşte o gün, Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından “Allah’ın Kılıcı” (Seyfullah) lakabıyla şereflendirildi.

Dördüncü Bölüm: İrtidat (Dinden Dönme) Yangınını Söndüren Kılıç
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Arap yarımadasında büyük bir yangın başladı. Pek çok kabile, “Biz Muhammed’e (s.a.v.) itaat ediyorduk, O vefat etti, artık zekât vermeyiz” diyerek dinden döndü (irtidat etti). Yalancı peygamberler türedi. Bunların en tehlikelisi, Yemâme’deki Müseylemetü’l-Kezzâb idi.
Medine, ateşle çevrilmiş gibiydi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), halife olarak dimdik durdu. “Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah’a (s.a.v.) verdikleri bir keçi yavrusunu dahi benden esirgerlerse, onlarla savaşırım!” dedi ve orduları hazırladı.
Bu irtidat yangınını söndürecek kişi, Seyfullah’tan başkası değildi.
Hz. Hâlid (r.a.), önce Tuleyha’yı, ardından Secah’ı (diğer yalancı peygamberler) bertaraf etti. Sonra en zorlu düşman olan Müseylime’nin üzerine, Yemâme’ye yürüdü. Yemâme Savaşı, İslam tarihinin en çetin savaşlarından biri oldu. Müseylime’nin 40.000 kişilik ordusuna karşı Müslümanlar zor anlar yaşadı. Pek çok hafız sahabe bu savaşta şehit düştü.
Hz. Hâlid (r.a.), ordunun sarsıldığını görünce gürledi: “Ey Kur’an ehli! Kur’an’ı amellerinizle süsleyin!” Askerleri kabile kabile ayırarak tanzim etti. Müthiş bir hücumla Müseylime’nin ordusunu “Hadîkatü’r-Rahmân” (Rahman’ın Bahçesi) denilen bir bahçeye sıkıştırdı. Bu bahçe, o gün Müslümanların kanıyla sulandığı için “Hadîkatü’l-Mevt” (Ölüm Bahçesi) adını aldı. Sonunda Hz. Vahşî (r.a.), Müseylime’yi öldürdü ve bu büyük fitne ateşi söndü.
Beşinci Bölüm: İki Cihan İmparatorluğuna Karşı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) dönemi, fitneler bastırıldıktan sonra fetihlerin başladığı dönem oldu. Hz. Hâlid (r.a.), önce o dönemin süper güçlerinden biri olan Sasani (İran) İmparatorluğu’nun üzerine, Irak cephesine gönderildi. Zâtü’s-Selâsil (Zincirler) Savaşı başta olmak üzere girdiği hiçbir savaşta yenilmedi. Sasani ordularını perişan ederek Hîre’ye kadar ulaştı.
Tam bu sırada, diğer süper güç olan Bizans (Rum) İmparatorluğu, Suriye cephesinde Müslümanlara karşı büyük bir ordu toplamıştı. Halife Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) acil bir ferman geldi: “Irak’ı bırak, derhal Suriye’deki ordunun başına geç!”
Hz. Hâlid’in (r.a.) Irak’tan Suriye’ye geçişi, askeri tarihin en dâhiyane ve en cüretkâr hamlelerinden biridir. Normal kervan yolları aylarca sürerdi ve Bizans pusularıyla doluydu. Hz. Hâlid, kimsenin geçmeye cesaret edemediği, susuz ve kavurucu çölden geçmeye karar verdi. Ordusundaki develere günlerce su içirdi, bazılarının dudaklarını bağlayarak suyu midelerinde tutmalarını sağladı. Çölde susuzluktan kırılma noktasına geldiklerinde bu develeri keserek içlerindeki suyu kullandılar ve mucizevi bir şekilde Bizans ordusunun beklemediği bir anda Suriye’de ortaya çıktılar.

Altıncı Bölüm: Yermük Meydan Muharebesi ve En Büyük İmtihan
Suriye’deki dağınık İslam ordularını birleştiren Hz. Hâlid (r.a.), Bizans İmparatoru Heraklius’un gönderdiği 240.000 kişilik devasa orduyu Yermük vadisinde karşıladı. Müslümanlar ise sadece 40.000 kişiydi.
Bu sırada Medine’de Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat etmiş, yerine Hz. Ömer (r.a.) geçmişti. Hz. Ömer (r.a.), halife olur olmaz, Hz. Hâlid’i (r.a.) başkomutanlıktan azledip, yerine “Ümmetin Emini” lakaplı Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı (r.a.) tayin eden bir mektup gönderdi.
Hz. Ebû Ubeyde (r.a.), büyük bir feraset sahibiydi. Yermük gibi dehşetli bir savaşın tam ortasında bu mektubu almasına rağmen, ordunun maneviyatı bozulmasın diye mektubu gizledi ve savaşı Hz. Hâlid’in (r.a.) yönetmesini rica etti.
Hz. Hâlid (r.a.), Yermük’te yine askeri dehasını gösterdi. 40 bin kişilik orduyu 36-40 adet küçük, hareketli tabura (Kürdûs) ayırdı. Bu taburlar, Bizans’ın ağır ve hantal ordusunun kanatlarına sürekli vur-kaç yaparak düşmanın nizamını bozdu. Kadınlar bile savaşın gerisinde durup kaçmak isteyen Müslümanlara “Bizi Rumlara mı bırakacaksınız!” diye haykırarak onları cepheye geri döndürdü. Muazzam bir zafer kazanıldı ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı.
Zaferden sonra, Hz. Hâlid (r.a.) azledildiğini öğrendi. Herkes onun isyan etmesini bekliyordu. O ise, tarihe geçecek o muazzam teslimiyetini gösterdi:
“Ben, Ömer için savaşmıyordum. Ben, Ömer’in Rabbi olan Allah için savaşıyordum. Komutan değişse de, Allah bâkidir.”
Hemen Hz. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) emrine girdi ve bir nefer olarak savaşmaya devam etti. Hz. Ömer’in (r.a.) onu neden azlettiği sorulduğunda, Halife şöyle cevap vermişti: “Hâlid’i bir eksikliğinden dolayı azletmedim. Ancak insanlar zaferleri ondan bilmeye başladılar. Ben, zaferleri verenin sadece Allah olduğunu bilsinler diye Hâlid’i azlettim.”
Bu, hem Hâlid (r.a.) için hem de ümmet için büyük bir tevhid dersiydi.

Yedinci Bölüm: Kılıcın Kınına Girişi ve Vefatı
Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.), hayatı boyunca yüzden fazla savaşa (büyük-küçük) katılmıştı. Girdiği hiçbir meydan muharebesini kaybetmemişti.
Ömrünün son demlerini Humus’ta geçirdi. Artık kılıcı kınındaydı. Yatağında, vefat döşeğindeydi. Yanında silah arkadaşları ağlıyordu. Hz. Hâlid (r.a.), üzerindeki örtüyü kaldırdı ve vücudunu gösterdi.
“Bakın,” dedi. “Vücudumda bir kılıç darbesi, bir mızrak yarası veya bir ok izi olmayan bir karış yer var mı? Bütün hayatım at sırtında, cihad meydanlarında geçti. Hep şehit olmayı arzuladım. Ama görün ki, şimdi bir deve nasıl yatağında ölürse, ben de öyle ölüyorum…”
Sonra o meşhur sözünü söyledi:
“Korkakların gözüne uyku girmesin!”
Allah’ın Kılıcı, Mekke’nin Uhud’daki mağrur komutanıyken İslam’ın Mute’deki kahramanı, Yermük’teki dâhisi ve son nefesinde bir nefer teslimiyetiyle Rabbine kavuşan mübarek bir sahabe olarak 642 yılında Humus’ta vefat etti.
Onun mirası, sadece askeri deha değil, aynı zamanda hidayete eriş, imana teslimiyet ve Allah’ın emrine (Halife’nin emri dahil) tam bir itaat mirasıdır.
Cenâb-ı Hak, o büyük kumandandan ebediyen razı olsun. Şefaatine nâil eylesin. Amin.

******************

• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.): İslâm’ın ilk müezzini ve İslâm uğruna büyük işkencelere sabreden sahabi.

Ebedî Sese Giden Yol: Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)

1. Bölüm: Mekke Ufkunda Bir Garip Köle
Güneşin Arabistan çöllerini yakıp kavurduğu bir zamanda, Mekke şehri, putların gölgesinde yaşayan bir topluluğa ev sahipliği yapıyordu. İnsanların değerinin, tenlerinin rengiyle, soylarının asilliğiyle veya sahip oldukları servetle ölçüldüğü karanlık bir dönemdi.
İşte bu şehirde, Habeşistan asıllı, teni gece gibi siyah, fakat kalbi aydınlık bir inci tanesi gibi temiz bir köle yaşardı: Bilâl bin Ebî Rebâh.
Bilâl, Mekke’nin en güçlü, en zengin ama aynı zamanda en katı kalpli efendilerinden biri olan Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Onun hayatı, efendisinin emirlerine harfiyen uymakla geçiyordu. O günün anlayışına göre, Bilâl’in bir “değeri” yoktu; o, alınıp satılan bir eşyadan farksızdı. Fakat Bilâl’in derûnunda, bu adaletsiz düzeni sorgulayan, hakikati arayan asil bir ruh gizliydi.
Bir gün Mekke’de, daha önce hiç duyulmamış bir fısıltı dolaşmaya başladı. “Emin” (Güvenilir) lakabıyla bilinen Muhammed (s.a.v.), “Tek bir Allah vardır. Putlar ilah değildir. İnsanlar eşittir.” diyordu.
Bu ses, Mekke’nin köhne düzenini temelinden sarsan bir sesti. Bu ses, köle ile efendiyi, zengin ile fakiri, siyah ile beyazı “takvâ” (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) dışında eşitleyen bir davetti.

2. Bölüm: İmanın Kalbe Düşüşü: “Ehad! Ehad!”
Bu yeni davet, Hz. Bilâl’in (r.a.) arayış içinde olan ruhuna bir şimşek gibi çarptı. O, Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzuruna gizlice vardı ve o nurun halkasına dâhil oldu. Kelime-i Şehâdet getirerek, zincirlerini değil belki ama ruhunu özgürleştirdi. Artık o, bedeni köle olsa da ruhu hür bir Müslümandı.
Ancak Mekke’de imanını açıklamak, ateşe atlamaktan farksızdı.
Çok geçmeden, Ümeyye bin Halef, kölesi Bilâl’in bu “yeni dine” girdiğini öğrendi. Efendisinin kibri ve öfkesi korkunçtu. Kendi kölesinin, atalarının taptığı Lât ve Uzzâ putlarını inkâr edip, “Tek Bir Allah”a iman etmesini hazmedemiyordu.
Ve İslâm tarihinin en acı, ama en şerefli sabır imtihanlarından biri başladı.
Ümeyye, öğle vaktinin en kızgın anında, güneşin gökyüzünde bir ateş topu gibi durduğu saatlerde, Hz. Bilâl’i (r.a.) Mekke’nin kızgın kumlarına yatırırdı. Yetmezmiş gibi, birkaç kişinin zorla kaldırabildiği dev bir kayayı göğsünün üzerine koydururdu.
Nefesi kesilen, kemikleri ezilen Bilâl’in dudaklarından sadece iki kelime dökülürdü:
“Ehad! Ehad!” (Allah Birdir! Birdir!)
Ümeyye çılgına dönerdi: “Muhammed’in Rabbini inkâr et! Lât ve Uzzâ’ya döndüğünü söyle, seni bırakayım!”
Ama o kayanın altındaki sarsılmaz iman, şu cevabı verirdi: “Dilim dönmüyor… Ehad! Ehad!”
Ona işkence ederler, boynuna ip takıp Mekke sokaklarında çocuklara çektirirlerdi. Ama Hz. Bilâl’in (r.a.) kalbindeki tevhid nurunu söküp atamazlardı. O, bu işkencelerle alay edercesine “Ehad! Ehad!” demeye devam etti. Onun bu direnişi, Mekke’deki bütün müşriklere karşı tek başına kazanılmış bir zaferdi.

3. Bölüm: Hürriyete Kanat Çırpış
Hz. Bilâl’in (r.a.) bu kahramanca sabrı, Müslümanların yüreğini dağlıyordu. Bir gün, o yine işkence altındayken, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en sadık dostu, “Sıddîk” lakaplı Hz. Ebû Bekir (r.a.) oradan geçiyordu.
Bu manzaraya daha fazla dayanamayan Hz. Ebû Bekir (r.a.), hemen Ümeyye’ye gitti ve ona bir teklifte bulundu. Hz. Bilâl’i (r.a.) satın almak istiyordu. Ümeyye, zaten işkence etmekten yorulduğu ve “işe yaramaz” hâle geldiğini düşündüğü kölesi için bu teklifi kârlı buldu ve kabul etti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Bilâl’i (r.a.) satın alır almaz, “Sen artık hürsün Bilâl! Allah için hürsün!” dedi.
Bu, sadece bir kölenin âzat edilmesi değil; bu, İslâm’ın insan onuruna verdiği değerin, ırkçılığı ve sınıf ayrımını ayaklar altına alışının ilk ve en güçlü ilanıydı. Hz. Bilâl (r.a.), artık sadece hür bir insan değil, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en yakın dostlarından, “Bilâl-i Habeşî” idi.

4. Bölüm: Medine’nin Sesi ve İlk Ezan
Müslümanlar için Mekke’de hayat çekilmez olunca, Allah’ın izniyle Medine’ye hicret başladı. Hz. Bilâl (r.a.) de bu kutlu yolculuğa katıldı.
Medine’de Mescid-i Nebevî inşa edilmiş, İslâm devleti kurulmuştu. Artık Müslümanlar bir araya gelip cemaatle namaz kılıyorlardı. Fakat bir sorun vardı: İnsanları namaz vaktinde nasıl bir araya toplamalı? Kimi “Çan çalalım” dedi, kimi “Boru öttürelim,” kimi “Ateş yakalım” dedi. Fakat bunların hepsi başka dinlerin âdetleriydi.
Bir gece, sahâbîlerden Abdullah bin Zeyd (r.a.) manalı bir rüya gördü. Rüyasında yeşil elbiseli bir zat, ona namaza nasıl çağırılacağını, yani Ezan’ın mübarek sözlerini öğretti: “Allahu Ekber, Allahu Ekber…”
Sabah hemen Peygamber Efendimize (s.a.v.) koştu ve rüyasını anlattı. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ettiler ve “Bu, şüphesiz hak bir rüyadır” buyurdular.
Sonra o tarihî emri verdiler: “Hemen Bilâl’e git ve duyduklarını ona öğret. O, bunları yüksek sesle okusun. Çünkü onun sesi, seninkinden çok daha gür ve dokunaklıdır.”
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin en yüksek yerine çıktı. Mekke’de “Ehad! Ehad!” diye inleyen o mübarek insan, şimdi Medine semalarında şu sedâyı yükseltiyordu:
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!…”
Bu ses, Medine’nin tüm sokaklarında yankılandı. Bu, İslâm’ın ilk Ezanı’ydı. Müslümanlar gözyaşları içinde mescide koştular. Dün üzerine kaya konulan o göğüs, bugün İslâm’ın çağrısını tüm cihana haykırıyordu. O günden sonra Hz. Bilâl (r.a.), “Müezzinü’r-Resûl” (Peygamberin Müezzini) unvanını aldı.

5. Bölüm: Zaferin Zirvesi: Kâbe’nin Üstünde Bir Müezzin
Yıllar geçti. Müslümanlar güçlendi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te büyük mücadeleler verildi. Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. Bedir Savaşı’nda, kendisine o zulümleri yapan eski efendisi Ümeyye bin Halef’in hak ettiği cezayı buluşuna şahit oldu.
Ve nihayet, hicretin 8. yılı… Mekke Fethi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), muzaffer bir komutan olarak, ama başı tevazu ile eğik bir şekilde Mekke’ye giriyordu. Yanında, dün köle olarak hor görülen Bilâl (r.a.) vardı.
Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’yi putlardan temizletti. İnsanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri yaşanıyordu. Öğle vakti geldiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanındaki Bilâl’e (r.a.) döndü ve ona, Kâbe’nin üzerine çıkıp Ezan okumasını emretti.
Bu, inanılmaz bir manzaraydı.
Mekke’nin kibirli soyluları, dün “köle” diye hakaret ettikleri, işkence ettikleri o Habeşli adamın, şimdi ayaklarının altındaki putları çiğneyerek Kâbe’nin damına çıkışını izliyorlardı.
Ve Hz. Bilâl’in (r.a.) gür sesi, fethedilen Mekke semalarında yankılandı: “Allâhu Ekber!… Eşhedü en lâ ilâhe illallâh…”
Bu Ezan, sadece bir namaz çağrısı değildi. Bu Ezan, ırkçılığın, kibrin, zulmün bittiğinin; üstünlüğün ancak takvâ ile olduğunun ilanıydı. Dün “Ehad” diyen ses, bugün “Allahu Ekber” diyerek zaferi taçlandırıyordu.

6. Bölüm: En Büyük Ayrılık ve Son Ezan
Hz. Bilâl (r.a.), Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatına kadar O’nun müezzinliğini yaptı. Efendimizin (s.a.v.) vefatı, onun için dayanılmaz bir acıydı. O kadar üzüldü ki, artık Medine sokakları ona dar gelmeye başladı. Peygamberinin olmadığı bir şehirde Ezan okumak, ona çok ağır geliyordu.
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Elçisidir) cümlesine geldiğinde sesi titriyor, boğazı düğümleniyor, gözyaşlarına boğuluyordu.
Artık dayanamadı. Halife olan Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) izin isteyerek Medine’den ayrıldı ve Şam (Suriye) taraflarına, Allah yolunda cihad etmek için gitti.
Yıllar geçmişti. Hz. Ömer (r.a.) halife olmuştu. Bir gün Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sevgili torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), dedelerinin müezzinini çok özlemişlerdi. Hz. Bilâl’in (r.a.) Medine’ye gelmesini rica ettiler.
Yaşlanmış olan Hz. Bilâl (r.a.), bu daveti kıramadı ve Medine’ye geldi. Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.), ondan bir kez daha, sadece bir kez daha Medine’de Ezan okumasını istediler.
Hz. Bilâl (r.a.), sevgili torunları kıramadı. Sabah namazı için yıllar sonra Mescid-i Nebevî’nin minaresine çıktı.
“Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!”
Medine halkı bu sesi tanımıştı! Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) sesiydi! Peygamber zamanındaki o mübarek Ezan’dı!
Hz. Bilâl (r.a.) “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh” dedi…
Ve “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dediği anda…
Sadece o değil, bütün Medine ağlıyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi hatırlayarak sokaklara dökülmüş, hıçkırıklarla ağlıyorlardı. O gün, Medine’nin en hüzünlü ve en nurlu günlerinden biri olarak tarihe geçti.

Miras
Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.), bu son ziyaretinden sonra Şam’a döndü ve orada vefat etti.
O, geride sadece güzel bir ses bırakmadı. O, imanın köleliği de, ırkçılığı da, zulmü de yeneceğinin canlı bir ispatı oldu. O, sabrın, sadakatin ve ihlasın sembolü oldu. O, Mekke’nin kızgın kumlarından Kâbe’nin zirvesine yükselen mübarek bir davetçi olarak mü’minlerin kalbinde yaşamaya devam etmektedir.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*****************

• Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.): Medine’ye gönderilen ilk muallim (öğretmen) ve Uhud Savaşı’nın sancaktarı ve şehidi.

Mekke’nin İncisinden Uhud’un Sancağına: Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Birinci Bölüm: Mekke’nin Parlayan Genci
Gözlerinizi bir an kapatın ve eski Mekke sokaklarında dolaştığınızı hayal edin. Öyle bir genç adam düşünün ki, o yürüdüğünde ardında adeta bir koku seli bırakır; en güzel Yemen kumaşlarından ipek elbiseler giyer, en nadide ayakkabıları eskitirdi. Saçları özenle taranmış, siması ay gibi parlaktı. Bu genç, Mekke’nin en zengin ve en asil ailelerinden birinin, Abdüddâroğulları’nın göz bebeğiydi: Mus’ab bin Umeyr.
Annesi Hunnâs bint Mâlik, oğluna o kadar düşkündü ki, Mekke’de ne kadar lüks, ne kadar kıymetli eşya varsa önüne sererdi. Mus’ab, Mekke’nin “en güzel giyineni”, “en yakışıklısı” ve “en zengini” olarak anılırdı. Onun bu zahirî (dışsal) parıltısı, herkesin dilindeydi. O, Mekke hayatının bütün imkânlarına sahip bir prensti adeta.
Fakat bu parıltılı hayatın derinliklerinde, Mus’ab’ın derûnî (içsel) dünyasında bir arayış vardı. Mekke’de yeni bir ses, daha önce hiç duyulmamış bir davet yankılanmaya başlamıştı. Bu ses, “Bir olan Allah’a iman edin” diyordu. Bu, Kureyş’in yetimi olarak bilinen, fakat “el-Emîn” (Güvenilir) sıfatıyla tanınan Muhammedü’l-Emîn’in (s.a.v.) sesiydi.

İkinci Bölüm: Kalbe Düşen Nur
Bu yeni davet, Mekke’nin ileri gelenlerinin hışmını çekmişti. İman edenler, putları reddedenler, gizlice Erkam’ın Evinde (Dârü’l-Erkam) toplanıyorlardı. Mus’ab bin Umeyr, bu daveti merak etti. Bir gün, bütün o şatafatlı hayatını ardında bırakarak gizlice Erkam’ın evinin kapısını çaldı.
İçeri girdiğinde, Allah Resûlü’nü (s.a.v.) ashabına Kur’an okurken buldu. O mısralar, o beyitler, Mus’ab’ın kalbine bir nur gibi işledi. Duydukları, bildiği hiçbir şeye benzemiyordu. O an, o lüks içinde yaşayan genç adam, hayatının en mühim kararını verdi. O da Kelime-i Şehadet getirerek Müslümanların arasına katıldı.
Artık Mus’ab, iki farklı hayat yaşıyordu. Zahirde Mekke’nin zengin genci, derûnî dünyasında ise Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuş bir mümindi. Bu durumu bir müddet ailesinden, özellikle de çok sevdiği ama bir o kadar da sert mizaçlı olan annesinden gizledi.

Üçüncü Bölüm: İman Bedel İster
Ancak hakikatin güneşi, bulutların ardında sonsuza dek kalmaz. Osman bin Talha, Mus’ab’ı gizlice namaz kılarken gördü ve hemen ailesine haber verdi.
Haber, annesi Hunnâs’a ulaştığında kıyamet koptu. Oğlunu bu kadar seven, üzerine titreyen anne, evlâdının “atalarının dinini” terk etmesini kabullenemedi. Mus’ab’ı çağırdı. Önce tatlı dille, sonra tehditle onu vazgeçirmeye çalıştı. Ona sunduğu bütün zenginlikleri geri almakla korkuttu.
Fakat Mus’ab’ın kalbine iman nuru bir kere yerleşmişti. Annesine ve ailesine karşı büyük bir edep ve saygıyla, fakat kararından asla dönmeyeceğini bildiren bir sebat ile cevap verdi.
“Ey anneciğim,” dedi. “Ben sana ancak nasihat ettim. Senin iyiliğini istiyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik et.”
Annesinin öfkesi daha da kabardı. Bu asil genci aldılar, evlerinin bir köşesine hapsettiler ve dininden dönmesi için işkenceye başladılar. Mekke’nin o nazlı prensi, şimdi kendi ailesinin esiri olmuştu.
Bir yolunu bulup Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katıldı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye geri döndü. Ancak ailesinin tavrı değişmemişti. Annesi, onu son kez vazgeçirmeye çalıştı. Mus’ab (r.a.) imanında direndi. Annesi çaresizce, “Git! Artık senin annen değilim!” dedi ve onu evinden kovdu. Mus’ab ise annesine son bir nazar (bakış) ile baktı ve “Anneciğim, ben sana hayırdan başkasını dilemem” diyerek oradan ayrıldı.
Artık Mus’ab için yepyeni bir hayat başlamıştı. O ipek elbiseler gitmiş, yerine vücudunu zorlukla örten, yamalı, eski bir hırka gelmişti. O güzel kokular yerini açlığa ve yokluğa bırakmıştı. Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.), Mus’ab’ı bu halde gördü. Eski günlerini bildiği Mus’ab’ın bu perişan ama vakur hali, Peygamber Efendimizin gözlerini yaşarttı. Ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“Şu zâta bakın! Allah, onun kalbini nasıl da nurlandırmış! Onu annesiyle babasının yanında, Mekke’de en güzel yiyecek ve içeceklerle beslenirken görmüştüm. Allah ve Resûlü’nün sevgisi, onu gördüğünüz bu hale getirdi.”

Dördüncü Bölüm: Medine’nin İlk Muallimi
Mekke’de Müslümanlar için hayat giderek zorlaşırken, Yesrib (Medine) şehrinden bir grup insan, Akabe mevkiinde Peygamberimiz (s.a.v.) ile gizlice buluştu. Bu ilk buluşmaya “Birinci Akabe Biatı” denir. Medineli Müslümanlar, Efendimizden kendilerine İslam’ı ve Kur’an’ı öğretecek bir muallim istediler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu mukaddes vazife için kime güvendi dersiniz? Mekke’nin eski zengini, şimdinin iman kahramanı olan Mus’ab bin Umeyr’e…
Mus’ab (r.a.), “ilk muallim” ve “ilk hicret eden” unvanıyla Medine’ye doğru yola çıktı. Medine’de Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Onun vazifesi çok zordu. Medine’de henüz İslam’ı bilmeyen, hatta ona düşman olan pek çok kabile reisi vardı. Ama Mus’ab’ın elinde kılıç değil, dilinde Kur’an ve kalbinde iman vardı. O, hikmetle, güzel sözle ve sabırla insanları davet etti.
En meşhur hadiselerden biri, Medine’nin en güçlü reislerinden ikisi olan Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr ile karşılaşmasıdır.
Useyd bin Hudayr, öfkeyle mızrağını sallayarak Mus’ab’ın (r.a.) yanına geldi. “Siz buraya bizim zayıflarımızı kandırmaya mı geldiniz? Hayatınıza kastım yoksa derhal burayı terk edin!” diye bağırdı.
Hz. Mus’ab, o mızrağın karşısında zerre kadar korkmadı. Sadece tebessüm etti ve o yumuşak üslubuyla şöyle dedi:
“Ey kabilenin reisi! Biraz oturup dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Şayet hoşuna gitmeyen bir şey olursa, biz de kalkar gideriz.”
Bu teklif, Useyd’in hoşuna gitti. “Doğru söyledin” diyerek mızrağını yere sapladı ve oturdu. Hz. Mus’ab, ona Kur’an okumaya ve İslam’ın güzelliklerini anlatmaya başladı. Kur’an’ın ayetleri okundukça, Useyd’in sert yüzü yumuşadı, kalbi ısındı. Anlatılanlar bittiğinde, “Bu ne güzel bir söz! Bu dine girmek için ne yapmak gerekir?” diye sordu. O gün orada iman etti.
Ardından aynı taktiği Sa’d bin Muâz’a uyguladı. Hz. Mus’ab’ın hikmetli daveti sayesinde Sa’d bin Muâz da Müslüman oldu. Ve Sa’d, kendi kabilesi olan Abdüleşheloğulları’na gidip, “Bana iman etmeyen erkek ve kadına konuşmak haram olsun!” dedi. O gün, bütün bir kabile topluca İslam’ı kabul etti.
Hz. Mus’ab’ın bu gayretiyle, bir yıl içinde Medine’de İslam’ın girmediği, Kur’an’ın okunmadığı ev kalmamıştı. O, Medine’yi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hicretine hazırlayan “ilk öğretmen” olmuştu.

Beşinci Bölüm: Uhud’un Sancağı ve Şehadet
Bedir Savaşı’na katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud Savaşı geldiğinde ise, Allah Resûlü (s.a.v.) ona en mühim vazifelerden birini verdi: Muhacirlerin sancağını taşıma şerefini.
Uhud Savaşı çetin başladı. Bir ara Müslümanlar üstünlüğü ele geçirse de, Ayneyn Tepesi’ndeki okçuların yerlerini terk etmesiyle savaşın seyri bir anda değişti. Müşrikler, Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Büyük bir kargaşa başladı.
Herkesin dağıldığı, paniğe kapıldığı o anda, bir kişi sancağı bir an bile elinden düşürmedi: Mus’ab bin Umeyr!
O, sancağı sımsıkı tutuyor ve Allah Resûlü’nün (s.a.v.) etrafında bir kalkan gibi dönüyordu. Müşriklerin tek hedefi vardı: Peygamber Efendimizi (s.a.v.) şehit etmek. Hz. Mus’ab, fiziken de Peygamberimize benzediği için, müşrikler onu Efendimiz zannetti.
Müşriklerden İbn Kamî’a adında biri, kılıcıyla Hz. Mus’ab’a saldırdı. Bir darbeyle sancağı tutan sağ kolunu kesti.
Mus’ab (r.a.) sancağı hemen sol eline aldı. Yıkılmadı. Düşman, bu kez sol koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sol kolu da koptu.
O mübarek sahabi, sancağı yere düşürmemek için, iki kolunun kalan parçalarıyla sancağın direğini göğsüne bastırdı. Diliyle de şu ayeti okuyordu: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
Artık ayakta duracak gücü kalmamıştı. İbn Kamî’a, son darbeyi bir mızrakla vurdu. Hz. Mus’ab, sancağını bırakmadan yere yığıldı ve şehadet şerbetini içti.
Onun şehit olmasıyla, müşrikler “Muhammed’i öldürdük!” diye bağırmaya başladılar. Ancak Mus’ab, canını vererek Peygamber Efendimize (s.a.v.) vakit kazandırmış ve sancağı son nefesine kadar dalgalandırmıştı.

Altıncı Bölüm: En Zengin Şehit
Savaş bittikten sonra Allah Resûlü (s.a.v.), şehitlerin arasında dolaşırken Mus’ab’ın (r.a.) naaşının başına geldi. Bir zamanlar Mekke’nin en zengini olan, ipek elbiseler giyen bu kahramanın haline baktı. Üzerinde, onu kefenlemeye yetecek bir örtü dahi yoktu.
Yanındaki sahabiler, ellerindeki kısa hırkayı getirdiler. Başını örttüklerinde ayakları açılıyor, ayaklarını örttüklerinde ise mübarek başı açık kalıyordu.
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) gözleri yine yaşlarla doldu. Şöyle buyurdu: “Başını örtün, ayaklarının üzerine de izhir (güzel kokulu bir ot) koyun.”
Sonra, o mübarek şehidine ve diğer Uhud şehitlerine bakarak şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23)
Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a.), Mekke’nin bütün zenginliğini elinin tersiyle itip, imanını seçen; Medine’yi hikmeti ve ilmiyle fetheden ilk muallim; Uhud’da ise canını ve kollarını feda ederek sancağı düşürmeyen büyük bir şehittir. Onun hayatı, imanın dünyevi her şeyden daha kıymetli olduğunun en parlak isbatıdır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

******************

• Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.): Hakikati arayışı uzun bir yolculukla İslâm’da son bulan, Hendek Savaşı’nda hendek kazılmasını teklif eden sahabi.

Hakikat Güneşinin Peşindeki Yolcu: Hz. Selmân-ı Fârisî (r.a.)

1. Bölüm: Sönmeyen Ateşin Koruyucusu
İran’ın İsfahan şehrinin Ceyy köyünde, asırlar önce zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. O zamanlar adı Rûzbeh idi. Babası, köyünün “dihkân”ı, yani reisi ve en büyük Mecûsî (ateşe tapan) rahibiydi. Babasının gözbebeğiydi ve onu kendisinden sonra yerini alacak kişi olarak görüyordu.
Rûzbeh’in en mühim vazifesi, tapınaklarındaki “kutsal ateş”in hiç sönmemesini sağlamaktı. Gece gündüz o ateşin başında bekler, sönmeye yüz tuttuğunda onu tekrar harlardı. Fakat genç Rûzbeh’in içinde, o ateşin aydınlatamadığı bir boşluk vardı. Kalbi, bu donuk ve anlamsız ibadetten daha fazlasını, daha ulvi bir gerçeği arıyordu. Babasının dini ona tatmin vermiyor, aklındaki suallere cevap bulamıyordu. “Bu ateş,” diye düşünürdü, “benim onu beslediğim gibi, o da bana muhtaç. Kendine bile faydası olmayan bir şey, nasıl yaratıcı olabilir?”

2. Bölüm: Arayışın İlk Kıvılcımı
Bir gün babası, onu malikânelerindeki işleri takip etmesi için gönderdi. Yolda, Rûzbeh’in kulağına daha önce hiç duymadığı, farklı bir melodi çalındı. Bir binadan, toplu halde dua eden insanların sesleri geliyordu. Merakla içeri girdi. Burası bir Hristiyan (Nasrânî) kilisesiydi.
Onları izledi. İbadetleri, babasının ateşine tapmaktan çok daha manalı gelmişti. Onların huşû içinde, görünmeyen ama kudretli bir Yaratıcı’ya yönelmeleri Rûzbeh’i derinden etkiledi. Akşama kadar orada kaldı. “Bu din,” dedi, “bizimkinden daha hayırlı.”
Eve döndüğünde her şeyi babasına anlattı. Babası, oğlunun dinini terk etmesinden korkarak öfkelendi. Onu evde bir odaya kilitledi ve ayaklarına zincir vurdu. Fakat Rûzbeh’in kalbine “hakikat arayışı” ateşi bir kere düşmüştü. Bu ateş, tapınaktaki sahte ateşten çok daha güçlüydü.

3. Bölüm: Uzun ve Meşakkatli Yolculuk
Rûzbeh, bir yolunu bulup esaretten kurtuldu. Kilisidekilere, bu dinin merkezinin neresi olduğunu sormuştu. “Şam” dediler. Gizlice bir kervana katıldı ve doğduğu toprakları, zenginliği ve ailesini geride bırakarak meçhule doğru yola çıktı.
Şam’a vardığında, oradaki en büyük piskoposu buldu ve onun hizmetine girdi. Fakat bu adam, göründüğü gibi biri değildi. İnsanlardan “sadaka” adı altında topladığı altınları biriktirip fakirlere vermiyor, bir küpte saklıyordu. Piskopos öldüğünde Rûzbeh, onun bu hilesini halka gösterdi.
Yerine geçen yeni piskopos ise iyi kalpli, ibadetine düşkün (zâhid) bir zattı. Rûzbeh, ona büyük bir sadakatle hizmet etti. O da vefat edeceği zaman, Rûzbeh’e Musul’daki salih bir zâta gitmesini vasiyet etti.
Rûzbeh’in çileli yolculuğu böylece devam etti. Ömrünü, hakikati öğretecek salih insanların hizmetinde geçirmeye adamıştı. Şam’dan Musul’a, Musul’dan Nusaybin’e, Nusaybin’den de Bizans toprağındaki Ammûriye’ye (Amorium) gitti. Her defasında, hizmet ettiği âlim vefat ederken, ona bir sonrakini tavsiye ediyordu.

4. Bölüm: Son Peygamberin Müjdesi
Ammûriye’deki son hocası, artık iyice yaşlanmıştı. Vefat döşeğindeyken Rûzbeh (Selmân), gözyaşları içinde sordu: “Efendim, siz de gidiyorsunuz. Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersiniz? Yeryüzünde sizin gibi hak din üzere olan kimse kaldı mı?”
Yaşlı âlim, derin bir nefes aldı ve tarihe geçecek şu sözleri söyledi: “Oğlum, artık yeryüzünde bizim yolumuzu takip eden kimseyi tanımıyorum. Lakin, bir Peygamberin gelmesi çok yakındır. O, İbrahim’in (a.s.) dini (Hanîf dini) üzere gönderilecektir. Arapların yaşadığı topraklardan çıkacak ve iki ‘harra’ (siyah, volkanik taşlık arazi) arasındaki hurmalık bir yere (Medine’yi tarif ediyordu) hicret edecektir.”
Selmân heyecanla sordu: “Onu nasıl tanırım? Alâmetleri nelerdir?”
Yaşlı âlim cevap verdi: “Onun apaçık üç alâmeti vardır:
• O, kendisine verilen sadakayı yemez.
• Lakin hediyeyi kabul eder ve yer.
• İki omuzu arasında ‘Nübüvvet Mührü’ (Peygamberlik Mührü) vardır.”
Bu vasiyet, Selmân’ın kalbindeki arayış ateşini yeniden alevlendirmişti. Yıllar süren hizmetleri karşılığında biriktirdiği birkaç sığır ve koyunu yanına alıp, tarif edilen o hurmalık diyara gidecek bir kervan beklemeye başladı.

5. Bölüm: Kölelikten Medine’ye
Nihayet, Arap yarımadasına giden bir kervan buldu. Onlara tüm mal varlığını vererek kendisini o topraklara götürmelerini istedi. Kervancılar kabul etti. Fakat yolda, Vâdi’l-Kurâ denilen yere geldiklerinde, bu vicdansız adamlar ona ihanet ettiler. Onu bir köle olarak sattılar.
Selmân, elinden hiçbir şey gelmeden, efendiden efendiye satıldı. Hakikati ararken düştüğü bu durum çok acıydı. En sonunda, Medineli (o zamanki adıyla Yesribli) bir Yahudi onu satın aldı ve Yesrib’e getirdi.
Selmân şehri görür görmez, kalbi hızla çarpmaya başladı. Burası, hocasının tarif ettiği yerdi! İki siyah taşlık arazi (harra) arasında, hurma bahçeleriyle dolu bir vaha… “Burası olmalı!” dedi. Artık tek yapması gereken, o müjdelenen Peygamber’i beklemekti.

6. Bölüm: Büyük Buluşma ve Üç Mühür
Selmân, efendisinin hurma bahçesinde köle olarak çalışırken yıllar geçti. Bir gün, bir hurma ağacının tepesindeyken, efendisinin bir akrabasının telaşla geldiğini duydu. Adam şöyle bağırıyordu: “Allah kahretsin şu Evs ve Hazrec’i! Mekke’den gelen bir adamın etrafında toplanmışlar, ‘Peygamber’ diyorlar!”
Selmân bu sözleri duyar duymaz, ağacın tepesinde titremeye başladı. Neredeyse aşağı düşecekti. Hızla indi ve adamın karşısına dikilip, “Ne dedin? Ne dedin?” diye sordu. Efendisi bu duruma çok kızdı, Selmân’a sert bir tokat atarak “Sana ne! İşine dön!” diye bağırdı.
O gün Selmân için bekleyiş bitmişti. Akşam olunca, biriktirdiği az miktarda hurmayı aldı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) konakladığı Kuba’ya gitti.
Huzuruna vardı ve dedi ki: “Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanınızda muhtaç arkadaşlarınız da varmış. Bu, size getirdiğim bir sadakadır.”
Allah Resûlü (s.a.v.), hurmaları aldı ve yanındaki Ashabına dönerek, “Buyurun, yiyin” dedi. Fakat kendisi mübarek ağzına bir tane dahi koymadı.
Selmân kendi kendine dedi: “Bu, birincisi!”
İkinci gün, yine hurma alıp bu kez Medine’de, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldi. “Dün sadakayı yemediğinizi gördüm. Bu ise size olan sevgimden bir hediyedir,” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gülümsedi, “Bismillah” dedi ve hem kendisi yedi hem de Ashabına ikram etti.
Selmân’ın kalbi sevinçle doldu: “Bu da ikincisi!”
Artık geriye tek bir alâmet kalmıştı: Nübüvvet Mührü. Selmân, bu mührü görmek için bir fırsat kolluyordu. Birkaç gün sonra, Efendimiz’i (s.a.v.) Bakî’ Kabristanı’nda bir cenazeyi defnederken buldu. Selmân, mübarek sırtına bakabilmek için etrafında dolaşmaya başladı.
İnsanların kalbini okuyan, alemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), Selmân’ın ne aradığını anladı. Üzerindeki hırkasını hafifçe sıyırdı. Selmân, Peygamber Efendimiz’in iki kürek kemiği arasında, hocasının tarif ettiği güvercin yumurtası büyüklüğündeki, üzerinde tüyler olan o mührü gördü.
Gördüğü anda kendini tutamadı. Yılların hasreti, çilesi ve arayışı son bulmuştu. Ağlayarak mührün üzerine kapandı, öptü ve “Şehadet ederim ki sen, Allah’ın Resûlü’sün!” diyerek Müslüman oldu.

7. Bölüm: Özgürlük ve “Bizdendir” Şerefi
Selmân artık hakikati bulmuştu ama bedeni hâlâ köleydi. Resûlullah (s.a.v.), ona efendisiyle “mükâtebe” (anlaşmalı olarak özgürlüğünü satın alma) yapmasını söyledi. Efendisi, özgürlüğü için akıl almaz bir bedel istedi: “Üç yüz hurma fidanı dikeceksin, hepsi meyve verecek ve bana kırk ukiyye (yaklaşık 1.6 kg) altın ödeyeceksin.”
Bu, bir kölenin asla başaramayacağı bir işti. Efendimiz (s.a.v.), Ashabına “Kardeşinize yardım edin” buyurdu. Sahabeler fidanları topladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o üç yüz fidanın tamamını mübarek elleriyle teker teker dikti. O yıl, Allah’ın bir mucizesi olarak, fidanların hepsi meyve verdi.
Sıra altına gelmişti. Resûlullah’a (s.a.v.) ceviz büyüklüğünde bir altın parçası getirildi. Efendimiz (s.a.v.) altını Selmân’a verdi ve borcunu ödemesini söyledi. Selmân, “Yâ Resûlallah, bu küçücük parça o borcu nasıl öder?” dese de, Efendimiz’in emriyle tartıya koydu. Mucize eseri, altın tam olarak 40 ukiyye geldi.
Selmân artık özgürdü. O, ne Mekkeli bir Muhacir ne de Medineli bir Ensâr’dı. O, “Selmân-ı Fârisî” (İranlı Selmân) idi.

8. Bölüm: Hendek Fatihi ve Ehl-i Beyt’ten Biri
Selmân’ın (r.a.) İslam’a en büyük katkılarından biri, Hendek Savaşı’nda (Ahzâb) oldu. Mekkeli müşrikler, tüm Arap kabilelerini birleştirip 10.000 kişilik dev bir orduyla Medine’ye yürümüştü. Müslümanlar ise sadece 3.000 kişiydi ve şehrin içinde sıkışıp kalmışlardı.
Yapılan savaş meclisinde herkes bir fikir sundu. İşte o an, uzun boylu, bilge adam Selmân söz aldı: “Yâ Resûlallah! Bizim memleketimizde (İran’da), düşman süvarilerinin saldırısından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına hendek kazarak savunma yapardık.”
Bu, Arapların daha önce hiç bilmediği, dâhiyane bir savunma taktiğiydi. Resûlullah (s.a.v.) bu teklifi derhal kabul etti.
Hendek kazılırken, Muhacirler “Selmân bizdendir!” diyor, Ensâr ise “Hayır, Selmân bizdendir!” diyerek onu kendi gruarına dahil etmek istiyordu. Bu tatlı çekişmeyi duyan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Selmân’a (r.a.) bir insanın ulaşabileceği en büyük şereflerden birini bahşederek şöyle buyurdu:
“Selmân bizdendir; Ehl-i Beyt’tendir!” (Selmân, benim ailemdendir!)
Kazılan hendek, düşman süvarilerini durdurdu. Savaş, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı ve bu zaferin mimarı, hakikat yolcusu Hz. Selmân oldu.
Sonsöz: Vali Selmân
Hz. Selmân (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra da İslam’a hizmete devam etti. Bilgeliği sebebiyle “Selmânü’l-Hakîm” (Bilge Selmân) olarak anıldı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde, fethedilen İran topraklarındaki Medâin şehrine vali olarak atandı. Fakat o, bir vali gibi değil, bir derviş gibi yaşadı. Valilik maaşını alır almaz tamamını fakirlere dağıtır, kendi el emeğiyle sepet örer, sattıklarının parasıyla geçinirdi.
Zengin bir asilzade olarak başladığı hayatını, hakikati arayarak, köleliği tadarak, imanın zirvesine ulaşarak ve nihayetinde Peygamber’in (s.a.v.) “ailesinden biri” olma şerefine ererek tamamladı. Onun hayatı, kim olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin, samimiyetle hakikati arayan herkesin, eninde sonunda İslam’ın aydınlık güneşine kavuşacağının en parlak ispatıdır.

************************

İlim ve Rivayetleriyle Öne Çıkanlar
• Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.): Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcasının oğlu, “Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’an’ın Tercümanı) ve “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi) lakaplarıyla bilinen büyük müfessir.

Bismillahirrahmânirrahîm
Ümmetin Âlimi, Kur’ân’ın Tercümanı: Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)

Mekke’nin, henüz tam manasıyla sükûnete kavuşmadığı, Müslümanların “Şi’b-i Ebî Tâlib” denilen mahallede müşriklerin boykotu altında zorlu bir imtihandan geçtiği günlerde, Haşimoğulları hanesinde bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Bu çocuk, Kâinatın Efendisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) pek sevdiği amcası Hz. Abbas’ın (r.a.) oğluydu. Adını “Abdullah” koydular.
Bu küçük Abdullah, sıradan bir çocuk değildi. O, peygamberlik güneşinin hanesinden hiç eksik olmadığı bir evde büyüyecekti. Zira halası Hz. Meymûne (r.a.), müminlerin annesi, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesiydi.
Peygamber Hanesinde Yeşeren Fidan
Abdullah (r.a.), daha küçücük bir çocukken bile akranlarından farklıydı. Gözleri birer inci tanesi gibi parlar, gördüğü her şeyi derin bir nazarla süzer, duyduğu her kelimeyi aklının en kıymetli köşesine nakşederdi. En büyük saâdeti, teyzesi Hz. Meymûne’nin (r.a.) evinde kalmak ve Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) hizmet etmekti.
Gecelerden bir gece… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teheccüd namazı için kalktığında, abdest alacağı suyun hazır bir şekilde leğende durduğunu gördü. Hayret etti. Bu vakitte kim, onun bu ihtiyacını düşünüp hazırlamış olabilirdi?
“Bunu kim hazırladı?” diye sordu.
Hz. Meymûne (r.a.) validemiz, “Abdullah (r.a.)” diye cevap verdi.
Kâinatın Efendisi (s.a.v.), bu küçük çocuğun edep, firaset ve hizmet aşkı karşısında o kadar memnun oldu ki, mübarek ellerini semâya kaldırdı. O küçük fidanın, gelecekte nasıl bir âlimler âlimi, nasıl bir hikmet pınarı olacağını sanki o an görmüştü. Dudaklarından, asırlara mühür vuran şu dua döküldü:
“Allah’ım! Onu dinde fakih kıl (dinin inceliklerini derinlemesine anlayan biri yap) ve ona Kitab’ın te’vilini (Kur’ân’ın derin manalarını ve tefsirini) öğret!”
Bu dua, bir tohumdu. Ve bu tohum, yeryüzünün en bereketli toprağına, yani Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) pâk kalbine ve zihnine ekilmişti.
“İlmin Peşinde Bir Gölge Gibi”
Abdullah (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) vefat ettiği gün, henüz 13-15 yaşlarında bir gençti. Peygamberlik güneşi zahiren aralarından ayrılmıştı. Lakin onun nurunu taşıyan yıldızlar, yani Ashâb-ı Kirâm hayattaydı.
Abdullah (r.a.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatıyla ilmin bittiğini değil, aksine ilmi toplama vazifesinin yeni başladığını anlamıştı. Bir gün Ensar’dan bir arkadaşına dedi ki:
“Gel, Resûlullah’ın (s.a.v.) Ashâbı henüz aramızdayken onlara gidelim ve bilmediklerimizi sorup öğrenelim. Onlar da bu dünyadan göçerse, ilim kaybolur.”
Arkadaşı hayretle baktı: “Ey Abbas’ın oğlu! İnsanlar sana mı ihtiyaç duyacak? Baksana, etraf nice büyük sahâbî ile dolu.”
Fakat Abdullah (r.a.) kararlıydı. O, “bana ihtiyaç duyulsun” diye değil, Allah’ın Kitabı’nı ve Resûl’ünün (s.a.v.) sünnetini en doğru şekilde öğrenmek için yola çıkmıştı.
Ev ev dolaşmaya başladı.
Duyduğu bir hadîsi teyit etmek için kilometrelerce yol yürürdü. Bir sahâbînin kapısına varır, onun öğle uykusunda (kaylûle) olduğunu öğrenirdi. Kapıyı çalmaya, onu rahatsız etmeye haya ederdi. Hırkasını (ridasın) başına çeker, kapının eşiğine, o sıcak çöl güneşinin ve esen rüzgârın altında kıvrılır, beklerdi.
Ev sahibi sahâbî dışarı çıktığında, kapısının önünde Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlunu toz toprak içinde görünce mahcup olurdu:
“Ey Resûlullah’ın kuzeni! Neden haber göndermedin? Ben senin ayağına gelirdim!”
Hz. Abdullah’ın (r.a.) verdiği cevap, ilim yolcularına kıyamete kadar ders olacak bir levha gibidir:
“Hayır! İlim, ayağa gidilendir. İlme gelinir; ilim (başkalarının ayağına) gitmez. Ben ilim talibiyim, siz ise muallimsiniz.”
O, Hz. Ebû Bekir’den (r.a.), Hz. Ömer’den (r.a.), Hz. Ali’den (r.a.), Hz. Ubey bin Ka’b’dan (r.a.) ve daha nice büyük sahâbîden bıkmadan, usanmadan ilim tahsil etti.
Hz. Ömer’in (r.a.) Meclisindeki Genç Âlim
Hz. Ömer (r.a.), hilâfeti döneminde, Bedir Gazvesi’ne katılmış en kıdemli sahâbîlerle istişare meclisleri kurardı. Bu meclise, o koca koca sahâbîlerin arasına, gencecik Abdullah bin Abbas’ı (r.a.) da davet ederdi.
Bazı yaşlı sahâbîler bu durumdan hoşnut olmadılar. “Ey Müminlerin Emîri! Bizim de onun yaşında evlatlarımız var. Neden özellikle onu çağırıyorsun?” dediler.
Hz. Ömer (r.a.), onlara Abdullah’ın (r.a.) farkını göstermek istiyordu. Bir gün meclis toplandığında sordu:
“Nasr Sûresi (İzâ câe nasrullâhi ve’l-feth…) hakkında ne dersiniz?”
Çoğunluk, ayetin zahirî manasını söyledi: “Bu, Allah’ın bize fethi ve yardımı müjdelediği, bu yüzden Allah’a hamd edip istiğfar etmemizi istediği bir sûredir.”
Hz. Ömer (r.a.) sustu ve meclisin en gencine, İbn Abbas’a (r.a.) döndü:
“Sen ne dersin, ey Abbas’ın oğlu?”
Hz. Abdullah (r.a.), Peygamber duasının tecellî ettiği o derin firasetiyle cevap verdi:
“Ey Müminlerin Emîri! Bu sûre, fetih müjdesi olduğu kadar, Resûlullah’ın (s.a.v.) ecelinin yaklaştığının da haberidir. Allah, ona vazifesinin tamamlandığını, artık Rabbine kavuşma vaktinin geldiğini bildirmiştir.”
Hz. Ömer’in (r.a.) gözleri doldu. Başını salladı ve meclise dönerek dedi ki:
“Vallahi, ben de bu sûreden bundan başka bir mana bilmiyorum.”
Artık kimse, bu gencin neden o mecliste oturduğunu sorgulamadı. O, yaşıyla değil, taşıdığı ilimle büyüktü.
“Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi)
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.), ilimde o kadar derinleşti ki, adı artık “Hibrü’l-Ümme” (Ümmetin Âlimi/Mürekkebi) olmuştu. Mekke’deki evi, bir ilim merkezi, bir üniversite gibiydi.
Gelenlerin ardı arkası kesilmezdi. İşlerini kolaylaştırmak için günleri konulara ayırmıştı:
Bir gün sadece Kur’ân tefsiri,
Bir gün fıkıh (İslam hukuku),
Bir gün helal ve haramlar,
Bir gün İslâm tarihi ve siyer,
Bir gün Arap dili ve şiiri…
Neden şiir? Çünkü o, Kur’ân’ın Tercümanı’ydı. Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını en iyi şekilde anlamak için, o lafızların kullanıldığı Arap edebiyatına ve şiirine hâkim olmak gerektiğini bilirdi. Biri ona Kur’ân’dan anlaşılması zor bir kelime sorduğunda, o kelimenin manasını eski Arap şairlerinin mısralarından deliller (isbatlar) getirerek izah ederdi.
“Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Tercümanı)
Onun asıl sahası tefsirdi. O, sadece ayetin ne dediğini değil, neden dediğini, hangi hâdise üzerine indiğini (sebeb-i nüzûl), hangi manalara gelebileceğini (vücûh) ve hangi hükümleri ihtiva ettiğini (ahkâm) bilirdi.
O, Kur’ân’ı yaşayan bir tefsirdi. Geceleri kalkar, uzun uzun namaz kılar ve ağlardı. Özellikle şu ayete geldiğinde hıçkırıklara boğulurdu:
“Derken, ölüm sarhoşluğu bir hakikat olarak (insanın karşısına) geliverdi. (Ey insan!) İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.” (Kâf Sûresi, 19 – TDV Meali)
O, ilmiyle kibirlenen değil, ilmi arttıkça Allah’a karşı haşyeti (korku ve saygısı) artan bir âlimdi.
Hayatının sonlarına doğru gözleri görmez oldu. Bu ağır imtihan karşısında bile asla şikâyet etmedi. Ona, “Gözlerin için dua etsen?” dediklerinde, o büyük âlim şöyle derdi: “Rabbimin benim için takdir ettiğine razı olmak, gözlerimin görmesinden daha sevimlidir.”
Yetmiş yaşını biraz geçmişken, Tâif’te bu fani dünyaya veda etti. Cenaze namazını kıldıran Hz. Muhammed bin Hanefiyye (r.a.), onu kabre koyarken şöyle sesleniyordu:
“Bugün, bu ümmetin Rabbani âlimi vefat etti…”
Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.); Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir duası olarak başladı, azimli bir talebe olarak devam etti ve nihayetinde “Kur’ân’ın Tercümanı” ve “Ümmetin Âlimi” olarak ebedîleşti. Onun açtığı tefsir caddesi, kıyamete kadar gelecek bütün müfessirlere ışık tutmaya devam edecektir.
Allah ondan, hocalarından ve talebelerinden ebediyen razı olsun. Âmin.

******************

• Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.): İlk Müslümanlardan, Kur’an-ı Kerim’i Kâbe’de açıktan okuyan ilk sahabi ve büyük fıkıh âlimi.

KÂBE’DE YANKILANAN SES: HZ. ABDULLAH BİN MES’ÛD (R.A.)

Giriş: Mekke Ufuklarında Bir Çoban
Mekke… Şehirlerin anası… O günlerde, henüz putların gölgesinde, ticaretin ve kibrin merkeziydi. Bu şehrin dışında, sarp kayalıkların ve cılız otlakların arasında, küçük, cılız bir çocuk, Ukbe bin Ebî Muayt adında zengin bir Kureyşlinin koyunlarını güderdi. Adı Abdullah, künyesi İbn Ümmü Abd idi.
O, Mekke’nin güçlü ve soylu ailelerinden birine mensup değildi. Zayıf bedeni ve kısa boyu, kibirli Mekke ileri gelenlerinin nazarında onu ehemmiyetsiz kılardı. Abdullah, tabiatın sessizliği içinde, derûnî bir tefekkürle meşgul, dürüst ve güvenilir (emin) bir gençti. Fakat henüz bilmiyordu ki, o zayıf omuzlar, bir gün Uhud Dağı’ndan daha ağır bir manevi yükü taşıyacak ve o cılız ses, Kâbe’nin ortasında küfrün suratına hakikati haykıracaktı.

Bölüm 1: Nur ile Mülâkat (Karşılaşma) ve Sütün Mucizesi
Bir gün, her zamanki gibi sürüsünü otlatırken, uzaktan iki vakur şahsiyetin kendisine doğru geldiğini gördü. Bunlar, henüz davasını yeni yeni fısıldayan Allah Resûlü (s.a.v.) ve O’nun sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) idi. Müşriklerin eziyetlerinden bunalmış, susuz ve yorgun bir halde Mekke’nin dışına çıkmışlardı.
Genç çobana yaklaştılar ve “Delikanlı, bize biraz süt ikram edebilir misin?” diye sordular.
Abdullah bin Mes’ûd, emanet bilinciyle başını salladı: “Veremem,” dedi. “Çünkü bu sürü bana ait değil, ben sadece bir emanetçiyim.”
Bu cevap, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek yüzünde bir tebessüm oluşturdu. Zira bu genç, daha ilk imtihanda “emin” olduğunu ispat etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Öyleyse bana, henüz hiç koç yüzü görmemiş (kısır) ve süt vermeyen bir keçi gösterir misin?” diye sordu.
Abdullah, sürünün en zayıf, hiç süt vermemiş bir keçisini gösterdi. Allah Resûlü (s.a.v.), keçiye yaklaştı, Bismillah diyerek mübarek eliyle memelerini meshetti (sıvazladı) ve dua etti. Göz açıp kapayıncaya kadar, o kısır hayvanın memeleri sütle dolup taştı. Getirilen bir kaba önce Resûlullah (s.a.v.), sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve en son da hayretler içindeki genç çoban içti.
Abdullah bin Mes’ûd, bunun sıradan bir hâdise olmadığını anlamıştı. Bu, bir sihirbazlık değil, bir hikmet ve mucizeydi. Kalbi, daha önce hiç tatmadığı bir heyecanla doldu. “Bana da bu sözlerden öğretir misin?” diye yalvardı.
Allah Resûlü (s.a.v.), onun temiz fıtratını görmüştü. Mübarek başını okşayarak, “Sen, muallim (öğretilmiş) bir gençsin,” buyurdu.
İşte o an, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’la şereflenen altıncı veya yedinci kişi oldu. O günden sonra o artık sadece bir çoban değil, “Resûlullah’ın talebesi” idi.

Bölüm 2: Kâbe’nin Kalbinde Okunan Rahman Sûresi
Müslümanlar, Mekke’de henüz çok az ve zayıftı. İmanlarını gizliyor, ibadetlerini dağ kovuklarında yapıyorlardı. Bir gün Dârü’l-Erkam’da toplandılar ve “Bu Kureyş, Allah’ın kelamını hiç açıktan duymadı. Kim gidip Kâbe’nin yanında onlara Kur’an okuyabilir?” diye konuştular.
Ortalığa bir sessizlik çöktü. Bu, intihar demekti. Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin ve Kureyş’in diğer zalimlerinin önünde bunu yapmak, ateşe yürümekti.
O esnada, o cılız ve zayıf bedenine zıt bir cüretle Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) ayağa kalktı: “Ben yaparım, yâ Resûlallah!”
Diğer sahabeler endişelendi: “Ey Abdullah, biz senin için korkarız. Senin, seni koruyacak bir aşiretin, bir kabilen yok. Biz, kabilesi güçlü birini istiyoruz ki, ona saldırdıklarında akrabaları onu korusun.”
Ancak İbn Mes’ûd (r.a.) kararlıydı: “Beni Allah korur!”
Ertesi gün, kuşluk vakti, Kureyş’in tüm ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında, Dârü’n-Nedve’de toplanmışken, Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) tek başına Makam-ı İbrahim’in yanına dikildi. Derin bir nefes aldı ve o güne kadar kimsenin cüret edemediği şeyi yaptı. Yüksek ve net bir sesle okumaya başladı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Er-Rahmân. Allemel-Kur’ân. Halakal-insân. Allemehu’l-beyân…” (Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.) (Rahmân, 1-4)
Putperestler önce donakaldılar. Bu cılız adam, Muhammed’in (s.a.v.) getirdiğini iddia ettiği sözleri, onların kutsal mekânının tam ortasında nasıl okurdu? Şaşkınlıkları, yerini korkunç bir öfkeye bıraktı. “Bu da neyin nesi!” diye bağırarak üzerine çullandılar.
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) okumaya devam etti. Yüzüne, başına inen yumruklara, tekmelere aldırmadı. Kan revan içinde kalıncaya kadar dövüldü. Artık ayakta duramayacak hâle gelince, arkadaşları onu zorlukla oradan alıp bir eve sığındırdılar.
Yüzü gözü şişmiş, her yeri yara bere içindeydi. Sahabeler ona acıyarak bakarken, o, imanından aldığı cüretle gülümsedi ve tarihe geçen şu sözü söyledi:
“Vallahi, Allah düşmanları, gözümde hiçbir zaman bugünkünden daha âciz ve değersiz olmamıştı. Eğer isterseniz, yarın yine gider, aynısını yaparım!”
O gün, Kâbe’de Kur’an’ı açıktan okuyan ilk sahabi unvanını aldı. Bedeni zayıftı ama imanı, Kureyş’in tüm ordularından daha güçlüydü.

Bölüm 3: “Sahib-i Sivâk ve Na’leyn” (Misvak ve Ayakkabı Sahibi)
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), İslam’a girdikten sonra hayatını tamamen Resûlullah’a (s.a.v.) adadı. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın hizmetkârı oldu. O kadar yakınıydı ki, “Sahib-i Sivâk” (Efendimiz’in misvağını taşıyan), “Sahib-i Na’leyn” (ayakkabılarını taşıyan) ve “Sahib-i Visâde” (minderini taşıyan) lakaplarını aldı.
Resûlullah (s.a.v.) bir yere gideceği zaman ayakkabılarını giydirir, meclisten kalkacağı zaman ayakkabılarını eline alır, koluna asardı. Efendimiz (s.a.v.) istirahat edeceği zaman misvağını verir, abdest alacağı zaman suyunu hazırlar, oturacağı zaman minderini sererdi.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) evine, hususi odalarına bile izinsiz girme müsaadesi olan nadir sahabelerdendi. Bu yüzden sahabeler, onun Ehl-i Beyt’ten (Peygamber ailesinden) olduğunu zannederlerdi. Bu yakınlık, ona paha biçilmez bir fazilet kazandırdı: Vahyin büyük bir kısmına, ilk ağızdan, doğrudan Resûlullah’ın (s.a.v.) fem-i mübareğinden (mübarek ağzından) şahit oldu.

Bölüm 4: Uhud Dağı’ndan Daha Ağır Bacaklar
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Bedir, Uhud, Hendek başta olmak üzere tüm gazalara katıldı. Bedir’de, küfrün başı Ebû Cehil’in son nefesini vermesine o vesile oldu.
Bununla birlikte, onun zahirî yapısı (fiziksel görünüşü) hep zayıf ve ince idi. Özellikle bacakları çok inceydi. Bir gün, sahabelerle otururken, Resûlullah (s.a.v.) için misvak getirmek üzere bir ağaca tırmandı. Esen rüzgâr, elbisesini açtı ve incecik bacakları göründü. Mecliste bulunan bazı sahabeler, bu görüntü karşısında gülüştüler.
Onların bu hâlini gören Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yüzü ciddileşti. Bu gülüşmeler, zahirî olana takılıp, derûnî kıymeti görememenin bir işaretiydi. Efendimiz (s.a.v.) onları şöyle tenkit etti:
“Neye gülüyorsunuz? Abdullah’ın bacaklarının inceliğine mi? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o iki bacak, Kıyamet günü mizanda Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecektir!”
Bu hadise, İslam’ın insana bakış açısının cihan şümul bir isbatıdır: Allah katında değer, fiziksel güçle veya zahirî güzellikle değil, imanın ve amelin ağırlığıyladır.

Bölüm 5: “Yaşayan Kur’an” ve Kûfe Muallimi
Hz. İbn Mes’ûd’un (r.a.) asıl büyüklüğü, ilim sahasındaydı. O, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemekle kalmamış, onun manasını ve hikmetini de Resûlullah’tan (s.a.v.) öğrenmişti. Yetmişten fazla sûreyi doğrudan Efendimiz’in (s.a.v.) ağzından dinlemişti.
Sesi o kadar güzeldi ki, Resûlullah (s.a.v.) sık sık ondan Kur’an okumasını isterdi. Bir defasında İbn Mes’ûd (r.a.), “Yâ Resûlallah, Kur’an size nâzil olmuşken ben mi size okuyayım?” deyince, Efendimiz (s.a.v.), “Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi de severim,” buyurmuştu. İbn Mes’ûd (r.a.) Nisâ Sûresi’ni okumaya başladı. Şu ayete geldiğinde:
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!” (Nisâ, 41)
Resûlullah (s.a.v.), “Şimdilik yeter, yâ Abdullah!” buyurdu. İbn Mes’ûd (r.a.) başını kaldırdığında, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek gözlerinden yaşlar aktığını gördü.
Onun Kur’an ilmindeki derinliğini bizzat Resûlullah (s.a.v.) şöyle tasdik etmiştir:
“Kim Kur’an’ı nâzil olduğu günkü tazeliğiyle okumak isterse, İbn Ümmü Abd’in (İbn Mes’ûd’un) kıraati üzere okusun.”
Ve yine: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes’ûd, Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe, Muâz bin Cebel ve Übey bin Kâ’b.” (Efendimiz, ilk sıraya onu koymuştu).
Bu ilim, onu Hz. Ömer (r.a.) devrinde İslam dünyasının en mühim ilim merkezlerinden birinin başına geçirecekti.

Bölüm 6: Bir Ekolün Kurucusu
Hz. Ömer (r.a.), yeni fethedilen Kûfe şehrine bir muallim ve idareci göndermek istedi. Kûfe, farklı kültürlerin buluştuğu, ilme aç bir şehirdi. Bu mühim vazife için gözünü kırpmadan Abdullah bin Mes’ûd’u (r.a.) seçti.
Kûfelilere yazdığı mektup, Hz. Ömer’in (r.a.) ona verdiği değeri gösterir: “Ey Kûfeliler! Ammar bin Yâsir’i size vali, Abdullah bin Mes’ûd’u da muallim ve vezir olarak gönderiyorum. Vallahi, Abdullah’ı size göndermekle, sizi kendime tercih ettim (Ona Medine’de daha çok ihtiyacım vardı ama onu sizden esirgemedim). Gidin ve ondan ilim öğrenin.”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), Kûfe’de bir ilim meclisi kurdu. O, sadece ayetleri ve hadisleri ezberleten bir hoca değildi; aynı zamanda bu naslardan (delillerden) nasıl hüküm çıkarılacağını, aklı (rey) ve hikmeti kullanarak meselelerin nasıl çözüleceğini öğreten bir fıkıh âlimiydi.
Onun yetiştirdiği talebeler (Alkame, Esved gibi), daha sonra İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin hocaları oldu. Böylece Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), bugün milyonlarca Müslümanın tabi olduğu Hanefî mezhebinin fıkhî temelini atan “büyük âlim” olarak tarihe geçti.
Hâtime: “Benden Sonra O İkisine Uyun”
Hz. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), hayatı boyunca ilmiyle amel eden, son derece mütevazı (alçakgönüllü) ve Allah korkusu (havf) derûnî olan bir zattı. Çok az hadis rivayet etmeye çalışır, “Resûlullah şöyle buyurdu” derken hata yapmaktan korktuğu için titrerdi.
Hz. Osman (r.a.) devrinde Medine’ye döndü ve burada vefat etti. O vefat ettiğinde geride bıraktığı miras, dağlarca altın veya gümüş değil, dağlardan daha ağır bir ilim ve takva mirasıydı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) övgüsü, onun şahsiyetinin en güzel tasviridir: “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyun. Ammar’ın yolunu tutun. Ve Abdullah bin Mes’ûd’un ahdine (sözüne ve ilmine) sımsıkı sarılın.”
İşte o zayıf ve cılız çoban Abdullah; emanete sadakatiyle Resûlullah’ın (s.a.v.) mucizesine, imandaki cüretiyle Kâbe’de Kur’an’ı ilk haykıran kahramana, hizmetteki sadakatiyle “Ehl-i Beyt’ten zannedilen” yakın dosta, ilimdeki derinliğiyle de “Kûfe Ekolü”nün kurucu âlimine dönüşmüştür. Onun hayatı, zahirî görüntünün değil, derûnî imanın ve ilmin faziletinin en parlak isbatıdır. Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Ebû Hureyre (r.a.): En çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi.

İlim Hafızı: Hz. Ebû Hureyre (r.a.)

Güneşin sıcak topraklara cömertçe gülümsediği Yemen’de, Devs kabilesi arasında bir genç yaşardı. O zamanlar adı henüz “Ebû Hureyre” değildi. Kendi kavminin inançlarına göre ona, “Güneşin Kulu” manasına gelen “Abdüişems” derlerdi. Lakin onun fıtratı, kalbi, güneş gibi batan ve kaybolan varlıklara değil, ebedî olana meftundu.
Kalbi, çölde su arayan bir yolcu gibi hakikati arıyordu.
Bu arayış devam ederken, kabilesinin reisi Tufeyl bin Amr ed-Devsî (r.a.), Mekke’ye gitmiş ve bambaşka bir insan olarak dönmüştü. Gönlü iman nuruyla dolmuş, dili artık bir olan Allah’ı (c.c.) ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) anlatıyordu. Abdüişems, bu yeni daveti duyar duymaz tereddüt etmedi. Kalbinde yıllardır aradığı pınarın bu olduğunu anladı ve hemen iman etti.
Ancak bir derdi vardı; iman ettiği Peygamber’i (s.a.v.) henüz görmemişti.
Medine Yolcusu ve “Kedicik Babası”
Hicretin yedinci yılıydı. Hayber Kalesi’nin fethedildiği günlerdi. Abdüişems, kabilesinden iman eden bir grupla beraber o uzun ve meşakkatli çöl yolculuğunu göze aldı. Tek bir gayesi vardı: Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşmak.
Medine’ye vardığında, Peygamber Efendimiz ve ordusu henüz Hayber’deydi. O ve arkadaşları, sabah namazında Mescid-i Nebevî’ye ulaştılar. Namazı kıldıran zata, Peygamber Efendimiz’in nerede olduğunu sordular. “Hayber’de” cevabını alınca, yorgunluklarını unutup hemen o tarafa yöneldiler.
Nihayet Hayber önlerine vardılar ve o mübarek yüzü gördüler. Efendimiz (s.a.v.), Yemen’den gelen bu yeni Müslümanları görünce çok sevindi ve onları Hayber’in ganimetlerinden pay sahibi yaptı.
İşte o gün, Abdüişems için yeni bir hayat başladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onun “Güneşin Kulu” olan ismini beğenmedi. “Sen ‘Rahman’ın Kulu’ ol” buyurdu ve ona “Abdurrahman” adını verdi.
Peki, “Ebû Hureyre” ismi nereden geliyordu?
Abdurrahman (r.a.), hayvanlara karşı çok merhametliydi. Özellikle kedileri çok severdi. Küçük bir kediciği (hureyre) vardı; onu yanından ayırmaz, hatta bazen elbisesinin yeninde (kol ağzında) taşırdı. Bunu gören dostları ve bizzat Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), ona “Kedicik Babası” manasında “Ebû Hureyre” diye hitap etmeye başladılar. Bu latif isim, onun asıl isminden daha meşhur oldu ve o, bu isimle anılmaktan büyük bir mutluluk duydu.
Suffe Ashabı ve İlim Açlığı
Ebû Hureyre’nin (r.a.) Medine’de ne evi, ne bağı-bahçesi, ne de ticaret yapacak bir sermayesi vardı. Onun sığınağı, Mescid-i Nebevî’nin gölgesindeki “Suffe” idi.
Suffe, İslam’ın ilk üniversitesiydi. Orada kalanlara “Ashâb-ı Suffe” denirdi. Bu insanlar, dünyadan tamamen yüz çevirmiş, bütün vakitlerini Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dizinin dibinde ilim öğrenmeye adamışlardı. Çoğu zaman karınlarını doyuracak bir hurmaları bile olmazdı.
Ebû Hureyre, bu ilim meclisinin en gayretli talebesiydi.
Bazen açlıktan kıvranır, karnına taş bağlar, hatta açlığın şiddetinden bayılıp mescidin zeminine düşerdi. Bazı sahabeler onun düştüğünü görünce, sara nöbeti geçirdiğini sanıp ayağıyla boynuna basarlardı (o dönemde böyle bir tedavi usulü vardı). O ise ayıldığında tebessüm eder, “Benim hastalığım saradan değil, açlıktandır” derdi.
Bir gün yine çok açtı. Yolda Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) rastladı. Belki beni evine davet eder ümidiyle ona Kur’an’dan bir ayet sordu. Hz. Ebû Bekir ayeti açıkladı ve yoluna devam etti. Sonra Hz. Ömer’e (r.a.) rastladı, aynı ümitle ona da bir soru sordu. O da cevapladı ve yoluna devam etti.
Ebû Hureyre tam ümidini kesmişken, arkasından o en merhametli sesi duydu: “Ebû Hureyre!”
Bu, Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) onun halini yüzünden anlamıştı. “Gel!” buyurdu ve onu evine götürdü. Evde, Efendimiz’e hediye edilmiş bir kâse süt vardı. Efendimiz (s.a.v.), Ebû Hureyre’ye, “Git, diğer Suffe ehlini de çağır” buyurdu.
Ebû Hureyre şaşırdı. Zaten açlıktan bitap haldeydi ve bu bir kâse süt onlarca kişiye nasıl yetecekti? Ama emre itaat etti. Tüm Suffe ehlini topladı. Efendimiz (s.a.v.) süt kâsesini Ebû Hureyre’nin eline verdi ve “Onlara ikram et” buyurdu.
Ebû Hureyre (r.a.) kâseyi dolaştırmaya başladı. Herkes o sütten içti ve doydu. Kâse tekrar Ebû Hureyre’ye geldiğinde, süt hâlâ doluydu. Bu, bir peygamber mucizesiydi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek Ebû Hureyre’ye baktı: “Şimdi ikimiz kaldık, otur ve iç.”
Ebû Hureyre içti.
“Bir daha iç.”
İçti.
“Bir daha iç.”
İçmeye devam etti. Sonunda, “Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı!” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) “Elhamdülillah” diyerek kâsede kalanı kendisi içti.
Ebû Hureyre (r.a.) açlığa sabrediyordu, çünkü onun doymazlığı ilme karşıydı.
İlim Hazinesi ve Unutmayan Hafıza
Ensar (Medineli Müslümanlar) bağ ve bahçeleriyle meşguldü. Muhacirler (Mekke’den gelenler) ise çarşıda, pazarda ticaretle uğraşırlardı. Ebû Hureyre’nin ise ne bahçesi ne de pazarı vardı. Onun bütün sermayesi, bütün meşguliyeti Resûlullah (s.a.v.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) nereye gitse o yanındaydı. Efendimiz (s.a.v.) ne söylese o ezberliyordu. Diğer sahabeler evlerine ve işlerine dağıldığında bile o, Mescid-i Nebevî’de kalır, Efendimiz’in (s.a.v.) özel sohbetlerini, aile hayatındaki hallerini, başkalarının duymadığı hikmetli sözlerini dinlerdi.
Bir gün Resûlullah’a (s.a.v.) içini döktü:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben sizden çok mübarek sözler (hadis-i şerif) işitiyorum ama bazen unutuyorum.”
Efendimiz (s.a.v.) ona buyurdu ki:
“Hırkanı (ridânı) ser!”
Ebû Hureyre (r.a.) hemen üzerindeki hırkayı çıkardı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) önüne serdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübarek elleriyle havadan bir şey avuçluyormuş gibi yaptı ve hırkanın içine boşalttı. Sonra buyurdu:
“Şimdi onu topla ve göğsüne bastır.”
Ebû Hureyre (r.a.) hırkayı topladı ve sıkıca göğsüne bastırdı.
O mübarek sahabi, o anı şöyle anlatır: “Allah’a yemin ederim ki, o günden sonra Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğum hiçbir şeyi bir daha unutmadım.”
Bu, Peygamber mucizesiyle desteklenmiş bir ilim aşkıydı. Bu yüzden Ebû Hureyre (r.a.), dört yıl gibi (diğer büyük sahabelere göre) kısa bir süre Efendimiz’le (s.a.v.) beraber olmasına rağmen, O’ndan en çok hadis-i şerif rivayet eden sahabi oldu. 5374 hadis-i şerifi hafızasına nakşederek İslam ümmetine paha biçilmez bir hazine bıraktı.
Bir Annenin Hidayeti
Ebû Hureyre’nin (r.a.) yüreğini yakan bir derdi daha vardı: Çok sevdiği annesi Müşrike idi. Oğlunun iman etmesini bir türlü kabullenemiyor, hatta bazen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında incitici sözler söylüyordu.
Ebû Hureyre (r.a.) her gün bıkmadan usanmadan annesine İslam’ı anlatır, ama her seferinde ret cevabı alırdı. Bir gün yine annesini imana davet ettiğinde, annesi Resûlullah (s.a.v.) hakkında o kadar ağır konuştu ki, Ebû Hureyre’nin (r.a.) kalbi parçalandı.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak doğruca Efendimiz’in (s.a.v.) yanına koştu.
“Ey Allah’ın Resûlü! Anneme dua edin! Annem için Allah’a yalvarın da ona hidayet versin!” diye yalvardı.
Onun bu samimi gözyaşları ve evlat sevgisi karşısında merhamet peygamberi Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ebû Hureyre’nin annesine hidayet nasip eyle!”
Ebû Hureyre (r.a.), bu duanın kabul olacağına o kadar emindi ki, sevinçle evine doğru koşmaya başladı. Kapıya geldiğinde, içeriden su dökünme sesleri duydu. Kapıyı çaldı.
Annesi içeriden seslendi: “Dur, bekle!”
Annesi gusül abdestini almış, temiz elbiselerini giymişti. Kapıyı açtığında, Ebû Hureyre’ye (r.a.) baktı ve o mucize kelimeleri söyledi:
“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.”
Ebû Hureyre (r.a.), bu sefer sevinç gözyaşları içinde tekrar Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına koştu. Müjdeyi verdi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Ne olur, bir dua daha edin. Allah’ım, bu kulunu (Ebû Hureyre’yi) ve annesini bütün müminlere sevdir ve bütün müminleri de onlara sevdir, diye dua edin” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve bu duayı da yaptı. İşte bu yüzden, Ebû Hureyre’yi (r.a.) ve annesini sevmek, mümin olmanın bir işareti sayılmıştır.
Miras: Peygamber Sözleri
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettikten sonra, Ebû Hureyre’nin (r.a.) omuzlarındaki yük daha da arttı. O artık sadece bir talebe değil, Peygamber (s.a.v.) sözlerinin canlı bir hafızası, yürüyen bir kütüphanesiydi.
Hz. Ömer (r.a.) döneminde bir süre Bahreyn’de valilik yaptıysa da onun asıl vazifesi ilimdi. Medine’de Mescid-i Nebevî’de ders halkaları kurdu. Tâbiîn neslinin (sahabeleri gören nesil) büyük âlimleri, ondan hadis öğrenmek için etrafında pervane oldular.
O, bu hazineyi aktarırken çok titizdi. Hadis rivayet etmeyi, ateş üzerinde yürümekten daha tehlikeli görürdü. Bir harfi bile yanlış söylemekten korkar, “Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu” derken sesi titrerdi.
80 yaşına yaklaştığında Medine’de hastalandı. Ziyaretine gelenler onun ağladığını gördüler. “Neden ağlıyorsun? Yoksa dünyadan ayrılacağına mı üzülüyorsun?” dediler.
O mübarek ilim hafızı şu manidar cevabı verdi:
“Hayır! Dünyanıza üzüldüğümden ağlamıyorum. Ben, yolculuğun uzaklığına ve azığımın azlığına ağlıyorum.”
Hayatını Peygamber (s.a.v.) sevgisine ve O’nun sözlerini ezberlemeye adayan bu büyük sahabi, Hicret’in 57. veya 59. yılında Medine’de vefat etti ve Cennetü’l-Bakî kabristanına defnedildi.
Bugün elimizdeki binlerce hadis-i şerif, onun o mübarek hafızasının ve ilim uğruna katlandığı açlığın bir sadakasıdır. Hz. Ebû Hureyre (r.a.), sadece kediciklerin babası değil, aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.v.) sözlerinin ümmete emanet edildiği büyük bir hafızaydı.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

****************

• Hz. Enes bin Mâlik (r.a.): Genç yaşından itibaren on sene Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) hizmet eden ve çok sayıda hadis rivayet eden sahabi.

Peygamber’in Gönlündeki Hizmetkâr: Hz. Enes bin Mâlik (r.a.)

Gözlerinizi bir an kapatın ve 1400 yıl öncesine, Medine şehrine gidin. Şehir, Mekke’den gelen en değerli misafirini, Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ağırlamanın heyecanı içindedir. Herkes, O’na en değerli varlığını sunmak için adeta birbiriyle yarışmaktadır. Kimi evini açar, kimi malını bağışlar, kimi de kılıcını O’nun yoluna adar.
İşte bu kutlu şehirde, imanı kalbine güneş gibi doğmuş bir hanımefendi vardı: Rumeysa bint Milhan, ya da daha çok bilinen adıyla Ümmü Süleym. Kocası Mâlik, henüz iman etmemişti ve bu yüzden araları açıktı. Ümmü Süleym’in ise Mâlik’ten olma, zeki ve aydınlık yüzlü küçük bir oğlu vardı: Enes.
Allah Resûlü (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde Enes, henüz sekiz ila on yaşları arasında bir çocuktu. Ümmü Süleym, “Acaba ben Allah’ın Elçisi’ne ne hediye edebilirim?” diye düşündü. Malı mülkü çok değildi. Ama en kıymetli varlığı, gözünün nuru olan küçük Enes’i vardı.
Bir gün, küçük Enes’in elinden tuttuğu gibi doğruca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna vardı. Heyecanla ve büyük bir edeple dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Bütün Ensar (Medineli Müslümanlar) erkek-kadın size hediyeler sundular. Benim ise size hediye edecek bu küçük oğlumdan başka bir şeyim yok. Ne olur, onu kabul buyurun. Size hizmet etsin, sizin yanınızda büyüsün, ilminizden ve ahlakınızdan nasiplensin.”
Düşünün… Bir annenin, evladını, dünyanın en şerefli okuluna, “Peygamber Ocağına” kaydettirme anıydı bu.
Rahmet Peygamberi (s.a.v.), bu samimi teklif karşısında tebessüm etti. Küçük Enes’in başını okşadı ve bu masum “hediyeyi” büyük bir memnuniyetle kabul etti.
İşte o gün, Hz. Enes’in (r.a.) tam on yıl sürecek mübarek hizmeti ve şahitliği başladı.
On Yıllık “Peygamber Okulu”
Hz. Enes, o günden itibaren Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanından hiç ayrılmadı. O, artık sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda o evin bir ferdi, bir evladı gibiydi.
Peki, neler yapardı? Efendimiz’in (s.a.v.) abdest suyunu hazırlar, ayakkabılarını (nalınlarını) çevirir, misvağını getirir, bir yere gideceği zaman O’nunla birlikte gider, sofrasına yardım eder, bir ihtiyacı olduğunda hemen koşardı.
Ama bu hizmet, bildiğimiz efendi-hizmetkâr ilişkisine hiç benzemiyordu. Hz. Enes, yıllar sonra bu on yılı anlatırken, tüm insanlığa ders olacak şu muhteşem tespiti yapacaktı:
“Allah Resûlü’ne (s.a.v.) tam on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir defa bile ‘Öf!’ demedi. Yaptığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yaptın?’ veya yapmadığım bir şey için ‘Bunu neden böyle yapmadın?’ diye beni asla azarlamadı.”
Bir çocuk düşünün; on yıl boyunca (yani çocukluğundan yirmili yaşlarına kadar) bir insanın yanında kalıyor ve bir kez bile azar işitmiyor! İşte bu, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ne kadar şefkatli, ne kadar merhametli ve ne kadar yüce bir ahlaka sahip olduğunun en canlı ispatıydı.
Hz. Enes, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) “Babacığım” (Yâ Ebâ) diye hitap eder, Efendimiz de ona bazen “Oğulcuğum” (Yâ Büneyye) diye seslenir, bazen de sevgisinden dolayı kulağını hafifçe tutarak “İki kulaklıcık!” (Yâ Üzüneyn) diye takılırdı.
Bu on yıl, Hz. Enes için eşsiz bir eğitim süreciydi. O, sadece bir hizmetkâr değil, aynı zamanda canlı bir kayıt cihazı gibiydi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ev halini, ailesiyle ilişkilerini, gece ibadetini, misafir ağırlamasını, savaş anındaki kararlılığını ve barış anındaki nezaketini hep birinci elden gördü ve ezberledi.
Peygamber’in (s.a.v.) Hayat Değiştiren Duası
Hz. Enes’in annesi Ümmü Süleym, oğlunun bu şerefli hizmetinden o kadar memnundu ki, bir gün tekrar Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna çıktı:
“Yâ Resûlallah! Şu küçük hizmetkârınız Enes’e bir dua etseniz?”
Bu isteği kırmayan Rahmet Peygamberi, mübarek ellerini kaldırdı ve hizmetkârı, öğrencisi, “oğulcuğu” Enes için tarihe geçecek şu duayı yaptı:
“Allah’ım! Onun malını ve evladını çoğalt. Ona verdiğin nimetleri bereketli kıl ve ömrünü uzun eyle!” (Bazı rivayetlerde “ve onu cennete koy” ilavesi de vardır.)
Bu dua, bir Peygamber duasıydı. Ve Allah katında anında kabul görmüştü. Hz. Enes’in hayatının geri kalanı, bu duanın nasıl tecelli ettiğinin, nasıl gerçekleştiğinin adeta bir filmi gibi oldu.
Duanın Tecellisi: Bereketli Bir Hayat
On yıl dolduğunda, Hz. Enes (r.a.) yirmi yaşına gelmişti. Ve o en zor gün geldi… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat etti. Hz. Enes, o günü “Medine’ye O’nun geldiği günden daha aydınlık bir gün görmedim. O’nun vefat ettiği günden daha karanlık ve kasvetli bir gün de yaşamadım” diye anlatacaktı.
Efendisi’nden ayrılmıştı ama O’nun duası ve hatıraları hep yanındaydı.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Enes, Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde kısa bir süre Bahreyn’de zekât memurluğu yaptı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde ise Basra şehrine yerleşti. Artık o, Medine’deki o küçük çocuk değildi; Peygamber Okulu’ndan mezun olmuş büyük bir âlimdi. Basra’da bir ilim merkezi kurdu ve binlerce öğrenci yetiştirdi.
Peki ya o dua? İşte bakın nasıl gerçekleşti:
• “Malını çoğalt…”: Hz. Enes, Basra’nın en zengin insanlarından biri oldu. Öyle büyük bahçeleri vardı ki, Basra’daki diğer bahçeler yılda bir kez ürün verirken, Hz. Enes’in bahçesi (Peygamber duasının bereketiyle) yılda iki kez ürün verirdi. Bahçesinde özel bir reyhan çiçeği yetişir, kokusu misk gibi etrafa yayılırdı.
• “Evladını çoğalt…”: Hz. Enes (r.a.), çok kalabalık bir aileye sahip oldu. Rivayetlere göre, kendi vefat ettiğinde hayatta olan çocukları ve torunlarının sayısı 100’ü (bazı kaynaklara göre 120’yi) bulmuştu. Bu, o dönem için olağanüstü bir rakamdı.
• “Ömrünü uzun eyle…”: Hz. Enes, tam 100 yılı aşan (103, 107 diyen rivayetler vardır) uzun ve bereketli bir ömür sürdü. O, Basra’da vefat eden son sahabe olarak tarihe geçti.

Hadis Hazinesi ve Son Vasiyet
Hz. Enes (r.a.), uzun ömrünü sadece malı ve evlatlarıyla değil, ilimle geçirdi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yanında geçirdiği on yılın her anını hafızasına kazımıştı. Bu sayede, en çok hadis rivayet eden sahabeler (Mukthirûn) arasında üçüncü sırayı aldı. 2286 hadis rivayet ederek, bizlere Peygamber ahlakını ve sünnetini taşıyan en önemli köprülerden biri oldu.
Ömrünün son günlerinde artık çok yaşlanmıştı. Sık sık ağlar, “Ah, keşke Resûlullah’ı (s.a.v.) rüyamda görsem” diye hasret çekerdi. Yanındakilere şöyle derdi: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bana bir gün şöyle nasihat etmişti: ‘Oğulcuğum! Kalbinde kimseye karşı bir kin, bir aldatma veya düşmanlık olmadan sabahlayabilir ve akşamlayabilirsen, bunu yapmaya çalış. Oğulcuğum, işte bu, benim sünnetimdir (yolumdur). Benim sünnetimi yaşayan, beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur.'”
Hz. Enes, bu nasihati bir ömür boyu tuttu.
Vefatı yaklaştığında, yanında küçük bir kutu sakladığı görüldü. Ailesine vasiyet etti:
“Bu kutunun içinde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek terinden damlalar ve saçından teller vardır. Ben vefat ettiğimde, bunları kefenime, dilimin altına ve gözlerimin üzerine koyun. Umarım Rabbimin huzuruna bu mübarek emanetlerle çıkarım.”
Ve “Peygamber’in Hizmetkârı” (Hâdimü’n-Nebî) unvanını en büyük şeref madalyası olarak taşıyan Hz. Enes bin Mâlik (r.a.), yüz yaşını aşkınken, Peygamber duasıyla bereketlenmiş bir ömrün ardından Basra’da vefat etti.
Onun hayatı, bizlere ihlasla yapılan küçük bir hizmetin Allah katında ne kadar büyüyeceğinin, bir annenin salih niyetinin nesilleri nasıl kurtaracağının ve en önemlisi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bir çocuğa bile nasıl davranılması gerektiğini öğreten eşsiz ahlakının en güzel hikayesidir.

*****************

• Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.): Vahiy kâtiplerinin önde gelenlerinden ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde Kur’an-ı Kerim’in cem edilmesinde (toplanmasında) vazifeli heyetin başkanı.

Allah’ın Kelâmının Muhafızı: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.)

Birinci Bölüm: Medine’nin Yetim Dehası
Güneşin, Yesrib’in hurma bahçelerini ısıttığı günlerden birinde, Neccâroğulları arasında yetim bir çocuk büyüyordu. Babası Sâbit, daha Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine’ye hicret etmeden evvel kabileler arası vuku bulan Buâs Harbi’nde vefat etmişti. Bu zeki çocuğun adı Zeyd idi. Zeyd bin Sâbit.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Zeyd henüz on bir yaşındaydı. Medine, “Peygamber Şehri” olmanın heyecanıyla çalkalanırken, bu genç kalp de iman nuruyla dolup taşmıştı. Okuma yazma biliyordu ve hafızası fevkalade kuvvetliydi.
İman etmenin heyecanıyla, o da diğer Müslümanlar gibi Allah yolunda bir şeyler yapmak istiyordu. Bedir Gazvesi vakti geldiğinde, Zeyd henüz on üç yaşındaydı. Yaşıtları gibi o da kılıcını kuşanıp Resûlullah’ın (s.a.v.) ordusuna katılmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.), bu küçük mücahidi sevgiyle süzdü ve yaşının harp için küçük olduğunu belirterek onu Medine’ye geri gönderdi.
Zeyd’in kalbi mahzundu, ancak onun cihadı kılıçla değil, kalemle olacaktı.

İkinci Bölüm: Peygamberin (s.a.v.) Tercümanı ve Kâtibi
Zeyd’in (r.a.) okuma yazma kabiliyeti ve dillere olan yatkınlığı, Medine’de hemen fark edildi. Onu Resûlullah’a (s.a.v.) takdim ettiler ve “Ya Resûlallah! Bu genç, Kur’an’dan on yedi sûreyi ezbere biliyor ve çok güzel okuyor.” dediler. Efendimiz (s.a.v.) onun okuyuşunu dinledi ve çok memnun kaldı.
Bir müddet sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu genç dehaya hususi bir vazife verdi. Buyurdular ki:
“Yâ Zeyd! Bana farklı lisanlarda, hususiyetle Yahudilerin dili olan İbranice’de mektuplar geliyor. Ben, o mektupları bana tercüme edenlere tam olarak itimat edemiyorum. Sen, İbraniceyi (ve bazı rivayetlere göre Süryaniceyi) öğren.”
Bu emir, Zeyd (r.a.) için bir şerefti. Öyle bir zekâya sahipti ki, İbraniceyi rivayetlere göre on beş gün gibi mucizevî bir sürede okuyup yazacak seviyede öğrendi. Artık Resûlullah’ın (s.a.v.) hususi tercümanı ve mektuplarını yazan kâtibi olmuştu.
Ancak onun asıl şerefi “Vahiy Kâtipliği” idi.
Cebrail (a.s.) ne zaman yeni bir ayet-i kerime getirse, Efendimiz (s.a.v.) hemen güvendiği kâtiplerini çağırırdı. Bu kâtiplerin başında Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.) gelirdi. Efendimiz (s.a.v.) okur, Zeyd (r.a.) ise büyük bir titizlikle, o an ne buldularsa; hurma yaprakları, yassı taşlar (lihâf), deri parçaları veya kürek kemikleri üzerine Allah’ın (c.c.) kelâmını kaydederdi.
O, inen ayetlerin ilk şahitlerinden, ilk yazıcılarındandı. Bu vazife, onun omuzlarına genç yaşta büyük bir mesuliyet yüklemişti.

Üçüncü Bölüm: En Ağır Emanet (Kur’an’ın Cemi)
Seneler geçti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Refîk-i A’lâ’ya vasıl olmuş, halifelik vazifesi Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) geçmişti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde, dinden dönenlerle ve yalancı peygamberlerle (Müseylemetü’l-Kezzâb gibi) çok şiddetli harpler yapıldı. Bu harplerin en çetini olan “Yemâme Savaşı”nda, Kur’an’ı baştan sona ezbere bilen (hâfız) sahabelerin pek çoğu şehadet şerbetini içti.
Bu durum, Hz. Ömer’i (r.a.) derinden endişelendirdi. Kur’an ayetleri dağınık halde (taşlar, deriler, yapraklar üzerinde) bulunuyor ve en büyük güvencesi olan hâfızlar bir bir şehid oluyordu.
Hz. Ömer (r.a.) derhal Halife Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) koştu ve dedi ki:
“Yâ Halifete Resûlillah! Yemâme’de kurrâ (hâfızlar) arasında şehidlik çoğaldı. Eğer böyle devam ederse, Kur’an’ın bir kısmının hâfızların şehadetiyle zayi olmasından (kaybolmasından) endişe ediyorum. Muhakkak Kur’an’ın bir araya getirilmesini (cem edilmesini) emretmelisin!”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir işi yapmaktan evvela çekindi:
“Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?”
Hz. Ömer (r.a.) ısrar etti. Bunun bir bid’at değil, dinin aslını muhafaza için bir zaruret olduğunu anlattı. Nihayet Allah (c.c.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kalbini bu işe yatırdı.
Peki, bu mukaddes ve ağır vazifeyi kim yapacaktı?
Akıllara tek bir isim geldi: Resûlullah’ın (s.a.v.) vahiy kâtibi, Medine’nin en zeki âlimi: Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Zeyd’i (r.a.) çağırdı. Hz. Ömer (r.a.) de oradaydı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) durumu izah etti ve dedi ki:
“Sen genç, akıllı bir adamsın. Hakkında hiçbir töhmet (kötü zan) işitmedik. Sen Resûlullah’a (s.a.v.) vahiy kâtipliği yapıyordun. Şimdi Kur’an’ın ayetlerini araştır ve onları bir araya topla!”
Bu teklif karşısında Hz. Zeyd (r.a.) dehşete kapıldı. Omuzlarına yüklenen mesuliyetin ağırlığını o an anlamıştı. Yıllar sonra o anı şöyle tasvir edecekti:
“Vallahi! Eğer bana dağlardan bir dağı yerinden kaldırmamı teklif etselerdi, Kur’an’ı toplama vazifesinden daha ağır gelmezdi!”
Hz. Zeyd (r.a.) de evvela tereddüt etti: “Resûlullah’ın (s.a.v.) yapmadığını nasıl yaparsınız?”
Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) onu ikna ettiler.
Hz. Zeyd (r.a.) derhal bir heyet kurdu ve bu heyetin başına geçti. İnanılmaz titiz bir çalışma başlattı. Sadece kendi hafızasına veya başkalarının hafızasına güvenmedi. Medine’de “elinde Resûlullah’tan (s.a.v.) duyulup yazılmış ayet olan herkes getirsin” diye ilan etti.
Bir ayeti Mushaf’a kaydetmek için çok mühim bir usûl belirledi:
• Getirilen ayetin, mutlaka Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda yazılmış olması.
• Buna dair iki âdil şahidin şehadette bulunması.
Böylece Mescid-i Nebevî’de, insanların getirdiği hurma yapraklarını, deri parçalarını ve kemik tabletlerini incelemeye başladı. Her ayeti, hâfızların ezberleriyle ve yazılı şahitlerle karşılaştırdı.
Bu meşakkatli çalışmanın sonunda, Tevbe Sûresi’nin son iki ayeti hariç hepsini bu titizlikle topladı. O son iki ayeti ise sadece sahabi Hz. Huzeyme bin Sâbit’in (r.a.) yanında yazılı olarak buldu. (Resûlullah (s.a.v.), Hz. Huzeyme’nin şahitliğini iki şahit yerine saydığı için, bu ayetler de Mushaf’a dâhil edildi.)
Hz. Zeyd (r.a.) ve heyeti, Kur’an-ı Kerim’i eksiksiz olarak iki kapak arasında “Suhuf” (Sayfalar) halinde topladı. Allah’ın (c.c.) şu vaadi, onun elleriyle tecelli ediyordu:
“Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9 )
Bu ilk Mushaf, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) teslim edildi. Vefatından sonra Hz. Ömer’e (r.a.), ondan da kızı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zevcesi olan Hz. Hafsa’ya (r.anha) intikal etti.

Dördüncü Bölüm: Ümmeti Birleştiren Nüshalar (Kur’an’ın Çoğaltılması)
Hz. Zeyd’in (r.a.) hizmeti bununla bitmedi.
Aradan yıllar geçmiş, Hz. Osman (r.a.) halife olmuştu. İslam coğrafyası Arabistan dışına, Azerbaycan’a, Ermenistan’a, Mısır’a kadar genişlemişti.
Farklı milletlerden Müslüman olanlar, Kur’an’ı farklı kıraatlerle (okuyuş tarzlarıyla) okuyorlardı. Bu durum, bazı yerlerde “Benim okuyuşum seninkinden daha doğrudur” gibi tehlikeli ihtilaflara, fitnelere sebep olmaya başlamıştı.
Azerbaycan fethinden dönen kumandan Huzeyfe bin Yemân (r.a.), bu tehlikeyi gördü ve hemen Medine’ye, Halife Hz. Osman’a (r.a.) gelerek feryat etti:
“Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Bu ümmet, kitapları hakkında Yahudi ve Hristiyanların düştüğü ihtilafa düşmeden evvel onlara yetiş!”
Hz. Osman (r.a.), derhal ümmetin ileri gelenlerini topladı. Çözüm belliydi: Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde toplanan ana Mushaf’ın (Suhuf) esas alınarak çoğaltılması ve her yere gönderilmesi.
Bu vazife için kurulacak heyetin başkanı yine belliydi: Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.).
Hz. Osman (r.a.), Hz. Hafsa’dan (r.anha) o mübarek “Ana Mushaf”ı emaneten istedi. Zeyd bin Sâbit (r.a.) başkanlığında (Abdullah bin Zübeyr, Said bin Âs, Abdurrahman bin Hâris gibi Kureyşli genç âlimlerin de olduğu) bir heyet kurdu.
Vazifeleri, bu ana Mushaf’ı Kureyş lehçesine (Kur’an’ın ilk indiği lehçeye) göre “istinsah” etmek, yani çoğaltmaktı. Hz. Zeyd (r.a.) Medineli, diğer üç üye Kureyşli idi. Hz. Osman (r.a.) onlara, “Eğer Zeyd ile bir ayetin yazılışında ihtilafa düşerseniz, Kureyş lehçesine göre yazın, zira Kur’an o lehçede nazil olmuştur.” buyurdu.
Bu heyet, büyük bir titizlikle 5 (veya 7) adet Mushaf nüshası hazırladı. Bu nüshalar, Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Medine gibi mühim İslam merkezlerine gönderildi. Hz. Osman (r.a.), bu resmî Mushaflar dışındaki bütün şahsi nüshaların ve dağınık yaprakların imha edilmesini emretti.
İşte bugün elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim, Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) başkanlığındaki bu iki büyük çalışmanın (Cem ve İstinsah) mübarek meyvesidir.

Beşinci Bölüm: İlimle Dolu Bir Ömür
Hz. Zeyd (r.a.), sadece Kur’an’ı toplayan bir kâtip değildi. O, Medine’nin en büyük âlimiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun hakkında, “Ümmetimin içinde ferâizi (miras hukukunu) en iyi bilen Zeyd’dir.” buyurmuştu.
Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) devirlerinde Medine’de kadılık yaptı, fetva makamının başındaydı. Devlet hazinesini (Beytü’l-Mâl) idare etti. Sahabenin en büyük âlimleri dahi, çözemedikleri fıkhî meseleleri, özellikle de miras hesaplarını ona sorarlardı.
Ömrünü ilme, Kur’an’a ve devlete hizmete adadı.
Hicret’in 45. (veya 55.) senesinde Medine’de vefat ettiğinde, İslam âlemi en büyük âlimlerinden birini kaybetmişti. Cenaze namazına katılanlardan Hz. İbn Abbas (r.a.) (ki o da “Ümmetin Âlimi” lakaplıydı), Zeyd’in (r.a.) kabrine bakarak gözyaşları içinde şöyle demiştir:
“İşte ilim böyle gömülür! Bugün ilmin pek çoğu defnedildi.”
Hz. Zeyd bin Sâbit (r.a.), zekâsını, gençliğini ve bütün hayatını Allah’ın (c.c.) kelâmının tek bir harfi dahi zayi olmasın diye vakfeden, o “en ağır emaneti” omuzlarında taşıyan mübarek bir sahabidir. Rabbimiz ondan ve bütün sahabelerden ebediyen razı olsun. Amin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025




HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

HİDAYET KANDİLLERİ – İSLAM BÜYÜKLERİNİN HAYATI

1. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Dönemi (İlk Yenileyiciler ve Mezhep İmamları)

Tâbiîn (Sahabeyi görenler) ve Tebe-i Tâbiîn (Tâbiîni görenler) dönemi, İslam ilimlerinin temellerinin atıldığı dönemdir.

• Ömer bin Abdülaziz (ö. 101 H / 720 M): Emevi halifesidir. Adaleti, Sünnet’e bağlılığı ve bid’atleri ortadan kaldırma çabaları nedeniyle birçok alim tarafından birinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

“Hidayet Kandillerinden” biri olan ve âlimlerin ittifakıyla birinci hicri asrın müceddidi kabul edilen Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (rahmetullahi aleyh) adalet, fazilet ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık dolu hayat hikâyesi.
________________________________________
Hidayet Kandili: Beşinci Halife Hz. Ömer bin Abdülaziz’in Hikâyesi

Giriş: Saraydaki Zâhid

Emevî Devleti, gücünün zirvesindeydi. Saraylar, zenginlikler ve saltanat, Medine’nin o mütevazı Mescid-i Nebevî’sinden çok uzaklara, Şam’ın ihtişamlı koridorlarına taşınmıştı. Devletin idaresi, artık Peygamber (s.a.v) Efendimizin ve ilk dört halifesinin (Hulefâ-i Râşidîn) zâhidâne hayatından farklı bir çehreye bürünmüştü. İşte böyle bir zamanda, Emevî sarayının tam kalbinde, bambaşka bir ruh, farklı bir “yapı” ile bir şehzade yetişiyordu.
Bu şehzade, Ömer bin Abdülaziz idi. O, sadece bir Emevî prensi değildi; damarlarında, adaletiyle cihanı titreten Halife-i Sânî, Hz. Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) kanını taşıyordu. Annesi, Hz. Ömer’in torunuydu. Bu mübarek soy, onun fıtratına adeta bir adalet mayası çalmıştı.

Birinci Bölüm: İlim Yuvası Medine’de Yetişen Şehzade
Babası Abdülaziz, Mısır valisiydi. Ömer, sarayda ve zenginlik içinde büyümesine rağmen, kalbi hep ilme ve hikmete meftundu. Babasından, kendisini ilim tahsili için Medine-i Münevvere’ye göndermesini ısrarla rica etti. O vakitler Medine, Sahâbe-i Kirâm’ın son temsilcilerinin ve Tâbiîn’in en büyük âlimlerinin bulunduğu bir nur merkeziydi.
Ömer, Medine’ye geldiğinde, kendini tamamen ilme adadı. Enes bin Mâlik (r.a.) gibi Sahâbîleri gördü; Said bin Müseyyeb, Urve bin Zübeyr ve Sâlim bin Abdullah (kendi kuzeni) gibi Tâbiîn’in en büyük fıkıh (hukuk) âlimlerinden dersler aldı. O, sarayın debdebesini değil, mescidin huşûsunu, ilim halkalarının feyzini seçti.
Genç yaşında Medine valisi tayin edildi. Ancak o, diğer Emevî valileri gibi saltanat sürmedi. Yaptığı ilk iş, Medine’nin en büyük on fıkıh âlimini toplamak oldu. Onlara dedi ki: “Sizi, bana hak ve adaleti göstermeniz için bir ‘Şûrâ Meclisi’ olarak topladım. Allah’a yemin ederim ki, sizin görüşünüzü almadan hiçbir karara imza atmayacağım.” Bu, Emevî idaresinde görülmemiş bir hareketti; unutulmaya yüz tutan “istişâre” sünnetini yeniden ihyâ ediyordu.
Medine valiliği boyunca adaletiyle o kadar nam saldı ki, zulümden kaçanlar için Medine bir sığınak hâline geldi.

İkinci Bölüm: Omuzlara Yüklenen Ağır Emanet: Hilâfet
Halife Süleyman bin Abdülmelik, vefat döşeğindeydi. Kendisinden sonra kimi halife bırakacağı merak konusuydu. Emevî hanedanı, veliahdın kendi kardeşleri veya oğulları olmasını bekliyordu. Ancak Süleyman, âlimlerin de tavsiyesiyle, hanedanı şaşırtan bir vasiyet yazdırdı. Vasiyeti, ölümünden sonra açılmak üzere mühürledi.
Süleyman vefat edince, Emevî ailesi ve devlet erkânı büyük Dımaşk (Şam) Camii’nde toplandı. Vasiyet okundu: Halife, kendisinden sonra Ömer bin Abdülaziz’i seçmişti!
Ömer bin Abdülaziz, adının okunduğunu duyunca sarsıldı. Bu ağır yükü istemiyordu. Rengi attı ve “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz) dedi. Ayağa kalktı ve minbere yöneldi. Herkes onun biat (bağlılık yemini) almasını beklerken, o, gözyaşları içinde halka şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Ben, bu vazifeyi istemedim ve bana danışılmadı. Omuzlarıma ağır bir yük yüklendi. Sizin, bana olan biatınızı kaldırıyorum. Kimi isterseniz, kimi lâyık görüyorsanız onu kendinize halife seçin!”
Kalabalık bir anda dalgalandı. İnsanlar, yıllardır hasret kaldıkları bu tevazû ve adaleti görmüşlerdi. Hep bir ağızdan bağırdılar: “Biz ancak seni istiyoruz, ey Mü’minlerin Emiri! Senden başkasına râzı değiliz!”
Böylece Ömer bin Abdülaziz, istemeyerek, ancak ümmetin ittifakıyla bu ağır emaneti omuzladı.

Üçüncü Bölüm: İki Buçuk Yıllık Adalet ve İhyâ Dönemi
Hilâfeti sadece iki buçuk sene sürdü. Ancak bu kısa süre, asırlara bedel bir adalet ve ihyâ hareketiyle doldu.

• 1. Saraydan Başlayan Adalet:
İlk iş olarak saraydaki israfı bitirdi. Halifelere mahsus atları, süslü elbiseleri, muhafız alaylarını, hizmetkârları Beytü’l-Mâl’e (Devlet Hazinesi) iade etti. Kendi ailesinin ve Emevî hanedanının haksız yere edindiği bütün mal, mülk ve arazilere el koydu.
Bir gün hanımı, Halife Abdülmelik’in kızı olan Fâtıma’nın yanına geldi. Hanımına dedi ki: “Ey Fâtıma! Ya o boynundaki ve üzerindeki mücevherleri, babanın sana verdiği hediyeleri Beytü’l-Mâl’e, Müslümanların hazinesine iade edersin ya da benden ayrılırsın. Ben, evimde hem Peygamber ümmetinin hakkı olan bu serveti hem de seni bir arada tutamam.” O sâliha hanım, tereddütsüz bütün ziynetlerini hazineye bağışladı.

• 2. En Büyük Bid’atin Kaldırılması:
Yıllardır Emevî idaresinde, Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye (r.a.) ve Ehl-i Beyt’e yönelik (hâşâ) kötü sözler söylenmesi gibi çirkin bir âdet, bir bid’at yerleşmişti. Bu, Müslümanlar arasında derin bir yara ve fitne kaynağıydı.
Ömer bin Abdülaziz, halife olur olmaz çıkardığı ilk emirlerden biriyle bu zulmü durdurdu. Bu çirkin âdeti kaldırdı ve yerine, Cuma hutbelerinin sonunda şu ayet-i kerimenin okunmasını emretti:

$$ “Muhakkak ki Allah; adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi, 90. Ayet)$$
İşte bu ayet, o günden bugüne, 1300 yıldır bütün İslam âleminde Cuma hutbelerinin sonunda okunmaya devam etmektedir. Bu, onun en büyük miraslarından biridir.

• 3. Sünnet-i Seniyye’nin İhyâsı (Hadislerin Toplanması):
Ömer bin Abdülaziz, Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sünnet’inin ve hadislerinin kaybolmasından endişe ediyordu. Çünkü Sahâbîler vefat etmiş, hadisleri bilen Tâbiîn âlimleri de bir bir âhirete göçmekteydi.
Derhal valilere ve âlimlere mektuplar yazdı. Başta büyük âlim İbn Şihâb ez-Zührî olmak üzere, dönemin âlimlerini hadisleri toplamaya teşvik etti. Bu emir, hadis-i şeriflerin resmî olarak yazıya geçirilmesi (tedvîn) hareketini başlatan en mühim adımdır. Bugün elimizde bulunan Sahîh-i Buhârî ve Müslim gibi temel hadis külliyatları, bu mübarek çalışmanın meyveleridir.

• 4. Zekât Verecek Fakir Bulunamayan Refah Dönemi:
Onun adaleti, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslim tebaaya (vatandaşlara) karşı da idi. Haksız vergileri kaldırdı. Zulmü yasakladı. Devletin gelirlerini adaletle dağıttı.
Rivayet edilir ki, onun o kısa hilâfet döneminde adalet ve refah öyle bir seviyeye ulaştı ki; zekât memurları topladıkları zekâtları dağıtmak için şehir şehir, köy köy dolaşıyor, ancak zekât kabul edecek bir tek fakir dahi bulamıyorlardı. Herkesin ihtiyacı giderilmiş, borçluların borcu ödenmiş, fakirlik ortadan kalkmıştı. Zekât memurları, paraları dağıtamadan hazineye geri getirirlerdi.

Dördüncü Bölüm: Hidayet Kandilinin Sönüşü (Şehâdeti)
Ömer bin Abdülaziz’in bu adalet devrimi, Emevî hanedanı içindeki menfaat sahiplerini, haksız kazançları ellerinden alınanları ve eski saltanat günlerini özleyenleri rahatsız etti. Onun bu kadar “adil” olması, onların zulüm düzenini bozmuştu.
Rivayetlere göre, bu zâlimane düzenin geri gelmesini isteyenler, halifenin bir hizmetkârına rüşvet vererek onu zehirlediler. Halife, zehirlendiğini anladı. Ancak kendisini zehirleyen hizmetkârı çağırıp ona kızmadı bile. Sadece ona verdiği zehrin parasını nereden bulduğunu sordu. Hizmetkâr, “1000 dinar karşılığında yaptım” deyince, Halife Ömer, o 1000 dinarı hizmetkârdan alıp Beytü’l-Mâl’e koydu ve hizmetkârı serbest bıraktı. “Benden ne kötülük gördün, şimdi git, belki tövbe edersin” dedi.
Vefat döşeğindeydi. Etrafındakiler sordular:
“Ey Mü’minlerin Emiri! Çocuklarına ne bıraktın? Onlar çok kalabalık ve sen onlara bir servet bırakmadın.”
Adalet Güneşi, şu ibretlik cevabı verdi:
“Eğer benim çocuklarım sâlih iseler, Allah (c.c.) sâlih kullarının velîsidir, O onları korur. Yok, eğer sâlih değillerse, ben onlara Allah’a isyan edecekleri bir serveti miras bırakmam!”
Henüz 39 yaşındayken, Rabbine kavuştu.
Netice: Beşinci Halife ve Müceddid
Ömer bin Abdülaziz, Emevî halifesi olmasına rağmen, hayatı, zühdü, takvâsı ve adaletiyle Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört Büyük Halife) yolundan gittiği için, bütün İslam âlimleri tarafından “Beşinci Raşid Halife” olarak kabul edilmiştir.
O, dünyaya değil âhirete talip olan bir idarecinin, sadece iki buçuk senede bir devleti nasıl ihya edebileceğinin, bozulanı nasıl düzeltebileceğinin (tecdîd) en parlak isbatıdır. O, birinci hicri asrın müceddididir.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı onun üzerine olsun. O, karanlık bir dönemde yanan, yolumuzu aydınlatan bir “hidayet kandili” olarak Müslümanların kalbinde yaşamaya devam etmektedir.

*****

• Hasan-ı Basrî (ö. 110 H / 728 M): Tâbiîn döneminin en önemli alimlerinden biridir. Zühd (tasavvufun ilk şekli) ve ilim alanında derin izler bırakmıştır.

Tâbiîn neslinin o mübarek yıldızlarından, ilmiyle, zühdüyle ve hikmet dolu sözleriyle asırlara ışık tutan büyük İmam Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) hayatını, İslâmî kaynaklara ve menkıbelere sadık kalarak, hem genç dimağlara hem de irfan sahibi büyüklere hitap edecek bir üslupla şu şekilde hikâye edebiliriz:
________________________________________
Hidayet Kandili: Basra’nın Gözbebeği Hasan-ı Basrî (rah.)
Her şey, Medine-i Münevvere’de, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra, Sahâbe-i Kirâm’ın (r.a.) ilim ve feyiz pınarlarının hâlâ gürül gürül aktığı bir devirde başladı. Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliğinin sonlarına doğru, 642 (Hicrî 21) senesinde, mübarek bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Hasan koydular.
Hasan’ın ailesi, sıradan bir aile değildi. Onlar, “Hâne-i Saadet”in, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek hânelerinin havasını teneffüs etmiş kimselerdi. Annesi Hayre, mü’minlerin annesi Hz. Ümmü Seleme (r.anha) validemizin hizmetindeydi. Babası Yesâr ise, Resûlullah’ın (s.a.v.) meşhur vahiy kâtibi Hz. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) azatlı kölesiydi.
Hasan, böyle bir yuvada büyüdü. Onun ilk beşiği, Peygamber hanesinin manevi iklimiydi.
Peygamber Hanesinden Alınan İlk Feyiz
Küçük Hasan’ın hayatındaki ilk ve en mühim bereket hadiselerinden biri, henüz kundakta bir bebekken yaşandı. Annesi Hayre, bir gün bir iş için dışarı çıkmak zorunda kaldı ve küçük Hasan’ı, efendisi ve mü’minlerin annesi olan Hz. Ümmü Seleme’ye (r.anha) emanet etti.
Bir vakit sonra bebek Hasan ağlamaya başladı. Hz. Ümmü Seleme validemiz, o şefkatli anne, bebeği teskin etmek için kucağına aldı, onu sevdi. Rivayet edilir ki, validemiz ağlayan bebeği susturmak için ona kendi mübarek göğsünden bir miktar süt verdi. (Bazı rivayetlerde ise, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) su içtiği mübarek bir kaptan ona su içirdiği zikredilir.)
Bu hadisenin ardından Hz. Ümmü Seleme validemiz, bu mübarek bebeğe şöyle dua etti:
“Yâ Rabbi! Bu yavruyu ilim ve hikmet sahibi eyle! Onu insanlar arasında sevilen ve örnek alınan bir kulun yap.”
Bu dua, kabul makamına ulaşmıştı. Hasan, daha ilk nefeslerinden itibaren Peygamber hanesinin feyziyle ve mü’minlerin annesinin duasıyla şereflenmişti.
Sahâbe Ocağında Yetişen Bir Âlim
Hasan-ı Basrî, gözünü açtığında etrafında devasa çınarlar, yani Sahâbe-i Kirâm vardı. Medine sokaklarında koşarken, ders halkalarında otururken, Mescid-i Nebevî’de namaz kılarken hep o yıldız insanları gördü.
Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyr (r.a.), Hz. Enes bin Mâlik (r.a.) ve daha nice büyük Sahâbîden (Allah onlardan razı olsun) bizzat ilim tahsil etti. Onların sohbetlerinde bulundu, onlardan Hadîs-i Şerîf dinledi. Bu sebeple o, Tâbiîn neslinin en büyüklerinden, “İmamü’t-Tâbiîn” (Tâbiîn’in İmamı) lakabına layık görülenlerden biri oldu.
Basra’daki İrşad Kandili
Gençlik yıllarında ailesiyle birlikte Basra’ya göç etti. Basra o vakitler, İslâm dünyasının en hareketli şehirlerindendi. Büyük bir ticaret merkezi, ilim yuvası, ama aynı zamanda zenginliğin, lüksün ve dünyaya meyletmenin de başladığı bir yerdi.
İşte Hasan-ı Basrî, böyle bir şehirde bir “irşad kandili” gibi parlamaya başladı.
Basra Câmi-i Kebîr’deki (Büyük Cami) ders halkası, kısa sürede hakikat arayanların sığınağı haline geldi. O konuştuğu zaman, kelimeler ağzından bir hikmet pınarı gibi dökülürdü. Sözleri son derece beliğ (etkili), üslûbu fevkalade akıcıydı.
Onun en belirgin vasfı, “havf” (Allah korkusu) ve “hüzün” idi. Ama bu hüzün, dünyevî bir üzüntü değil, Âhiret endişesinden, günahların ağırlığından ve Allah’a (c.c.) karşı mesuliyet şuurundan kaynaklanan derin bir tefekkür haliydi.
Vaaz vermeye başladığında, önce kendisi ağlar, sonra da dinleyenleri ağlatırdı. Kalbi o kadar rikkatliydi ki, Cehennem’den bahsedildiğinde sanki onun sesini duyar gibi titrer, Cennet’ten bahsedildiğinde sanki onu görür gibi sevinirdi.
Ona bakanlar, “Sanki Cehennem sırf onun için yaratılmış gibi korkuyor” derlerdi. Kendisi ise bu halini şöyle izah ederdi: “Kalpler, gaflet ve günahlarla katılaşır. Onları yumuşatmak için böyle ağlamak ve tefekkür etmek lazımdır.”
Zühdü ve Hikmetli Sözleri
Hasan-ı Basrî Hazretleri, ilmiyle amel eden (yaşayan) bir âlimdi. O, zühdün, yani dünyaya esir olmamanın en güzel misaliydi. Basra’nın bütün zenginlikleri ayaklarının altındayken, o son derece sade bir hayat sürerdi.
En meşhur sözlerinden bazıları, onun hayata bakışını tasvir eder:
• “Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçip gidin, ama onu imar etmeye (üzerine evler kurmaya) kalkmayın.”
• “Mü’min, sabahladığında akşama çıkacağından emin olamaz, akşamladığında sabaha varacağından emin olamaz. O, daima nefsinin muhasebesi (kendini hesaba çekmesi) içindedir.”
• “Ey Ademoğlu! Sen günlerden ibaretsin. Bir günün geçti mi, bir parçan da gitmiş demektir.”
• “İlmin afeti unutmaktır. İlmi müzakere (tekrar etmek) ise onun hayatıdır.”
Zalim Haccâc Karşısındaki Şecaati (Cesareti)
Hasan-ı Basrî Hazretleri, sadece yumuşak huylu bir vaiz değil, aynı zamanda hakkı söylemekten çekinmeyen, şecaat sahibi bir İmam’dı.
O devirde, Irak valisi olarak bilinen Haccâc-ı Zâlim adında, çok sert ve kan dökücü bir idareci vardı. İnsanlar onun adını duyunca titrerdi.
Bir gün Haccâc, kendisini tenkit eden âlimlere öfkelendi ve Hasan-ı Basrî’nin de aralarında bulunduğu bazı âlimlerin yakalanıp huzuruna getirilmesini emretti. Niyeti onları en ağır şekilde cezalandırmaktı.
Askerler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni alıp Haccâc’ın sarayına götürdüler. Haccâc, cellatlarını hazırlamış, öfkeyle köpürüyordu. Hasan-ı Basrî (rah.) içeri girdiğinde, Haccâc’ın hiddetini gördü ama zerre kadar korku göstermedi. Sadece dudakları kıpırdıyor, Rabbine sığınıyordu.
Haccâc, o heybetli âlimi karşısında görünce, Allah (c.c.) kalbine bir sükûnet ve Hasan-ı Basrî’ye karşı bir mehabet (saygı) hissi verdi. Haccâc’ın bütün öfkesi bir anda dindi. Şaşkınlıkla ayağa kalktı ve:
“Buyur ey İmam! Başköşeye, yanıma otur!” dedi.
Hasan-ı Basrî’yi yanına oturttu, ona iltifat etti, hürmet gösterdi ve “Bana nasihat et, ey İmam” dedi. Hasan-ı Basrî, ona Allah’tan korkmasını, adaletten ayrılmamasını tavsiye etti. Haccâc, onu dikkatle dinledi ve sonunda onu hediyelerle, hürmetle uğurladı.
Saraydan çıkanlar şaşkındı. Hasan-ı Basrî’ye sordular: “Ey İmam! Biz senin idam edilmeni beklerken, Haccâc sana hürmet etti. İçeri girerken ne okudun?”
Büyük İmam tebessüm etti ve şöyle dedi:
“Rabbime sığındım. Dedim ki: ‘Ey benim yüce Rabbim! Ey azamet ve celâl sahibi! Haccâc’ın şerrini benim için hayra çevir. Onun ateşini bana soğuk ve selametli kıl!'”
Ehl-i Sünnet Çizgisinden Ayrılmayışı
Hasan-ı Basrî’nin ders halkası o kadar genişti ki, İslâm dünyasındaki birçok farklı düşüncenin temelleri de onun meclisinde tartışılırdı.
Bir gün dersinde, “Büyük günah (kebâir) işleyen bir mü’minin durumu nedir? Kâfir mi olur, mü’min mi kalır?” diye mühim bir sual soruldu.
Hasan-ı Basrî (rah.) tam cevap verecekken, talebelerinden Vâsıl bin Atâ adında biri aceleyle atıldı ve Ehl-i Sünnet’e aykırı bir cevap verdi: “O, ne tam mü’mindir ne de tam kâfirdir. İkisi arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn).”
Bu yeni ve Ehl-i Sünnet yoluna aykırı görüşü duyan Hasan-ı Basrî Hazretleri, Vâsıl’ın bu aceleci tavrına ve yanlış görüşüne müsaade etmedi. Şöyle buyurdu:
“Vâsıl bizden ayrıldı (İ’tezelenâ).”
İşte o gün, Vâsıl bin Atâ ve ona tâbi olanlar, Hasan-ı Basrî’nin ders halkasından ayrılıp mescidin başka bir köşesine çekildiler. Onlara, İmam’ın bu sözünden dolayı “Mu’tezile” (Ayrılanlar) denildi. Hasan-ı Basrî, bu tavrıyla Ehl-i Sünnet itikadının korunmasında da öncü olmuştur.
Vefatı ve Mirası
Tam 88 yıl (bazı kaynaklara göre 90 yıl) ilim, zühd, takva ve irşad ile dolu bir hayat süren bu büyük İmam, 110 (Hicrî) senesinde Basra’da Rabbine kavuştu.
Vefat haberi duyulduğunda, bütün Basra şehri yasa büründü. O gün, Cuma günüydü. Bütün şehir halkı, İmamlarının cenazesine katılmak için toplandı. Rivayet edilir ki, cenazesi o kadar kalabalıktı ki, o gün Basra Câmi-i Kebîr’inde ikindi namazı cemaatle kılınamadı; çünkü cemaatin tamamı cenazedeydi.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinden sonra gelen bütün âlimlere, sûfîlere (tasavvuf erbabına) ve hakikat yolcularına sönmeyen bir ışık, bir “hidayet kandili” oldu. Onun sözleri, hikmetleri ve takva dolu hayatı, bugün hâlâ kalplerimizi aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o mübarek Tâbiîn İmamı’ndan ebediyen razı olsun. Bizleri de onun yolundan gidenlerden eylesin. Âmin.

************

• İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (ö. 150 H / 767 M): Hanefî mezhebinin kurucusudur. Fıkıhta “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün öncüsüdür.
________________________________________
Hidayet Kandili İmam-ı Azam Ebû Hanîfe: Aklın ve Faziletin İmamı
Giriş: Kûfe’nin Işıkları
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in 80. yılını gösterirken, İslam medeniyetinin en hareketli şehirlerinden birinde, Kûfe’de bir çocuk dünyaya geldi. Adını Nu’man koydular. Babasının adı Sâbit’ti. O gün kimse, bu küçük Nu’man’ın, bir gün adının “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) olacağını ve isminin asırlar boyunca cihan şümul bir hürmetle anılacağını bilmiyordu.
Kûfe, sıradan bir şehir değildi. Burası, Peygamber Efendimizin (s.a.v) güzide sahabîlerinin ilim tohumlarını ektiği, Tâbiîn’in (sahabîleri gören nesil) bu tohumları yeşerttiği bir ilim merkeziydi. Havada sadece pazar yerinin gürültüsü değil, aynı zamanda camilerdeki ilim halkalarının fısıltıları da dolaşırdı. Nu’man’ın ailesi, aslen Fars diyarından gelmiş, ticaretle uğraşan, dindar ve saygın bir aileydi. Dedesi Zûtâ’nın, Hazret-i Ali (r.a) ile tanışıp Müslüman olduğu ve onun hayır duasını aldığı rivayet edilirdi.

Bölüm 1: Tüccardan Âlime Yöneliş
Küçük Nu’man, zeki ve parlak bir çocuktu. Babasının yanında ticaretin inceliklerini öğreniyor, Kûfe çarşılarında ipek ticareti yapıyordu. Zekâsı o kadar keskin, muhakemesi o kadar kuvvetliydi ki, herkes onun çok başarılı bir tüccar olacağına kesin bir nazarla bakıyordu. Hayat, onun için pazar yerindeki hesaplardan ve kumaşların kalitesinden ibaret görünüyordu.
Bir gün, genç Nu’man çarşıdan dönerken, zamanın büyük âlimlerinden İmam Şa’bî (r.a) ile karşılaştı. İmam Şa’bî, bu parlak gencin sadece çarşı-pazar işleriyle meşgul olmasına üzülüyordu. Nu’man’a yaklaştı ve hikmet dolu bir nazarla sordu:
“Ey delikanlı, nereye böyle?”
Nu’man, “Çarşıya, tüccar falanın yanına gidiyorum,” diye cevap verdi.
İmam Şa’bî, onun cevabını bekliyormuş gibi gülümsedi ve şu tarihî sözü söyledi:
“Sadece çarşıya gitme. Sende ilim cevheri görüyorum. Âlimlerin meclislerine de devam etmelisin. Zira senin gibi zeki bir gencin, ilim ve hikmetten uzak kalması büyük kayıp olur.”
Bu sözler, genç Nu’man’ın kalbine bir şimşek gibi düştü. O ana kadar sadece maddeye odaklanan nazarı, şimdi mânâya, ilme ve hikmete çevrilmişti. Evet, ticaret yapacaktı ama bu, onun asıl gayesi olmayacaktı. Onun asıl yolu, Allah’ın dinini anlamak ve anlatmaktı.

Bölüm 2: İlim Deryasında Bir Yolcu
Ebû Hanîfe, o günden sonra kendini ilme adadı. Önce Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. Kûfe’nin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı. Ama onun kalbini en çok çeken, fıkıh ilmi, yani İslam hukukuydu. “Hayatı anlamak ve yaşamak” için fıkhı bilmek gerektiğine inanıyordu.
O dönemde Kûfe’de, “ehl-i rey” (akıl ve içtihat) ekolünün en büyük temsilcisi Hammâd bin Ebî Süleyman vardı. Ebû Hanîfe, bu büyük âlimin dizinin dibine oturdu. Tam on sekiz yıl boyunca, bir gün bile ayrılmadan hocası Hammâd’a talebelik etti. Sadece dinlemedi; sordu, tenkit etti, müzakere etti.
Hocası Hammâd, onun bu keskin zekâsına ve derin anlayışına hayrandı. Bazen bir mesele sorulduğunda, cevap vermeden önce “Nu’man burada mı?” diye sorar, o varsa “Cevap ver ey Ebû Hanîfe!” derdi. (Ebû Hanîfe, “Hanîfe’nin Babası” manasına gelen künyesidir.)
Ebû Hanîfe sadece Kûfe’de kalmadı. İlim için Basra’ya, Medine’ye ve Mekke’ye seyahatler yaptı. Bu seyahatlerinde, Medine’de İmam Mâlik’in de hocası olan Rabîatü’r-Rey gibi dev âlimlerden dersler aldı. Mekke’de, Tâbiîn’in en büyüklerinden Atâ bin Ebî Rebâh ile tanıştı. Hatta bazı rivayetlere göre, henüz hayatta olan birkaç sahabîyi, mesela Enes bin Mâlik’i (r.a) görme şerefine erişti. Bu yüzden ona “Tâbiîn”den sayılma şerefi de nail oldu.

Bölüm 3: İlim Meclisi ve “En Büyük İmam”
Hocası Hammâd vefat ettiğinde, ilim halkasının başına kimin geçeceği belliydi. Herkesin nazarı, artık kırk yaşına gelmiş olan olgun âlim Ebû Hanîfe’deydi. O, hocasının kürsüsüne oturduğunda, İslam tarihinde yeni bir devir başlıyordu.
Ebû Hanîfe, derslerini bir “diktatör” gibi anlatmazdı. O, bir “ilim meclisi” kurdu. Bu mecliste, kendisi gibi dâhi olan talebeleri vardı. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed eş-Şeybânî, İmam Züfer gibi geleceğin büyük imamları, onun rahle-i tedrisindeydi.
Dersi şöyle işlerdi: İmam-ı Azam, ortaya bir mesele atardı. Mesela, “Şöyle şöyle bir durum olsa, dinimizin hükmü ne olurdu?” diye sorardı.
Talebeleri konuşmaya başlardı. Biri “Bence şöyledir, delilim şu ayettir,” derdi. Diğeri “Hayır, şu hadise göre böyle olmalıdır,” derdi. İmam Züfer kıyas (analoji) yapar, İmam Ebû Yusuf daha pratik çözümler sunardı. Tartışmalar bazen günlerce sürerdi.
İmam-ı Azam, tüm bu fikirleri bir orkestra şefi gibi yönetir, dinler, not alır ve en sonunda bütün delilleri toparlayarak, Kur’an ve Sünnet’in ruhuna en uygun, aklın ve mantığın kabul edeceği, insanların hayatını kolaylaştırıcı (istihsan) hükmü açıklardı.
İşte “Hanefî mezhebi” böyle doğdu. Tek bir kişinin fikri değil, bir ilim şûrasının, Kur’an ve Sünnet ışığında, akıl ve rey (görüş) ile vardığı ortak bir hikmet hazinesiydi. O, meseleleri çözme kabiliyeti ve derin anlayışı sebebiyle “İmam-ı Azam” (En Büyük İmam) lakabını aldı.

Bölüm 4: Zengin Ama Zâhid Bir Tüccar
İmam-ı Azam’ın diğer âlimlerden mühim bir farkı vardı: O, ticaretle uğraşmaya devam ediyordu. Kûfe’nin en zengin ipek tüccarlarındandı. Ama bu zenginliği asla kendisi için kullanmadı.
Onun en büyük fazileti, cömertliğiydi. İlim meclisindeki bütün talebelerinin tüm masraflarını, evlerinin kirasını, yiyeceklerini kendisi karşılardı. İmam Ebû Yusuf başta olmak üzere birçok talebesine, “Sakın dünya işleriyle meşgul olup ilimden geri kalmayın. Sizin ve ailenizin bütün ihtiyacı benim üzerimedir,” derdi. Zekâtını ve sadakasını o kadar cömertçe dağıtırdı ki, Kûfe’de onun ticaretinden fayda görmeyen fakir neredeyse kalmamıştı.
Ticaretteki dürüstlüğü ise dillere destandı. Bir defasında, ortağına satması için bir top kumaş bıraktı. Kumaşta küçük bir kusur vardı ve ortağına “Bunu satarken kusurunu mutlaka müşteriye söyle,” diye tembihledi. Ortağı, kumaşı sattı ama dalgınlıkla kusurunu söylemeyi unuttu. Durumu öğrenen İmam-ı Azam, yıkıldı. Müşteriyi aradı ama bulamadı. Vicdanı o kadar sızladı ki, o kumaştan kazanılan parayı değil, o günkü satıştan elde edilen tüm geliri (binlerce dirhemi) sadaka olarak dağıttı.
Geceleri ibadetle geçirirdi. Komşuları onun geceleri evinden gelen Kur’an sesine alışıktı. Gündüzleri ilim ve ticaretle, geceleri ise ibadet ve gözyaşıyla meşgul olan, zengin ama dünyaya zerre kadar kıymet vermeyen (zâhid) bir fazilet timsaliydi.

Bölüm 5: Zalime Karşı Bir Duruş: Kadılık İmtihanı
İmam-ı Azam’ın şöhreti, saraylara kadar ulaştı. O zamanlar Emevî devleti hüküm sürüyordu. Kûfe valisi İbn Hübeyre, İmam-ı Azam’ı yanına çağırdı ve ona Kûfe Baş Kadılığı’nı (Baş Hâkimlik) teklif etti.
Bu bir makam değil, bir tuzaktı. Vali, İmam-ı Azam gibi halkın sevdiği bir âlimi kendi yanına çekerek, yaptığı zulümlere onu alet etmek istiyordu. İmam-ı Azam, bu tehlikeyi derhal sezdi. Bu ulvî makamı, zalim bir yönetimin emrinde kirletemezdi.
Teklifi reddetti.
Vali İbn Hübeyre öfkelendi. “Ya kabul edersin, ya da kamçılanırsın!” diye tehdit etti.
İmam-ı Azam’ın cevabı netti: “Vallahi, Fırat Nehri kenarında bir koyun kaybolsa, Allah bunun hesabını benden sorar diye korkarken, ben nasıl insanların kanı ve malı hakkında hüküm veririm? Sizin zulmünüze ortak olmaktansa, kamçı yemeyi tercih ederim.”
Valinin emriyle zindana atıldı. Günlerce kırbaçlandı. Vücudu kan revan içindeydi ama o, kararından dönmedi. En sonunda, bu âlimin ölmesinden korkan vali, onu serbest bırakmak zorunda kaldı.

Bölüm 6: Zindanda Gelen Şehadet
Yıllar geçti. Emevî devleti yıkıldı, yerine Abbasîler geldi. Yeni halife Ebû Cafer el-Mansur, Bağdat şehrini kuruyordu. Mansur da İmam-ı Azam’ın ilmine hayrandı ve onu kendi yanında istiyordu. Onu Bağdat’a davet etti ve ona yeni başkentin Baş Kadılığı’nı teklif etti.
İmam-ı Azam, şimdi 70 yaşına gelmiş yaşlı bir âlimdi. Ama duruşu değişmemişti. Zalimin adı değişse de zulüm devam ediyordu. Halife Mansur’un teklifini de reddetti.
Mansur, Emevî valisinden daha acımasızdı. “Benim emrime karşı mı geliyorsun!” diye kükredi ve İmam-ı Azam’ı Bağdat zindanına attırdı.
Rivayetlere göre, bu yaşlı âlime zindanda hem işkence yapıldı hem de yemeğine azar azar zehir katıldı.
Hicret’in 150. yılında, o karanlık zindanda, İslam âleminin “En Büyük İmamı”, secdedeyken (veya zehrin tesiriyle) ruhunu Rabbine teslim etti. O, bir makam uğruna dinini ve vicdanını satmamıştı.
Cenazesi Bağdat’a taşındığında, bütün şehir sokaklara döküldü. Cenaze namazını kılmak isteyenlerin sayısı o kadar çoktu ki, rivayete göre namazı tam altı defa kılındı ve elli binden fazla insan bu hidayet kandilini son yolculuğuna uğurladı.
Sonuç: Sönmeyen Kandil
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) bedenen aramızdan ayrıldı, ama onun yaktığı o “hidayet kandili” hiç sönmedi. Onun yetiştirdiği talebeleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, onun metodunu ve fetvalarını kitaplaştırarak dünyaya yaydılar.
Bugün, yüz milyonlarca Müslüman, hayatlarını onun Kur’an ve Sünnet’ten, akıl ve hikmetle çıkardığı yola, Hanefî mezhebine göre yaşamaktadır. O bize, aklı kullanmanın imanın bir parçası olduğunu, dürüstlüğün en büyük zenginlik olduğunu ve bir âlimin en büyük vazifesinin, ne pahasına olursa olsun hakkı söylemek olduğunu öğretti.
Allah’ın rahmeti, o büyük imamın üzerine olsun.

*****

• İmam Mâlik bin Enes (ö. 179 H / 795 M): Mâlikî mezhebinin kurucusudur. “Muvatta” adlı eseri, ilk hadis ve fıkıh kaynaklarındandır.

HİCRET YURDUNUN İMAMI: MÂLİK BİN ENES (r.a.)
Güneşin, yeryüzünü en nurlu şekilde aydınlattığı bir belde düşünün. Burası, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek adımlarıyla şereflenmiş, O’nun mescidini, minberini ve kabr-i saadetini sinesinde saklayan Medine-i Münevvere idi. Peygamber Efendimiz ve güzide ashabı bu dünyadan göçeli yaklaşık bir asır olmuştu. Ancak Medine’nin havasında hala onların nefesi, sokaklarında onların hatırası vardı. Tâbiîn neslinin büyükleri, Ashâb-ı Kirâm’dan öğrendikleri ilmi ve edebi, bir sonraki nesle aktarmak için gayret ediyordu.
İşte böyle mübarek bir zamanda, Hicretin 93. senesinde (Miladi 711), Medine’de salih bir ailenin evinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Mâlik koydular. Babası Enes, dedesi Mâlik, onun da babası Ebû Âmir… Hepsi ilimle meşgul, fazilet sahibi kimselerdi. Dedesinin babası Ebû Âmir, Bedir dışındaki bütün gazvelere katılmış bir sahabiydi. İmam Mâlik, böyle nurlu bir soya ve ilim kokan bir yuvaya gözlerini açmıştı.

İlimden Önce Edeb
Küçük Mâlik’in zekâsı ve hafızası göz kamaştırıyordu. Ailesi, onun büyük bir âlim olacağını daha o yaşlarda fark etmişti. Annesi, o devrin anneleri gibi feraset sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunu ilim meclisine göndermeye karar verdiğinde, onu en güzel elbiselerle giydirdi, sarığını sardı ve ona şu ölümsüz tavsiyede bulundu:
“Oğlum! Medine’nin büyük âlimi Rabîa’nın (Rabîatü’r-Rey) meclisine git. Ama dikkat et! O’nun ilminden önce edebini öğren. Git ve O’nun heybetini, vakarını, oturup kalkmasını öğren.”
Bu tavsiye, İmam Mâlik’in bütün hayatının anahtarı olacaktı. O, ilmin, ancak edeb ile bir kıymet ifade ettiğini daha ilk derste anlamıştı.
Genç Mâlik, Medine’nin ilim pınarlarından kana kana içmeye başladı. O, sıradan bir talebe değildi; o, ilme âşık bir talebeydi. Geceleri mum ışığında ders tekrar eder, gündüzleri hocalarının kapısında beklerdi. İbn Şihâb ez-Zührî, Nâfi’ (Abdullah bin Ömer’in âzatlısı) ve Ca’fer-i Sâdık gibi Tâbiîn’in en büyük âlimlerinden yüzlerce hocanın önünde diz çöktü.
Özellikle Nâfi’nin dersleri onun için çok mühimdi. Çünkü Nâfi’, ilmi doğrudan Abdullah bin Ömer’den (r.a.), o da babası Hz. Ömer’den (r.a.) ve Resûlullah’tan (s.a.v.) almıştı. Bu, “altın silsile” (silsiletü’z-zeheb) denilen en sağlam ilim zinciriydi.
Medine Mescidi’ndeki İlim Halkası
Yıllar geçti, genç talebe Mâlik, artık Medine’nin en büyük âlimlerinden biri, “İmam Mâlik” olmuştu. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mescidinde, Mescid-i Nebevî’de kendi ilim halkasını (ders kürsüsünü) kurdu.
Ancak o, bu kürsüye oturmakta hiç acele etmedi. Rivayete göre, Medine’nin yetmiş büyük âlimi onun ders verebileceğine, fetva makamına layık olduğuna şehadet etmeden bu işe başlamadı. Çünkü o, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) makamında oturmanın ağırlığını biliyordu.
Dersleri o kadar bereketli ve vakarlıydı ki, Mescid-i Nebevî talebelerle dolup taşardı. Sadece Medine’den değil, Endülüs’ten (İspanya), Mısır’dan, Irak’tan, Horasan’dan binlerce talebe, “Hicret Yurdunun İmamı”nı (İmâmu Dâri’l-Hicre) dinlemek için yollara düşerdi.
O, bir meseleyi cevaplarken çok titizdi. Kırk soru sorulsa, çoğuna “La edrî” (Bilmiyorum) diye cevap vermekten çekinmezdi. “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır” derdi. Çünkü o, bilmediği bir meselede Allah adına konuşmaktan tir tir titrerdi.

Hadis-i Şerife Eşi Bulunmaz Hürmet
İmam Mâlik Hazretleri’nin en belirgin vasfı, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve O’nun mübarek sözlerine (hadislere) olan sonsuz hürmetiydi.
Eğer kendisine fıkıh (İslam hukuku) ile ilgili bir sual sorulsa, hemen ayakta cevap verirdi. Ama ne zaman ki birisi “Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdular ki…” diyerek bir hadis-i şerif sorsa, İmam Mâlik derhal dururdu.
Yanındakilere müsaade ister, evine gider, boy abdesti alır (veya güzelce abdest alır), en güzel elbiselerini giyer, sarığını sarar, en güzel kokularından (ıtır) sürünür ve öylece mescide dönerdi. Onun için hazırlanan özel kürsüye büyük bir vakar ve huşû içinde oturur, gözleri yaşlı bir halde hadis-i şerifi naklederdi.
Bir defasında sebebini sordular. Şöyle cevap verdi: “O, Allah’ın Resûlü’nün sözüdür. Ben o sözleri size abdestsiz, alelade bir halde nakletmekten hayâ ederim.”
Bu hürmeti o kadar derindi ki, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek bedeninin bulunduğu Medine-i Münevvere’de, zaruri bir ihtiyaç olmadıkça asla bineğe binmezdi. “Ben,” derdi, “içinde Allah’ın Resûlü’nün yattığı bir toprağa, bir hayvanın ayağıyla basmaktan Allah’tan utanırım.”

İlk Hadis ve Fıkıh Eseri: “Muvatta”
İmam Mâlik, ilmin kaybolmasından endişe ediyordu. Abbasi Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr, ondan bir ricada bulundu: “Ey İmam! İnsanlar için bir kitap yaz. Hem kolay olsun hem de en sağlam hadisleri ve fıkhi hükümleri ihtiva etsin. Artık insanlar ihtilaftan (görüş ayrılığından) kurtulsun.”
İmam Mâlik bu iş için tam kırk yıl çalıştı. Yüz binlerce hadis rivayeti arasından en sağlam olanlarını, Sahabenin ve Tâbiîn’in uygulamalarını (ki buna “Medine ehlinin ameli” derdi) titizlikle seçti. Bu muazzam eseri tamamladığında, onu Medine’nin yetmiş büyük âlimine sundu. Hepsi kitabı inceledi ve “muvafakat” etti (uygun buldu, onayladı).
Bu yüzden kitabın adı “el-Muvatta” (Üzerinde ittifak edilen, kolaylaştırılmış, düzeltilmiş yol) oldu. Bu eser, yeryüzünde yazılan ilk ve en güvenilir hadis ve fıkıh kitaplarından biri kabul edildi. Öyle ki, talebesi İmam Şâfiî Hazretleri, “Yeryüzünde Allah’ın Kitabı’ndan (Kur’an’dan) sonra, İmam Mâlik’in Muvatta’sından daha sahih (sağlam) bir kitap yoktur” demiştir.

Faziletin İmtihanı: Hak Uğruna Kırbaç
İmam Mâlik, sadece ilmiyle değil, hakkı söylemekteki cesaretiyle de imamdı. O devrin Abbasi yönetimi, insanlardan zorla biat (bağlılık yemini) alıyordu. Bazı idareciler, “Zorla yapılan yeminler de geçerlidir” diyerek halkı korku altında tutuyordu.
Halk, bu meselenin aslını öğrenmek için İmam Mâlik’e geldi. Sordular: “Ey İmam! Zorla (ikrah altında) yapılan boşama (talâk) veya yemin geçerli midir?”
İmam Mâlik, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) “Zorlama altında yapılan boşama (talâk) geçerli değildir” hadisine dayanarak fetvayı verdi: “Hayır, zorla yapılan ne yemin geçerlidir ne de boşama!”
Bu fetva, idarecilerin hiç hoşuna gitmedi. Çünkü bu fetva, “Zorla aldığınız biat de geçersizdir” manasına geliyordu.
Medine valisi, İmam Mâlik’i çağırttı. Ondan bu fetvadan dönmesini istedi. İmam Mâlik, Resûlullah’ın hadisini çiğnemeyi reddetti. Bunun üzerine vali öfkelendi ve o büyük İmam’a, Peygamber Mescidi’nin önünde yetmiş (veya yüz) kırbaç vurdurdu. İmam Mâlik’in mübarek bedeni kan revan içinde kaldı, hatta rivayete göre omuz kemikleri yerinden çıktı.
Ama o, acı içinde kıvranırken bile “Biliniz ki, zorla yapılan yemin geçerli değildir!” diye haykırmaya devam etti.
Bu hadiseden sonra İmam Mâlik’in şanı ve itibarı, halkın gözünde bin kat daha arttı. Çünkü onlar, İmam’ın ilmini satmadığını, hak uğruna bedel ödemekten çekinmediğini gözleriyle görmüşlerdi.

İmamların Hocası ve Vefatı
İmam Mâlik’in ilim meclisi, nice büyük âlimler yetiştirdi. Onun en meşhur talebelerinden biri de, daha sonra büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Muhammed bin İdris, yani İmam Şâfiî idi.
İmam Şâfiî, Mâlik’in yanına geldiğinde henüz çok gençti. Muvatta’yı hocasına ezberden, tek bir hata yapmadan okuyuşu, İmam Mâlik’i hayran bırakmıştı. İmam Mâlik, bu parlak gencin alnına bakıp şu hikmetli sözü söylemişti: “Evladım! Allah senin kalbine bir nur vermiş. Onu günah işleyerek söndürme!”
İmam Mâlik Hazretleri, seksen altı yıllık bereketli bir hayatı, ilim, edeb, takva ve mücadele ile geçirdikten sonra, Hicri 179 (Miladi 795) senesinde, âşık olduğu şehirde, Medine-i Münevvere’de hastalandı.
Son anlarında Kelime-i Şehadet getirdi ve Yüce Allah’ın şu ayetini okuyordu:
“…Emir, eninde sonunda Allah’ındır…” (Rûm Suresi, 4. Ayetten bir bölüm)
Ruhu, mübarek Medine topraklarından, Rabbinin huzuruna yükseldi. Cenazesi, binlerce seveninin gözyaşları arasında, Sahabe-i Kirâm’ın yattığı Cennetü’l-Bâkî kabristanlığına defnedildi.
Bugün Mâlikî mezhebi, özellikle Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyasında milyonlarca Müslümana yol göstermeye devam etmektedir. İmam Mâlik ise, bizlere ilimden önce edebi, dünyaya boyun eğmemeyi ve Peygamber sevgisinin nasıl olması gerektiğini öğreten sönmez bir hidayet kandili olarak kalbimizde yaşamaktadır.
Allah ondan ebediyen razı olsun.

*******
• İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî (ö. 204 H / 820 M): Şâfiî mezhebinin kurucusudur. Fıkıh usulü (metodolojisi) ilmini sistemleştiren “er-Risâle” adlı eseriyle tanınır. Genellikle ikinci hicri yüzyılın müceddidi olarak kabul edilir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Muhammed bin İdris eş-Şâfiî
BİRİNCİ BÖLÜM: GAZZE’DE DOĞAN IŞIK VE MEKKE’YE HİCRET
Tarih, hicretin 150. yılını gösteriyordu. İslam dünyasının büyük bir âlimi, fıkıh ilminin direklerinden İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.) vefat etmişti. Âdeta bir ışık sönmüştü; fakat kader-i İlâhî, aynı yıl Filistin’in Gazze şehrinde yeni bir ışığın parlamasını murad etmişti.
İşte o yıl, Kureyş’in en şerefli kollarından birine mensup, soyu Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Abdümenâf’ta birleşen mübarek bir hanede, Muhammed bin İdris dünyaya gözlerini açtı. Ona sonradan, dedelerinden Şâfi’ b. Sâib’e nisbetle “eş-Şâfiî” denilecekti.
Ne var ki bu parlak zekâlı çocuk, babasını henüz iki yaşındayken kaybetti. O, artık bir yetimdi. Annesi, Ezd kabilesinden, zeki ve fazilet sahibi bir hanımefendiydi. Oğlunun asil soyunun ve Kureyşli kimliğinin kaybolmasından endişe etti. Gazze’de kalırlarsa bu nesebin unutulacağından korktu. Kıt kanaat geçiniyor olmalarına rağmen, henüz çok küçük olan Muhammed’i yanına alarak, atalarının yurdu olan, vahyin kalbi Mekke-i Mükerreme’ye hicret etme kararı aldı.
Bu hicret, sadece bir yer değişikliği değil, aynı zamanda tarihin seyrini değiştirecek bir ilim yolculuğunun ilk adımıydı.

İKİNCİ BÖLÜM: MEKKE’DE İLİM VE ÇÖLDE FESAHAT
Mekke’de hayatları büyük bir fakr u zaruret içinde geçiyordu. Öyle ki, annesinin kağıt alacak parası dahi yoktu. Küçük Muhammed, derslerini yazmak için kemik parçalarını, çömlek kırıklarını ve hurma yapraklarını kullanıyordu.
Fakat bu mahrumiyet, onun Allah vergisi zekâsına ve hafızasına engel olamadı. Daha yedi yaşındayken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını hıfzetti. Dokuz-on yaşlarına geldiğinde ise, İmam Mâlik’in (r.a.) meşhur eseri “el-Muvatta”yı neredeyse ezberlemişti.
Mekke’de Mescid-i Haram’ın ilim halkalarına katıldı. Süfyan b. Uyeyne ve Müslim b. Hâlid ez-Zencî gibi devrin büyük muhaddis ve fakihlerinden dersler aldı. Zekâsı o kadar keskindi ki, henüz on üç veya on beş yaşındayken, hocası Müslim b. Hâlid ona: “Ey Ebû Abdullah! Artık fetva verebilirsin!” diyerek icazet verdi. O, Kâbe’nin gölgesinde ilim öğreten ve fetva veren en genç âlimlerden biri olmuştu.
Ancak İmam Şâfiî, sadece fıkıh ve hadis ile yetinmedi. O, Kur’an ve Sünnet’in lisanı olan Arapçayı en saf haliyle öğrenmek istiyordu. Bu sebeple Mekke’den ayrılarak, o dönemde en fasih Arapçayı konuşan ve şiirin merkezi sayılan Hüzeyl kabilesinin yanına, çöle gitti.
Yıllarını onların arasında geçirdi. Sadece dillerini ve şiirlerini öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda usta bir okçu ve binici oldu. Dilin inceliklerine, edebiyatın derinliklerine öylesine vâkıf oldu ki, meşhur dil âlimi Asmaî bile, “Hüzeyl kabilesinin bazı şiirlerini, Kureyşli bu gençten (Şâfiî’den) tashih ettim” demiştir. Bu edebi birikim, onun ileride ilmi meseleleri izah ederken kullanacağı eşsiz üslubun da temelini atmıştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: MEDİNE’DE BİR HOCA, BİR TALEBE: İMAM MÂLİK İLE TANIŞMA
İmam Şâfiî, yirmi yaşına gelmişti. Mekke’deki hocaları, ona artık Medine’ye gitmesini ve devrin en büyük âlimi, “Dâru’l-Hicre”nin (Hicret Yurdu – Medine) imamı olan İmam Mâlik b. Enes’in (r.a.) ders halkasına katılmasını tavsiye ettiler.
İmam Şâfiî, Medine’ye gitmeden önce “el-Muvatta”yı tamamen ezberlemişti. İmam Mâlik’in heybetli ilim meclisine vardığında, bu Kureyşli genç adama söz verildi. İmam Şâfiî, Muvatta’yı ezberinden, o çölde öğrendiği fasih ve gür sesiyle okumaya başladı.
İmam Mâlik, karşısındaki bu gencin sadece hafızasına değil, okuyuşundaki letafete ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayran kaldı. Okuma bittikçe İmam Mâlik, “Devam et, ey genç!” diyordu. Nihayet İmam Mâlik, o ferasetli nazarlarıyla ona baktı ve şu tarihî tavsiyede bulundu:
“Ey Muhammed! Allah’tan kork ve masiyetten (günahlardan) sakın. Zira şüphesiz ki senin gelecekte büyük bir şanın (şöhretin) olacaktır. Allah Teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir; sakın onu günah karanlığı ile söndürme!”
İmam Şâfiî, İmam Mâlik’in vefatına (Hicri 179) kadar yaklaşık dokuz yıl boyunca onun rahle-i tedrisinde kaldı. Ondan “Ehl-i Hadis” mektebinin usulünü, Medine fıkhını ve hadis ilminin inceliklerini öğrendi. İmam Mâlik, bu parlak talebesine hususi bir ihtimam gösterdi ve onu en seçkin talebeleri arasına aldı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: YEMEN’DE KADILIK VE BAĞDAT’TA BİR İMTİHAN
İmam Mâlik’in vefatından sonra, İmam Şâfiî tekrar Mekke’ye döndü. Ancak geçim sıkıntısı içindeydi. Bu sırada Yemen’e giden bir vali, onun ilmini ve Kureyşli asaletini görerek kendisine Necran’da kadılık (hâkimlik) vazifesi teklif etti. İmam Şâfiî, bu vazifeyi kabul etti.
Adaletiyle kısa sürede halkın sevgisini kazandı. Zulme asla boyun eğmiyor, hak kiminse onu teslim ediyordu. Ancak onun bu tavizsiz adaleti, bazı makam sahiplerinin menfaatlerine dokundu. Ona haset edenler, Abbasi Halifesi Harun Reşid’e giderek, İmam Şâfiî’yi, Ehl-i Beyt taraftarı bir isyanı desteklemekle itham ettiler.
Bu, çok ağır bir siyasi suçlamaydı. İmam Şâfiî (r.a.), Hicri 184’te tutuklandı ve zincire vurularak Bağdat’a, Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkarıldı.
Huzurda, aynı suçlamayla getirilen diğer kişiler idam edilmişti. Sıra İmam Şâfiî’ye geldiğinde, o, Kureyş’e has vakarıyla, çölde öğrendiği fesahatiyle ve ilmin verdiği izzetle kendini savundu. O, ne isyancıydı ne de devlet düşmanı. O, sadece ilim ehli ve adaletten yana bir kadı idi.
Halife Harun Reşid, onun konuşmasından, ilminden ve asaletinden çok etkilendi. Orada bulunan ve Halife’nin en güvendiği âlim olan, İmam-ı Azam’ın talebesi İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî de (r.a.) İmam Şâfiî’nin lehine şahitlik etti. İmam Şâfiî’nin masum olduğu anlaşıldı ve Halife tarafından serbest bırakılarak kendisine ikramda bulunuldu.

BEŞİNCİ BÖLÜM: İKİ FIKIH NEHRİNİN BİRLEŞMESİ: BAĞDAT YILLARI
Bu ağır imtihan, en büyük hayırlardan birine kapı açmıştı. İmam Şâfiî, Bağdat’ta kalarak, kendisini kurtaran İmam Muhammed eş-Şeybânî’nin himayesine girdi ve onun ders halkalarına katıldı.
Bu, İslam fıkıh tarihi için bir dönüm noktasıydı.
İmam Şâfiî, Medine’de İmam Mâlik’ten hadise dayalı Hicaz fıkhını (Ehl-i Hadis) öğrenmişti. Şimdi ise Bağdat’ta, İmam Muhammed vasıtasıyla, İmam Ebû Hanîfe’nin akla ve re’ye dayalı Irak fıkhını (Ehl-i Rey) öğreniyordu.
O, bu iki büyük fıkıh mektebini şahsında birleştiren “köprü” oldu. İmam Şâfiî, İmam Muhammed’in ilmine o kadar hayrandı ki, “Muhammed b. Hasan’dan bir deve yükü kitap yazacak kadar ilim öğrendim” demiştir.
İmam Şâfiî, Bağdat’ta kaldığı sürede, bu iki farklı metodu birleştiren kendi usulünü geliştirmeye başladı. O artık hem hadisin gücünü hem de rey’in (kıyasın) gerekliliğini biliyordu.

ALTINCI BÖLÜM: USÛL’ÜN İCADI VE “er-RİSÂLE”
İmam Şâfiî, bir müddet sonra Mekke’ye döndü ve Mescid-i Haram’da tekrar ders vermeye başladı. Şöhreti artık bütün İslam dünyasına yayılmıştı. Onun ders halkasına katılanlar arasında, sonradan kendisi de büyük bir mezhep imamı olacak olan genç Ahmed b. Hanbel (r.a.) de vardı.
İmam Şâfiî, tekrar Bağdat’a döndüğü Hicri 195 yılında, devrin büyük hadis âlimi Abdurrahman b. Mehdî’den bir mektup aldı. İbn Mehdî, ondan Kur’an ve Sünnet’in nasıl anlaşılması gerektiğini, hangisinin diğerine nasıl delil olacağını, icma, kıyas gibi delillerin şartlarını açıklayan bir eser yazmasını istiyordu.
Bunun üzerine İmam Şâfiî, kalemini eline aldı ve İslam tarihinde bir çığır açacak olan o mübarek eserini kaleme aldı: “er-Risâle”.
Bu eser, fıkıh tarihinde yazılan ilk “Fıkıh Usulü” (metodoloji) kitabıydı. O güne kadar âlimler fıkıh yapıyorlardı, ancak İmam Şâfiî, “fıkhın nasıl yapılacağının” ilmini, yani kurallarını sistemleştirdi. Sünnet’in Kur’an karşısındaki bağlayıcı yerini, delillerin sıralamasını (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) net bir şekilde ortaya koydu.
Artık fıkıh, sadece meseleleri çözmek değil, aynı zamanda o meseleleri çözerken kullanılacak “ilmi bir yol haritası” olan bir ilim dalı haline gelmişti. Bu eseriyle İmam Şâfiî, fıkıh ilmine nizam ve intizam getirdi.

YEDİNCİ BÖLÜM: MISIR’DAKİ SON DURAK VE “YENİ GÖRÜŞLER”
Hicri 199 yılında İmam Şâfiî, Bağdat’taki bazı fitnelerden ve siyasi çalkantılardan uzaklaşmak için Mısır’a gitmeye karar verdi. Hayatının son beş yılını geçireceği Mısır, onun ilminin zirveye ulaştığı yer oldu.
Mısır’a geldiğinde, oradaki âlimlerin farklı rivayetlerini ve yeni hadisleri gördü. Toplumsal yapının ve örfün Bağdat’tan farklı olduğunu müşahede etti. Büyük bir ilim adamına yakışır şekilde, sırf eski görüşlerine bağlı kalmadı. Yeni deliller ve yeni durumlar karşısında eski içtihatlarının bir kısmını yeniden gözden geçirdi.
İşte onun Bağdat’ta verdiği fetvalara “Kavl-i Kadîm” (Eski Görüş), Mısır’da bu yeni delillere göre güncellediği fetvalara ise “Kavl-i Cedîd” (Yeni Görüş) denildi. Şâfiî mezhebinin esası da bu Mısır’daki “yeni görüşleri” üzerine kuruldu.
Mısır’da ilim halkası o kadar genişledi ki, sadece insanlar değil, devletin idarecileri bile onun ilminden istifade ediyordu. İmam Büveytî, İmam Müzenî ve Rebî’ b. Süleyman el-Murâdî gibi, mezhebini dünyaya yayacak büyük talebeler yetiştirdi.

SEKİZİNCİ BÖLÜM: GÜNEŞİN BATIŞI VE İKİNCİ ASRIN MÜCEDDİDİ
İmam Şâfiî, ömrünü ilme, adalete ve Sünnet-i Seniyye’yi müdafaaya adamıştı. Talebesi Ahmed b. Hanbel’in de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadis-i şerifinin müjdesine mazhar olarak, Hicri ikinci asrın müceddidi kabul edildi.
O, Hicri 204 yılının Recep ayının son Cuma gecesi, 54 yaşında iken Mısır’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Geride, dört büyük Ehl-i Sünnet mezhebinden birini, fıkıh usulü gibi muazzam bir ilmi ve “er-Risâle” ile “el-Ümm” gibi paha biçilmez eserler bıraktı.
İmam Şâfiî, Gazze’de yetim bir çocuk olarak başladığı hayat yolculuğunu, Mekke’de ilim, Medine’de edep, Yemen’de adalet, Bağdat’ta hikmet ve Mısır’da kemâlât ile tamamlayarak; adı kıyamete kadar ilimle anılacak bir hidayet kandili olarak bu fani dünyadan ayrıldı.
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.

*****

• İmam Ahmed bin Hanbel (ö. 241 H / 855 M): Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Hadis ilmindeki derin vukufiyeti ve “Mihne” olayları sırasındaki dik duruşuyla bilinir.

Bismillahirrahmânirrahîm.
Hidayet Kandili, Sabır Abidesi: İmam Ahmed bin Hanbel (rh.a)
Giriş: İlim Deryası Bağdat
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 164 (Miladî 780) yılını gösterirken, Abbâsî Devleti’nin başkenti ve o zamanın ilim dünyasının kalbi olan Bağdat şehri, büyük bir fidanın toprağa düşmesine şahitlik edecekti. Aslen Merv’li olan muhterem bir aile, bu ilim şehrine yerleşmişti. İşte bu şehirde, Muhammed bin Hanbel’in hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Ahmed koydular. O gün kimse, bu küçük Ahmed’in, bir gün “Ehl-i Sünnet’in İmamı” lakabıyla anılacağını, isminin dört büyük mezhep imamından biri olarak asırlarca rahmetle yâd edileceğini bilmiyordu.
Babası o daha çok küçükken vefat etmiş, bu sebeple Ahmed, saliha ve fedakâr annesi Safiyye bint Meymûne’nin himayesinde büyümüştü. Annesi, evladının sadece bedenen değil, ruhen de en güzel şekilde yetişmesi için üzerine titriyordu. Ahmed, daha küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmiş, keskin zekâsı ve güçlü hafızasıyla dikkat çekmişti. Bağdat, bir ilim okyanusuydu ve genç Ahmed, bu okyanustan kana kana içmeye daha o yaşta karar vermişti.

İkinci Bölüm: İlim Uğrunda Bir Ömür: “Rihle”
Genç Ahmed’in kalbinde, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mübarek sözlerine, yani Hadîs-i Şerîflere karşı derûnî bir muhabbet vardı. O devirde ilim, bugünkü gibi kitaplardan kolayca öğrenilmiyordu. Bir hadisi bizzat duyan ilk râvîden veya ona en yakın kişiden alabilmek için diyar diyar gezmek, “Rihle” denilen meşakkatli ilim yolculuklarına çıkmak gerekiyordu.
Ahmed bin Hanbel, on altı yaşından itibaren kendisini tamamen bu kutlu yola adadı. Önce Bağdat’taki büyük âlimlerin, bilhassa İmam Ebû Yûsuf’un (İmam Ebû Hanîfe’nin talebesi) derslerine katıldı. Ancak onun asıl gayesi hadis ilmiydi. Dönemin en büyük hadis âlimlerinden Huşeym bin Beşîr’in rahle-i tedrîsinde (ders halkasında) yıllarca diz çöktü.
Validesinden izin alarak başladığı ilim yolculuğu, onu Basra’ya, Kûfe’ye, Hicaz’a (Mekke ve Medine) ve Yemen’e kadar götürdü. Bu yolculuklar çile doluydu. Kimi zaman aç kaldı, kimi zaman yol parası bulamadığı için kervanlara yük taşıyarak (hammallık yaparak) yoluna devam etti. Ama onun için bir hadisi daha sahih bir senetle öğrenmenin hazzı, bütün dünyevî zorluklara galip geliyordu.
Bu yolculukların en mühimlerinden biri, İmam Şâfiî (rh.a) ile olan görüşmeleriydi. İmam Şâfiî’nin fıkıh (hukuk) anlayışındaki derinliğine ve hadis ilmine olan vukufiyetine hayran kaldı. İmam Şâfiî de, genç Ahmed’deki istidâdı, takvâyı ve hadis bilgisini görünce ona büyük kıymet verdi. Aralarında hoca-talebe muhabbetinin ötesinde, iki ilim güneşinin birbirini aydınlatması gibi müstesna bir bağ oluştu. İmam Şâfiî, Mısır’a giderken arkasında bıraktığı en kıymetli talebelerinden birinin Ahmed bin Hanbel olduğunu iftiharla söylerdi.

Üçüncü Bölüm: Hadis İmamı ve “El-Müsned”
Ahmed bin Hanbel, yıllar süren bu meşakkatli yolculuklardan sonra Bağdat’a döndüğünde, artık parmakla gösterilen bir hadis hafızı ve büyük bir âlim (imam) olmuştu. Evi, ilim taliplileriyle dolup taşıyordu. Onun ders halkasında oturmak bir şerefti. Sadece hadis rivayet etmez, aynı zamanda hadislerin manalarını, fıkhî hükümleri ve râvîlerin durumlarını da büyük bir titizlikle izah ederdi.
Hayatının en büyük gayelerinden biri, topladığı yüz binlerce hadisi bir araya getirecek devasa bir eser vücuda getirmekti. İşte bu gayretle, İslam tarihinin en hacimli ve en mühim hadis külliyatlarından biri olan **”El-Müsned”**i telif etmeye başladı. Bu eser, diğer hadis kitapları gibi konulara göre değil, hadisleri rivayet eden sahâbîlerin isimlerine göre (alfabetik veya fazilet sırasına göre) tasnif edilmişti. İmam Ahmed, bu esere yaklaşık otuz bin hadis dâhil etti. El-Müsned, onun hadis ilmindeki otoritesinin ve titizliğinin en büyük isbatı oldu.
Onun ilmi sadece hadisle sınırlı değildi. O, Kur’ân tefsirinde, fıkıhta, Arap dilinde ve bilhassa “zühd” ve “takvâ” konularında da zirvedeydi. Hayatı boyunca dünya malına zerre kadar kıymet vermedi. Devlet büyüklerinin hediyelerini asla kabul etmedi. Tevâzû sahibi, vakarlı ve son derece müttakî bir hayat sürdü.

Dördüncü Bölüm: Asrın En Büyük İmtihanı: “Mihne” Olayı
İmam Ahmed bin Hanbel’in hayatını bir sabır abidesine dönüştüren ve onu “Ehl-i Sünnet’in İmamı” yapan hadise, “Mihne” (İmtihan) olarak bilinen o karanlık devirde başladı.
O dönemde, Abbâsî Halifesi Me’mûn, bazı felsefî akımların tesirinde kalarak “Mu’tezile” mezhebinin bir görüşünü devletin resmî ideolojisi olarak kabul etmişti. Bu görüş, “Halku’l-Kur’ân” (Kur’ân mahlûktur, yani yaratılmıştır) iddiasıydı. Ehl-i Sünnet âlimleri ise bu görüşün Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olduğunu, Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu, O’nun ezelî sıfatı olduğunu ve mahlûk olmadığını savunuyorlardı.
Halife Me’mûn, bu görüşü kabul etmeyen âlimlere baskı kurmaya başladı. Önde gelen âlimler sorguya çekildi. Kimi korkudan, kimi de “ikrah” (zorlama) altında olduğunu belirterek bu görüşü mecburen kabul ettiğini söyledi.
Ama sıra İmam Ahmed bin Hanbel’e geldiğinde, her şey değişti.
İmam Ahmed, saraya çağrıldı. Ona sordular: “Kur’ân hakkında ne dersin? Mahlûk mudur, değil midir?”
İmam Ahmed’in cevabı net ve sarsılmazdı: “Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Mahlûk (yaratılmış) değildir.”
Zindana atıldı. Günlerce, aylarca süren sorgular başladı. Halife Me’mûn’dan sonra gelen kardeşi Halife Mu’tasım, bu baskıyı daha da şiddetlendirdi. İmam Ahmed’i zincirlere vurdular. Bağdat sokaklarında sürüklediler. Sarayda, Halife’nin ve Mu’tezile âlimlerinin önünde defalarca sorguladılar. Ona, “Tek bir kelime söyle, ‘yaratılmıştır’ de, seni serbest bırakalım, sana ihsanlarda bulunalım” dediler.
İmam Ahmed, o zayıf ve yaşlı bedenine rağmen çelikten bir iradeyle direndi. Ona dediler ki: “Bak, bütün âlimler bu görüşü kabul etti, bir sen kaldın.” İmam Ahmed, o meşhur cevabını verdi: “Onlar kabul ettiyse, ben de mi kabul etmek zorundayım? Bana Allah’ın kitabından veya Resûlü’nün sünnetinden bir delil getirin!”
Delil getiremediler, sadece zorbalığa başvurdular. Halife Mu’tasım’ın emriyle, İmam Ahmed’e herkesin gözü önünde defalarca kırbaç vurdular. Rivayetlere göre, o kadar şiddetli vurdular ki, bedeni parçalandı, baygın düştü. Ama her ayıldığında tek bir sözü tekrarlıyordu: “Kur’ân, Allah kelâmıdır, mahlûk değildir.”
Onun bu dik duruşu, sadece bir âlimin direnişi değil, Ehl-i Sünnet akîdesinin ayakta kalma mücadelesiydi. Eğer o gün İmam Ahmed de “Evet” deseydi, belki de İslam inancının temelleri sarsılacaktı.

Beşinci Bölüm: Sabrın Zaferi ve Vefatı
İmam Ahmed, yaklaşık 28 ay süren bu ağır zindan ve işkence hayatından sonra, Halife Vâsık döneminde ev hapsine alındı. Ders vermesi, insanlarla görüşmesi yasaklandı. Ama o, sabrından hiçbir şey kaybetmedi.
Nihayet, Halife Mütevekkil başa geçtiğinde, bu zulüm dönemi sona erdi. Mütevekkil, Mu’tezile’nin görüşlerini yasakladı, Ehl-i Sünnet âlimlerine itibarını iade etti. İmam Ahmed bin Hanbel, zindandan bir kahraman olarak çıktı. Halife onu saraya davet edip özür diledi, ona hediyeler takdim etmek istedi. İmam Ahmed, zindandayken nasıl dik durduysa, sarayda da aynı zühd ve takvâ ile davrandı; Halife’nin hiçbir hediyesini kabul etmedi ve saraydan uzak durdu.
Ömrünün sonuna kadar ilim öğretmeye, hadis rivayet etmeye devam etti. Hicrî 241 (Miladî 855) yılında, 77 yaşında iken, arkasında El-Müsned gibi bir şaheser, Hanbelî Mezhebi gibi bir fıkıh yolu ve hepsinden önemlisi “istikamet” üzere yaşanmış tertemiz bir hayat bırakarak Rabbine kavuştu.
Vefat haberi Bağdat’a yayıldığında, şehir yasa boğuldu. Cenaze namazına yüz binlerce insanın katıldığı, Bağdat tarihinin en kalabalık cenazelerinden biri olduğu rivayet edilir. O gün sadece bir âlim değil, bir sabır kahramanı, bir hidayet kandili toprağa verilmişti.

Hâtime: Kalan Miras
İmam Ahmed bin Hanbel’in bize bıraktığı miras, sadece hadis kitapları veya fıkıh hükümleri değildir. Onun en büyük mirası; ilim için gösterdiği fedakârlık, dünya malına karşı gösterdiği zühd (kanaat) ve en zor zamanda, canı pahasına Hakk’ı savunma cesaretidir. O, Kur’ân ve Sünnet yolundan asla taviz verilmemesi gerektiğini bizlere hayatıyla öğretmiştir.
Allah Teâlâ, o büyük imama ve bütün hidayet rehberlerimize rahmet eylesin. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Âmin.

***********

2. Akaid ve Tasavvufun Sistemleşme Dönemi (H. 3. – 5. Yüzyıllar)

Bu dönemde Ehl-i Sünnet akaidi (inanç sistemi) felsefi tartışmalara karşı sistemleştirilmiş ve tasavvuf ekolleri belirginleşmiştir.

• İmam Eş’arî (ö. 324 H / 936 M) ve İmam Mâtürîdî (ö. 333 H / 944 M): Ehl-i Sünnet kelamının iki büyük kurucusudur. İslam inanç esaslarını akli ve naklî delillerle savunmuşlardır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin Hakikat Yolculuğu

Birinci Bölüm: Zekâ Güneşi Doğuyor (Basra’nın Parlak Zihni)
Tarih, Hicret’in 260. yılını gösteriyordu. İlim ve ticaretin kalbi olan Basra şehrinde, asil bir ailenin ocağında bir çocuk dünyaya geldi. Bu çocuk, sıradan bir çocuk değildi; o, Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin meşhur kumandanlarından ve “Kur’an’ı hüzünle okuyan sahabi” olarak bilinen Ebû Musa el-Eş’arî Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Adını Ali koydular, künyesi Ebü’l-Hasan idi.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, daha küçük yaşta yetim kalmanın hüznünü yaşadı. Annesi, devrin en büyük âlimlerinden, Mu’tezile mezhebinin reisi olan Ebû Ali el-Cübbâî ile evlendi. Küçük Ebü’l-Hasan, böylece üvey babası olan bu büyük âlimin himayesinde, ilimle dolu bir evde büyümeye başladı.
Zekâsı bir güneş gibi parlıyordu. Kelam (inanç esaslarını akılla savunan ilim) meclislerinde, en zorlu münazaralarda bile üstadı Cübbâî’nin yanında yer alıyor, sorduğu keskin sorular ve verdiği parlak cevaplarla herkesi hayrete düşürüyordu. Mu’tezile düşüncesini o kadar kuvvetli öğrenmiş ve savunmuştu ki, herkes onu geleceğin en büyük Mu’tezile imamı olarak görüyordu. Kırk yaşına kadar bu düşünceyi savundu, kitaplar yazdı ve dersler verdi. O, Mu’tezile’nin en keskin kılıcıydı.

İkinci Bölüm: Derûnî Sarsıntı ve “Üç Kardeş” Meselesi
Ancak bu parlak zekânın derûnunda, kalbinin derinliklerinde bir huzursuzluk başlamıştı. Okuduğu ayetler ve hadis-i şerifler ile Mu’tezile’nin “sadece akla dayalı” izahları arasında bazen bir zıtlık hissediyordu. Mu’tezile, Allah’ın “Adaleti” (Adl) prensibini savunurken, bazen Allah’ın mutlak iradesini ve kudretini sınırlayan yorumlara gidiyordu.
Bu derûnî arayış, meşhur “üç kardeş meselesi” olarak bilinen o büyük münazara ile zirveye ulaştı.
Bir gün, ders halkasında üstadı ve üvey babası Cübbâî’ye döndü ve sordu:
“Ey Üstadım! Biri mü’min ve sâlih olarak yaşayan, biri kâfir ve âsi olarak ölen, diğeri de henüz iyiyi ve kötüyü bilecek yaşa gelmeden, küçük bir çocukken vefat eden üç kardeşin ahiretteki hali nicedir?”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “Adalet” anlayışına göre cevap verdi:
“Mü’min olan, fazileti sebebiyle Cennet’in yüksek derecelerindedir. Kâfir olan, isyanı sebebiyle Cehennem’dedir. Küçükken ölen çocuk ise, bir imtihana tabi tutulmadığı için ne azaptadır ne de büyük bir mükâfatta; kurtuluşa ermiştir ancak yüksek derecelere ulaşamaz.”
İmam Eş’arî’nin zihnini meşgul eden asıl soru şimdi geliyordu:
“Peki Üstadım, o küçük çocuk Rabbine şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Neden beni küçük yaşta vefat ettirdin? Eğer beni hayatta bıraksaydın, ben de o mü’min kardeşim gibi Sana itaat eder ve Cennet’in yüksek derecelerine ulaşırdım. Beni bu faziletten niçin mahrum ettin?'”
Cübbâî, Mu’tezile’nin “kul için en iyi olanı yaratma (Salah-Aslah)” prensibine sığınarak cevap verdi:
“Allah Teâlâ ona şöyle buyurur: ‘Ey kulum! Ben senin, eğer yaşasaydın, âsi olup Cehennem’e gideceğini biliyordum. Senin maslahatın (iyiliğin) için, seni âsi olmadan önce çocukken vefat ettirdim ve azaptan korudum.'”
İmam Eş’arî, bu cevaptaki mantıksal zafiyeti görmüştü. O son ve yıkıcı sorusunu sordu:
“O halde Üstadım! Cehennem’deki kâfir kardeş feryat ederek şöyle derse: ‘Yâ Rabbi! Madem o küçük kardeşimin âsi olacağını biliyordun ve onun maslahatı için onu çocukken vefat ettirip korudun; benim de âsi olup Cehennem’e düşeceğimi ezelî ilminle biliyordun. Neden benim de maslahatımı gözetip, beni isyan etmeden önce çocukken vefat ettirmedin?!'”
Bu soru karşısında meclise derin bir sessizlik çöktü. Üstad Cübbâî, bu soruya cevap veremedi. Çünkü bu soru, Mu’tezile’nin “Adalet” ve “Maslahat” anlayışının, Allah’ın mutlak “İrade” ve “Kudreti” karşısında nasıl yetersiz kaldığının isbatı idi.

Üçüncü Bölüm: Tevbe, Rüyalar ve Hakikatin İlanı
Bu hadise, İmam Eş’arî için bir dönüm noktası oldu. Aklı, kalbini tatmin edememişti. Kırk yaşındaydı ve hayatı boyunca savunduğu düşüncelerin temelinden sarsıldığını hissetti.
Evine kapandı. Rivayetlere göre tam on beş gün boyunca tefekkür ve istiğfar ile meşgul oldu. Bu inziva sırasında mübarek rüyalar gördü. Ramazan ayının onuncu, yirminci ve nihayet Kadir Gecesi’nde Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizi rüyasında gördü. Efendimiz (s.a.v) ona, Selef-i Sâlihîn’in (ilk Müslümanların) yoluna, yani Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılmasını, Ehl-i Sünnet itikadını savunmasını emretti ve ona “Allah’ın seni bu yolda muvaffak kılacağını” müjdeledi.
Bu manevi işaretlerle kalbi tamamen mutmain olan İmam Eş’arî, inzivadan çıktı.
Basra Câmii’nde bir Cuma vakti, kalabalık bir cemaatin önünde kürsüye çıktı. Üzerindeki cübbeyi çıkarıp bir kenara atarak şöyle haykırdı:
“Ey insanlar! Beni tanıyan tanır, tanımayanlar bilsin ki, ben Ali bin İsmail el-Eş’arî’yim! Ben uzun zaman, Kur’an’ın mahluk (yaratılmış) olduğunu, Allah’ın ahirette gözlerle görülemeyeceğini ve kulların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savundum. Şahit olun ki, bütün bu yanlış inançlardan vazgeçiyor, tevbe ediyorum! Tıpkı şu cübbeyi üzerimden çıkardığım gibi, Mu’tezile’nin bütün yanlış düşüncelerini terk ediyorum!”
Cemaat şaşkındı. Mu’tezile’nin en büyük imamı, onların gözü önünde Ehl-i Sünnet’in saflarına geçiyordu.

Dördüncü Bölüm: Ehl-i Sünnet’in Müdafii (Bağdat Yılları)
Bu ilandan sonra İmam Eş’arî, Basra’dan ayrılarak ilmin ve hilafetin merkezi olan Bağdat’a yerleşti. Hayatının geri kalan yaklaşık yirmi dört yılını, Ehl-i Sünnet akidesini savunmaya adadı.
O, yeni bir yol açmıyordu; bilakis, Sahabe ve Tâbiîn’in saf imanını, asrın ihtiyaç duyduğu akli delillerle ve kelam metoduyla güçlendiriyordu. Onun metodu “Vasat Yol” (Orta Yol) idi:
1. Aşırı Akılcılara (Mu’tezile) Karşı: “Aklımız değerlidir ama vahyin (Kur’an ve Sünnet) rehberliğine muhtaçtır. Allah’ın Sıfatları (İlim, Kudret, İrade, Görmek, İşitmek…) haktır. O’nun ‘Yed’i (Eli), ‘Vech’i (Yüzü) ayetlerde geçtiği gibidir. Biz bunlara iman ederiz, ancak ‘nasıllığını’ (keyfiyetini) bilemeyiz, O’nu mahlukata benzetmeyiz (teşbih) ve bu sıfatları inkâr etmeyiz (ta’til).”
2. Aşırı Nakilcilere (Haşviyye/Mücessime) Karşı: “Ayet ve hadisleri zâhirî manalarıyla alıp Allah’a cisim isnat edemeyiz. ‘Allah’ın Eli’ demek, O’nun kudreti ve nimeti demektir. O, hiçbir şeye benzemez.” (Bkz: Şûrâ Suresi, 11. Ayet)
3. Kader Meselesi: O, ne “insan hiçbir şeye kâdir değildir” diyen Cebriyye gibi, ne de “insan kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyen Mu’tezile gibi düşündü. O, Ehl-i Sünnet’in “Kesb” (kazanma) nazariyesini sistemleştirdi: “Bütün fiilleri yaratan Allah’tır. Kul ise, cüz’i iradesiyle o fiili seçer, ona yönelir ve ‘kesb’ eder (kazanır). Kul, bu kazanması sebebiyle sorumlu olur.”
İmam Eş’arî, bu berrak düşüncelerini el-İbâne, Makālâtü’l-İslâmiyyîn ve el-Lüma’ gibi yüzlerce eseriyle açıkladı. O, sadece Mu’tezile’ye değil, aynı zamanda Haricîlere, Şiîlere ve diğer fırkalara karşı da Ehl-i Sünnet’in müdafaasını yaptı.

Beşinci Bölüm: Miras ve Hidayet Kandili
Hicrî 324 (Miladi 936) yılında Bağdat’ta vefat ettiğinde, arkasında milyonlarca Müslümanın itikadını (inancını) sağlamlaştıran muazzam bir ilim mirası bıraktı. O, aklı ve nakli (vahyi) barıştıran imam oldu.
Onun açtığı bu nurlu yol, İmam Bâkıllânî, İmam Cüveynî ve İmam Gazzâlî (Hüccetü’l-İslâm) gibi büyük âlimler tarafından takip edildi ve Ehl-i Sünnet’in en geniş kabul gören iki kelam mektebinden biri (diğeri İmam Mâtürîdî’nin mektebi) haline geldi.
İmam Eş’arî’nin hayatı, hakikati arayan bir zekânın, şahsî şöhret veya eski alışkanlıklar yerine, Kur’an ve Sünnet’in nuruna teslim oluşunun muhteşem bir hikâyesidir. O, Ehl-i Sünnet semasının en parlak hidayet kandillerinden biri olarak, asırlardır mü’minlerin iman yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, o büyük İmam’dan ve Ehl-i Sünnet yolunun bütün âlimlerinden ebediyen razı olsun. Amin.

*******

• Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297 H / 910 M): Tasavvufun “sahv” (ölçülü, şeriata bağlı) ekolünün öncüsü, “Seyyidü’t-Tâife” (Taifenin Efendisi) olarak bilinir.

________________________________________
HİDAYET KANDİLİ: TÂİFENİN EFENDİSİ CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
Giriş: İlim ve Hikmet Şehri Bağdat
Bundan çok uzun zaman önce, takvimler Hicret’in üçüncü asrını gösterirken, dünyanın kalbi adeta Bağdat şehrinde atıyordu. Burası, Abbasî Devleti’nin başkenti, ilimlerin, sanatların ve hikmetin merkeziydi. Camilerin kubbeleri âlimlerin ders halkalarıyla, çarşıları dünyanın dört bir yanından gelen tüccarlarla dolup taşardı.
İşte bu hareketli ve nurlu şehirde, maneviyat güneşleri gibi parlayan büyük Allah dostları (Evliyâullah) da bulunuyordu. Onlar, kalabalıklar içinde Hakk ile beraber olmanın sırrına ermişlerdi. Bu mübarek topluluğun, yani “Tâife”nin reisi, efendisi olarak anılacak bir genç yetişiyordu: Ebü’l-Kâsım Cüneyd bin Muhammed el-Bağdâdî.

Birinci Bölüm: Dayısının Himayesinde Yeşeren Fidan
Cüneyd, aslen İran’ın Nihavend şehrinde dünyaya gelmişti. Babası cam ticaretiyle uğraşan (Kavârîrî) muhterem bir zattı. Ancak Cüneyd’in hayatındaki asıl rehberi, annesinin kardeşi, yani dayısı olan büyük velî Serî es-Sakatî Hazretleri olacaktı.
Cüneyd, daha küçücük bir çocukken bile zekâsıyla ve edebiyle parlıyordu. Henüz yedi yaşındaydı. Bir gün dayısı Serî es-Sakatî’nin yanında âlimlerin katıldığı bir sohbet vardı. Konu “şükür” idi. Dayısı, bu küçük yeğenine dönüp, “Evladım, sence şükür nedir?” diye sordu.
Bu, büyüklerin bile cevap vermekte zorlandığı derin bir sualdi. Küçük Cüneyd, o gürbüz haliyle başını kaldırdı ve şu hikmet dolu cevabı verdi:
“Şükür, Allah’ın sana verdiği nimeti, O’na isyan etmek için kullanmamandır.”
Bu cevabı duyan Serî es-Sakatî Hazretleri hayret ve sevinçle doldu. Yeğeninin sıradan bir çocuk olmadığını anlamıştı. Onu hem zahirî ilimlerde hem de manevî yolda yetiştirmeye karar verdi.

İkinci Bölüm: İki Kanatlı Âlim: Fıkıh ve Tasavvuf
Bağdat’ın en büyük âlimlerinden biri olan Ebû Sevr el-Kelbî’nin ders halkasına katıldı. Orada İmam Şâfiî mezhebine göre fıkıh (İslam hukuku) tahsil etti. Öyle çalışkandı ki, yirmi yaşına geldiğinde hocasının huzurunda fetva verebilecek (dini suallere cevap verebilecek) seviyeye ulaştı.
Cüneyd, bir kuşun uçmak için iki kanada ihtiyacı olduğu gibi, bir Müslümanın da hem şeriata (Allah’ın emir ve yasaklarına) hem de maneviyata (tasavvufa) ihtiyacı olduğuna inanırdı.
Bir yanda fıkıh ilmiyle amellerini düzeltiyor, diğer yanda dayısı Serî es-Sakatî’nin ve Hâris el-Muhâsibî gibi büyüklerin sohbetinde kalbini temizliyordu. Onun için tasavvuf, şeriattan ayrı bir yol değil, şeriatın en derin manasıyla yaşanmasıydı.
Bir gün ona sordular: “Bazı insanlar manevî hallere ulaştıklarını söyleyip ibadetleri terk ediyorlar?”
Cevabı net ve sarsılmazdı: “Bu büyük bir hatadır. Hırsızlık yapan veya zina eden birinin hali, böyle konuşan birininkinden daha iyidir. Zira Allah’ı bilen (ârif) kimseler, ibadetleri Allah’tan aldılar ve yine O’na (yaklaşmak için) ibadetlere döndüler. Eğer bin sene yaşasam, zerre miktarı bir ameli terk etmem!”

Üçüncü Bölüm: “Sahv” Yolu ve “Seyyidü’t-Tâife”
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin yaşadığı dönemde, bazı Allah dostları (Bayezid-i Bistâmî gibi) manevî sarhoşluk (“sekr”) haliyle kendilerinden geçiyor ve dışarıdan anlaşılması zor sözler (şatahat) söylüyorlardı. Bu durum, hem halkın kafasını karıştırıyor hem de tasavvufun yanlış anlaşılmasına sebep oluyordu.
İşte Cüneyd-i Bağdâdî, bu noktada bir denge unsuru oldu. O, “sahv” (ayıklık, ölçü) yolunu seçti.
Peki, “sahv” yolu ne demekti?
Şu demekti: Bir insan manevî olarak ne kadar yükselirse yükselsin, Allah aşkıyla ne kadar kendinden geçerse geçsin, en sonunda aklı başına gelmeli, ayakları yere basmalı ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya devam etmelidir. Asıl kahramanlık, manevî sarhoşlukla ne dediğini bilmemek değil, o manevî halleri yaşadıktan sonra bile normal bir insan gibi Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılmaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî, “Tasavvuf, kitap (Kur’an) ve sünnete uymaktır” diyerek bu yolun sınırlarını net bir şekilde çizdi. Bu ölçülü, dengeli ve şeriata bağlı duruşu sebebiyle, zamanındaki bütün maneviyat ehli onu kendilerine lider kabul etti. Ona, “Taifenin Efendisi” (Seyyidü’t-Tâife) unvanını verdiler. O, tasavvufu bir “hal” olmaktan çıkarıp, herkesin anlayabileceği bir “ilim” haline getirdi.

Dördüncü Bölüm: En Zor İmtihan: Hallâc-ı Mansûr
Cüneyd Hazretleri’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Onun sohbetine katılanlardan biri de, sonradan çok meşhur olacak olan Hallâc-ı Mansûr idi. Mansûr, Cüneyd’in “sahv” yolunun aksine, “sekr” (manevî sarhoşluk) halini tercih edenlerdendi. Yaşadığı manevî hali içinde tutamıyor, halk arasında “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) gibi, zahirî manasıyla şeriata aykırı düşen sözler söylüyordu.
Cüneyd-i Bağdâdî, onu defalarca “Sırrı gizle, ölçülü ol” diye ikaz etti. Fakat Mansûr’un hali başkaydı.
Sonunda, devrin yöneticileri bu sözleri devlete bir isyan olarak gördüler ve Hallâc-ı Mansûr’u yargılamaya karar verdiler. Kadılar (hâkimler) toplandı. Ancak Mansûr’un manevî bir şahsiyet olduğunu bildikleri için, onun idamına fetva vermekten çekindiler.
Gözler, Bağdat’ın en büyük âlimi ve Seyyidü’t-Tâife olan Cüneyd-i Bağdâdî’ye çevrildi. Ona, “Mansûr hakkında ne diyorsun?” diye sordular.
Bu, tarihin en zor suallerinden biriydi. Cüneyd, Mansûr’un manevî halini biliyordu ama halkın ve devletin düzeni (şeriatın zahiri) de korunmalıydı.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, üzerindeki tasavvuf hırkasını (cübbesini) çıkardı. Bir fıkıh âliminin giydiği resmî cübbeyi giydi. Fetva kâğıdını eline aldı ve şu tarihi cümleyi yazdı:
“Biz, zahire (görünen duruma) göre hükmederiz. Bâtını (işin iç yüzünü, gizli halini) ise ancak Allah bilir. Zahire göre Hallâc’ın kanı helâldir.”
Bunu yaparken, bir sûfî olarak değil, bir fıkıh âlimi (hukukçu) olarak davrandı. Bu, onun “sahv” (ölçü) yolunun zirvesiydi. O, şeriatın zahirî hükümlerinin, manevî haller bahane edilerek çiğnenmesine asla izin vermedi. Bu onun için İslâm’ı korumaktı.

Beşinci Bölüm: Vuslat (Kavuşma) Vakti
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Hicrî 297 (Miladî 910) yılında Bağdat’ta hastalandı. Vefat döşeğindeydi. Yanındakiler onun sürekli Kur’an okuduğunu gördüler. Biri dedi ki: “Efendim, çok hastasınız, belki biraz dinlenseniz?”
Gözlerini açtı ve o meşhur cevabını verdi: “Şu an Kur’an okumaya benden daha muhtaç kim olabilir? İşte amel defterim kapanmak üzere…”
Abdest almak istedi, ancak takati kalmamıştı. Parmaklarına su dökerek abdestini tazelemeye çalıştı. “Efendim, parmaklarınızın arasını hilallemeyi (ovuşturmayı) unuttunuz” dediler.
Buyurdu ki: “Evladım, Rabbime karşı farzları yerine getirmeye çalışırken, sünnetleri unutacağımı mı sandınız?”
Kelimeler ağzından zor dökülüyordu. Son nefesine kadar Rabbini zikretti, namazını ima ile kıldı ve ruhunu tertemiz bir şekilde teslim etti.

Miras: Asla Sönmeyen Kandil
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, vefatından sonra geriye devasa bir miras bıraktı. O, tasavvufun Kur’an ve Sünnet yolundan asla ayrılamayacağını ispat eden en büyük rehber oldu. Ondan sonra gelen (Abdülkâdir Geylânî, İmam Gazzâlî gibi) neredeyse bütün büyük İslâm âlimleri ve maneviyat rehberleri, onun “ölçülü” ve “şeriata bağlı” yolunu, yani “sahv” yolunu takip ettiler.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir gönül sultanıydı. Tâifenin Efendisi Cüneyd, bizlere şu dersi bıraktı: Gerçek maneviyat, havada uçmak veya denizde yürümek değil, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak, edep içinde, ölçülü ve aklı başında bir Müslüman olarak yaşamaktır. O, Bağdat semâsından tüm zamanlara ışık tutan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ onun sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Amin.

******

• İmam Gazâlî (Ebu Hamid el-Gazâlî) (ö. 505 H / 1111 M): “Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) olarak anılır. Beşinci hicri yüzyılın müceddidi olarak geniş kabul görmüştür. Felsefe, kelam, fıkıh ve tasavvufu birleştirerek İslam düşüncesinde derin bir yenilenme sağlamıştır. “İhyâü Ulûmi’d-Dîn” en meşhur eseridir.

Onun hayatı, ilmin zirvesinden hakikatin derûnî tecrübesine uzanan, şan ve şöhretten yüz çevirip Allah’a adanan bir kalbin hikayesidir.
İşte “İslam’ın Delili” (Hüccetü’l-İslâm) unvanıyla anılan, beşinci hicri asrın müceddidi İmam Gazâlî’nin (rahmetullahi aleyh) ibret dolu hayat hikayesi:
________________________________________
Hidayet Kandili: Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’nin İlim ve Hakikat Yolculuğu
1. Bölüm: Tûs’ta Yeşeren Fidanlar
Her büyük hikâye gibi, bu hikâye de mütevazı bir evde başlar. Hicri 450 (Miladi 1058) senesinde, Horasan’ın Tûs şehrinde, kendi halinde yaşayan, yün eğirip satan (gazzâl) fakir ama kalbi zengin bir adam yaşardı. Bu adamın en büyük arzusu, âlimlerin sohbetlerine iştirak etmekti. İlim meclislerine katılır, âlimlere hürmet eder ve her duasında Rabbine şöyle yalvarırdı: “Yâ Rabbi! Bana ilmiyle amil, hikmet sahibi ve sözü tesirli bir evlat nasip eyle.”
Allah (c.c.), bu samimi duayı kabul buyurdu. Ona, isimleri tarihe yazılacak iki oğul bahşetti: Muhammed ve Ahmed.
Babaları, bu iki fidanın ilimle sulanması için elinden geleni yaptı. Ancak ömrü vefa etmedi. Vefatından evvel, güvendiği derviş meşrepli bir dostuna bir miktar para bırakarak vasiyette bulundu: “Benim bu yavrularıma ilim öğret. Bu para bitinceye kadar onlara bak. Senden ricam, onların hakikatli birer âlim olmaları için gayret göstermendir.”
Babalarının vefatından sonra bu mübarek zat, iki kardeşi, Muhammed (geleceğin İmam Gazâlî’si) ve Ahmed’i (geleceğin büyük sûfîlerinden Ahmed Gazâlî) himayesine aldı. Onlara okuma yazmayı ve temel dinî bilgileri öğretti. Babalarından kalan azıcık para da tükenince, bu iki parlak zekâlı çocuğa şöyle dedi:
“Evlatlarım, babanızın vasiyetini yerine getirmek için elimden geleni yaptım. Lakin imkânlarımız tükendi. Sizin yeriniz burası değil, medreselerdir. Gidin ve ilim tahsiline medresede devam edin. Sizin nasibiniz ilimdir.”
2. Bölüm: İlim Yolcusu ve Parlayan Yıldız
Küçük Muhammed, ilme karşı doymak bilmez bir iştiyak duyuyordu. Kardeşi Ahmed daha çok tasavvufî ve derûnî hallere meyyal iken, Muhammed Gazâlî’nin zekâsı fıkıh, kelâm ve mantık ilimlerinde parlıyordu. Tûs’taki medresede başladığı eğitimine, zamanın ilim merkezlerinden Cürcan’da devam etti. Burada ders notları tuttuğu defterleri meşhurdur. Rivayet edilir ki, bir yolculuk esnasında kervanlarını haramiler bastı. Gazâlî’nin bütün korkusu, o ilim notlarının çalınmasıydı. Haramilerin reisine, “Diğer her şeyi alın ama o defterleri bana bırakın, onlar benim ilmimdir!” diye yalvardı. Reis güldü ve “Defterde kalan ilim, senin ilmin değildir!” diyerek defterleri ona geri attı. Bu hadise, genç Gazâlî’ye büyük bir ders oldu: İlim, kâğıtta değil, kalpte ve akılda olmalıydı.
Artık hedefi daha büyüktü: İslam dünyasının en büyük ilim merkezi olan Nişabur!
Nişabur’a vardığında, devrin en büyük âlimi, “İmamü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin İmamı) olarak bilinen İmam Cüveynî’nin talebe halkasına katıldı. Gazâlî’nin keskin zekâsı, güçlü hafızası ve münazara kabiliyeti, hocasının gözünden kaçmadı. Kısa sürede medresenin en parlak yıldızı, hocasının baş yardımcısı oldu. Fıkıh, kelâm, mantık ve felsefede parmakla gösterilen bir âlim haline geldi. Hocası İmam Cüveynî, onun hakkında, “Gazâlî, coşkun bir deryadır” derdi.

3. Bölüm: Şöhretin Zirvesi: Bağdat Nizamiye Medresesi
Hocası Cüveynî’nin vefatından sonra İmam Gazâlî’nin şöhreti her yeri sarmıştı. Büyük Selçuklu Devleti’nin meşhur veziri Nizamülmülk, onun bu şöhretini duydu ve onu Bağdat’a davet etti.
Bağdat… O zamanlar dünyanın kalbiydi. Halifenin şehri, ilmin merkezi. Ve bu merkezin en prestijli üniversitesi: Nizamiye Medresesi.
İmam Gazâlî, henüz 34 yaşındayken, Bağdat Nizamiye Medresesi’ne “Baş Müderris” (Rektör) olarak tayin edildi. Bu, bir âlimin dünyevi olarak ulaşabileceği en yüksek makamdı. Derslerini yüzlerce talebe, hatta devletin ileri gelenleri takip ediyordu. Münazaralarda karşısına çıkacak kimse yoktu. Felsefecilerin görüşlerini çürütüyor, Batınîlerin (aşırı gizemci ve sapkın fırkalar) delillerini yerle bir ediyordu. Şan, şöhret, makam ve hürmet… Hepsi ayaklarının altındaydı.
“Hüccetü’l-İslâm” (İslam’ın Delili) unvanını bu dönemde kazandı. Zira o, aklî ve naklî ilimlerle İslam’ı müdafaa eden en güçlü kale haline gelmişti.

4. Bölüm: Zirvedeki Büyük Buhran ve Hakikat Arayışı
Dışarıdan bakıldığında İmam Gazâlî, başarının ve ilmin zirvesindeydi. Lakin onun derûnî dünyasında, ruhunda büyük bir fırtına kopmak üzereydi.
Bir gün kendi kendine sordu:
“Ey Muhammed! Bu kadar ilim tahsil ettin, ders veriyorsun, kitaplar yazıyorsun. Bütün bu münazaraları kazanıyorsun. Peki, bütün bunları ne için yapıyorsun? Allah rızası için mi, yoksa makam sevgisi, şöhret arzusu ve ‘ene’ni (egonu) tatmin etmek için mi?”
Bu soru, onun bütün dünyasını sarstı. Yaptığı işlerin muhtevasına baktı. Gördü ki, ilminin çoğu, dünyevi bir makam elde etmek veya münazaralarda galip gelmek için kullanılan araçlara dönüşmüştü. Kalbindeki ihlâsın zayıfladığını hissetti.
Arayışa başladı. “Hakikat nedir? Kurtuluş (necat) yolu hangisidir?” diye sordu.
1. Kelâmcıları inceledi: Onların ilmini, imanı müdafaa etmek için güçlü buldu, lakin kalbini tatmin edecek derûnî bir huzur bulamadı.
2. Felsefecileri inceledi: Onların mantığını ve aklî delillerini öğrendi. Hatta onları çürütmek için önce onlardan daha iyi bir felsefeci oldu. Meşhur Tehâfütü’l-Felâsife (Felsefecilerin Tutarsızlığı) kitabını yazarak Aristo, Farabi ve İbn-i Sina felsefesinin İslam akidesine aykırı yönlerini ispat etti. Ama aradığı hakikat burada da değildi.
3. Batınîleri inceledi: Onların “masum imam” iddialarının ne kadar temelsiz ve tehlikeli olduğunu delilleriyle ortaya koydu.
4. Geriye bir tek yol kalmıştı: Tasavvuf Yolu (Sûfîler).
Onların kitaplarını okudu (Ebu Talib el-Mekkî, Haris el-Muhasibî, Cüneyd-i Bağdadî gibi). Gördü ki, tasavvuf sadece okuyarak öğrenilen bir ilim değil, hâl ilmiydi. Yaşanması gereken bir tecrübeydi. Sûfîler, “Allah’tan başka bir şey istememek” ve “kalbi masivadan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemek” diyorlardı.
İmam Gazâlî anladı ki, bildiği onca ilim, onu Allah’a yakîn (kesin bilgi ve manevi yakınlık) derecesinde ulaştırmıyordu.
Bu derûnî buhran, bedenine de tesir etti. Altı ay boyunca büyük bir ruhî çöküntü yaşadı. Doktorlar çare bulamadı. Bir gün ders vermek için kürsüye çıkmak istedi, dili tutuldu. Konuşamadı. Allah (c.c.), şan ve şöhret için konuşan dilini, hakikat için susmaya mecbur etmişti.

5. Bölüm: Büyük Hicret ve İhyâ’nın Doğuşu
Artık kararını vermişti. Zirvede olan her şeyi terk edecekti.
Hicri 488 (Miladi 1095) senesinde, bir gün gizlice Bağdat’tan ayrıldı. Herkes onun Hac’ca gittiğini zannetti. Oysa bu, onun kendi nefsinden, makamından ve şöhretinden hakikate doğru bir hicret idi.
Yaklaşık 11 sene sürecek olan uzlet ve seyahat dönemi başlamıştı.
İlk durağı Şam (Dimeşk) oldu. Emevî Camii’nin minaresinde tek başına itikâfa çekildi. Burada nefsini terbiye etmeye, kalbini zikre ve tefekküre vermeye başladı. Günlerini riyazetle (nefsini zorlayarak) geçiriyor, az yiyor, az uyuyor ve sürekli ibadet ediyordu. O, Bağdat’ın baş müderrisi değil, Allah’ın aciz bir kulu idi artık.
Şam’dan sonra Kudüs’e geçti. Mescid-i Aksa’da, Kubbetü’s-Sahra’da inzivaya çekildi. Burada da tefekkür ve ibadetle meşgul oldu.
Ardından Hac farizasını yerine getirmek için Mekke ve Medine’ye gitti. Kâbe’de uzun uzun dualar etti, Rabbinden ihlâs, marifet ve hidayet diledi.
Bu 11 yıllık manevi yolculuk esnasında, İmam Gazâlî “hâl” ilmini “kal” (söz) ilmiyle birleştirdi. İşte bu uzlet döneminde, İslam dünyasının en meşhur eseri olan o devasa külliyatı kaleme aldı:
İhyâü Ulûmi’d-Dîn (Din İlimlerinin Yeniden Diriltilmesi)
Bu eserin ismi bile manidardı. Çünkü Gazâlî’ye göre dinin ilimleri “ölmüştü”. Fıkıh, kalpten kopuk bir şekilciliğe; kelâm, imanı artırmayan bir cedele (tartışmaya); tasavvuf ise Şeriat’tan (dinî kurallardan) uzaklaşan bir hayalciliğe dönüşmüştü.
İmam Gazâlî, İhyâ ile bu ölü ilimlere yeniden can verdi. O, fıkıh (zahirî amel) ile tasavvufu (derûnî hâl) birleştirdi. Namazın sadece şeklî şartlarını değil, huşû (derin saygı) ile nasıl kılınacağını da anlattı. Orucun sadece mideyle değil, gözle, dille ve kalple nasıl tutulacağını izah etti.
İhyâ, İslam ümmetine unuttuğu ruhu geri getiren bir reçete oldu.

6. Bölüm: Yuvaya Dönüş ve Vuslat
Uzun yıllar sonra, ilimle pişen ve tasavvufla yoğrulan İmam Gazâlî, artık bambaşka bir insandı. Selçuklu Veziri Fahrülmülk’ün ısrarlı davetleri üzerine, tekrar ilim öğretmek için Nişabur’a döndü. Lakin bu dönüş, eski şöhretli Gazâlî’nin dönüşü değildi. Bu, kalbi Allah sevgisiyle dolmuş, nefsini terbiye etmiş bir mürşid (yol gösterici) olan Gazâlî’nin dönüşüydü.
Kısa bir müddet daha ders verdikten sonra, kalan ömrünü geçirmek üzere doğduğu topraklara, Tûs’a geri döndü. Evinin yanına bir medrese (ilim için) ve bir hankâh (zikir ve tasavvuf ehli için) inşa ettirdi.
Ömrünün son günlerini talebe yetiştirerek, zikir ve ibadetle geçirdi.
Vefat edeceği gün, Hicri 505 (Miladi 1111) senesinde, bir Pazartesi sabahıydı. Sabah namazını kıldı. Yanındakilerden abdest suyunu tazelemelerini istedi, abdest aldı. Sonra kefenini getirtti. Kefeni eline aldı, öptü, yüzüne gözüne sürdü ve şöyle dedi:
“Rabbimin emri başım gözüm üstüne. Ben O’nun huzuruna gidiyorum.”
Odasına çekildi, uzandı ve ruhunu, uğruna bütün dünyayı terk ettiği Rabbine teslim etti.

Miras ve Netice
İmam Gazâlî, arkasında İhyâ gibi bir şaheser, Tehâfütü’l-Felâsife gibi aklı savunan bir kale, Kimya-yı Saadet gibi bir ahlak rehberi ve onlarca kıymetli eser bıraktı.
O, aklı ve kalbi, ilmi ve ameli, şeriatı ve tasavvufu birleştiren köprü oldu. İslam düşüncesini sapkın felsefî akımlardan ve kuru şekilcilikten kurtardı. Bu sebeple ümmet ona “Hüccetü’l-İslâm” dedi. O, şöhretin ve makamın zirvesindeyken, sırf Allah’ın rızasını aramak için her şeyi terk edebilme cesaretini gösteren bir hakikat yolcusu olarak tarihe geçti.
Allah (c.c.) onun ilmini, hikmetini ve samimiyetini anlamayı ve hayatımızda tatbik etmeyi bizlere nasip eylesin. Ruhu şâd, makamı âlî olsun. Âmin.

******

3. Klasik Dönem Sonrası Büyük Alimler (H. 6. – 10. Yüzyıllar)
Bu dönem, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf alanlarında devasa külliyatların üretildiği bir devirdir.
• Abdülkâdir Geylânî (ö. 561 H / 1166 M): Kâdiriyye tarikatının kurucusu, büyük mutasavvıf ve alim.

________________________________________
Hidayet Kandili: Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylânî
Bölüm 1: Mübarek Doğum ve Asil Soyağacı
Zaman, Hicrî 470 (Miladî 1077) yılını gösteriyordu. Dünya, Haçlı Seferleri’nin arifesinde, manevi bir sarsıntı ve kargaşa içindeydi. İşte böyle bir devirde, Hazar Denizi’nin güneyinde, yemyeşil Gilan (Geylân) eyaletinin Neyf köyünde, semayı aydınlatacak bir kandil dünyaya geldi.
O, sıradan bir çocuk değildi. Damarlarında, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kanını taşıyordu. Babası, salih ve takva sahibi bir zat olan Ebu Salih Musa Cengidost idi ve soyu, Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan’a (radıyallâhu anh) dayanıyordu. Annesi, yine o kadar faziletli bir hanımefendi olan Ümmü’l-Hayr Fatıma idi ve onun soyu da Efendimiz’in diğer torunu Hazret-i Hüseyin’e (radıyallâhu anh) ulaşıyordu.
Böylece Cenâb-ı Hak, bu mübarek çocuğa hem “Seyyid” (Hz. Hüseyin soyundan) hem de “Şerif” (Hz. Hasan soyundan) olmayı nasip etmişti. Bu asil soydan gelen çocuğa “Abdülkâdir” (Kadir olan Allah’ın kulu) ismi verildi.
Abdülkâdir, daha çocukluğunda bile yaşıtlarından farklıydı. Fıtratı (yapısı) son derece temiz, kalbi Allah sevgisiyle doluydu. Rivayet olunur ki, doğduğu Ramazan ayında, gündüzleri annesinden süt emmez, iftar vaktini beklermiş. Bu hâl, onun gelecekte nasıl büyük bir maneviyat önderi olacağının ilk işaretiydi.

Bölüm 2: Sıdk Üzere Başlayan Yolculuk: “Beni Allah’a Emanet Et!”
Abdülkâdir Geylânî, on sekiz yaşına geldiğinde derûnunda (içinde) karşı konulmaz bir ilim aşkı hissediyordu. Devrin ilim merkezi, âlimlerin ve ariflerin buluşma noktası olan Bağdat’a gitmek için annesinden izin istedi.
Annesi Ümmü’l-Hayr, oğlunun bu ulvi arzusunu kırmadı. Ona yol harçlığı olarak 40 altın hazırladı. Bu altınları, yolda kaybolmasın diye oğlunun hırkasının koltuğunun altına dikkatlice dikti. Oğlunu yolcu ederken ona son bir nasihatte bulundu. Bu nasihat, Abdülkâdir Geylânî’nin bütün hayatının temeli olacaktı:
“Oğlum, sana son vasiyetimdir. Ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, asla yalandan yana olma, daima sıdk ve doğruluk üzere ol!”
Genç Abdülkâdir, annesine söz verdi ve gözyaşları içinde vedalaşıp Bağdat kervanına katıldı.
Kervan, Hemedan yakınlarında sarp bir geçitten geçerken, birdenbire toz duman içinde kalan kervanın önü bir grup eşkıya tarafından kesildi. Eşkıyalar, kervandakilerin neyi var neyi yoksa almaya başladılar.
Eşkıyalardan biri, bir kenarda duran bu genç ve fakir görünümlü delikanlının yanına geldi. Alaycı bir tavırla sordu:
“Hey delikanlı! Senin bir şeyin var mı?”
Abdülkâdir Geylânî, annesine verdiği sözü bir an bile unutmadan, tam bir sükûnetle cevap verdi:
“Evet, var. Hırkamın koltuğunun altında 40 altınım var.”
Eşkıya, bu cevap karşısında şaşırdı. Onunla alay ettiğini zannederek, “Ne altını be hey deli!” deyip yanından ayrıldı. Başka bir eşkıya geldi, aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. O da inanmayıp gitti.
Durumu eşkıyaların reisine anlattılar. Reis, gencin getirilmesini emretti. Abdülkâdir Geylânî’yi reislerinin huzuruna çıkardılar. Reis, heybetli bir sesle sordu:
“Söyle bakalım, gerçekten 40 altının mı var?”
“Evet,” dedi genç Abdülkâdir.
“Peki, nerede?”
“Hırkamın koltuğunun altında dikili.”
Reis, adamlarına işaret etti. Hırkanın koltuk altını söktüklerinde, parıl parıl parlayan 40 altını orada buldular. Reis ve adamları hayretten donakaldı. Reis, bu inanılmaz manzara karşısında sordu:
“Behey genç adam! Bizim seni soyacağımızı bile bile, bu altınları neden saklamadın? Neden doğruyu söyledin?”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, o meşhur cevabını verdi:
“Annem benden ayrılırken, ne olursa olsun asla yalan söylememem için benden söz aldı. Ben, anneme verdiğim söze ihanet edemem. Sizin gibi birkaç harami yüzünden anneme verdiğim ahdi bozamam!”
Bu sözler, yıllardır taş kesilmiş kalplere bir balyoz gibi indi. Eşkıyaların reisi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Kılıcını yere attı ve şöyle haykırdı:
“Yazıklar olsun bana! Sen, annene verdiğin sözden dönmüyorsun da, ben yıllardır beni yaratan Rabbime verdiğim ahdi çiğniyor, O’na isyan ediyorum!”
Reis, genç Abdülkâdir’in ayaklarına kapandı ve tövbe etti. Onun tövbe etmesiyle birlikte, emrindeki kırk eşkıya da hep bir ağızdan tövbe edip, kervandan aldıkları her şeyi sahiplerine iade ettiler.
Rivayet edilir ki, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin irşad vazifesi, daha Bağdat’a varmadan, “sıdk” (doğruluk) fazileti sayesinde kırk haraminin hidayetiyle başlamıştı.

Bölüm 3: İlim ve Çile Yılları
Bağdat, genç Abdülkâdir için kolay bir yer değildi. O, ilim tahsili için büyük bir çile ve riyazet (nefsi terbiye) devresine girdi. Yıllarca Bağdat’ın medreselerinde devrin en büyük âlimlerinden ders aldı. Hanbelî fıkhını Ebü’l-Vefâ İbn Akîl ve Ebû Saîd el-Muharrimî gibi üstatlardan tahsil etti. Hadis ilmini Ebû Gâlib el-Bâkıllânî’den öğrendi.
Fakat onun ruhu, sadece zahiri ilimlerle tatmin olmuyordu. O, aynı zamanda manevi ilimleri, yani tasavvufu da arıyordu. Bu yolda, Şeyh Hammâd ed-Debbâs gibi büyük velilerin sohbetinde bulundu.
Bu yıllar boyunca, nefsinin en küçük arzularına bile boyun eğmedi. Geceleri uyumaz, gündüzleri oruç tutardı. Çoğu zaman aç kalır, Bağdat’ın harabelerinde, nefsini terbiye etmek için en ağır şartlarda hayatını sürdürürdü. İnsanlardan uzaklaşır, sadece Rabbiyle baş başa kalırdı. Bu çileli dönem, onun manevi olarak pişmesini ve “Gavs-ı A’zam” makamına hazırlanmasını sağladı.

Bölüm 4: Kürsünün Sultanı ve İrşad Vazifesi
Uzun ve meşakkatli tahsil ve çile devresinden sonra, hocası Ebû Saîd el-Muharrimî, kendi medresesini ona devretti. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri için artık susma değil, konuşma vaktiydi.
Kürsüye çıktığı ilk günlerde, Bağdat halkı bu genç vaize pek rağbet etmedi. Fakat onun sohbetindeki feyz ve manevi tesir o kadar güçlüydü ki, dinleyenlerin sayısı günden güne arttı. Medresenin avlusu cemaati almaz oldu. Cemaat sokaklara taştı.
O, hem bir fıkıh âlimi hem de bir tasavvuf mürşidiydi. Sohbetlerinde şeriat ile hakikati (dinin zahiri hükümleri ile derûnî manasını) muazzam bir dengeyle birleştirirdi. Onun sözleri, sadece akıllara değil, doğrudan kalplere tesir ediyordu.
Rivayet olunur ki, onun sohbet meclisinde binlerce insan bulunur, Hristiyanlar ve Yahudiler dâhil, pek çok gayrimüslim onun sohbetinin tesiriyle Müslüman olur, büyük günahkârlar onun huzurunda tövbe ederdi. Sadece insanlar değil, manevi varlıkların dahi onun sohbetini dinlemeye geldiği söylenirdi.
Kürsüde konuşurken, “Kademî hâzihî alâ rakabeti külli veliyyillâh!” (Şu ayağım, Allah’ın bütün velilerinin boynu üzerinedir!) dediği meşhurdur. Bu söz, onun gururundan değil, Cenâb-ı Hakk’ın ona lütfettiği “Gavsiyyet” (Kutupluk) makamının bir ilanıydı. Devrin bütün büyük velilerinin, bu sözü işittiklerinde manen kabul ettikleri rivayet edilir.

Bölüm 5: Kâdiriyye Tarikatı ve Eserleri
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin etrafında toplanan talebeler, onun yolunu ve manevi meşrebini takip ettiler. Böylece, İslam tarihinin en yaygın ve en mühim tarikatlarından biri olan “Kâdiriyye” yolu teşekkül etti. Bu yol, şeriata sıkı sıkıya bağlılığı, zikri ve Allah sevgisini esas alıyordu.
Aynı zamanda, arkasında çok kıymetli eserler bıraktı. el-Gunye li-Tâlibî Tarîki’l-Hak (Hak Yolunun Talipleri için Yeterli Azık) isimli eseri, fıkıh, akide ve tasavvuf konularını ihtiva eden bir başyapıttır. Fütûhu’l-Gayb (Gaybın Açılışları) ve el-Fethu’r-Rabbânî (Rabbanî Fetihler) ise onun manevi sohbetlerinden derlenen, kalplere şifa veren hikmet dolu nasihatleridir.

Bölüm 6: Vefatı ve Ebedî Mirası
Hicrî 561 (Miladî 1166) yılında, yaklaşık doksan yaşındayken, bu fani dünyadan ebedî âleme göç eyledi. Vefat haberi Bağdat’ı ve bütün İslam âlemini yasa boğdu. Cenazesi, kendi medresesinin bulunduğu yere defnedildi.
Bugün Bağdat’taki türbesi, dünyanın dört bir yanından gelen sevenlerinin ziyaretgâhıdır.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, sadece yaşadığı asrı değil, kendinden sonra gelen bütün asırları aydınlatan bir hidayet kandilidir. O, sıdkın (doğruluğun) bir genci nereye ulaştırabileceğinin, çilenin ve sabrın ilimle birleştiğinde nasıl büyük bir maneviyat sultanı doğuracağının en parlak isbatıdır. Onun yolu (Kâdiriyye), onun eserleri ve onun menkıbeleri, kıyamete kadar müminlerin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.
Allah Teâlâ, o büyük velinin şefaatine bizleri nail eylesin. Amin.

******

• Fahreddin er-Râzî (ö. 606 H / 1210 M): Büyük müfessir (tefsir alimi) ve kelamcıdır. “Mefâtîhu’l-Gayb” (Tefsîr-i Kebîr) adlı eseriyle tanınır.

Onun hikâyesi, aklın ve imanın, ilmin ve hikmetin bir kalpte nasıl cihan şümul bir âhenkle buluşabileceğinin hikâyesidir.
Bilginin Zirvesi ve İmanın Derûnî Yolu: Hidayet Kandili İmam Fahreddin er-Râzî (rh.a)
Zaman, Hicrî 6. asrın ortaları (Milâdî 12. yüzyıl)… İslâm medeniyetinin ilim ve hikmet merkezi olan büyük şehirler, âlimlerin münazaralarıyla çınlamaktadır. İşte böyle bir zamanda, İran’ın Rey şehrinde, “Rey’in Hatibi” olarak bilinen âlim bir zatın, Ziyâeddin Ömer’in evinde bir nur parladı. 544 (veya 543) senesinde dünyaya gelen bu çocuğa Muhammed adını verdiler. Lâkabı Fahreddin, yani “Dinin Övüncü” olacaktı ve o, bu lakabı hayatının her safhasında liyakatiyle taşıyacaktı.
İlimle Yeşeren Fidan
Küçük Muhammed, ilim dolu bir yuvada büyüdü. İlk hocası, babası Ziyâeddin Ömer idi. Babası sadece bir hatip değil, aynı zamanda Eş’arî kelâmının ve Şâfiî fıkhının mühim bir âlimiydi. Fahreddin, daha çocuk yaşta keskin zekâsı, emsalsiz hâfızası ve doymak bilmez ilim aşkıyla babasının dikkatini çekti. Kelâm, fıkıh ve usûl derslerini babasından tahsil etti.
Ancak Rey şehri, bu coşkun zekâya dar gelmeye başlamıştı. Babasının vefatından sonra, ilim yolculuğuna (rihle) çıkma vakti gelmişti. O devrin âdeti olduğu üzere, başka diyarlardaki büyük üstatlardan ders almak için yollara düştü. Horasan’ın ilim merkezlerini, Merv’i, Semerkand’ı ve Hârezm’i dolaştı. Gittiği her yerde, devrin en büyük âlimlerinin ders halkalarına katıldı, onlardan mantık, hikmet (felsefe), tıp, riyâziye (matematik) ve astronomi dersleri aldı.
Fahreddin er-Râzî’nin yapısı, sadece dinlemeye ve kabul etmeye müsait değildi. O, öğrendiği her bilgiyi aklın süzgecinden geçirir, en derûnî sualleri sorar, meselenin köküne inmeden rahat etmezdi. Bu sebeple, katıldığı münazaralarda (ilmî tartışmalarda) karşısında durmak imkânsızlaşıyordu.
Aklın Kılıcı: Münazara Meydanlarının Galibi
Genç Fahreddin, özellikle Hârezm bölgesinde, Ehl-i Sünnet akîdesinin zıddı olan Mutezile ve Kerrâmiyye fırkalarıyla şiddetli münazaralara girişti. Onun elindeki en güçlü silah, sarsılmaz mantığı ve Kur’ân ile Sünnet’ten çıkardığı aklî delillerdi. O, Ehl-i Sünnet kelâmını, hasımlarının “yanılma” üzerine kurulu iddialarına karşı en kuvvetli burhanlarla (ispatlarla) müdafaa ediyordu.
Bu münazaralardaki üstünlüğü ona büyük bir şöhret, ama aynı zamanda çetin düşmanlar kazandırdı. Öyle ki, girdiği bir münazarada Kerrâmiyye fırkasının görüşlerini o kadar kuvvetli delillerle çürüttü ki, taraftarlarının hışmından çekinerek o şehri terk etmek zorunda kaldı.
Ancak Râzî, sadece bir kelâm müdafiî değildi. O, aklı, imanın bir hizmetkârı olarak görüyordu. Ona göre aklın vazifesi, imana giden yoldaki engelleri ve şüpheleri temizlemekti. Aklın tek başına hakikati bulamayacağını, bunun için mutlaka vahyin rehberliğine muhtaç olduğunu savunurdu.
Sultanların Meclisinden Kur’ân’ın Gölgesine
Şöhreti, kısa zamanda sultanların sarayına ulaştı. Özellikle Gurlular Devleti’nin adil sultanları Gıyâseddin ve Şehâbeddin kardeşler, İmam Râzî’ye hürmette kusur etmediler. Onu başkentleri olan Herat’a (bugünkü Afganistan) davet ettiler. Sultanlar, onun adına büyük bir medrese inşa ettirdi. Artık Fahreddin er-Râzî, seyahat eden bir münazara âlimi değil, yüzlerce talebe yetiştiren büyük bir üstattı.
Tıp sahasında da uzmandı, hatta rivayete göre Sultan Şehâbeddin’i tedavi etmişti. Fizik, astronomi ve daha pek çok sahada eserler kaleme alıyordu. Onun nazarında (bakışında), tabiatta görülen her nizam, Allah’ın varlığının ve kudretinin bir deliliydi.
İşte bu devasa ilim birikimiyle, hayatının en büyük eserine, “Mefâtîhu’l-Gayb” (Gaybın Anahtarları) yani “Tefsîr-i Kebîr” (Büyük Tefsir) adıyla anılan o muazzam tefsirini yazmaya başladı.
Mefâtîhu’l-Gayb: Aklın Kur’ân İle Buluşması
İmam Râzî’nin tefsiri, o güne kadar yazılmış tefsirlerden çok başkaydı. O, bu eserinde sadece ayetlerin lügat mânâsını veya rivayetleri değil, bir ayetin ihtiva ettiği bütün ilimleri ortaya dökmeyi hedefledi.
Mefâtîhu’l-Gayb’ı açan bir kimse, orada kelâmî tartışmaları, fıkhî hükümleri, mantık kaidelerini, astronomi ve fizik bilgilerini, tıbbî tesbitleri ve hikmete dair en derûnî düşünceleri bir arada bulur. İmam Râzî, kâinat kitabıyla Kur’ân kitabının birbirini tasdik ettiğini, ikisinin de aynı Yaratıcı’dan geldiğini ispat etmek istiyordu.
Sanki o, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetini kendine rehber edinmişti:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğini ve yüceliğini gösteren) nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3:190)
İmam Râzî, tefsirinde işte bu “delilleri” arıyordu. Her ayetin altında yatan aklî ve ilmî bağlantıları o kadar tafsilatlı işledi ki, tefsiri devasa bir hacme ulaştı. Rivayete göre, ömrü bu muazzam eseri tamamlamaya vefa etmemiş, Fâtiha Sûresi’ne yazdığı tefsir tek başına bir cilt tutmuştur. Kalan kısımları, onun metoduna sadık kalan talebeleri tarafından tamamlanmıştır.

İmanın Saf Hâli: “Kocakarıların İmanı”
İmam Fahreddin er-Râzî, hayatı boyunca imanı binlerce aklî delil ile ispat etmeye çalıştı. Bu yönüyle ona “İmâmu’l-Müşekkirîn” (Delil ve ispatları en ince ayrıntısına kadar araştıran imam) denmişti. Ancak onun hayatında, ilmin zirvesindeki bir âlimin, imanın en saf hâli karşısındaki duruşunu gösteren ibretlik bir hadise anlatılır:
Bir gün İmam Râzî, talebeleriyle birlikte bir şehirden geçerken, yol kenarında duran yaşlı bir kadına rastlarlar. Talebeleri, hocalarının ne kadar büyük bir âlim olduğunu göstermek için kadına seslenirler:
“Ey nine! Bak, bu zat kimdir biliyor musun? Bu, Allah’ın varlığına dair bin bir delil getirebilen İmam Fahreddin er-Râzî’dir!”
Yaşlı kadın, elindeki işi bırakmadan, sükûnetle başını kaldırır ve o meşhur cevabını verir:
“Öyle mi? Eğer onun Allah’ın varlığına dair bin bir şüphesi olmasaydı, bin bir delile ihtiyacı olmazdı. Benim ise hiçbir şüphem yok ki!”
Bu cevap, İmam Râzî’nin kalbine bir ok gibi saplanır. Evet, o, aklıyla bütün şüpheleri çürütmüştü; ama bu yaşlı kadının kalbi, delile ihtiyaç duymayacak kadar saf bir teslimiyet (itminan) içindeydi. Bu hadise üzerine İmam Râzî’nin, “Allah’ım, Senden kocakarıların imanı gibi sarsılmaz, şüphesiz bir iman istiyorum” diye dua ettiği rivayet edilir.
Bu menkıbe, onun aklı küçümsediğini değil, aksine aklî delillerin zahiri düşmanlara karşı bir silah olduğunu, imanın derûnî merkezinin ise kalpteki bu saf teslimiyet olması gerektiğini anladığını tasvir eder.

Hidayet Kandili Sönüyor
İmam Fahreddin er-Râzî, 606 (Milâdî 1210) senesinde, ilimle ve münazarayla dolu bir hayatın ardından Herat şehrinde vefat etti. Vefatının, münazaralarda mağlup ettiği Kerrâmiyye fırkasının taraftarlarınca zehirlenerek olduğuna dair kuvvetli rivayetler vardır.
O, geride sadece Mefâtîhu’l-Gayb gibi bir şaheseri değil, aynı zamanda aklın ve vahyin birbiriyle zıt olmadığını, bilakis birbirini tamamladığını ispat eden cihan şümul bir düşünce mirası bıraktı.
İmam Râzî, asırlar boyunca hem Doğu’da hem Batı’da kendisinden sonra gelen âlimleri ve düşünürleri etkilemiş; ilmin, ancak imanın rehberliğinde bir fazilet olabileceğini göstermiş bir hidayet kandilidir. Onun hayatı, genç dimağlara ilimden korkmamayı, en zor sualleri sormayı ve her cevabı Kur’ân’ın nurunda aramayı öğreten bir ders niteliğindedir.
Allah Teâlâ o büyük âlime rahmet eylesin, ilim ve hikmetinden bizleri de müstefid kılsın. Âmin.

******

• İbnü’l-Arabî (Muhyiddin İbnü’l-Arabî) (ö. 638 H / 1240 M): “Şeyh-i Ekber” olarak bilinir. “Vahdet-i Vücûd” düşüncesiyle tasavvuf felsefesini zirveye taşımış, İslam düşünce tarihinde en çok tartışılan ve en etkili isimlerden biri olmuştur.

Endülüs’ten Dımaşk’a uzanan ve “varlığın” (vücûd) sırrına adanan bir hayatı, “Şeyh-i Ekber” unvanıyla taçlanan büyük âlim ve ârif Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin (kuddise sirruhû) hikayesi:

Varlığın Sırrına Seyahat: Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî

1. Bölüm: Endülüs Güneşi Doğuyor
Tarih, Miladi 1165 (Hicri 560) senesi. İslam medeniyetinin en parlak yıldızlarından birinin parladığı Endülüs’teyiz. Kurtuba’nın (Cordoba) ilim meclisleri, İşbiliye’nin (Seville) portakal bahçeleri ve Mürsiye’nin (Murcia) âlimleriyle meşhur olduğu bir devir.
İşte böyle bir zamanda, Mürsiye şehrinde, Tayy kabilesine mensup, asil ve dindar bir ailede bir çocuk dünyaya geldi. Adını Muhammed koydular. Babası Ali, faziletli ve devlet hizmetinde bulunan bir zattı. Bu mübarek çocuğa, “dinin ihyacısı” manasında “Muhyiddin” dediler. O, daha sonra bütün İslam âleminin “İbnü’l-Arabî” (Arap’ın oğlu) ve ilminin derinliğinden ötürü “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Şeyh) olarak tanıyacağı zattı.
Muhyiddin, çocukluğunu İşbiliye’de geçirdi. Zekâsı ve kavrayışı emsallerinden çok farklıydı. O, sokaklarda oyun oynamak yerine, kâinatın sırlarını, yıldızların hareketini, yaprağın neden yeşil olduğunu tefekkür ederdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadis ilmini, fıkıh ve kelâmı devrin en büyük âlimlerinden tahsil etti. Ancak onun ruhunda, sadece kitaplarda yazanların ötesinde bir arayış vardı. Kalbi, zahiri ilimlerin kabuğunu kırıp, derûnî manalara ulaşmak için çırpınıyordu.

2. Bölüm: Genç Ârif ve Büyük Filozof
Muhyiddin henüz yirmili yaşlarındayken, kalbine bir “fetih” (manevi açılış) ihsan edildi. Artık kâinata baktığında, her şeyin ardındaki manayı, her zerrede tecelli eden Yaratıcı’nın kudretini müşahede etmeye başladı.
O devirde, Endülüs’ün en meşhur ismi, büyük filozof İbn Rüşd (Averroes) idi. İbn Rüşd, her şeyi akıl ve nazar (mantıksal bakış) ile ispat etmeye çalışırken, bu genç ârifin (İbnü’l-Arabî) kalbine doğan ilimlerden haberdar oldu. İbnü’l-Arabî’nin babası, filozof İbn Rüşd’ün yakın dostuydu. İbn Rüşd, bu genç adamla tanışmak istedi.
Bu, tarihin en meşhur karşılaşmalarından biriydi. Yaşlı filozof, genç ârife sordu:
“Sizin ‘keşf’ (manevi ilham) yoluyla bulduğunuz ilimler ile bizim ‘nazar’ (akıl ve düşünce) ile bulduğumuz ilimler aynı mıdır?”
Genç Muhyiddin, o derin bakışlarıyla cevap verdi:
“Evet ve hayır. Evet ile hayır arasında ruhların uçuştuğu, idraklerin hayrete düştüğü bir yer vardır ki; filozoflar orayı bilemez, ârifler ise orayı müşahede eder.”
İbn Rüşd, bu cevabın derinliği karşısında sarsıldı. Aklın sınırlarının bittiği yerde, kalbin seyrinin başladığını idrak etmişti. Bu genç adamın, sıradan bir âlim olmadığını anlamıştı.

3. Bölüm: İlahi Çağrı ve Büyük Seyahat (Rihle)
İbnü’l-Arabî otuz yaşına geldiğinde, manevi bir işaretle Endülüs’ten ayrılması gerektiğini anladı. Onun vazifesi cihan şümul (evrensel) idi. İlim ve hikmet yolculuğu (rihle) başlamıştı. Önce Mağrib’e (Kuzey Afrika), Fas’a, Tunus’a gitti. Orada devrin büyük velileriyle, âlimleriyle sohbet etti. İlim halkalarına katıldı, ilim verdi.
Ancak kalbindeki asıl özlem, mukaddes topraklardı. 1200 yılında Mısır üzerinden Hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola çıktı.
Mekke, onun hayatının dönüm noktası oldu. Kâbe-i Muazzama’nın manevi ikliminde, kalbi ilahi feyizlerle dolup taştı. Tavaf ederken, Kâbe’nin etrafında sadece insanların değil, meleklerin ve bütün varlıkların kendi lisanlarınca Allah’ı zikrettiğini müşahede ediyordu.
İşte bu mübarek şehirde, kalbine ilham olunan manaları yazmaya başladı. Bu, onun en hacimli ve en meşhur eseri olacak olan “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” (Mekke Fetihleri) idi. Bu devasa eser, bir tefsir, hadis şerhi, fıkıh, kelam ve tasavvuf hikmetlerini ihtiva eden bir manevi ilimler okyanusu idi.

4. Bölüm: Anadolu Diyarı ve Sadreddin-i Konevî
Mekke’den sonra seyahatine devam etti. Kudüs’ü ziyaret etti, Mescid-i Aksâ’da gözyaşı döktü. Oradan Bağdat’a, Musul’a geçti. Sonra yolu Anadolu’ya, Selçuklu diyarına düştü. Malatya’da, Konya’da bulundu.
Konya, o zamanlar ilmin ve irfanın merkezlerinden biriydi. Şeyh-i Ekber, Konya’da büyük bir hürmetle karşılandı. Burada, ileride onun ilminin en büyük vârisi olacak olan genç bir talebeyle tanıştı: Sadreddin-i Konevî.
Sadreddin, İbnü’l-Arabî’nin hem talebesi hem de manevi evladı oldu. (Daha sonra İbnü’l-Arabî, Sadreddin’in annesiyle evlenerek onun üvey babası da olmuştur). Şeyh-i Ekber, bütün derûnî ilimlerini bu kabiliyetli gence aktardı. Bugün İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini anlayabiliyorsak, bunda Sadreddin-i Konevî’nin payı çok büyüktür.

5. Bölüm: Dımaşk’ta Huzur ve “Fusûsu’l-Hikem”
İbnü’l-Arabî, seyahatlerle geçen bir hayattan sonra, hayatının son durağı olarak Şam’ı (Dımaşk) seçti. Ömrünün son yirmi yılını bu mübarek şehirde, talebe yetiştirerek ve eser yazarak geçirdi.
Burada, bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördü. Peygamberimiz, ona bir kitap uzattı ve “Bu kitabı al, içindekileri insanlara anlat, onlara faydalı olacaktır” buyurdu.
İşte bu manevi işaretle, onun en derin ve en çok tenkit edilen eseri olan “Fusûsu’l-Hikem” (Hikmetlerin Özleri/Pırlantaları) ortaya çıktı. Bu eser, Hazret-i Âdem’den başlayarak Hazret-i Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve son olarak Peygamber Efendimiz’e (aleyhimüsselâm) kadar her bir peygambere verilen “hikmetin” sırlarını anlatan derûnî bir tefsirdi.

6. Bölüm: “Vahdet-i Vücûd” Nedir?
Şeyh-i Ekber’in bütün düşüncesinin merkezinde “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) hikmeti vardır. Bu, anlaşılması zor, ancak anlaşıldığında imanı derinleştiren bir sırdır.
Peki, bu ne demektir? Gençler ve çocuklar için bunu bir misalle anlatalım:
Güneş’i (Allah’ın Zâtını) düşünün. Biz Güneş’in kendisine doğrudan bakamayız, gözlerimiz kamaşır. Ancak Güneş’in ışığı ve ısısı (Sıfatları ve Esmâ’sı) dünyaya yayılır. Bu ışık bir çiçeğe değer, o çiçek harika renklerle açar. Bir elmaya değer, o elma tatlanır. Bir suya değer, o su buharlaşır, bulut olur. Bir aynaya değer, o ayna parlar.
Şimdi, çiçekteki güzellik, elmadaki tat, sudaki hareket, aynadaki parlaklık… Hepsi, aslında tek bir Güneş’in ışığının farklı tecellileridir (görünümleridir). Ayna, “Ben Güneş’im” diyemez, ama “Bende görünen parlaklık Güneş’tendir” der.
İşte İbnü’l-Arabî Hazretleri de, bütün kâinatta gördüğümüz güzelliklerin, ilmin, kudretin, hayatın ve varlığın, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) birer tecellisi olduğunu anlatmıştır. Kâinatta O’ndan başka “gerçek varlık” (Vâcibü’l-Vücûd) yoktur. Her şey O’nun varlığı ile ayakta durur. Kâinata bakmak, Allah’ın sanatını ve kudretini müşahede etmektir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
$$”Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah’ın (ilmi ve rahmeti) geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115 )
Şeyh-i Ekber, işte bu ayetin ve “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kāf, 50/16) gibi ayetlerin derûnî manalarını tefekkür etmiştir.

7. Bölüm: Vefatı ve Mirası
Bu derin düşünceler, herkes tarafından kolayca anlaşılamadı. Bazı zahir âlimleri, onun sözlerinin manasını tam kavrayamadıkları için onu şiddetle tenkit ettiler. Ancak İslâm âlimlerinin ve velilerin büyük bir çoğunluğu, onu “Şeyh-i Ekber” (En Büyük Üstat) ve “Muhyiddin” (Dini İhya Eden) olarak kabul etti.
Özellikle Osmanlı padişahları ona büyük hürmet gösterdi. Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinden dönerken Dımaşk’a uğradığında, Şeyh-i Ekber’in Salihiye’deki kabrini buldurdu, üzerine muhteşem bir türbe ve cami inşa ettirdi.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri, 1240 (Hicri 638) yılında Dımaşk’ta vefat etti ve oraya defnedildi.
Geride yüzlerce eser ve kâinatın sırlarına dair derin tefekkürler bıraktı. O, bizlere şu dersi verdi: Hayat, Allah’ı aramak için çıkılan bir seyahattir. Ve O’nu bulmak için kâinata ve kendi kalbimize bakmamız yeterlidir. Zira O, her yerdedir.
Allah Teâlâ, o hidayet kandilinin sırlarını mukaddes eylesin, bizleri de onun hikmetinden istifade edenlerden kılsın. Amin.

***********

• Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672 H / 1273 M): Manevi aşkı ve müsamahayı merkeze alan “Mesnevî”si ile sadece İslam dünyasını değil, tüm dünyayı etkilemiş büyük bir mutasavvıf ve şairdir.

________________________________________
Hidayet Kandilleri: Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.)

Birinci Bölüm: Belh’ten Yükselen Nur: Sultânü’l-Ulemâ’nın Oğlu
Her şey, 1207 (604 H) senesinde, bugünkü Afganistan sınırlarında yer alan ve o vakitler “Kubbetü’l-İslâm” (İslam’ın Kubbesi) olarak anılan kadim Horasan şehri Belh’te başladı. Şehir, ilim ve irfanın merkeziydi. İşte böyle bir şehirde, İslam âleminin en büyük âlimlerinden biri olarak kabul edilen, “Sultânü’l-Ulemâ” (Âlimlerin Sultanı) lakabıyla meşhur Bahaeddin Veled Hazretleri’nin bir oğlu dünyaya geldi. Adını Muhammed Celâleddîn koydular.
Celâleddîn, babasının dizinin dibinde büyüdü. Babası sadece bir müderris değil, aynı zamanda derin bir maneviyat ehli, bir mutasavvıftı. Oğluna ilk derslerini o verdi; Kur’ân-ı Kerîm’i, tefsiri, fıkhı ve tasavvufun derûnî inceliklerini öğretti. Küçük Celâleddîn, daha çocuk yaşta ilim meclislerinde bulunur, babasının heybetinden ve ilminden feyz alırdı.
Ancak o yıllarda, Doğu’dan büyük bir tehlike, bir kasırga yaklaşıyordu: Moğol istilası. Cengiz Han’ın orduları, İslam şehirlerini bir bir yakıp yıkıyor, medeniyetleri yok ediyordu. Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, yaklaşan bu felaketi manevi basiretiyle gördü. Ayrıca, o dönemin Harzemşah hükümdarıyla arasında yaşanan fikrî anlaşmazlıklar da bu kararı hızlandırdı. Ailesini ve kendisine bağlı müritlerini toplayarak, Belh’ten hicret etmeye karar verdi.
Bu, sıradan bir göç değil, ilim ve irfan tohumlarını Batı’ya, Anadolu’ya taşıyacak kutlu bir yolculuğun başlangıcıydı.

İkinci Bölüm: Hicret Yolunda Bir İrfan Dokunuşu
Yolculuk meşakkatliydi. İlk mühim durakları Nişabur oldu. Burada, İslam tasavvufunun en büyük şairlerinden, Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dili) eserinin müellifi Feridüddin Attâr Hazretleri ile karşılaştılar. Bahaeddin Veled, bu büyük velî ile derin sohbetlerde bulundu.
Rivayet edilir ki; Feridüddin Attâr, küçük Celâleddîn’in alnındaki manevi parıltıyı fark etti. Babasına dönerek, “Bu genç oğlunu iyi kolla, zira o, pek yakında âlemin yüreğine ateş salacak bir nur parçasıdır!” dedi. Hatta küçük Celâleddîn’e Esrârnâme (Sırların Kitabı) adlı eserini hediye etti. Bu karşılaşma, genç Celâleddîn’in kalbinde tasavvuf ateşini tutuşturan ilk kıvılcımlardan biri oldu.
Kafile, Bağdat’a uğradı, büyük âlimler ve mutasavvıflarla görüştü. Ardından mukaddes topraklara yönelip Hac farizasını eda ettiler. Sonrasında Şam ve Halep gibi ilim merkezlerinde bir müddet kaldılar. Nihayet, Anadolu Selçuklu Devleti’nin himayesine sığınarak önce Malatya, sonra Erzincan ve son olarak Karaman’a (o zamanki adıyla Larende) yerleştiler.
Celâleddîn artık bir gençti. Karaman’da Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya geldi. Babası Bahaeddin Veled, Karaman’da bir medresede ders vermeye başladı, ilmiyle çevresini aydınlattı.

Üçüncü Bölüm: Konya: Zahirî İlimlerin Zirvesi
Anadolu Selçuklu Devleti’nin adil ve âlim hükümdarı Sultan I. Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in şöhretini duymuştu. Ona büyük hürmet gösteriyor ve bu ilim güneşinin, devletinin payitahtı olan Konya’yı şereflendirmesini istiyordu.
Sultanın ısrarlı davetleri üzerine Bahaeddin Veled ailesiyle birlikte 1229 yılında Konya’ya göç etti. Sultan, onları büyük bir merasimle karşıladı ve en itibarlı medreselerden biri olan Altun-Âbâ (İplikçi) Medresesi’ni onlara tahsis etti.
İki yıl sonra, 1231’de Bahaeddin Veled Hazretleri Konya’da vefat etti. Babasının vefatı üzerine, Celâleddîn henüz 24 yaşında olmasına rağmen, ilimdeki derinliği ve manevi olgunluğu sayesinde babasının makamına geçti. İplikçi Medresesi’nde müderris oldu.
Fakat onun ilim yolculuğu bitmemişti. Babasının eski ve sadık talebelerinden olan Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî, hocasının vefatını duyunca Konya’ya geldi. Seyyid Burhaneddin, genç Celâleddîn’in manevi eğitimini (seyr u sülûk) üstlendi. Onun irşadıyla Celâleddîn, tasavvufun en derin sırlarına vakıf olmaya başladı.
Seyyid Burhaneddin, onun sadece manevi ilimlerle değil, zahirî ilimlerde de zirveye ulaşmasını istiyordu. Onu, dönemin en büyük ilim merkezleri olan Halep ve Şam’a gönderdi. Celâleddîn, Halep’te Hallâviyye Medresesi’nde, Şam’da ise Mukaddemiyye Medresesi’nde devrin en büyük âlimlerinden fıkıh, tefsir ve hadis dersleri aldı.
Konya’ya döndüğünde, o artık sadece babasının halefi değil, aynı zamanda devrinin parmakla gösterilen, en büyük âlimlerinden biriydi. Medresesinde yüzlerce talebesi vardı, fetvalar veriyor, vaazlarıyla Konya halkını irşad ediyordu. Herkes ona “Mevlânâ” (Efendimiz) diye hitap ediyordu. O, zahirî ilimlerin zirvesinde, saygın ve vakur bir âlimdi. Ta ki… o gün gelene kadar.

Dördüncü Bölüm: İki Denizin Buluşması: Şems-i Tebrîzî
Tarih 29 Kasım 1244 (642 H). Konya’da sıradan bir gündü. Müderris Mevlânâ, medresesinden çıkmış, katırının üzerinde, etrafı talebeleriyle çevrili halde evine doğru gidiyordu. Aniden, üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine karışmış, bakışları ateş gibi yanan bir derviş, yolunu kesti. Bu, diyar diyar gezen, “manevi bir yoldaş” arayan Şems-i Tebrîzî idi.
Şems, kalabalığı yardı ve Mevlânâ’nın katırının dizginlerini tuttu. O meşhur soruyu sordu:
“Ey âlimlerin âlimi, söyle bana! Hazret-i Peygamber (s.a.v.) mi daha büyüktür, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?”
Mevlânâ bu cüretkâr soru karşısında şaşırdı. “Bu nasıl sualdir?” dedi. “Elbette Kâinatın Efendisi, Peygamberlerin sonuncusu (s.a.v.) daha büyüktür. Bâyezîd kim oluyor ki O’nunla mukayese edilsin?”
Şems, beklediği cevabı almış gibi gülümsedi ve ikinci darbeyi vurdu:
“Peki, madem öyle… Neden Hazret-i Peygamber (s.a.v.) ‘Yâ Rabbî! Biz Seni hakkıyla bilemedik’ derken, Bâyezîd ‘Benim şanım ne yücedir, ben sultanların sultanıyım (Subhânî mâ a’zame şânî)’ diyebilmiştir?”
Bu sual, bir bomba gibi Mevlânâ’nın zihnine düştü. O, ilmin zirvesindeydi ama bu, “aşk”ın ve “hâl”in sualiydi. Mevlânâ durakladı, katırından indi. Şöyle cevap verdi:
“Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) manevi deryası sonsuzdu, ne kadar yol alsa, kendini o deryada bir hiç olarak görür ve daha fazlasını isterdi. Bâyezîd’in deryası ise bir testi kadardı, tattığı bir yudum manevi zevkle doldu ve o testiden taştı, o sözü söyledi…”
Bu cevaptaki derinliği gören Şems, aradığını bulduğunu anlamıştı. Mevlânâ da bu dervişin sıradan biri olmadığını… İki deniz orada, Konya sokaklarında buluşmuştu.
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Mevlânâ, Şems’i medresesine davet etti. İki dost, odalarına kapandılar. Günlerce, haftalarca, aylarca süren bir sohbete daldılar. Bu, bir âlimle bir dervişin değil, iki manevi denizin birbirine karışmasıydı. Mevlânâ, Şems’in aynasında Allah’ın (c.c.) cemalini, ilahi aşkın yakıcılığını gördü.
Artık medresedeki dersler durmuştu. Kitaplar bir kenara bırakılmıştı. Vakur âlim gitmiş, yerine ilahi aşkla yanan, gözyaşları döken, semâ eden (dönen) bir âşık gelmişti.

Beşinci Bölüm: Ayrılık Ateşi ve Mesnevî’nin Doğuşu
Bu ani değişim, Mevlânâ’nın talebelerini ve Konya halkını rahatsız etti. “Nereden çıktı bu derviş?” diyorlardı. “Efendimizi bizden çaldı, onu derslerinden, vaazlarından ayırdı.”
Halkın ve talebelerin dedikoduları, kıskançlıkları ve tehditleri o kadar arttı ki, Şems-i Tebrîzî bir gece ansızın Konya’yı terk etti (1246).
Şems gidince, Mevlânâ bir volkan gibi patladı. Aşkı, ayrılık ateşiyle birleşmişti. O vakur âlim, artık sokaklarda dostunu arıyor, Farsça gazeller söylüyordu. İşte onun Dîvân-ı Kebîr (Büyük Divan) adlı muazzam eseri, bu ayrılık ateşinin bir meyvesidir.
Oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi, Şems’i bulup geri getirdi. Ancak kıskançlık bitmemişti. Şems, bir süre sonra (1247) tekrar ve bu kez ebediyen ortadan kayboldu. (Bazı kaynaklar onun öldürüldüğünü rivayet eder).
Mevlânâ, Şems’i dışarıda aramayı bıraktı. Artık anlamıştı ki, Şems bir ayna idi ve o aynada gördüğü, kendi kalbindeki ilahi nurdan başkası değildi. Aşkı, bir şahıstan (Şems’ten) bizzat Mutlak Varlığa (Allah’a) yönelmişti.
Bu olgunlaşma devrinde, yanında iki sadık dostu vardı: Önce Selahaddin Zerkûbî, onun vefatından sonra ise talebesi Hüsameddin Çelebi.
Bir gün Hüsameddin Çelebi, Mevlânâ’ya dedi ki: “Efendim, Feridüddin Attâr veya Senâî gibi, hakikat yolcularına rehber olacak, hikmet dolu bir kitap yazsanız ne güzel olur.”
Mevlânâ tebessüm etti. Sarığının arasından, kendi el yazısıyla yazdığı Mesnevî’nin ilk 18 beytini çıkardı ve Hüsameddin’e uzattı: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan, ben söylerim.”
Böylece, İslam medeniyetinin en büyük şaheserlerinden biri olan Mesnevî-i Mânevî doğmaya başladı. Yıllar süren bu çalışmada, Hazret-i Mevlânâ geceleri, bazen semâ ederken, bazen yürürken ilahi ilhamla gelen hikmetleri söyler, Kâtip Hüsameddin Çelebi de gözyaşları içinde bunları kaydederdi. Mesnevî, baştan sona Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin manevi bir tefsiri, hikâyelerle süslenmiş bir irşad kitabı oldu.

Altıncı Bölüm: Vuslat Gecesi: Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi)
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’yi tamamladıktan sonra ömrünün son yıllarını sükûnet ve irşad ile geçirdi. Artık o, Konya’nın ve tüm İslam âleminin manevi güneşiydi. Sadece Müslümanlar değil, Hristiyanlar ve Yahudiler dahi onun ilminden ve müsamahasından (hoşgörüsünden) etkileniyor, sohbetlerine katılıyorlardı.
1273 (672 H) senesinin sonbaharında hastalandı. Ancak o, hastalığı bir dert değil, bir “vuslat” (kavuşma) habercisi olarak görüyordu. Ziyaretine gelenlere “Korkmayın,” diyordu, “Bizim ölümümüz, ebedî bir diriliştir.”
Ölümü, “Şeb-i Arûs” yani “Düğün Gecesi” olarak adlandırıyordu. Çünkü bu gece, âşık (Mevlânâ) ile Mâşuk’un (Allah) buluşacağı geceydi.
17 Aralık 1273 Pazar günü, güneş batarken, o da ruhunu Rahmân’a teslim etti.
Vefat haberi Konya’yı yasa boğdu. Cenazesi, tarif edilemez bir kalabalıkla kaldırıldı. Sadece Müslümanlar değil, şehrin Hristiyan ve Yahudi cemaatleri de ağlayarak cenazeye katıldılar. Onlara neden ağladıklarını sorduklarında, “Biz, peygamberlerin sırrını onda gördük. O, bizim için bir güneş gibiydi,” dediler.
Hazret-i Mevlânâ, bedeniyle toprağa verilse de, fikirleri, ilahi aşkı ve en mühimi olan Mesnevî’si ile asırlardır insanlığın yolunu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir. Onun mirası, İslam’ın derûnî, sevgi ve aşk dolu yüzünün en parlak tasviridir.
________________________________________
Allah, o büyük velînin sırrını mukaddes eylesin ve bizleri şefaatine nâil eylesin. Âmin.

*****

• İmam Nevevî (ö. 676 H / 1277 M): Hadis ve Şâfiî fıkhı alanında otoritedir. “Riyâzü’s-Sâlihîn” ve “Kırk Hadis” gibi eserleri en çok okunan kitaplar arasındadır.

________________________________________
Hidayet Kandili: İmam Nevevî (Rh.A.)
(İlme Adanmış Kırk Beş Yıllık Bir Hayat)
Tarih, hicretin 631. yılını (miladi 1233) gösteriyordu. Şam yakınlarında, Neva kasabasında mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Yahya koydular. Babası Şeref, salih ve müttaki bir zattı. Bu küçük Yahya’nın, ileride İslâm âleminin semasında parlayacak, künyesiyle “Ebû Zekeriyyâ” ve doğduğu yere nisbetle “Nevevî” olarak anılacak büyük imam olacağından habersizdi.
Bir Çocuk ki Oyundan Kaçar, Kur’ân’a Koşardı
Küçük Yahya’nın yapısı, başka çocuklara benzemiyordu. Akranları sokaklarda oyun peşinde koşarken, o, bir köşeye çekilip elindeki Kur’ân-ı Kerîm cüzünü ezberlemeye çalışırdı. Diğer çocuklar, onu zorla oyuna katmak istediklerinde, küçük Yahya ağlayarak onlardan kaçar ve “Beni Rabbimin kelâmından ayırmayın!” dercesine tekrar kitabına dönerdi.
Babası Şeref, oğlundaki bu derûnî aşkı ve ilim ateşini fark etmişti. Bir gün, dükkânında çalışırken oğlu Yahya’nın, medresenin bir köşesinde nasıl bir huşû içinde Kur’ân okuduğunu nazar etti (gözlemledi). O an, kalbine bir ilham geldi: Bu çocuk, bu dünyaya oyun için gelmemişti; onun vazifesi başkaydı. Bu isbatı gördükten sonra, oğlunun hayatını tamamen ilme vakfetmesi için elinden geleni yapmaya karar verdi.
Şam Yolculuğu ve İlim Deryasına Giriş
Yahya, on sekiz yaşına geldiğinde, babası onun elinden tuttu ve devrin ilim merkezi olan, “Dımaşk” yani Şam-ı Şerif’e götürdü. Onu, şehrin en meşhur medreselerinden olan Revâhiyye Medresesi’ne kaydettirdi. İşte İmam Nevevî’nin ilimle dolu çileli, fakat bir o kadar da bereketli hayatı böyle başladı.
Genç Yahya, Şam’da adeta zamanla yarışıyordu. Rivayet olunur ki, günde on iki farklı derse girerdi. Fıkıh, Hadis, Usûl, Nahiv (dil bilgisi) ve başka ilimlerde en meşhur hocalardan dersler alıyordu. Gecesi gündüzü ilimle geçiyordu. Uykusu geldiğinde, kitaplarının üzerine başını koyar, biraz dinlendikten sonra tekrar kalkar, kandilinin ışığında okumaya ve yazmaya devam ederdi.
Kendisi o günleri şöyle tasvir eder: “Şam’a geldikten sonra iki sene boyunca yere uzanıp yatmadım. Uykum geldiğinde kitaplarıma yaslanır, biraz kestirirdim.” Yemesi, içmesi o kadar azdı ki, sadece hayatını idame ettirecek kadar azıkla yetinirdi. Neva’dan babasının gönderdiği kuru ekmek ve incir, onun için en büyük ziyafetti. Onun bu hâli, ilim talebesinin nasıl bir zühd (dünyadan yüz çevirme) ve takvâ içinde olması gerektiğinin en canlı misali oldu.
İlmin Zirvesi ve Eşsiz Takvâ
İmam Nevevî, yirmi dokuz yaşına geldiğinde, Şam’ın en büyük hadis mektebi olan “Dârü’l-Hadîs el-Eşrefiyye”ye hoca (müderris) tayin edildi. Bu, o devir için bir âlimin ulaşabileceği en yüksek makamlardan biriydi. Fakat bu makam, onun mütevazı hayatını zerre kadar değiştirmedi.
O, Şâfiî fıkhında devrinin en büyük otoritesi olmuştu. Hadis ilminde ise, Sahîh-i Müslim’e yazdığı şerh (açıklama), bugün dahi aşılamamış bir şaheserdir.
Ancak onu “İmam Nevevî” yapan, sadece dahilî ilmi değil, aynı zamanda o ilmi hayatına tatbik edişindeki hassasiyetiydi. O, verâ ve takvâ sahibi bir âbiddi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Evlenmedi; çünkü bütün hayatını ilme ve ümmete hizmete adamıştı. Giydiği elbise sade, evi mütevazı odasından ibaretti. Devletten veya zenginlerden asla hediye kabul etmezdi. “Haram ve şüpheli lokma yiyen bir bedenden, nasıl olur da Allah’ın dinine hizmet çıkabilir?” diye düşünürdü.
Sultanın Karşısında Eğilmeyen Baş
İmam Nevevî Hazretleri, sadece medresede ders veren bir hoca değil, aynı zamanda “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) vazifesini en üst perdeden yapan cesur bir âlimdi.
O devirde, Mısır ve Şam’a hükmeden Memlük Sultanı Baybars, Moğol tehlikesine karşı ordusunu güçlendirmek için halktan ağır vergiler toplamak istedi. Şam âlimlerini toplayarak bu karar için onlardan fetva istedi. Diğer âlimler, sultanın gazabından çekinerek sustuğunda, İmam Nevevî ayağa kalktı.
Sultana hitaben, gür bir sesle şöyle dedi: “Ey Sultan! Bilirim ki sen, bir zamanlar köle idin, hiçbir şeyin yoktu. Allah sana lütfetti, seni sultan yaptı. Devletin hazinesi ağzına kadar dolu iken ve senin kendi askerlerinin her birinin üzerinde altın kemerler, mücevherler varken, sen nasıl olur da bu fakir halktan fazladan vergi istersin? Önce hazinedeki malları ve askerlerindeki o zenginlikleri harbe sarf et, şayet yetmezse, o zaman halktan vergi istersin!”
Sultan Baybars, bu sözler karşısında öfkeden titredi. Vezirleri, İmam’ı öldürtmesi için fısıldadılar. Sultan dedi ki: “Vallahi, onu öldüremem. Ben ondan korkuyorum. Onun heybeti, kalbime korku salıyor.”
İmam Nevevî, hakkı söylemekten asla çekinmedi. Sultanın bu kararı geri alması için defalarca mektup yazdı. Sultan onu sürgüne göndermekle tehdit ettiğinde, İmam şu manidar cevabı verdi: “Sürgün benim için vatan değişikliğidir. Hapis, benim için ibadet yeridir (halvettir). Ölüm ise, Rabbime kavuşmaktır (şehadettir). Ben bu vazifeden dönmem!”
Onun bu dik duruşu, ilmin izzetini ve âlimin şerefini korudu.
Kırk Beş Yıla Sığan Cihan Şümul Miras
İmam Nevevî, sadece 45 yıllık kısa bir hayat sürdü. Fakat bu kısa ömre, yüzlerce ciltlik hayatın sığdıramayacağı kadar büyük eserler sığdırdı.
O, ümmetin her ferdini düşündü. Sadece büyük âlimler için değil, halk için de eserler kaleme aldı.
1. Riyâzü’s-Sâlihîn (Salihlerin Bahçesi): Müslümanların hayatının her safhasında (iman, ibadet, ahlâk, muamelat) rehber olacak en sahih hadisleri bir araya getirdi. Bu kitap, yazıldığı günden bugüne, İslâm coğrafyasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en çok okunan kitap olma şerefini korudu.
2. el-Erbâîn (Kırk Hadis): Dinin temel direkleri sayılan, “cevâmiu’l-kelim” (az sözle çok mana ifade eden) 42 hadis-i şerifi derledi. Bu küçük risale, İslâm’ın ruhunu tasvir eden bir özettir.
3. El-Ezkâr: Bir Müslümanın sabahtan akşama kadar yapması gereken duaları ve zikirleri topladığı bir hazinedir.
4. Minhâcü’t-Tâlibîn ve Mecmû’: Şâfiî fıkhında yazdığı bu dev eserler, kendisinden sonra gelen bütün Şâfiî âlimlerinin temel müracaat kaynağı oldu.
Vuslat Zamanı
Hicrî 676 (Miladi 1277) yılında, İmam Nevevî, Şam’daki vazifesini tamamladığını hissetti. Medresesindeki bütün emanetleri sahiplerine iade etti. Ömrü boyunca ödünç aldığı kitapları tek tek sahiplerine geri verdi.
Daha sonra, doğduğu topraklara, Neva’ya döndü. Babasının yanına vardı. Çok geçmeden hastalandı ve 45 yaşında, ilimle, ibadetle ve mücadeleyle dolu mübarek hayatını tamamlayarak Rabbine kavuştu.
İmam Nevevî (rahmetullahi aleyh), kısa hayatına sığdırdığı devasa mirasıyla, ilmin sadece ezberlemek olmadığını; ilmin, takvâ, zühd, cesaret ve amel olduğunu tüm dünyaya isbat eden bir hidayet kandili olarak aramızdan ayrıldı. Allah Teâlâ, bizleri onun şefaatine nâil eylesin ve hayatından ibret almayı nasip etsin. Âmin.

*******

• İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) (ö. 911 H / 1505 M): Hadis, tefsir, tarih gibi yüzlerce alanda eser vermiş Mısırlı büyük bir alimdir. Dokuzuncu hicri yüzyılın müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat vardır.

________________________________________
Kitapların Oğlu ve Asrın Müceddidi: İmam Celâleddin es-Süyûtî (r.a.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 849 (Miladî 1445) yılını gösterirken, Mısır’ın kalbi, ilim ve irfan merkezi olan Kahire şehri, eşine az rastlanır bir hadiseye şahitlik edecekti. O devirde Kahire, Memlük Sultanlığı’nın payitahtı ve İslam dünyasının en parlak ilim merkezlerinden biriydi. İşte böyle bir zamanda, ilimle meşgul bir ailenin reisi olan Ebû Bekr b. Muhammed, büyük bir âlim ve salih bir zattı.
Birinci Bölüm: Kütüphanede Doğan Çocuk
Bir rivayete göre, Celâleddin’in validesi (annesi), doğum sancıları başladığı sırada, eşinin muazzam kütüphanesinde bulunuyordu. Öyle ki, vakt-i saati gelip de o mübarek çocuk dünyaya gözlerini açtığında, etrafı oyuncaklarla değil, binlerce cilt kitapla çevriliydi. Sanki kader, daha ilk nefesinde onun kulağına, “Senin hayatın bu kitapların içinde, ilmin hizmetinde geçecek” diye fısıldamıştı.
Bu harikulade doğum hadisesi sebebiyle, o çocuğa daha sonra “İbnü’l-Kütüb” yani “Kitapların Oğlu” lakabı verilecekti. Bu, onun ilimle yoğrulmuş hayatının ne güzel bir başlangıcıydı!
Adını Abdurrahman koydular. Künyesi Ebü’l-Fazl, lakabı ise babasının memleketine nisbetle “Süyûtî” (Asyût’lu) ve dinin celâline, azametine hizmet edeceği için “Celâleddin” oldu.

İkinci Bölüm: Yetim Kalan Deha
Celâleddin’in hayatı, ilim dolu bir evde başlamıştı ancak bu huzurlu ortam çok uzun sürmedi. Henüz beş-altı yaşlarında küçük bir çocukken, ilim yolundaki ilk rehberi olan babasını kaybetti. O artık bir yetimdi.
Fakat babasız kalmak, onun ilim aşkını söndürmedi, bilakis daha da alevlendirdi. Zira o, sıradan bir çocuk değildi; Allah Teâlâ’nın kendisine bahşettiği fevkalade bir zekâya (dehaya) sahipti. Babasının vefatından sonra, devrin büyük âlimleri bu yetimdeki cevheri fark ettiler ve onu himayelerine aldılar.
Küçük Celâleddin, keskin zekâsıyla herkesi hayrete düşürüyordu. Sekiz yaşına basmadan Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberleyerek “hâfız” oldu. Bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Ardından, devrinin temel ilim metinlerini, fıkıhtan (özellikle Şâfiî fıkhı) hadise, Arap dili gramerinden (nahiv ve sarf) usûle kadar birçok eseri de hıfzetmeye başladı. O, adeta yürüyen bir kütüphane olmak için yaratılmıştı.

Üçüncü Bölüm: İlim Okyanusuna Yolculuk
Gençlik çağına geldiğinde, Celâleddin es-Süyûtî artık ilim meclislerinin en parlak talebesiydi. Kahire, o dönemde dünyanın dört bir yanından gelen âlimlerin buluşma noktasıydı. İmam Süyûtî, bu büyük âlimlerin her birinden ayrı ayrı dersler aldı. Rivayete göre, ders aldığı hocalarının sayısı yüzleri bulmuştu.
Henüz on yedi yaşındayken, hocalarından “icâzet” (diploma, ders verme yetkisi) aldı ve kendisi de ders vermeye başladı. Onun ders halkaları, kısa sürede ilim taliplerinin akınına uğradı. Çünkü o, sadece bildiğini aktaran bir hoca değil, aynı zamanda ilmi yaşayan, zühd ve takva sahibi bir âlimdi.
İmam Süyûtî’nin ilim sahası o kadar genişti ki, İslamî ilimlerin neredeyse girmediği hiçbir dal kalmamıştı. Onu sadece bir “müfessir” (tefsir âlimi) veya “muhaddis” (hadis âlimi) olarak tanımlamak eksik kalır. O, aynı zamanda bir tarihçi, bir dil âlimi, bir fıkıhçı, bir usûlcü, hatta tıp ve tabiat ilimleriyle bile ilgilenen ansiklopedik bir dâhiydi.

Dördüncü Bölüm: Kaleminden Dökülen Miras
İmam Süyûtî’nin en hayret verici yönü, şüphesiz ki eserlerinin (te’lifatının) sayısı ve muhtevasıdır. Ömrü boyunca durmaksızın yazdı. Gecesi gündüzü, kalemi ve kâğıdıyla geçti. Bazı kaynaklar onun beş yüzü aşkın, bazıları ise yedi yüz, hatta dokuz yüze yakın eser kaleme aldığını zikreder. Bu, onun kısa sayılabilecek (yaklaşık 62 yıl) ömrüne nasıl bu kadar çok ilmi sığdırdığının bir mucizesi gibiydi.
O, sadece yeni eserler yazmakla kalmadı, aynı zamanda kendinden önceki ilim mirasını tasnif etti, özetledi (ihtisar etti) ve gelecek nesillerin daha kolay istifade edeceği hale getirdi.
Onun eserlerinden bazıları, bugün dahi sahasında zirvedir:
1. Tefsîru’l-Celâleyn (İki Celâl’in Tefsiri): Bu meşhur tefsir, İmam Süyûtî’nin hocası Celâleddin el-Mahallî tarafından başlanmış, Fâtiha Sûresi’nin başından ve Kehf Sûresi’nin sonundan itibaren yazılmıştı. Hocasının vefatıyla yarıda kalan bu kıymetli eseri, İmam Süyûtî (Celâleddin es-Süyûtî) devraldı ve hocasının üslubuna harfiyen sadık kalarak tamamladı. Bu tefsir, kısa, öz ve son derece açık olmasıyla asırlardır medreselerde okutulmaktadır.
2. el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân (Kur’an İlimlerinde Mükemmellik): Kur’an ilimleri (Nüzûl sebepleri, Mekkî-Medenî, Nâsih-Mensûh, Kıraat farklılıkları vb.) sahasında yazılmış en kapsamlı ve en temel eserlerden biridir. Bugün bile bu alanda çalışma yapan herkesin mutlaka müracaat etmesi gereken bir başyapıttır.
3. Târîhu’l-Hulefâ (Halifeler Tarihi): Dört Halife döneminden başlayarak kendi zamanına kadar (Abbâsîlerin sonuna kadar) halifelerin hayatını ve devirlerini anlatan çok mühim bir tarih kitabıdır.
4. el-Câmiu’s-Sağîr ve Cem’u’l-Cevâmi’: Hadis ilmindeki engin bilgisini gösteren, binlerce hadîs-i şerîfi bir araya getirdiği devasa derlemeleridir.

Beşinci Bölüm: Asrın Yenileyicisi (Müceddid) ve Uzlet Hayatı
İmam Süyûtî, sadece ilmiyle değil, aynı zamanda yaşadığı devrin haksızlıklarına ve bid’atlerine karşı gösterdiği tavırla da öne çıktı. Bu sebeple, İslam âlimleri arasında, onun, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah Teâlâ, bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir” hadîs-i şerîfinde müjdelenen Dokuzuncu Hicrî Asrın Müceddidi olduğu yönünde güçlü bir kanaat hâsıl olmuştur.
Ancak ilmin zirvesinde olmak, çile ve imtihanı da beraberinde getirir. İmam Süyûtî, bazı çağdaşı âlimlerin hasedine (kıskançlığına) ve tenkitlerine maruz kaldı. Resmî görevlerde bulundu, dersler verdi, fetvalar yazdı.
Fakat hayatının kırkıncı yılına geldiğinde (Hicrî 889), mühim bir karar aldı. İçinde bulunduğu ilim ve siyaset dünyasının çekişmelerinden, makam ve mevki hırsından yorulmuştu. İnsanlardan uzaklaşmaya (uzlet) ve kendini tamamen Allah’a ibadete ve eser yazmaya adamaya karar verdi.
Kahire’de, Nil Nehri’nin kenarındaki Ravda adasında bulunan evine çekildi. Kapısını dünyaya kapattı. Sultanlar ve devlet adamları ona hediyeler gönderdiğinde, “Allah Teâlâ bizi sizden ve sizin hediyelerinizden müstağnî kıldı (ihtiyaçsız eyledi)” diyerek hepsini geri çevirdi. Bu, onun zühdünün ve dünyaya ne kadar az kıymet verdiğinin en büyük ispatıydı.
Altıncı Bölüm: Rabbine Kavuşma
İmam Celâleddin es-Süyûtî, bu uzlet hayatında ömrünün en verimli yıllarını yaşadı. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise durmaksızın yazmakla geçti.
Takvimler Hicrî 911 (Miladî 1505) yılını gösterdiğinde, yaklaşık 62 yıllık bereketli bir ömrün sonuna geldi. Doğduğu şehir olan Kahire’de, arkasında yüzlerce eser ve milyonlarca talebe bırakarak vefat etti.
O, dünyaya “Kitapların Oğlu” olarak gelmişti ve dünyadan “İslam Kütüphanesinin En Büyük Hizmetkârlarından Biri” olarak ayrıldı. Bugün dahi, bir hadis, bir tefsir veya bir tarih meselesi araştırıldığında, İmam Süyûtî’nin okyanus misali ilminden bir damlaya müracaat etmemek neredeyse imkânsızdır.
Allah Teâlâ, o büyük hidayet kandilinden razı olsun. İlminden istifade etmeyi bizlere nasip eylesin. Makamını âlî, mekânını cennet eylesin. Âmin.

*****

5. Yenilenme ve İkinci Binyıl Dönemi (H. 11. Yüzyıl Sonrası)

• İmam Rabbânî (Ahmed Sirhindî) (ö. 1034 H / 1624 M): “Müceddid-i Elf-i Sânî” (İkinci Binyılın Yenileyicisi) olarak meşhur olmuştur. Hindistan’da tasavvufu (özellikle Vahdet-i Şühûd anlayışıyla) ve Sünnet’i ihya etmiştir. “Mektûbât”ı en önemli eseridir.

________________________________________
Hidayet Kandili: İkinci Binyılın Yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)
Bundan asırlar evvel, takvimler Hicrî 971 yılını (Miladî 1564) gösterdiğinde, Hindistan’ın Sirhind (Serhend) şehrinde mübarek bir hanede bir çocuk dünyaya gözlerini açtı. Adını Ahmed koydular. Bu hanenin havası başkaydı; zira bu ailenin soyu, adaletiyle meşhur Halife Hz. Ömer’e (r.a.) dayanıyordu. Babası Şeyh Abdülehad, hem zahiri ilimlerde âlim hem de derûnî (içsel) yolda kâmil bir mürşid idi.
Küçük Ahmed, bambaşka bir yapıya sahipti. Diğer çocuklar oyunla meşgulken, o, ilmin ve hikmetin lezzetini tatmıştı. Henüz çok genç yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra, ilim tahsiline babasının yanında başladı. Zekâsı o kadar parlaktı ki, kısa zamanda temel İslâmî ilimleri, mantık ve hikmet derslerini tamamladı. Babası, bu cevherdeki istidadı görmüş ve onu Siyalkût şehrindeki zamanın büyük âlimlerinden Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’nin yanına gönderdi.
Genç Ahmed, orada da ilmiyle parladı. Hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerinde derinleşti. Hocaları, onun suallerindeki derinliğe ve meseleleri kavrayışındaki sürate hayret ediyorlardı. İlim tahsilini tamamlayıp Sirhind’e döndüğünde, artık parmakla gösterilen genç bir âlimdi.
Bir Dönüm Noktası: Zamânın Fitnesi ve Arayış
Ahmed Sirhindî’nin yaşadığı devir, Hindistan’daki Müslümanlar için çok çetin bir devirdi. Babür İmparatoru Ekber Şah, siyasi gayelerle “Dîn-i İlâhî” adında yeni ve sapkın bir din icat etmişti. Bu yeni inanış, İslam, Hinduizm ve başka inançların bir karışımıydı; hak ile bâtılı birbirine karıştırıyor, Müslümanların akîdesini (inancını) temelden sarsıyordu. Saraya yakın sözde âlimler, bu sapkınlığa fetva veriyor, Sünnet-i Seniyye unutulmaya yüz tutuyordu.
Aynı zamanda, tasavvuf anlayışında da bir başıboşluk hüküm sürüyordu. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin derin manalar ihtiva eden “Vahdet-i Vücûd” (Varlığın Birliği) mefhumu, cahil kimselerin dilinde yanlış yorumlanıyordu. Bazıları, “Her şey O’dur” diyerek, Şeriat’ın (İslam hukukunun) emir ve yasaklarını hiçe saymaya, helal ile haram arasındaki sınırı kaldırmaya cüret ediyordu.
Genç âlim Ahmed Sirhindî, bu manzarayı derin bir teessürle (üzüntüyle) izliyordu. Zahiri ilimlerde zirveye ulaşmıştı ama derûnî dünyasında bir arayış vardı. Biliyordu ki bu fitneyi durdurmak, sadece medrese ilmiyle mümkün değildi. Kalplere tesir edecek manevî bir güce, Rabbani bir irşada ihtiyaç vardı.
Bu arayışla yollara düştü. Başkent Agra’ya gitti. Orada ilim meclislerine katıldıysa da aradığını tam olarak bulamadı. Hac niyetiyle yola çıktı ve Delhi’ye uğradı. İşte hayatının dönüm noktası burada gerçekleşti.
Mürşide Varmak: Hâce Bâkî Billâh ile Tanışma
Delhi’de, zamanın büyük Nakşibendî mürşidi Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri’nin (k.s.) namını işitti. Huzuruna vardığında, derhal aradığını bulduğunu anladı. Okyanus, kendi incisini tanımıştı. Hâce Bâkî Billâh da karşısındaki genç âlimin sıradan biri olmadığını, alnında parlayan hidayet nurunu derhal fark etti.
İmam Rabbânî, bu büyük mürşidin önünde diz çöktü ve manevî yola girmek istediğini beyan etti. Hâce Bâkî Billâh, onu talebeliğe kabul etti. İmam Rabbânî, o güne kadar öğrendiği tüm zahiri ilimleri bir kenara bırakıp, tam bir teslimiyetle kendini mürşidinin terbiyesine adadı.
Manevî yoldaki ilerleyişi, ilimdeki ilerleyişinden daha süratliydi. Başkalarının yıllar süren çilelerle kat ettiği makamları, o, iki buçuk ay gibi kısa bir zamanda geçti. Derûnî âlemde öyle haller ve keşifler yaşıyordu ki, mürşidi Hâce Bâkî Billâh dahi onun bu süratli yükselişine hayret ediyordu. Hocası ona, “Sen, bu yolun güneşi olacaksın” diyordu.
Kısa sürede seyr ü sülûkünü (manevî yolculuğunu) tamamladı. Hocası ona sadece icâzet (diploma) vermekle kalmadı, aynı zamanda kendi talebelerinin bir kısmının terbiyesini de ona havale etti. Artık o, genç yaşında bir âlim, bir arif ve bir mürşid-i kâmil idi.
Büyük Vazife: “Müceddid-i Elf-i Sânî”
İmam Rabbânî, Sirhind’e döndüğünde omuzlarında ağır bir yük vardı. Hocası Hâce Bâkî Billâh kısa süre sonra vefat etmişti ve Hindistan’daki irşad vazifesi ona kalmıştı.
Tam da o yıllar, İslâm takviminde çok kritik bir eşikti: Hicret’in üzerinden bin yıl geçmiş, ikinci binyıl (Elf-i Sânî) başlamıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Şüphesiz ki Allah, bu ümmete her yüz senenin başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir” buyurmuştu. Bin yılın dönümü ise daha büyük bir yenilenmeyi gerektiriyordu.
İşte İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî, bu büyük vazife için seçilmişti. O, “Müceddid-i Elf-i Sânî” yani “İkinci Binyılın Yenileyicisi” olacaktı.
Mücadelenin Silahı: Mektûbât
İmam Rabbânî, mücadelesine başladı. Onun silahı, kılıç değil, kalemdi. Onun ordusu, talebeleriydi. Mücadelesi iki cephedeydi:
1. Saraydaki Sapkınlığa Karşı: İmparator Ekber Şah’ın “Dîn-i İlâhî” fitnesine ve Sünnet’i hiçe sayan uygulamalarına karşı durdu.
2. Tasavvuftaki Yanlış Anlayışlara Karşı: “Vahdet-i Vücûd”u yanlış yorumlayıp Şeriat’ı terk edenlere karşı, hakikati haykırdı.
Bu mücadelenin merkezi, onun yazdığı mektuplardı. Başta kendi talebeleri olmak üzere, âlimlere, devlet adamlarına, komutanlara ve hatta imparatorun sarayındaki vezirlere mektuplar yazdı. Bu mektuplar, sıradan mektuplar değildi; her biri, Kur’ân ve Sünnet ışığında yazılmış birer risale, birer manevî reçeteydi.
Bu mektuplarda, Sünnet’e uymanın ehemmiyetini, bid’atlerden (dinde olmayan sonradan uydurulan şeyler) sakınmanın zaruretini anlattı. Şeriat, tarikat ve hakikat arasındaki ince dengeyi izah etti.
Özellikle “Vahdet-i Vücûd” meselesine derin bir izah getirdi. O, Vahdet-i Vücûd’u inkâr etmedi, ancak bunun, müridin manevî yolculukta karşılaştığı bir “hal” (geçici durum) olduğunu söyledi. Hakikatin bundan daha ileride olduğunu belirtti ve kendi manevî tecrübesiyle ulaştığı “Vahdet-i Şühûd” (Şahitliğin Birliği) mefhumunu ortaya koydu. Vahdet-i Şühûd’a göre; var olan her şey Allah’ın bir yansıması, bir gölgesiydi. Gölge, asla aslının aynı olamazdı. Yaratıcı (Hâlık) ile yaratılan (mahlûk) apayrıydı. Bu izahıyla, hem tasavvufun derinliğini muhafaza etti hem de Şeriat’ın sınırlarını net bir şekilde çizdi.
Onun meşhur sözü, bu mücadelenin özetiydi: “Şeriat, her şeyin aslıdır. Tarikat, Şeriat’ın hizmetkârıdır.”
Bu mektuplar elden ele dolaştı, kalpten kalbe aktı. Toplandığında, “Mektûbât-ı Rabbânî” adıyla bilinen o muazzam eser ortaya çıktı.
Zindan İmtihanı ve Manevî Zafer
İmam Rabbânî’nin tesiri arttıkça, saraydaki bozuk zihniyetli kimseler rahatsız oldu. Ekber Şah ölmüş, yerine Cihangir geçmişti. İmam’ı çekemeyenler, Cihangir’e gidip onu “Devlet içinde devlet kuruyor, saltanatınıza ortak olmak istiyor” diye şikâyet ettiler.
Cihangir, İmam Rabbânî’yi saraya çağırdı. Saraya girdiğinde, imparatora secde etmesi (o dönemde bir saygı âdetiydi) istendi. İmam Rabbânî, vakur bir şekilde başını dik tuttu ve “Benim bu başım, Allah’tan başkasına eğilmez!” diyerek bu emri reddetti.
Bu tavır, imparatoru daha da öfkelendirdi. İmam Rabbânî Hazretleri, 1028 (1619) yılında Gevâliyâr Kalesi’ne hapsedildi.
Fakat mü’min için zindan, bir “Medrese-i Yûsufiyye” (Hz. Yusuf’un medresesi) idi. İmam Rabbânî, zindanı bir dergâha çevirdi. Oradaki mahkûmlara, hatta gardiyanlara İslam’ı anlattı. Onun bereketiyle, kaledeki binlerce günahkâr tövbe etti, namaza başladı ve onun talebesi oldu.
Bir yıl sonra, Cihangir büyük bir hata yaptığını anladı. Hem gördüğü bir rüya hem de İmam’a yapılan iftiraların asılsız olduğunun ortaya çıkması üzerine pişman oldu. İmam Rabbânî’yi serbest bıraktı, ona hürmet gösterdi ve ondan özür diledi. İmam, affetmenin bir fazilet olduğunu göstererek imparatoru affetti.
Bu olay, bir zindana giriş değil, hakikatin saraya girişiydi. Cihangir, İmam’ın sohbetlerinden çok etkilendi. Ülkede Sünnet’e aykırı ne kadar uygulama varsa kaldırdı, bozulan camileri tamir ettirdi ve İslam ahkâmının yeniden uygulanmasını emretti. İmam Rabbânî’nin kalemiyle başlattığı inkılâp, zindandaki sabrıyla zafere ulaşmıştı.

Güneşin Batışı ve Ebedî Mirası
İmam Rabbânî, ömrünün sonuna kadar irşad vazifesine devam etti. Binlerce talebe yetiştirdi. Onun talebeleri, Hindistan’dan Orta Asya’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar yayılarak Sünnet-i Seniyye meşalesini taşıdılar.
Takvimler Hicrî 1034 (Miladî 1624) yılını gösterdiğinde, bu büyük müceddid, 63 yıllık çile, mücadele ve hikmet dolu bir hayatın ardından Rabbine kavuştu. Vefatı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat ettiği yaştaydı.
İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî Hazretleri, karanlığın en koyu olduğu bir anda ortaya çıkmış, “Dîn-i İlâhî” fitnesini söndürmüş, tasavvufu bid’atlerden ayıklamış, Şeriat ile tarikatı barıştırmış ve Ehl-i Sünnet akîdesini yeniden Hindistan’da hâkim kılmıştır.
O, ismiyle müsemma bir “İmam” (önder), Allah yoluna adanmış bir “Rabbânî” ve ikinci binyılın “Müceddid”i (yenileyicisi) olarak tarihe ve kalplere adını altın harflerle yazdırmıştır. Onun “Mektûbât”ı, bugün dahi yolumuzu aydınlatan bir hidayet kandili olmaya devam etmektedir.
Allah Teâlâ, onun makamını âlî eylesin. Bizleri de onun yolundan giden, Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Âmin.

*************

• Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960 M): 20. yüzyılda Türkiye’de yaşamış büyük bir alim ve mütefekkirdir. Özellikle materyalist ve pozitivist felsefelerin imana yönelik hücumlarına karşı Kur’an’ın hakikatlerini akli delillerle savunan “Risale-i Nur Külliyatı”nı telif etmiştir. İman hakikatlerini yenileyen bir tecdid hareketi olarak görülür ve dönemin müceddidi kabul edilir.

Hidayet Kandillerinden: Bediüzzaman Said Nursî (Rahmetullahi Aleyh)

Giriş: Bir Asrın Şafağında Doğan Nur
Bundan takriben 150 sene evvel, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde, cihan büyük bir fırtınaya gebeydi. Tabiatı parçalayan ilim (fen) silahları, inançları sarsan felsefî akımlar ve imanı kalplerden söküp atmayı hedefleyen materyalist (maddiyun) düşünceler, İslam âleminin üzerine bir karanlık gibi çökmekteydi.
İşte böyle bir zamanda, 1878 (Rumi 1293) senesinde, Bitlis vilayetinin Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde, Sofi Mirza ve Nuriye Hanım’ın mübarek hanesinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını “Said” koydular. Kimse bilmiyordu ki, bu küçük Said, ileride asrın karanlığını dağıtmak için gönderilmiş bir “hidayet kandili” olacak ve isminin başına “zamanın eşsizi, harikası” manasında “Bediüzzaman” lakabını alacaktı.

Bölüm 1: Zekâsı Dilleri Destan “Harika Çocuk”
Said, başka çocuklara benzemiyordu. Küçücük yaşında dahi etrafındaki hadiseleri derin bir tefekkürle (düşünceyle) süzerdi. Oynadığı oyunlarda bile bir hikmet arar, tabiata “nazar” eder (bakış), kâinatın sahibini sual ederdi.
Onun en belirgin vasfı, akıllara durgunluk veren zekâsı ve hafızasıydı. Dokuz yaşında tahsile (eğitime) başladı. Ancak onun ilimdeki sürati, hocalarını hayrette bırakıyordu. Bir medresede aylarca okutulan bir kitabı, o birkaç günde ezberler, manasını kavrardı. Bu sebeple medreseden medreseye dolaştı. Kimi hocalar onun bu harika hâline hayran kalır, kimileri de onunla ilmî mübahaseye (tartışmaya) girmekten çekinirdi.
Rivayet edilir ki, bir gün hocası Molla Fethullah Efendi, genç Said’e iki zorlu kitabı gösterip, “Bunları ne kadar zamanda bitirirsin?” diye sordu. Said, “Bir hafta kâfi” dedi. Hocası şaşırdı. Lakin Said, bir hafta sonra geldiğinde, sadece kitapları okumamış, iki kitabın muhtevasını birbiriyle mukayese edip, tenkitlerini (eleştirilerini) dahi yapmıştı. Bunun üzerine hocası, “Ey Said! Sen zamanın harikasısın, ‘Bediüzzaman’sın” demekten kendini alamadı.
Daha 14-15 yaşlarındayken, zamanın büyük âlimleriyle ilmî münazaralara (tartışmalara) giriyor, sorduğu sualler ve verdiği cevaplarla onları ikna ediyordu. O, sadece dinî ilimleri değil, aklî ve fennî ilimleri de süratle tahsil etmişti. Onun derdi büyüktü: O, sadece bir âlim değil, bu asrın imanını kurtaracak bir “müceddid” (yenileyici) olmaya namzetti.

Bölüm 2: “Eski Said” ve Medresetü’z-Zehra Rüyası
Genç Said, ilimle dolduktan sonra Van’a gitti. Orada Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldı. Tahir Paşa, onun sadece dinî ilimlerde değil, coğrafya, matematik, fizik, kimya ve felsefede de ne kadar derinleştiğini görünce hayretler içinde kaldı. Gazeteleri okur, cihan siyasetini takip ederdi.
Bediüzzaman, bu dönemde “Eski Said” olarak anılır. “Eski Said”, cemiyetin ve siyasetin içinde, İslam âleminin dertlerine çare arayan bir mütefekkirdi. Onun en büyük hayali, “Medresetü’z-Zehra” adını verdiği dev bir İslam üniversitesi kurmaktı.
Bu nasıl bir üniversiteydi?
O, fark etmişti ki, medreseler sadece din ilimlerine odaklanıp fen ilimlerini (pozitif bilimleri) ihmal etmiş, mektepler (modern okullar) ise sadece fen ilimlerine odaklanıp maneviyatı ve dinî hakikatleri dışlamıştı. Bediüzzaman diyordu ki: “Vicdanın ziyası (ışığı) ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder.”
İşte Medresetü’z-Zehra, din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı, nice dindar ve aynı zamanda münevver (aydın) gençlerin yetişeceği bir merkez olacaktı. Bu rüyasını gerçekleştirmek için İstanbul’a, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın huzuruna kadar çıktı. Projesini sundu, lakin o günün şartları bu büyük rüyanın gerçekleşmesine müsaade etmedi.

Bölüm 3: Cihad Meydanı ve Rus Esareti
Bediüzzaman, sadece ilimle değil, fiilî olarak da vatan müdafaasına katıldı. Birinci Cihan Harbi (Dünya Savaşı) patlak verdiğinde, talebelerinden bir milis alayı kurdu ve Doğu Cephesi’nde Ruslara karşı kahramanca savaştı.
O, at üstünde, en ön safta cihad ederken bile ilimden geri durmazdı. Savaşın en şiddetli anında, siperde, atının terkisinde meşhur tefsirini (İşârâtü’l-İ’câz) yazdırdığı rivayet edilir. Kurşunlar etrafında vızıldarken o, talebesine ayetlerin tefsirini dikte ettiriyordu.
Bu savaşta yaralandı ve Ruslara esir düştü. Sibirya’da Kostroma’daki esir kampına götürüldü. Orada bile izzetinden (onurundan) taviz vermedi.
Meşhur bir hadisedir: Bir gün Rus Başkomutanı Nikolay Nikolayeviç kampı teftişe gelir. Bütün esirler ayağa kalkar, lakin Bediüzzaman yerinden kımıldamaz. Komutan bu duruma öfkelenir, tekrar önünden geçer, o yine ayağa kalkmaz. Komutan tercüman aracılığıyla sorar:
“Beni tanımadı mı?”
Bediüzzaman cevap verir: “Tanıdım, Başkomutan Nikolay Nikolayeviç.”
“Öyleyse neden ayağa kalkmadın? Bu, Rus ordusuna hakarettir!”
Bediüzzaman, o vakur duruşuyla tarihe geçen şu cevabı verir:
“Ben bir İslam âlimiyim. Kalbimde iman taşıyorum. İman sahibi bir kimse, imanı olmayan bir kimseye kıyam edemez (ayağa kalkamaz). Eğer kalkmamı emretseydiniz kalkardım, lakin emretmediniz. Ben de kendi irademle kalkmadım.”
Bu izzetli cevap karşısında Başkomutan şaşkına döner. Onun idamını emreder. Bediüzzaman, idam mangasının karşısına çıkarıldığında son arzusunu sorarlar. O, “Müsaade edin, iki rekât namaz kılayım” der. Namazını huşû içinde kılar. Onun bu teslimiyeti ve korkusuzluğu Başkomutanı o kadar etkiler ki, bu zatın sıradan bir esir değil, maneviyatı yüksek bir kahraman olduğunu anlar ve idam emrini geri çeker.
Bediüzzaman, bir yolunu bulup bu esaretten de firar etti ve nice meşakkatli yollardan geçerek vatanı İstanbul’a geri döndü.

Bölüm 4: “Yeni Said”in Doğuşu ve Barla Hayatı
İstanbul’a döndüğünde, vatan işgal altındaydı. İngilizler İstanbul’daydı. O, “Hutuvât-ı Sitte” (Altı Adım) adlı eseriyle İngilizlerin hilelerini ifşa etti, milletin imanını ve direniş ruhunu ayakta tuttu.
Ancak Bediüzzaman, büyük bir derûnî (içsel) inkılâp (değişim) yaşıyordu. Artık siyasetle, cemiyetin dış işleriyle uğraşmanın zamanı geçtiğini anladı. Asıl tehlike dışarıda değil, içerideydi. Asıl tehlike, dinsizlik ve imansızlık cereyanıydı.
Bu düşüncelerle “Eski Said”i ruhen bıraktı ve “Yeni Said” oldu. “Yeni Said”in tek bir vazifesi vardı: İmanı kurtarmak.
Ankara’ya çağrıldı, Meclis’te büyük hürmet gördü. Lakin yeni rejimin maneviyattan uzaklaşan yapısını görünce, onlara bir beyanname (bildiri) sunup (namaza dair) Van’a, inzivaya çekildi.
Ancak yeni idare, onun gibi büyük bir âlimin halk üzerindeki tesirinden çekiniyordu. 1925’te onu Van’dan aldılar ve Batı Anadolu’ya, önce Burdur’a, sonra Isparta’ya ve nihayet dağ başında, kimsenin tanımadığı küçük bir köy olan Barla’ya sürgün ettiler.
Zalimler zannediyorlardı ki, onu sürgüne göndererek, yalnız bırakarak susturacaklardı.
Bölüm 5: Bir Hidayet Kandili Telif Ediliyor: Risale-i Nur
Onlar yanılıyorlardı. Allah (c.c.), bu sürgünü bir rahmete çevirecekti. Bediüzzaman’ın ne kitabı vardı, ne kâğıdı, ne kalemi. Çam ağaçlarının tepesinde, bir kulübede Rabbine yalvarıyordu.
“Ya Rab! Bu asrın imanını nasıl kurtaracağız?”
Ve Barla’da, 1927’de, o hidayet kandili yanmaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan manevî bir tefsiri olan “Risale-i Nur Külliyatı” telif edilmeye başlandı.
Bediüzzaman hazretleri söylüyordu, Barla’nın sadık köylüleri (Hüsrev, Sıddık Süleyman, Hafız Ali gibi mübarek zatlar) yazıyordu. Kâğıt yoktu, buldukları meyve kasalarının ambalajlarına, torba kâğıtlarına yazıyorlardı. Mürekkep yoktu, bazen is ile yazdılar.
Yazılan bu “Sözler”, “Mektubat”, “Lem’alar” gizlice elden ele çoğaltılıyordu. Matbaa yasaktı. İnsanlar evlerinin bodrum katlarında, geceleri mum ışığında bu iman hakikatlerini elle yazarak çoğalttılar. “Nur Postacıları” denen kahramanlar, bu risaleleri jandarmanın takibinden kaçırarak köy köy, şehir şehir bütün Anadolu’ya yaydılar.

Risale-i Nur ne yapıyordu?
O, “Allah var mı?”, “Ahiret neden lazım?”, “Peygamberlere ne lüzum var?”, “Kadere iman nasıl olmalı?” gibi asrın gençlerinin aklına gelen en zor suallere, Kur’an’dan aldığı dersle, akılları ikna eden, kalpleri tatmin eden cevaplar veriyordu. O, felsefenin ve materyalizmin hücumlarına karşı Kur’an’ın sönmez bir güneş olduğunu ispat ediyordu.

Bölüm 6: Zindanlar “Medrese-i Yusufiye” Oluyor
Elbette bu iman hizmeti, zamanın idarecilerini rahatsız etti. “Bu adam gizlice ne yapıyor?” diye onu defalarca mahkemeye verdiler.
Bediüzzaman ve talebeleri; Eskişehir (1935), Denizli (1944) ve Afyon (1948) hapishanelerine atıldılar.
Onlar zindanı bir ceza olarak değil, Hazreti Yusuf’un (a.s.) medresesi olarak gördüler. Zindana “Medrese-i Yusufiye” adını verdiler. Orada bile hizmet durmadı. Risaleler yazılmaya, mahkûmlar arasında yayılmaya devam etti. Nice cani ve katil, hapishanede bu Nur vesilesiyle tövbe etti, namaza başladı, birer hidayet ehli oldu.
Mahkemelerde onu idama götürecek bahaneler aradılar. O, mahkeme salonlarında kükreyen bir aslan gibi imanı müdafaa etti. Hâkimlere şöyle sesleniyordu:
“Benim bir tek gayem var: İmanı kurtarmak. Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Beni idam etseniz de, mezar taşım dahi ‘La ilahe illallah’ diye haykıracaktır! Milyonlarca başım olsa, her gün birini kesseniz, bu iman hizmetinden vazgeçmem!”
Onu zehirlemeye çalıştılar. Defalarca yemeğine zehir kattılar. Lakin Allah’ın izniyle, o zehirler dahi bu hidayet kandilini söndüremedi. O, kendisine zehir verenlere dahi beddua etmedi, “Allah onları ıslah etsin” diye dua etti.

Netice: Urfa’da Bir Vuslat
Ömrünün son yıllarını Emirdağ’da, yine göz hapsinde ve sürgünde geçirdi. 80 yaşını aşmış, bedeni zindandan zindana sürüklenmekten, zehirlenmelerden yorgun düşmüştü. Lakin imanı dipdiriydi.
1960 senesinin mübarek Ramazan ayında, durumu ağırlaştı. Talebeleri onu, “Peygamberler Şehri”, Halilullah İbrahim Aleyhisselam’ın makamı olan Urfa’ya götürdüler. Hükümet buna da mani olmak istedi, lakin Urfa halkı bu büyük âlimi bağrına bastı.
Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (25 Ramazan 1379) gecesi, sahur vaktinde, Urfa’da bir otel odasında mübarek ruhunu Rahman’a teslim etti.
O, bu fani hayattan ayrıldı, lakin ardında bıraktığı Risale-i Nur Külliyatı, milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan bir hidayet kandili olarak parlamaya devam etti ve inşaallah kıyamete kadar da devam edecektir. O, söz verdiği gibi, bütün hayatını Kur’an’a ve imana vakfetmiş, asrın müceddidi vasfını sonuna kadar hak etmiş büyük bir kahramandı.
Allah ondan ve onun yolundan gidenlerden ebediyen razı olsun. Amin.
*******

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025




DİJİTAL TEFEKKÜR – Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

DİJİTAL TEFEKKÜR – 7. Yapay Zeka ile Hakikat Arayışı

NOT: Çalışmalarım ile ilgili hatırlatmalarınızı, soru, tavsiye ve tekliflerinizi bizimle paylaşıp, aşağıdaki e-posta adresime gönderirseniz memnun olur, şimdiden teşekkür ederim. Çalışmalarda GEMİNİ 2.5 PRO Yapay Zekadan faydalanılmıştır.

 mozcelik02@hotmail.com      mozcelik02@gmail.com

 

1-CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBETLERİ -1-