Kıyamet Öncesi Bir Gerilim: Zulmün Taşlara ve Ağaçlara Kadar Ulaşan Yankısı

Kıyamet Öncesi Bir Gerilim: Zulmün Taşlara ve Ağaçlara Kadar Ulaşan Yankısı

“Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”(Müslim, Fiten, 82)”

Bunun bir tevili görünen o ki; İsrail zulmünden dolayı dünyanın her tarafından dışlanmakta ve nefrete maruz kalmaktadır.
İşte bir çok örneklerinden biri;

*Her yerde dışlanıyorlar !

Fransa’ya gelen uçaktan inen işgalci israil vatandaşları Fransızlar tarafından #FreePalestine sloganlarıyla yuhalandı!

***********

> “Taş bile konuşacak: ‘Ey Müslüman, arkamda bir Yahudi var!’”
— Hadis-i Şerif (Müslim, Fiten, 82)

İslam’ın kıyamet tasvirlerinde yer alan bu sahne, sadece bir savaşın değil, aynı zamanda zulümle hakikatin, mazlumla zalimin, bâtılla hakkın küllî bir yüzleşmesinin habercisidir. Bu hadis, gelecekteki bir çatışmadan çok daha fazlasını haber verir: Hakikat karşısında doğanın bile tarafını seçeceği, haklı ile haksızın en açık şekilde ayrışacağı bir zuhur zamanını…

Zulümle Abad Olanın Âkıbeti: Taşlar Bile Şahitlik Eder

Hadis-i şerifte geçen tasvir mecaz değil, bir hakikatin remzî bir ifadesidir. O gün öyle bir hak-batıl mücadelesi olacak ki, artık sadece insanlar değil, taşlar ve ağaçlar bile saf tutacak. Adeta kâinat dahi zulüm karşısında sessiz kalmayacak.

Bugün İsrail’in Filistin topraklarında işlediği zulüm, yalnızca insanlığı değil, doğayı da yaralıyor. Bombalanan çocuklar, yıkılan evler, parçalanan ağaçlar… Ve bu zulüm, artık taşlara bile “yeter” dedirtecek bir noktaya gelmiş durumda.

Garkad Ağacı ve Taraf Tutan Tabiat

Hadiste geçen “Garkad ağacı”nın Yahudilerin tarafını tutacak tek ağaç olarak zikredilmesi, onların zulme, şerre ve tahribe meyilli bir zihniyetin temsilcisi olduğu şeklinde yorumlanabilir. Zira bu ağaç, bugün İsrail tarafından özel olarak dikilmekte, savunma hattı olarak kullanılmaktadır. Garkad, bir nevi bâtılın sembolü, taş ve diğer ağaçlar ise hakikatin yardımcılarıdır.

Bugün Yaşananlar: Hadisin Gölgesinde Bir Dünya

Fransa’da İsrailli yolcuların halk tarafından #FreePalestine sloganlarıyla protesto edilmesi, sosyal medyada artan tepkiler, dünyanın dört bir yanında Filistin için yapılan yürüyüşler; bu hadis-i şerifin sosyal ve psikolojik düzlemde tezahür ettiğinin işaretidir.

Zulmün pervasızlığı arttıkça, vicdanlar uyanmakta, mazlumun sesi semaya yükselmektedir. Artık taşlar değil belki ama ekranlar, meydanlar, afişler ve sokaklar haykırıyor:

> “Ey insanlık! Şu arkamdaki zalimdir! Gör, anla, itiraz et!”

Kıyametin Yaklaşması mı, Hakikatin Yükselmesi mi?

Hadiste geçen “kıyamet yaklaşır” ifadesi, yalnızca zamanın sonuna değil, aynı zamanda hakikatin tam manasıyla ortaya çıkmasına da işaret eder. Kıyamet, “kalkış” demektir. Belki de bugün; yeryüzü bir “uyanış”a, bir manevî kıyama sahne olmaktadır.

Kıyametten önce hak ve batılın safları netleşecektir. Bugün bu netleşmenin hem siyasi hem manevi boyutlarına şahitlik ediyoruz. Zulüm kimden gelirse gelsin, herkes bir saf tutmak zorunda kalıyor. Ya haklıdan yana ya da zalimden.

Sonuç: Zulüm Devam Etmez, Hak Ebedidir

Zulüm bir süreliğine galip gibi görünse de, zulümle abat olunmaz. Tarih boyunca her Firavun’un bir Musa’sı, her Nemrut’un bir İbrahim’i çıkmıştır. İsrail zulmü de, sadece Müslümanları değil, vicdan sahibi her insanı karşısında bulmaktadır.

Bugün artık taşlar konuşmuyor belki ama kameralar, diller, meydanlar, ekranlar ve kalpler konuşuyor:

> “Zulme karşı susma! Mazlumun yanında saf tut!”

Özet:

Bu makale, Müslim’de geçen hadis-i şerif ışığında şu konuları ele almıştır:

Hadisin kıyamet öncesi evrensel bir hak-batıl çatışmasını tasvir ettiği,

Garkad ağacının bâtılı temsil ettiği,

Günümüzde İsrail’in Filistin’de işlediği zulümlerin hadiste işaret edilen evrensel nefrete yol açtığı,

Protestoların, sosyal tepkilerin ve vicdanî uyanışların hadisin tecelli süreci içinde yorumlanabileceği,

Kıyametin yaklaşmasıyla birlikte hakikatlerin netleştiği ve safların belirlendiği ifade edilmiştir.

Unutulmamalı ki: Zulüm devam etmez, hakikat bastırılamaz. Ve vakti geldiğinde, taşlar bile konuşur.

 

 




Fırtınalı Dönemlerde İman Kaleleri: Abbasî Döneminde Fırak-ı Dâlleye Karşı İlahi Müdahale

Fırtınalı Dönemlerde İman Kaleleri: Abbasî Döneminde Fırak-ı Dâlleye Karşı İlahi Müdahale

“Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyet’i zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında Buharî, Müslim, İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı A’zam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pek çok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlup ettiler.”
Şualar

Fitne-i diniyeye karşı, her devirde Allah’ın izniyle bir nur ordusu çıkar.

Tarih boyunca İslâm ümmeti yalnızca dış tehditlerle değil, içten gelen bozulmalarla, akaidî sapmalarla ve bid’at fırtınalarıyla da sınanmıştır. Bu sınanma, Abbasîler döneminde zirveye ulaşmış; Mutezile, Râfızî, Cebrî gibi bâtıl anlayışlar itikadî temelleri sarsmış, zındıklar ve mülhidler perde arkasında dinin özünü tahrif etmeye çalışmışlardır. Ancak her bozulmanın ardından bir ıslah ve ilahî inayet zinciri gelir. Rabbimizin bir rahmet tecellisi olarak o devirde; Buharî, Müslim, Ehl-i Sünnet imamları ve büyük evliyaullah bu fitne ateşini söndürmek için gönderilmişlerdir.

Fitne Zamanları: Dinin Kalbine Yönelmiş Saldırılar

Mutezile akımı, Kur’an’ın mahlûk olduğunu iddia ederek Allah’ın kelam sıfatını inkar etmiş; aklı vahyin önüne geçirmiştir. Râfızî anlayış, sahabe adaletini ve Hz. Ebubekir, Ömer gibi büyük zatları hedef alarak ümmet birliğini parçalamıştır. Cebrîlik ise kaderi yanlış yorumlayarak insanın sorumluluğunu iptal etmeye kalkışmıştır. Tüm bu fırak-ı dâlle (sapık fırkalar), itikadî bir zelzeleyi tetiklemiş, müminlerin zihnini karıştırmış, kalplerini şüpheye düşürmüştür.

İlahi Müdahale: Âlimlerin ve Evliyaların İhyâ Hareketi

Allah Teâlâ, bu fırtınalı dönemde İslam’ı yalnız bırakmamış; birer manevî mücahit olarak büyük zatları halk etmiş ve onları ümmetin yardımına göndermiştir:

İmam-ı A’zam Ebu Hanife: Fıkhın temellerini inşa ederek hem ameli korumuş hem akaide hizmet etmiştir.

İmam Şafiî, İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel: Sünnet-i Seniyye’yi muhafaza etmiş, hadislerin sahihliğini ve uygulanabilirliğini savunmuşlardır.

İmam Buharî ve Müslim: Hadis ilmini disipline etmiş, sahih sözleri toplayarak sünneti delillerle tahkim etmişlerdir.

İmam Gazalî: Felsefenin tahrip ettiği aklı ve kalbi yeniden inşa etmiş, tasavvuf ile aklı, ilim ile kalbi buluşturmuştur.

Cüneyd-i Bağdadi ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani: Tasavvuf yoluyla ümmeti nefis terbiyesi ve ihlâs hakikatiyle buluşturmuşlardır.

Bu zatlar, yalnızca birer âlim değil, birer nur ve rahmet vesilesi olmuşlardır. Her biri bir cephede durmuş, bir fitneyi söndürmüş, ümmete hem ilmî hem manevî gıda sunmuştur.

Her Asırda Gelen İlahi Yardım: Sünnetullah Kanunu

Tarihteki bu örnek, yalnızca bir tarih bilgisi değil, aynı zamanda ilahi sünnetin (Allah’ın değişmeyen kanununun) bir delilidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikati Şuâlar’da hatırlatırken, bugünün fitneleriyle yüzleşenlere de ders verir:

> Nasıl ki o zamanda fırtınalar çıktı, Allah eâzım-ı İslâmiyeyi gönderdi; şimdi de öyle bir zamanda yaşıyoruz ve yine inayet-i Rabbaniye ile Risale-i Nur gibi bir eser bu ümmete ihsan edilmiştir.

Zındıka ve Materyalizmle Mücadele: Günümüzün Fırak-ı Dâlleleri

Bugün Mutezile yerini pozitivizme; Cebrîlik yerini determinizme; Râfızîlik yerini mezhepçilik adı altındaki taassuba bırakmıştır. Zındıklık artık açıktan yürümekte; ateizm, deizm, sekülerizm gibi fikirlerle akaidî temeller hedef alınmaktadır. Bu da yine ehl-i iman için ciddi bir fitne-i diniyedir. Ancak bu fitneye karşı da Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırdaki bir mucizesi olarak imdada yetişmiş, aklı tatmin eden ve kalbi doyuran bir iman hizmeti sunmuştur.

Sonuç: Bozulma Varsa Islah da Vardır

Allah, dini koruyacağını vadetmiştir. (Bkz: Hicr, 9) Her tahribat bir tamiratı doğurur. Abbasîler döneminde zihinler bulandığında, kalpler karardığında, âlimler ve veliler ışık oldular. Bu çağda da hak ve hakikate hizmet eden samimi davetçiler, eserler, cemaatler bu ilahî müdahalenin bir tezahürüdür.

Özet:

Bu makalede, Abbasîler döneminde ortaya çıkan itikadî sapmalar ve o sapmalara karşı Allah’ın gönderdiği büyük âlim ve velilerin hizmetleri ele alınmıştır.

Mutezile, Râfızî, Cebrî ve zındıkların içten gelen tehdit oluşturduğu,

Bu tehditlere karşı Buharî, Müslim, İmamlar ve evliyaullahın imdada yetiştiği,

Bu olayın ilahî bir sünnet olduğu,

Günümüzdeki benzer fitnelere karşı da Risale-i Nur ve benzeri hizmetlerin bir müdahale olduğu anlatılmıştır.

Netice: Her fitne döneminde Allah, dinini koruyacak kullarını halk eder. Yeter ki biz o saf-ı ihlâs içinde, bu nur halkasının bir halkası olmaya çalışalım.

 

 




Zulümle Gelen Birlik: Tuzaklar Kurulur, Fakat Allah Bozar

Zulümle Gelen Birlik: Tuzaklar Kurulur, Fakat Allah Bozar

Al Trump’ı Vur Biden’a: Kuklalar Değişir, Perde Aynı Kalır

ABD siyasetinde başkanlar değişir ama politikaların derin özü aynı kalır. Trump’ın kaba diliyle Biden’ın sahte diplomatik üslubu arasında sadece ton farkı vardır, hedef aynıdır:
Enerji kaynaklarını kontrol etmek, İsrail’in güvenliğini sağlamak, İslam dünyasını böl-parçala-yönet stratejisiyle zayıf tutmak.
Trump, Kudüs’ü başkent ilan etti; Biden, Gazze’yi bombalayan uçaklara yakıt ve silah sağladı. İkisi de ardında kan, gözyaşı ve yıkım bıraktı.

Demokrasi perdesi arkasında emperyalizmin kıyım sahnesi sürüyor.
Bu tiyatronun figüranları değişiyor; ama kuklacı aynı: Küresel sermaye, silah lobileri ve siyonist akıl.

Zulüm Kamçısı: Dağınıklığı Birliğe Dönüştüren İmtihan

Her tarafımızda yanan bir İslam coğrafyası var: Gazze’den Yemen’e, Suriye’den Sudan’a…
Ama her zulüm aynı zamanda bir işarettir:
“Artık ayrılığa tahammülünüz kalmadı.”

İslam dünyası, ne zaman ki kendi iç kavgalarıyla meşgul oldu, işte o zaman düşman planları daha hızlı ilerledi.
Bugün Biden’ın ya da başkasının yaptığı zulümler, İslam ümmetini uykusundan uyandıran rahmet yüklü tokatlar gibidir.

Zulüm kamçısı devrede…
Ve bu kamçı, ümmeti birliğe, dirilişe ve yeniden toparlanmaya zorlamaktadır.

Âl-i İmrân 54: Tuzak Kuruldu, Fakat…
> “(Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak bozucuların en hayırlısıdır.”

Bu ayet, tarih boyunca kurulan bütün tuzaklara karşı ilahi adaletin ve kudretin devreye gireceğini haber verir.
Firavunların, Nemrutların, Karunların ve bugünkü Trump-Biden türü zalimlerin her biri plan kurar.
Ama Allah, onların planlarının en kritik anında devreye girer ve o planları kendi aleyhlerine çevirir.

Bazen mağlubiyet gibi görünen şey, zaferin hazırlığıdır.
Bazen dağınıklık, birliğin mecburi zeminidir.
Bazen zulüm, bir dirilişin doğum sancısıdır.

Bugün Ne Oluyor?

  1. Filistin’den İran’a uzanan kriz hattı, Müslümanları birbirine yaklaştırıyor.
  2. ABD ve İsrail’in açık zulmü, maskeleri düşürüyor, saflar netleşiyor.
  3. Sosyal medya ve alternatif medya, uyanışı hızlandırıyor.
  4. Zalimlerin küresel senaryoları, Allah’ın kader planıyla boşa çıkmaya başlıyor.

Asıl Savaş: Akıl ve İrade Savaşıdır

Savaş sadece tankla, tüfekle olmuyor.
Bugün asıl savaş, akıl savaşlarıdır.
Algı operasyonlarıyla zihinler teslim alınmak isteniyor.
Bu yüzden İslam dünyasının uyanışı, sadece siyasal değil, zihinsel bir uyanış olmalıdır.

İslam dünyası; bilgi, hikmet ve basiretle yeniden ayağa kalkmalıdır.
Çünkü Allah’ın yardımı, hazırlıksız topluluklara değil; sebat gösteren, mücadele eden, tedbir ve tevekkülle yol alanlara gelir.

Sonuç: Zulüm Devam Etmez, Birlik Doğurur

Tarih şahittir:
Zulüm, asla ilelebet sürmemiştir.
Firavun boğulmuştur, Nemrut sönmüştür, Ebrehe’nin filleri helak olmuştur.
Bugün ABD’nin, İsrail’in ve onların taşeronlarının kurduğu her plan, kendi içinde bir çöküş tohumu taşımaktadır.

Biden’ın dili farklı olabilir, Trump’ın üslubu daha hoyrat olabilir… Ama zalim zalimdir.
Ve Allah, zalime mühlet verir ama ihmal etmez.
Ümmet ise artık uyanmak zorundadır. Çünkü her gelen tokat, birliğin kapısını aralamaktadır.

Özet:

Bu makale, ABD başkanlarının görünürde farklı ama özde aynı olan Ortadoğu ve İslam dünyası politikalarını, özellikle Trump ve Biden üzerinden ele almakta; yaşanan zulümlerin aslında ümmeti birliğe zorlayan ilahi bir kamçı olduğunu vurgulamaktadır.
Âl-i İmrân 54. ayeti açısından, kurulan tuzaklara karşı Allah’ın ilahi planı hatırlatılmakta ve Müslümanlara ümit, uyanış ve basiret çağrısı yapılmaktadır.

> “Zalim plan yapar, Allah tuzaklarını bozar. Her zulüm bir dirilişin habercisidir.”

 




Haritalar Değişiyor, Hedef Aynı: İran Üzerindeki 32 Yıllık Kıyamet Senaryosu”

Haritalar Değişiyor, Hedef Aynı: İran Üzerindeki 32 Yıllık Kıyamet Senaryosu”

Bir Haritanın Hatırası Değil, Senaryosudur:

1993 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in bir NATO toplantısında gördüğü ve kamuoyuna defalarca aktardığı o meşhur harita, aslında bir “gelecek tasarımı”nın ilk ifşasıydı. Haritada dünya sekiz parçaya ayrılmış, Ortadoğu’daki üç ülke—Irak, Suriye ve İran—ABD’nin kontrolüne bırakılmıştı. O gün “bu bir hayal” diyenler, bugün haritayı yeniden açılmış halde, kanla çizilmiş olarak izliyor. Irak, 2003’te “kimyasal silah” yalanıyla işgal edildi. Suriye, iç savaş ve vekalet savaşlarının laboratuvarına döndü. Şimdi sıra İran’da…
Bunu bir çok defa yazdım ve anlattım.

İran: Küresel Satrançta Son Kale

İran sadece bir ülke değil; Direniş ekseni olarak bilinen hattın kalbi, Şii dünyasının merkezi ve İsrail karşıtı söylemin son büyük temsilcisidir. Dolayısıyla küresel senaryoda İran’ın etkisizleştirilmesi, yalnızca coğrafi bir işgal değil, ideolojik bir işgaldir.

Tarihte olduğu gibi bugün de hedef bellidir:
“Arz-ı Mev’ûd” yani Vadedilmiş Topraklar Projesi.
Nil’den Fırat’a kadar uzanan bu proje, yalnızca İsrail’in değil, Batı destekli bir medeniyet inşasının kodlarını taşır.

Mistisizm Kılığındaki Terör: “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak”

İsrail’in bazı radikal çevrelerince açıkça dillendirilen “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” fikri, artık sadece teolojik bir metafor değil; fiili bir savaş planına dönüşmüş durumda. Bu planın taşeronları ve figüranları değişebilir ama sahnenin arkasındaki akıl aynıdır.

Gazze’ye atılan her bomba, İran’a yöneltilen her tehdit, Suriye’de denenen her oyun bu büyük tiyatronun birer perdesidir. Kutsal metinlerin yorumları üzerine bina edilen bu savaş politikası, gerçekte hiçbir dini temsil etmemektedir; çünkü hiçbir kutsal din, masumların kanı üzerine imparatorluk kurulmasını emretmez.

İran Üzerindeki Oyunların Derin Arka Planı

  1. İdeolojik Ayrıştırma: İran, mezhebi kimliği üzerinden yalnızlaştırılmakta ve Arap dünyasından kopartılmak istenmektedir.
  2. Ekonomik Yıpratma: Ambargolarla içeriden çökertilme stratejisi izlenmekte, halkın yorgunluğu isyana dönüştürülmek istenmektedir.
  3. Sosyal Fitne: Etnik ve mezhebi fay hatları tetiklenerek, tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi iç savaş senaryoları denenmektedir.
  4. Askerî Tehditler: İsrail’in doğrudan hava saldırıları, ABD’nin bölgedeki üsleri ve Batı’nın provoke ettiği vekalet savaşları, sürekli bir gerilim ortamı oluşturmaktadır.

Türkiye ve İslam Dünyası Nerede Durmalı?

Bu senaryolar sadece İran’ı değil, tüm İslam coğrafyasını hedef almaktadır. Dün Irak’ı susturdular, bugün İran’ı hedef aldılar, yarın Türkiye’yi yalnız bırakmak isteyeceklerdir. Bu sebeple her Müslüman ülke, mezhep ve ideoloji farkını bir kenara bırakarak şu soruyu sormalıdır:
“Sıradaki kim?”

İran’ın yalnız bırakılması, İsrail’in “Tanrı Krallığı” projesine bir basamak daha kazandıracaktır. O hâlde İslam dünyası, gerçek tehditi görmeli ve Batı’nın planladığı parçalanmayı reddetmelidir.

Tarihten Bir İbret: Savaş Haritaları Hep Masadaydı

1916’da Sykes-Picot haritası çizildi; Osmanlı parçalandı.
1948’de İsrail kuruldu; Filistin işgal edildi.
2003’te Irak işgal edildi; coğrafya değiştirildi.
2011’de Arap Baharı başladı; halklar birbirine düşürüldü.
2024’te Gazze yandı; dünya seyretti.
2025’te sıra nerede?

Tarihten ders almak yerine, tarihi tekerrür ettiriyoruz. Oysa haritalar masa başında değil, imanla, basiretle ve birlikle bozulur.

Sonuç ve Hikmet: Kıyameti Kim Tetikliyor?

Asıl savaş, toprak için değil; inançlar, kimlikler, medeniyetler ve algılar içindir. İsrail’in “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” gibi ürpertici söylemleri, aslında kendi kıyametlerini hazırlamaktadır. Çünkü tarih, kibirle hareket eden her Firavun’un, Karun’un ve Nemrud’un akıbetini önümüze koymuştur.

Bugün İran’ın yalnız bırakılması, yarın tüm ümmetin yalnızlaşmasına kapı aralar. Çünkü düşmanın hedefinde sadece ülkeler değil, ümmetin kalbi, hafızası ve iradesi vardır.

Özet:

Bu makale, 1990’lı yıllarda çizilen bir savaş haritasının bugün nasıl uygulanmakta olduğunu, İran’ın bu küresel senaryoda neden hedef alındığını, İsrail’in teolojik söylemler üzerinden yürüttüğü kıyamet stratejisini ve İslam dünyasının bu tehdit karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini tarihi ve stratejik açıdan ele alır.
Sonuç olarak: İran sadece bir ülke değil, bir eşiği temsil etmektedir. O eşik aşılırsa, sıranın kime geleceği bellidir: Parçalanmış ve sessiz bir ümmet…

*********

https://tesbitler.com/2025/06/14/kiyameti-zorlayan-golge-dunyayi-atese-surukleyen-zihniyet/
https://tesbitler.com/2024/07/31/hedefdeki-ulke-iran/
https://tesbitler.com/2024/01/29/fillerin-savasi/
https://tesbitler.com/2023/10/10/komplo-teorileri/

*******  

Netanyahu’nun yıllar önceki konuşması ortaya çıktı! Dünyayı savaşa böyle ikna etmiş
Nükleer silah bahanesiyle İran’a saldıran İsrail’in Başbakanı Binyamin Netanyanu’nun, 2002 yılında Irak’ın işgalinden önce de benzer açıklamalarda bulunduğu ve işgale zemin hazırladığı ortaya çıktı.
https://m.haber7.com/dunya/haber/3539169-netanyahunun-yillar-onceki-konusmasi-ortaya-cikti-dunyayi-savasa-boyle-ikna-etmis
Aslında pek de zor değilmiş.
Dünyayı yakmak ve yıkmak için bir manyak yetiyor.
Peşinden gelecek manyaklar da bulunuyor.




Ortadoğu’nun Fitne Üssü: İsrail, Tetikçilik ve Emperyal Strateji

Ortadoğu’nun Fitne Üssü: İsrail, Tetikçilik ve Emperyal Strateji

Ortadoğu, tarih boyunca dinlerin doğduğu, peygamberlerin geçtiği, medeniyetlerin geliştiği mübarek bir coğrafya olagelmiştir. Ancak bu kutsal topraklar, son yüzyılda bitmeyen savaşların, işgallerin ve zulümlerin merkezi hâline gelmiştir. Bu kaosun merkezinde, bir çıbanbaşı gibi duran İsrail devleti vardır. İsrail sadece bir devlet değil; Batı emperyalizminin bölgeye yerleştirdiği sinsi bir projedir.

İngiliz Planı, Amerikan Himayesi

İsrail’in kuruluşu tesadüf değil, kasıtlı bir mühendislik ürünüdür. 1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Filistin topraklarını Siyonistlere vadederken asıl amacı, Osmanlı sonrası parçalanmış İslam coğrafyasında bir “karakol devlet” oluşturmaktı. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla bu plan yürürlüğe girdi. Ardından devreye ABD girdi. Bugün İsrail, ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu, stratejik müttefiki, istihbarat üssü ve silah laboratuvarıdır.

Batı, kendi menfaati için bu devleti silahlandırır, fonlar, diplomatik dokunulmazlıkla donatır. Çünkü İsrail, Batı’nın Arap ülkeleri üzerindeki baskı aracıdır. Bazen bir tahrikçi, bazen bir tetikçi, bazen de bir korkuluk olarak kullanılır. Bu stratejiyle Arap ülkeleri tehdit edilerek milyarlarca dolarlık silah satışları yapılmış, Üç Arap ülkesinden (Suudi Arabistan, BAE ve Mısır) toplamda 3.2 trilyon dolar Batı’ya akıtılmıştır. İsrail’in varlığı, İslam coğrafyasını sürekli tedirgin ederek “sıtma ile razı olma” psikolojisine sevk etmiştir.

Devam Eden Kan ve Gözyaşı

İsrail, sadece bir devlet değil, bir kriz üretme makinesidir. Filistin topraklarında dökülen kanın, yıkılan evlerin, sürgün edilen insanların ardında sistematik bir işgal politikası ve bunun Batı tarafından sağlanan dokunulmazlığı vardır. Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta yaşanan birçok olayın perde arkasında İsrail’in istihbaratı ve yönlendirmesi vardır. Mossad, bölgede hem fiili operasyonlar yürütür hem de etki ajanlarıyla fitne tohumları saçar.

Ortadoğu’nun Kanser Hücresi

İsrail, bölgenin bir “kanser hücresi” gibidir. Vücuda suni olarak yerleştirilmiş, büyüyen, yayılmacı bir yapı. Kanser nasıl sadece bulunduğu yeri değil, tüm bedeni etkilerse; İsrail de sadece Filistin’i değil, tüm İslam dünyasını zayıf düşürmektedir. Onun varlığı sürdükçe ne barış mümkündür, ne istikrar. Bugün Gazze’de atılan her bomba, Kudüs’te devam eden işgal, İslam âleminin uyanışını geciktirmektedir.

Neden Atılmalıdır?

Bir hücre vücuda zarar veriyorsa, bünyeden atılması gerekir. İsrail’in varlığı, sadece Filistin’in değil, tüm İslam coğrafyasının istiklaline kastetmiştir. Kudüs’ün işgali, sadece bir şehrin değil, ümmetin haysiyetinin çiğnenmesidir. Bu kanserli yapının bertaraf edilmesi, silahla değil; bilinçle, birlikle ve sahici bir İslamî dayanışmayla mümkündür. Bu uğurda atılacak her adım, ümmetin hürriyetine bir tuğla koymaktır.

Sonuç ve Özet

İsrail, İngiliz emperyalizmiyle kurulmuş, Amerikan gücüyle ayakta duran, Ortadoğu’da Batı’nın bekçiliğini yapan bir projedir. Menfaat odaklı, tahrikçi ve fitneci rolüyle bölgeyi sürekli istikrarsızlaştırmaktadır. Üç Arap ülkesinden 3.2 trilyon dolarlık kaynağın Batı’ya aktarılmasına sebep olmuş, Arapları sıtmaya razı eden bir korkuluk gibi kullanılmıştır. Var olduğu sürece ne İslam coğrafyasında barış tesis edilebilir ne de kalkınma mümkündür. İsrail, bu bölgenin kanser hücresidir; bertaraf edilmedikçe ümmet huzur bulamayacaktır.

Kısa Özet:

İsrail, Batı tarafından Ortadoğu’ya kasıtlı olarak yerleştirilmiş bir tetikçi devlettir. Emperyalist çıkarlar doğrultusunda bölgede kaos üretir, Arap ülkelerine tehdit aracı olarak sunulur. Üç Arap ülkesinden 3.2 trilyon dolarlık servet bu yolla Batı’ya akıtılmıştır. İsrail bir kanser hücresi gibi Ortadoğu’nun huzurunu bozmaktadır. Bu yapı bertaraf edilmedikçe İslam coğrafyasında kalıcı barış mümkün değildir.

 

 




DİJİTAL DÜNYADA İSLÂMÎ HİZMETİN YENİ YÜZÜ: HIZ MI, HAKİKAT Mİ?

DİJİTAL DÜNYADA İSLÂMÎ HİZMETİN YENİ YÜZÜ: HIZ MI, HAKİKAT Mİ?
Sür’at kemâlin değil, belki zevalin sebebidir.

Giriş: Yeni Asrın Yeni Vasıtaları

İslâmî hizmetler bugün artık kitaptan ekrana, kürsüden YouTube’a, dersten yapay zekâya, kağıttan dijital uygulamaya taşınmış durumda. Bu dönüşüm, zorluklarla beraber büyük imkânlar da sunuyor. İnsanlar bir tıkla Kur’an dinleyebiliyor, bir yapay zekâya fıkhî soru sorabiliyor, sosyal medyada tebliğ edebiliyor. Ne var ki bu sür’atli gidişat içinde derinlik, samimiyet ve hakikate sadakat gölgede kalabiliyor.

Bir Yol Ayrımı: Hızlı Olan mı, Hakikate Dayanan mı?

Bugün YouTube’da “en çok izlenen” içerik, “en çok fayda sağlayan” anlamına gelmiyor. Sosyal medyada “trend” olan her mesaj, “hakikati yansıtan” olmuyor. Dijital çağın en büyük tuzağı, “gösteri” ile “gerçek” arasındaki farkı silikleştirmesidir.

Popüler olanı mı üretelim, doğru olanı mı?

Kısa vadeli dikkatleri mi çekelim, kalıcı tesirler mi bırakalım?

Bu sorular, dijital çağda İslâmî hizmetin merkezine oturmalıdır.

Sür’at Çağı mı, Sırât-ı Müstakîm mi?

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliği daima istikamet, hikmet ve basiret üzerinedir. Ama bugünün dijital dünyasında hız çoğu zaman tefekkürün yerine geçmiştir. Paylaşılan bir “hikmetli söz”, gerçekten idrak edilmeden sadece ‘beğeni’ almak için paylaşılır hâle gelmiştir.

Çünkü hız arttıkça derinlik azalır; derinlik azaldıkça, şekil kalır, ruh kaybolur.

Dijitalde Keyfiyet mi, Kişi Sayısı mı?

Nice mecralar milyonlara ulaşırken; içeriği nitelikten uzak, sahih ilimden kopuktur. Halbuki kalite, keyfiyet, az da olsa tesirli, sahih ve sadık içeriklerle mümkündür.

Zira, bir dirhem elmas, bir batman cam parçasından kıymetlidir.

Bugün cam parıltılarıyla doldurulmuş dijital âlemde, elmas gibi sadık ve sahih içerik üretmek, hakikate bağlı kalmanın bir gereğidir.

Yapay Zekâ ve Otomasyonla Dindarlık Olur mu?

Yapay zekâ ile meal okuyan, hadîs sorgulayan, Risale-i Nur özetleten bir çağdayız. Ancak kalp ve akıl, algoritmalarla değil; tefekkür ve teslimiyetle olgunlaşır. Zekâ, hikmeti doğurmaz; ilim, ancak ihlâs ile kemal bulur.

İslâmî hizmette teknolojiyi araç, hikmeti ise esas yapmak gerekir. Aksi takdirde dijital çağ, soğuk bilgi depolarına döner; içinde ruhsuz mesajlar yankılanır.

Popülerlik mi, Hakikat mi?

Bugün birçok kişi sosyal medya üzerinden din anlatıyor; ancak bazısı kendi popülaritesini artırmayı, hakikati taşımaktan daha çok önemsiyor. Halbuki Kur’an’da bu uyarı net:

> “Onlar Allah’ın kelâmını az bir bedel karşılığında sattılar.” (Bakara, 174)

Bugünün “bedeli” beğenilmek, takip edilmek, izlenmek olabilir. Ama asıl önemli olan, Allah’ın rızasını kazanmak ve hakikatin hakkını vermektir.

Çözüm: Dijital Hikmetin Üç Temeli

  1. Sadâkat: Kur’an’a, sünnete, sahih kaynaklara bağlılık.
  2. Samimiyet: Niyetin Allah rızası olması, gösterişten uzak durmak.
  3. Selâmet: Üslupta vakar, içerikte hikmet, dilde hikmetli denge.

Sonuç: Zamanın Vasıtası Değil, Hakikatin Hizmetkârı Olalım

Dijital çağda tebliğ yapmak mümkündür, ama şartı vardır: Hakikate sadakat, hikmete uygunluk, suret değil, sîret üretmek… İslâmî hizmetin ruhu, biçimde değil; niyette, hikmette ve sadâkatte saklıdır.

Dijital çağ, bir sınav çağıdır. Bu çağda mesele; hızlı olanı değil, doğru olanı tercih etmektir. “Az ve öz” olan hakikat, “çok ama boş” olan görüntüden üstündür.

Makale Özeti:

Dijital çağda İslâmî hizmetler yaygınlaştı; YouTube, sosyal medya, yapay zekâ gibi araçlar hız kazandı. Ancak hız ve popülerlik, çoğu zaman derinlik ve hakikatin önüne geçti. İslâmî içerik üretiminde lafzî bolluktan çok hikmetli nitelik, beğenilmekten çok ihlâs, gösterişten çok sadâkat önemlidir. Bu çağda Kur’anî çizgide kalmak için, araçlara değil hakikate odaklanmak gerekir.

 




TEBLİĞDE DİJİTAL SADELİK: SURET DEĞİL, HAKİKAT MERKEZLİ BİR YAKLAŞIM

TEBLİĞDE DİJİTAL SADELİK: SURET DEĞİL, HAKİKAT MERKEZLİ BİR YAKLAŞIM
“Kalplere ulaşmak için kalıplara değil, hakikate ihtiyaç vardır.”

Giriş: Yeni Bir Zemin, Yeni Bir Üslup

Çağ değişti, mecralar değişti; ama hakikat değişmedi. Kur’ân’ın tebliği, her devirde farklı vasıtalarla yapıldı. Bugün bu vazife, sosyal medya, YouTube, podcast, dijital kitap, hatta yapay zekâ üzerinden yürütülüyor. Ancak burada asıl mesele, sadece ulaşmak değil; ulaşınca ne sunduğumuzdur.

Sadelik; hakikatin değerini düşüren bir yüzeysellik değil, yoğun mananın berrak anlatımıdır. İşte bu noktada “tebliğde dijital sadelik” bir ilke olarak yükselmeli ve “beğeni toplamak” değil, “imana dokunmak” hedeflenmelidir.

  1. “Like” Değil, “Lem’â” Hedefi

Bugünün dijital dili, beğeniye odaklıdır: “Kaç kişi tıkladı?”, “Kaç takipçim var?”, “Trend oldum mu?” Oysa Risale-i Nur bize başka bir ölçü verir: “Lem’â” – parıltı, ışık, yani kalplerde parlayan hakikat kıvılcımları.

> “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızı koyun ve keçilerden daha hayırlıdır.” (Hadis)

Bugünün dijital hizmetinde ölçü bu olmalıdır. Her içerik, bir gönle hakikati ulaştırmak niyetiyle hazırlanmalıdır. Bir milyon “like”tan bir damla “hidayet” yeğdir.

  1. “Kısa Video = Kısa Hakikat” Değil; “Yoğun Anlam = Sade Sunum”

Dijital çağda her şeyin süresi kısa: 15 saniyelik Reels, 1 dakikalık Shorts, 3 dakikalık TikTok’lar… Bu durum, hakikatin özünü sığlaştırmamalı. Aksine, yoğun manayı sade ve vurucu bir şekilde sunma sorumluluğu yüklemelidir bize.

Kur’an’da kısa ama sarsıcı örnekler vardır:

> “Kul hüvallâhü ehad.”
De ki: O Allah birdir. (İhlâs, 1)

Dört ayetlik bu sure, tevhidin manifestosudur. Kısa ama sonsuz derinlikte… İşte dijital tebliğin örneği bu olmalı: derin manayı kısa ama sarsıcı sunmak.

  1. “Tebliğde Dijital Sadelik” İlkesi

Tebliğde sadelik, içeriği basitleştirmek değil, şekil karmaşasından arındırarak anlamı öne çıkarmaktır.

Görsel efektlerin önüne hakikat geçmeli.

Müzik sesini kısmalı, mana sesi yükselmeli.

Karmaşık tasarımlar değil, berrak metinler ön plana çıkmalı.

Dijital sadelik, dikkat dağıtan unsurları değil, dikkati hakikate yönelten dili tercih etmektir.

  1. Her Mecra İçin Özel Tebliğ Tarzı Geliştirilmelidir

Her platformun dili, kitlesi ve dikkat süresi farklıdır. Bu sebeple:

YouTube için: Belgesel tadında derinlikli anlatım.

Instagram için: Estetikle yoğrulmuş kısa, özlü ve vurucu mesajlar.

Podcast için: Radyo tefekkürü tadında derin sohbetler.

Mobil uygulamalar için: Dua, zikir, tefsir gibi interaktif içerikler.

Yapay zekâ platformları için: Hızlı ama sahih bilgi aktaran yapay zekâ temelli tebliğ asistanları.

> Tebliğ aynı ama tonlama farklıdır. Kur’an her kulağa aynı sesle değil, aynı hakikatle ama farklı dille hitap eder.

  1. Hakikatin Ağırbaşlılığı Kaybedilmemeli

Ne yazık ki dijital içeriklerde bazen mizah, şov, hatta hafiflik ön plana çıkıyor. Fakat tebliğ bir oyun değildir.

Tebliğdeki sadelik, ciddiyetsizliği değil, ağırbaşlı bir berraklığı temsil etmelidir.

Sonuç: Kalabalığa Değil, Kalbe Hitap Et

Tebliğde hedef, kalabalıklar değil, kalplerdir. Beğenilmek değil, uyanışa vesile olmaktır. Dijital çağın imkânlarını kullanırken, içeriklerimizi hakikat eksenli sade, ama derin inşa etmekle mesulüz.

Yeni bir çağ, yeni bir tebliğ ahlâkı doğurmalıdır:
Gösterişli değil hakikatli,
kalabalık değil kalplere yönelik,
karmaşık değil sade ama yoğun içerikler…

Makale Özeti:

Dijital çağda İslâmî tebliğ, “beğenilmek” değil, “uyanışa vesile olmak” amacıyla yapılmalıdır. “Like” değil, kalbe düşen “Lem’â” hedeflenmelidir. “Kısa video” demek, “kısa hakikat” demek değildir. Sade, ama derin içeriklerle her platform için özel anlatım biçimleri geliştirilmelidir. Dijital sadelik; gösterişten uzak, anlam merkezli, hakikat dolu bir dil ve üslup ile tebliğde kaliteyi ve tesiri artırır.

 




Yüzler Ateşte Çevrildiği Gün: Keşke Dememek İçin

Yüzler Ateşte Çevrildiği Gün: Keşke Dememek İçin

  1. Gafletin Çığlığı: “Yazıklar Olsun Bize!”

Kur’an-ı Kerim’in en çarpıcı sahnelerinden biri, Ahzâb Suresi 66. ayette tasvir edilir. O gün, yüzlerin ateşte çevrildiği, pişmanlığın doruğa ulaştığı gündür.
O günün en dehşetli sözü şudur:

> “Yazıklar olsun bize! Keşke elçinin davetine icabet edip, Rabbimizin emirlerine itaat etseydik!” (Ahzâb, 66)

Bu bir farkındalık değil, geç kalınmış bir haykırıştır.
Dünya hayatında yüz çevrilen gerçekler, ahirette yüzü ateşe çevirir.
İşte bu yüzden Kur’an, “düşünesiniz diye” uyarır, hatırlatır, çağırır.

  1. Neyi Kaybettiğini Anlamak İçin Cehenneme Gitmek Gerekmez

Cehennemdeki bu haykırış, aslında dünya hayatında fark edilebilirdi.
Fakat insan, gözleri açık ama kalbi kapalı bir halde yaşarsa, hakikatleri göremez.
Rabbimizin gönderdiği elçi, onun getirdiği ayetler ve emirler, kulak tıkayanlara değil, kulak verenlere hitap eder.

> 🔸 Allah bir davette bulunmuştur.
🔸 Peygamber bu daveti tebliğ etmiştir.
🔸 Kul ise ya bu daveti işitir ya da onu bastıran nefsin fısıltılarına kulak verir.

  1. “Keşke” Sözünün Azabı

Ahiret pişmanlığı, geri dönüşü olmayan bir pişmanlıktır.
O gün “keşke” demek; neyi kaybettiğini değil, ebedî olarak kaybettiğini itiraf etmektir.
Bugün “keşke” dememek için, şimdi “evet” demek gerekir:

Evet, Allah’ın çağrısı var.

Evet, peygamberin izini sürmeliyiz.

Evet, dünya oyalanma değil, hazırlanma yeridir.

  1. Göz Gözü Görmez Olduğunda

Bugün insanlar; ilme, tebliğe, duaya, namaza, ahlaka, kulluğa çağrıldıklarında duymuyor, bakmıyor, düşünmüyorlar.
Ama o gün, yani ateşin etrafı sardığı gün, her şey birdenbire kristal gibi berraklaşacak.

> Fakat iş işten geçmiş olacak.

Kur’an bu sahneleri bize boşuna sunmaz. Bu, bir tehdit değil; bir şefkatli uyarı, bir kurtuluş çağrısıdır.

  1. O Günden Önce Bugünü Değerlendir

Görseldeki mesaj şudur:
“Yüzler ateşte çevrilmeden önce, kalpler Rabbe çevrilsin.”
Peygamber’in çağrısına icabet etmeyenler, eninde sonunda bu çağrının hak olduğunu görecek. Ama o gün, artık söz değil, hesap günüdür.

> 💧 Bugün gözyaşı dökmek kolaydır; o gün cehennem gözyaşı kabul etmez.
💧 Bugün secde etmek kolaydır; o gün secdeye izin verilmez.
💧 Bugün duymak mümkündür; o gün sadece çığlık duyulur:
“Yazıklar olsun bize!”

🧭 SONUÇ: Gecikmiş Farkındalık, Ebedî Kayıptır

Ahzâb Suresi 66. ayet, sadece bir sahne değil, bir ikazdır.
O gün değil, bu gün “keşke” dememek için:

Kalbimizi açalım,

Davete icabet edelim,

Allah’ın emirlerini ciddiye alalım,

Peygamber’in izinden yürüyelim.

Unutma:
Bugün “itaat” eden, yarın “keşke” demez.

📌 Makale Özeti:

Ahzâb 66. ayeti, ahiret pişmanlığını dile getirir: “Yazıklar olsun bize!”

Elçiye ve Rabbe itaat etmeyenler, ateşin içinde keşke diyecekler.

Bugün kulak verilmezse, o gün feryat etmek fayda vermez.

Cehennemdeki pişmanlık, telafisi olmayan bir azaptır.

Bugün imana yönelmek, o gün ateşten korunmanın tek yoludur.

 




YENİDEN KODLAR: İSLÂM MEDENİYETİ GEÇMİŞİN İHTİŞAMI DEĞİL, BUGÜNÜN İHTİYACIDIR

YENİDEN KODLAR: İSLÂM MEDENİYETİ GEÇMİŞİN İHTİŞAMI DEĞİL, BUGÜNÜN İHTİYACIDIR
“Medeniyet-i İslâmiye, bir tarih mirası değil, bir hayat reçetesidir.”

Giriş: Geçmişin İzinde, Geleceğe Doğru

İslâm medeniyeti denilince çoğu zihin, geçmişteki Endülüs’ü, Bağdat’ı, Semerkand’ı, İstanbul’u hayal eder. İlimde, sanatta, mimaride, edebiyatta yükselmiş o muazzam çağlara hayranlıkla bakarız. Ancak bu medeniyetin kıymeti, sadece geçmişteki ihtişamında değil, bugünün karanlığında sunacağı aydınlık reçetede gizlidir.

Zira insanlık bugün ruhen aç, manen yorgun, fikren şaşkındır. Maddî terakki içinde mânevî buhranlar yaşanmakta, teknolojiyle iç içe ama hikmetten uzak bir çağda savrulmaktadır. İşte tam da bu noktada, İslâm medeniyeti bir “alternatif” değil, bir “zorunluluk” olarak karşımıza çıkar.

  1. Kodlar Bozuldu, Yönler Şaştı

Modern çağ, insana hürriyet verdi ama huzuru veremedi. Bilgiyi artırdı ama hikmeti unutturdu. Tükettikçe büyüyen sistem, insanı bir makineye, ruhu bir “veri”ye indirdi.

İslâm medeniyeti ise bu gidişe bir “sıfırlama” çağrısıdır. Bu sıfırlama; çağın kodlarını Kur’ân’ın rehberliğiyle, vahyin hikmetiyle, hikmetli bir eğitimle, sanatın ruhuyla, medyanın diliyle, tebliğin ahlâkıyla yeniden inşa etme çabasıdır.

  1. Kur’ân’a Dönüş: İlk Kodun Yeniden Yüklenmesi

Kur’ân-ı Kerîm, sadece ahlâkî öğütler kitabı değil; aynı zamanda bir medeniyet kurucu kitaptır. Toplumu inşa eden, kalpleri yoğuran, düşünceyi şekillendiren bir ana kaynaktır.

> “Bu Kur’an, en doğru yola iletir…” (İsrâ, 9)

Bugün yeniden o “sırât-ı müstakîm”e dönüş, hayatın bütün alanlarını Kur’ân merkezli bir bakışla yeniden formatlamakla mümkündür.

  1. Risale-i Nur: Modern Asra Hitap Eden Manevî Proje

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an’ın manevî mucizelerini modern akla takdim eden bir müceddittir. Risale-i Nur, sadece ferdî iman kurtarma değil; aynı zamanda bir medeniyetin temel taşlarını yeniden inşa etmeyi hedefler.

Akılla kalbi barıştırır.

Bilimle vahyi uzlaştırır.

Tevhidi, marifeti ve hikmeti birleştirir.

Bugünün eğitim, düşünce ve kültür buhranına karşı, Risale-i Nur alternatif değil, asrî bir reçetedir.

  1. Eğitim – Sanat – Medya – Tebliğ: Medeniyetin Yeni Cepheleri

İslâm medeniyetinin kodlarını yeniden yüklemek, sadece kitaplarla değil; topyekûn bir inşa ile mümkündür. Bu da dört temel alanda atılacak adımlarla olabilir:

Eğitim: Fıtrata uygun, merak uyandıran, imanı besleyen bir müfredat.

Sanat: Estetikle yoğrulmuş, hakikati yansıtan, tefekkürü tetikleyen bir sanat anlayışı.

Medya: Haberden filme, sosyal medyadan belgesellere kadar, doğru bilgi ve sahih temsil taşıyan içerikler.

Tebliğ: Sadece anlatan değil, yaşayan; sadece konuşan değil, hal diliyle gösteren bir tebliğ metodu.

Bu alanlar, İslâm medeniyetinin bugünkü inşa bloklarıdır.

  1. Geçmişi Anmakla Beraber, Geleceği Kurmak

İslâm medeniyeti, sadece tarihî bir nostalji değil, geleceği inşa edecek bir şuur hareketidir. Selçuklu’nun adaleti, Endülüs’ün ilmi, Osmanlı’nın vakar ve zarafeti; bugünün eğitimine, siyasetine, ekonomisine ışık tutabilecek prensiplerdir.

Ama asıl olan; geçmişin başarılarıyla oyalanmak değil, bugünün imkânlarıyla yeniden ayağa kalkmaktır. Çünkü asıl vazife, geçmişi taklit değil, yeniden üretmektir.

Sonuç: Medeniyet Yeniden Kurulur, Yeter ki Kodlar Yeniden Yüklensin

Bir bilgisayar çöktüğünde yapılacak en isabetli şey, sağlam yazılımlarla sistemi yeniden yüklemektir. Bugün dünya medeniyeti de çökmüştür. Batı merkezli sistemler insanı tanımamakta, değer üretmemektedir.

İslâm medeniyeti ise hem insana uygun, hem de Allah’a bağlı bir sistem önerir. Bunun için:

Kur’ân’a dönüş,

Risale-i Nur gibi projelerle imanî temelin tahkimi,

Eğitim, sanat, medya ve tebliğle diriliş,

Ve her şeyden önce şuur, sabır ve sebat gereklidir.

Makale Özeti:

İslâm medeniyeti sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de ihtiyacıdır. İnsanlık bugün manevî bir çöküş içindeyken, çözüm Kur’ân merkezli bir medeniyet inşasıdır. Risale-i Nur gibi eserler bu inşada modern akla hitap eden manevî projeler olarak öne çıkar. Eğitim, sanat, medya ve tebliğ gibi alanlarda yeni bir diriliş mümkündür. İslâm medeniyeti yeniden doğabilir; yeter ki kodlar yeniden ve sahih şekilde yüklensin.

 

 




KODLARIN İHYASI, MEDENİYETİN İNŞASI: İSLÂM’IN RUH YAZILIMINA DÖNÜŞ

KODLARIN İHYASI, MEDENİYETİN İNŞASI: İSLÂM’IN RUH YAZILIMINA DÖNÜŞ
“Kimlik, şuur kodlarının yazılımıdır. Kod bozulunca, benlik silinir.”

Giriş: Medeniyet Bir Yazılımdır

Her medeniyetin temeli bir inanç, bir hakikat ve ona bağlı bir şuur kodlamasıdır. Batı medeniyeti aklı kutsal kıldı, maddeyi yüceltti; ruhu dışladı. İslâm medeniyeti ise vahyi esas aldı, estetikle şekillendirdi, insanı eşref-i mahlûkat olarak merkezine koydu.

Bugün insanlık yalnız teknolojik değil, kimliğe yönelik bir çöküşün içindedir. Zira kodlar bozulmuştur. Bu kodlar; sadece teknoloji değil, milletin ruh yazılımıdır. Kaybolduğunda, insan nereye ait olduğunu da, ne için yaşadığını da unutmuştur.

  1. İslâm Medeniyeti = Vahyin Estetikle Kurduğu Dünya

İslâm medeniyeti, sadece camilerden, saraylardan ibaret bir mimarî değil; Kur’ân merkezli bir ruh iklimidir.

Adaletiyle yönetir,

Hikmetiyle öğretir,

Şefkatiyle sarar,

Sanatla ruhu inceltir.

Kur’ân, hayata hükmeden bir emir kitabı değil; hayatı inşa eden bir ilim, irfan ve estetik kaynağıdır. Estetik, yalnız sanat değil, yaşamın Kur’ânî bir dengede sunulmasıdır. Bu yönüyle İslâm medeniyeti, vahyin estetikle vücut bulmuş hâlidir.

  1. Şuur Kodları = Bir Milletin Ruh Yazılımı

Bir milletin diriliği; tankla, topla değil; şuur kodlarıyla, ruh yazılımıyla mümkündür. Bunlar:

Tevhid şuurudur.

Adalet anlayışıdır.

Emanet bilincidir.

Ahlâk sistemidir.

İlim ve hikmete bakışıdır.

Bu kodlar, tarihte Endülüs’ü doğurmuş, Bağdat’ı ilim merkezine çevirmiş, Osmanlı’yı üç kıtada adaletle yaşatmıştır.

  1. Kodlar Bozuldu: Kimlik ve Gaye Kayboldu

Modernizm, şuur kodlarımızı bozdu:

“Ben kimim?” sorusunun cevabı yok.

“Niçin varım?” suali boşlukta.

“Kime aidim?” sorusu silikleşti.

Kimlikler yüzeysel, değerler taklit, hedefler hazza endeksli…

Böyle bir çağda medeniyet yalnız harabe değil, gönüllerde yıkılmış bir şehirdir. Zira artık bina değil, bilinç yıkılmıştır. Bu ise tam bir zihinsel esarettir.

  1. Risale-i Nur: Kod Tamir Kitabıdır

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur ile çağın bozulmuş şuur kodlarını Kur’ânî hikmetle yeniden inşa eden bir müceddiddir. Risale-i Nur:

Tevhid kodunu yeniden işler.

Haşir yazılımını akıl merkezli temellendirir.

Nübüvveti hikmetle sunar.

Adalet, şefkat, sabır ve tevekkül gibi değerleri, modern zihne tanıtır.

En önemlisi: imanı, şuurla bütünleştirerek “ruhun yeniden kodlanmasını” sağlar.

Bugün Risale-i Nur, sadece bir tefsir değil, bir şuur tamir laboratuvarıdır.

  1. Yapılması Gereken: Kodları İhyâ, Medeniyeti İnşâ

Medeniyetin tamiri, binalarla değil, bilinçlerle mümkündür. Bunun için:

Kur’ân’la ruh yeniden kodlanmalı,

Risale-i Nur’la iman tahkik edilmeli,

Eğitim sistemi fıtrata uygun yeniden şekillenmeli,

Sanat ve medya, ruhu besleyen mecralara dönüşmeli,

Tebliğ, sadece anlatmak değil; yaşanmış hakikati göstermek olmalı.

Yani, önce şuur kodları ihyâ, sonra medeniyet inşâ edilmelidir.

Sonuç: Kodlar Bozuldu, Ama Yeniden Yazılabilir

Bir bilgisayar çöker; ama dosyaları kurtaran bir yedek varsa, her şey baştan yazılabilir. Bugün insanlık çöktü; ama İslâm medeniyetinin vahiy yedeği, Risale-i Nur’un hikmet dili hâlâ elimizde.

Şimdi mesele: Bu kadim kodları yeniden tanımak, öğrenmek, yaşamak ve gelecek nesillere aktarmaktır. Çünkü medeniyet, kodlarla doğar, şuurlarla yaşar.

Makale Özeti:

İslâm medeniyeti, vahyin estetikle inşa ettiği bir dünya düzenidir. Bu medeniyetin temeli olan şuur kodları bozulduğunda, kimlikler silinir, gayeler unutulur. Bugün yaşanan kimlik bunalımı ve kültürel çözülme, ruh yazılımının bozulmasının sonucudur. Risale-i Nur, bu şuur kodlarını yeniden inşa eden bir “kod tamir kitabı”dır. Kur’ân’a dönüşle, imanî temellerin tahkimiyle ve eğitim, sanat, medya gibi alanların ihyasıyla medeniyet yeniden ayağa kalkabilir. Yapılması gereken, kodları ihya ederek medeniyeti yeniden inşa etmektir.

 

 




Bakmak ve Görmek Arasındaki Perde: Kalbin Gözüyle Düşünmek

Bakmak ve Görmek Arasındaki Perde: Kalbin Gözüyle Düşünmek

Giriş: Görmek Bir Haktır, Ama Herkes Hakkını Kullanmaz

İnsan, gözleriyle bakar; fakat hakikati ancak kalbiyle görür. Gözle görmek, sadece sureti; kalple görmekse hakikati temaşa etmektir. Bu fark, sadece bir kavram ayrımı değil, bir hayat tarzı farkıdır. Birçok insan gökyüzüne bakar, yıldızları seyreder; ama bir kısmı orada sonsuz kudreti ve hikmeti görür. Kimi sadece bir çiçeğe bakar, kimisi ise onun yapraklarındaki nizamda Allah’ın sanatını müşahede eder.

Bakmak, yüzeysel bir fiildir; isteksizce gerçekleşebilir.
Görmek ise irade ile, dikkatle, niyetle, kalple olur.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “…Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar; gözleri vardır, ama onunla görmezler.” (A’râf, 179) buyrularak, gözle değil, kalple görmenin esas olduğu anlatılır.

  1. Dört Derin Kavram: Taakkul, Tefekkür, Tedebbür, Teşa’ur
  2. Taakkul (Akletmek)

Kelime kökü “akıl”dan gelir ve bağlamak anlamındadır. Taakkul, aklın zincirlerini kullanarak meseleyi çözmek ve çözüme kavuşturmaktır.
Bu, sadece bilgi toplamak değil; bilgiyi hikmetle bağlamak, bağlantı kurmaktır.

> 🔹 Akletmek, kalbin gözüyle düşünmektir; sırf zihin işi değildir.

  1. Tefekkür (Derin Düşünmek)

Kur’an’da çokça geçen bu kavram, eşyanın ardındaki manayı kavrama çabasıdır.
Tefekkür, aklın resimleri çözmesi değil; mananın resmini akılda canlandırmasıdır.

> “Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın…” (Âl-i İmran, 191)

  1. Tedebbür (Sonuç Odaklı Derinlikli Düşünmek)

“Dubbur” kökünden gelir, sonunu düşünmek demektir.
Kur’an tedebbürle okunur; yani ayetlerin sonundaki maksatları kavrayarak.

> 🔹 Tedebbür: Olayların arkasındaki hikmet zincirini çözmeye çalışmaktır.

  1. Teşa’ur (Deruni Duyarlılıkla Sezmek)

Şuur kökünden gelir, ancak duyguyla derinleşmiş bir farkındalıktır.
Teşa’ur, kalbin titreşimiyle sezmek, akılla değil, vicdanla hissedebilmektir.

> Kalp, gördüğünden ürperiyorsa; bu teşa’urdur.
Göz görmese de, ruh sezebilir.

  1. Bakmak Nefsîdir, Görmek Ruhânî

Bugünün dünyasında insanlar ekrana, telefona, hayata, birbirine sürekli bakıyor. Fakat gerçek manada gören, anlam yükleyen, bağlantı kuran insan sayısı az.
Bakmak kolaydır, çünkü emek istemez. Görmek zordur, çünkü yürek ister.

> 👁‍🗨 Firavun da Musa’ya baktı, ama hakikati göremedi.
👁‍🗨 Ebu Cehil de Resulullah’a baktı, ama nübüvveti görmedi.
👁‍🗨 Ashab-ı Kehf’in köpeği bile hakikate yöneldiği için mağarada korundu.

III. Hikmetli Sonuç: Kalbin Gözü Açılmadan Hakikat Görülmez

İnsan, aklıyla ölçer; kalbiyle anlar.
Taakkul, tefekkür, tedebbür ve teşa’ur; sadece düşünmenin merhaleleri değil, kalbin yürüyüş yollarıdır.
Kim ki sadece gözle bakar, onun nazarı perdeli kalır.
Kim ki kalbiyle görür, onun için eşya Allah’ın tecelli aynası olur.

🌿 SONUÇ VE ÖZET

Bakmak, bedene aittir; görmek, ruha.

Taakkul aklı bağlar; tefekkür manayı keşfeder.

Tedebbür sonu görür; teşa’ur derinlikte hisseder.

Hakikate ulaşmak, sadece bilgiyle değil, hikmetle yoğrulmuş bir kalp ile mümkündür.

📌 Makale Özeti:

Bakmak dış görünüşe yöneliktir, görmek hakikate ulaşmaktır.

Taakkul, akletmek; tefekkür, düşünmek; tedebbür, derinlemesine sonuca gitmek; teşa’ur, sezmek ve farkındalıkla anlamaktır.

Her biri, kalpten geçen bir idrak yolculuğudur.

Günümüzde bakışlar çoğaldı, görüşler azaldı.

Görmek isteyenin önce kalbini açması gerekir.

 

 




DÜŞÜNCE ÇAĞI MI, DÜŞÜNCE KRİZİ Mİ?

DÜŞÜNCE ÇAĞI MI, DÜŞÜNCE KRİZİ Mİ?
“Bilginin arttığı, ama hikmetin azaldığı bir çağda yaşıyoruz.”

Giriş: Bilgi Arttı, Hikmet Azaldı

İnsanlık bilgi çağında değil, bilgi selinin boğduğu bir çağda yaşıyor. Her an milyonlarca veri akıyor gözlerimize, ekranlarımıza. Ama bu veri yağmuru, ne toprağa nüfuz ediyor, ne fidan büyütüyor. Çünkü bilgi var, ama düşünce yok; düşünce var, ama yön yok.

Bugün yaşadığımız esas kriz, bilgisizlik değil, hikmetsizliktir. Bilmek kolaylaştı; anlamak zorlaştı. Ezber çoğaldı; tefekkür azaldı. İşte bu yüzden çağımıza “düşünce çağı” değil, belki de en doğru isimle “düşünce krizi çağı” demek gerekir.

  1. Hızlı Bilgi: Tefekkür Değil, Tüketim Üretiyor

Bilgiye ulaşmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Ancak:

Hız, derinliği öldürdü.

Tıklanma sayısı, düşüncenin önüne geçti.

Okumak değil, göz gezdirmek kural oldu.

Bilgi artık bir meta, düşünce ise bir tüketim nesnesi. Eskiden bir mesele üzerine günlerce tefekkür eden alimler vardı; şimdi ise saniyeler içinde yorum yapan “uzmanlar” var. Bu, bilgiyle dopdolu ama ruhen boş bir toplum inşa etti.

  1. Görsel Çağ: Göz Var, Ama Nazar Yok

Çağımız bir ekran medeniyeti. Her şey görüntüyle anlam buluyor. Ancak:

Göz bakıyor ama hikmetli bir nazar kuramıyor.

Gördüğünü algılıyor, ama mana derinliğine inemiyor.

Dış şekil dikkat çekiyor, iç hakikat kayboluyor.

Kur’ân’da geçen “نَظَرَ (nazar etti)” fiili sadece bakmak değildir; tefekkürle derinleşen bir bakıştır. Bugün “bakıyoruz ama görmüyoruz”, “izliyoruz ama ibret almıyoruz.”

  1. Kopyala-Yapıştır Zihin: Üretim Değil, Tekrar

Dijital çağda bilgi çoğaltmak kolay; ama özgün düşünce üretmek zor.

Herkes birbirini taklit ediyor.

Zihinler copy-paste mantığında çalışıyor.

Derin meseleler, sığ sloganlara indiriliyor.

Artık “ne düşündüğün” değil, “ne kadar paylaşıldığın” önemli. Bu da düşünceyi değil, popülerliği önceleyen bir zihin şekli doğurdu. Neticede orijinallik, “kaynağı bilinmeyen alıntılar” arasında boğuldu.

  1. Derinlik Kaybı: Manasız Yığın, Hikmetsiz Zekâ

Bilgi yığıldıkça, düşünce derinleşeceğine sığlaştı. Zekâ arttı ama hikmet zayıfladı. Zekâ, araçtır; ama yönsüzse faydasızdır. Zekâyı yönlendiren şey irfandır.

Bugünün eğitim sistemi, zekâyı yüceltiyor ama hikmeti öğretemiyor. Sonuç:

Ezberleyen ama sorgulamayan gençlik.

Bilgili ama yönsüz kanaat önderleri.

Çok bilen ama az düşünen bir toplum.

Sonuç: İlim Var Ama İrfan Yok

Bugünün fotoğrafı acıdır:

> İlim var ama irfan yok.
Bilgi var ama fikir yok.
Düşünce var ama yön yok.

Çünkü bilgi şekliyle alındı, ruhu ihmal edildi. Oysa İslâm medeniyeti, sadece bilgi değil, hikmet, marifet ve basîret medeniyetidir.

Kur’ân-ı Kerîm’in en çok vurguladığı kavramlardan biri “tefekkür”dür. Çünkü bilgi, ancak tefekkürle anlam kazanır. Düşünce, irfanla yön bulur. Zekâ, hikmetle yoluna girer.

Çözüm: Risale-i Nur’un Tefekkür Dünyasına Dönüş

Bediüzzaman Said Nursî bu çağın düşünce krizini asrın başında teşhis etmişti. Onun kaleme aldığı Risale-i Nur:

Zihne bilgi değil, şuur yükler.

Kalbe ezber değil, iman yerleştirir.

Zekâyı değil, hikmeti öne çıkarır.

Slogan değil, tefekkür üretir.

Risale-i Nur, “kısa ama derin”, “yoğun ama sade”, “az ama öz” bir düşünce eğitimi sunar. Bugün bu eser, düşünce krizine karşı bir irfan okulu olabilir.

Makale Özeti:

Çağımız bilgiyle dolu ama hikmetle yoksuldur. Hızlı bilgi, tefekkürün yerini aldı; görsellik, derinliği unutturdu. Kopyala-yapıştır zihniyet, düşünce üretimini bitirdi. Sonuçta, zeka var ama yön yok; ilim var ama irfan yok. Bu kriz ancak Kur’ân merkezli bir tefekkürle ve Risale-i Nur gibi derinlikli eserlerle aşılabilir. Bilgiden hikmete, ezberden şuura geçiş için derinlikli düşünceye ve irfan merkezli bir bakışa dönüş şarttır.

 

 




RİSALE-İ NUR’DA TEFEKKÜR: İMANIN DERİN YOLCULUĞU

RİSALE-İ NUR’DA TEFEKKÜR: İMANIN DERİN YOLCULUĞU
“Tefekkür, fikrin ibadete dönüşmesidir. Risale-i Nur ise bu ibadetin haritasıdır.”

Giriş: Düşünmek Yetmez, Tefekkür Gerekir

Bugün insanlar düşünüyor, ama çoğu zaman ne düşündüğünü bilmiyor. Bilgiye ulaşıyor, ama onu hikmete dönüştüremiyor. Oysa Kur’ân, insanı sadece bilgiye değil, tefekküre çağırır. Çünkü tefekkür, aklın ibadetidir; fikrin secdesidir. İşte bu noktada Risale-i Nur, sadece bir iman tefsiri değil, aynı zamanda bir tefekkür mektebidir.

  1. Risale-i Nur’da Tefekkürün Temel Boyutları

Bediüzzaman Said Nursî, tefekkürü üç temel sacayağı üzerinde kurar:

  1. İmanın İnkişafı İçin Tefekkür

Tefekkür, imanı taklidden tahkike çeviren bir yolculuktur. Risale-i Nur bu anlamda:

İmanın delillerini akıl ve kalp boyutuyla sunar.

Sathi bilgileri derinleştirir,

Kuru ezberi canlı bir şuur hâline getirir.

Özellikle “Ayetü’l-Kübra”, “Yirmi Üçüncü Söz” ve “Yedinci Şua” gibi bölümler, insanı evrenden Yaratan’a ulaştıran tefekkür haritaları gibidir.

  1. Kâinata Manevî Bakışın Anahtarı

Bediüzzaman’a göre kâinat bir kitap gibidir; her varlık bir kelime, bir harftir. Ancak bu harfleri “mana-yı harfiyle” okumak gerekir:

> “Her şeyde Allah’ın birliğine delâlet eden bir sikke, bir mühür vardır.”

Tefekkür bu okuma biçimidir. Güneşe, aya, çiçeğe, ölüme, arıya, dağa bakarken sadece nesneleri değil, onların arkasındaki kudreti, hikmeti, rahmeti görmek tefekkürdür. Risale-i Nur, kâinata Kur’ânî bir gözle bakmayı öğretir.

  1. İlim-Fikir-Hikmet Sentezi

Bediüzzaman, kuru bilgiyle değil; ilim, fikir ve hikmeti birlikte işleyerek imanı derinleştirir. Bu yöntem:

Modern bilimi dışlamaz,

Fakat onu hidayet ve marifet yolunda bir araç hâline getirir.

  1. Örnekler Üzerinden Derinleşmek

Onuncu Söz: Ölüm ve Haşirde Tefekkür

Onuncu Söz, insana:

Ölümün yokluk değil, geçiş olduğunu

Kabri karanlık bir kuyu değil, aydınlık bir kapı olduğunu

Haşrin bir diriliş festivali olduğunu
akıl ve kalp arasında bir dengeyle tefekkür ettirir. Bu söz, ölüm korkusunu imana çeviren bir tedavi reçetesidir.

Otuz Üçüncü Söz: Kâinatın Harf Harf Okunması

Bu söz, kâinatı 33 pencereden göstererek, her bir varlıktan Allah’a işaret eden mana-yı harfiyi keşfettirir.
Dağdan, buluttan, yapraktan, çekirgeden Allah’ı okumak, ancak tefekkürün inşa ettiği bir bakışla mümkündür.

  1. Tefekkürün Fazileti ve Terkinin Tehlikesi

> “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.” (Deylemî)

Çünkü tefekkür:

İmanı derinleştirir,

Kalbi diri tutar,

Nefsi terbiye eder,

Ameli ihlasa ulaştırır.

Tefekkürsüz bir din anlayışı, zamanla şekilciliğe ve ezberciliğe dönüşür. Oysa Risale-i Nur ile Kur’ân’ın hakikatlerini tefekkür ederek okuyan bir insan:

Korkularından kurtulur,

Aklı tatmin olur,

Kalbi itminana kavuşur,

Hayatı anlamlı bulur.

Sonuç: Risale-i Nur, Tefekkürün Can Damarıdır

Risale-i Nur, bu çağın düşünce yorgunluğu içinde ruhları uyandıran bir tefekkür davetidir. İmanî meseleleri sadece anlatmakla kalmaz, tefekkür ettirerek hazmettirir. Tefekkür ise, bir fikir ibadetidir. O ibadetle, hayat bir mana kazanır; kâinat bir kitap olur; ölüm bir vuslat hâline gelir.

Bu yüzden Risale-i Nur’u okumak değil; tefekkürle işlemek gerekir. Çünkü her cümlesi, düşüncenin ibadete dönüştüğü bir secde noktası gibidir.

Makale Özeti:

Risale-i Nur’da tefekkür, imanı derinleştiren, kâinata manevî bir gözle baktıran ve bilgiyi hikmete dönüştüren bir temel metottur. Bediüzzaman, Onuncu Söz ve Otuz Üçüncü Söz gibi eserlerle okuyucuyu ölüm, ahiret ve tabiat üzerinde tefekküre davet eder. Tefekkür; sadece aklî bir faaliyet değil, aynı zamanda kalbî bir ibadet ve ruhî bir yükseliştir. Risale-i Nur, bu çağın yüzeysel bilgi çağrısına karşı derin, anlamlı ve iman merkezli bir düşünce tarzı sunar.

 

 

 




İnsanın Anahtarlığı: Gizli Hazinenin Kapısını Açan Varlık

İnsanın Anahtarlığı: Gizli Hazinenin Kapısını Açan Varlık

“كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى”
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; mahlûkatı yarattım ki, Beni bilsinler.” (Hadîs-i Kudsi)

Bu kudsî beyan, varlıkların yaratılış hikmetinin merkezine “marifetullah”ı koyar. Allah bilinmek istemiş, bu ilahi muradın neticesinde kâinat yaratılmıştır. Bu büyük manada insan, sıradan bir varlık değil; esma-i ilahiyyenin anahtarı, kâinatın mânâsı, yaratılış ağacının meyvesi ve gizli hazinenin fark edicisi olarak yaratılmıştır.

İnsanın Anahtarlığı Nedir?

Anahtar, bir şeyi açan, kapalı olanı ortaya çıkaran şeydir. İnsan da yaratılışındaki cihazat, ruhundaki derinlik ve kalbindeki marifet kabiliyeti ile:

Esma-i İlahiye’nin açığa çıkmasına anahtar olur.

Kâinatın şifrelerini çözer, anlamlandırır.

Zahiri varlıkların ötesine geçerek ilahi maksatları keşfeder.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle özetle:

> “İnsan, kâinatın küçük bir fihristesi ve özeti, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına en câmi’ bir âyinesi”dir.

Esma-i İlahiye’nin Açığa Çıkışı

Allah’ın isimleri (esma-i hüsna), sonsuz kudret, rahmet, ilim, hikmet gibi hakikatleri temsil eder. Kâinatta tecelli eden bu isimler, ancak insanın nazarıyla tanınır, anlaşılır ve idrak edilir.

Rezzâk ismi: Rızık düzeni ile anlaşılır ama insan “şükür”le bu isme mazhar olur.

Hakîm ismi: Kâinattaki hikmetlerle tecelli eder ama insan “tefekkür” ile bunu keşfeder.

Gafûr ismi: Günah ile perdeyi çeken ve sonra tevbe ile açan insanla anlaşılır.

İşte insan, bu isimlerin görünen sahnesi değil, anlam kazandırıcısı, şuur sahibi tercümanıdır.

Kâinat ve İnsan: Aynı Kitabın Dili

Kâinat, bir kitap; insan ise bu kitabın okuyucusu, hatta kelime çözümleyicisidir. Her mahlûk bir harf, her sistem bir cümle, her hadisat bir paragraftır. Bu kitabı ancak şuur sahibi bir okuyucu anlayabilir ki o da insandır.

Güneş ısıtır ama insan “Rahmân”ı anlar.

Ağaç meyve verir ama insan “Rezzâk”ı hatırlar.

Toprak diriltir ama insan “Muhyî” ismini tanır.

Yani insan, kâinat kitabının müfessiri, anlam kazandırıcısı ve sahibini tanıyıcısıdır.

Anahtarın Kilide Girmesi: Marifetullah

İnsan, bu anahtarlık görevini marifetullahla yerine getirir:

Tefekkürle kilitleri açar.

Zikirle pasları siler.

İbadetle anahtarı işler hale getirir.

İmanla hakikatleri aydınlatır.

Marifetullah, sadece bilgi değil; yakîn, huzur, kulluk ve seyr u sülûkun toplamıdır. Anahtarın çalışması için kalbin uyanık, aklın teslim, nefsin terbiyeli, ruhun meşgul olması gerekir.

Anahtarın Kaybı: İnsanın Felaketi

İnsan eğer bu anahtarlık görevinden gaflet ederse:

Kâinat onun için anlamsızlaşır.

Esma-i ilahiye ona kapalı kalır.

Göz görse de gönül körleşir.

Varlıklar şekil olarak görünür ama mânâ itibariyle susar.

Oysa insanın vazifesi, eşyanın mânâsını konuşturmak, kâinattaki ilahi hitabı çözmektir. Bu olmayınca, insan da eşya gibi sıradanlaşır, manevî yüceliğini kaybeder.

Sonuç ve İbret

Cenâb-ı Hak, bilinmek istemiştir. Bu ilahi irade, varlık âlemini doğurmuş ve insanı bu maksadın şuur sahibi aracı yapmıştır. Kâinat, bir muammadır; anahtarı insandır. Esma-i Hüsna birer hazinedir; kapılarını açan yine insandır. İnsanın yaratılış amacı, bu anahtarlığı layıkıyla kullanmaktır.

Özet

Allah’ın bilinmek istemesi, yaratılışın temel sebebidir.

İnsan, esma-i ilahiyenin ve kâinatın anlamını açan bir anahtardır.

Kâinatın dili, ancak insanın tefekkür, iman ve marifetiyle çözülür.

Marifetullah, bu anahtarın en yüksek kullanımıdır.

Bu anahtar kaybedilirse, insan da sıradan bir varlık haline gelir.

 

 




Kalbin Kilidi: Hakikate Giden Yolun Önündeki Engel

Kalbin Kilidi: Hakikate Giden Yolun Önündeki Engel

Kur’ân-ı Kerîm’in Muhammed Suresi 24. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurur:

> “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?”
(Muhammed, 24)

Bu ayet, hem bir ikaz hem de derin bir hikmete kapı aralar. Ayet, Kur’ân’ın anlaşılması ve idrak edilmesinin önündeki en büyük engelin kalbin kilitlenmesi olduğunu beyan eder. Zira hakikate ulaşmanın en önemli menfezi olan kalp, kilitlenmişse, göz açık olsa da görmez, kulak işitse de duymaz, akıl varsa da idrak etmez.

Kalbin Kilitli Oluşu: İdrakin Önüne Çekilen Set

Kalp, insanın manevî merkezidir. Onun kapalı olması, tıpkı bir odanın kapısının kilitli olması gibidir: dışarıda bir güneş olsa da içeriye ışık sızmaz. Kur’ân’ın mesajı en parlak hakikat olsa bile, kilitli bir kalbe ulaşamaz. Bu durum Kur’ân’da başka ayetlerde de tasvir edilir:

> “Kalpleri vardır, fakat onunla kavrayamazlar.”
(A’râf, 179)

Kalp kilitliyse, kişi:

Hakkı hak olarak göremez.

İlahi mesajı işitmek istemez.

Kendi yanlışlarını fark edemez.

Kendini hak üzere zannederken, aslında batılın hizmetine girer.

Kalbin Kilitlenmesi Ne Gibi Hayırları Engeller?

Kalp kilitliyse:

Kur’ân’dan feyiz alınamaz.

Dua lezzet vermez, ibadet ruha dokunmaz.

Tevbe kapısı bulanık görünür, nefisle hesaplaşma ertelenir.

Hikmet duygusu kapanır, dünya sadece maddeden ibaret sanılır.

Tevazu silinir, yerini kibir ve benlik alır.

Kalbin Kilitlenmesi Şerre Nasıl Zemin Hazırlar?

Kilitli kalp:

Hakkı yalanlar, batılı meşrulaştırır.

Zulmü sıradanlaştırır, vicdan devre dışı kalır.

Nefsi terbiye etmez, heva hâkim olur.

Dünyevîleşir, ahiret unutulur.

Şeytana açık kapı bırakır, vesvese kuvvet bulur.

Bu hâl, bireysel felaketin ötesinde, toplumların da çöküşüne yol açar. Kalbi kilitli bireylerden oluşan bir toplum, hakikati değil propaganda ile yönlendirilir.

Kalp Kilidini Açmanın Yolları

Kur’ân ve sünnet, kalbin kilidini açacak anahtarları verir:

  1. Tefekkür: Kalbi harekete geçiren ilk nurdur. Kâinat ve Kur’ân üzerinde derin düşünmek kalbi yumuşatır.
  2. Tevbe ve istiğfar: Kir pas tutmuş kalbin cilasıdır.
  3. Zikir ve dua: Kalbin pasını siler, ruhu arındırır.
  4. Salihlerle beraberlik: Kalbin kilidini açacak manevi ortam sağlar.
  5. Kur’ân ile meşguliyet: En büyük anahtardır. Her ayet bir kilidi çözen hikmettir.
  6. Nefsi tezkiye: Kalbi saran pasların köküne inmektir.

Kalp Açıldığında Neler Kazanılır?

Kur’ân hakikatleri kalpte yansır, hayat anlam kazanır.

Manevî haz doğar, kulluk bir yük değil, bir lütuf olur.

İdrak derinleşir, sebeplerin arkasındaki İlahi kudret görülür.

Hikmetle yaşanır, dünya ve ahiret dengesi kurulur.

Nefis terbiye olur, insan kendini aşar.

Kalp Kapandığında Ne Kaybedilir?

Hakikatle bağ kopar.

Vicdan sesi kesilir.

Şeytan galip gelir.

İbadet robotikleşir.

Ölüm korkusu artar, çünkü sonrası karanlıktır.

İnsanlık vasfı silinir, hayvaniyet ön plana çıkar.

Sonuç ve İbret

Kalbin kilitli olması, sadece bir manevi hastalık değil, aynı zamanda bir felaketin habercisidir. Zira Allah ile bağ kesildiğinde, insan sadece insanlıktan değil, varlık amacından da uzaklaşır. Kur’ân bize bu kilitli kapıları açacak kudsî anahtarları vermiştir. Yeter ki biz bu kilitli kalbin farkında olalım ve onu açmak için gayret edelim.

Özet

Kalbin kilitli olması Kur’ân’ı anlamaya ve hakikati idrak etmeye engeldir.

Kalbi kilitli olan insan, hayırdan uzak kalır, şerre meyleder.

Kalp, tefekkür, tevbe, zikir ve Kur’ân ile açılır.

Açık kalp hakikati görür, hikmetle yaşar; kapalı kalp karanlıkta kalır.

Kalp, hem imanın merkezi hem de insanlığın aynasıdır. Kilitliyse her şey bulanıktır.