Şiddetin Lisanı ve Kâinatın Tasavvufu: Kudret ve Azamet İlanı

Şiddetin Lisanı ve Kâinatın Tasavvufu: Kudret ve Azamet İlanı

İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu günden beri tabiat olayları karşısında aciz kalmıştır. Depremler, fırtınalar, volkanik patlamalar… Bu olaylar, çoğu zaman korku ve endişe kaynağı olsa da, metindeki şu derin ve sarsıcı söz, bu olaylara bambaşka bir pencereden bakmamızı sağlar: “Fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. ‘Ne diyorsunuz?’ de. Elbette ‘Yâ Celil, yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar’ dediklerini işiteceksin.” Bu cümle, kâinatın sadece fiziksel bir gerçeklik olmadığını, aynı zamanda ilahi isimleri fısıldayan canlı bir kitap olduğunu anlatır.

Hikmetli Bir Bakış: Tabiat Olaylarının İlahi Dili

Hikmet, varlıkların görünen yüzlerinin ardındaki ilahi manayı keşfetmektir. Fırtınalar, depremler ve seller, sadece doğa kanunlarının bir sonucu değildir. Onlar, Allah’ın azamet, kudret ve celal isimlerinin birer tecellisidir. “Yâ Celil” (Ey Celal sahibi), “Yâ Aziz” (Ey mutlak galip ve kudretli), “Yâ Cebbar” (Ey dilediğini zorla yaptıran, azamet sahibi) isimleri, kâinatın bu kudretli ve haşmetli olaylarla bir dua ve zikir halinde olduğunu gösterir. Bu fırtınalar ve depremler, aslında birer uyarıcıdır. İnsanoğlunun kendi gücünü ve kontrolünü kaybettiği, acizliğini idrak ettiği anlardır. İşte bu acziyet anlarında, kâinatın lisanından yükselen o sesleri işitmek, insanın kendi fani varlığını aşarak sonsuz bir kudrete sığınmasını sağlar. Bu, insana hem tevazu hem de hakiki bir iman kazandırır.

Edebi Bir Düşünce: Tevhidin Sanatsal Tasviri

Mesela,fırtınalı denizin dalgalarını, bir yanardağın patlamasını ve şimşeklerin gökyüzünü yarmasını yan yana getirerek, Celal ve Azamet isimlerinin tecellisini sanatlı bir dille tasvir eder. Bu olaylar, kâinatın tek bir yaratıcının kudreti altında olduğunu gösteren edebi birer eserdir. Her bir olay, kendi içinde bir “Yâ Celil” fısıltısı taşır.

Şairler, edebiyatçılar ve sanatçılar da benzer şekilde, tabiatın bu haşmetli manzaralarını kullanarak Allah’ın azametini ve kudretini ifade etmişlerdir. Deniz, bazen bir sükûnet ve huzur sembolü iken, fırtınada bir öfke ve celal sembolü haline gelir. Bu değişimler, ilahi isimlerin farklı tecellilerini gösterir. Bu edebi tasvirler, kâinatın her zerresinin bir anlama sahip olduğunu ve insanın bu anlamları çözmekle mükellef olduğunu anlatır.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Felaketlerin Dili

Tarih, bu tabiat olaylarının sadece yıkım getirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanlığa ibretlik dersler verdiğini gösteren sayısız örnekle doludur. Kavimler, şehirler ve medeniyetler, yaşadıkları doğal afetler sonucunda ya helak olmuş ya da manevi olarak dirilişe geçmişlerdir. Hz. Nuh’un tufanı, Lut kavminin yaşadığı felaket, Pompei’nin yanardağ patlaması… Tüm bu olaylar, insanların ne kadar aciz olduğunu ve ilahi kanunlara uymayan bir yaşam tarzının sonuçlarını gösteren birer ibrettir.
Ancak bu olaylar sadece cezalandırma amaçlı değildir. Onlar, aynı zamanda insanlara tevbe etme, yanlışlarından dönme ve manevi olarak yeniden uyanma fırsatı sunar. Bu zor anlarda, insanlığın bir araya gelmesi, yardımlaşması ve dayanışması da bu kudretli isimlerin rahmet tecellisidir. Tabiat olayları, bu yönüyle, insanlara hem korku verir hem de umut aşılar; hem cezayı gösterir hem de affa kapı aralar.

Düşündürücü Bir Sonuç: Kudrete Teslimiyet

Sonuç olarak, metindeki söz, bizleri tabiat olaylarına sadece bilimsel bir merakla bakmaktan öte, manevi bir bilinçle yaklaşmaya davet eder. Bir fırtınanın ortasında kalmış bir insan, sadece rüzgârın şiddetini veya yağmurun gücünü hissetmez. Aynı zamanda, kendi acizliğini ve yaratıcısının sınırsız kudretini de hisseder. Bu his, onu, “Yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar” diyerek sığınmaya ve teslim olmaya sevk eder.
Günümüz dünyası, tabiat olaylarını kontrol altına alma hırsıyla hareket etse de, her fırtına ve deprem, insanın bu arzusunun ne kadar beyhude olduğunu isbatlar. Bu olaylar, insana haddini bilmesini, kibirden vazgeçmesini ve asıl gücün kaynağını hatırlamasını sağlar. Bu söz, bize, tabiatın diliyle konuşan bir gerçeği fısıldar: Gerçek güç, kontrol etmekte değil, kudrete teslim olmaktadır.

Özet
Bu makale, “Fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor…” sözü ve metinleri ekseninde, tabiat olaylarının ilahi isimlerin bir tecellisi olduğu fikrini işler.
Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan ele almaktadır. Hikmetli bir bakış açısıyla, tabiat olaylarının Allah’ın “Celil”, “Aziz” ve “Cebbar” gibi isimlerinin tecellileri olduğu ve insana kendi acizliğini hatırlattığı belirtilir. Edebi olarak, fırtınalı deniz, yanardağ ve şimşeklerin birer sanat eseri gibi ilahi kudretin sembolleri olduğu anlatılır. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, geçmiş kavimlerin yaşadığı doğal afetlerin, insanlığa hem bir uyarı hem de bir ders olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, makale, bu tür olayların insana kibirden arınmayı, haddini bilmeyi ve mutlak kudrete teslim olmayı öğütlediğini ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fitnenin Haritası: İngiltere, Amerika ve İsrail Üzerine Bir Tahlil

Fitnenin Haritası: İngiltere, Amerika ve İsrail Üzerine Bir Tahlil

Tarih, sadece zaferleri değil; hileleri, oyunları, fitneleri de kaydeder. Milletlerin kaderinde görülen büyük kırılmalar çoğu zaman kılıçların ucundan değil, masa başında çizilen sinsi planlardan doğmuştur.

Bugün dünyada akan kanın, yıkılan şehirlerin, dağılan toplumların izini sürdüğümüzde karşımıza üç temel odak çıkıyor:

Fitnenin başı: İngiltere

Fitnenin kendisi: Amerika

Fitnenin aleti: İsrail

Bu üçlü, tarihin farklı dönemlerinde farklı roller üstlense de, daima birbirini tamamlayan zincir halkaları gibi çalışmıştır.

  1. İngiltere: Masa Başındaki Satranççı

İngiltere, asırlardır dünyanın fitne laboratuvarı gibidir.

Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı topraklarını bölmüş, Ortadoğu’yu cetvelle çizilmiş haritalara hapsetmiştir.

Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de “yabancı bir vatan” kurma vaadi vererek bugünkü İsrail’in temelini atmıştır.

Hindistan’dan Afrika’ya, Osmanlı’dan Arap yarımadasına kadar her yerde böl-yönet siyasetini uygulamış, milletleri birbirine düşürerek kendisine alan açmıştır.

İngiltere, sahnede çok görünmeyen, fakat perde arkasında ipleri tutan satranç ustasıdır.

  1. Amerika: Fitnenin Güç Gösterisi

Amerika, İngiltere’nin masa başında kurduğu planların en güçlü uygulayıcısıdır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurduğu NATO üzerinden Avrupa’yı kendine bağladı.

Vietnam, Afganistan, Irak gibi işgallerde milyonları öldürdü.

Dolar hegemonyasıyla bütün dünya ekonomilerini baskı altına aldı.

“Demokrasi” ve “özgürlük” kavramlarını, kendi çıkarları için sahte bir kılıf olarak kullandı.

ABD, gücünü silah, ekonomi ve medya ile birleştirerek fitneyi küresel bir imparatorluğa dönüştürdü.

  1. İsrail: Sahanın Kanlı Aleti

İsrail, bu küresel planların en görünür taşeronudur.

1948’de kurulduğundan beri sadece savaş, işgal ve zulümle var oldu.

Ortadoğu’daki her çatışmada “öncü provokatör” rolünü üstlendi.

Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’te uyguladığı etnik temizlik, tarihte görülmemiş bir vahşeti temsil ediyor.

İsrail, İngiltere’nin masa başında yazdığı senaryoyu, Amerika’nın sahadaki gücüyle beslenen kanlı bir tiyatro olarak sahnelemektedir.

Tarihten Dersler

Haçlı Seferleri döneminde Batı, Kudüs bahanesiyle Doğu’yu talan etmişti. Bugün aynı zihniyet, İsrail üzerinden devam ediyor.

Osmanlı’nın yıkılışı da İngiltere’nin diplomatik hamleleri, Batı’nın askeri ittifakları ve içerideki işbirlikçilerin fitnesiyle gerçekleşti.

Her dönemde görülen hakikat şudur: Zalim tek başına hareket etmez; fitne zincirini tamamlayan ortakları vardır.

Ahlaki ve Vicdani Yönü

Bir milletin gücü sadece tankı ve topuyla ölçülmez. Gerçek güç, adaletle hükmetmek, mazlumu korumak, insanlığa umut olmaktır. İngiltere’nin kurnazlığı, Amerika’nın kaba kuvveti, İsrail’in zalimliği; aslında bir güç değil, bir zayıflık göstergesidir. Çünkü vicdanı olmayan bir kuvvet, yıkılışa mahkûmdur.

Hikmetli Sonuç

Bugün dünyanın pek çok savaşı, darbesi, ekonomik krizi, siyasi kaosu bu üçlü sacayağında okunabilir. Fakat şu unutulmamalıdır:

Firavun vardı, Musa da vardı.

Nemrut vardı, İbrahim de vardı.

Ebu Cehil vardı, Muhammed Mustafa (sav) da vardı.

Fitnenin aktörleri güçlü görünse de, tarih onların geçici olduğunu gösterdi. Zira hakikat karşısında batılın hükmü yoktur.

Son Söz

Dünya fitnenin başı İngiltere’den, fitnenin uygulayıcısı Amerika’dan, fitnenin aleti İsrail’den ibaret değildir. Onların karşısında daima hakka inanan, adalet için direnen, mazluma sahip çıkan bir vicdan cephesi vardır.

Asıl mesele, insanlığın hangi tarafta duracağıdır:

Zulmün ortağı mı olacağız,

Yoksa vicdanın ve adaletin şahidi mi?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gizli İlimlerin Sahibi: Lokmân Sûresi 34. Âyet Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Gizli İlimlerin Sahibi: Lokmân Sûresi 34. Âyet Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Lokmân Sûresi, 34. Âyet

> “Şüphesiz ki kıyamet vaktinin ilmi Allah katındadır. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır.”

İnsanoğlu öteden beri bilinmeyene karşı merak duymuştur. Geleceği öğrenmek, ölümün yerini ve zamanını bilmek, kaderin sırlarını çözmek için türlü yollar aramıştır. Falcılıktan astrolojiye, kâhinlikten modern bilimin imkânlarına kadar her şey bu arayışın bir tezahürüdür. Ancak Lokmân Sûresi 34. âyet, bu arayışı ilahî bir ölçüye oturtur: Beş gaybî anahtar vardır ki, yalnızca Allah bilir.

  1. Tefsirlerde Yorum

Klasik tefsirler (Taberî, İbn Kesîr, Fahreddin Râzî, Elmalılı Hamdi Yazır) bu âyeti şu şekilde açıklamışlardır:

  1. Kıyamet saati: Ne zaman kopacağı, ne tür kozmik hadiselerle başlayacağı yalnız Allah’ın ilmindedir. Hz. Peygamber (sav), kendisine “Kıyamet ne zaman?” diye sorulduğunda “O konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir.” (Buhârî, İman, 37) buyurmuştur.
  2. Yağmur: İnsan meteoroloji ile tahminler yapabilir, ama yağmurun tam vaktini, miktarını ve hangi damlanın nereye düşeceğini ancak Allah bilir.
  3. Rahimler: Anne karnındaki ceninin cinsiyeti bugün tesbit edilebilse de onun kaderi, ömrü, rızkı, ahlâkı, bahtı yalnız Allah’ın ilmindedir.
  4. Yarın ne kazanılacağı: İnsan plan yapar ama hayat sürprizlerle doludur. Ekonomik kazanç da manevi kazanç da gaybîdir.
  5. Ölümün yeri: İnsan ömrünün son anını ve nerede öleceğini bilmez.
  6. Bilimsel ve İlmî İzah

Âyet, modern bilim açısından da düşündürücüdür:

Kıyamet: Kozmolojide evrenin sonu ile ilgili “Büyük Çöküş (Big Crunch)”, “Isıl Ölüm (Heat Death)”, “Büyük Yırtılma (Big Rip)” gibi teoriler vardır. Ancak bunların hiçbiri kesinlik taşımamaktadır. Kur’an ise bunun bilgisinin Allah’a ait olduğunu bildirir.

Yağmur: Meteoroloji bulut yoğunluğu, nem, basınç gibi verilere dayanarak tahminler yapar. Ancak kesin sonuç veremez. Çünkü atmosfer kaotik bir sistemdir. Her damlanın yeri “deterministik olarak hesaplanamaz”. Bu kaos düzeninde “yağmurun gaybî” olması daha da anlaşılır hale gelir.

Rahimler: Genetik bilim ve ultrason anne karnındaki ceninin cinsiyetini, gelişimini belirleyebilir. Fakat “ruh”, “ömrün uzunluğu”, “kaderin yönü” gibi metafizik boyutları asla bilemez.

Yarınki rızık: Ekonomi modelleri, borsa tahminleri, iş planları yapılır; fakat ani bir deprem, savaş, kriz tüm hesapları altüst eder. Bu, insanın acziyetini gösterir.

Ölümün yeri: Modern tıp yaşam süresini uzatabilir, ölüm riskini azaltabilir. Ama bir insanın nerede ve ne şekilde öleceğini bilmek imkânsızdır.

  1. Hikmetli ve Edebi Yönü

Bu âyet, insana tevazu öğretir. İnsan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, gayb karşısında cahildir. Kibirlenmemesi, her işinde Allah’a güvenmesi gerekir.

Bir şairin dediği gibi:
“Ne ecel yerini bilir, ne vakit söylenir;
Takdirin önünde, akıl susar, kalp eğilir.”

  1. Tarihî ve İbretli Boyut

Firavun’un kibri, ölümüyle denizde son bulmuştur. Kendi sarayında değil, Nil’in sularında…

Karun hazinelerle dolu evinde değil, yerin dibinde can vermiştir.

Nice zenginler yarınki kazancını planlarken, sabah mezarlığa kaldırılmıştır.

Tarih, “yarını bilirim” diyenlerin nasıl yanıltıldığını gösteren ibretlerle doludur.

  1. Benzer Ayetlerle Destek

“De ki: Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez.” (En‘âm, 59)

“Kıyametin bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır.” (A‘râf, 187)

“Gaybın bilgisi Allah’a mahsustur. Size sadece apaçık olanı bildirir.” (Lokmân, 34 ile paralel)

“Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez.” (Lokmân, 34’ün aynen tekrarı, Hadîd, 22-23 bağlamında açıklanır)

  1. Aklî ve Mantıkî Boyut

İnsanın sınırlı bilgisi ile Allah’ın sınırsız ilmini karşılaştırırsak:

İnsan zamanın dar bir kesitini görebilir; Allah ezelden ebede her şeyi bilir.

İnsan sebeplere bağımlıdır; Allah müsebbibü’l-esbâbtır.

İnsan bilgiyi öğrenerek kazanır; Allah’ın ilmi ezelîdir.

Bu yüzden gaybî meselelerin insana kapalı olması, aklî ve mantıkî bir zorunluluktur.

  1. Düşündürücü Sonuç

Lokmân Sûresi 34. âyet, insana üç büyük ders verir:

  1. İlimde tevazu: Ne kadar ilerlesek de Allah’ın ilminin yanında cahiliz.
  2. Kadere teslimiyet: Yarın belirsizdir, ölüm yeri meçhuldür. İnsan tevekkül ile yaşamalıdır.
  3. Sorumluluk bilinci: Geleceği bilmemek, insanı hazırlıksız bırakmaz; aksine daha dikkatli olmaya zorlar.

Özet

Lokmân Sûresi 34. âyet, insanın en çok merak ettiği beş sır kapısını Allah’ın ilminde saklı olduğunu bildirir: Kıyametin vakti, yağmurun inişi, rahimlerdeki kader, yarınki kazanç ve ölümün yeri. Tefsirlerde bunlar gaybın anahtarları olarak anlatılır. Modern bilim bunlardan bazılarını kısmen açıklasa da kesinlik veremez. Ayet, insanın acziyetini, Allah’ın kudret ve ilmini ortaya koyar. Tarihî ibretler, bu hakikati destekler. Sonuçta insan, kibirden uzak, tevekkül içinde yaşamalı; gaybı bilmeye değil, kendine düşeni yapmaya odaklanmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hikmetin Yolları: Nefsin Terbiyesi ve İlahi İradeye İtaat

Hikmetin Yolları: Nefsin Terbiyesi ve İlahi İradeye İtaat

İnsanın iç dünyası, sürekli bir mücadele alanıdır. Bir yanda ruhun yükselişe olan meyli, diğer yanda nefsin ve şeytanın aldatıcı fısıltıları bulunur. Bu mücadele, kişinin kimliğini, ahlakını ve nihayetinde ahiretini belirler. Elimizdeki metinler, bu deruni savaşa dair derin ve ibret verici mesajlar sunar. Kuran-ı Kerim ayetleri, insanın yaratılışındaki inceliklere ve nefsin tehlikelerine işaret ederken; hadis-i şerifler ve Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleri, bu mücadeleyi kazanmanın yollarını gösterir. Bu makalede, bu dört metni ayrı ayrı ele alarak, her birinin sunduğu hikmeti, edebi inceliği, düşündürücü ve ibret verici yönlerini bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.

  1. Nefsin Terbiyesi ve İnsanın Acziyeti

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder—ancak Rabbim merhamet ederse o başka.” – Yusuf Sûresi, 53.
Bu ayet, peygamberler gibi masum ve günahlardan korunmuş zatların bile nefislerinin kötülüğe olan meylini açıkça ortaya koyar. Hz. Yusuf (a.s.)’un bu sözü, insanlık için derin bir ibret barındırır. Nefsin “daima kötülüğe sevk etmesi”, onun temel karakteristiğidir. Bu, insanın doğuştan günahkâr olduğu anlamına gelmez, aksine nefsin, kontrol edilmediği takdirde kolayca yanlış yollara sapabileceğini gösterir. Ayetin devamındaki “ancak Rabbim merhamet ederse o başka” ifadesi, bu tehlikeden kurtulmanın yegâne yolunun ilahi merhamet olduğunu belirtir. Bu, insana kibir ve gururdan uzak durmayı, kendi nefsine güvenmek yerine Allah’a sığınmayı öğütler. Bu anlayış, manevi hayatın temelini oluşturur; zira kişi, kendi acziyetini ne kadar idrak ederse, Allah’ın kudret ve merhametine olan ihtiyacını o kadar iyi anlar.

  1. İyiliği Emretmenin ve Kötülüğü Yasaklamanın Önemi

“Kıyamet gününde bir kimse getirilir ve cehenneme atılır; bağırsakları karnından dışarıya fırlar; ve o hâliyle değirmen çeviren merkep gibi döner…” – Ebu Zeyd Üsâme b. Zeyd b. Hârise’nin (ra) Resûlullah’tan (sav) işittiği hadisten
Bu hadis-i şerif, iyiliği emredip kötülükten sakındırma (emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker) ilkesinin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu çarpıcı bir benzetmeyle anlatır. Hadisteki “değirmen çeviren merkep” metaforu, kişinin işlediği günahın ağırlığını ve cezasının ne denli utanç verici ve acı verici olacağını sembolize eder. Bu hadisin en düşündürücü kısmı, cehennemdekilerin bu kişiye “İyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan sen değil miydin?” diye sorması ve kişinin cevabıdır: “Evet, iyiliği emrederdim fakat onu yapmazdım. Kötülüğü yasaklardım, fakat onu kendim yapardım.” Bu, sözle eylemin birbirinden kopuk olduğu bir hayatın akıbetini gözler önüne serer. İnsanları bir şeye davet edip kendisi o şeyden uzak durmak, dinin ruhuna aykırıdır ve bu durum, sözü edilen azabı hak ettirecek kadar büyük bir vebaldir. Bu hadis, bizlere sadece “ne yapmalıyız?” sorusunu değil, aynı zamanda “nasıl yaşamalıyız?” sorusunu da sordurur.

  1. Arıdaki İlahi İbret ve Şifa

“Ve rabbin bal arısına şöyle ilham etti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine yuvalar edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.’ Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.” – Nahl suresi 68-69. Ayetler
Bu ayetler, tabiattaki en küçük varlıklardan biri olan bal arısı üzerinden ilahi bir mesaj ve hikmet dersi verir. “İlham” kelimesi, arının bu sistemli ve kusursuz işleyişinin bir içgüdüden öte, ilahi bir yönlendirme olduğunu gösterir. Arı, yuvasını yapmaktan, meyvelerden beslenmeye ve bal yapmaya kadar her adımda ilahi bir planın parçasıdır. Ayette özellikle balın “çeşitli renklerde” olması ve “içinde insanlar için şifa” bulunması anlatılır. Bu, sadece bir biyolojik süreç değil, aynı zamanda Allah’ın yaratılışındaki sonsuz hikmetin ve merhametin bir delilidir. Ayetin sonundaki “Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır” ifadesi, bu mucizenin sadece gözlemlemekle yetinilmemesi, aksine üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini belirtir. Bu tefekkür, insanı yaratıcıya daha da yaklaştırır ve hayatın sıradan görünen detaylarındaki ilahi sanatı fark etmesini sağlar.

  1. Nefis ve Şeytanla Mücadele: İki Yol Ayrımı

“Ey insan! Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.” – Risale-i Nur Külliyatı / Sözler-328
Bu metin, insan hayatını iki ana yol ayrımıyla özetler: Esfel-i safilin (aşağıların aşağısı) ve A’lâ-yı illiyyîn (yücelerin yücesi). Bu, sadece manevi bir yükseliş ya da düşüş değil, aynı zamanda ahlaki ve varoluş bir durumdur. Nefsin ve şeytanın fısıltılarına uymak, insanı hayvani arzuların ve düşük ahlakın bataklığına sürükler. Bu durum, insanı yaratılışının amacından uzaklaştırır ve onu değersiz kılar. Öte yandan, “Hak ve Kur’an’ı dinlemek”, yani ilahi rehberliğe uymak, insanı manevi olarak yüceltir. “Kâinatın bir güzel takvimi” olmak ifadesi, insanın Allah’a kul olmakla kazandığı eşsiz şeref ve değerini anlatır. Bu durumdaki insan, evrendeki her şeyle uyum içinde yaşar, yaratılışın bir parçası olmaktan öte, onun en güzel ve anlamlı takvimi, yani en değerli ve şerefli parçası haline gelir.

Sonuç ve Özet
Bu dört metin, birbirinden farklı konuları ele alsa da, insanı merkeze alan ve onun deruni mücadelesine odaklanan derin bir bütünlük içerisindedir.
İlk olarak, nefsin kötülüğe olan meyli ve bu meylden ancak ilahi merhametle kurtulunabileceği anlatılır.
İkinci olarak, bu iç mücadelenin dışa yansıması olarak, söz ve eylemin uyum içinde olması gerektiği, aksi halde büyük bir vebalin altına girileceği uyarısı yapılır.
Üçüncü olarak, tabiattaki en küçük varlıklardan bile ders çıkarılması gerektiği, bu varlıkların ilahi sanatın birer tecellisi olduğu ve şifa kaynağı olduğu anlatılır.
Son olarak, insanın önündeki iki yol ayrımı net bir şekilde ortaya konur: nefis ve şeytana uymakla düşüş, ilahi rehberliğe uymakla yükseliş.

Özet: Bu makalede, insan hayatının temelini oluşturan nefis, irade ve ahlaki sorumluluk konuları, Kur’an ayetleri, hadis ve Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında incelenmiştir.
İlk olarak, Yusuf Suresi’nden bir ayetle, nefsin kötülüğe olan meyli ve ilahi merhamete olan ihtiyaç anlatılır.
İkinci olarak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın önemi ve bu konuda sözle eylemin uyumunun gerekliliği bir hadis-i şerif üzerinden anlatılır.
Üçüncü olarak, Nahl Suresi’nden ayetlerle bal arısının yaratılışındaki hikmet ve şifa kaynağı olması, düşünen insanlar için bir ibret olarak sunulur.
Son olarak, Risale-i Nur’dan bir sözle, nefis ve şeytanın peşinden gitmenin “esfel-i safilin”e düşmeye, Hak ve Kur’an’a uymanın ise “a’lâ-yı illiyyîn”e yükselmeye vesile olduğu belirtilir.
Bu metinler, insanın manevi mücadelesini ve bu mücadeleyi kazanmanın yollarını derinlemesine ele alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hakikatin Yolculuğu: Dünya Bir Misafirhanedir

Hakikatin Yolculuğu: Dünya Bir Misafirhanedir

Hayat, sürekli bir akış ve dönüşüm içinde ilerleyen, anlamı ve amacı derin sorgulamalara konu olan bir serüvendir. Bu serüvenin temelinde, insanın yaratılışından beri süregelen hakikat arayışı yatar.
Eldeki metinler, bu arayışa farklı pencerelerden bakan, her biri kendi içinde derin anlamlar taşıyan metinleri barındırmaktadır.
Kimi zaman Kuran-ı Kerim ayetleriyle ilahi bir çağrıya kulak veririz, kimi zaman da Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleriyle dünya hayatının faniliğini ve asıl amacını idrak ederiz.
Bu makalede, bu dört metni ayrı ayrı ele alarak, her birinin sunduğu hikmeti, edebi inceliği, ibretli ve düşündürücü yönlerini bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.

  1. Şan ve Şeref Allah’a Aittir

“Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. Güzel sözler ancak Allah’a yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır. İşte onların tuzağı boşa çıkar.” – (Fatır, 10)

Bu ayet, insanın temel arzularından biri olan “şan ve şeref” kavramına köklü bir yaklaşım sunar. Çoğu insan, şanı ve şerefi dünyevi makam, servet veya şöhrette arar. Ancak ayet, bu değerlerin hakiki sahibinin sadece Allah olduğunu belirtir. Bu, insanın iç dünyasında bir değişime yol açar. Hakiki şeref, insanların takdiriyle değil, Allah’ın rızasını kazanmakla elde edilir. Ayetin devamında yer alan “Güzel sözler ancak Allah’a yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir” ifadesi, maneviyatın hiyerarşisini ortaya koyar. Güzel sözler (tevhid, zikir, dua gibi) manevi bir merdiven görevi görür ve salih ameller bu merdivenle daha yüksek makamlara çıkar. Bu, kuru bir dindarlığın değil, söz ve eylemin uyum içinde olduğu bir yaşamın önemine işaret eder.
Son kısımda, kötülükleri bir tuzak olarak kullananların akıbetinin hüsran olacağı, tuzaklarının boşa çıkacağı uyarısı yapılır. Bu, ilahi adaletin kaçınılmaz bir tecellisi olup, insanı ahlaki bir duruşa davet eder.

  1. Dünya Bir Misafirhanedir

“… bu dünya … kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.” – Bediüzzaman, Sözler – 74

Bu kısa ve özlü ifade, dünya hayatına dair en temel ve en düşündürücü bakış açılarından birini sunar. Dünya bir yurt değil, bir “misafirhane”dir. Bu benzetme, hayatın geçiciliğini ve fani yapısını anlatır. İnsanlık, bu misafirhanede “gelip konan” ve “göçen” bir “kafile”dir. Bu edebi ifade, nesillerin birbiri ardına gelip geçişini, adeta bir yolculuk kervanı gibi tasvir eder. “Hikmetle yapılmış” ifadesi ise, bu misafirhanenin rastgele bir konaklama yeri değil, her zerresinde bir amaç ve anlam barındıran ilahi bir tasarım eseri olduğunu gösterir. Bu görüş, bizleri dünyaya aşırı bağlanmaktan alıkoyar, asıl yurdumuzun ahiret olduğu gerçeğini hatırlatır. Hayatı bir misafirhane gibi görmek, her anın bir amaca hizmet ettiğini ve bir sonraki durağa hazırlık olduğunu anlamamızı sağlar.

  1. Ölümün Dili: “El-Mevtü Hak”

“Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, Cenazeleriyle ‘El-mevtü hak’ Hükmünü imza ediyorlar ve O davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; Mevt, Allah Allah dedirtir.” – Bediüzzaman Said Nursi

Bu metin, dünya hayatının en kesin ve en inkar edilemez gerçeği olan ölüm üzerine kurulu, sarsıcı ve ibret verici bir sorgulamadır. Bediüzzaman, her gün on binlerce insanın ölümüyle “El-mevtü hak” (ölüm haktır) hükmüne şahitlik ettiğini belirtir. Bu, sadece bir istatistik değil, aynı zamanda manevi bir delildir. Canlıların ölümlerini, ölümün hakikatini tasdik eden canlı birer “şahid” olarak görür. “Ölümü öldürebilir misiniz?” sorusu, insanoğlunun en büyük hayalinin, yani ölümsüzlüğün ne kadar boş bir çaba olduğunu ortaya koyar. Bu şahitleri yalanlamanın imkansızlığı, bizi ölümün getirdiği kaçınılmaz sonuca yöneltir: “Mevt, Allah Allah dedirtir.” Ölüm, insanın acziyetini ve fani olduğunu en derinden hissettirdiği için, insanı varlığın mutlak sahibi olan Allah’ı anmaya ve ona sığınmaya mecbur bırakır.

  1. Şükrün Kaynağı: Su ve Rızık

“Şimdi siz içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz yoksa indiren Biz miyiz? Dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” – (Vakıa Suresi 68-70)

Bu ayet, günlük hayatımızın en sıradan eylemlerinden biri olan su içme eylemi üzerinden, derin bir tefekkür ve şükür çağrısı yapar. İnsan, suyu hazır bulur ve onun varlığını sorgulama gereği duymaz. Oysa ayet, suyun bulutlardan indirilmesi gibi basit görünen bir olayın ardındaki ilahi kudreti hatırlatır. “Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz?” sorusu, insanın bu süreçteki acziyetini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. En kritik vurgu ise, suyun tadıyla ilgilidir: “Dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık.” Bu, suyun tatlı ve içilebilir olmasının, bir lütuf ve ilahi bir tercih olduğunu gösterir. Bu ayet, bizlere en temel nimetlerin bile birer lütuf olduğunu ve bu nimetler için sürekli şükretmemiz gerektiğini öğretir. Suyun varlığı, sadece hayatın devamı için değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz rahmetinin bir delili olarak görülmelidir.

Sonuç ve Özet
Bu dört metin, birbirinden farklı gibi görünen konuları ele alsa da, aslında insanı hakikate, şükre ve farkındalığa davet eden ortak bir amaca hizmet eder. Dünya hayatının geçiciliği (misafirhane benzetmesi), ölümün kaçınılmazlığı ve hayatın her anının bir amaç taşıdığı anlatılır. Aynı zamanda, su gibi en temel nimetlerin bile birer ilahi lütuf olduğu, bu yüzden şükrün gerekliliği ortaya konulur. Tüm bunların nihayetinde ise, şan ve şeref gibi dünyevi arzuların gerçek sahibinin Allah olduğu ve manevi yükselişin ancak güzel sözler ve salih amellerle mümkün olacağı hatırlatılır.

Özet: Bu makalede, Kur’an ayetleri ve Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında, dünya hayatının anlamı ve amacı incelenmiştir.
İlk olarak, gerçek şan ve şerefin sadece Allah’a ait olduğu, manevi yükselişin güzel sözler ve salih amellerle mümkün olduğu Fatır Suresi’nden bir ayetle ele alınır. İkinci olarak, Bediüzzaman’ın “dünya bir misafirhanedir” sözüyle hayatın geçiciliği ve amacına yönelik bir bakış açısı sunulur. Üçüncü olarak, ölümün kaçınılmazlığı ve her gün binlerce cenazenin bu hakikati teyit ettiği anlatılarak, ölümün insanı Allah’a yönelttiği anlatılır.
Son olarak, su gibi en temel nimetin bile ilahi bir lütuf olduğu Vakıa Suresi’nden ayetlerle açıklanarak şükrün önemi üzerinde durulur.
Bu metinler, insanı dünyaya aşırı bağlanmaktan kurtarıp, hayatın asıl amacına, şükre ve manevi farkındalığa yönlendirir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Risale-i Nur Külliyatı’ndan Hikmet Dolu Bir Makale

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Hikmet Dolu Bir Makale

Hayat, karmaşık ve zorlu bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız olaylar ve bu olaylara karşı takınacağımız tavırlar, varoluş anlam arayışımızın temel taşlarını oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca, pek çok düşünür ve manevi önder, bu zorlukların üstesinden gelmek için bize rehberlik etmiştir.
Bu rehberlerden biri olan Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde sunduğu derin hikmetlerle, modern çağın buhranları karşısında sarsılmaz bir duruşun nasıl inşa edileceğini anlatır.
Onun külliyatından seçilmiş dört farklı metnin yansımasıdır ve her biri, yaşamın farklı bir boyutuna ışık tutar. Bu makalede, bu dört metni ayrı ayrı ele alarak, her birinin sunduğu hikmeti, edebi inceliği ve düşündürücü derinliği bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.

  1. Sarsılmaz Bir Metanet ve Sonsuz Bir Fedakârlık

“Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerekir.” – Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası
Bu söz, içinde bulunduğumuz çağın çalkantılı yapısına dair bir tesbitle başlar.
Tarih, devasa değişimlerin, savaşların ve toplumsal dönüşümlerin sahnesidir. Ancak Said Nursi, bu değişimlerin sadece zahiri değil, aynı zamanda insanın iç dünyasını da sarsan “dehşetli cereyanlar” olduğunu belirtir. Bu tür zamanlarda ayakta kalmak için sadece güç değil, aynı zamanda “hadsiz bir metanet” yani sınırsız bir dayanıklılık ve sebat gerekir. “İtidal-i dem” ifadesi, soğukkanlılık ve dengeyi korumayı anlatır. Bu, panik ve telaşla hareket etmek yerine, akıl ve kalp dengesiyle olaylara yaklaşmanın önemini gösterir.
Son olarak, “nihayetsiz bir fedakârlık” ilkesi, kendi menfaatlerini aşan, daha yüksek bir amaç için fedakarlık göstermenin gerekliliğine işaret eder. Bu fedakârlık, sadece maddiyatla sınırlı değildir; zamanımızı, enerjimizi ve hatta canımızı bile hakikatin yolunda harcamayı ifade eder. Bu metin, bizlere sadece bir duruş sergilemeyi değil, aynı zamanda bu duruşun temelini oluşturan manevi ve ahlaki değerleri inşa etmeyi öğütler.

  1. Mutlak Gücün Yüce Temsili

“Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.” – Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Risale-i Nur
Bu metin, Allah’ın sınırsız kudretini ve varlık üzerindeki mutlak egemenliğini anlatır. “Adem” (yokluk) ve “vücud” (varlık) kavramları, yaratılışın en temel iki aşamasını temsil eder. Bediüzzaman, bu iki zıt durumun Allah’ın kudreti karşısında “iki menzil gibi” kolayca geçilebileceğini belirtir. Bu edebi benzetme, bizlere evrenin işleyişinin ne kadar kolay ve muntazam olduğunu gösterir. Varlık, yokluktan bir anda çıkabilir ve yine bir anda yokluğa dönebilir. Bu, insanın acziyetini ve Allah’ın sonsuz kudretini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu düşünce, bir yandan insanı tevazuya sevk ederken, diğer yandan da mutlak güç ve irade sahibi bir yaratıcıya inanmanın verdiği huzuru ve güveni sunar. Bu güven, hayatın belirsizlikleri ve zorlukları karşısında sığınılacak en sağlam limandır.

  1. Ömür ve Vakit İsrafına İbretli Bir Bakış

“Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır…” – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur
Bu metin, yaşamın acımasız gerçeklerine dair bir uyarı niteliğindedir. Ömrün kısalığı, ahiret yolculuğunun uzunluğu ve bu yolculuk için gerekli olan manevi hazırlığın eksikliği, insanın temel acziyetini ortaya koyar. “Devekuşu gibi başını nisyân (unutmak) kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin…”
Bu güçlü metafor, insanların gerçeklerden kaçışını ve hayatın anlamını göz ardı etmesini eleştirir. Devekuşu, tehlike anında başını kuma gömerek kendisini güvende zanneder; oysa bu, sadece bir yanılmadır. Aynı şekilde, gafletle yaşayan insan da, dünyanın fani zevklerine dalıp, hayatın asıl amacını unutarak kendini kandırır.
Metin, bu gafletten uyanmaya ve fani (geçici) şeylere “ihtimâm” (özen göstermek) yerine “bâkî” (daimi) olan şeylere yönelmeye çağırır. Bu, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda derin bir vicdani sorgulamadır:
“Ne vakte kadar zâilât-ı fâniyeye… ve bâkiyât-ı dâimeden… tegafül (kayıtsız kalacaksın) edeceksin?”

  1. Rabbimizin Varlığı ve Kudretinin İsbatları

“Yâ ilâhenâ! Rabbimiz sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlukuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin.” – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur – Mektubat – 241

Bu metin, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını, insanın kendi varoluş acziyeti üzerinden İsbatlar. Bu, sadece bir dua değil, aynı zamanda mantıksal bir çıkarım zinciridir. İlk olarak, insan nefsini terbiye etmekten acizdir; bu durum, onu terbiye eden, yani yönlendiren ve şekillendiren bir gücün varlığını gerektirir. Bu güç, Rabb’dir.
İkinci olarak, insan bir “mahluk” yani yaratılmış bir varlıktır ve sürekli bir “yapılma” süreci içindedir; bu durum, onu var eden bir “Hâlık” (Yaratıcı) olduğunu gösterir.
Üçüncü olarak, insan rızka muhtaçtır ve kendi başına rızkını temin edemez; bu durum, ona rızkını veren bir “Rezzak” (Rızık Veren) olduğunu İsbatla.
Bu akıl yürütme, sadece bir iman beyanı değil, aynı zamanda insanın acziyeti ve muhtaçlığı üzerinden Allah’ın kudretini ve varlığını İsbatlayan bir tefekkür yoludur.

Sonuç ve Özet
Bu dört metin, birbirinden bağımsız konuları ele alıyor gibi görünse de, aslında derin bir bütünlük içerisindedir.
İlk metin, hayatın zorluklarına karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini anlatırken, ikinci metin bu duruşun temelini oluşturan mutlak kudret sahibi bir yaratıcıya olan inancı pekiştirir.
Üçüncü metin, bu inanç doğrultusunda fani şeylerden uzaklaşarak, hayatın asıl amacına yönelmemiz gerektiğini anlatır. Son olarak dördüncü metin ise, insanın kendi acziyeti üzerinden Allah’ın varlığına ve sıfatlarına dair akli ve vicdani deliller sunar.

Özet: Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden derlenen bu makalede, yaşamın zorlukları karşısında manevi bir duruşun nasıl inşa edileceği ele alınmıştır. İlk olarak, “metanet” ve “fedakârlık” ilkesiyle çağın çalkantılarına karşı sağlam duruşun gerekliliği anlatılır. İkinci olarak, Allah’ın “Kadîr-i Mutlak” sıfatıyla sınırsız kudretine ve yaratılış üzerindeki egemenliğine dikkat çekilir. Üçüncü olarak, ömrün kısalığına ve ahiret yolculuğunun önemine değinilerek, gafletten uyanıp fani zevkler yerine baki değerlere yönelmenin önemi anlatılır.
Son olarak, insanın acziyeti, muhtaçlığı ve yaratılmışlığı üzerinden Allah’ın varlığına, Rabb, Hâlık ve Rezzak sıfatlarına dair aklî deliller sunulur.
Bu dört metin, birbiriyle uyumlu bir şekilde, insanın varoluş arayışına rehberlik eden derin bir hikmet sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tedenniden Terakkiye: Türkiye’de Maddi ve Manevi Yükselişin Eşiği

Tedenniden Terakkiye: Türkiye’de Maddi ve Manevi Yükselişin Eşiği

Vergi rekortmeni genel evi patroniçesinden, inançlı ve dürüst insansız hava aracı şirketi Baykara.
Önemli bir gelişme.

Türkiye’yi maddi ve manevi yüz yıldır bitiren ve halkın iliğini kemirenlerden, Türkiye’ye maddi manevi katkı sağlayıp ayağa kaldıran Selçuk Bayraktar ailesine.
Teşekkürler ve Minnetler…

Bu Türkiye’nin önemli bir eşikten geçtiğinin göstergesidir.
Tedenniden terakkiye.

Bu konuda Bediüzzaman:

“Her bir mü’min İlâyı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek) ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmek (ilerlemek, yükselmek) tir. Zira ecnebiler (yabancılar), fünun (fenler) ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri (manevi baskı ve diktatörlükleri) altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla, İlâyı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehalet ve fakirlik ve fikir ayrılıklarına karşı cihat edeceğiz.”
Bediüzzaman, Divan-i Harbi-Örfı, 49.

Ve hadiste: “Sizden her kimin, dinini ve şerefini (iffet ve namusunu) malı ile korumaya gücü yeterse, korusun.”
Hakim, Müstedrek, 2/50; Münavi, Feyzul- Kadir 6/54,(8405); Haşimi, Muhtarul- Ehadisin- Nebeviyye, 139 (1140).

“Ahir zaman gelince insanlara mutlaka altın ve gümüş para gerekir ki, onunla kişi, hem dinini hem de dünyasını ayakta tutabilsin.” (Taberani’den, R. Ehadis, no: 815)

“Ahir zamanda insanlara para pul gerekecek. Ta ki, onunla din ve dünyalarını ayakta tutabilsinler.”
(Münavi, a.g.e., l, 425 (812).)

Konuyu daha da detaylandıracak olursak:

********

Türkiye’nin yakın tarihinde çarpıcı bir tablo vardır: Bir yanda vergi rekortmenliği listelerinde genel ev patroniçeleri boy gösterir, öte yanda ise milli teknoloji hamlesi ile Baykar gibi inançlı, dürüst, gayretli müteşebbislerin başarıları yükselir. Bu zıtlık, aslında bir milletin hangi değerlerle ayağa kalkacağına ve hangi yollarla tedenniden (gerilemeden) terakkiye (ilerlemeye) geçeceğine dair büyük bir ibret dersi taşır.

Bediüzzaman’ın Maddi Terakki Vurgusu

Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî’de şöyle der:

> “Her bir mü’min İlây-ı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler, fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla, İlây-ı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ihtilaflara karşı cihad edeceğiz.”

Bu söz, teknolojinin ve sanayileşmenin yalnızca maddi bir kazanç aracı değil, aynı zamanda imanı, haysiyeti ve bağımsızlığı koruma vasıtası olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün Baykar ailesinin ve Selçuk Bayraktar’ın üstlendiği misyon, tam da bu düsturla örtüşmektedir.

Hadislerin Işığında Ekonomi ve Din

Efendimiz (asm), ahir zamanda insanların dinlerini ve şereflerini mallarıyla koruyacaklarını haber verir.

“Sizden her kimin, dinini ve şerefini malı ile korumaya gücü yeterse, korusun.” (Hakim, Müstedrek, 2/50)

“Ahir zamanda insanlara altın ve gümüş para gerekir ki, onunla kişi hem dinini hem de dünyasını ayakta tutabilsin.” (Taberânî)

Bu hadisler, ekonomik kudretin manevi varlıkla doğrudan irtibatlı olduğunu anlatır. Fakirlik, zillet getirirken; helal ve temiz yoldan kazanılan servet, hem dini hem de vatanı muhafazaya vesile olur.

Tarihî Mukayese: İki Yol, İki Sonuç

Sömürü ve sefahat sektörü: Geçmişte toplumun iliğini sömüren, parayı yalnızca şehvet ve heva uğruna kazanan zihniyet, millete ahlakî çöküş ve manevi yozlaşma bırakmıştır.

Milli teknoloji ve üretim: Bugün ise Baykar örneğinde görüldüğü gibi, ilim, fen ve gayretle yükselen yatırımlar; hem ülkenin güvenliğini temin etmekte hem de gençlere umut vermektedir.

Bu mukayese, hangi yolun bir milleti ayağa kaldırdığı, hangisinin ise çöküşe sürüklediğini açıkça gösterir.

Hikmet ve İbret

Bir milletin vergide en büyük payı sefahat yuvalarından değil, sanayi ve teknoloji kuruluşlarından geliyorsa, o millet yükseliyor demektir.
Bir milletin gençleri şarkıcıların peşinde değil, mühendislerin izinde koşuyorsa, geleceği güven altına alınmış demektir.
Bir milletin zenginliği eğlenceye değil, ilme ve üretime akıyorsa, orada terakki başlamış demektir.

Ekonomik ve Ahlaki Boyut

Ekonomi sadece para kazanmak değildir; ahlakî bir zeminde üretim yapmaktır. Aksi halde para, şerre hizmet eden bir fitne aracına dönüşür.
Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, cehalet, fakirlik ve ihtilaf üç büyük düşmandır.
Baykar gibi girişimler cehaleti ilimle, fakirliği üretimle, ihtilafı da ortak milli hedeflerle bertaraf etmektedir.

Mantıki ve Akli Sonuç

Mantıken de şu hakikat ortaya çıkar:

Eğer millet, enerjisini sefahate harcarsa çürüme başlar.

Eğer millet, enerjisini ilme ve teknolojiye harcarsa güçlenme başlar.

Bu, aklın, mantığın ve tarihin teyit ettiği değişmez bir yasadır.

Sonuç ve Özet

Türkiye bugün kritik bir eşiğin üzerindedir. Dün sefahat yuvalarıyla övünen bir millet, bugün milli teknolojiyle gururlanabiliyor. Bu, tedenniden terakkiye geçişin en açık göstergesidir.

Maddi terakki, manevi yücelişin zeminidir.

Helal ve temiz kazanç, dini ve milli bağımsızlığın güvencesidir.

Teknoloji ve fen, ahir zamanın cihad vesilesidir.

Kısacası, bir milletin yükselişi dünya ile ahireti birlikte gözetmekle, ilimle sanayiyi, imanla ahlakı mezcedebilmekle mümkündür.

Asırları asrımızda özetleyen, aklı ve kalbi barıştırıp birleştiren Bediüzzaman’ın su tesbiti meseleyi özetler:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Münazarat.

*******

Kur’an Ayetleri ile Destek

  1. İlmin ve teknolojinin önemi:

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)

Bu ayet, cehaletle karanlıkta kalan milletlerin zillete mahkûm olacağını, ilim ve fenle yükselenlerin ise izzet bulacağını anlatır.

  1. Helal kazancın değeri:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. Ve çalışmasının karşılığı ileride görülecektir.” (Necm, 53/39-40)

Bu ayet, terakkinin çalışmak ve üretmekle olacağını açıkça bildirir.

  1. Zenginliğin doğru istikameti:

“Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rızaya dayalı bir ticaret olursa başka.” (Nisâ, 4/29)

Burada sefahatten kazanç yerine helal ticaret ve üretim teşvik edilmektedir.

  1. Maddi terakki ile manevi yükselişin bağı:

“Allah, sizden iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, dinlerini sağlamlaştıracağını ve korkularını güvene çevireceğini vaad etmiştir.” (Nur, 24/55)

Bu ayet, imanla beraber maddi ve siyasi terakkinin de bir müjde olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zalimlerin İpi Koptuğunda: Gazze, Adalet ve İnsanlığın İmtihanı

Zalimlerin İpi Koptuğunda: Gazze, Adalet ve İnsanlığın İmtihanı

İsrail’in saldırıları artık sınır tanımaz bir hale gelmiştir. Rastgele, gözü dönmüş bir şiddet; kadın, çocuk, hasta demeden masumları hedef almakta; her gün yeni bir cinayet işlenmektedir. Lübnan’a düzenlenen saldırılarda yaralananlar, Gazze’de suya muhtaç bırakılanlar, bombalanan hastaneler ve yıkılan evler… Bütün bunlar, tarihin kaydettiği zalimlerin değişmez yüzünü bir kez daha ortaya koymaktadır.

Zalimlerin İpi Kopması

Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuarâ, 26/227)

Zalimlerin ipi koptuğunda onlar, akıl ve vicdanlarını kaybederler. Saldırılarında ölçü kalmaz, adeta şeytanın piyonları haline gelirler. Bugün İsrail’in yaptığı tam da budur. Tarihte Nemrut’un ateşi, Firavun’un denizi, Ebu Cehil’in Bedir’deki akıbeti ne ise; İsrail’in sonu da bundan farklı olmayacaktır.

ABD’nin Hukuksuzluğu Hukuklaştırma Çabası

ABD, hem kendi zulümlerine hem de suç ortağı İsrail’in işgal ve soykırımına “hukuki kılıf” aramaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni tehdit eden, yargıç ve savcıları yaptırım listesine alan bir devlet; aslında “dağ kanunlarını” meşrulaştırma gayreti içindedir. Oysa Kur’an, zulmün akıbetini açıkça haber verir:

> “Zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hud, 11/113)

Hukuku kendi çıkarına alet edenler, adaletin ilahî tokadından kaçamayacaklardır.

Gazze İçin Küresel Çağrı

Hamas’ın çağrısı yalnızca bir siyasi hamle değil, aynı zamanda insanlığın vicdanına yapılan bir davettir. Zira Gazze sadece Filistinlilerin meselesi değildir; o, bütün insanlığın adalet imtihanıdır. Kur’an’ın ifadesiyle:

> “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât, 49/10)

Bugün Gazze’nin yarası, bütün ümmetin kalbindedir.

İlahi Adaletin Tecellisi

ABD ve İsrail masumları vururken, tabiat kanunları da zalimleri vurmaktadır. Amerika’da kasırgalar, seller, yangınlar; adeta masumların ahına cevap veren ilahî ikazlardır. Tarih boyunca zulmün ardından gelen felaketler, kaderin değişmez bir kanunudur:

> “Nice memleketler vardır ki, zulmederken biz onları helâk ettik; duvarları çökmüş, harap halde kalmıştır.” (Hac, 22/45)

Masum mükâfatını alırken, zalim de cezasını bulacaktır.

Dünyada Yükselen Tepkiler

İtalya’daki Bari fuarından İsrail’in kovulması, Avrupa’da soğumaya başlayan bir vicdan hareketini işaret etmektedir. Bir millet, işgalciyi ticaret alanında bile görmek istemiyorsa, zalimin yalnızlaşma süreci başlamış demektir. Bu yalnızlaşma, tarihin defalarca şahit olduğu bir akıbettir: Zulmün en büyük düşmanı yine kendi işlediği zulümdür.

Gazze’de Susuzluk: İnsanlığın İmtihanı

Gazze’nin en temel ihtiyacı olan suyun kesilmesi, zalimliğin ulaştığı vahşeti gösterir. Suyu bile esirgeyen bir zihniyetin insanlıktan nasibi kalmamıştır. Oysa Kur’an, suyu “her şeyin hayat kaynağı” olarak tarif eder:

> “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 21/30)

Suyu kesmek, aslında hayatı yok etmektir. Bu, sadece zulüm değil, insanlık dışı bir cinayettir.

Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Boyut

Sosyal açıdan: Gazze halkı, sabır ve metanetin sembolü haline gelmiştir. Onların direnci, zalime karşı insanlığın umududur.

Siyasi açıdan: ABD ve İsrail’in zulmü, aslında yeni bir dünya düzeninin doğum sancılarını haber vermektedir. Bu düzen, zulmün değil adaletin üzerine bina edilmek zorundadır.

Ahlaki açıdan: Zalimlerin çöküşü, masumların duası ve gözyaşıyla hızlanacaktır.

Akli ve mantıki açıdan: Hiçbir zulüm ebedî değildir; tarih, bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Sonuç ve Özet

İsrail ipini koparmış, ABD zulme kılıf aramış, masumlar kan ve gözyaşı içinde kalmıştır. Ancak tarihin, aklın, imanın ve vicdanın hükmü bellidir:

Zulüm bâki kalmaz.

Masumların duası gökleri titretir.

Zalimler en güçlü olduklarını sandıkları anda çökerler.

Özet:
Bugün Gazze imtihandır. ABD ve İsrail zulmü, insanlığın adalet terazisini ölçmektedir. Gazze için direnenler, tarihin onurlu sayfalarına yazılacak; zulmedenler ise lanetle anılacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Vicdanının Durduğu Yer.

Gazze: İnsanlığın Vicdanının Durduğu Yer.

Tarihler, milletlerin sadece başarılarını değil, aynı zamanda utançlarını da kaydeder. Bugün Gazze’de yaşananlar, insanlık tarihinin kara sayfalarına işlenecek bir imtihandır.

İsrail Savunma Bakanı’nın açıkladığı işgal planı, sadece bir askeri operasyon değil; yeryüzünde adaletin, hukukun ve vicdanın nasıl ayaklar altına alındığının bir sembolüdür. 60 bin askerin çağrılması, Gazze’nin taşlarına, toprağına, çocuklarına karşı başlatılan bir **“insanlığa meydan savaşı”**dır.

Trump’ın Skandal Övgüsü

ABD Başkanı Trump’ın Netanyahu’yu “kahraman” ilan etmesi ise tarihin ibretle kaydedeceği bir hadisedir.
İnsanlığın bitişi, vicdanın sönüşü demektir.
On binlerce masumun kanına bulanmış bir isme “kahraman” denmesi, kahramanlık kavramının küresel siyasette nasıl kirletildiğini gösteriyor.
Dün dağdaki eşkıya, bugün devletlerin başında terör estiriyor.
Dağları şehirlere taşıyor.
Acaba bu övgünün arkasında gizli bir şantaj mı, yoksa çıkar hesaplarının körleştirici etkisi mi var? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun hakikat değişmiyor: Katil kahraman olamaz, mazlum cellat değildir.
Katilin avukatı da katil.

Mısır’ın Sina’da Alarmı

İsrail’in Gazze’yi işgal ederek Filistinlileri Sina’ya sürme planına karşı Mısır’ın sınır hattına 40 bin asker konuşlandırması, tarihin ironilerinden biridir. Dün Arap dünyası çoğu kez susarken, bugün bazı kapılar kısmen aralanıyor. Fakat bu askeri yığınak, Gazze halkına destek mi, yoksa olası bir göçü kontrol altına alma girişimi mi? Zaman gösterecek.

İstanbul’da Alimlerin Toplanması

İstanbul’da 50 ülkeden ilim insanının bir araya gelmesi, tarihte ümmetin ortak sorumluluğunu hatırlatan nadir hadiselerden biridir. Eyüpsultan’da, Ayasofya’da yapılacak açıklamalar, sadece Gazze’nin değil, Mescid-i Aksa’nın ve insanlığın namusunun müdafaasıdır.
Bu buluşma, ümmetin birlik olursa ne kadar güçlü bir ses çıkarabileceğinin de işaretidir.

Hamas’ın Küresel Grev Çağrısı

Hamas’ın “küresel grev” çağrısı ise tarihin vicdanına yapılan bir davettir. Zira zulme karşı sessiz kalmak, zulmün ortağı olmaktır. Dünyanın dört bir yanında vicdanlı insanlar sokaklara çıkarken, susanların dilleri değil, kalpleri mühürlenmektedir.

Anne ve Çocuğunun Çığlığı

Gazze’de açlıktan ölmek üzere olan çocuğu Musab için gözyaşı döken annenin feryadı, bütün siyasetlerden, bütün stratejilerden daha gerçek ve daha sarsıcıdır. “Ruhun ruhumdan, kanın kanımdan” diyerek evladına sarılan annenin yakarışı, insanlığın utancını haykırıyor:
“Vallahi her gün bin kere ölüyorum. Vallahi benim içimdeki ateşi kimse hissetmiyor.”

Bu sözler, diplomatik raporların, askeri planların ve siyasi nutukların üstünde bir gerçeği hatırlatıyor: İnsanlık ölüyor.

Hikmetli Bir Ders

Tarih şunu gösteriyor:

Firavunlar her zaman oldu, ama Musa’lar da vardı.

Nemrutlar zulmetti, ama İbrahimler ateşi gülistana çevirdi.

Ebu Cehiller susturmaya çalıştı, ama Muhammed Mustafa (sav) hakkı haykırdı.

Bugün Netanyahu ve onun destekçileri de birer modern Firavun’dur. Ama onların zulmü sonsuz değil, tarihin akışı içinde yok olup gidecek birer lekedir.

Vicdanlara Çağrı

Gazze sadece bir coğrafya değil, bir vicdan terazisidir.

Kim adaletin yanında, kim zulmün yanında?

Kim hakkı savunuyor, kim menfaatin peşinde?

Kim mazluma el uzatıyor, kim zalime alkış tutuyor?

Bu soruların cevabı, milletlerin ahiret hesabında da dünya tarihindeki şeref sahifelerinde de yazılı kalacaktır.

Sonuç:

Gazze, bugün insanlığın en büyük sınavıdır.
Zalimler, zulümlerini “kahramanlık” diye pazarlasa da; mazlumlar, sabır ve direnişleriyle asıl kahramanlığı gösteriyorlar.

Unutmayalım ki, Allah en zor imtihanları en güçlü kullarına verir.
Gazze’nin çığlığı, belki de bütün insanlığa yapılan bir çağrıdır:
“Ya zulme ortak olun, ya da vicdanınızla tarihe onurlu bir not bırakın.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Vicdan Aynası

Gazze: İnsanlığın Vicdan Aynası

Tarih boyunca zulüm, baskı ve işgal görmüş milletler oldu. Fakat bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir halkın dramı değil; insanlığın en ağır imtihanıdır. Çünkü Gazze’nin sokaklarında yankılanan çığlıklar, mazlumun ahını duymazdan gelen kulakların sağır, kalplerin taş kesildiğini haykırmaktadır.

Tarihî Boyut: Firavun’un Zulmünden Modern Zalimlere

Tarihte Firavun’un zulmü Nil kıyılarında yankılanmış, Nemrut’un kibrini ateş yutmuştu. Bugün ise aynı zulüm başka isimler, başka maskelerle sahneye çıkıyor. İsrail’in işlediği cinayetler, sadece Gazze’nin değil, insanlığın alnına kara bir leke olarak kazınıyor. Zulüm, mekân ve isim değiştiriyor; ama aynı kanlı el aynı masum çocuğun boğazına sarılıyor.

Hikmet ve İbret:

Gazze, ümmet için bir aynadır. Bu ayna bize şunu gösteriyor:

Asıl düşman, sadece dışarıdaki zalim değil; içerideki parçalanmışlık, hizipçilik ve sessizliktir.

Birlik olmadan zalime karşı durulamaz. Tarihte Haçlılara ve Moğollara karşı verilen direniş, ancak omuz omuza verildiğinde bir zafer getirmiştir.

Akıl ve Mantık:

BM kararları, uluslararası hukuk, sözleşmeler… Hepsi kâğıt üzerinde kalıyor. Peki niçin? Çünkü güç ve çıkar, adaletin önüne geçmiş. Akıl bize şunu söylüyor: Bir zulüm ancak kuvvetle durdurulabilir. İşte bu yüzden İslam âlimlerinin ve Gazze Mahkemesi’nin BM’ye yaptığı “koruma gücü gönderin” çağrısı, mantığın ta kendisidir. İnsanlık, zalimi kınamakla yetinirse, mazlumun kanı akmaya devam eder.

Edebî Bir Hakikat:

Gazze, kanla yazılmış bir şiir gibi…
Her satırı yetim gözyaşıyla ıslanmış, her dizesi bir annenin çığlığıyla titreyor.
Ama bu şiir, sadece hüzün değil; aynı zamanda direniş ve umut bestesidir. Çünkü her şehit, toprağa düşerken “özgürlük” fidanı oluyor.

Mantıkî ve İbretli Ders:

Eğer İslam dünyası Gazze konusunda birleşmezse, aynı ateş yarın kendi evlerimizi saracaktır.

Eğer insanlık bu zulme sessiz kalırsa, “hukuk” ve “medeniyet” gibi kavramlar sadece boş birer söz olarak kalacaktır.

Ve eğer bizler “devlet yapsın” deyip kenara çekilirsek, Allah hesabı bizden soracaktır. Nitekim Kadıköy’de tek başına pankart açan genç kızın yazdığı gibi:

> “Allah Gazze’nin hesabını devletten değil bizden soracak.”

Sonuç:

Gazze, bir coğrafya olmaktan çıktı; vicdanın ve imanın ölçüsü haline geldi.
Bir zamanlar Endülüs’te, Kudüs’te, Bosna’da akan kanın devamı bugün Gazze’de akıyor. Tarih bize şunu öğretiyor: Zulme karşı susan, zalimin ortağı olur.

Bugün yükselen küresel inisiyatifler, mazlumun yanında yer alan halk hareketleri, alimlerin haykırışı bize şunu söylüyor: İnsanlığın kurtuluşu Gazze’de sınanıyor.
Bu sınavda ya onurlu bir şekilde mazlumun yanında olacağız, ya da tarih kitaplarında suskunların utanç sayfasında yerimizi alacağız.

*******

Gazze: İnsanlığın Vicdanında Açılan Yara

Tarih, sadece zaferlerin yahut hezimetlerin kaydından ibaret değildir. Asıl olan, milletlerin imtihanlarını ve insanlığın vicdanında açılan yaraları göstermesidir. Bugün Gazze’de yaşananlar da tarihin en acı imtihanlarından biridir.

Gazze, yalnızca coğrafi bir mekân değildir; bir vicdan pusulasıdır. O pusulayı kaybedenler, insanlığını da kaybetmiştir. Birleşmiş Milletler’in sessizliği, Batılı devletlerin körlüğü ve İslam dünyasının dağınıklığı bu hakikati haykırıyor. Filistin’de zulme uğrayan sadece insanlar değil, aynı zamanda insanlığın kendisidir.

Tarihten İbret: İçerdeki Zaafın Bedeli

Endülüs’ün düşüşü, Osmanlı’nın çözülüşü, Abbasîlerin yıkılışı… Hepsinde görülen ortak bir sebep vardır: İçerideki ihtilaf, düşmanların en büyük silahıdır. Bugün Gazze’de ve Batı Şeria’da da aynı manzarayı görüyoruz. Mahmud Abbas’ın işgalciyle işbirliği, Batı Şeria’daki direnişin boğulması ve İslam ülkelerinin dağınıklığı, dışarıdaki düşmandan daha büyük bir tehlikedir.

Düşmanın büyüğü içimizdedir, derken, bu hakikate işaret edilmektedir. Zalim İsrail’in zulmünü kolaylaştıran en büyük etken, ümmetin kendi içindeki dağınıklığıdır.

Akıl ve Mantığın Feryadı

İsrail’in işlediği suçlar uluslararası hukuka göre soykırım niteliğindedir. Aç bırakma, toplu cezalandırma, sivilleri hedef alma… Bütün bunlar Lahey’de defalarca yargılanması gereken suçlardır. Buna rağmen dünya, ekonomik çıkar ve siyasi menfaat uğruna sessiz kalıyor.

Bu tablo bize gösteriyor ki; adalet kavramı uluslararası arenada artık kör, sağır ve dilsizdir. Eğer insanlığın vicdanı ayağa kalkmazsa, hukuk kitaplarda yazılı kuru bir metinden öteye geçemez.

Hikmetin Penceresinden Gazze

Gazze bugün ümmete şunu haykırıyor: “Ben sizin imtihanınım!”
Çünkü Gazze, yalnızca bir coğrafyanın savunması değil; bir kimliğin, bir inancın ve bir vicdanın muhafazasıdır.

Sorumluluğu sadece hükümetlere yükleyip kenara çekilen bir millet, yarın “Ben ne yaptım?” sorusunun cevabını veremeyecektir.

Çözüm Nerede?

Çözüm ne sadece silahla, ne de sadece diplomasiyle mümkündür. Çözüm; birlik, dirayet ve iç muhasebe ve toplu harekete geçmek ile mümkündür.

İslam ülkeleri parçalanmışlıklarını bırakıp ortak bir irade oluşturmadıkça,

Müslümanlar günlük konforlarını aşıp vicdanî bir seferberlik ilan etmedikçe,

Aydınlar, ilim adamları ve liderler hakikati korkusuzca haykırmadıkça,

Gazze kanamaya devam edecek.

Son Söz: Tarihin Şahitliği

Bugün Gazze’ye karşı sessiz kalan dünya, yarın kendi utancının ağırlığı altında ezilecektir. Zalim İsrail ise tarihteki diğer zalimler gibi silinip gidecektir. Ama Gazze, sabrıyla ve direnişiyle tarihin onurlu sayfalarında kalacaktır.

Gazze’nin taşları, yıkılan evleri, ağlayan çocukları, bize hep şu soruyu soruyor:
“İnsanlık, vicdanını ne zaman hatırlayacak?”

*******

Gazze: İnsanlığın Vicdanında Açılan Yara

Zulme Karşı Kur’ân’ın Haykırışı

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz buyuruyor:

> “Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.” (Hûd Sûresi, 113)

Bu ayet, zulmün sadece zalimi değil; ona sessiz kalan, razı olan, destek verenleri de helake sürüklediğini bildiriyor. Gazze’de işlenen zulüm karşısında susmak, bu ayetin tehdidi altına girmektir.

Bir başka ayette ise:

> “Zalimlerden korkmayın, benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamamlayayım ve doğru yolu bulasınız.” (Bakara Sûresi, 150)

denilerek mazlumlara sabır ve direnç telkin edilirken, zalimlerin akıbetinin hüsran olacağı haber verilmiştir.

Hadislerden İbret

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor:

“Zulme engel olun; çünkü zulüm kıyamet gününde zifiri karanlıklar olur.” (Buhârî, Mezâlim, 9)

“Sizden kim bir kötülük görürse eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Bugün Gazze’deki zulüm karşısında müminin tavrı bu hadislerle ölçülür. Eliyle düzeltemeyen, diliyle haykırmalı; diliyle yapamayan, kalbiyle buğzetmeli. Ama kalbiyle bile buğzetmeyen, imanın en zayıf derecesinden de aşağıya düşme tehlikesi taşır.

Risale-i Nur’un Penceresinden Zulüm ve Adalet

Bilinmelidir ki; zulme sessiz kalan toplumların helake sürüklendiği de bir hakikat ve bir vakıadır.

“Zulüm ile abad olunmaz.”

“Zalimler için yaşasın cehennem.”

İsrail’in yaptığı topluca cezalandırma, en büyük zulümlerden biridir. Çünkü savaşta bile kadınlar, çocuklar ve masum siviller hedef alınmaz.

Hikmet ve İbret

Gazze, sadece Müslümanlara değil, tüm insanlığa bir imtihandır.

Müslümanlara: “Ümmet olmayı hatırlıyor musunuz?” diye soruyor.

Batı dünyasına: “Adalet dediğiniz şey çıkarlarınızın ötesine geçebiliyor mu?” diye soruyor.

Her birimize: “Kalbiniz mazluma mı, yoksa zalime mi meylediyor?” diye soruyor.

Sonuç: İnsanlığın Vicdan Sınavı

Gazze bugün kan ağlıyor. Ama aynı zamanda insanlığın onurunu, direncini ve imanını ayakta tutuyor.
Tarih bize gösterdi: Firavunlar, Nemrutlar, Hitlerler geldi geçti. İsrail’in zulmü de geçecek. Ama Gazze’nin sabrı ve direnişi, kıyamete kadar bir şehadet nişanı olarak kalacak.

Çünkü Rabbimiz buyuruyor:

> “Allah, zalimlerin yaptıklarından habersiz değildir. Onları ancak gözlerin dehşetle donup kalacağı güne erteliyor.” (İbrahim Sûresi, 42)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hukuk Komada: Çivisi Çıkmış Bir Adalet Sisteminin Anatomisi

Hukuk Komada: Çivisi Çıkmış Bir Adalet Sisteminin Anatomisi

Daha önceleri hukuk ile ilgili yazmış olduğum yazılardan birkaçını dört farklı yapay zekaya vererek konuları özetleyip bir makale yazmasını istedim.[1]
İşte ortaya çıkan dört farklı makale ve yapay zekanın bazı tavsiyeler:

*******

Çok kapsamlı ve derinlikli bir yazı hazırlamışsınız. Aslında üç ana omurgada toplanıyor diyebiliriz:

  1. Hukuk sisteminin komada oluşu → Suçlunun cesaret kazanması, mağdurun korunmaması, polisin emeğinin boşa gitmesi.
  2. Eğitimdeki disiplin ve adalet açığı → Öğretmen ve çalışkan öğrencilerin mağdur olması, suistimallerin affedilmesi.
  3. Hukuk-terör ilişkisi → Yetersiz hukuk düzeninin, terörü ve terör sevicilerini güçlendirmesi.

Yazınızda tarihî örnekler, şahsi tecrübeler ve güncel siyasetle bağlantılar iç içe geçmiş. Bunu daha da güçlendirmek için birkaç öneri ekleyebilirim:

Başlıklandırma ve alt başlıklar: Yazı zaten bölümlere ayrılmış, fakat alt başlıklar daha kısa ve vurucu olursa okuyucunun dikkatini daha çok çeker (ör. “Cezasızlığın Cesareti – Mağdurun Sessizliği” gibi).

Veciz ifadeler: Zaten çok güzel nükteler var, bunları “kutucuk alıntı” gibi ayırarak öne çıkarabilirsiniz. Mesela:

> “Devletlerin batışı, hukukun çöküşüyledir. Adalet ölünce, devlet de ölür.”

Ayet ve tarihî referanslar: Hz. Ömer’in adalet hassasiyetini çok iyi işlemişsiniz. Buna ek olarak Nisa 58 (“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder”) gibi bir ayet, yazının Kur’ânî çerçevesini de güçlendirir.

Çıkış yolu vurgusu: “Hukuk ölürse devlet ölür” vurgusunu, çözüm yollarıyla bağlayarak bitirmek yazıyı daha umutlu kılar. “Caydırıcı ceza”, “şeffaf yargı”, “liyakat”, “sahtecilikle mücadele” gibi maddeleri daha da keskinleştirebilirsiniz.

Bir de şu tespitinizi daha belirgin hale getirmek faydalı olur:
👉 Hukukun krizi sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın en büyük problemidir. Güçlülerin hukukunun egemen olduğu çağda, terör de, zulüm de, işgal de bu boşluktan beslenmektedir.

********

### Türkiye’nin En Büyük Problemi: Hukuk Krizi

#### Giriş: Hukukun Komada Olduğu Bir Toplum

Tarih boyunca devletlerin temel taşı adalet olmuştur. Adaletin güçlü olduğu yerlerde huzur ve medeniyet yeşermiş, zayıfladığı toplumlarda ise çürüme ve çöküş kaçınılmaz olmuştur. Bugün Türkiye’de hukuk sistemi, “komada” bir hasta gibi nefes almakta zorlanıyor. Eskiden kırk yamalı bohça olan hukuk, artık dört yüz yamalı bir hale gelmiş durumda. Suçlular cesaretlenirken, mağdurlar unutuluyor; polisler hayatlarını riske atarken, çabaları fiyaskoyla sonuçlanıyor. Bu kriz, sadece adliyelerde değil, eğitimden teröre kadar her alanda kendini gösteriyor. Yazılarımda defalarca vurguladığım gibi, Türkiye’nin birinci problemi hukuk problemidir. Adalet ölürse, devlet de ölür.

#### Hukukun Çivisi Çıkmış: Suç ve Cezasızlık

Hukuk sistemimizdeki en büyük yara, cezasızlığın sıradanlaşmasıdır. Suç dosyaları odalara sığmazken, suçluların işlediği suç sayısı yaşlarından fazla oluyor. Hakimler ve savcılar kararlarını “falan maddeye göre” verirken, vicdan ve akıl göz ardı ediliyor. Polisler, suçluları yakalamak için canlarını ortaya koyuyor, ancak kısa sürede serbest bırakılan suçlular dalga geçercesine sokaklara dönüyor. Hapishanelerde tanık olduğum hırsızlar, söz verdikleri halde bir hafta sonra yeni soygun planları yapıyor. Emniyet amirleri, tanıdıkları hırsızların “siz işe gidiyorsunuz, biz de” diye alay etmesinden dert yanıyor. Bu durum, toplumu “Batsın böyle hukuk!” dedirtecek noktaya getiriyor.

Mağdurlar korunmazken, suçlulara verilen cezalar yetersiz kalıyor. Kadınları bıçaklayan caniler adli kontrolle salıveriliyor, doktorlara saldıranlar kamuoyu baskısıyla tutuklanıyor. Bu, sadece bireysel trajediler değil; sistemik bir çöküşün işaretidir.
Tarihten örnekler net: Roma, Abbasi ve Osmanlı, adaletin zayıfladığı dönemlerde yıkıldı. Hz. Ömer’in koyun sorumluluğu gibi, bugün can, mal ve onur güvenliği tehdit altında.
Mevlâna’nın sözüyle, adalet “bir şeyi yerli yerine koymak” tır; ancak bugün değerler altüst edilmiş, suç ödüllendirilir hale gelmiş.

#### Eğitimde Hukuk Açığı: Disiplinsizlik ve Sahtecilik

Hukuk krizi, Milli Eğitim sistemine de sıçramış durumda. Okullardaki disiplin kurulları ciddiyetsiz; öğretmenleri rencide eden, huzuru bozan öğrenciler yıl sonunda affediliyor. Bu, sorumlu öğretmenleri nefretle doldururken, çalışkan öğrencileri mağdur ediyor. CİMER’e yazdığım şikayetler, geçiştirme cevaplarıyla karşılandı; yaşanan gerçekler görmezden geliniyor. Sahte diplomalar, çalıntı sorular gibi skandallar, sistemin temelini kemiriyor. Eğitimde adalet olmayınca, genç nesillerin karakter inşası bozuluyor; okullar, kuralsızlığın egemen olduğu kurumlara dönüşüyor.

#### Terör ve Hukukun Yetersizliği: Beslenen Canavar

Terör, hukuktaki açık ve yetersizliklerden besleniyor. PKK gibi örgütler, hukuk boşluklarından yararlanarak güçleniyor. DEM Partisi’nin TBMM’deki milletvekilleri ve aldığı hazine yardımları (yaklaşık 940 milyon lira), şehit ailelerinin hakkını terör yuvasına aktarıyor. MHP lideri Bahçeli’nin ifadesiyle, bu paralar “kurşun, silah ve bomba” ya dönüşüyor. Anayasa Mahkemesi’nin “Barış Bildirisi” imzacılarını aklayan kararı, PKK’ya destek verenleri meşrulaştırırken, orduyu ve polisi “katil” konumuna düşürüyor. Bu, teröre güç veriyor; askerler şehit olurken, terör sevicilerine maaş veriliyor.

Uluslararası boyutta da hukuk yokluğu terör üretiyor. İsrail’in Gazze’deki soykırımı, ABD’li Albay McGregor’un itiraflarıyla toprak genişletme planı olarak ortaya çıkıyor. PKK, petrol ve Ortadoğu şekillendirme meselesinin parçası. Rusya’daki konser salonu saldırısı gibi olaylar, küresel terörün hukuk boşluğunda büyüdüğünü gösteriyor. Hukuk güçlülerin elinde kukla olunca, terör devletleri gibi İsrail cinayetlerine göz yumuluyor. ABD Savunma Bakanı’nın 25 bin kadın ve çocuğun öldürülmesini kabul etmesi, bu hukuksuzluğun zirvesi.

Van’daki belediye başkanı seçimi skandalı gibi örnekler, terörün hukuktan beslendiğini isbatlıyor. İdam gibi caydırıcı cezalar kaldırılınca, Öcalan gibi figürler etrafında ihanet artıyor. Ergenekon davası gibi süreçler, müebbet hapislerden serbest bırakmalara dönüyor. Terör, hukuk yamalarından sızıyor; zalime hürriyet tanınırken, mazlumlar yanıyor.

#### Musibetleri Davet Eden Hukuksuzluk

Adalet tam uygulanmazsa, musibetler artar. Orman yangınları yakanlara sadece hapis tehdidi, caydırıcı olmuyor; iyi hal indirimleri cesaret veriyor. Aç canavara merhamet, iştahını kabartır. Öcalan’ın idamı kaldırılınca terör arttı; avukatlarının mesajları ihanet zincirini uzattı. Çin’de kedileri kurtaran operasyon gibi zaferler, hukukun caydırıcılığını gösteriyor. Türkiye’de ise hukuk krizi, darbelerden kalma zincirleri kırılmamış halde bırakıyor. Anayasa Mahkemesi’nin meclis kararlarını iptali, azınlık hukukunun çoğunluğa tahakkümünü sürdürüyor.

Ayasofya’nın açılması gibi konularda bile dış baskılar ağır basıyor; Patrik Bartholomeos’un çağrıları, İslam’a sırt çevirme tehdidiyle geliyor. Çoklu baro sistemi eleştirileri, mezhepçi yapı türeteceği iddiasıyla sol zihniyeti korumaya çalışıyor. Osmanlı’nın evrensel hukuku gibi, azınlık ve çoğunluğu koruyan bir sistem şart.

#### Çıkış Yolu: Hukuku Diriltmek

Normalleşme, hukuk normlarının umumu kucaklamasıyla mümkün. Darbe hukuku yerine, vicdanlı ve adil bir sistem kurulmalı. Cezalar caydırıcı olmalı; fail değil, mağdur korunmalı. İslam hukukunun kısas gibi prensipleri tartışılmalı. Hakimler hesap vermeli; “adli kontrol” gibi kaçamaklar kaldırılmalı. Eğitimde disiplin kurulları kararlı işlemeli, sahtecilik köklü mücadeleyle bitirilmeli.

#### Sonuç: Adaletin Zaferi, Devletin Bekası

Hukuk, milletin ruhudur; çürürse devlet beden olarak yaşar ama ruhunu kaybeder. Türkiye’nin 100 yıllık problemi, ithal ve yamalı hukuktan kaynaklanıyor. Terörden eğitime, her alanda hukuk krizi çözülmedikçe, zincirler kırılmaz. “Zulüm ile payidar olunmaz” sözüyle, adaleti vicdanla tesis etmek şart. Hukuk dirilirse, toplum dirilir; yoksa musibetler artar. Bu makale, yazılarımın özeti: En önemli problem hukuk problemidir. Çözüm, adaletin yeniden inşasında.

******

Hukuk Komada: Çivisi Çıkmış Bir Adalet Sisteminin Anatomisi

Türkiye’nin en temel, en yakıcı ve diğer tüm sorunların kaynağında yatan meselesi, hukuk sorunudur. Adalet mekanizması, suçluyu cezalandırmak ve mağduru korumak gibi asli görevlerini yerine getiremez durumda; adeta komaya girmiş, nefes almakta zorlanan bir hasta gibi.

  1. Suç ve Ceza Arasındaki Uçurum: Cezasızlık Kültürü

Sistemin en görünür çöküşü, suç ile ceza arasındaki dengeyi kaybetmesidir. Polis, hayatını ortaya koyarak suçluyu yakalar, ancak yargı süreci sonunda suçlu, adeta dalga geçercesine kısa sürede serbest kalır. Bu durum:

  • Suçluda cesaret oluşturur. “Hırsızlık yapmayacağım” diyen birinin, bir hafta sonra yeni bir soygun planı yapabilmesi, cezanın caydırıcılığını tamamen yitirdiğinin isbatıdır.
    · Kolluk kuvvetlerini moralsizliğe ve tükenmişliğe sürükler.
    · Mağduru ikinci kez mağdur eder; devlete olan güvenini yerle bir eder.
  1. Eğitim Sisteminde Yansıyan Adaletsizlik: Disiplinsizlik ve Affedicilik

Adalet zaafı sadece adliye koridorlarında yaşanmıyor. Milli Eğitim sistemindeki disiplin mekanizması da aynı çürümüşlükten nasibini alıyor. Öğretmene saygısızlık yapan, sınıf huzurunu bozan öğrenciler, yıl sonundaki disiplin kurullarında kolayca affediliyor. Bu affedicilik:

  • Sorumlu ve ciddi öğretmenleri cezalandırır, onları yalnızlaştırır ve nefretle baş başa bırakır.
    · Çalışkan ve ahlaklı öğrencilerin hakkını yer.
    · “Yaptıklarım yanıma kâr kaldı” anlayışını pekiştirerek, geleceğin suçlu potansiyelini besler.
  1. Terörün Hukuk Şemsiyesi Altında Meşrulaştırılması

Hukuk sistemindeki açıklar, en ağır suçları işleyen terör örgütleri ve destekçileri tarafından bir kalkan olarak kullanılıyor. Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı mercilerinin, terör örgütünün eylemlerini “devlet katliamı” olarak niteleyen bildiriyi imzalayan akademisyenleri aklaması, bu korkunç realitenin en çarpıcı örneğidir. Bu durum:

  • Terör örgütlerine ve siyasi uzantılarına meşruiyet kazandırır.
    · Terörle mücadele eden güvenlik güçlerini gayri meşru konuma düşürme çabasıdır.
    · Terör örgütlerinin devlet hazinesinden milyonlarca lira destek alabilmesi, hukukun bu alandaki iflasını gözler önüne serer.
  1. Tarihî ve İlmî Perspektif: Adalet Ölürse Devlet de Ölür

Tarih, adaletin olmadığı yerde devletin de ayakta kalamayacağını defalarca yazmıştır. Roma’nın, Osmanlı’nın çöküş dönemleri, hep adalet terazisinin bozulduğu dönemlere denk gelir. Modern hukuk sosyolojisi de cezasızlığın, suçu ödüllendirdiğini ve toplumda anarşi eğilimlerini artırdığını ortaya koymaktadır. Kanunlar, adaletin ruhunu taşımıyorsa, sadece mürekkep yığınından ibarettir.

  1. Normalleşmenin Yolu: Hukukun Yeniden İnşası

Türkiye’nin normalleşmesi, ancak ve ancak hukuk normlarının sağlam, tarafsız ve herkesi kucaklayıcı bir şekilde işlemesiyle mümkündür. 100 yıllık “darbe hukuku” ve “azınlık hukuku” anlayışı terk edilmeden, çoğunluğun değerlerine saygılı ve evrensel ilkelerle uyumlu bir hukuk düzeni inşa edilmeden, diğer tüm reformlar havada kalacaktır.

Sonuç: Vicdan Terazisini Yeniden Kurmak

“Batsın böyle hukuk!” çığlığı, sistemin vatandaşta oluşturduğu umutsuzluğun en net ifadesidir. Çözüm, yamalı bohçaya yeni yamalar dikmekte değil; sistemi baştan aşağı adalet ve vicdan ekseninde yeniden kurmaktan geçer. Suçlunun değil, mağdurun lehine işleyen; teröre değil, terörle mücadele edene kol kanat geren; liyakati ödüllendiren, sahtekârlığı en ağır şekilde cezalandıran bir hukuk düzeni, milletin vicdanını, umudunu ve geleceğini ayağa kaldıracak tek yoldur. Unutulmamalıdır ki, adalet ölürse, devlet de ölür.

*******

Bu, Türkiye’deki adalet ve hukuk sistemine ilişkin derin endişeleri dile getiren, çeşitli makalelerden derlenmiş kapsamlı bir metin. Sunulan metnin ana fikri, Türkiye’nin en temel sorununun hukuk problemi olduğu ve bu sorunun toplumun her alanında hissedildiği. Bu metni özetleyen ve ana argümanları bir araya getiren bir makale aşağıda sunulmuştur.

Hukukun Komada Olduğu Bir Ülkenin Çığlığı

Toplumun temel direği olan adalet, bir ülkenin hem ruhunu hem de güvenliğini belirleyen en kritik unsurdur. Tarih boyunca adil bir düzen üzerine kurulan medeniyetler yükselmiş, adaletin yitirildiği toplumlar ise çürüyerek dağılmıştır. Türkiye’nin bugünkü durumu, bu tarihsel gerçeği acı bir şekilde doğrular niteliktedir. Polislerin hayatlarını riske atarak yakaladığı suçluların kısa sürede serbest bırakılması, mağdurların haklarını arayamaması ve cezasızlık kültürünün yayılması, toplumdaki adalet duygusunu derinden sarsmaktadır. Bu durum, hukukun sadece “kırk yamalı” değil, artık “yama bile tutmayan” bir hale geldiğini göstermektedir.

Hukuk Sadece Adliyede Değil, Her Yerde Sorunlu

Yazarın vurguladığı gibi, bu problem sadece adliye binalarıyla sınırlı değil, aynı zamanda Milli Eğitim sistemi gibi toplumun diğer hayati alanlarına da sirayet etmiştir. Okullarda disiplin kurallarının ciddiyetle uygulanmaması, öğretmeni ve diğer öğrencileri mağdur eden öğrencilerin yaptıkları yanlarına kâr kalması, eğitimdeki çürümeyi hızlandırmaktadır. Bu durum, eğitim sistemini hakkın değil, “hoşgörü kisvesi altında dayatılan zayıflığın” egemen olduğu bir yapıya dönüştürmüştür.
Sahte diplomalar, çalınan sınav soruları ve liyakatsizlik de bu büyük resmin bir parçasıdır. Adaletin, mahkeme salonlarının ötesinde, eğitimden kariyer planlamasına kadar her alanda var olması gerektiği savunulmaktadır. Zira sistemin temeli çürüdüğünde, bireysel ahlak ne kadar güçlü olursa olsun, toplumsal çöküş kaçınılmazdır.

Güçlülerin Hukuku ve Terörle İlişkisi

Makalede, hukukun yetersiz kalmasının terörü beslediği yönünde güçlü bir tez öne sürülmektedir. Terör örgütlerinin, yasalardaki boşluklardan ve adli süreçlerdeki zaaflardan faydalanarak meşruiyet kazanması, devlete olan güveni zedelemektedir. Yazar, terör örgütü temsilcilerine verilen hazine yardımlarını ve bu kararları onaylayan yüksek mahkeme kararlarını eleştirerek, bu durumun “hukuk şemsiyesi altındaki terör” olduğunu iddia etmektedir. Polis ve askerin terörle mücadelesi sürerken, terörü destekleyenlerin hukuken korunması, zulmün en büyük biçimlerinden biri olarak tanımlanmaktadır.
Hukukun zayıflaması, terörün yanı sıra toplumsal ahlakı da tahrip etmektedir. Yargıdaki “iyi hal indirimleri,” cezasızlık algısı ve mağdur yerine suçluyu koruyan kararlar, hukukun caydırıcılık ilkesini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, toplumu çaresizliğe itmekte ve “Batsın böyle hukuk!” dedirtecek bir infial yaratmaktadır.

Çözüm Yolu: Adaleti Vicdanla Yeniden İnşa Etmek

Makalenin temel tezi, Türkiye’nin problemlerinin çözümünün ancak hukuk sisteminin köklü bir şekilde düzeltilmesiyle mümkün olacağıdır. Bu düzeltme, sadece yasal değişikliklerle değil, aynı zamanda adaletin vicdanla tesis edilmesiyle gerçekleşebilir. Önerilen çözüm yolları arasında, suçlulara hak ettikleri cezaların verilmesi, mağdurun korunmasının esas alınması, eğitimde disiplin kurullarının etkin çalıştırılması ve hukukun evrensel prensiplerinin rehberliğinde bir yenilenme yer almaktadır.
Yazıda, İslam hukukunun kısas ve caydırıcılık gibi prensiplerinin modern hukuktaki aksaklıkları giderebileceği yönünde bir tartışma açılmaktadır. Ancak asıl vurgu, adaletin sadece “şeklen” değil, “şuurlu” bir şekilde uygulanması gerektiğidir. Hukukun ruhunu kaybetmesi, onu sadece kanun kitaplarındaki mürekkep yığınlarına dönüştürür.
Sonuç olarak, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük problem hukuk problemidir. Bu problem çözülmedikçe, ne toplumsal huzur ne de devletin bekası sağlanabilir. Zira adalet, bir devletin nefesidir ve bu nefes kesildiğinde devlet de ölmeye mahkûmdur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=Hukuk+

 




Yaratılış Kitabından Dersler ve İnsanlığın Yükü

Yaratılış Kitabından Dersler ve İnsanlığın Yükü

İnsanoğlu, varoluşun sırlarını çözmeye çalışırken, etrafını saran büyük bir kitaptan habersiz gibidir. Bu kitap, kainatın kendisidir. Her bir sayfası, her bir kelimesi ve hatta her bir harfi, sonsuz hikmetleri barındıran muazzam bir eserin parçasıdır.
Bu makale, sunulan metinlerdeki hikmetli sözlerden yola çıkarak, kainatın bir kitap olduğu düşüncesini, günahın kalbe olan etkisini, ruhun ebediliğini ve şükrün önemini bir bütünlük içinde inceleyecektir. Her bir konu, insanı düşünmeye, ibret almaya ve hayatına farklı bir pencereden bakmaya teşvik edecektir.

  1. Kainat: Her Kelimesi Bir Kitap Olan Büyük Bir Eser

“Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hatta her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır.” sözü, kainatın derinliğini ve sırlarını edebi bir dille anlatır. Gök kubbesi, yeryüzü, ağaçlar, meyveler… her biri, kendi içinde birer kitaptır. Bir ağaç, sadece bir bitki değil, aynı zamanda tohumdan filizlenmesine, büyümesine ve meyve vermesine kadar olan süreci anlatan bir kitaptır. Bir meyve, sadece bir besin değil, aynı zamanda toprağın, suyun, güneşin ve ilahi kudretin birleşimiyle oluşan bir harf gibidir. Bu bakış açısı, insanın kainata basit bir nesne yığını olarak bakmaktan kurtulmasını ve her zerrede bir ilahi sanat ve hikmet görmesini sağlar. Bu, aynı zamanda bilimin ve sanatın da kaynağıdır; zira her bir keşif, bu büyük kitabın yeni bir sayfasını okumaktır.

  1. Günahın Kalbe Etkisi: Manevi Bir Yılan

“Evet, günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt değil belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” sözü, günahın tehlikesini ve manevi hayat üzerindeki yıkıcı etkisini metaforik bir dille anlatır. Her bir günah, kalpte bir karartı oluşturur ve bu karartılar biriktiğinde, kalbi katılaştırır ve imanın nurunu söndürür. Günah, görünüşte küçük ve masum gibi durabilir, ancak kalbi zehirleyen bir yılan gibi sinsice işler.
Bu söz, tövbenin (istiğfar) önemini anlatır. Günahın panzehiri, pişmanlık ve Allah’tan af dilemektir. Tövbe, kalpteki zehri temizler ve imanın nurunu yeniden parlatır. Bu, sadece bireysel bir kurtuluş değil, aynı zamanda toplumun manevi sağlığı için de hayati bir meseledir.

  1. Ruhun Ebediliği: Baki Olanın Emaneti

Ruhun ebediliği ve yaratılıştaki hikmeti anlatılır: “Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek.” Bu söz, insanı sadece bir bedenden ibaret görmekten kurtarır ve asıl varlığımızın ruh olduğunu hatırlatır. Ruh, ilahi bir emanettir ve ölümsüzdür. İnsan, ruhuyla kainatın bir aynasıdır ve bu ayna, yaratıcının güzelliklerini yansıtır. Bedenimiz ölümlü olabilir, ancak ruhumuz ebedidir. Bu hakikat, ölüm korkusunu hafifletir ve hayatı anlamlı kılar. Zira her anımız, bu ebedi yolculuğun bir parçasıdır.

  1. Şükür: Şikayet Yerine İbret Alma Sanatı

“Ey şükrü bırakıp şekvaya giren hasta! Şekva, bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi’ olmamış ki şekva ediyorsun.” sözü, şikayet etmenin anlamsızlığını ve şükrün önemini anlatır. İnsan, sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilmek yerine, sürekli olarak eksikliklerden şikayet etme eğilimindedir. Oysa, şikayet etmek, Allah’a karşı bir hak iddia etmek gibidir. Bu söz, insanı, kendisinden daha zor durumda olanlara bakmaya ve şükretmeye davet eder. Sağlıklı bir insan, hastalıktan şikayet edemez; zengin bir insan, yoksulluktan şikayet edemez. Şükür, sadece bir dil eylemi değil, aynı zamanda kalbin ve aklın bir eylemidir. Şükretmek, nimetleri fark etmek, onlara sahip olmanın kıymetini bilmek ve bu bilinci hayatın her anına yaymaktır.

Özet
Bu makale, sunulan metinlerdeki hikmetli sözleri ele alarak, kainatın bir kitap gibi okunması gerektiğini, günahın kalbi zehirleyen bir yılan gibi olduğunu ve tövbenin bu zehrin panzehiri olduğunu, ruhun ebediliğini ve hayatın anlamının bu ebedi yolculukta saklı olduğunu ve şikayet yerine şükrün insanı manevi olarak yücelteceğini anlatmıştır.
Tüm bu konular, insanın hayatına daha bilinçli ve anlamlı bir şekilde yaklaşmasını, sahip olduğu her şeyin birer emanet olduğunu bilmesini ve bu emanete layık bir şekilde yaşamasını sağlamayı amaçlamaktadır. Kainatın kitabını okumak, kalbi günahların zehrinden korumak, ruhun ebedi yolculuğuna odaklanmak ve her an şükürle yaşamak, bu hayatın en değerli dersleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın ve Ahiretin Eşiğinde Düşünceler

Hayatın ve Ahiretin Eşiğinde Düşünceler

Yaşamın hızlı akışı içinde, dünya ve ahiret dengesini kurmak, insanlık için daimi bir arayış olmuştur. Kimi zaman bu arayış, dünyevi zevklerin peşinde kaybolan bir koşuşturmaya dönüşürken, kimi zaman da manevi bir derinlikle hayatın anlamı sorgulanır. Bu makale, hikmetli sözlerden yola çıkarak, dünya hayatının geçiciliği, ahiretin ebediliği, ibadetin önemi, manevi lezzetlerin üstünlüğü ve aile ilişkilerinin manevi boyutunu ele alacak, tüm bu konuları bir bütünlük içinde değerlendirecektir.

  1. Dünya: Kabirden Dar, Köprüden Daha Müsadesiz

“O geniş Dünyan! Kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz” sözü, dünya hayatının aldatıcı genişliğine karşı, aslında ne kadar sınırlı ve dar bir geçit olduğunu anlatır. İnsan, bu dünyada kendini ne kadar özgür ve sınırsız hissetse de, zamanın ve ömrün su gibi akıp gittiği, hayallerin ve hedeflerin birer köprüden farksız olduğu bir gerçekle yüzleşir. Oysa, bu geçici köprüden ebedi hayata ulaşan yolda, her adımın bir önemi vardır. Bu söz, dünya nimetlerine aşırı bağlılığın, aslında insanı manevi bir hapishaneye hapsettiğini, gerçek özgürlüğün ise ahirete hazırlıkla kazanıldığını hatırlatır. Tıpkı bir köprüden geçerken durup dinlenmeye vaktimiz olmadığı gibi, bu dünyadaki ömrümüz de ahirete yürüdüğümüz bir geçitten ibarettir.

  1. Nimet ve Lezzet: Geçicilik ve Ebedilik Dengesi

Nimetlerin zevalinden dolayı duyulan acının manasızlığına dikkat çekilir. “Nimetin zevalinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez.”
Bu söz, dünya nimetlerinin geçici olduğunu, asıl lezzetin ise sonsuz rahmet hazinesinde saklı olduğunu anlatır. Tıpkı bir meyvenin geçip gitmesi ama ağacının baki kalması gibi, dünya nimetleri de birer meyve gibidir. Bu lezzetlerin kaynağı ise, sonsuz olan ilahi rahmettir. İnsan, bir yiyecekten aldığı lezzetin ötesinde, o lezzeti kendisine bahşeden sonsuz rahmete hamd ile yöneldiğinde, lezzeti binlerce katına çıkarır. Bu, manevi lezzetin maddi lezzete olan üstünlüğüdür. Dünya nimetleri için üzülmek yerine, onları bize lütfedenin sonsuz cömertliğine odaklanmak, kalbi zenginleştirir ve manevi bir huzur sağlar.

  1. İbadet: Ezel ve Ebed’in Hukukuna Saygı

İbadetin terk edilmesinin vahameti anlatılır: “İbadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna önemli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder.” Bu söz, ibadetin sadece kişisel bir görevden öte, tüm evrenin düzeni ve dengesiyle ilgili olduğunu ortaya koyar. İbadet, yaratanla kurulan bir bağdır ve bu bağ, insanın diğer tüm varlıklarla olan ilişkisini de düzenler. İbadeti terk etmek, kainatın Rabbi olan Sultan-ı Ebed’e karşı bir isyan olduğu gibi, aynı zamanda O’nun yarattığı diğer varlıkların da hukukuna bir tecavüzdür. Çünkü insan, ibadetle kemale erer ve bu kemal, tüm evrene fayda sağlar. İbadetsiz bir hayat, manevi bir körlük ve varlık alemine karşı işlenmiş bir zulüm halidir.

  1. Aile ve Cinsiyet Rollerinde Hikmet

Evlilik ve cinsiyet rolleri hakkında önemli bir bakış açısı sunar. “Erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar.” Bu söz, kadın ve erkeğin yaratılış farklarına ve bu farkların toplumsal düzendeki hikmetine işaret eder. Kadının temel vasfının emniyet ve sadakat olduğu, bu yüzden erkeklere özel cesaret ve cömertliğin kadında aşırıya kaçmasının fıtrata aykırı bir durum olduğunu belirtir. Erkeğin görevi ise kadına hazinedarlık ve sadakat değil, himayet ve merhamet ve hürmet göstermektir. Bu bakış açısı, aile içindeki rolleri netleştirir ve her iki tarafın da fıtratına uygun bir şekilde hareket etmesinin, sağlıklı ve mutlu bir yuva için elzem olduğunu anlatır.

  1. Cennet: Maddi ve Manevi Lezzetlerin Zirvesi

“Cennet, bütün lezâiz-i mâneviyeye medar olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismaniyeye de medardır” sözü, Cennet’in sadece manevi değil, aynı zamanda maddi zevklerin de en mükemmel şekilde yaşandığı yer olduğunu ifade eder. Dünya hayatındaki en güzel lezzetler, Cennet’teki lezzetlerin sadece birer gölgesi gibidir. Dünyada tattığımız her lezzet, aslında Cennet’e olan özlemi kamçılar ve bizi ebedi yurda yönlendirir. Cennet, hem ruha hem de bedene hitap eden sonsuz bir ziyafet yeridir. Bu söz, ahiret hayatını sadece bir ruhaniyet alemi olarak değil, aynı zamanda bedeni tatminlerin de en üst düzeyde yaşandığı bir yer olarak düşünmemizi sağlar.

Özet
Bu makale, sunulan metinlerdeki hikmetli sözleri ele alarak, dünya hayatının geçiciliği ve dar bir köprüden ibaret olduğunu, gerçek lezzetlerin sonsuz rahmet hazinesinde bulunduğunu, ibadetin sadece bireysel bir görev değil, tüm kainatın hukukuna saygı olduğunu, aile içinde fıtrata uygun rollerin önemini ve Cennet’in hem maddi hem de manevi lezzetlerin zirvesi olduğunu anlatmıştır.
Tüm bu konular, insanın hayatını bir bütün olarak ele alması, dünya ve ahiret dengesini kurması, ibadetle manevi olarak yükselmesi ve yaratılış hikmetine uygun bir yaşam sürmesi gerektiği mesajını vermektedir. Asıl gaye, bu geçici dünyada kalıcı bir iz bırakmak ve ebedi hayata hazırlık yapmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Celladına Âşık Edilenler: Dersim’den Günümüze Fitne Oyunu

Celladına Âşık Edilenler: Dersim’den Günümüze Fitne Oyunu

Tarihin en acımasız cilvelerinden biri, bir topluluğun kendi celladını alkışlamasıdır. Kendi evini yakanın ateşine odun taşımasıdır. Bu hâl, sadece bireylerde değil, milletlerde de görülmüştür.

Dersim ve Kanlı Hafıza

1938’de Dersim’de yaşanan hadiseler, bu toprakların en derin yaralarından biridir. Binlerce masumun kanı dökülmüş, ocaklar sönmüş, diller susturulmuştur. Bu kıyımı yapan iradenin siyasî sembolü, yıllar boyunca aynı bölgenin oylarını almayı sürdürmüş, hatta bu oylarla devletin merdivenlerinde yükselmiştir. Ne gariptir ki, tarihin bu trajedisi üzerine yeterince düşünülmemiş, hakikat perdesi çoğu zaman örtülü kalmıştır.

Celladına Âşık Olmak

Şairin dediği gibi:
“Celladına âşık olmuşsa bir millet,
İster ezan ister çan dinlet,
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstahaktır ona her türlü zillet.”

İnsan, tarihini unutunca celladına muhabbet besler. Mazlumu ezen sisteme minnet duyar. Ve bu hâl, sadece Alevî kesimde değil, toplumun birçok tabakasında tezahür eder. Zira zalimin gölgesinde huzur arayan, hakikatte kendi zilletini imzalamaktadır.

Fitne Oyunu: Alevî-Sünnî Çatışması

Türkiye’nin zemini, tarih boyunca fitneye müsait olmuştur. Dış mihrakların daima el attığı bu topraklarda, en çok kullanılan tuzaklardan biri Alevî-Sünnî ayrılığıdır. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren körüklenen, Cumhuriyet’in ilk yıllarında zaman zaman fitillenen bu ayrılık, 1970’lerde Maraş, Çorum, Sivas hadiseleriyle daha da derinleştirilmeye çalışılmıştır.

Bugün aynı oyunun başka bir perdesi sahnelenmektedir. Suriye’nin başına getirilen mezhep fitnesi nasıl ki milyonları yerinden ettiyse, aynı ateş Türkiye’ye de taşınmak istenmektedir. Bu oyunu görmek, akıl ve ferasetin en temel gereğidir.

Aklî ve Mantıkî Bakış

Bir milletin bekası, birlik ve beraberliğe bağlıdır. Mezhep üzerinden ayrışmak, sadece düşmanın ekmeğine yağ sürmektir. Çünkü “böl, parçala, yönet” siyasetini en kolay işletecek zemin, mezhep ve etnik farklılıklardır.
Alevî de Sünnî de, Kürt de Türk de bu toprakların asli unsurudur. Birinin yokluğu, diğerinin felaketi demektir.

Hikmetli İbret

Tarih, bize defalarca göstermiştir ki:

Fitneye düşen milletler zayıflar.

Mazisini unutan toplumlar aldanır.

Celladına muhabbet edenler zillete mahkûm olur.

Bugün yapılması gereken, acıları istismar etmek değil; onları hikmetle okumak, ders çıkarmaktır. Dersim, sadece bir bölgenin değil, bütün Türkiye’nin imtihanıdır. O gün dökülen kanlardan alınacak ders, mezhep fitnesine karşı yekvücut olmaktır.

Sonuç: İbretle Uyanmak

Türkiye’nin önündeki en büyük tehdit, dıştan gelen saldırılardan çok, içteki fitnedir. Eğer biz akıl, iman ve tarih şuuru ile hareket etmezsek; celladımıza âşık olmaya devam edersek, zillet kapımızda beklemektedir.
Fakat hakikati görür, birliğimizi muhafaza eder, kardeşlik şuuruyla hareket edersek; bu toprakların üzerinde oynanan bütün oyunlar bozulacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Satırları ve Hakikatin Mektupları: Kainat Kitabının Okunması

Hayatın Satırları ve Hakikatin Mektupları: Kainat Kitabının Okunması

İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından beri, içinde yaşadığı kainatı anlama, yorumlama ve ondan dersler çıkarma çabası içindedir. Bu arayış, çoğu zaman sadece maddi olanla sınırlı kalmamış, aynı zamanda manevi ve metafizik boyutları da kapsamıştır. Bu derin ve anlamlı yolculukta, tabiat, evren, ve insanın kendisi, en büyük öğretmenler olmuştur.

Bu makalede, dört farklı metinden yola çıkarak, kainatın bize sunduğu ilahi mesajları, hayatın satırlarını ve bu satırlardan nasıl ibretli dersler çıkarabileceğimizi inceleyeceğiz.

Her bir metin, kendi konusu içinde bir hakikat parçasını aydınlatarak, tüm bu parçaların nasıl bütün bir tablo oluşturduğunu gösterecektir.

  1. Kainatın Satırlarını Mutalaa Etmek: Gökten Gelen Mektuplar

Fırtınalı bir gökyüzü altında duran bir yol ve üstünde duran bir kitabın görüntüsüyle, Bediüzzaman Said Nursi’nin derin bir sözünü akla getiriyor:
“Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır.”
Bu söz, kainatın, sadece bir fiziksel varlıklar bütünü değil, aynı zamanda ilahi bir mesaj kitabı olduğunu anlatır. Gök gürültüsü, şimşek, gökkuşağı, yağmur ve yolun kendisi, Yaratıcı’nın kudretini, sanatını ve iradesini gösteren birer harftir. İnsan, bu satırları okumayı, yani evreni derinlemesine tefekkür etmeyi öğrendiğinde, varoluşun sırlarına vakıf olabilir. Bu ibretli ders, bize her olayın, her manzaranın ve her canlı varlığın bir anlamı olduğunu, bunların tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu hatırlatır. Bu anlayış, hayatı daha bilinçli ve anlamlı yaşamamızı sağlar.

  1. Bağışın Bereketi: Bakara Suresi 261. Ayet Işığında İnfak Bilinci
    Kur’an-ı Kerim’den Bakara Suresi’nin 261. ayetinde:
    “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir…”
    Bu ayet, infakın, yani Allah yolunda harcamanın sadece bir maddi yardım eylemi olmadığını, aynı zamanda bereketin ve katlanarak artan bir karşılığın anahtarı olduğunu gösterir. Bir tohumun toprağa atılıp yüzlerce kat ürün vermesi gibi, Allah yolunda harcanan bir mal da manevi ve maddi olarak kat kat karşılık bulur. Bu ilahi matematik, insanlara cömertliğin ve yardımseverliğin ne kadar değerli ve bereketli bir davranış olduğunu öğretir. Bu tarihi ve edebi metafor, cimriliğin aksine, cömertliğin ve paylaşmanın, toplumsal ve bireysel refahın temelini oluşturduğunu bizlere düşündürücü bir şekilde anlatır.
  2. Çiçeklerin Mührü: Tabiatta Yaratıcı’nın İmzası

Parlak bir çiçek ve üzerinde Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir cümle:
“Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise; elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.”
Bu derinlikli ifade, her çiçeğin, her yaprağın ve her canlının, Yaratıcı’nın eşsiz sanatının birer mührü ve imzası olduğunu anlatır. Bir çiçeğin narin yapısı, parlak rengi ve kendine özel kokusu, sadece biyolojik bir oluşum değil, aynı zamanda ilahi bir sanatkârın varlığına işaret eden birer delildir. Bu düşünce, bizi etrafımızdaki her şeye daha dikkatli bakmaya, her bir varlıkta Yaratıcı’nın güzelliğini ve kudretini görmeye davet eder. Bu ibretli ders, kainatın tesadüfen değil, bilinçli ve sanatlı bir yaratılışın sonucu olduğunu anlamamızı sağlar.

  1. Rızık ve Kudret: Yunus Suresi 31-32. Ayetlerdeki Sorgulama

Yağmur damlalarının düştüğü bir çiçek ve üzerinde, Yunus Suresi’nin 31 ve 32. ayetleri.
Ayetler, “De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor?…” diyerek, Yaratıcı’nın kainattaki mutlak kudretini ve rızık verici olduğunu sorgular. Bu ayetler, insana, kendi varoluşunun ve içinde yaşadığı evrenin kaynağını sorgulaması gerektiğini hatırlatır. İşitme, görme yetenekleri, ölümden diriyi, diriden ölüyü çıkarma gücü gibi her türlü işi kimin yürüttüğü sorusu, muhatabı derin bir düşünceye sevk eder. Bu sorgulama, insanın acizliğini ve Yaratıcı’ya olan bağımlılığını anlamasını sağlar. Ayetler, “Gerçeğin dışında sapkınlıktan başka ne olabilir ki?” diyerek, hakikatin tek ve biricik olduğunu, sapkınlığın ise ondan uzaklaşmak olduğunu ifade eder. Bu düşündürücü metin, insanı tevhid inancına ve gerçek rabbin kim olduğunu anlamaya davet eder.

Özet
Bu makale, dört farklı metinden yola çıkarak, kainatın bir kitap gibi okunması gerektiğini, her bir varlığın bir ilahi mesaj taşıdığını ele almıştır.
İlk olarak, kainatın satırlarının, Yaratıcı’dan gelen mektuplar olduğu ve tefekkür edilmesi gerektiği işlenmiş.
İkinci olarak, infakın bereketli bir eylem olduğu ve Allah yolunda yapılan harcamaların kat kat karşılık bulduğu anlatılmıştır. Üçüncü olarak, tabiattaki her bir çiçeğin ve canlının, Yaratıcı’nın birer mührü ve imzası olduğu belirtilerek, sanatın yaratıcısına işaret ettiği üzerinde durulmuştur.

Son olarak, Yunus Suresi’nden alıntılanan ayetlerle, rızık ve kudretin kaynağının sorgulanması ve tevhid inancının önemi anlatılmıştır.
Makale, bu dört farklı konuyu birbiriyle bütünleştirerek, evrensel ve ibretli bir bakış açısı sunmayı amaçlamıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com