Hapishane Mektubları

Hapishane Mektubları

Risale-i Nur Külliyatı’nın “hapis” mefhumuna bakış açısını ve bu mefhumu nasıl bir “Medrese-i Yusufiye” olarak yeniden manâlandırdığını vuzûh ile ortaya koymaktadır.

1. Hapishane Mefhumunun Dönüşümü: Medrese-i Yusufiye Sırrı

Risale-i Nur’da hapishane, zâhirî bir ceza ve tecrid mekânı olmaktan çıkarılıp, mânevî bir terbiye ve tekâmül merkezi olarak “Medrese-i Yusufiye” (Yusuf Aleyhisselâm’ın Medresesi) şeklinde vasıflandırılır. Bu tabir, doğrudan doğruya Hazret-i Yusuf’un (a.s.) haksız yere zindana atılmasına ve orayı bir irşad ve tefekkür mekânına çevirmesine telmihtir.
Cenâb-ı Hak, onun zindanda kalışını şöyle beyan eder:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“(Yûsuf) onlardan, kurtulacağına inandığına dedi ki: ‘Efendinin yanında benden bahset.’ Fakat şeytan ona, efendisine (Yûsuf’tan) bahsetmeyi unutturdu. Böylece (Yûsuf) birkaç sene daha zindanda kaldı.” (Yûsuf Sûresi, 12:42)
Hazret-i Yusuf, bu mekânı bir hüsran ve ye’s (ümitsizlik) yeri değil, bilakis tevhid hakikatlerini anlattığı bir dershâne kılmıştır. Bu sırra binaen, Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri için hapis, fânî sıkıntıların bâkî meyvelere tebdil edildiği bir “çilehâne” ve “inzivâgâh” hükmüne geçmiştir.
• Müradifleri (Alakalı Mefhumlar): İmtihan (sınanma), ıslah (düzelme, iyileşme), tefekkür (derin düşünme), inzivâ (kenara çekilme), keffâret (günahlara bedel), mânevî kazanç.
Bu medreseden alınan dersler, “üç dört adamı öldüren bir adamın, tahta bitlerini öldürmekten çekinir” hâle gelmesi gibi, en azılı cânileri dahi ıslah edebilmiştir.

2. Gençliğin Sû-i İstimâli ve Akıbeti
En mühim meselelerden biri, gençlik nimetinin “sû-i istimâl” edilmesidir. Gençliğin, akıldan ziyade hissiyatı dinlemesi, onu fânî ve anlık lezzetlere (sefâhet) sevk eder.
• “Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.”
Bu hissiyatın ve hevesatın kaynağı, terbiye edilmemiş “Nefs-i Emmâre”dir. Kur’ân-ı Kerîm, bu hakikati Hazret-i Yusuf’un lisanından şöyle beyan eder:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, rabbimin merhameti olmadıkça daima kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Yûsuf Sûresi, 12:53)
Bu kör hissiyata tâbi olmanın akıbeti, “hastahâneler”, “hapishâneler”, “meyhâneler” veya “kabristan” olarak gösterilir. Hapishanedeki ekser gençlerin durumu, bu acı hakikatin canlı bir şahididir.
• Müradifleri: Sefâhet (gayr-i meşru eğlence), hevâ ve heves (nefsin geçici arzuları), gaflet (habersizlik, umursamazlık), hissiyat (duygular), hüsran (ziyan), zevâl (sona erme).

3. Zulm-ü Beşer İçinde Adalet-i İlâhiye ve Hikmet
Risale-i Nur talebelerinin hapse girmeleri zâhiren bir “zulm-ü beşer”dir (insanların zulmü). Fakat imân nazarıyla bakıldığında, bu zulmün perdesi altında “Adalet-i İlâhiye”nin ve “Hikmet-i Rabbâniye”nin bir cilvesi vardır. Mutezile fırkasının hatasına işaret edilerek, “halk-ı şer (şerrin yaratılması), şer değil; belki kesb-i şer (şerri işlemek), şerdir” düsturu hatırlatılır.
Yani, başa gelen musibetler (hapis gibi), neticeleri itibarıyla hayra hizmet edebilir. Bu musibetin hikmetleri şöyle sıralanır:
• Kader-i İlâhînin bir hissesi (bilinmeyen kusurlara karşı adalet).
• Rızkın bir hissesi (rızkın oraya sevki).
• Hikmet ve Rahmet-i Rabbâniye (diğer mahpusları nurlandırmak ve teselli vermek).
• Nefsin bilmediği kusurları (tevbe ve istiğfara sevk etmesi).
Bu bakış açısı, kulun başına gelen hadiselerdeki kendi mesuliyetini idrak etmesini sağlar.
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ Sûresi, 4:79)
• Müradifleri: Kader (alın yazısı), hikmet (gizli sebep, bilgelik), rahmet (merhamet), rızâ (hoşnutluk), teslimiyet (boyun eğme), kesb (kazanma, irade ile yapma).

4. Sabır, Şükür ve Mânevî Kazanç Fırsatı
Madem musibet, kaderin bir cilvesi ve mânevî terbiye için bir fırsattır; o halde kula düşen vazife, şekvâ (şikayet) değil, “sabır içinde şükretmek”tir.
Hapishane, haricî dünyadaki birçok günaha mâni olduğu gibi, orada yapılan ibâdetlerin sevabını da katbekat artırır.
• “Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup…”
• “Husûsan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibâdet hükmüne geçmesiyle…”
Bu ağır imtihan altında gösterilen sabır ve teslimiyet, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın himayesi ve gözetimi altında olmanın bir nişanıdır. Bu hakikat, hapiste iken mânevî bir ihtar ile gelen şu ayetle de teyid edilmiştir:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen bizim gözetimimizdesin. Kalktığında rabbini hamd ile tespih et.” (Tûr Sûresi, 52:48)
• Müradifleri: Sabır (tahammül), şükür (minnettarlık), tevekkül (Allah’a dayanma), beşaret (müjde), necat (kurtuluş), rahmet (merhamet).

Netice
Takdim edilen “Hapishane Mektubları” iktibasları, Risale-i Nur mesleğinin temelini teşkil eden “müsbet hareket” ve “imân nazarı” ile hadiselere bakışın bir tezahürüdür.
Bu izaha göre hapis;
• Gençler için; Sefâhetin fânî lezzetlerinin acı bir neticesi ve bir ikazıdır.
• Mahpuslar için; Nefis terbiyesi, günahlardan keffâret ve ıslah olmak için bir fırsattır.
• Nur Talebeleri için; Haksız bir zulüm altında, sabır, şükür ve teslimiyetle fânî saatleri bâkîleştiren, ibâdet sevabını katlayan ve Hazret-i Yusuf’un (a.s.) vazifesini (tevhid dersi verme) icra ettiren bir “Medrese-i Yusufiye”dir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/hapishane-mektublari/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




Hakikat Arayışı ve Asrın İbretleri: Varlık Gayesi, Fani Sermaye ve Değerler Nizamı Üzerine Bir Tahlil

Hakikat Arayışı ve Asrın İbretleri: Varlık Gayesi, Fani Sermaye ve Değerler Nizamı Üzerine Bir Tahlil

​İnsanoğlu, bu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, derûnî bir mana arayışı içindedir. Bu arayışta ona rehberlik eden hikmetler, bazen kâinatın nizamında, bazen zamanın akışında, bazen de tarihî ve sosyal hadiselerin ibretli lisanında gizlidir.
​Tahlilimize esas olan bu altı veciz ifade, bu mana yolculuğunun temel duraklarını teşkil eder: Gaye (Dünyanın ne olduğu), Vazife (İnsanın ne olduğu), Metot (Vazifenin nasıl yapılacağı), Sapma (Gaye ve vazifeden uzaklaşma) ve Ölçü (Her şeyin hakikî değerinin ne olduğu).

1. Gayenin Tespiti: Dünya Bir “Mezraa” ve “Destgâh”tır
​”Dünya bir destgâh (tezgah) ve bir mezraadır (tarladır), âhiret pazarına münasib olan mahsulâtı yetiştirir.”
(Bedîüzzaman, Mektubat – 293)

​Bu ifade, varlık âleminin en temel mantıkî tasvirini sunar. Dünya, kendi başına bir gaye değil, bir “vâsıta”dır. İki güçlü edebî teşbih (benzetme) kullanılır:
• ​Destgâh (Tezgâh): Dünya, ham malzemenin (ömür, sağlık, ilim) işlendiği, kıymet kazandığı bir atölyedir. Burada işlenen “eserler” (ameller), başka bir âlemde sergilenecektir.
• ​Mezraa (Tarla): En meşhur hadîs-i şerife (“Dünya ahiretin tarlasıdır”) atıf yapar. Bu, bir “faaliyet” ve “süreç” mefhumudur. Tarlada tesadüfe yer yoktur; ne ekersen onu biçersin.
​Hikmeti ve İbreti: Bu tasvir, dünyaya (tabiata) “gayesiz” veya “tesadüfî” bir varlık olarak bakan felsefeleri (düşünce akımlarını) temelden reddeder. Her şeyin “âhiret pazarına münasib” (uygun) olması, kâinattaki her hadisenin bir mana ve neticeye yönelik olduğunu isbat eder. Bu, abesiyetin (boşunalığın) değil, mutlak bir hikmetin delilidir.

2. Vazifenin İdrakı: İnsan Bir “Misafir”dir
​”Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır… Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.”
(Risale-i Nur – İman ve Küfür Muvazeneleri – 112)

​Dünya “tarla” ise, bu tarladaki insan kimdir? Bu vecize, insanın konumunu “misafir” olarak tanımlar. Bu misafirlik, mantıken iki netice doğurur:
• ​Sahiplenmemek: Misafir, ev sahibi gibi davranmaz. Mülkün geçiciliğini bilir.
• ​İzin Dairesinde Hareket Etmek: Ev sahibi olan “Zât-ı Kerîm”in (Cenâb-ı Hak) rızası ve “izni dairesinde” hareket eder.
​Hikmeti ve İbreti: En kıymetli varlığımız olan “sermaye-i ömür” (ömür sermayesi), fani bir hayata değil, “hayat-ı ebediye” (sonsuz hayat) için “sarf edilmelidir.” Bu, bir “ticaret”tir. Bu ticareti doğru yapanın “bütün cihazatı” (organları, duyguları) ahirette lehine şahitlik edecektir. Bu, muazzam bir “hesap verebilirlik” ve “mesuliyet” şuurudur.

3. Metodun Belirlenmesi: Sermayenin “Bugün” Kullanılması
​”DÜN GİTTİ. YARIN MEÇHUL. BUGÜN SENİN ELİNDE… Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil; Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikii istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye at.”
(Sözler)

​Gaye (ahiret) ve Vazife (misafirlik ticareti) belli olduktan sonra, bu ticaretin “nasıl” yapılacağı sorusu kalır. Cevap “vakit”tir. Bu söz, zamanı mantıken üçe ayırır:
• ​Dün (Geçmiş): “Gitti.” Geri alınamaz. Üzerinde tasarruf hakkımız bitmiştir (Pişmanlık veya tövbe hariç).
• ​Yarın (Gelecek): “Meçhul.” Elimizde “senet yok.” Ona mâlik değiliz, bir vehimdir.
• ​Bugün (Hâzır Zaman): “Senin elinde.” Tek “hakiki ömür” ve tek “hakiki sermaye” budur.
​Hikmeti ve İbreti: Ebedî istikbali kazanmak için fani “bugünü” kullanmak gerekir. Bu söz, sadece bir tespitle kalmaz, “vurucu” bir eylem planı sunar: Günün tamamını istemez; “lâakal (en az) bir saatini” bir “ihtiyat akçesi” (yedek akçe, sigorta fonu) gibi “hakikii istikbal” (ebedî gelecek) için ayır. Bu, en akıllıca ve en mantıklı yatırımdır.

4. Tarihî Sapma (Tenkit 1): “Batmak” Olarak “Batılılaşma”
​”Batılılaşmanın, batmak olduğunu idrak ettiğimiz zaman iş işten geçmişti.”
(Cemil Meriç, 1976 – Büyük Gazete)

​İlk üç vecize, İlahî nizamı ve hikmeti tasvir etti. Bu vecize ise, tarihî ve kültürel bir “ibret” dersidir. Bu, “Gaye”den ve “Hakiki İstikbal”den sapmanın acı bir tenkididir (eleştirisidir).
​Cemil Meriç, bir medeniyetin kendi “aslî” gayesini unutup, başka bir medeniyeti (Batı) körü körüne taklit etmesini “terakki” (ilerleme) değil, “batmak” olarak tanımlar. Bu “batış”;
• ​Manevî bir batıştır (Ahiret gayesini kaybetmek).
• ​Kültürel bir batıştır (Kendi kimliğini kaybetmek).
• ​Ahlâkî bir batıştır (Değerler nizamını kaybetmek).
​Hikmeti ve İbreti: En acı olan, bu batışın “idrak edildiği” vakit, “iş işten geçmiş” olmasıdır. Bu, telafisi zor bir tarihî pişmanlığın ifadesidir. “Âhiret pazarı” için mahsul yetiştirmesi gereken “mezraa”nın, fırtınaya ve sele teslim edilmesinin ibretlik neticesidir.

5. Siyasî Sapma (Tenkit 2): Bir Düstûrun Reddi
​”Laiklik elden gidiyormuş. Gitsin! Cehennemin dibine kadar yolu var!”
(Hasan Celal Güzel)

​Bu ifade, “vurucu” ve siyasî bir tenkittir. Cemil Meriç’in kültürel tenkidini, siyasî bir düstûr (ilke) üzerinden zirveye taşır. Bu sözün hikmeti, ilk üç vecizede kurulan mantıkî düzlemde anlaşılabilir:
​Eğer dünya bir “mezraa” ve ahiret için “çalışma” yeri ise ve bu çalışma için günde “bir saat” dahi olsa seccadeye ihtiyaç varsa; bu “mezraa” ile “ahiret” arasındaki bağı kasıtlı olarak koparan, dini sadece vicdanlara hapsedip “destgâh”ın (dünyanın) tamamından kovan bir anlayış (“Laiklik”in bu şekilde yorumlanması), bu bakış açısına göre “en büyük tehlike” olarak görülür.
​Hikmeti ve İbreti: Bu söz, “Hakiki İstikbal” davasını, fani bir “siyasî ilke” davasından daha üstün gören bir şuurun dışa vurumudur. “Cehennemin dibine kadar yolu var!” ifadesi, o ilkenin ahiret sermayesini engellemesine duyulan öfkenin ve reddiyenin en keskin ifadesidir.

6. Küllî Ölçü ve Değerler Nizamı: Laleli Baba’nın Dört “Hiç”i
​**”Laleli Baba’nın şu dört ‘Hiç’ini, hiç unutmamak lazımdır:
• ​Dünyanın bütün sıkıntıları, cehennem azabının yanında ‘Hiç’tir.
• ​Cehennem azabının en korkunç derecesi, Allah’ı görmekten mahrum kalmanın yanında ‘Hiç’tir.
• ​Dünyanın bütün nimetleri, cennet nimetleri yanında ‘Hiç’tir.
• ​Cennetin bütün nimetleri, Allah’ı bir defa görmenin yanında ‘Hiç’tir.”**

​Bu son vecize, bütün bu tahlilin “küllî ölçüsü” ve “değerler hiyerarşisi”dir. Neden dünyanın fani nimetlerine aldanmamalı ve neden “Batılılaşma” gibi fani gayeler “batmak”tır? Cevabı bu dört “hiç” verir:
• ​1 ve 3 (Dünya vs. Ahiret): Dünyanın azamî sıkıntısı da, azamî nimeti de ahiretin yanında “Hiç”tir. Bu, “dünya mezraadır” sözünün mantıkî isbatıdır.
• ​2 ve 4 (Ahiret vs. Rü’yetullah): Bu, daha derûnî bir ölçüdür. İstenen veya kaçınılan şey, sadece “Cennet” veya “Cehennem” değildir. Gaye, bizzat o Cennet ve Cehennemin Sahibidir.
• ​En büyük azap, ateş değil, O’ndan “mahrum kalmaktır” (Hicap).
• ​En büyük nimet, huri veya köşk değil, O’nu “bir defa görmektir” (Rü’yetullah / Cemâlullah).
​Hikmeti ve İbreti: Bu dört “Hiç”, “a’lâ-yı illiyyîn”e gitmenin ne demek olduğunu tasvir eder. Bu, bütün gayelerin ve hedeflerin “O”na yönelmesi gerektiğinin, O’nun rızası ve cemâli yanında her şeyin “hiç” kaldığının ilanıdır. Bu, asrın materyalist (maddeci) ve dünyevî felsefelerine (düşünce akımlarına) karşı en hikmetli ve edebî cevaptır.

​Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu vecizelerin işaret ettiği manaların aslı (esası) olan ayet-i kerimelerden bazıları şunlardır:
• ​Dünyanın Mezraa Olması (Vecize 1 ve 2):
• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
• ​”Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan salih ameller ise, Rabbinin katında sevap olarak da, ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46)
• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)

• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

• ​”Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan salih ameller ise, Rabbinin katında sevap olarak da, ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46)

• ​Zamanın Kıymeti ve “Bugün” (Vecize 3):
• ​”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)
• ​”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 59/18)
• ​”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)

• ​”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 59/18)

• ​Haktan Sapma ve Batış (Vecize 4 ve 5):
• ​”Yeryüzünde fesat (bozulma) çıktı; karada ve denizde insanların kendi elleriyle işledikleri (kötülükler) yüzünden…” (Rûm, 30/41)
• ​”Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da O’nu severler…” (Mâide, 5/54)
• ​”Yeryüzünde fesat (bozulma) çıktı; karada ve denizde insanların kendi elleriyle işledikleri (kötülükler) yüzünden…” (Rûm, 30/41)

• ​”Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da O’nu severler…” (Mâide, 5/54)

• ​Nihâî Gaye ve Değer Ölçüsü (Vecize 6 – Rü’yetullah ve Mahrumiyet):**
• ​”O gün bir takım yüzler parıl parıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (Kıyâme, 75/22-23)
• ​”Hayır! Şüphesiz onlar, o gün Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.” (Mutaffifîn, 83/15)
• ​”O gün bir takım yüzler parıl parıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (Kıyâme, 75/22-23)

• ​”Hayır! Şüphesiz onlar, o gün Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.” (Mutaffifîn, 83/15)

​Makalenin Özeti

​Bu araştırma yazısı, altı veciz sözü tahlil ederek küllî bir mana haritası çıkarmıştır.
• ​Yazı, dünyanın “âhiret pazarı” için mahsul yetiştiren bir “tarla” ve “tezgâh” olduğunu (Vecize 1) belirleyerek Gaye’yi tespit etmiştir.
• ​İnsanın bu tarlada “ömür sermayesi” ile ebedî hayat ticareti yapan bir “misafir” olduğunu (Vecize 2) belirleyerek Vazife’yi tanımlamıştır.
• ​Bu ticaretin tek hakiki sermayesinin “bugün” olduğunu (Vecize 3) belirleyerek Metod’u ortaya koymuştur.
• ​Cemil Meriç’in “Batılılaşma batmaktır” (Vecize 5) ve Hasan Celal Güzel’in “Laiklik” (Vecize 4) tenkitlerini, bu ebedî gayeden saptıran “tarihî ve siyasî sapmalar” olarak ibretle tahlil etmiştir.
• ​Son olarak, Laleli Baba’nın “Dört Hiç” (Vecize 6) tasvirini, bütün bu mücadelenin “küllî değer ölçüsü” olarak sunmuştur. Bu ölçüye göre, dünyanın veya cennetin nimetleri dahi “hiç”tir; en büyük gaye ve en yüce saadet, Allah’ın cemâlini görmektir (Rü’yetullah).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA HÜKÜM İFADE EDEN CÜMLELER

RİSALE-İ NUR’DA HÜKÜM İFADE EDEN CÜMLELER

Risale-i Nurların her bir cümlesi başlı başına bir hüküm ifade eder. Ancak biz o sayısız harika hükümler içerisinde belirli olanları seçmeye çalıştık.
Hükümlerin de en muhkemlerini almayı arzu ettik.
Şu eserlerden seçtik;
1-Lemalar
2-Sözler
3-Mektubat
4-Mesnevi-i Nuriye
5-Emirdağ Lahikası
6-İşarat-ül İ’caz
7-Muhakemat

*LEM’ALAR
Sh-6-esbabın tesiri yok.
9-“Eyyûb’u da hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.'” Enbiyâ Sûresi, 21:83.
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir.
10-işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.
Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
11-Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.
14-Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.
23-Mesele-i İmamet bir mesele-i fer’iye olduğu…
30-Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.
59-âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.
60-Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder.
64-kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.
66-Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.
74-Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esir” dedikleri madde ile doludur.
94-seyyiâtta sebep nefistir, mücâzâta bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebep Haktandır, illet de Haktandır. Yalnız, insan iman ile tesahup eder. “Mükâfâtını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.
216-Kur’ân’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli cezaları…
223-Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor.
313- Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, خَالِدِينَ (“Ebedî kalıcılar…” Nisâ Sûresi, 4:169.) de hapseder.
416- Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) ve Neml’i ve Nâka-i Salih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in, arasıra istimâl için bir tek cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rubûbiyet öyle iktiza ederler.

*******************************

SÖZLER:
5-BİSMİLLÂH her hayrın başıdır.
6-Bütün mevcudat lisan-ı hâl ile “Bismillâh” der.
14-İnsan, ism-i Rahmân’ı tamamıyla gösterir bir surettedir.
18-iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır.
20-Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
21-âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.
23-namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder.
145-Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.
155-Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek.
158-Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
160-Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
162-Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
190-Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:
Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.
299-Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.
503-Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.
504-küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir.
505-Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, malûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.
506-kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.
Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.”
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.
Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”
Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’ etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”
Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu.
526-ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.
530-Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı bir hüccet-i kàtıadır ki, o rivâyetlerin sahih kısmı fazilet-i cüz’iye hakkındadır.
Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envârına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve in’ikâs vardır. Malûmdur ki, in’ikâs ve tebaiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.
546-iman, mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi, mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, Cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, Cehennem, onun bir meyvesidir.
Nasıl ki küfür, Cehenneme duhulüne sebeptir. Öyle de, Cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir.
581-Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.
702-İmam-ı Rabbânî Radıyallahü anh demiş ki: “Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.” Teemmel!
765-“Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecirliği de parçalayacaktır”
Bir rüyada demiştim: “Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakāt-ı beşerin şedîd olan harbine terk-i mevki‘ ediyor.”Zîrâ beşer edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur, onun yükünü çeker. Onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyâr, edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor.
807-Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.
820-Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ân’a sarılmaktır.
822-Zaman İmanı Kurtarmak Zamanıdır.

***********************
*MEKTUBAT:
31-nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, “Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
79-esmâ-i İlâhiyenin herbiri ayrı ayrı birer âyine ister.
80-Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışların âyinelerinde cilve-i cemâllerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.
239-Sâni-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise, kâinat dairesindeki mânialar, kayıtlar Onun önüne geçemez, Onun icraatını takyid edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef’âl kâinata havale edilse, o kadar müşkülât ve karışıklığa sebebiyet verir ki, hiçbir intizam kalmadığı gibi, hiçbir şey dahi vücutta kalmaz, belki vücuda gelemez.
435-Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhaldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin.
***********************
MESNEVİ-İ NURİYE
19-Hayat, Hâlıkın ehadiyetine burhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.
20-eserin kemâli bilmüşahede fiilin kemâline, fiilin kemâli bilbedâhe ismin kemâline, ismin kemâli bizzarure sıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakîn ile şuûnatın kemâline delâlet eder. Şe’nin kemâli ise, hakkalyakîn bir sûretle Zâtın kemâlini gösterir.
.. kâinatta görünen âsârın kemâli, hadsî bir müşahedeyle, ef’âlin mükemmeliyetine, ef’âlin kemâli de fâilin kemâl-i esmâsına, esmânın kemâli sıfâtın kemâline, sıfâtın kemâli şuûnat-ı zâtiyenin kemâline, şuunatın kemâli Zât-ı Zülcelâlin kemâline delâlet eder.
39-Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.
61-Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
70-İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir.
87-Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur.
94-Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.
110-Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.
111-Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.
125-Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.
Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.
139-Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir.
144-insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
146-Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlar ile resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.
151-Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.
160-Mahlûkatın en zâlimi insandır. İnsan kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur.
183-rivâyetlerde vardır ki, “İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gaflet ile muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzîe ile avdet ederler.”
189-İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir.
195-Kezalik mânevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit Besmeleye, her saatte Lâ ilâhe illallâh’a ihtiyaç vardır. Ve hâkezâ…
***********************
EMİRDAĞ LAHİKASI – 1 –
221-Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için daire-i İslâmiyede eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil, muarız vaziyetini alan ehl-i İslâm, o dâhilî düşmanlıkları muvakkaten unutmak, maslahat-ı İslâmiye muktezasıdır.

EMİRDAĞ LAHİKASI – 2 –
23- komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.
145- Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor.
Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.
Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatler halinde İslamiyete girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyete dehalet edecektir.
*******************
İŞARAT-ÜL İ’CAZ
43-A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.
44-İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
114-insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir.
166-İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.
215-Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.
.. Cenâb-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten sonra, cevâhir-i ferde kalb etmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmışır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.
*******************
MUHAKEMAT
13-Âlemde meylü’l-istikmal vardır.
19-Hadis, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.
MEHMET ÖZÇELİK
04-02-2016

✧✧

Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif eserlerinden (Lem’alar, Sözler, Mektubat, Mesnevi-i Nuriye, Emirdağ Lahikası, İşarat-ül İ’caz, Muhakemat) cemedilen “Hüküm İfade Eden Cümleler” Risale-i Nur’un yapısını ve gayesini anlamak noktasında mühim bir anahtardır.
Risale-i Nur’un her bir cümlesi, bir hakikatin isbatı veya bir düsturun tesbiti hükmündedir. Bu eserler, sadece birer tefekkür metni değil, aynı zamanda Kur’an-ı Hakîm’in bu asra bakan muhkem (sağlam, sarsılmaz) hükümlerini izhar eden bir tefsirdir.
Bu açıdan “hüküm” kelimesini, sadece fıkhî (hukukî) manasıyla değil, daha geniş bir muhteva ile ele almak iktiza eder. Buradaki “hüküm”; bir hakikatin kat’î surette beyan edilmesi, bir esasın vazedilmesi, kâinattaki bir İlahî kanunun (sünnetullah) tasviri veya imanî bir meselenin şüpheye yer bırakmayacak şekilde isbatı manasındadır.
Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de mutlak “Hâkim”in (hüküm ve hikmet sahibi) kendisi olduğunu beyan buyurur:
$﴿…Hüküm ancak Allah’ındır. O, gerçeği anlatır ve O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.﴾$
(En’âm Sûresi, 6:57 – Meali)
Risale-i Nur’da iktibas edilen bu cümleler, işte bu İlahî hükümlerin birer in’ikâsı (yansıması) ve tefsiri mesabesindedir. Bu hükümlerin geniş ve detaylı izahını, Birkaç kategoride tahlil edebiliriz:

1. Akaid ve İmanî Hükümler (İnanç Esaslarına Dair Hükümler)
Risale-i Nur’un temel gayesi imanı kurtarmak olduğu için, en muhkem hükümleri imanî esaslar üzerinedir. Bu hükümler, müradif olarak “imanın rükünleri” veya “akaid kaideleri” olarak da ifade edilebilir.
• Misal: “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” (Sözler, sh-807)
• İzahı: Bu, bir hüküm cümlesidir. Bir tefekkür neticesi değil, bir tesbittir. Hayatın ve kâinatın gayesini iki temel esasa bağlayan bir hüküm verir: 1. İman, 2. Namaz. Varlık hiyerarşisindeki en yüksek mertebeyi isbat eder.
• Misal: “iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” (Sözler, sh-18)
• İzahı: Bu, imanın ve küfrün yapısı (mahiyeti) hakkında verilmiş bir hükümdür. Onların sadece bir tasdik veya inkârdan ibaret olmadığını, içlerinde (derûnî olarak) gelecekteki neticelerinin çekirdeklerini taşıdıklarını hükme bağlar. Bu, $﴿…Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir.﴾$ (Müddessir, 74:38) ayetinin bir tefsiridir.
• Misal: “İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.” (İşarat-ül İ’caz, sh-44)
• İzahı: Bu, imanın tarifini ve haddini çizen muhkem bir hükümdür. İmanın nasıl tahakkuk edeceğini net bir kaideye bağlar.

2. Kevnî (Kâinata Dair) ve Fıtrî Hükümler
Bunlar, Allah’ın kâinata ve tabiata koyduğu kanunların (sünnetullah) ve fıtratın (yaratılış) değişmez düsturlarının hüküm şeklinde ifadesidir.
• Misal: “esbabın tesiri yok.” (Lem’alar, sh-6)
• İzahı: Bu, tevhid akidesinin kâinata bakan en net hükmüdür. Sebeplerin tesir-i hakikîsi olmadığını, onların sadece birer perde olduğunu hükme bağlar. Bu, $﴿…Yaratma da, emir de (hüküm de) O’nun değil midir?…﴾$ (A’râf, 7:54) ayetinin bir tasviridir.
• Misal: “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur…” (Lem’alar, sh-11)
• İzahı: Bu, hayatın yapısı hakkında bir hükümdür. Musibetlerin gayesini tesbit eder. Onların tesadüfî veya şer olmadığını, hayatın tekemmülü (olgunlaşması) için birer vasıta olduğunu hükme bağlar. $﴿Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.﴾$ (Bakara, 2:155) ayetinin hikmetini izah eden bir hükümdür.
• Misal: “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor.” (Lem’alar, sh-223)
• İzahı: Bu, tesettür emrinin sadece nass (ayet) ile değil, aynı zamanda fıtrat (yaratılış) kanunu ile de sabit olduğunu ifade eden içtimaî ve fıtrî bir hükümdür.
• Misal: “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır… ‘ene’ namında öyle bir miftah vermiş ki…” (Sözler, sh-581)
• İzahı: Bu, insanın kâinattaki mevkiini ve vazifesini tesbit eden bir hükümdür. Enenin (benlik) yapısını, hem bir kilit (muammâ) hem de bir anahtar (miftah) olduğunu hükme bağlar.

3. Ubudiyet, Ahlâk ve Sünnet-i Seniyye Hükümleri
Bunlar, insanın Allah’a karşı vazifelerini, ahlâkî faziletleri ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ittibâı (uymayı) tesbit eden düsturlardır.
• Misal: “BİSMİLLÂH her hayrın başıdır.” (Sözler, sh-5)
• İzahı: Bu, amelî hayatın en muhkem hükmüdür. Her meşru fiilin kıymet kazanmasının ve bereket bulmasının şartını hükme bağlar.
• Misal: “Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur.” (Lem’alar, sh-59)
• İzahı: Bu hüküm, $﴿De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…﴾$ (Âl-i İmrân, 3:31) ayetinin net bir tefsiridir. Allah muhabbetinin isbatının (delilinin) ancak ittibâ-ı Sünnet olduğunu kat’î bir hüküm ile beyan eder.
• Misal: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.” (Lem’alar, sh-11)
• İzahı: Dünyanın mahiyetini (yapısını) tesbit eden bir hükümdür. İnsanın dünyadaki vazifesinin hizmet ve imtihan olduğunu, lezzet ve ücret peşinde olmanın hayatın gayesine aykırı (zıt) olduğunu hükme bağlar.

4. Kader, İhtiyar ve Mesuliyet Hükümleri
Bunlar, Ehl-i Sünnet akidesinin en derin meseleleri hakkında verilmiş, ifrat ve tefriti (aşırılıkları) ortadan kaldıran muhkem hükümlerdir.
• Misal: “Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir.” (Sözler, sh-505)
• İzahı: Bu, kader meselesinin özünü çözen hükümdür. Allah’ın ezelî ilminin, kulun ihtiyarına (seçimine) tâbi olduğunu, icbar edici (zorlayıcı) olmadığını hükme bağlar. Bu hüküm, Cebriye (insanın ihtiyarını inkâr eden) ve Mutezile (kaderi inkâr eden) fırkalarının yanılmalarını reddeder.
• Misal: “Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, ‘Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.'” (Sözler, sh-506)
• İzahı: Bu hüküm, kaderin nasıl taalluk ettiğini tesbit eder. Sebepleri ihmal etmeyi (görmezden gelmeyi) veya sebeplere tesir vermeyi reddeden bir hükümdür.
• Misal: “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.” (Sözler, sh-503)
• İzahı: Fiil-i beşer (insan fiili) meselesinde muhkem bir hükümdür. Şerri kesb etmenin (tercih etmenin) mesuliyetinin kula, ancak yaratmanın (halk) Allah’a ait olduğunu ve bu yaratmanın şer olmadığını, netice itibarıyla hayra baktığını hükme bağlar.

5. İçtimaî ve İstikbale Yönelik Hükümler
Bunlar, zamanın yapısını, cemaatin ehemmiyetini ve istikbale dair Kur’anî müjdeleri ifade eden hükümlerdir.
• Misal: “Zaman cemaat zamanıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, sh-87)
• İzahı: Bu, asrın içtimaî yapısını tesbit eden bir hükümdür. Ferdî (bireysel) çalışmaların yerine şahs-ı mânevînin (tüzel kişiliğin) hâkim olduğunu hükme bağlar.
• Misal: “Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir.” (Emirdağ Lahikası-1, sh-221)
• İzahı: Bu, içtimaî hayat için elzem (çok lüzumlu) ve vâcib (gerekli) bir hükümdür. İttihad-ı İslâm (İslam birliği) için bir düstur tesbit eder.
• Misal: “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.” (Emirdağ Lahikası-2, sh-145)
• İzahı: Bu, ye’se (ümitsizliğe) karşı imanî bir nazarla (bakışla) istikbalin hakikatini hükme bağlayan bir müjdedir.

Netice-i Kelâm
Bu muhkem cümleler, Risale-i Nur’un hüküm ve hikmet dolu yapısını açıkça göstermektedir. Bu hükümler, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin şahsî kanaatleri veya felsefî çıkarımları değil, doğrudan Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerinden istinbat edilmiş imanî ve İslâmî düsturlardır.
Her biri, müridif olarak, hayat için bir rehber, tefekkür için bir ölçü ve akide için bir mihenk taşı hükmündedir. Bu hükümlerin istinadgâhı (dayanak noktası) Kur’an olduğu için, zamanın geçmesiyle eskimez, muhkem yapılarını muhafaza ederler.
Cenâb-ı Hak, kâinattaki hükümlerini (kanunlarını) şu ayetle tasdik eder:
$﴿Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir (düsturudur, hükmüdür).﴾$
(Yâsîn Sûresi, 36:38 – Meali)
Risale-i Nur’daki bu hükümler de, o İlahî takdirin iman âlemindeki tasvirleri ve isbatlarıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025

 

 




Risale-i Nur’dan Damlalar

Risale-i Nur’dan Damlalar

Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif eserlerinden (Sözler, Lem’alar, İşarat-ül İ’caz, Şualar, Mesnevi-i Nuriye, Mektubat, Tarihçe-i Hayat, Lahikalar ve Muhakemat) cemedilmiş birer hikmet ve hakikat hazinesidir.
Bu iktibaslar, imanın esasatından (erkân-ı imaniye) insanın hilkatindeki gayeye, kâinatın sırlarından ahlâkî düsturlara ve içtimaî tenkitlere kadar uzanan geniş bir tefekkürî seyahati tasvir etmektedir.

1. Tevhid, Rububiyet ve Kudret-i İlâhiye
Bu iktibasların temel taşı, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdaniyetini ve kâinat üzerindeki mutlak Rububiyetini isbattır.
İzahı:
Külliyat’tan yapılan iktibaslarda, kâinatın “bir saray, bir ev gibi muntazam idare edildiği” (Sözler, 12-13) vurgulanır. Yıldızları zerreler gibi kolayca çeviren bir Kudret-i Ezeliye’nin; şeriki, naziri, zıddı ve niddi olamayacağı aklî delillerle ortaya konulur. “Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez” (Sözler, 652) ve “Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir” (Sözler, 652) düsturları, O’nun kudretinin azametini ve tesir-i hakikînin sadece O’na ait olduğunu (İşarat-ül İ’caz, 79) gösterir. Her şeyin birbiriyle merbut olması (“Bir Şey, Her Şeysiz Olmaz”, Sözler, 651), kâinatın bir elden çıktığını (Şualar, 159) ilân eder.

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Vahdet, Ehadiyet, Samediyet, Rububiyet-i Âmme (Umumî Rablik), Saltanat-ı Külliye, Şeriksizlik (Ortaksızlık), Tesir-i Hakikî, Vâcibü’l-Vücud.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İktibasınızda da yer alan şu âyet, bu bahsin hülâsasıdır:
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür.” (Şûrâ, 42:11)
• Tevhidin zaruretine dair:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve göklerin düzeni kesinlikle bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21:22)
• Kudretinin azametine dair:
“Gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Mü’min, 40:57)

2. İnsanın Vazife-i Asliyesi: Ubudiyet ve Marifetullah

İnsanın bu dünyaya gönderiliş gayesinin (vazife-i hayat) ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

İzahı:
İnsanın vazifesinin “yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek” veya “batn ve fercin hizmetine münhasır” olmadığı (Sözler, 113) kuvvetle tenbih edilir. Kâinattan “maksad-ı a’lâ” (en yüce maksat), Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyetinin tecellisine karşı insanın “ubudiyet-i külliye” (küllî kulluk) ile mukabele etmesidir (Sözler, 246). İbadet, bu ubudiyetin fiilî bir şükrüdür (İşarat-ül İ’caz, 107) ve kalbî amellerin güneşi “iman”, bedenî amellerin fihristesi “namaz” olarak tasvir edilir (İşarat-ül İ’caz, 43).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Marifetullah (Allah’ı tanımak), Muhabbetullah (Allah’ı sevmek), Şükür, Tefekkür, İman, İslâmiyet, Takva, Feraiz (Farzlar), İman İlmi.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• Hilkatin gayesine dair:
“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51:56)
• İnsanın başıboş olmadığına dair:
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” (Kıyâme, 75:36)

3. Acz ve Fakrın Yüksek Makam Oluşu
Risale-i Nur mesleğinin dört esasından ikisi olan acz ve fakr, iktibaslarda bir zafiyet değil, bir kuvvet menbaı olarak gösterilir.

İzahı:
İnsanın “nihayetsiz aczi ve fakrı”, onu “nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip” (Sözler, 6) Allah’ın dergâhında en makbul “şefaatçı” olur. Kâmil insanlar, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri edip (sığınıp), acz ve havf (korku) ile Allah’a iltica etmekte bir lezzet bulmuşlardır (Sözler, 29). Mektubat’taki iktibasta bu, “fakr-ı mutlak” ve “acz-i mutlak” (Mektubat, 18) olarak formüle edilmiştir. Bu yol, enaniyetin (egonun) firavunlaşmasına mani olur.

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Tevekkül, İltica, Dehalet (Sığınma), Ene (Benlik), Enaniyet (Benlik davası), Teberri (Uzak durma, sığınma), İstinad (Dayanma), İstimdad (Yardım isteme).

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İnsanın fıtrî fakrına dair:
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Zengin ve övgüye lâyık olan ancak Allah’tır.” (Fâtır, 35:15)
• Tevekkül ve aczin neticesine dair:
“…Kim Allah’a dayanıp güvenirse, O, ona yeter. Şüphesiz Allah, dilediği şeyi yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 65:3)

4. Risalet-i Muhammediye (ASM) ve Sünnet-i Seniyye’ye İttiba
İktibaslar, Peygamber Efendimiz’in (ASM) kâinattaki mevkiine ve O’nun Sünnetine uymanın ehemmiyetine büyük bir yer ayırmaktadır.

İzahı:
Hz. Muhammed (ASM), “nev-i beşerin andelib-i zîşanı” (insanlığın şanlı bülbülü), “kâinatın mâ-bihil iftiharı” (iftihar vesilesi) ve “bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı” (Sözler, 245, 329) olarak tasvir edilir. O’nun hayatı, “hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsa” (Lem’alar, 317) yani özetin de özetidir. Kurtuluş, O’nun Sünnetine ittiba iledir. Bu ittibaı “ehemmiyetsiz görmek” cinayet, “tenkid etmek” ise “dalalet-i azîme” (büyük sapkınlık) olarak nitelendirilir (Lem’alar, 54).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
İttiba-ı Sünnet (Sünnete uymak), Fahr-i Kâinat, Habibullah, Hakikat-ı Muhammediye, Şefaat, Salavat, Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet (Peygamberlik divanının mührü).

Konuyla Alakalı Âyetler:
• Resulullah’a (ASM) ittibaın ehemmiyetine dair:
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”” (Âl-i İmrân, 3:31)
• O’nun (ASM) âlemlere rahmet olduğuna dair:
“Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21:107)

5. Haşir (Yeniden Diriliş), Âhiret ve Hayat-ı Ebediye
İnsanın ebedî bir hayata namzet olduğu ve ölümün bir yokluk olmadığı hakikati, iktibasların mühim bir rüknünü teşkil eder.

İzahı:
Mevt (ölüm), “zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak” (Sözler, 188) ve “ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesi” (İşarat-ül İ’caz, 205) olarak tarif edilir. İnsanın ruhunda bulunan “hadsiz istidadat-ı maneviye” (Sözler, 487) ve vicdanındaki “Ebed!.. ebed!” (Sözler, 489) sesi, bu fâni dünyanın onun hakikî vatanı olamayacağını, “başka âleme gönderileceğini” (Sözler, 492) isbat eder. Haşir, “haktır ve muhakkaktır” (Şualar, 185).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Beka (Ebedîlik), Saadet-i Ebediye, Şekavet-i Daime, Berzah Âlemi, Dâr-ı Beka, Dâr-ı İmtihan, Cennet, Cehennem, Mevt (Ölüm).

Konuyla Alakalı Âyetler:
• Haşrin hakikatine dair:
“O, “Çürümüş kemiklere kim hayat verecekmiş!” dedi. De ki: “Onlara ilk defa hayat veren diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.”” (Yâsîn, 36:78-79)
• Dünya ve âhiret hayatının mahiyetine dair:
“Bu dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29:64)

6. İman ve Küfrün Mukayesesi (Dinsiz Felsefeye Tenkit)
İktibaslar, imanın bir nur ve lezzet; küfrün ve ondan neş’et eden “dinsiz felsefenin” ise bir elem ve zulümat (karanlık) olduğunu tasvir eder.

İzahı:
Dinsiz felsefenin “en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır” (Sözler, 54). Bu felsefe, “hakikatsiz bir safsata” ve “kâinata bir tahkir” (aşağılama) olarak görülür (Sözler, 118). “Maddiyyunluk, Bir Taun-u Manevîdir” (Sözler, 681). Buna mukabil “Hakikî Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır” (Sözler, 690) hakikati ilân edilir. İman ilmi, “ilimlerin şahı ve padişahı” (Sözler, 699) olarak yüceltilir.

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
Dalalet (Sapkınlık), Küfr-ü Mutlak (Mutlak inkâr), Safsata, Tabiat Bataklığı (Tabiatçılık), Nur-u İman, Zulümat-ı Kalbî (Kalbî karanlıklar), Hidayet.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İman ve küfrün farkına dair:
“Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğûttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2:257)

7. Kader, İrade-i Cüz’iye ve Mes’uliyet

İktibaslar, Kader meselesine ve insanın mes’uliyetine (sorumluluğuna) dair mühim izahlar ihtiva etmektedir.

İzahı:
İnsan, “seyyiatından (kötülüklerinden) tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur” (Sözler, 433). Kader, “hakikî illetlere bakar, adalet eder”; insanlar ise “zahirî gördükleri illetlere” bakarak “kaderin aynı adaletinde zulme düşerler” (Sözler, 433). İnsana bir “cüz’-i ihtiyarî” (seçme hakkı) verilmiştir (İşarat-ül İ’caz, 183). “Kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur” (Şualar, 220).

Alakalı Mefhumlar (Müradifler):
İrade-i Külliye (Allah’ın küllî iradesi), İrade-i Cüz’iye (İnsanın cüz’î iradesi), Cüz’-i İhtiyarî, İmtihan, Teklif (Yükümlülük), Adalet-i İlahiye, Hayr ve Şer.

Konuyla Alakalı Âyetler:
• İnsanın mes’uliyetine dair:
“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. Biz, seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4:79)

Netice
Bu “damlalar”, Risale-i Nur’un kâinatı ve hayatı Kur’an nazarıyla nasıl okuduğunu gösteren parlak birer misaldir. Her bir iktibas, birbiriyle irtibatlı muntazam bir tefekkür nizamı oluşturmaktadır. Bu nizam; Allah’ı (CC) isim ve sıfatlarıyla tanımak (Marifetullah) ile başlar, kâinattaki Rububiyet tecellilerini tefekkür eder, insanın bu tecellilere karşı ubudiyet vazifesini idrak ettirir, bu vazifenin en mükemmel muallimi olan Resul-i Ekrem’e (ASM) ittibaı ders verir ve nihayetinde bu imtihan dünyasından sonraki ebedî saadet veya şekavet yurdu olan Haşir ve Âhiret hakikatine yakînî bir iman kazandırmayı hedefler.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-damlalar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




Küllî Bir Nazar: Varlık, Vazife, Adalet ve Rıza-yı İlahî Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

Küllî Bir Nazar: Varlık, Vazife, Adalet ve Rıza-yı İlahî Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

​İnsanın varoluş serüveni, “Ben kimim?”, “Nereden geldim?”, “Nereye gidiyorum?” ve “Bu âlemdeki yerim nedir?” sualleri etrafında şekillenir. Bu suallerin cevaplarını İslâm hikmetinin nazarında berraklaştıran altı temel direk gibidir. Bu tahlil, bu altı hakikati, mantıkî bir sıra içinde birbirine bağlayarak izah etmeyi amaçlar.

1. Aslî Münasebet: Mâlik ve Memlûk (Hak Talep Edilemez, Şükür Gerekir)
​”İnsanın Cenab-ı Hak’tan hiçbir hakkı taleb etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima ona şükretmeye medyundur. Çünkü mülk onundur. İnsan onun memluküdür.” (Risale-i Nur Külliyatı)

​Bu ifade, insan ile Allah (c.c.) arasındaki en temel münasebeti, yani “Mülk ve Memlûkiyet” hakikatini tesis eder. Modern felsefelerin (düşünce akımlarının) aksine, bu hikmet nazarında, insan kâinata “hak talep eden” bir varlık olarak gelmemiştir.
• ​Mantıkî İzah: Vücudu (varlığı) kendisine ait olmayan, yokluktan varlık sahasına çıkarılan “memlûk” (yaratılmış, sahip olunan) olan insanın, Mâlik-i Hakikî (gerçek mülk sahibi) olan Hâlık’ından (Yaradan’ından) bir “hak talebinde” bulunması, aslî bir hata olur. Bir san’at eseri, San’atkâr’ını sorgulayamaz.
• ​İbreti: İnsanın vazifesi “talep” değil, “şükür”dür. Ona verilen her aza, her nefes, her nimet; bir “hak” değil, bir “ihsan” ve “lütuf”tur. Bu şuur, insanın “haddini bilmesini” (bir sonraki vecizede gelecek) ve kulluk makamını idrak etmesini sağlar. Varlığımızın karşılığı ancak şükür olabilir.

​2. Varlığın Gayesi: Dâr-ı İmtihan ve “Masîr” (Dönüş)

​”وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ” (Ve ileyhi’l-masîr) “Yani, ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp vazifelerini bitirip… yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelal’ine dönecekler…” (Risale-i Nur – Mektubat)

​Birinci sözdeki “memlûk” olan insanın, bu dünyadaki varlık sebebi bu sözde açıklanır.
• ​Mantıkî İzah: Mülk sahibi (Allah), memlûkünü (insanı) başıboş bırakmamıştır. Onu, bir “memuriyet” (vazife) ve bir “ticaret” (ebedî hayatı kazanma) için, bir “dâr-ı imtihan” (imtihan yurdu) olan bu dünyaya göndermiştir. Mezarlıklar bu fani “memuriyet” mahallinin geçiciliğinin en ibretli tasviridir.
• ​Hikmeti: Bu ticaret ve memuriyetin bir sonu vardır. Ayet-i kerimenin vurguladığı gibi: “Ve ileyhi’l-masîr” (Dönüş O’nadır). Bu, bir “yok oluş” değil, vazifeyi tamamlayıp aslî sahibine (Mevlâ-yı Kerîm’e) dönmektir. Bu dünya bir “yolculuktur” ve “vatan-ı aslî”ye (gerçek yurda) bir “dönüş” mukadderdir.

3. Fâniliğin İbreti ve Ebedî Saadet Uğruna Çalışmak

​”Madem herşey helâk olacak, ey zaîf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklımı başına topla, yaradılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir.” (Risale-i Nur – Barla)

​Bu vecize, “dönüş” hakikatinin ve “memlûk” oluşumuzun mantıkî neticesini “vurucu” bir surette beyan eder.
• ​Mantıkî İzah: “Madem herşey helâk olacak” (yok olup fâniliğe gidecek). Bu, kâinatın en büyük kanunudur. Güneş (Şems) dahi fâni iken, ona nisbeten bir “zerre” hükmünde olan “zaîf insanın” hayatı elbette fânidir.
• ​İbreti ve Emri: Akıl, bu fânilik karşısında şu neticeye varmak zorundadır: “Aklını başına topla.” Fâni olan için ebedî bir hırsla çalışmak akılsızlıktır. Akıl, fâni ömrü (sermayeyi), “saadet-i ebediyeyi temin edecek” (sonsuz mutluluğu kazandıracak) bir ticarette kullanmayı emreder. Bu, “haddini bilmek” ve “yaradılışındaki hikmeti düşünmektir.”

​4. Adaletin Mantıkî Zarureti: Hâkim-i Hafîz’in Divanı

​”En âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin.” (Onuncu Söz)

​”Ebedî saadet” için çalışan veya ebedî felakete sürüklenen insanın bu ticaretinin neticesi ne olacaktır? Bu söz, “adalet-i ilahiyye”nin ve “muhasebe”nin (hesabın) mantıkî bir isbatıdır.
• ​Mantıkî İzah (Kıyas): Bu, hikmetli bir kıyastır (analojidir). Bizler, sıradan bir devletin bile (en âdi raiyetin en âdi muameleleri) en küçük kayıtları tuttuğunu, ihmal etmediğini görüyoruz. Bu kadar hassas bir nizam kuran Kâinatın Hâkimi (Hâkim-i Hafîz), elbette “raiyetin en büyüklerinden” (insan gibi şerefli mahlukattan) sâdır olan “en büyük amelleri” (iman, küfür, zulüm, adalet gibi) kaydetmemesi, “muhafaza etmemesi”, “muhasebe”ye çekmemesi ve “mükâfat ve mücazat” (ödül ve ceza) vermemesi “mümkün müdür?”
• ​Hikmeti: Mümkün değildir. Adalet terazisinin simgelediği gibi, zerre kadar hayır ve şer karşılıksız kalmayacaktır. Bu, “dâr-ı imtihan”ın ciddiyetini ve zaruretini gösterir.

5. Gayelerin Gayesi: Rıza-yı İlahî’nin Kâfî Oluşu

​”Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez.” (Bedîüzzaman)

​Muhasebe var, peki bu muhasebedeki en büyük “mükâfat” (kâr) nedir? Bu söz, bütün gayelerin ve hedeflerin zirvesini tayin eder:
• ​Edebî ve Hikmetli Tahlil: Hedef, sadece cehennemden kurtulmak veya cenneti kazanmak değil, o cehennem ve cennetin Sahibinin “Rızası”nı kazanmaktır. Bu, ihlâsın zirvesidir.
• ​Değer Ölçüsü: Bu söz, “hakiki” değer ile “izafî” değeri ayırır:
• ​”Eğer o yâr ise (Allah dost ve razı ise), herşey yârdır.” Bütün musibetler, zorluklar dahi o rızanın nuruyla “dost” ve “güzel” görünür.
• ​”Eğer o yâr değilse…” Bütün dünyanın takdiri, alkışı, makamı, serveti “beş para değmez.” Çünkü ebedî saadeti temin etmez, aksine kaybettirir. Bu, Mâlik’in rızasını her şeyin üstünde tutmaktır.

6. Asrın Vurucu Vazifesi: İmanı Kurtarmak ve Kuvvetlendirmek

​”Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkalarının imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.” (Risale-i Nur)

​Bütün bu hakikatler silsilesi (Mâlik, İmtihan, Ebedî Gaye, Adalet, Rıza) anlaşıldıktan sonra, bu vecize “ibretli” ve “tarihî” bir tesbitte bulunur: “Bu zamanda” ne yapmalı?
• ​Tarihî ve İbretli Tahlil: Bu ifade, içinde bulunulan “zamanın” (asrın) hususiyetine dikkat çeker. Öyle bir zamandır ki, tehlike artık sadece “amel” (eylem) noksanlığı değil, bizzat “iman” (inanç) temelinin sarsılmasıdır.
• ​Çift Yönlü Vazife: Bu zorlu zamanda en büyük “ihsan” (Allah’ın lütfu) ve en acil “vazife” iki yönlüdür:
• ​İmanını Kurtarmak: Kendi temelini (imanını) şüphe ve dalalet fırtınalarından muhafaza etmek.
• ​Başkalarının İmanına Kuvvet Vermek: Sadece kendini kurtarmakla kalmayıp (bu, Rıza-yı İlahî’ye tam uymaz), imanını kurtarma mücadelesi verenlere “kuvvet verecek surette çalışmak.” Birbirine yardım eden insanlar, bu müşterek vazifenin en güzel tasviridir. Bu, “bu zamanda” yapılacak en büyük “ticaret”tir.

​ Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu altı vecizenin işaret ettiği hakikatlerin aslı (esası) olan ayet-i kerimelerden bazıları şunlardır:
• ​Mâlik ve Memlûk / Şükür (Vecize 1):
• ​”Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur…” (Âl-i İmrân, 3/189)
• ​”…Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrâhîm, 14/7)
• ​”Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Kasas, 28/60)
• ​”Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur…” (Âl-i İmrân, 3/189)

• ​”…Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrâhîm, 14/7)

• ​”Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Kasas, 28/60)

• ​Dâr-ı İmtihan ve Dönüş (Vecize 2):
• ​”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…” (Mülk, 67/2)
• ​”Ayetin aslı: “…Dönüş ancak O’nadır.” (Arapçası: وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ – Ve ileyhi’l-masîr) (Âl-i İmrân, 3/28)
• ​”Doğrusu biz Allah’a âidiz ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156)
• ​”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…” (Mülk, 67/2)

• ​”Ayetin aslı: “…Dönüş ancak O’nadır.” (Arapçası: وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ – Ve ileyhi’l-masîr) (Âl-i İmrân, 3/28)

• ​”Doğrusu biz Allah’a âidiz ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156)

• ​Fânilik ve Ebedî Gaye (Vecize 6):
• ​”Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27)
• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)
• ​”Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27)

• ​”Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)

• ​Adalet, Muhasebe ve Terazi (Vecize 3):
• ​”Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)
• ​”Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (hesaba katar)ız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)
• ​”Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)

• ​”Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (hesaba katar)ız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)

• ​Rıza-yı İlahî (Vecize 5):
• ​”…Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Mâide, 5/119)
• ​”…Allah’ın rızası ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/72)
• ​”…Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Mâide, 5/119)

• ​”…Allah’ın rızası ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/72)

• ​İmanı Muhafaza ve Yardımlaşma (Vecize 4):
• ​”Zamana yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)
• ​”Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm, 66/6)
• ​”Zamana yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)

• ​”Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm, 66/6)

​Makalenin Özeti
​Bu araştırma yazısı, altı hikmetli sözü birbiriyle irtibatlandırarak küllî bir manayı tahlil etmiştir:
• ​Temel münasebetimiz, “Mâlik” olan Allah’a karşı “memlûk” oluşumuzdur; bu, “hak talebini” değil, “şükrü” gerektirir (Vecize 1).
• ​Bu “memlûk” olan insan, “dâr-ı imtihan” olan dünyaya “ticaret ve memuriyet” için gönderilmiş olup, dönüş (masîr) kaçınılmaz olarak Hâlık’ınadır (Vecize 2).
• ​Bu imtihanın mantığı, her şeyin “helâk” olacağı (fânilik) gerçeğine dayanır; akıl, fâni ömrü “saadet-i ebediyeyi” kazanmak için kullanmayı emreder (Vecize 6).
• ​Bu ticaretin başıboş olmadığının delili, “Hâkim-i Hafîz”in adaletidir; en küçük ameli kaydedenin, en büyük amelleri “muhasebe” etmemesi ve “mükâfat/mücazat” vermemesi mantıken imkânsızdır (Vecize 3).
• ​Bu muhasebedeki en büyük mükâfat ve en yüce gaye, dünyanın alkışları değil, “Rıza-yı İlahî”dir; “Eğer O yâr ise, herşey yârdır.” (Vecize 5).
• ​Sonuç olarak, “bu zamanda” en acil ve en büyük vazife, bu hakikatlerin temeli olan “imanı kurtarmak” ve “başkalarının imanına kuvvet verecek surette çalışmak” olarak tespit edilmiştir (Vecize 4).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

Risale-i Nur Külliyatı’nın temel esası ve gayesi olan “Tevhid-i Hakikî”yi (Hakikî Tevhid) isbat etme yolunda pek mühim noktaları bir araya getirmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, Risale-i Nur’un “dükkanında Tevhid’den başka bir şey bulunmadığının” bir hülasası mahiyetindedir.

1. Kâinat: Bir Kitab-ı Samedânî ve Tevhid Mührü
“Bir kitabda yazılı bir harf…” cümlesi, Risale-i Nur mesleğinin esasını teşkil eden mana-yı harfî bakış açısını, yani eşyaya kendi namına değil (mana-yı ismî), Sâni’i namına (mana-yı harfî) bakmayı ders verir.
“(Alem de bir kitab olup…)” şeklinde izah edildiği gibi, kâinat, her bir mahluku bir “harf”, bir “kelime”, bir “cümle” ve her bir nevi bir “risale” olan muazzam bir Kitab-ı Kebir’dir. Bu kitabın her bir harfi, sadece kendi yapısını değil, asıl olarak Kâtib’ini, Nakkaş’ını ve Sâni’ini, yani Allah’ı (celle celâluhu) esmasıyla tarif eder.
Cenâb-ı Hak, bu kitabın her yerine kendi birliğinin mühürlerini vurmuştur:
• Sikke-i Mahsusa (Hususi Mühür): Her bir cüz’îde, mesela tek bir çiçekte veya bir sinekte görülen o şeye mahsus san’at, intizam ve hikmet, onun Sâni’inin hususi mührüdür.
• Hâtem-i Has (Özel Mühür): Bütün bir nev’in (mesela bütün sineklerin veya bütün çiçeklerin) aynı plan, aynı program ve aynı temel yapıda yaratılması, o nev’e vurulmuş özel bir mühürdür.
• Hâtem-i Vâhidiyet (Vâhidiyet Mührü): Bütün “aktar-ı semavat ve arzın” (göklerin ve yerin her tarafının) tek bir elden idare edilmesi, rızıklarının aynı kanunla verilmesi , bütün varlıkların birbiriyle tam bir tesanüd (dayanışma) içinde olması , bütün kâinatın tek bir Zât’ın idaresinde olduğunu gösteren Vâhidiyet mührüdür.
• Sikke-i Ehadiyet (Ehadiyet Mührü): Kâinatın bütününde tecelli eden isimlerin (mesela Hayy, Kayyûm, Alîm, Kadîr) aynı anda tek bir zerrede, tek bir hücrede veya tek bir insanda tecelli etmesi, o Zât’ın “her şeyin yanında hâzır ve nâzır” olduğunu ve “mekândan münezzeh” olduğunu gösteren Ehadiyet sikkesidir.
Bu mühürler o kadar açıktır ki, “Hebenneka” kıssasında olduğu gibi, en ahmak bir adam dahi kâinattaki bu intizamı gördüğünde Sâni’i inkâra gitmemelidir. Zira kâinattaki bu intizam ve san’at, Sâni’in varlığına öyle kuvvetli şehadet eder ki, O’nu inkâr etmek, kendi varlığını inkâr etmekten daha akıl dışıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ Suresi, 17:44)

2. Şirkin ve İnkârın Muhaliyeti (İmkansızlığı)
Tevhid’in isbatı kadar, zıddı olan şirkin ve inkârın (Allah’ı tanımamanın) aklen ne derece imkânsız ve muhal olduğunu isbat etmeye odaklanmıştır.
Risale-i Nur mesleği, imanı “kabul”den ziyade “isbat” üzerine kurar. İnkârı ise sadece “red” değil, “aklen imkânsızlığını” (muhaliyetini) gösterir.
• Her Zerreye İlahlık Vermek Mecburiyeti: Eğer kâinattaki zerreler (atomlar) Allah’ın “memur-u İlahî”si (ilahi memurları) olmasalar, o vakit her bir zerrenin gördüğü vazifeyi (mesela bir hava zerresinin hem bir çiçeğin bünyesinde çalışıp hem bir insanın nefesinde vazife görmesi) kendi başına yapabilmesi için, nihayetsiz bir ilme, hadsiz bir kudrete, her şeyi görür bir göze [sahip olması gerekir. Bu ise, “zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmek” demektir. Bir Vâcib-ül Vücud’u (varlığı zorunlu olan Allah’ı) kabul etmemek, sayısız muhal ilahları kabule mecbur eder.
• Esbabın (Sebeplerin) Acziyeti: “Varlıkların yaratılmalarındaki üç muhal” olarak sıralanan yollar (kendi kendine teşekkül, esbabın icadı, tabiatın iktizası) aklen batıldır. Zira sebepler (esbab), yaratmak için değil, sadece İlahi kudrete “perdedar” olmak için vaz edilmişlerdir. “terzilik san’atı” misaliyle bunu harika izah eder. En kabiliyetli insan dahi dikenli bir ağaca gömlek giydiremezken, Sâni’-i Hakîm’in her baharda “üç yüz binden fazla risaleleri” (yani nebatat ve hayvanat taifelerini) noksansız yaratması, sebeplerin ve tabiatın ne kadar âciz, Sâni’in ise ne kadar Kadîr olduğunu gösterir.
• Hâkimiyetin İştiraki Reddetmesi: “âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir.” Basit bir köyde iki muhtarın nizamı bozması gibi, kâinat gibi sonsuz derecede intizamlı bir saltanatta zerre kadar bir şirkin (ortaklığın) bulunması, o nizamı alt üst ederdi. Kâinattaki bu kusursuz nizam, Hâkim’in Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olduğunu isbat eder.
Kur’an-ı Kerim, bu şirk ve inkâr yolunun batıl olduğunu ve yaratmanın sadece Allah’a mahsus olduğunu şöyle beyan eder:
“İşte bu, Allah’ın yarattığıdır. Haydi, Allah’tan başkalarının ne yarattığını bana gösterin! Hayır, o zâlimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokmân Suresi, 31:11)
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr Suresi, 59:24)

3. Tevhid-i Âmî’den Tevhid-i Hakikî’ye Terakki
“Tevhid iki kısımdır” bahsi, marifetullahtaki (Allah’ı tanımadaki) mertebeleri gösterir:
• Tevhid-i Âmî (Genel Tevhid): Kâinata bir bütün olarak bakıp “Bütün bu âlem Allah’ındır” demektir. Bu, çarşıdaki bütün malların tek bir zâta ait olduğunu genel olarak bilmektir. Bu, “Heme Ost” (Her şey O’dur) diyen Vahdet-ül Vücud meşrebinin bir gölgesi değil, “Heme Ezost” (Her şey O’ndandır) hakikatinin avamî bir mertebesidir.
• Tevhid-i Hakikî (Hakikî Tevhid): Kâinatın bütününe “Allah’ındır” dedikten sonra, kâinattan çekilip her bir mahluka, her bir zerreye doğrudan nazar edip, o şeyin üzerindeki san’atı, isimlerin cilvesini ve Ehadiyet mührünü okuyabilmektir.
“Her denk üzerinde o zâta aid olduğunu okur ve bilir.” Bu, taklidden tahkike geçmektir.
Risale-i Nur’un gayesi, bu ikinci yol olan Tevhid-i Hakikî’yi, yani “Âlemde her bir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir” hakikatini isbat etmektir.

4. Marifet Yolları: İnnî ve Limmî / İmkân ve Hudûs
Tevhid’in isbatında kullanılan mantıkî bürhanlara (delillere) gelince:
• Bürhan-ı İnnî (Eserden Müessire): “dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale” denilmiştir. Bütün Risale-i Nur, bu bürhan üzerine bina edilmiştir. San’atlı bir esere (kâinata) bakarak Sâni’in (Allah’ın) varlığını, birliğini ve sıfatlarını isbat eder. Bu yol, “şübhelerden daha sâlimdir.”
• Delil-i İmkân (Contingency Argument): Bu delil, her mahlukun “mütesaviy-üt tarafeyn” (iki tarafı eşit) olduğunu, yani varlığı ile yokluğunun eşit ihtimalde olduğunu belirtir. Madem bir zerre, “gayr-ı mütenahî imkânlar, ihtimaller” arasından “muayyen bir yola sülûk eder” ve hikmetli bir vazife yapar; öyleyse onu “tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid” vardır. O da Vâcib-ül Vücud olan Allah’tır.

Hülâsa: Tevhid’in Sühuleti (Kolaylığı) ve Dalaletin Müşkilâtı
Netice olarak,
• Tevhid Yolu: “Suda, havada, ziyada yürümek” gibi kolaydır. Zira her şeyi Vâhid-i Ehad’e isnad ettiğinizde, bir karınca “Firavun’un sarayını başına yıkar”, bir mikrop “en cebbar bir zalimi kabre sokar.” Çünkü intisab (bağlılık) vardır. Bütün yükü Kadîr-i Mutlak’a bırakmak vardır.
• Şirk ve Dalalet Yolu: “Buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli” ve “nihayetsiz müşkilât” ile doludur. Zira Allah’ı tanımayan ve O’na tevekkül etmeyen insan, “kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir.”
O (cc), bize şah damarımızdan daha yakındır. Biz O’ndan uzağız. O’nun şiddet-i zuhurundan (görünmesinin şiddetinden) gizlenmesi , zıddı ve noksanı olmamasındandır.
Cenâb-ı Hak, bu hakikatleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle teyid eder:
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf Suresi, 50:16)

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-tevhide-dair-notlar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

KUR’AN-I KERIMDE GEÇEN NİÇİN VE NEDEN KELİMELERİ VE HİKMETLERİ

Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın kelamı olması hasebiyle, her harf ve kelimesinde derin hikmetler barındıran mu’cizevî bir kitaptır. O’nun üslûbu, sadece bir hükmü bildirmekle kalmaz, aynı zamanda o hükmün sebebini, gayesini ve ardındaki ilahî maksadı da beyan eder.
Bu noktada, “لِ” (Li) ve “لِمَ” (Lime) edatları, Kur’an’ın bu “gayeli” üslûbunu anlamada kilit bir faaliyete sahiptir. Bu edatlar, Arap dilbilgisinde “sebebiyet” , “gaye” ve “illet” bildirmek için kullanılır.
Kur’an’ın bu edatları kullanmasındaki temel hikmet; kâinatta hiçbir şeyin “abesten” (gayesiz, tesadüfî) yaratılmadığını, her emrin, her yasağın ve her hadisenin ilahî bir hikmete, bir gayeye mebnî (dayalı) olduğunu insana idrak ettirmektir.
İşte bu edatların ve müradiflerinin (eş anlamlılarının) Kur’an’daki kullanımı, verdikleri mesajlar ve hikmetleri:
1. “لِ” (Li) Edatı: Lâm-ı Ta’lîl (Sebep ve Gaye Bildiren ‘Li’)
Bu, Kur’an’da sebebiyet bildiren edatların en meşhurudur. Genellikle “için”, “diye”, “-sın diye”, “amacıyla” şeklinde tercüme edilir. Bir fiilin veya emrin “neden” yapıldığını, gayesinin ne olduğunu açıklar.
Hikmeti ve Mesajları:

* Yaratılışın Gayesini Bildirmek: Allah Teâlâ’nın kâinatı ve insanı neden yarattığını bu edatla açıklar. En küllî gaye budur.
* Hükümlerin Maslahatını (Faydasını) Göstermek: Farz kılınan ibadetlerin veya yasaklanan fiillerin ardındaki hikmeti, insana sağlayacağı faydayı veya koruyacağı zararı gösterir.
* Tefekküre Sevk Etmek: Kâinattaki nizamın ve hadiselerin “neden” o şekilde cereyan ettiğini beyan ederek, insanı aklını kullanmaya ve tefekküre davet eder.
* İmtihanın Aslını (Esasını) Belirtmek: Dünyadaki musibetlerin, nimetlerin veya hadiselerin birer “imtihan” gayesi taşıdığını vurgular.
Ayetlerden Misaller :
* En Küllî Gaye (İbadet):
> “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
> (Zâriyât, 51/56)
> Buradaki “li-ya’budûn” (لِيَعْبُدُونِ), yaratılışın gayesinin “kulluk” olduğunu açıkça bildirir.
>
* İmtihanın Gayesi:
> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”
> (Mülk, 67/2)
> Buradaki “li-yebluvekum” (لِيَبْلُوَكُمْ), hayat ve ölümün gayesinin “sınamak” (imtihan) olduğunu gösterir.
>
* Hükümlerin Hikmeti (Oruç):
> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınasınız diye oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”
> (Bakara, 2/183)
> Buradaki “le’allekum tettekûn” (لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ – …sakınasınız diye), orucun farz kılınmasındaki sebebin “takvaya erişmek” olduğunu beyan eder. (Bu ayette ‘Li’ yerine ‘Le’alle’ gelse de aynı gaye manasını taşır.)
>
* Hükümlerin Hikmeti (Kısas):
> “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (adam öldürmekten) sakınırsınız.”
> (Bakara, 2/179)
> Buradaki “fi’l-kısâsi hayâtun” (kısasta hayat vardır) ifadesi, hükmün gayesini (hayatı korumak) açıklar. Ayetin devamındaki “le’allekum tettekûn” (sakınasınız diye) yine gayeyi pekiştirir.
>
* Tefekkür ve Akletme Gayesi:
> “…Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki akıl erdiresiniz.”
> (Bakara, 2/242)
> Buradaki “le’allekum ta’kılûn” (لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ – …akıl erdiresiniz diye), ayetlerin açıklanma sebebinin “akletmek” olduğunu bildirir.
>
2. “لِمَ” (Lime) Edatı: Sual ve Tenkit (Sorgulama)
Bu edat, “Li” (için) ve “Mâ” (ne) kelimelerinin birleşimidir ve “Ne için?”, “Neden?”, “Niçin?” manasına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu edat, genellikle bir durumu sorgulamak, muhatabı tenkit etmek (eleştirmek) veya bir çelişkiyi (zıtlığı) ön plana çıkarmak için kullanılır.
Hikmeti ve Mesajları:
* Çelişkiyi (Zıtlığı) Göstermek: İnsanın sözü ile fiili arasındaki tutarsızlığı yüzüne vurmak için kullanılır.
* Tevbih ve Azarlama (Tenkit): Yapılan bir hatayı veya yanlışı sorgulayarak muhatabı kınamak ve uyarmak maksadı taşır.
* Hakikati İdrak Ettirme: Muhataba “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorarak, yaptığı fiilin manasızlığını veya yanlışlığını onun kendisinin idrak etmesini sağlamaktır.
Ayetlerden Misaller ( Meali ile):
* Söz ve Fiil Çelişkisi:
> “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”
> (Saf, 61/2)
> Buradaki “lime tekûlûn” (لِمَ تَقُولُونَ – Niçin söylüyorsunuz?), mü’minleri derinden sarsan bir tenkittir. Gaye, onları söz ve fiil birliğine davet etmektir.
>
* Nankörlüğü Sorgulama:
> “(İnsana) ‘Rabbinden sana ne (gibi bir zarar) geldi ki O’nun (emirlerine) karşı geldin?’ denildiği zaman (ne cevap verecek?)” [Bu ayet Tefsirî bir manadır, Saf Suresindeki daha sarihtir]
> Daha net bir misal: Hz. Zekeriya’nın (a.s.) durumunda:
> “Zekeriyyâ, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım da kısırken benim nasıl oğlum olur?’…” (Âl-i İmrân, 3/40). Burada “nasıl” (Ennâ) kullanılsa da, “Lime” (niçin) edatı da bu hayret ve sorgulama makamlarında kullanılır.
>
* Kâfirlerin İnadını Sorgulama:
> “…De ki: ‘O halde niçin (inanıyorsanız) daha önceki peygamberleri öldürüyordunuz?'”
> (Bakara, 2/91)
> Buradaki “fe-lime taktülûn” (فَلِمَ تَقْتُلُونَ – O halde niçin öldürüyordunuz?), onların iddialarındaki samimiyetsizliği ve çelişkiyi ortaya koyar.
>
3. Diğer Sebebiyet Bildiren Müradifler
Kur’an’da “Li” dışında, aynı gaye ve sebep manasını taşıyan başka edat ve terkipler de vardır:

A. “كَيْ” (Key)
“Li” gibi, “için”, “-sın diye” manasına gelir ve kuvvetli bir gaye bildirir.
* Misal:
> “…Tâ ki (o mal) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın…”
> (Haşr, 59/7)
> Buradaki “key lâ yekûne” (كَيْ لَا يَكُونَ – …olmasın diye), fey ve ganimet mallarının taksimindeki ilahî hikmeti (servetin tek elde toplanmasını engelleme) açıklar.
>
B. “حَتَّى” (Hattâ)
Asıl manası “kadar” (sona eriş) olsa da, çok sık olarak “sonucunda … olsun diye” şeklinde bir gaye manası taşır.
* Misal:
> “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…”
> (Bakara, 2/193)
> Buradaki “hattâ lâ tekûne fitnetun” (حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ – Fitne kalmayıncaya/yok oluncaya kadar/olsun diye), mücadelenin gayesini net olarak çizer.
>
C. “مِنْ أَجْلِ” (Min Ecli)
“Sebebiyle”, “…yüzünden”, “…uğruna” manasında, çok net bir sebebiyet bildirir.
* Misal:
> “Bu sebeple (Habil-Kabil kıssası) İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde (çıkardığı) bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur…”
> (Mâide, 5/32)
> Buradaki “min ecli zâlike” (مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ – Bu sebeple), konulan ağır hükmün sebebini, önceki kıssaya (ibretlik hadiseye) bağlar.
>
Özet ve Küllî Manalar
Kur’an-ı Kerim’in “Li”, “Key”, “Hattâ” gibi edatları kullanarak hükümleri ve hadiseleri “sebeplendirmesi”;
* Tesadüfün Reddi: Kâinatta hiçbir şeyin başıboş, gayesiz ve tesadüfî olmadığını, her şeyin bir “İllet-i Gâiye” (en yüce gaye) olan Allah’ın ilim ve hikmetine bağlı olduğunu ders verir.
* Aklî Bir Davet: İnsanı “Neden?” sorusunu sormaya ve cevaplarını Kur’an’da aramaya sevk eder. Bu, aklı iptal eden bir dogma (yanlış inanç) değil, aklı kullandıran hikmetli bir üslûptur.
* Tatmin Edici İman: Mü’minin, “Neden namaz kılıyorum?”, “Neden bu musibet başıma geldi?”, “Allah dünyayı neden yarattı?” gibi en temel suallerine cevap verir. Bu cevaplar, imanı taklitten tahkike (araştırmaya dayalı) çıkarır ve kalbi mutmain kılar.
* Hükümlerdeki Rubûbiyet: Allah’ın sadece “Yaratan” değil, aynı zamanda her şeye bir gaye ile “hükmeden” (Rab) olduğunu, O’nun emirlerinin insanın hem dünyası hem ahireti için en faydalı nizam olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

Risale-i Nur’un hakikati, “asrın hakikatıdır.” O, bu asrın idrakine, hususiyetle de fen ve felsefeden neş’et eden (kaynaklanan) şübehat (şüpheler) ve dalalet (sapıklık) cereyanlarına karşı Kur’an-ı Hakîm’in elmas bir kılıcı ve manevî bir tefsiridir.
Bu izahı, altı ana başlıkta tanzim edebiliriz:

1. Hakikati: Asrın İdrakine Kur’anî Bir Reçete Olması

“Risale-i nurlar asrın idrakine söylenmiş hakikatlardır” Bu, onun mahiyetinin temelidir.
Risale-i Nur, “hakaik-i imaniye”yi (iman hakikatleri) aklî, mantıkî ve hissî burhanlar (isbatlar, deliller) ile isbat eder. O, sadece nakle değil, akla da hitap eder. Bu asrın “akıl” ve “fen” ile meşgul olan idrakine, imanın “makul” (akla uygun) ve “mâkul” (anlaşılabilir) olduğunu gösterir.
• Müradifler (Hakikat): Gerçek, doğruluk, esas, temel, bâtılın zıddı.

Risale-i Nur’un menbaı (kaynağı) olan Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisi “hak”tır. Bu hakkın bu asra bakan cihetini izah eder.
• Ayet :
Ra’d 13:1
${Elif-lâm-mîm-râ. Bunlar, kitabın (Kur’an’ın) âyetleridir. Sana rabbinden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar.}$
“Risale-i nurlar küfrün tüm kalelerini herc-ü merc etmiştir” ifadesi, hakkın bâtıla galebesini (üstün gelmesini) ifade eder.

• Ayet :
Enbiyâ 21:18
${Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine atarız da o, bâtılın başını ezer. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. (Yalandan) Allah’a isnat ettiğiniz vasıflardan ötürü yazıklar olsun size!}$

2. Lisanı: Tahrif ve Sadeleştirmenin İlmî Cehd Gereği Reddi

En mühim noktalardan biri, “Tercümeler ile, sadeleştirme bahaneleri ile tahrif edilmemelidir” ve “Risalelerin sadece dini değil, dili de muhafazaya çalıştığını bilmemektedirler” ikazıdır.
Bu lisan, sıradan bir lisan değil, “Kur’anî ıstılahları” (terimleri) muhtevi (ihtiva eden) bir “ilmî lisan”dır. Kelimeler, manaların zarflarıdır; zarf yırtılırsa veya kabaca değiştirilirse, mazruf (içindeki muhteva) zayi olur veya en azından derûnî manası kaybolur. Risale-i Nur’daki “ene,” “zerre,” “tabiat,” “adem” gibi kelimeler, basit müradiflerle karşılanamayacak derecede derin ve tefsirî bir muhtevaya sahiptir.
• Müradifler (Tahrif): Bozma, değiştirme, aslından saptırma, manayı kaydırma.
Lisanın muhafazası, vahyin aslıyetinin muhafazasıyla doğrudan bağlantılıdır. Kur’an, lafzı ve manasıyla bir bütündür.
• Ayet :
Fussilet 41:3
${Bu, bilen bir toplum için âyetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.}$
Kur’an’ın bu “ayrıntılı” ve “belirli bir dilde” (Arapça) olması, o dilin ve o dilden neş’et eden İslâmî terminolojinin ehemmiyetini gösterir. Risale-i Nur, bu terminolojiyi muhafaza ederek dinin ruhunu da muhafaza etmeye çalışır.

3. Üslûbu: Muhatabı Seviyesine Çıkaran Tedris Metodu

“Risale-i Nurlar muhatabın seviyesine inmekten ziyade, muhatabını kendi seviyesine çıkarmaktadır” tesbiti, onun bir “tedris” (eğitim) ve “terbiye” (yetiştirme) metodu olduğunu gösterir.
Onu “günlük gazete” gibi görenler veya “ilmi çalışma içerisine girmeyenler,” bu eserin bir “tefekkür” ve “mütalaa” kitabı olduğunu idrak edememişlerdir. İlim, çaba (cehd) ve gayret ister. Risale-i Nur, okuyucusunu “avâm” (sıradan) seviyesinden “tahkik” (araştırma, derinleşme) seviyesine davet eder. Sizin “er mesabesindeki avama, rütbe takarak… ona rütbe takmaktadır” benzetmesi bu hakikati pek güzel tasvir eder.
• Müradifler (İlmî Çalışma): Tedkikat, mütalaa, tahsil, tefekkür, nazar-ı dikkat.
Bilgi ve idrak seviyesi, gayretle yükselir. Bilenle bilmeyen bir olmaz.
• Ayet :
Zümer 39:9
$(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve rabbinin rahmetini umarak ibadet eden kimse mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.}$

4. Menbaı: Kesbî Değil, Vehbî ve Kur’anî Olması

“Risale-i Nurlar kesbi değil tamamen vehbidirler” ifadesi, bu eserlerin beşerî bir düşünce veya “kesbî” (çalışmayla elde edilen) bir ilim olmadığını, doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden ve ilhamından süzüldüğünü belirtir.
Bu, Müellifinin (Bediüzzaman Said Nursi) sıkça vurguladığı gibi, “sünühat,” “ihtarât” ve “ilham” neticesidir. O, kendini bir “tercüman” olarak görür. Bu, felsefenin zıddına “hikmet”tir. Felsefe kesbîdir, hikmet ise ekseriyetle vehbîdir (Allah vergisidir).
• Müradifler (Vehbî): Allah vergisi, bağışlanmış, ilhama dayalı, çalışmayla kazanılmayan.
• Müradifler (Kesbî): Çalışarak elde edilen, kazanılmış, aklî çabaya dayalı.
“Risale-i Nurdaki her bir mesele 200 ayetin hülasa ve izahıdır” tesbiti de bu vehbî menbaı teyit eder. O, Kur’an’dan başka üstad kabul etmez.

• İktibas (Risale-i Nur):

“Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, ona sahip çıkayım? Belki, Kur’ân-ı Hakîm’in feyziyle, benim kalbime ve fikrime gelmiş. Ben de tanzim etmişim.”
Hikmetin “verilmesi” (vehbî oluşu) Kur’an’da şöyle ifade edilir:
• Ayet :
Bakara 2:269
${Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.}$

5. Neticesi: İstikamet, Teslimiyet ve Uhuvvet Kazandırması

Risale-i Nur’un nazari (teorik) hedefi “iman-ı tahkikî” (araştırmaya dayalı iman), amelî (pratik) neticesi ise “istikamet” ve “teslimiyet”tir.
“Risale-i nurun en büyük hususiyeti, kendisini okuyana istikamet ve teslimiyeti vermesidir.” Bu, imanın sadece bilgiden ibaret olmadığını, bir hayat nizamı olduğunu gösterir. Tahkikî iman, sarsılmaz bir “teslimiyet” (Allah’a boyun eğme) ve “istikamet” (dosdoğru yol üzere olma) doğurur.
• Müradifler (İstikamet): Doğru yol, dosdoğru olma, sırat-ı müstakim, ifrat ve tefritten (aşırılıklardan) uzak olma.
• Müradifler (Teslimiyet): Boyun eğme, kendini Allah’a verme, İslâm olma, rıza gösterme.
İslâmiyetin özü istikamet ve teslimiyettir.
• Ayet :
Hûd 11:112
${Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.}$
Ayrıca, “sadakat, sebat, uhuvvet, muhabbet, tesanüd” gibi ulvi kavramları kazandırması, Risale-i Nur’un sadece ferdî bir kurtuluş değil, aynı zamanda “içtimaî” (toplumsal) bir “ihya” (diriliş) projesi olduğunu da gösterir.
• Ayet :
Hucurât 49:10
${Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.}$

6. Kapsamı: Cihan Şümul (Evrensel) ve Küllî Bir Dava Olması

“Risale-i nurlar asırları aşan bir eserdir” ve “Dünyasına giremeyeceği ve fethedemeyeceği insan yoktur” ifadeleri, davasının “cihan şümul” (evrensel) olduğunu gösterir.
O, muayyen bir coğrafyaya veya zamana hapsedilemez. Çünkü o, imanın ve küfrün mücadelesi gibi “ezelî” ve “ebedî” bir davayı ele alır. “Umumül belva” (herkesin müptela olduğu yaygın musibet) haline gelen meselelere (tabiatçılık, tesadüf, şirkin modern suretleri) çözümler getirmesi, onun bu küllî ve cihan şümul yapısındandır.
• İktibas (Risale-i Nur):
“Risale-i Nur, bu asrı, belki gelecek asırları tenvir edecek (aydınlatacak) bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.”
Bu davanın cihan şümul olması, Kur’an’ın mesajının cihan şümul olmasından gelir:
• Ayet :
Furkân 25:1
${Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.}$

Hâtime (Sonuç):
Bu tesbitler, Risale-i Nur’un neden “anlaşılmak için yazıldığını,” neden “sadeleştirme” adı altında tahrife uğratılmaması gerektiğini ve neden muhatabından “ilmî bir gayret” ve “tefekkür” talep ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. O, vehbî bir Kur’an hazinesidir ve bu asrın manevî hastalıklarına karşı “istikamet” ve “teslimiyet” reçetesidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nurun-hakikati/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

Bu esaslar üç ana başlık altında ele alınacaktır:
• Hizmetin Kudsiyeti: İhlas ve Şahs-ı Manevi
• Cazibenin Sırrı: Asrın İdrakine Hitap ve Kapsayıcılık
• Temel Gaye: İmanı Kurtarmak ve Hayata İstikamet Vermek

1. Hizmetin Kudsiyeti: İhlas ve Şahs-ı Manevi
Hizmetin kudsiyetinin “başkalarının bu işe müdahalesini reddettiğini” ve “Üstad bile kendini devre dışı bırakmış” olduğunu ifade ediyor.
Bu tesbit, Risale-i Nur mesleğinin temel taşı olan ihlâs ve bu ihlâstan doğan şahs-ı manevi mefhumları ile doğrudan alakadardır.

İhlâs ve Rıza-yı İlahi:
Hizmetin kudsiyeti, fani şahıslara değil, bizzat Kur’an hakikatlerine ve Cenab-ı Hakk’ın rızasına dayanmasından ileri gelir. Bu hizmette maksat, şahsi kemalat veya dünyevi bir menfaat değil, sadece Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu noktada, “nefsi hesabına hizmette ahkam kesenler” veya “münferid bir hareket sonucu” ortaya çıkan enaniyetli tavırlar, hizmetin bu kudsî yapısıyla taban tabana zıttır.

Risale-i Nur Külliyatı’nda bu mana şöyle teyid edilir:
“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”
Bu sırra binaen, hizmette şahsi tasarruflar veya “mıymıntılı haller” ile hizmeti kendi kısır dairesine çekme gayretleri, ihlâsı zedeler.

Şahs-ı Manevi ve Enaniyetin Eriitilmesi:

“Tek yapılacak iş ise; bir buz parçası nevindeki enaniyeti o havuz içerisine atıp eritmektir” teşbihi, Risale-i Nur’daki şahs-ı manevi düsturunun en latif izahlarından biridir. Hizmet, şahısların dehasına değil, talebelerin ihlâs ile tesis ettiği o “havuza”, yani şahs-ı maneviye dayanır.
“Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”
Bu şahs-ı manevi, “Fani olan şahısların maneviyatını ve kemâlatını kendinde cem edip bâkileştiriyor” şeklinde ifade bulmuştur. Hizmetin “istifrağ etmesi” veya “dışarı atması” da, bu kolektif ruha, yani ihlâs düsturuna aykırı hareket eden ferdî enaniyetlerin o havuzda yer bulamamasının bir neticesidir.

Bu birlik ve ihlâsın Kur’an’daki temeli ise şu ayet-i kerimedir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz…”
(Âl-i İmrân Sûresi, 3:103)

2. Cazibenin Sırrı: Asrın İdrakine Hitap ve Kapsayıcılık
“Risale-i Nur her fıtrata uygun devayı sunuyor,” “Yüz kapılı bir saray olan insanın mutlaka bir kapısından dünyasına giriyor” ve “Çobanından eğitimcisine… bütün farklı kesimleri bir çatı altında topluyor” diyerek, eserin cihan şümul cazibesine işaret ediyor.

Asrın İdrakine Uygunluk:
Risale-i Nur’un cazibesi, bu asrın temel hastalığı olan tabiat ve tesadüf fikrine dayalı şüpheleri ve imansızlığı, aklı ikna ve kalbi tatmin ederek tedavi etmesidir. Sadece nakle veya hisse değil, aynı zamanda akla ve ilme dayalı deliller (bürhan) sunar. “Ehli bilim onda bilimsel hakikatları bulurken,” “Asrın idrakine söylüyor” ifadeleri bu hakikati tasdik eder.

“Risale-i Nur, sair telifat gibi, ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur.”

Bu eser, doğrudan Kur’an’dan beslendiği için, her fıtrata hitap eder. O, bir “manevi eczahane”dir. Kur’an-ı Kerim’in bu vasfı, onun tefsiri olan Risale-i Nur’da da tezahür eder:
“Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.”
(İsrâ Sûresi, 17:82)

Telfik ve Tevhid:
“14 asırdır süre gelen velayet yollarını ve ilim zincirlerini tek bir halkada ve havuzda bir araya getirip telfik ediyor”.
Risale-i Nur’un velayet-i kübra (büyük velayet) mesleği olduğunu gösterir. Bu meslek, tarikat gibi derûnî (iç) yolculuktan ziyade, doğrudan Kur’an hakikatlerine dayanarak imanı tahkik etme yoludur. Bu sebeple “ehli tasavvuf ve tarikat da onda zikri, ezkâr ve evradını buluyor” ancak asıl gaye, imandaki tevhidi hayata ve amele de yansıtmaktır.

3. Temel Gaye: İmanı Kurtarmak ve Hayata İstikamet Vermek

Risale-i Nur’un fonksiyonlarını ve nihai gayesini özetlemektedir: “Risale-i Nur problemlere çözüm üretiyor,” “Zulmetten nura çıkarıyor,” “İnsanı insan yapacak esasları gösteriyor” ve “Dinde ve de düşünce ve konuşmayı kısırlaştıran dilde tamirat yapıyor.”

Zulmetten Nura Çıkarmak:

Risale-i Nur’un temel vazifesi, bu asrın en büyük meselesi olan imanı kurtarmaktır. Diğer bütün vazifeler (ahlak, içtimai hayat, fikir istikameti) bu temel üzerine bina edilir. “Küfürde cehennemi, imanda cenneti gösteriyor” ifadesi, bu gayenin bir tezahürüdür.

“Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü, iman saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için…”

Bu vazife, Kur’an’ın “insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma” gayesinin bu asırdaki bir tecellisidir:
“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğûttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.”
(Bakara Sûresi, 2:257)

Müsbet Hareket ve Uhuvvet:

“Risale-i Nur kavgayı kaldırıyor,” “İnsanları kardeş yapıyor, dost yapıyor” .
Hizmetin “müsbet hareket” metodunu gösterir. Hizmetin esası tenkit veya tahrip değil, tamir ve imardır. Bu da ancak Müslümanlar arasındaki kardeşlik (uhuvvet) ruhunun tesisi ile mümkündür.
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”
Bu müsbet hareketin Kur’an’daki emri açıktır:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”
(Hucurât Sûresi, 49:10)

Netice

Risale-i Nur’un kudsiyeti; şahıslardan, makamlardan veya dünyevi alkışlardan değil, doğrudan doğruya Kur’an’a ve ihlâs ile rıza-yı İlahi’ye hizmet etmesinden kaynaklanır. Bu hizmet, ferdî enaniyetleri “şahs-ı manevi havuzunda” eritmeyi, asrın idrakine iman hakikatlerini sunmayı ve insanlığı “zulmetten nura” çıkarmayı gaye edinmiş cihan şümul bir Kur’an tefsiridir.

Bak:

https://tesbitler.com/2017/06/01/risale-i-nurun-kudsiyeti/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

Risale-i Nur’un eğitim sistemi, asrın idrakine ve ihtiyaçlarına cevap veren, hem aklı hem de kalbi tamir ve tatmin eden Kur’anî bir menhecdir (metottur).

1. Eğitimin Başlangıç Noktası: Nefsin Islahı (Tezkiye-i Nefs)
Eğitimin (terbiyenin) ilk ve en esaslı adımı, bizzat eğiticinin veya öğrencinin kendi nefsinden başlamasıdır.
“Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Bu, Kur’anî bir esastır. Nefs, yapısı itibarıyla kötülüğü (fena şeyleri) şiddetle arzu etme meylindedir. Buna Nefs-i Emmâre denir.
• Ayet (Nefs-i Emmâre): Hz. Yusuf’un (a.s.) diliyle bu hakikat şöyle ifade edilir:
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, rabbimin merhamet edip korudukları hariç, şiddetle kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûsuf 12/53)
Bu nefsin ıslah edilmesine ve arındırılmasına ise Tezkiye-i Nefs tabir edilir. Eğitim, bir cihette bu tezkiye yolculuğudur.

• Ayet (Tezkiye):
“Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 91/9-10)
Bediüzzaman’ın daima nefsini muhatap alması , bu tezkiye mücahedesinin bir tezahürüdür ve “başkasına nasihat etmeden evvel kendi nefsine nasihat etme” prensibinin fiilî bir isbatıdır.

2. Nasihatin Tesiri ve Usûlü: Lisan-ı Hal
Metninizde, nasihatin tesirsiz kalmasının üç sebebine işaret edilmektedir: İspat ve iknâ eksikliği, muvazenesizlik ve zamana (ilcaat-ı zamana) uygun konuşmamak.
Bu, eğitimin en mühim unsurlarından birinin Lisan-ı Hal olduğunu gösterir. Söz (lisan-ı kal), ancak fiil ve hal (lisan-ı hal) ile tasdik edildiğinde tesir eder.
• Ayet (Söz ve Fiil Uyumu):
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf 61/2-3)
Risale-i Nur’un tesirinin bir sebebi, müellifinin sözüyle halinin birbirini tasdik etmesidir. Eğitimde muvaffakiyet, mürebbînin (eğiticinin) anlattığı hakikatleri evvelâ kendi hayatında yaşamasıyla mümkündür.

3. Eğitimin Temel Ocağı: Aile ve Valideler
Eğitimin en kalıcı ve sarsılmaz temelleri ailede, hususan valide (anne) tarafından atılır.
“Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”
Bu ilk telkinat, insanın fıtratına atılan çekirdekler hükmündedir.
• Müradif Kavram: Fıtrat: İnsanın, İslâm’ı ve hakikati kabul etme kabiliyetiyle (fıtratullah) yaratılmasıdır. Anneden alınan ilk dersler, bu fıtratı ya muhafaza edip inkişaf ettirir ya da (Allah korusun) bozar.
• Ayet (Ailenin Korunması): Cenâb-ı Hak, ailenin bu merkezî rolüne ve mesuliyetine şöyle işaret eder:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrîm 66/6)
Bu koruma (vikâye), ancak iman ve fazilet esaslarına dayalı sahih bir terbiye ile mümkündür.

4. Eğitimin Medresesi: Akıl ve Kalbin İmtizacı
Bediüzzaman’ın eğitim modeli, Medresetü’z-Zehra projesinde de tasvir edildiği gibi , akıl ve kalbin beraber hareket etmesini esas alır. Tek kanatla uçuş (pervaz) mümkün değildir.
“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”
Bu imtizaç (bütünleşme), Kur’an’ın iki temel davetine icabettir: Tefekkür (akletme) ve Tezekkür (zikir ve anma).
• Müradif Kavramlar: Tefekkür ve Tezekkür:
• Tefekkür: Aklın, kâinattaki (tabiattaki) ayetlere (delillere) bakıp Sâni’i (Sanatkârı) bulmasıdır.
• Tezekkür: Kalbin, Kur’an ayetleriyle ve zikirle gafletten uyanıp Rabbini hatırlamasıdır.
Risale-i Nur eğitimi, bu ikisini birleştirir.
• Ayet (Akıl ve Kalp Beraberliği):
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (Tezekkür/Kalp). Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (Tefekkür/Akıl): ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!’ (derler).” (Âl-i İmrân 3/191)

5. Eğitimin Gayesi ve Ruhu: İman-ı Tahkikî
Eğitimin nihai gayesi, insanı insan yapmaktır. Bu da ancak iman ile mümkündür. “İman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder.”
Risale-i Nur’un hedeflediği eğitim, iman-ı taklidî (taklide dayalı iman) değil, iman-ı tahkikî (araştırmaya, isbata dayalı iman) kazandırmaktır.
• Ayet (İman ve İlim): İman, ilimle (tahkik ile) kuvvet bulur ve insanın derecesini yükseltir.
“…Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücâdele 58/11)
Bu imanın hayata yansıması ise ibadetle olur. İmanın amele dönüşmüş en parlak tasviri namazdır. Namaz, eğitimi ve nefis terbiyesini destekleyen en büyük “oto-kontrol” mekanizmasıdır.
• Ayet (Namazın Terbiyevî Gücü):
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29/45)

6. Eğitimin Tahrik Unsuru: Âhiret Akidesi
İnsanı ve toplumu ayakta tutan, zulümden ve tecavüzden alıkoyan, hayatı manalı kılan en büyük hakikat âhirete imandır.
Onuncu Söz’de ,dört esaslı delil (çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatı), ahiret akidesinin içtimaî (toplumsal) hayatın temel taşı olduğunu isbat eder.
• Müradif Kavram: Mesuliyet (Sorumluluk) Şuuru: Ahirete iman, hesap verme şuurunu tesis eder. Bu şuur, eğitimin en güçlü dâhilî müeyyidesidir (yaptırımıdır).
• Ayet (Hesap Şuuru):
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl 99/7-8)
Bu ayet, en küçük bir fiilin dahi karşılıksız kalmayacağını bildirerek, insana cihan şümul bir mesuliyet yükler ve onu terbiye eder.

7. Eğitimin Mayası: Muhabbet
Kâinatın yaratılış mayası muhabbettir. Dolayısıyla, peygamberlerin yolu olan eğitimin esası da muhabbet olmalıdır; Firavunların yolu olan korku değil. Ancak bu muhabbet, fâni mahlûkata değil, Bâkî olan Hâlık-ı Zülcelâl’e tevcih edilmelidir.
• Müradif Kavram: Muhabbetullah ve Havfullah: İnsandaki havf (korku) ve muhabbet (sevgi) cihazları, halka (yaratılmışlara) değil, Hâlık’a (Yaratıcı’ya) yöneltilmelidir. Mahlukattan korkmak elim bir bela, onlara fâni cihetiyle muhabbet etmek belalı bir musibettir.
• Allah sevgisi (Muhabbetullah), O’nun azameti karşısında titremeyi (Havfullah) da beraberinde getirir. Bu korku, sevgiye zıt değil, hürmeti ve ciddiyeti temin eden bir fazilettir.
• Ayet (Karşılıklı Sevgi):
“…Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…” (Mâide 5/54)

8. Eğitimin Vasıtası: Temsil ve Kıssa
Risale-i Nur, en derin ve mücerred (soyut) imanî hakikatleri, temsiller vasıtasıyla muşahhas (somut) hale getirir. Bu, Kur’anî bir tarzdır. Temsiller ve kıssalar, hakikatlerin akla ve kalbe daha kolay yerleşmesini (teshîl) sağlar.
• Ayet (Misal/Temsil):
“Biz, insanlar düşünüp ibret alsınlar diye Kur’an’da onlara her türlü misali verdik.” (Zümer 39/27)
• Ayet (Kıssa):
“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır…” (Yûsuf 12/111)
Bu temsiller, hayalî hikâyeler değil, hakikatlerin dürbünle yaklaştırılmış tasvirleridir [29, 30].

9. Eğitimin Devamlılığı: Muhatabı Tanıma ve Tebliğ
İnsan “yüzer kapılı bir saray” gibidir. Eğitimci (mürebbî), muhatabının bütün kapılarının kapalı olduğunu zannetmemelidir. Mutlaka açık bir kapı, hususan fıtrat kapısı vardır.
Bu, tebliğde ve davette bıkkınlık göstermemeyi, muhataba hikmetle yaklaşmayı gerektirir.
• Ayet (Davet Usûlü):
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphesiz rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)
Bu ayet, eğitimin üç seviyesini gösterir:
• Hikmet: Aklî deliller ve iknâ yolu (ilim sahiplerine).
• Mev’ize-i Hasene (Güzel Öğüt): Kalbi yumuşatan, teşvik ve terhib (korkutma) yolu (avam tabakasına).
• Cidâl-i Ahsen (En Güzel Mücadele): Şüpheleri olanlarla en güzel ve muknî (ikna edici) tarzda konuşmak.

Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
Risale-i Nur’un eğitim sistemi,
• İnsanın kendi nefsinden başlayan (Tezkiye),
• Lisan-ı hal ile tesir eden,
• Ailede ve bilhassa validenin fıtrata ektiği çekirdeklerle temellenen,
• Akıl ve kalbin imtizacıyla (Tefekkür ve Tezekkür) Medrese-i Nuriyelerde inkişaf eden,
• İman-ı tahkikîyi ve namazı merkezine alan,
• Ahiret akidesi ile mesuliyet şuurunu tesis eden,
• Muhabbeti (Muhabbetullahı) esas alıp korkuyu değil hürmeti öğreten,
• Temsil ve kıssalarla en derin hakikatleri kolaylaştıran,
• Ve her insanın fıtrat kapısını bularak hikmetle davet etmeyi sürdüren cihan şümul ve Kur’anî bir terbiye yoludur.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nur-da-egitim/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, hususan Demokrat Parti (DP) iktidarı dönemindeki siyasî duruşunu ve bu duruşun ardındaki derûnî hikmetleri tasvir etmektedir. Bu hikmet, basit bir siyasî tarafgirlik değil, “ehven-i şer” (şerlerin daha hafifi) kaidesine dayanan, iman ve vatanın muhafazasını gaye edinen basiretli bir stratejidir:
1. Siyasî Duruşun Esası: “Ehven-i Şer” ve “Def’-i Mazarrat” Prensibi
Üstad Hazretlerinin Demokrat Parti’yi (DP) muhafazaya çalışmasının temel sebebi, onu “en iyi” olarak görmesinden ziyade, karşısındaki alternatifi “en kötü” olarak tesbit etmesidir.
• Tahlil: Bediüzzaman Hazretleri, o dönemde üç ana siyasî cereyan tesbit eder :
• Komünist, dinsizlik cereyanı: Bunu en dehşetli tehlike olarak görür.
• İfsad komitesi: Dinsizliği neşretmeye çalışan gizli bir yapı.
• Garplılaşmak (Batılılaşmak): Hristiyanlara benzemeyi esas alan siyasîler.
Üstad Hazretlerine göre, Halk Partisi (CHP) iktidara gelirse, “komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır” Bu, iman ve vatan için “zarar-ı azîm”dir (en büyük zarar). Demokrat Parti ise, meslek itibarıyla bu iki dehşetli cereyana (komünizm ve dinsizlik) muarızdır.
Her ne kadar DP içinde üçüncü cereyana (garplılaşma) meyledenler olsa da, bu “vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zarar” hükmündedir.
• Prensip (Müradifler): Bu duruş, fıkıh ve hikmetin mühim bir kaidesi olan “ehven-i şerri ihtiyar” (iki şerden daha hafif olanı seçmek) prensibidir. Bu, “celb-i menâfi”den (faydaları çekmekten) daha mühim olan “def’-i mazarrat” (zararları defetmek) kaidesinin bir icabıdır. “Vücudun gitmemesi için kolun kopması kabul edilmiş” ifadesi, bu prensibin tam bir tasviridir.
• Kur’anî Dayanak (Zaruret Hâli): Bu prensibin Kur’anî temeli, zaruret hâllerinde daha az haram olanın tercih edilmesine cevaz veren düsturlara dayanır.
${…فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَآ اِثْمَ عَلَيْهِ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ}$
“O, size yalnız ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü aşmamak üzere (bunlardan yemesinde) günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara Sûresi, 2:173)
Bu ayet, daha büyük bir zarardan (ölüm) kurtulmak için daha küçük bir zararın (haram olanı yemek) işlenebileceğini gösterir. Üstad’ın siyasî tavrı da, “imanın ve vatanın helâketi” gibi daha büyük bir zararı defetmek için, “dinde lâübali” bazı unsurları barındıran bir partiyi destekleme zaruretine dayanmaktadır.

2. Düşmanlığın Sebebi: Dinsizlik ve İstibdad-ı Mutlak
CHP zihniyetine karşı duruşun şahsî veya siyasî bir rekabet olmadığını, bilakis “dinsizlik” ve “istibdad-ı mutlak” (mutlak despotizm) tehlikesine dayandığını vurgulamaktadır.
• Tahlil: İktibaslar , CHP’nin “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri”ni ve “yirmi yedi yıldır perde altındaki… eşedd-i zulmü” temsil ettiğini belirtir. Risale-i Nur’a ve müellifine yapılan muameleler, bu zihniyetin “keyfî işler” olduğunu ve “tarihte emsali görülmemiş bir cinayet” seviyesine vardığını gösterir.
• Hedef: Tehlike sadece siyasî bir baskı değil, “bu asil Türk milleti”ni ve onun imanını hedef alan bir cereyandır. Üstad, “Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi… inat etse… mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir” diyerek tehlikenin manevî buudunu (boyutunu) ortaya koyar.

3. Fitne, Tefrika ve Irkçılık Tehlikesi
“C planı; Cemaatları birbirine düşürmek” ve “D planı;… çatışmalarını körüklemektir” tahlilleri, Risale-i Nur’daki ikazlarla tam bir mutabakat içindedir.
• Tahlil (Tefrika): Üstad Bediüzzaman, “Halk Partisinin müfrit dessasları”nın ve “müfrit şeytanlar”ın ana hedefinin, “Nur talebelerini Demokratlardan bu tarzda nefret ettirip hükûmeti yıkmaya” çalışmak olduğunu belirtir. Bu, tam olarak “ehli imanın arasına tefrika tohumları saçmak”tır.
• Tahlil (Irkçılık): Üstad, Millet Partisi açısından ve Adnan Menderes’e hitaben yazdığı mektupta , “ırkçılık” tehlikesine şiddetle dikkat çeker. Buna “Frenk illeti” (Avrupa hastalığı) der ve “Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış” tesbitini yapar. Irkçılığın, “hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin… aleyhine cephe almaya mecbur” edeceğini ve milleti böleceğini ifade eder.
• Kur’anî Dayanak (Tefrika ve Fitne): Kur’an-ı Kerim, tefrikayı ve fitneyi en büyük tehlikelerden biri olarak zikreder.
${وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَآءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناً وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ}$
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:103)
${وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَآءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ}$
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:105)

4. Adalet-i Mahza: “Birisinin Günahıyla Başkası Mes’ul Olmaz”
Bediüzzaman’ın mücadelesinin şahıslarla değil, “zihniyet” ve “cereyan”larla olduğunu isbat eder.
• Tahlil: Üstad Hazretleri, Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi olan “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz” düsturunu hem ırkçılığın (unsurculuk) reddine hem de CHP’ye karşı tutumuna esas alır.
• Irkçılığı reddeder, çünkü ırkçılık “bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini… öldürmekte kendini haklı zanneder” .
• Aynı adalet prensibiyle, CHP’ye mensup olan herkesi değil, o partinin “müstebid”, “müfrit” ve “dessas” olan, “İttihatçıların bozuk kısmı”ndan gelen zihniyetini hedef alır. Hatta “eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim” diyerek, meselenin şahsî olmadığını gösterir.
• Kur’anî Dayanak (Şahsî Mesuliyet): Bu düstur, Kur’an-ı Kerim’de defaatle vurgulanan “adalet-i mahza”nın (tam ve saf adaletin) temelidir.
${قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَباً وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ}$
“De ki: “O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir rab mı arayayım? Herkes günahı ancak kendi aleyhine kazanır. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”” (En’âm Sûresi, 6:164)

5. Nasihat, İhtar ve “Öz Tenkit”
“Suçu başkalarında aramak yerine,bir öz eleştiri yapmak gerekmez mi?” suali, Üstad’ın DP’ye olan tavrında açıkça görülmektedir. O’nun desteği körü körüne bir tasdik değil, “ihtar” (uyarı) ve “nasihat” dolu bir muhafazadır.
• Tahlil: Bediüzzaman, DP’lilerin “cinayetleri” başkalarına yüklemesini eleştirir ve onlara “hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz” diye seslenir.
• DP’nin tehlikelerden kurtulması ve “âlem-i İslâmın teveccühünü” kazanması için iki mühim reçete sunar:
• “Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.”
• “Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler.”
• Bu tavır, “dönüş yapıp, telafi ederek, geri adım atmak gerekmez mi?” çağrısıyla örtüşür. Üstad, DP’yi desteklerken bile onları “hakikat-i İslâmiyeye yapışınız!” diyerek ciddî bir surette ikaz etmiştir.
• Kur’anî Dayanak (Nasihat ve İhtar): Bu tavır, mü’minin mü’mine karşı “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) ve “nasihat” vazifesinin bir icabıdır.
${وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِن۪ينَ}$
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât Sûresi, 51:55)

Netice
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, hayat-ı içtimaiyeye (sosyal hayata) bakışının merkezinde “imanın muhafazası” olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde isbat etmektedir. O’nun CHP’ye karşı ve DP’ye lehdar olan tavrı, siyasî partilerin isimlerinden veya şahıslarından ziyade, o partilerin temsil ettiği “zihniyet”e ve “cereyan”lara karşıdır.
Bu duruş;
• Büyük zararı (dinsizlik, komünizm) defetmek için küçük zararı (bazı lâübalilikler) kabul eden “ehven-i şer” hikmetine,
• Milleti parçalayan “tefrika” ve “ırkçılık” fitnelerine karşı uyanık olmaya,
• Zulmü ve cinayeti kim yaparsa yapsın, Kur’an’ın “adalet-i mahza” ve “şahsî mesuliyet” prensibine,
• Dost ve müttefik dahi olsa, hakikati söylemekten, “ihtar” ve “nasihat” etmekten çekinmemeye dayanmaktadır.

Bak:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nurlarda-cumhuriyet-halk-partisi/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
11/11/2025




İSRAİL’İN KENDİ KAZDIĞI KUYU: HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞI

İSRAİL’İN KENDİ KAZDIĞI KUYU: HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bir millet vardır ki, tarihi boyunca zulmü kendine hak, merhameti zaaf sanmıştır.
Mazlumun gözyaşını silmek yerine, o gözyaşını ganimet saymıştır.
İşte o milletin adı, bugün yeryüzünün vicdanını kanatan İsrail’dir.
İnsanlık, Sde Teiman denen o karanlık hapishanede işlenen vahşeti öğrenince bir kez daha utandı insan olmaktan.
Ancak daha ibret verici olan, bu karanlığı ifşa eden bir kadının —eski Askerî Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi’nin— kendi milletinin eliyle susturulmaya çalışılmasıdır.
Zira hakikati söylemek, zulmün payandası olmuş bir devlette en büyük suçtur.
Bu olay, yalnız bir “intihar vakası” değil; çürümüş bir vicdanın çığlığıdır.
İsrail, kendi eliyle kendi ipini çekmektedir.
Zira tarih boyunca zulümle abat olan hiçbir millet, o zulmün altında ezilmeden varlığını sürdürememiştir.
Firavun, Musa’yı boğmak için denize girmişti; fakat deniz onu yuttu.
Nemrut, ateşle tehdit etti; ama ateş İbrahim’e serinlik, Nemrut’a helâk oldu.
Bugün de İsrail, mazlum Filistinliyi boğmaya çalışırken, kendi nefesini kesmektedir.
Zulümle abad olunmaz; çünkü zulüm, kendi celladını içinde taşır.
Yifat Tomer-Yerushalmi, bir milletin karanlık yüzüne ayna tutmuştu.
O aynada görülen yalnızca bir tecavüz vakası değil; aynı zamanda bir devletin ruhundaki çürümenin tasviriydi.
İsrail, bu aynayı kırmakla yüzünü aklayabileceğini sandı.
Hâlbuki kırılan ayna değil, kendi suretidir.
Tarih, bugünleri yazacaktır.
Nasıl ki geçmişte Engizisyon, Hitler, Mussolini zulümlerini unutmadıysa; yarın da İsrail’in Filistin’e ettiği zulmü unutmayacaktır.
Zira mazlumun ahı, arş-ı âlâya yükselir; zalimin saltanatı ise toprağa gömülür.
Kur’ân’da Rabbimiz şöyle buyurur:
“Zulmedenleri, yaptıkları haksızlıklardan dolayı nasıl bir akıbete uğradıklarını görmediler mi? Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş olanların yurduna yerleştiler; oysa Biz onları helâk ettik. Çünkü onların zulümleri vardı.”
(Yunus Sûresi, 39-40. Âyetler )
Bugün Filistin’in kanı, yalnız Gazze’nin toprağına değil, bütün insanlığın vicdanına damlamaktadır.
Fakat her kan damlası, bir gün adaletin tohumuna dönüşecektir.
Ve o tohum yeşerdiğinde, zulmün orduları değil; mazlumun duası galip gelecektir.
İsrail’in ipi pazara çıkmıştır.
Kendi kuyusunu kendi kazmıştır.
Zira hakikati gizlemek mümkün değildir.
Zulümle kurulan hiçbir saltanat, ebediyyen bâkî kalmamıştır.
Ve Allah, mazlumun yanındadır.

ÖZET:

İsrail’in Filistinli esirlere yaptığı zulüm, kendi içinden bir itirafla —eski Askerî Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi’nin ifşasıyla— açığa çıkmıştır. Bu olay, yalnız bir “intihar şüphesi” değil, hakikati susturmaya çalışan bir zihniyetin çöküşüdür. Tarih boyunca zulümle var olan her güç, sonunda o zulmün altında kalmıştır. İsrail de kendi kuyusunu kazmaktadır. Çünkü hakikat, er ya da geç ortaya çıkar; zulümse daima kendi sahibini yutar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN KUŞEYRİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘Kuşeyrî’nin Letâifü’l-İşârât’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İmâm Ebü’l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî Hazretleri’nin (ö. 465/1072) Letâifü’l-İşârât (İşâretlerin Lâtîf Manaları) adlı eseri, işârî tefsirin en mühim ve en köklü kaynaklarından biridir.
Kuşeyrî’nin metodu, İsmail Hakkı Bursevî’den (k.s.) farklı olarak, zâhirî (dış) manalara ve fıkhî tahlillere çok az yer verip, neredeyse tamamen âyetin sâlikin (mânevî yolcunun) “hâl”ine, “makâm”ına ve “kalb”ine bakan yönünü, yani “işâret”ini ele almaktır. Onun için Kur’ân, sâlikin seyr ü sülûk (mânevî yolculuk) esnasında yaşadığı her hâle doğrudan hitap eden derûnî bir rehberdir.
İşte Letâifü’l-İşârât’ta lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Kuşeyrî’nin onlara verdiği irfânî manalar:

1. Tâhâ Sûresi, 12. Âyet: Hz. Mûsâ’nın “Nalın”ları (Ayakkabıları)

Bu misal, işârî tefsirin en meşhur ve en çarpıcı yorumlarından biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Haydi, nalınlarını (ayakkabılarını) çıkar! Şüphesiz sen mukaddes vâdi Tuvâ’dasın.” (Tâhâ, 20/12)
>
Zâhirî Manası:
O mübârek mekâna hürmeten ve oranın feyzinden istifade için ayakkabılarını çıkarması emredilmiştir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu hitap, sadece Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şahsına değil, onun hâlinde olan her “sâlik”e yöneliktir. Huzûr-ı İlâhî’ye (Allah’ın mânevî huzuruna) girmek bir “vâdi”ye girmektir.
* Nalınlar (Na’leyn): Bu “iki nalın”, sâlikin Allah’tan gayrı bağlandığı “iki âlem”i temsil eder: Dünya ve Âhiret.
* “Nalınlarını Çıkar!” (Fahla’ Na’leyk): Bu emir, “Ey huzûruma gelmek isteyen sâlik! Kalbinden sadece ‘dünya sevgisini’ değil (birinci nalın), ‘âhiret beklentilerini’ (Cennet arzusu veya Cehennem korkusu gibi) dahi çıkar! (ikinci nalın)” manasındadır.

* Yorum: Vuslat (Allah’a kavuşma) makâmı, tam bir “tevhîd” makâmıdır. Sâlikin kalbinde Allah’tan (Mevlâ’dan) başka hiçbir şeyin arzusu kalmamalıdır. Kişi, ibâdeti Cennet için yapıyorsa, hâlâ “huzûr”da değil, “beklenti”dedir. Allah’a kavuşmak, Allah için ibâdet etmektir. Bu emir, sâlikin “mâsivâ”yı (Allah dışındaki her şeyi) kalbinden çıkarmasının işâretidir.

2. Bakara Sûresi, 60. Âyet: Taştan Pınarların Fışkırması

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti de biz, ‘Asân ile taşa vur!’ demiştik. O (taş)tan hemen on iki pınar fışkırmıştı…” (Bakara, 2/60)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu kıssayı tamamen sâlikin derûnî terbiyesine tatbik eder:
* Taş (Hacer): Bu, sâlikin (müridin) günahlar ve gâflet sebebiyle katılaşmış “kalbi”dir (Kalb-i Kâsî). Veya inad eden, katı “nefs”idir.
* Hz. Mûsâ (a.s.): Mürşid-i Kâmil’i (yol gösterici rehberi) veya “aklı” temsil eder.
* Asâ (Baston): Mürşidin “zikir” telkini, “riyâzet” (nefsi kırma) usûlleri veya “tevhîd” kelimesidir.
* Taşa Vurmak: Mürşidin, müridin katı kalbine zikir ve irşad ile müdâhale etmesidir.
* On İki Pınar: Bu katı kalbden akan “mârifet” ve “hikmet” pınarlarıdır. Veya “havâss-ı bâtına ve zâhire”nin (iç ve dış duyuların) veya on iki temel âzânın, bu mânevî terbiye ile “itaat” ve “hikmet” pınarlarına dönüşmesidir.

Yorum:
En katı, en gâfil kalp bile, hakîkî bir mürşidin (Mûsâ) elinde, “tevhîd” asâsının darbesiyle yumuşar ve içinden mârifet pınarları akmaya başlar. Bu, nefsin terbiyesinin ve kalbin tasfiyesinin (saflaştırılmasının) bir sembolüdür.

3. Fâtiha Sûresi, 5. Âyet: İbâdet ve Yardım Talebi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Kuşeyrî, bu âyeti “avâm” (halk) ve “havâs” (seçkinler, ârifler) arasındaki farkı göstermek için şerh eder.
* Avâmın Anlayışı: “Sana ibâdet ederiz (taat için) ve Senden yardım dileriz (dünyevî ihtiyaçlarımız için).”
* Havâssın (Âriflerin) Hâli:
* “İyyâke Na’büdü” (Ancak Sana ibâdet ederiz): Ârif için bu söz, “Biz, ‘senden gelen yardım ve tevfik ile’ sana ibâdet ederiz” demektir. Ârif, kendi ibâdetini görmez. İbâdeti yaptıranın da Allah olduğunu bilir (Tevhîd-i Ef’âl). “Ben ibâdet ettim” demek, “ene” (ego) ve “şirk-i hafî”dir (gizli ortak koşma). Gerçek kulluk, kulun kendi fiilini görmekten fânî (yok) olmasıdır.
* “İyyâke Nesta’în” (Ancak Senden yardım dileriz): Bu yardım talebi, ibâdetin üzerinde ve sonrasında da “istikâmet” (doğru yolda sâbit kalmak) içindir. Yani, “Yâ Rabbi, bizi bu kulluk hâlinde sâbit kıl, bizi nefsimize ve bu ibâdetimize güvenmeye terk etme!” demektir.

Yorum:
Bu âyet, sâlikin “acziyetini” tam olarak idrâk etmesi ve her fiilinde Fâil-i Mutlak’ı (gerçek fâilin Allah olduğunu) görmesi makâmıdır.

4. Hûd Sûresi, 112. Âyet: İstikâmet Emri
> Âyet-i Kerîme:
> “Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol (istikâmet üzere ol)…” (Hûd, 11/112)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Sûfîlerin “İstikâmet, kerâmetten üstündür” sözünün kaynağı bu âyetin işâretleridir. (Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” buyurduğu rivâyet edilir.)
* İstikâmet Nedir?: Kuşeyrî’ye göre istikâmet, “Emrolunduğun gibi” olmaktır; “kendi istediğin, kendi aklına göre” olmak değildir.
* Derûnî Manası: Zâhirî (dış) emirleri yerine getirmek işin başlangıcıdır. Hakîkî istikâmet, “bâtın”da (iç dünyada) bir an bile Allah’tan gâfil olmamak, O’nunla olan muâmelesinde “hâl” değişikliğine uğramamak, başlangıçta (bidâyet) nasıl bir ihlâs ve niyet üzereyse, sonda (nihâyet) da o hâli koruyabilmektir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre Peygamber Efendimizi (s.a.v.) “ihtiyarlatan” şey, bu âyetteki emrin ağırlığıdır. Çünkü “kerâmet” (olağanüstü hâl) kulun isteğiyle değil, Allah’ın lütfuyla anlık olarak gerçekleşir; ancak “istikâmet”, her nefeste, zâhir ve bâtında tam bir denge ve “huzûr” hâlini kesintisiz sürdürme emridir ki, bu, manevî terbiyenin en zor ve en yüksek mertebesidir.
Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât’ı, bu misallerde görüldüğü gibi, Kur’ân’ın her bir lafzının, sâlikin derûnî âlemine nasıl bir “işâret” verdiğini ve kalbî terbiyenin nasıl olması gerektiğini gösteren lâtîf bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İmâm Kuşeyrî Hazretleri’nin Letâifü’l-İşârât adlı eseri, onun (Kuşeyrî’nin) derûnî tecrübelerini ve tasavvufî hâlleri âyetlerle nasıl mezcettiğini (birleştirdiğini) gösteren nüktelerle doludur. O, âyetlerin zâhirî manasını temel alarak, sâlikin (mânevî yolcunun) kalbî yolculuğundaki her bir mertebeye işâret eden manalar çıkarır.
İşte önceki misallerin dışında, Kuşeyrî’nin getirdiği farklı ve derin işârî manalardan bazıları:

1. Âl-i İmrân Sûresi, 103. Âyet: Allah’ın İpine Sarılmak

> Âyet-i Kerîme:
> “Hep birlikte Allah’ın ipine (Hablillâh) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın…” (Âl-i İmrân, 3/103)
>
Zâhirî Manası:
Bu ip, Kur’ân, İslâm veya Müslümanların cemaati (birliği) olarak tefsir edilir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “ip” (Habl) kavramını sâlikin Allah ile olan “ahd”ine (sözleşmesine) ve O’na olan “vuslat” (kavuşma) yoluna bağlar:
* Hablillâh (Allah’ın İpi): Bu, “Tevhîd”in ta kendisidir. Allah’ın ipine sarılmak, kalbi tam bir tevhîd üzere sâbit kılmaktır.
* “Sımsıkı Sarılın” (İ’tisâm): Bu, sâlikin kendi güç ve irâdesinden vazgeçip (fenâ bulup), tamamen Allah’ın korumasına (ismet) ve O’nun varlığına (bekâ) sığınmasıdır. İp, kurtuluş için uzatılmıştır; sâlikin yapması gereken tek şey, kendi çabasına güvenmeyi bırakıp o ipe tutunmaktır.
* “Parçalanmayın” (Lâ Teferrakû): Zâhirde ümmetin parçalanmamasıdır. Bâtında (işârî olarak) ise, sâlikin kalbinin parçalanmamasıdır. Kalbin bir kısmını dünyaya, bir kısmını âhirete, bir kısmını nefse ayırmak “tefrika”dır (parçalanmadır). Tevhîd ipine sarılanın kalbi “cem” (toplu, birlik halinde) olur; bütün himmeti (gayreti) sadece Allah olur.

2. A’râf Sûresi, 172. Âyet: Ezelî Ahid (Elest Bezmi)

> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Elestü bi-Rabbiküm?). Onlar da: ‘Evet (Belâ), şâhit olduk!’ demişlerdi…” (A’râf, 7/172)
>
Zâhirî Manası:
İnsan ruhlarının yaratıldığı ezelî mecliste Allah ile yapılan sözleşme, fıtrat.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî’ye göre bu âyet, geçmişte olmuş bitmiş bir hâdise değil, “hâl” ehli olan âriflerin (Allah’ı bilenlerin) her an müşâhede ettikleri ezelî bir hitaptır:
* “Elestü bi-Rabbiküm?”: Bu hitap (sesleniş), sâlikin kulağından hiç gitmeyen ezelî bir nidâdır. Gâfiller bunu sadece bir kez duymuştur, ancak “huzûr” ehli olanlar bu hitabı her an, kâinattaki her bir zerrede yeniden duyarlar.
* “Belâ” (Evet!): Bu cevap, sâlikin “hâl”idir. Bu, sadece dil ile verilen bir cevap değil, kulun bütün varlığıyla, acziyetini ve O’nun Rabliğini tasdik etme hâlidir.

* Yorum: Kuşeyrî’ye göre tasavvuf yolculuğu, o ezelî “Elest” hitabını yeniden duyabilme ve o “Belâ” cevabının hakkını verebilme çabasıdır. Dünyaya gelişimiz, o ezelî hitaptan “perdelenmemiz”dir (gaflete düşmemizdir). Zikir ve murâkabe ise, o perdeyi kaldırıp yeniden “Elest” hitabına muhatap olma faaliyetidir.

3. Ra’d Sûresi, 28. Âyet: Kalplerin Mutmain Olması (Huzur Bulması)

> Âyet-i Kerîme:
> “…Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri (anılması) ile mutmain olur (huzur bulur, yatışır).” (Ra’d, 13/28)
>
Zâhirî Manası:
Allah’ı anmak (Kur’ân okumak, tesbih çekmek) kalbe sükûnet verir.

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Kuşeyrî, “zikir” ve “itmi’nân” (mutmain olma) hâlleri arasındaki derûnî ilişkiyi şöyle izah eder:
* Zikir: Zikir, sadece dilin faaliyeti değildir. Kuşeyrî’ye göre zikir, “Mezkûr”un (Zikredilen’in, yani Allah’ın) zâkirin (zikredenin) kalbine hâkim olmasıdır. Zâkirin, zikir esnasında kendinden fânî (yok) olup, sadece Zikredilen’in farkında olmasıdır.
* İtmi’nân (Mutmain olma): Bu, “sükûnet” veya “huzur”dan daha derindir. Bu, “yakîn” (kesin bilgi ve iman) hâlidir.
* Yorum: Kalp niçin mutmain olur? Çünkü kalp “asl”ını (kökünü) aramaktadır. Kalp, Allah’tan (mâsivâdan) başka neye yönelse, o şey “hâdis”tir (sonradan yaratılmıştır) ve fânîdir. Fânî olan, ebedî olan kalbe huzur vermez, onu daha da “muztarib” (çalkantılı) yapar. Kalp, ancak kendi “Asl”ı olan Allah’ı “bulduğunda” (O’nu zikrettiğinde ve O’nunla huzûr bulduğunda) çalkantısı durur ve yatışır (mutmain olur).

4. Alak Sûresi, 19. Âyet: Secde ve Yakınlık
> Âyet-i Kerîme:

> “…Hayır, ona (o engelleyene) itaat etme! Secde et ve yaklaş! (Vescüd vakterib)” (Alak, 96/19)
>
Zâhirî Manası:
Namaz kıl, secde et ve Allah’a yakın ol (Çünkü kulun Rabbine en yakın olduğu an secde anıdır).

İşârî ve Tasavvufî Manası (Kuşeyrî):
Bu âyet, sâlikin “kurbet” (yakınlık) makâmına nasıl erişeceğinin formülüdür:
* “Secde et”: Kuşeyrî’ye göre bu, sadece bedenin secde etmesi değildir. Bu, “nefsin secde etmesi”dir. Nefsin secde etmesi, “ene”nin (benliğin), enâniyetin (egoların) ve irâdenin terk edilmesidir. Sâlik, kendi varlığını “hiç” görmedikçe, “en yüksek” olan alnını “en alçak” olan toprağa sürmedikçe hakîkî secde olmaz.
* “Yaklaş!”: Yakınlık (Kurbet), bu “hiçliğin” (fenâ) hemen ardından gelen bir “netice”dir. Kul, kendi varlığından (nefsinden) ne kadar “uzaklaşırsa”, Allah’a o kadar “yaklaşır”.

* Yorum: Yakınlık, mekânsal bir yakınlık değildir. Kulun, kendi vehmî (varsayımsal) varlığını aradan çıkarıp, Allah’ın varlığı ile “vâki” olması hâlidir. Bu sebeple “secde”, zâhiren bir alçalış, bâtınen ise en yüce “yakınlık” makâmına yükseliştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧

 

 

 




TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

TASAVVUFİ VE İŞARİ TEFSİRLERDEN BURSEVİ’NİN TEFSİRİ

 

Tasavvufî ve işârî tefsirlerden olan;
‘İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ı adlı eserinde lafzın ötesinde derin manalar verdiği farklı tasavvufi ve işârî ayetler

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin (k.s.) Rûhu’l-Beyân adlı muazzam eseri, tasavvufî ve işârî tefsir sahasının şâhikalarından biridir. Bu eserde müellif, âyetlerin zâhirî (dış) manalarını inkâr etmeden, o lafızların ardında yatan bâtınî (derûnî) ve ahlâkî manaları, yani “işâretleri” ortaya koyar.
Rûhu’l-Beyân, âyetlerin zâhirî tefsirini (rivâyet ve dirâyet yoluyla), kıraat farklarını, fıkhî hükümleri ve lügavî tahlilleri verdikten sonra, ekseriyetle “Nükteler” (Letâif) veya “İşâretler” başlığı altında o âyetin tasavvufî tefsirine geçer.
İşte Rûhu’l-Beyân’da lafzın ötesinde derin manalar verilen bazı âyetler ve Bursevî Hazretleri’nin onlara getirdiği işârî yorumlardan misaller:

1. Yûsuf Sûresi, 4. Âyet: Hz. Yûsuf’un Rüyâsı

Bu âyet ve yorumu, Rûhu’l-Beyân’ın işârî tefsir metodolojisinin en meşhur misallerinden biridir.
> Âyet-i Kerîme:
> “Hani Yûsuf, babasına demişti ki: ‘Babacığım! Ben (rüyâmda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm.'” (Yûsuf, 12/4)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
İsmail Hakkı Bursevî’ye göre bu âyetteki her bir unsur, insanın derûnî yapısındaki farklı bir kuvvete işâret eder:
* Hz. Yûsuf (a.s.): İnsanın “Kalbi”ni temsil eder. Kalb, mârifetullahın (Allah’ı bilmenin) ve ilâhî tecellîlerin merkezidir.
* On bir yıldız: İnsanda bulunan “havâss-ı zâhire” (beş dış duyu) ve “kuvâ-yı bâtına” (altı iç kuvvet/meleke; tefekkür, hafıza, hayal vb.) toplamını, yani on bir kuvveti temsil eder.
* Güneş: “Ruh”a işâret eder.
* Ay: “Nefs”e işâret eder.

Yorum (Secde):
Rüyâda bu unsurların Hz. Yûsuf’a secde etmesi şu derûnî hakîkate işâret eder:
İnsan-ı kâmil (olgun insan) olma yolundaki sâlik (manevî yolcu), seyr ü sülûkünü tamamlayıp “kalb”ini tasfiye ettiğinde (saflaştırdığında), onun hem bütün dış duyuları ve iç melekeleri (yıldızlar), hem nefsi (ay), hem de ruhu (güneş), kalbinin emrine girer. Hepsi, kalbde tecellî eden ilâhî irâdeye ve mârifete tâbi olur. Bu, insanın kendi varlığındaki “vahdet”e (birliğe) erişinin ve kalbin saltanatının tasviridir.

2. Kehf Sûresi: Hz. Mûsâ ve Hızır Kıssası

Bu kıssanın tamamı, tasavvuf ehli için zâhir (şerîat) ve bâtın (hakîkat) ilimlerinin münâsebetini gösteren temel bir meseldir. Bursevî, bu kıssayı bu açıdan derinlemesine şerh eder.

> Kıssa:
> Hz. Mûsâ’nın (a.s.), “ilm-i ledün” (Allah katından vasıtasız verilen gizli ilim) sahibi Hızır (a.s.) ile yaptığı yolculuk. (Kehf, 18/60-82)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
* Hz. Mûsâ (a.s.): Zâhirî ilmi, şerîatı, aklı ve peygamberlik mesûliyetini temsil eder. Onun ilmi, görünür sebeplere ve ilâhî emirlere dayanır.
* Hızır (a.s.): Bâtınî ilmi, hakîkati ve ilm-i ledünnü temsil eder. Onun fiilleri (gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı düzeltmesi), zâhirî akla ve şerîata aykırı görünse de, her birinin bâtında (perde arkasında) ilâhî bir hikmeti vardır.

Yorum:
Bursevî’ye göre bu kıssa, “sâlik”in (müridin) mürşid-i kâmil ile olan münâsebetine de işâret eder. Sâlik (Mûsâ), mürşidinin (Hızır) bazı fiillerinin zâhirî manasını anlayamasa bile, ona tam bir teslimiyetle tâbi olmalıdır. Zîrâ mürşid, bâtınî ve ledünnî ilimle hareket etmektedir. Bu kıssa, aklın ve zâhirî ilmin sınırlarının olduğunu, hakîkat ilminin ise ancak “sabır” ve “teslimiyet” ile öğrenilebileceğini gösterir.

3. Fâtiha Sûresi: “Âlemlerin Rabbi”

> Âyet-i Kerîme:
> “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.) (Fâtiha, 1/2)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, “Rabb” isminin “terbiye edici, kemâle erdirici” manası üzerinde durur.
* Âlemler (el-Âlemîn): Sadece dış dünyadaki (zâhirî) varlıklar değildir; aynı zamanda insanın kendi içindeki “âlem”lerdir. İnsan, “âlem-i sağîr” yani küçük kâinattır.
* Rabbu’l-Âlemîn: Allah, hem dış kâinatın hem de insanın iç kâinatının (kalb, ruh, nefs, sır, hafî, ahfâ gibi latîfelerin) Rabbidir.

Yorum:
Bu âyet, sâlik için bir seyr ü sülûk dersidir. Allah, sâliki manevî yolculukta mertebe mertebe terbiye eder. O, “nefs-i emmâre” (kötülüğü emreden nefs) mertebesindeki kulunu “Rab” ismiyle terbiye ederek “nefs-i mutmainne” (huzura eren nefs) mertebesine ulaştırır. Dolayısıyla bu âyeti okuyan sâlik, sadece dış âlemlerin terbiyesini değil, kendi derûnî âlemlerinin de Allah tarafından nasıl terbiye edildiğini tefekkür etmelidir.

4. Bakara Sûresi, 115. Âyet: Yönlerin Vahdeti

> Âyet-i Kerîme:
> “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (Zâtı’nın tecellîsi) oradadır. Şüphesiz Allah (rahmeti ve ilmi) geniş olandır, her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bu âyetin zâhirî manası, kıble değişikliği veya nâfile namazlarda serbestiyet gibi konularla ilgili olsa da, Bursevî burada “vahdet-i şuhûd” (varlıkta tecellî birliğini görme) makamına işâret eder:
* Doğu ve Batı: Zıtlıkları, kesreti (çokluğu) ve mekân kayıtlarını temsil eder.
* Allah’ın Vechi: Allah’ın Zâtı’nın her yerde hâzır ve nâzır oluşu, O’nun tecellîleridir.

Yorum:
Manevî mertebelerde yükselmiş olan “ârif” (Allah’ı bilen) için artık “cihet” (yön) kaygısı kalmaz. O, kesrette vahdeti (çoklukta birliği) müşâhede eder. Baktığı her “şey”de, o şeyin ardındaki ilâhî tecellîyi görür. Bu âyet, “Kâbe”ye yönelmek olan zâhirî kıbleden, “her an Allah ile olma” makamı olan bâtınî kıbleye (kalbin kıblesine) geçişe bir işârettir. Ârif için her yer ve her an, “huzûr-ı ilâhî”dir.
Rûhu’l-Beyân, bu misallerde görüldüğü gibi, âyetleri sâlikin manevî terbiyesi, ahlâkî tekâmülü ve Allah’a vuslatı (kavuşması) açısından yorumlayan bir irfân hazinesidir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

İşte lafızların ötesine geçerek verdiği farklı ve derin manalara dâir başka misaller:

1. Nûr Sûresi, 35. Âyet: Âyetü’n-Nûr (Nûr Âyeti)

Bu âyet, tasavvufî tefsirlerin üzerinde en çok durduğu âyetlerden biridir ve Rûhu’l-Beyân’da çok geniş bir yer tutar.
> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûru’nun misâli, içinde lamba bulunan bir penceredir (Mişkât). O lamba bir sırça (Zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (Kevkeb) gibidir…” (Nûr, 24/35)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyetteki bütün teşbihleri (benzetmeleri) doğrudan “insan”ın manevî yapısına ve latîfelerine (derûnî merkezlerine) tatbîk eder:
* Mişkât (Pencere/Nîş): Bu, sâlikin (mânevî yolcunun) “sadrı” (göğsü) veya “cesedi”dir.
* Zücâce (Sırça/Cam): Bu, mü’minin “kalbi”dir. Kalb, hem şeffaftır (hakîkati yansıtır) hem de korunmuştur (günahlardan arındığında).
* Misbâh (Lamba): Kalbin içindeki “ruh”tur. Hayat ve idrâk ondan gelir.
* Yağ (Zeyt): Lambayı yakan yakıttır. Bu, “ilm-i ledün” (Allah katından gelen vasıtasız ilim), “mârifet” (Allah’ı bilme) veya “feyz-i ilâhî”dir (ilâhî feyiz).
* Mübârek Ağaç (Zeytin Ağacı): Bu ilim ve feyzin geldiği “asıl”dır (kaynaktır). Bu, “vahiy”, “Kur’an” veya “insan-ı kâmil”dir (mürşid).

* “Ne doğuya ne de batıya ait” (Lâ Şarkiyyetin ve Lâ Garbiyyetin): Bu mârifet kaynağının, maddî âlemin kayıtlarından (zaman, mekân, cihet) münezzeh (uzak) olduğunu gösterir. O, ilâhî ve ezelî bir kaynaktır.

Yorum:
Bu âyet, Allah’ın Nûru’nun kâinatta nasıl tecellî ettiğinden ziyade, o Nûr’un “mü’minin kalbinde” nasıl parladığının tasviridir. İnsanın manevî yolculuğu (seyr ü sülûk), bu “Mişkât” olan bedenini temizleyip, “Zücâce” olan kalbini saflaştırarak içindeki “Misbâh” olan ruhun, ilâhî feyiz “yağı” ile tam olarak parlamasını sağlamaktır.

2. Bakara Sûresi, 31. Âyet: Hz. Âdem ve Esmâ’nın Öğretilmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Ve Âdem’e bütün isimleri (Esmâ’yı) öğretti. Sonra onları meleklere arz edip ‘Eğer sâdıklardansanız, şunların isimlerini bana haber verin’ dedi.” (Bakara, 2/31)
>
İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî’ye göre bu âyet, insanın (İnsan-ı Kâmil’in) kâinattaki yerini ve hilâfetin (yeryüzünde halîfe olmanın) asıl sırrını açıklar.
* Esmâ (İsimler): Bunlar sadece eşyânın isimleri, yani kelimeler değildir. Bunlar, Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sı, yani O’nun sıfatlarının tecellîleridir.
* Âdem’e Öğretilmesi: Melekler, Allah’ın Esmâ’sından sadece bir kısmını (meselâ “Subbûh”, “Kuddûs” gibi celâlî isimlerini) biliyordu. Ancak Hz. Âdem, “küllî” bir istidâda (kabiliyete) sâhipti. Allah, Âdem’in (ve onun neslindeki kâmil insanların) “zâtına” (cevherine), bütün Esmâ’sının tecellîlerini bilme ve yansıtma kabiliyetini yerleştirdi.

* Hilâfetin Sebebi: Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesinin ve Âdem’in “Halîfe” olmasının sebebi, işte bu “câmiiyyet” (bütün Esmâ’yı kendinde toplama) özelliğidir. Âdem, Esmâ-i Hüsnâ’nın tamamına “ayna” olmuştur.

Yorum:
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil), Allah’ın bütün isimlerinin göründüğü bir “özet” (Zübde-i Âlem) ve “küçük kâinat”tır (Âlem-i Sağîr). Tasavvuf yolculuğu, insanın içinde gizli olan bu “Esmâ” istidâdını ortaya çıkarma ve “halîfe” olmanın hakkını verme faaliyetidir.

3. Ankebût Sûresi, 69. Âyet: Mücâhede (Cihad)

> Âyet-i Kerîme:
> “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere (cihad edenlere) gelince, biz onları mutlaka yollarımıza (Sübülenâ) hidâyet ederiz. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle (iyilik edenlerle) beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
>
Zâhirî Manası:
Âyetin zâhirî manası, Allah yolunda savaşanlara veya din için gayret gösterenlere yardım edileceğidir.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî ve diğer mutasavvıflar için bu âyet, “Cihâd-ı Ekber” (En Büyük Cihad) olan “nefs ile mücâdele”nin temel dayanağıdır.
* “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler”: Bu, kılıçla yapılan savaştan ziyade, kişinin kendi “nefs-i emmâre”sine (kötülüğü emreden nefsine), hevâ ve heveslerine, şeytanın vesveselerine ve dünyaya olan bağlılığına karşı verdiği derûnî savaştır.
* “Yollarımıza (Sübülenâ)”: Allah “yolumuza” (tekil) dememiş, “yollarımıza” (çoğul) demiştir. Bursevî’ye göre bu, Allah’a giden yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çok olduğuna işârettir.
* Yolların Çeşitliliği: Bu yollar; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi “letâif” yollarıdır; “mârifet” (bilme) ve “muhabbet” (sevme) yollarıdır; “riyâzet” ve “tasfiye” (nefsi arındırma) yollarıdır.

Yorum:
Kim nefsine karşı bu büyük cihadı başlatırsa, Allah da ona kendi içindeki bu “yolları” (Sübül) açar. Mânevî ilerleme (seyr ü sülûk), kulun mücâhedesi ile başlayan ve Allah’ın hidâyeti ile devam eden karşılıklı bir faaliyettir. Kul “cihad” eder, Allah “hidâyet” eder.

4. Bakara Sûresi, 7. Âyet: Kalblerin Mühürlenmesi

> Âyet-i Kerîme:
> “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır…” (Bakara, 2/7)
>
Zâhirî Manası:
Kâfirlerin, hakîkati inatla reddetmeleri sebebiyle idrâk (anlayış) yollarının kapanması.

İşârî ve Tasavvufî Manası:
Bursevî, bu âyeti zâhirde kâfirler için ele alırken, işârî olarak “gâfil” Müslümanlar ve “yolda kalmış” sâlikler için de bir uyarı olarak yorumlar:
* Kalbin Mühürlenmesi (Hatm): Bu, sadece inkâr ile olmaz. Dünyaya aşırı muhabbet (Hubb-ı dünyâ), şehvetlere düşkünlük, gâflet ve sürekli günah işlemek de kalbi “mühürler”.

* Mühürlenme Nedir?: Kalbin “mârifetullah”ı (Allah’ı bilmeyi) ve ilâhî feyizleri kabul etme kabiliyetini kaybetmesidir. Kalb, ayna gibidir; günahlar onu paslandırır ve karartır. Mühürlenme, bu pasın artık kalıcı hâle gelmesidir.

* Gözdeki Perde (Gışâve): Bu, “zâhir”e (dış görünüşe) takılıp “bâtın”ı (iç manayı) görememektir. Kâinata bakıp Allah’ın sanatını (Sâni’i) görememek, âyetleri okuyup derûnî manasını anlayamamak bu “perde”nin eseridir.

Yorum:
Sâlik için en büyük tehlike, gâflete düşerek veya dünyevî meşgalelere dalarak kalbinin yeniden mühürlenmesi tehlikesidir. Rûhu’l-Beyân, bu âyeti bir “tehdit” ve “uyarı” olarak sunar; sâlikin sürekli “teyakkuz” (uyanıklık) hâlinde olması ve kalbini mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) temizlemesi gerektiğini hatırlatır.
Bu misaller, Rûhu’l-Beyân’ın Kur’ân’ı sadece bir “hüküm” veya “tarih” kitabı olarak değil, aynı zamanda sâlikin Allah’a ulaşma yolculuğundaki (seyr ü sülûk) her mertebesine hitap eden, yaşayan ve derûnî bir “rehber” olarak nasıl okuduğunu göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025

✧✧




RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin lafızlarında, harflerinde ve cümlelerinde mündemiç (saklı) olan derûnî manaların ve istikbale dair işaretlerin, “İlm-i Cifir” ve “Ebced Hesabı” vasıtasıyla, bilhassa “tevafuk” anahtarıyla nasıl anlaşılabileceği ve bu usûlün Risâle-i Nur’da nasıl istimal edildiği (kullanıldığı) teşkil etmektedir.

1. Temel Esas: Kur’an’ın İ’câzı (Mu’cize Oluşu) ve Harflerin Sırrı
Konunun temel dayanağı, Kur’an-ı Kerim’in sadece manasıyla değil, lafızları, nazmı (dizilimi) ve hatta harfleriyle de bir mu’cize (i’caz) taşıdığı hakikatidir.
“Her yönüyle mu’cize olan Kur’an-ın ayetlerinden geleceğe aid manaların çıkarılması,doğrudan doğruya Kur’an-a aid olan bir övgü ve üstünlüktür.”
Bu bakış açısına göre, Kur’an’daki hiçbir harf veya kelime tesadüfî ve gayesiz değildir. Her bir harfin, Arap alfabesindeki sırasına (Ebced) göre bir rakamsal (adedî) değeri vardır ve bu değerler, ayetin zahirî manasının ötesinde, işarî (işaret eden) bir mana katmanına da sahiptir.

Bu câmîiyete (kapsayıcılığa) dair Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“…Biz kitapta (Kur’an’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık…” (En’âm, 6:38’den bir bölüm, Meali)
Bu ayet, Kur’an’ın sadece dinî hükümleri değil, kâinata ve hayata dair temel hakikatleri de ya sarahaten (açıkça) ya da işareten ihtiva ettiğini gösterir.

2. İlm-i Cifir ve Ebced: Bir İlim mi, Bir Usûl mü?
“Ebced ve Cifir hesabı”nın İslâmiyet’ten önce de tatbik edilen, harflerin rakamsal değerleriyle “belli meselelere ışık tutmak, belli meselelerden ışıklar almak” için kullanılan bir usûl olduğu ifade edilmektedir.
• Ebced: Arap harflerine sayısal değerler atayan kadîm bir sistemdir.
• İlm-i Cifir: Bu sayısal değerleri kullanarak metinlerden (bilhassa kudsî metinlerden) derûnî manalar, sırlar ve geleceğe dair işaretler çıkarma ilmi veya sanatıdır.
Bu ilmin peygamberler için “mu’cize”, velîler ve âlimler için ise “keramet ve ilim” gösterme vasıtası olabileceğini belirtmektedir. Buradaki kilit nokta, bunun “niyet ve ihtiyar ile” elde edilen bir malûmat olmamasıdır.
“İstikbali olan gaybiyat,niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi;niyet ile de müdahale etmek,o yasağa karşı adem-i itaat-i işmam ediyor.”
Yani Cifir, gaybı zorla bilme teşebbüsü değil, daha ziyade Allah’ın ilhamıyla veya bir tevafuk neticesinde tezahür eden bir “keramet-i ilmiye” (ilmî bir ikram) olarak görülmektedir.

3. Risâle-i Nur’daki Metodoloji: Tevafuk

Bu usûl, “tevafuk” (denk gelme, uyum) üzerine kuruludur ve “zorlama ve zorlanma” olmadığının isbatıdır.
Bu metodoloji, bir hiyerarşiye (derecelendirmeye) tabidir:
• Hafî Bir İma (Gizli İma): Sadece bir tevafuk varsa, bu sadece bir imadır.
• Remiz (Alâmet): İki cihetle aynı meseleye tevafuk olursa, ima “remiz” derecesine çıkar.
• İşaret: İki-üç cihetle tevafuk olursa, bu “işaret” olur.
• Delalet (Delil Olma): Çok vecihle tevafuk, lafzın manasıyla ve harflerin işaretiyle münasip düşerse, bu “delalet” derecesine yükselir.
• Sarahat (Açıklık): Altı-yedi vecihle tevafuk, kelimelerin manası ve harflerin işaretiyle tam muvafık (uygun) ve mukteza-yı hâle (durumun gereğine) mutabık olursa, bu “sarahat” derecesinde bir açıklık kazanır.
Bu tasnif (sınıflandırma), bulunan sayısal değerin keyfî bir yorum olmadığını; bilakis, metnin lafzı, manası ve işaret ettiği hâl arasında kuvvetli, çok yönlü ve kasdî bir rabıta (bağ) olduğunu göstermeyi hedefler.

4. Bu usûlün Risâle-i Nur’da nasıl tatbik edildiğine dair pek çok misal sunmaktadır. Bu misaller, Cifir ilminin muhtelif sahalardaki (alanlardaki) işaretlerini göstermektedir:

A. Asrın Manevi Hastalıkları ve Risâle-i Nur’un Vazifesi
Bu asrın manevi buhranlarına işaret eden ayetleri ve Risâle-i Nur’un bu buhranlara karşı bir “Kur’anî ilaç” olduğunu Cifir yoluyla nasıl gösterdiğini belirtiyor.
• Misal : “Ve in küntüm merda” (Eğer hasta iseniz) cümlesinin makam-ı cifrisi (1500 küsur) ile “manevi hastalıkların kısm-ı âzamı”nın Risâlet-in Nur’un “Kur’an-i ilaçlarıyla” izale edileceğine işaret etmesi.
• Ayetin Tamamı (Meali): “Eğer hasta veya yolcu iseniz veya içinizden biri tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız, bu hallerde su bulamadığınız takdirde temiz bir toprağa yönelip (teyemmüm niyetiyle) onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (Nisâ, 4:43’ten bir bölüm)
• İzah: Zahirî manası “su bulamayan hasta” olan bu ayetin, işarî manada “manevi hayat suyundan (imandan) mahrum kalmış bu asrın hasta ruhlarına” da baktığı ve cifrî değeriyle bu manevi hastalığın devasına (Risâle-i Nur’a) işaret ettiği belirtilmektedir.
• Misal : Asr Suresi’nin işaretleri.
• “İnnel insane lefi husr.” (Muhakkakki insanlar hüsrandadır) makam-ı cifrisi (1324) ile “hürriyet inkılabıyla başlayan” ve savaşlar, mağlubiyetler, musibetlerle devam eden “hasaret-i insaniye” (insanlığın zararı) devrine işaret etmesi.
• Devamındaki “İllellezine amenu ve amilus-sâlihati” (İman edip de sâlih amel işleyenler müstesna..) cümlesinin makam-ı cifrisi (1358) ile bu manevi hasaretten kurtuluşun “çare-i yeganesi”nin “iman ve a’mal-i sâliha” olduğuna ve Risâle-i Nur’un bu vazifeyi yaptığına işaret etmesi.
• Surenin Tamamı ( Meali): “1. Asra yemin olsun ki, 2. İnsan mutlaka ziyandadır. 3. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 103:1-3)

B. Siyasî, İçtimaî ve Tarihî Hadiselere İşaretler
Kur’an ve Hadislerdeki bazı ifadelerin, bu asırda meydana gelen büyük içtimaî değişimlere ve savaşlara tevafuk ettiğini göstermektedir.
• Misal : Dünyevîleşme tehlikesi.
• “Alel Ahireti”(Bile bile dünyayı ahirete tercih ederler.) ifadesinin cifir hesabıyla (1333 veya 1334) “eski harbi umumide İslamiyet düşmanları galebe çalmakla” başlayan ve “dünyayı dine tercih rejimi”nin mebdeine (başlangıcına) tevafuk etmesi.
• İlgili Ayet ( Meali): “Bunun sebebi, onların dünya hayatını âhirete tercih etmeleri ve Allah’ın da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesidir.” (Nahl, 16:107)
• Misal : Din ve vicdan hürriyetine yapılan müdahaleler.
• “La ikrahe fid-Dini gad Tebeyyene’r-Rüşd.” (Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapkınlıktan,hak batıldan ayrılıp belli olmuştur.) ayetinin cifrî değeriyle (1350 / 1934) “laiklik perdesi altında icbar ve ikrah” yani zorlamaların yapıldığı tarihe işaret ederek, cevabın “silahla değil, vicdan hürriyeti ile” ve “dinin hakikatlarını gözlere göstererek” verilmesi gerektiğine işaret etmesi.
• Ayetin Tamamı ( Meali): “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutuşmuştur. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2:256)
• Misal : Hz. Ali’nin (R.A.) kerametkârane ihbarı.
• “1347-de (1931) Arabi hurufunu terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslam içinde başlanacak” ve bunun “cebren” öğretileceğine dair ihbarı.

C. Ahirzaman Fitneleri ve Korunma Yolları
Bu asrın “dehşet asrı” olduğunu ve Kur’an’ın bu fitnelere karşı uyardığını belirtmektedir.
• Misal : Felak Suresi’nin işaretleri.
• Bu surenin, “kainatta adem alemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insi ve cinni şeytanlardan” korunmayı emrederek, “bu acib asrımıza daha ziyade” baktığı ve “Kur’an-ın hizmetkarlarını istiazeye (sığınmaya) davet” ettiği.
• Suredeki “şerrin dört defa tekrarı”nın “dört büyük şerre” (mesela 2. Dünya Savaşı ve diğer ideolojik fitnelere) işaret ettiğini özetlemektedir.
• Surenin Tamamı ( Meali): “1. De ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden, 2. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, 3. Düğümlere üfleyenlerin şerrinden, 4. Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım!”” (Felak, 113:1-5)

Hülâsa (Netice)

Bu izaha göre konu, basit bir fal veya kehanet meselesi değil; Kur’an’ın ve Hadislerin harf ve kelimelerinin, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmiyle, sadece nâzil oldukları (indikleri) döneme değil, “bu acib asra” ve istikbale dair mühim hadiselere de baktığını “tevafuk” anahtarıyla ve ilmî bir metodolojiyle isbat etme gayretidir. Bu gayretin hedefi, “manevi hasaretlerden kurtulmanın çare-i yeganesi” olan “iman ve a’mal-i sâliha” hakikatlerini bu asrın idrakine sunmaktır.

Bak:
https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nur-da-sirlar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025