Mecnunlukla Suçlananlar: Kemal-i İmanın Sessiz Alâmeti

Mecnunlukla Suçlananlar: Kemal-i İmanın Sessiz Alâmeti
Bir Hadîsin Derin Tefekkürü Üzerine

“Hadîs-i sahihte vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delâlet eder.” diye ferman ediyor.”
Şualar

Toplumun gözünde “akıllı” olmak, çoğu zaman dünya işlerine iyi adapte olmakla ölçülür. Oysa İslâmî bakışta, aklın kemali, Hakk’a ve hakikate yönelmededir. Said Nursî’nin Şualar’da aktardığı bu sahih hadiste ifade edilen mana, zihinleri sarsıcı ve ruhları derinleştirici bir hakikati gözler önüne seriyor: Gerçek iman sahipleri, çoğu zaman halk nazarında delilikle itham edilirler. Çünkü onların hali, avamın akıl kalıplarına sığmaz; ufukları, basit dünya hesaplarının çok ötesindedir.

İman, Sıradan Aklın Üstünde Bir Şuûr Durumudur

Söz konusu hadiste geçen “kemal-i iman”, sadece inanmak değil; imanın ruhu kuşatması, kalbi işgal etmesi, aklı teslim almasıdır. Böyle bir kimse, artık dünyayı ve içindekileri Allah’ın tecellileri olarak görür; hadiseleri kader terazisinde tartar; zâhirî musibetlerde bile rahmet okur. Bu haliyle toplumun “normal” kabul ettiği akıl yürütme biçiminden ayrılır.

İşte burada çarpıcı nokta devreye giriyor: İmanî kemale eren kimsenin bu farklı halleri, cahil nazarlarda “delilik” gibi görünür. Çünkü halk, maddeye dayalı bir akıl ile hükmederken, o kişi mânâya yaslanan bir kalple yaşar. Gözün gördüğüne değil, kalbin bildiğine dayanır. Kalabalıklar ticaret, siyaset ve menfaatin peşinde koşarken, o Allah rızasını ve ahireti düşünür. Elbette bu hali “akılsızlık” gibi görülür!

Delilik İthamı: Aslında Bir İman Madalyasıdır

Tarihin her döneminde hakikat erleri, peygamberler başta olmak üzere, “mecnun”, “divane”, “sapkın” ya da “aykırı” damgaları yemişlerdir. Kur’ân’da Hz. Peygamber (sav) için bile “inneke le mecnûn” (Sen mecnun birisin) diyen müşriklerin iftiraları zikredilir. Çünkü O da zamanının anlayışını aşan bir mesaj getirmiştir. Yani avamın “delilik” sandığı şey, aslında kemal-i aklın ve iman şuûrunun ta kendisidir.

Bu durum, iman sahipleri için hem bir teselli hem de bir kıstastır. Eğer iman ehli, dünya ehli tarafından “aykırı”, “uçuk”, “mantıksız” bulunuyorsa, bu onların yolunun doğruluğuna delildir. Çünkü Hak yol, her zaman halkın çoğunluğu tarafından garip karşılanmıştır.

Bugünün Mecnunları: Kimdir Onlar?

Bugün de bu tablo değişmemiştir. Ahireti dünyaya tercih eden, gösteriş yerine ihlası seçen, servet ve şöhret yerine tevazuu yaşayan insanlar hâlâ garipsenmekte; “bu zamanda böyle olunmaz” diye dışlanmaktadırlar. Onlar da, avamın bakışına göre “divane” sayılırlar. Oysa Allah katında makbul olan da onlardır.

Bu çağın “mecnunları”, belki üniversitede kariyer peşinde koşmak yerine Kur’ân ilimlerine yönelen gençtir. Belki herkes sosyal medyada parlamak için uğraşırken, gece sessizce dua eden ihtiyardır. Belki herkesin ego peşinde koştuğu bir çağda, nefsini yerin dibine sokan bir hak dostudur. Ve evet, onlar çoğu zaman toplumun bakışında “dengesiz”, “hayalci”, “gerçek dışı” görülür. Fakat işte bu görünüş, onların hakiki imana yaklaştığının işaretidir.

İman Bir Denge Değil, Bir Fedakârlık Hâlidir

Avam nazarında makbul olan “denge” çoğu zaman hakikatten tavizdir. Oysa hakiki iman, bazen “dengesizlik” görünümüne bürünür. Çünkü Allah için fedakârlık yapar. Çünkü dünya nimetlerinden geçebilir. Çünkü hak uğruna yalnız kalmayı göze alır. İşte bu fedakârlık hali, tam imanın işaretidir. Bediüzzaman’ın da yaptığı tam budur: Kendisine “meczup” diyenlere aldırmadan, halkı değil Hakk’ı razı etme derdine düşmek.

Sonuç ve Özet:

Bu hadis ve onun Bediüzzaman tarafından yapılan tefekkürü, bizlere iman kemalinin çoğu zaman halkın anlayışını aşan, hatta “delilik” gibi algılanan bir ruh hâli olduğunu öğretiyor. Gerçek müminler, halkın değil Hakk’ın nazarını esas alır. Halkın yadırgadığı davranışlar, Allah katında makbul olabilir. Bugün de iman ehli, popüler aklın dışında durduğu ölçüde, kemal-i iman yolunda ilerliyor demektir. Öyleyse, “mecnun” diye anılmaktan korkmayalım; imanımızı yaşamakta kararlı olalım.

Özet:
Kemal-i imana ulaşan bir mümin, halkın alışık olmadığı bir derinlikle yaşar ve bu yüzden çoğu zaman delilikle itham edilir. Fakat bu durum, aslında onun imanının kemâline ve Allah katındaki değerine işarettir. Gerçek mümin, halkın değil Hakk’ın rızasını gözetir. Bu yüzden halkça garip bulunması, onun hakikate yakınlığının bir nişanesidir.

 

 




BİR KURDUN KUZUYU YEME MASALI: NÜKLEER YALANI VE ASIL HEDEF TÜRKİYE

BİR KURDUN KUZUYU YEME MASALI: NÜKLEER YALANI VE ASIL HEDEF TÜRKİYE

La Fontaine’in meşhur hikâyesinde bir kurt, suyun yukarısında dururken, aşağıdaki kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” bahanesiyle saldırır. Kuzu, suyun akış yönü gereği böyle bir şeyin mümkün olmadığını söylese de kurt çoktan kararını vermiştir. Kuzu suçludur; çünkü kurt onu yemek istemektedir.

Bu hikâye sadece bir masal değil, çağların ötesine taşan bir stratejinin özetidir.

Nükleer Silah Yalanı: Yeni Dünya Yalanı

2003 yılında Irak’a “kitle imha silahları var” yalanıyla girildi. ABD, İngiltere ve müttefikleri bu bahaneyle Irak’ı işgal etti. Sonuç: Bir milyondan fazla insan hayatını kaybetti, medeniyetin beşiği olan bir ülke paramparça edildi. Yıllar sonra dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair ve ABD yetkilileri “yanılmışız” dedi. Ama ölenlerin hesabı sorulmadı.

Bugün aynı hikâye İran için yazılıyor. CNN’in geçtiği son haberde, ABD istihbaratının İran’ın aktif bir nükleer silah yapma sürecinde olmadığı sonucuna vardığı açıklandı. Yani yine bir “su bulandırma” bahanesiyle “kuzuya saldırma” planı masaya konmuş durumda.

Asıl Hedef: İslam Dünyası ve Türkiye

Tüm bu oyunların maksadı yalnızca İran değil. İran sadece bir merhale. Gerçek hedef, İsrail’in güvenliğini pekiştirmek, “Arz-ı Mev’ûd” planı çerçevesinde Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve Türkiye’yi zayıf düşürmektir.

PKK, PYD, DEAŞ, PJAK gibi taşeron örgütler bu planın taşlarıdır. 50 bin tır silah bu örgütlere sadece “terörle mücadele” için verilmedi. Bu silahlar, yeni haritalar çizmek, sosyalist Kürt devleti kurmak ve ikinci bir İsrail kurmak için bölgede yerleştirildi.

Oyun Kurucuların Niyetlerini İtirafı

Bu planları yalnızca istihbarat raporlarından veya analizlerden değil, bizzat onların ağızlarından da öğreniyoruz. İsrailli eski futbolcu ve sunucu Eyal Berkoviç’in canlı yayında kullandığı şu sözler oldukça manidardır:

> “Çeyrek finalde Hamas’la berabere kaldık ve onları penaltıda yendik. Sonra yarı finalde İran’ı yendik. Finalde Türkiye var!”

Bu cümle, bir spor programı lafı gibi dursa da gerçekte İsrail’in ve arkasındaki güçlerin stratejik hedefini özetliyor: Türkiye, final hedefidir.

Haçlı Akıl ve Dini Maskeler

Haçlı zihniyetinin tarih boyunca uyguladığı yöntem hep aynıdır: Önce şeytanlaştır, sonra izole et, ardından saldır. Bunu yaparken ya “medeniyet götürüyoruz” derler ya da “tehdit var” deyip halklarını korkuyla ikna ederler. 11 Eylül sonrası İslam dünyasının “terörle eşleştirilmesi” bu algı mühendisliğinin çağdaş versiyonudur.

Ancak unuttukları bir şey var: Kuzu masumdur ama çaresiz değildir. Bugün İslam coğrafyasında uyanan bilinç, diriliş işaretleri vermekte; mazlumların duası semayı inletmektedir.

Türkiye’nin Konumu ve Sorumluluğu

Türkiye hem hedef hem umut merkezidir. Coğrafi, kültürel ve tarihî mirasıyla İslam dünyasının yeniden toparlanmasında öncü rol oynamaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin içte ve dışta zayıflatılması, siyasî ve ekonomik olarak yıpratılması büyük oyunun bir parçasıdır.

Fakat Türkiye aynı zamanda direnişin ve uyanışın da simgesidir. Bu sebeple, hakikati haykırmak, ittihad-ı İslam’ı kurmak, stratejik akılla hareket etmek artık bir tercihten ziyade zaruret halini almıştır.

ÖZET:

La Fontaine’in masalındaki kurt ile kuzu hikâyesi bugün Ortadoğu’da tekrar sahneleniyor. İsrail ve Batı, İran’ın nükleer silah bahanesiyle saldırı hazırlığında. Gerçek amaç ise; İslam coğrafyasını bölmek, İsrail’i güçlendirmek ve Türkiye’yi kuşatarak Arz-ı Mev’ûd planını gerçekleştirmektir. CNN’in ifşasıyla bu yalan çökerken, asıl hedefin Türkiye olduğu İsrailli isimlerin sözleriyle ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin uyanık, birlik içinde ve stratejik hareket etmesi artık önemli bir görevdir.

 

 




Fitne-i Âhirzaman: Çalkalanan Dünya ve Nurun Umudu

Fitne-i Âhirzaman: Çalkalanan Dünya ve Nurun Umudu

Bu âhirzaman çok çalkalanıyor… Bediüzzaman Said Nursî’nin tesbitiyle, zamanın son demleri içindeyiz. Sanki koca bir deniz kabarmış, fırtına öncesi bir sessizlik değil, fırtınanın tam ortasındayız. Yer yerinden oynuyor; mazlumlar feryat ediyor, zalimler ise adalet kisvesiyle zulüm kusuyor.

Bediüzzaman Hazretleri, bu fitne zamanını “garip ve acib şeylerin doğacağı” bir dönem olarak tarif ederken, sadece maddi felaketleri değil, aynı zamanda akıl ve kalplerdeki ifsadı da nazara veriyor. Evet, bu zaman sadece silahlarla değil; fikirle, medya ile, eğitimle, teknolojiyle de insanlığı kıskaca alan bir devirdir.

Fakat bu zifiri karanlık içinde bir nurdan da söz eder Bediüzzaman. Her şeyin hâkimi olan Kadir-i Mutlak’ın, bulutlarla kaplı bir gökyüzünü bir anda berraklaştırıp güneşi gösterdiği gibi, bu zulüm ve karanlık içinde dahi Hakk’ın ve hikmetin zuhur edeceği bir kapı aralanır.

Bu satırlarda, gökyüzündeki rahmetsiz bulutların izalesi; kalplerdeki dalaletin, ümmetin üzerine çöken gafletin, baştakilerin akıl ve iman yoksunluğunun da bir gün Allah’ın rahmetiyle silineceğine olan imanı görüyoruz. Bu, pasif bir teslimiyet değil; dua ile, mücadele ile, sabırla gelen bir diriliş umududur.

Çünkü bu zamanın en büyük cihadı; “imanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet etmektir.” Zulmetin arttığı vakitlerde bir mumun bile önemi artar. İşte bu yüzden Risale-i Nur, bu zamanın manevî kandili olmuştur.

Yine Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi: “Başta bulunanların başlarına akıl ve kalplerine iman” gelirse, işte o zaman bu fırtınalı deniz durulur, çalkalanan âlem sükûnete kavuşur.

Zira toplumun ıslahı, yönetenlerin ıslahıyla; yönetenlerin ıslahı ise, halkın imanî uyanışıyla başlar.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin âhirzamanla ilgili tesbitleri ışığında, yaşadığımız karmaşık ve fitne dolu dönemin manevî çözüm yollarını ele alır. Maddî ve manevî zulmetin arttığı bu dönemde, Allah’ın rahmetine sığınarak umut, iman ve mücadele ile yeniden bir dirilişin mümkün olduğunu anlatır. Toplumların ıslahının, bireysel kalbî arınma ve baştakilerin hidayetiyle mümkün olacağı ifade edilir. Bu çalkantılı zamanda, Kur’an ve iman hizmeti en büyük dayanak olarak gösterilir.

 

 




Terörün Postası Değişti, Mektup Aynı: Yeni Vekiller, Eski Hesaplar”

Terörün Postası Değişti, Mektup Aynı: Yeni Vekiller, Eski Hesaplar”
Ortadoğu’da İsrail, PKK ve Büyük Plan Üzerine Bir İbret Yazısı

Tarih tekerrür etmez; ders alınmazsa, tuzaklar tekrar eder.
Ortadoğu, bir harita savaşının cehennem sahnesidir.
Ve bu savaş artık görünenden çok gizlenenler üzerinden yürütülüyor.

Bir zamanlar arka planda iş gören İsrail, artık sahaya doğrudan inmek istiyor.
PKK ve DEAŞ gibi taşeron örgütlerin dönemi mi kapanıyor?
Yoksa “terörün el değiştirmesiyle” daha büyük bir oyun mu başlıyor?

Sormadan edemiyoruz:

> Barış bir planın ara faslı mı?
Silahlar sustuysa, yer mi değiştiriliyor?
İsrail sahaya iniyorsa, kime ne rol biçildi?

  1. PKK’NIN GÖLGESİNDE BÜYÜYEN STRATEJİ:

PKK’nın, İsrail ve ABD tarafından yıllarca “sıcak sahadaki asker” olarak kullanıldığı artık sır değil.

50 bin tır silah tesadüfen mi geldi o topraklara?

Bu kadar mühimmat sırf IŞİD için miydi?

Asıl hedef:

> Ortadoğu’da ikinci bir İsrail olacak şekilde, Batı destekli, laik-sosyalist bir Kürt devleti kurmak.

PKK’nın ideolojisiyle, İsrail’in seküler, etnik temelli devlet modeli örtüşüyor.
Ama şimdi tablo değişti.
PKK görevini tamamladıysa, yeni bir aşamaya geçiliyor olabilir.

*İran’ın havadan vurulması bizdeki 15 Temmuzu hatırlatıyor.
Bir işgal.
Devleti ele gecirme.
Bizde de 15 Temmuzdan bir iki ay evvel Pkk faaliyetlerini durdurmuştu.
Sakın İran Pkk’sı Pjak ile, PKK’nın üst düzey elemanları ve ayrılmayanlar ve sessizlikleri,  israilin hava saldırısından sonra devreye girmiş olmasın?

  1. SESSİZLİĞİN DİLİ: BİR ŞEYLER Mİ BİRİKİYOR?

Son 50 yıldır bölgede sürekli sıcak tutulan terör dosyası, şimdi aniden “soğutulmuş” gibi.
Bu, sıradan bir gelişme değil.

> Çünkü Ortadoğu’da barış değil, “fırtına öncesi sükûnet” makbuldür.

PKK’nın birdenbire sessizleşmesi:

Ya başka bir cepheye kaydırılıyor,

Ya da yerini yeni aktöre (İsrail?) bırakıyor.

Ve biz “ne güzel terör azaldı” diye sevinirken, arka planda harita yeniden çiziliyor olabilir.

  1. İSRAİL’İN AÇIK SAHAYA ÇIKIŞI: NEDEN ŞİMDİ?

İsrail, bugüne kadar örtülü planların, istihbarat oyunlarının arkasında durdu.
Ama artık:

İran’a doğrudan saldırıyor.

Lübnan ve Irak sınırında hareketleniyor.

Türkiye’yi çevreleyen çemberi daraltıyor.

Soru şu:
İsrail neden sahaya iniyor?

> Cevap: Çünkü artık taşeronlara güvenmiyor.
Onlara verilen rol tamamlandı.
Yeni hesap: Doğrudan müdahaleyle bölgeyi yeniden şekillendirmek.

Ve bu uğurda:

PKK’ya yeni görevler verilebilir.

İran’ın zayıf noktalarına saldırılar planlanabilir.

Kürt bölgesinde yeni bir oluşuma yeşil ışık yakılabilir.

  1. ABD’NİN ASIL PLANI: KÜRT DEVLETİ Mİ, YENİ İSRAİL Mİ?

ABD’nin “barış elçisi” rolü, aslında yeni çatışmaların hazırlıkçısıdır.

Bakınız:

Irak işgali,

Suriye iç savaşı,

İran ambargosu,

Ve PKK’ya on binlerce tır silah…

Bunlar sadece “terörle mücadele” için mi yapıldı?
Yoksa Ortadoğu’ya ikinci bir İsrail niteliğinde, Batı’ya bağlı bir uydu devlet için mi?

Şu ihtimali artık daha yüksek sesle söylemeliyiz:

> “İran ve Irak’tan koparılacak topraklarda yeni bir devlet kurulması planı”, hâlâ yürürlükte olabilir.

Ve PKK’nın sessizliği, bu yeni yapı için alan temizliği anlamına gelebilir.

  1. AĞZIMIZ YANDI: ARTIK ÜFLEYEREK İÇME VAKTİ

Mazide çok ağladık:

“Barış süreci” dediler, tuzağa düşürdüler.

“IŞİD tehdidi” dediler, sınırlarımıza namlu yığdılar.

“Terörle mücadele” dediler, PKK’yı meşrulaştırdılar.

Şimdi ise:

> İsrail doğrudan vuruyor, ABD açıkça konuşuyor,
ve biz hâlâ “acaba barış mı geliyor?” diyoruz.

Hayır!
Barış gelmiyor, sadece plan değişiyor.

ÇÖZÜM ve TESBİTLER:

✅ 1. Dost maskesiyle gelen planlara karşı uyanık olmak şarttır.

Barış adı altında hazırlanan harita değişimlerine karşı teyakkuzda olmalıyız.

✅ 2. PKK’nın sessizliği, yok olması değil, taktik değişimidir.

Yön değiştirmiş, cephe değiştirmiş olabilir. Takip şarttır.

✅ 3. İsrail’in İran’a saldırısı, çok yönlü bir kıskacın parçasıdır.

Hem İran’a hem Türkiye’ye dolaylı bir gözdağıdır.

✅ 4. ABD’nin bölge planları hâlâ yürürlüktedir.

50 bin tır silah, sadece IŞİD için değil, uzun vadeli planlar içindir. Bunlar halen sahadadır.

✅ 5. Bölgesel işbirliği kaçınılmazdır.

Türkiye, İran, Irak ve Suriye – mezhepsel farkları aşarak bölgeyi birlikte korumak zorundadır.

SONUÇ ve İBRET:

Ortadoğu’da barış kelimesi, çoğu zaman silahların susması değil; planların ilerlemesi anlamına gelir.
PKK, DEAŞ gibi örgütler sadece birer dönemsel taşerondur.
Ama asıl hedef:

> Bölgeyi parçalamak, haritayı değiştirmek ve İsrail’i güvenli bir kaleye çevirmektir.

Artık mesele terör değil, vekâlet savaşı sonrası doğrudan savaşın eşiğidir.
Görünürde suskunluk varsa da, bu şiddetin yerini değiştirme operasyonudur.

ÖZET:

PKK’nın suskunluğu, görevini tamamlayıp yerini İsrail’e bırakması olabilir.

İsrail’in İran’a saldırısı, büyük bir bölgesel savaşın hazırlığıdır.

ABD’nin 50 bin tır silah ve sessiz desteği, bir Kürt devleti planının hâlâ gündemde olduğunu gösterir.

Barış değil, taktiğin değiştiği bir geçiş dönemi yaşanıyor.

Topyekûn bir uyanış, birliktelik ve basiretli duruş şarttır.

 




Zannın Ötesine: Bilgiden Marifete, Hayalden Hakikate Yolculuk

Zannın Ötesine: Bilgiden Marifete, Hayalden Hakikate Yolculuk

Giriş: Bilgi Kâfidir Sanan Aldanır

İnsan, kendisine verilen idrak donanımıyla eşyanın suretlerinden hakikatine uzanan bir yolculuk içindedir. Fakat bu yolculuk, sadece bilgi biriktirmekten ibaret değildir.
Zira malumat çokluğu, kalbin ve ruhun tekâmülüne her zaman hizmet etmez.
Bu yüzden, bilgi ile marifet,
hayal ile hakikat,
şiir ile ayet,
tasavvur ile taakkul,
zan ile yakin,
duyusal bilgi ile kalbî bilgi arasında derin farklar, ince geçitler ve hikmetli merhaleler vardır.

  1. Malumat ve Marifet: Ezberle Hakikat Aynı Değil

Malumat, zihinde biriken bilgilerdir. Ansiklopedik ve yüzeysel olabilir.

Marifet ise kalpte yer eden, insanı dönüştüren, tanımaktan tattırmaya geçiren bir bilgidir.

Malumat, Allah vardır dedirtir.
Marifet, Allah’ı severim, O’na güvenirim dedirtir.
Biri bilmek, diğeri ise tanımaktır.

Bu yüzden marifet, malumatın kemale ermiş, kalple yoğrulmuş hâlidir.
Marifet; sadece bilmeyi değil, bilineni yaşamayı ve ona göre şekillenmeyi gerektirir.

  1. Hayal ve Hakikat: Görünenle Gerçeğin Hareketi

Hayal, tasavvurun sahnesidir. Fakat her hayal hakikat değildir.

Hakikat, sabit, değişmeyen, yaratılışın özüdür.

Şiir hayali besler,
fakat ayet hakikati inşa eder.

Hayal, hakikate giden bir köprü olabilir;
fakat sadece hayalde kalmak, kurguda boğulmak olur.

Kur’ân hayal kurdurur,
ama sonunda hakikate çağırır.
“İşte bu hayat, ancak bir oyun ve eğlencedir. Gerçek yurt ise ahiret yurdudur.” (Ankebût, 64)

  1. Şiir ve Ayet: Sanatla Vahyin Ayrıldığı Nokta

Şiir, duygunun süslenmiş biçimidir.

Ayet, hakikatin bizzat kendisidir.

Şiir mecazı sever,
ayet hakikati gösterir.

Şiir duyguları okşar,
ayet kalpleri uyandırır.

Kur’ân’da şiir de, sanat da vardır. Ama vahiy, bir sanat değil, hakikatin bizzat sesidir.
Bu yüzden Kur’ân şairleri “hakikatten sapanlar” arasında görür:

> “Biz ona şiir öğretmedik, bu ona yaraşmazdı. O sadece bir öğüt ve apaçık Kur’ân’dır.” (Yâsîn, 69)

  1. Tasavvur ve Taakkul: Düşünen Kalbin İmtihanı

Tasavvur, zihinde canlandırmadır.

Taakkul, akıl ile ölçme ve tartmadır.

Tasavvur bir harita gibidir,
taakkul ise yürüyerek o haritayı test etmektir.

İslam düşüncesi tasavvura kapı açar ama taassuba yol vermez.
Aklı çalıştırmadan iman eden, zanna tutunur.
Taakkul eden, yakin bulur.

Kur’ân defalarca “اَفَلَا تَعْقِلُونَ – Akletmez misiniz?” diye sorar.
Çünkü iman, aklı inkâr değil, aklı hakkın emrine vermektir.

  1. Zan ve Yakin: Bilginin Dereceleri

Zan, şüphe karışık bilgidir.

Yakin, kesin, sarsılmaz bilgidir.

Zan bulanıktır; yakin berraktır.
Zan sezgiyle karışıktır; yakin, ilimle, şahitlikle, tecrübeyle sabittir.

Kur’ân zanna dayanmayı yerer:

> “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise hakikatten hiçbir şey ifade etmez.” (Yûnus, 36)

Yakin ise üç aşamadır:

İlme’l-yakîn: Bilgiyle kesinlik,

Ayne’l-yakîn: Gözle görerek kesinlik,

Hakke’l-yakîn: Bizzat yaşayarak kesinlik.

Malumat, zannı doğurur,
Marifet, yakine ulaştırır.

  1. Göz, Kulak ve Kalb Bilgisi: Hangisi Rehber Olmalı?

Göz, görüntüye odaklanır.

Kulak, sese dikkat kesilir.

Ama kalb, hakikate ulaşır.

Kur’ân, gözün ve kulağın ardından kalbi de sorumlu kılar:

> “Şüphesiz kulak, göz ve kalp; bunların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsrâ, 36)

Bugün birçok insanın gördüğü şeyler, duyduğu bilgiler kalbine ulaşmadan uçup gitmektedir.
Bu yüzden kalbi ihmal eden bilgi, yığın hâlinde çürümeye başlar.

Sonuç: Bilgi Değil, Bilginin Ne Olduğu Önemlidir

İnsanı yücelten bilgi değil,
bilgiyi nasıl kullandığıdır.
Tıpkı yenilen yiyeceğin hazmedilip sindirilmesidir.

Hayal ile başlayan, şiirle süslenen, tasavvurla genişleyen bilgi;
ayetle ölçülüp, akılla tartılmadıkça,
kalple hissedilip yakine ermedikçe, marifete dönüşemez.

Her bilgi, marifete giden bir nehir olmalı,
zira hakikate varan bilgi, kalbi yüceltir ve insanı ebedi kurtuluşa götürür.

Özet:

Bu makalede; malumat–marifet, hayal–hakikat, şiir–ayet, tasavvur–taakkul, zan–yakin ve duyusal bilgi–kalbî bilgi arasındaki bağlantı ve geçiş noktaları işlenmiştir.
Malumatın marifete, hayalin hakikate, zannın yakine dönüşebilmesi için akıl, kalp, vahiy ve tefekkür süzgecinden geçmesi gerektiği anlatılmıştır.
Gerçek bilgi; sadece duyulan, görülen değil; kalpte yer eden ve insanı dönüştüren bilgidir. İlim, marifete dönüşmedikçe insanı kurtaramaz.

 

 




Çöküşten Kaosa: Batı’nın Telaşı, Doğu’nun Dirilişi

Çöküşten Kaosa: Batı’nın Telaşı, Doğu’nun Dirilişi

Giriş: Gölgeyi Büyütmekle Güneş Söndürülemez

Tarih boyunca hak ve batılın mücadelesi sadece silahlarla değil, fikirle, kültürle, inançla, hatta ümitsizlik ve korku üretimiyle yürütülmüştür. Günümüzde küresel ölçekte yaşanan savaşlar, ekonomik krizler, ahlaki çöküntüler ve toplumsal kaosların arka planında, iki derin korku ve iki büyük hedef vardır:

  1. Tahrif edilmiş dinlerin yıkılışını geciktirmek,
  2. İslam’ın yükselişini engellemek ve hiç olmazsa geciktirmek.

Bu iki hedefin motor gücü ise korkudur. Çünkü hakikatten korkanlar, hakikatin doğmasını geciktirmek için karanlık üretirler.

  1. Tahrifin Çöküşünü Ötelemek: Batı’nın İçten Çürüyen Mabedi

Hristiyanlık ve Yahudilik, asli ilahi kaynaklardan uzaklaşarak zamanla hem mana hem de yapı itibarıyla tahrif edilmiş ve ruhunu yitirmiştir. Kiliseler boşalmakta, genç nesiller inanç ve ilah fikrini sorgulamakta, ahiret inancı bir mitoloji gibi anlaşılmaktadır.

Bu çöküş, Batı’yı bir varoluş krizine sürüklemiştir.

İnsanî değerler yerini bencilliğe ve materyalizme,

Dinî yönelimler yerini sihir, paganizm ve okültizme bırakmıştır.

Fakat bu çöküş durdurulamaz. Çünkü hakikat, yıkılan putların arasından doğrulmaktadır.
Bu yüzden Batı, kendi iç çürümüşlüğünü saklayabilmek için dışarıda kaos üretmek zorundadır.
Zira huzurlu bir İslam toplumu, kendi perişanlığını daha görünür kılar.

  1. İslam’ın Güneşini Perdelemek: Terör, Savaş ve Medya Kalkanı

İslam, özünde neş’e veren, umut sunan, nizam ve huzur getiren bir dindir. Ve bugün hem aklı hem kalbi doyuran tek sahih din olarak dünyada hızla yayılmaktadır.

Avrupa’da camilere dönüşen kiliseler,

Amerika’da İslam’a giren binlerce insan,

Asya ve Afrika’da Kur’an merkezli uyanışlar,

batıl sistemleri rahatsız etmektedir. Çünkü bu uyanış, onların saltanatını sarsar.

İşte bu sebeple:

Terör İslam’a yamandırılır,

Müslüman coğrafyalar sürekli kaosa sürüklenir,

Medyada İslam, korku nesnesi olarak gösterilir.

Amaç, ümmeti ümitsizliğe düşürmek ve kendi çürüyen ideolojilerine suni bir canlılık katmaktır.
Zira kendi gençleri boşlukta ve ümitsizdir; Müslümanların imanındaki huzur, onların karanlık dünyasında yıldırım gibi parlamaktadır.

Batı’nın Telaşı, İslam’ın Dirilişinin Delilidir

Bugün İslam aleminin yaşadığı krizler, iç kargaşalar ve ekonomik darboğazlar, dışarıdan bakıldığında zayıflık gibi görünse de; aslında yeniden doğuşun sancılarıdır.
Çünkü tarih göstermiştir ki:

Zulüm arttığında adalet doğar.

Baskı büyüdüğünde iman yükselir.

Karanlık çoğaldığında sabah daha parlak doğar.

Batı’nın telaşı, İslam’ın uyanışının delilidir.
Tahrif edilmiş dinlerin çatırdayan mabedi, Kur’an’ın hakikat güneşinden kaçmaktadır.
Ama güneşin doğuşu engellenemez.

Bir Medeniyetin Sonu, Diğerinin Başlangıcıdır

Hristiyan Batı ve Siyonist sistem, modern sömürü düzenlerini ahlaksızlık, savaş, korku ve medya illüzyonlarıyla yürütmeye çalışsa da, bu çabalar bir çırpınıştır.

Artık güç ile değil hakikat ile hüküm sürülecek bir çağa girilmiştir.

Batıl ideolojiler çatırdamakta, Kur’an’ın sesi yeryüzünü sarmaktadır.

Zihinler arınmakta, kalpler uyanmaktadır.

Bu yüzden her Müslüman, kendi içindeki ümidi diri tutmalı, Kur’an ve sünnet ekseninde hayatını inşa ederek bu yeni doğuşa omuz vermelidir.

Sonuç ve Mesaj:

Bugün dünyayı kasıp kavuran savaşların, terörlerin, krizlerin arka planında iki temel korku vardır:

  1. Tahrif edilmiş dinlerin çöküşünü geciktirme korkusu.
  2. İslam’ın uyanışını perdeleme korkusu.

Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, hakkın yükselişi mukadderdir.
Çünkü batıl zail olmaya mahkûmdur.
Kur’ân şöyle buyurur:

> “De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 81)

Özet:

Makale, küresel krizlerin ardındaki asıl sebebin; Batı’da çürümekte olan dinî yapının yıkılışını geciktirmek ve İslam’ın dirilişini perdelemek olduğunu vurgulamaktadır.
İslam coğrafyasında çıkarılan savaşlar, terör olayları ve medya propagandaları, hakikatin yükselişini bastırmaya yöneliktir.
Ancak Kur’an ve sünnete dayalı bir diriliş, bu oyunları boşa çıkaracaktır.
Hakkın doğuşu geciktirilebilir ama asla engellenemez.

 

 




Kazanmak mı, Kaybetmemek mi?

Kazanmak mı, Kaybetmemek mi?

İş Hayatından Ebediyete Uzanan Bir Denge Arayışı

Hayat bir kazanım ve kayıp mücadelesidir. İnsan da bu mücadelenin merkezindedir. Ticarette, bağlantılarda, ahlakta, dinde ve daha birçok alanda insanlar ya kazanmaya çalışır ya da kaybetmemeye.

Ama çoğu zaman bu iki kavram aynı şey değildir. Hatta bazen kazanmaya çalışırken, farkında olmadan kaybetmeye başlar insan. İşte bu noktada esas soru şudur:

Gerçek başarı, kazanmakta mı, yoksa kaybetmemekte midir?

Esnafın İhmal Ettiği Şey: Kazancın Gölgesinde Kayıp

Bir esnaf, dükkanını açar, işini büyütmeye çalışır, daha fazla kazanç elde etmeyi hedefler. Ancak çoğu zaman müşteri memnuniyetini, güveni, sadakati ikinci plana iter. Çünkü zihninde daima “ne kadar kazanırım” düşüncesi vardır, “kaç kişiyi kaybediyorum” sorusu değil.

Kazanca odaklı bu yaklaşım, kısa vadede getirisi olsa da, uzun vadede itibarın, güvenin, vefakâr müşterilerin kaybına sebep olur. Neticede para kazanılmıştır ama insan kaybedilmiştir.

Oysa para yeniden kazanılır. Ama kaybedilen bir kalp, çoğu zaman geri dönmez.

Aynı Hata: Dünya İçin Endişelenip Ebediyet İçin Umursamamak

Bu yaklaşım, sadece ticaret hayatında değil; ahiret yolculuğunda da geçerlidir. İnsan çoğu zaman cenneti kazanmayı hedefler. Namaz kılar, oruç tutar, ibadet eder. Fakat çok azı cehennemi kazanmamak üzerine düşünür.

Oysa asıl mesele, sırf cenneti istemek değil, cehennemi hak edecek şeylerden titizlikle uzak durmaktır. Çünkü bazı kazanımlar, içinde gurur, riya, gösteriş, hatta benlik barındırırsa, görünüşte sevap, hakikatte hüsran olabilir.

İki Yönlü Tedbir: Pozitif Eylem ve Negatif Korunma

Kur’ân’da “salih amel işleyin” emri kadar, “şirkten uzak durun”, “yalan söylemeyin”, “gıybet etmeyin”, “zulmetmeyin” gibi menfi emirler, yani kaçınma tavsiyeleri de yer alır. Çünkü sadece iyi işler yapmak yetmez; kötü işler yapmamak da gerekir.
İşte bu Takvadır ve vaciptir.

Mesela bir kimse hayatı boyunca yüzlerce hayır işlemiş olabilir. Ama bir kul hakkıyla gittiğinde o hayırların tümü karşıya devredilir. Yani kazanmış gibi görünen biri, aslında kaybetmiştir.

Kazançtan Evvel Mesuliyet:

Cenneti kazanmak isteyen kişi, önce cehennemi kazanabilecek davranışlardan uzak durmalıdır. Bu da bir mesuliyet bilinci ister:

Her sözümde hakikat var mı?

Her kazancımda helal var mı?

Her adımımda bir kul hakkı gizli mi?

Kalbimde bir kibir, bir riyakârlık var mı?

Bu sorular cenneti kazanmaktan çok, cehenneme girmemeye odaklı bir vicdan eğitimi sunar.

Hedefe Odaklı Değil, Hesaba Duyarlı Olmak

İnsan çoğu zaman hedefe odaklanır: “Cennet istiyorum.”
Ama hesaba duyarlı değildir: “Acaba bu amelim gerçekten kabul oldu mu?”

Tıpkı bir esnafın yalnız kazanca odaklanıp, müşteri memnuniyetini ihmal etmesi gibi…
Oysa ahiret hesabı çok daha incedir, çünkü şah damarından yakın olan bir Rabbin huzurunda verilecektir.

Sonuç: Cennet Kazanılmaz, Cehennem Kaybedilerek Hak Edilir

Bu ince farkı Bediüzzaman ne güzel özetler:

> “Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.”

Bu hayat, sadece kazanmaya odaklı bir yarış değildir. Bazen durmak, beklemek, susmak, sabretmek, uzak durmak da ebedi saadeti kazandırır.

Gerçek basiret, sadece “ne kazanırım?” sorusunu değil, “ne kaybedebilirim?” sorusunu da sormaktır.

Özet:

Bu makale, “kazanmak mı, kaybetmemek mi?” sorusu üzerinden hem ticari hayattaki hem de manevi hayattaki yanlış bakış açılarını ele alır.
Esnafın sadece kazanca odaklanıp müşteri kaybını düşünmemesi gibi, insan da bazen sadece cenneti istemekle yetinip cehenneme götürecek davranışları ihmal edebilir.
Oysa asıl başarı, sadece kazanmaktan ziyade, kaybetmemeyi başarmaktır.
Cenneti hak etmek, cehennemi kazandıracak günahlardan kaçınmakla mümkün olur.

 




Uyananları Susturmak: Tarihin Sessiz Horozları

Uyananları Susturmak: Tarihin Sessiz Horozları

“Horozu değil sesi susturdular.”

Tarihin her döneminde, sabahın erken saatlerinde ötüp köyü uyandıran horozlar gibi, milletleri gafletten uyandırmak isteyenler olmuştur. Onlar hakikati haykırmış, yanlışlara itiraz etmiş, halkın aklını, kalbini ve vicdanını harekete geçirmeye çalışmıştır. Ancak bu uyanış, uykusunu seven, rahatını bozmaya yanaşmayanlar tarafından bir tehdit olarak görülmüştür.

Muhammed Hüseyin Şehriyar’a atfedilen sözlerde bu hakikat veciz şekilde ifade edilir:

> “Köyde bir horoz vardı. Her sabah bağırıp dururdu. Bir gün sesi kesildi. Sahibine ‘Horozun sesi neden gelmiyor?’ dedim. Dedi: ‘Cemaat şikayet etti, bizi uyandırıyor, bırakmıyor ki uyuyalım. Ben de kafasını kestim.’ O gün anladım ki halkı uyandırmak isteyenlerin başını kesiyorlar.”

Bu sadece bir köy hikâyesi değil; aynı zamanda Hz. İbrahim’den İmam Hüseyin’e, Hallâc-ı Mansur’dan Bediüzzaman’a, Malcolm X’ten modern çağın suskun şairlerine kadar birçok uyanık ruhun akıbetini anlatan bir hakikat tablosudur.

Uykuda Rahat Edenler ve Hakikate Alışamayanlar

Hakikatin sesi rahatsız edicidir. Çünkü o, düzen bozandır. Uyuyanı kaldırır, yanlışa alışanı sarsar, karanlığa gözünü alıştırmış olanı kör eder. Bu yüzden nice hakikat sesi, “cemaat”in huzuru bozulmasın diye susturulmuştur.

Ancak gerçek şu ki, bu susturmalar geçicidir. Zira horoz susturulsa bile sabah yine gelir. Hakikatler ertelense bile tecelli eder. Fakat bu süreçte en büyük kayıp, uyanma imkânını kaybeden halkın kendisidir.

Tarihin Uyanıkları: Sürgün, Zindan, İdam

Tarih, horozlarını susturan toplumların çöküşünü de yazmıştır. Çünkü horozun susturulması sadece bir sesi değil, aynı zamanda bir istikbali, bir ıslahı ve bir inkılâbı da öldürmektir. Peygamberleri taşlayan kavimler, filozoflarını zehirleyen şehirler, hakikat adamlarını zindanlara tıkan devirler… Hepsi aynı yanlışa düştüler: Rahatsız oldukları sesi susturmak.

Modern Dünyada Yeni Susturma Yöntemleri

Bugünün dünyasında artık horozların başı kesilmiyor belki. Ama sesleri bastırılıyor: Sansürle, algoritmalarla, itibarsızlaştırmayla… Hakkı söyleyenler ya marjinalleştiriliyor ya da görünmez kılınıyor. Bu çağda susturma daha sofistike, daha dijital, ama özünde aynı: Uyanış istenmiyor.

Gerçek Uyanış: Horoz Olmak Cesareti

Bugün asıl ihtiyaç, halkı uyandırmak uğruna horoz gibi ötmeyi göze alan yüreklerdir. Bu kolay değildir; çünkü sesinizi beğenmeyecekler, sizi susturmak isteyenler olacak. Ama tarih, sabahı müjdeleyen horozların hatırasını yaşatır, uyandırdığı insanları değil.

Özet:

> Horoz, hakikati haykıranları; köylü, gaflet uykusuna yatan halkı; katli, susturulmayı temsil eder.

Tarih boyunca hakikat adamları ya susturulmuş ya da itibarsızlaştırılmıştır.

Hakikat rahatsız edicidir; uykuda kalmak isteyenler uyanık sesi istemez.

Gerçek değişim, hakikati haykıran cesur insanların sesini korumakla mümkündür.

Son Söz:
Bugün her zamankinden daha fazla horozlara ihtiyacımız var. Uyandıran değil, susturan suçludur. Unutma: Sabah horozsuz da gelir; ama onun sesi olmadan birçok kişi hâlâ gece zanneder.

 




Kıyamet Öncesi Bir Gerilim: Zulmün Taşlara ve Ağaçlara Kadar Ulaşan Yankısı

Kıyamet Öncesi Bir Gerilim: Zulmün Taşlara ve Ağaçlara Kadar Ulaşan Yankısı

“Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”(Müslim, Fiten, 82)”

Bunun bir tevili görünen o ki; İsrail zulmünden dolayı dünyanın her tarafından dışlanmakta ve nefrete maruz kalmaktadır.
İşte bir çok örneklerinden biri;

*Her yerde dışlanıyorlar !

Fransa’ya gelen uçaktan inen işgalci israil vatandaşları Fransızlar tarafından #FreePalestine sloganlarıyla yuhalandı!

***********

> “Taş bile konuşacak: ‘Ey Müslüman, arkamda bir Yahudi var!’”
— Hadis-i Şerif (Müslim, Fiten, 82)

İslam’ın kıyamet tasvirlerinde yer alan bu sahne, sadece bir savaşın değil, aynı zamanda zulümle hakikatin, mazlumla zalimin, bâtılla hakkın küllî bir yüzleşmesinin habercisidir. Bu hadis, gelecekteki bir çatışmadan çok daha fazlasını haber verir: Hakikat karşısında doğanın bile tarafını seçeceği, haklı ile haksızın en açık şekilde ayrışacağı bir zuhur zamanını…

Zulümle Abad Olanın Âkıbeti: Taşlar Bile Şahitlik Eder

Hadis-i şerifte geçen tasvir mecaz değil, bir hakikatin remzî bir ifadesidir. O gün öyle bir hak-batıl mücadelesi olacak ki, artık sadece insanlar değil, taşlar ve ağaçlar bile saf tutacak. Adeta kâinat dahi zulüm karşısında sessiz kalmayacak.

Bugün İsrail’in Filistin topraklarında işlediği zulüm, yalnızca insanlığı değil, doğayı da yaralıyor. Bombalanan çocuklar, yıkılan evler, parçalanan ağaçlar… Ve bu zulüm, artık taşlara bile “yeter” dedirtecek bir noktaya gelmiş durumda.

Garkad Ağacı ve Taraf Tutan Tabiat

Hadiste geçen “Garkad ağacı”nın Yahudilerin tarafını tutacak tek ağaç olarak zikredilmesi, onların zulme, şerre ve tahribe meyilli bir zihniyetin temsilcisi olduğu şeklinde yorumlanabilir. Zira bu ağaç, bugün İsrail tarafından özel olarak dikilmekte, savunma hattı olarak kullanılmaktadır. Garkad, bir nevi bâtılın sembolü, taş ve diğer ağaçlar ise hakikatin yardımcılarıdır.

Bugün Yaşananlar: Hadisin Gölgesinde Bir Dünya

Fransa’da İsrailli yolcuların halk tarafından #FreePalestine sloganlarıyla protesto edilmesi, sosyal medyada artan tepkiler, dünyanın dört bir yanında Filistin için yapılan yürüyüşler; bu hadis-i şerifin sosyal ve psikolojik düzlemde tezahür ettiğinin işaretidir.

Zulmün pervasızlığı arttıkça, vicdanlar uyanmakta, mazlumun sesi semaya yükselmektedir. Artık taşlar değil belki ama ekranlar, meydanlar, afişler ve sokaklar haykırıyor:

> “Ey insanlık! Şu arkamdaki zalimdir! Gör, anla, itiraz et!”

Kıyametin Yaklaşması mı, Hakikatin Yükselmesi mi?

Hadiste geçen “kıyamet yaklaşır” ifadesi, yalnızca zamanın sonuna değil, aynı zamanda hakikatin tam manasıyla ortaya çıkmasına da işaret eder. Kıyamet, “kalkış” demektir. Belki de bugün; yeryüzü bir “uyanış”a, bir manevî kıyama sahne olmaktadır.

Kıyametten önce hak ve batılın safları netleşecektir. Bugün bu netleşmenin hem siyasi hem manevi boyutlarına şahitlik ediyoruz. Zulüm kimden gelirse gelsin, herkes bir saf tutmak zorunda kalıyor. Ya haklıdan yana ya da zalimden.

Sonuç: Zulüm Devam Etmez, Hak Ebedidir

Zulüm bir süreliğine galip gibi görünse de, zulümle abat olunmaz. Tarih boyunca her Firavun’un bir Musa’sı, her Nemrut’un bir İbrahim’i çıkmıştır. İsrail zulmü de, sadece Müslümanları değil, vicdan sahibi her insanı karşısında bulmaktadır.

Bugün artık taşlar konuşmuyor belki ama kameralar, diller, meydanlar, ekranlar ve kalpler konuşuyor:

> “Zulme karşı susma! Mazlumun yanında saf tut!”

Özet:

Bu makale, Müslim’de geçen hadis-i şerif ışığında şu konuları ele almıştır:

Hadisin kıyamet öncesi evrensel bir hak-batıl çatışmasını tasvir ettiği,

Garkad ağacının bâtılı temsil ettiği,

Günümüzde İsrail’in Filistin’de işlediği zulümlerin hadiste işaret edilen evrensel nefrete yol açtığı,

Protestoların, sosyal tepkilerin ve vicdanî uyanışların hadisin tecelli süreci içinde yorumlanabileceği,

Kıyametin yaklaşmasıyla birlikte hakikatlerin netleştiği ve safların belirlendiği ifade edilmiştir.

Unutulmamalı ki: Zulüm devam etmez, hakikat bastırılamaz. Ve vakti geldiğinde, taşlar bile konuşur.

 

 




Fırtınalı Dönemlerde İman Kaleleri: Abbasî Döneminde Fırak-ı Dâlleye Karşı İlahi Müdahale

Fırtınalı Dönemlerde İman Kaleleri: Abbasî Döneminde Fırak-ı Dâlleye Karşı İlahi Müdahale

“Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyet’i zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında Buharî, Müslim, İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı A’zam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pek çok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlup ettiler.”
Şualar

Fitne-i diniyeye karşı, her devirde Allah’ın izniyle bir nur ordusu çıkar.

Tarih boyunca İslâm ümmeti yalnızca dış tehditlerle değil, içten gelen bozulmalarla, akaidî sapmalarla ve bid’at fırtınalarıyla da sınanmıştır. Bu sınanma, Abbasîler döneminde zirveye ulaşmış; Mutezile, Râfızî, Cebrî gibi bâtıl anlayışlar itikadî temelleri sarsmış, zındıklar ve mülhidler perde arkasında dinin özünü tahrif etmeye çalışmışlardır. Ancak her bozulmanın ardından bir ıslah ve ilahî inayet zinciri gelir. Rabbimizin bir rahmet tecellisi olarak o devirde; Buharî, Müslim, Ehl-i Sünnet imamları ve büyük evliyaullah bu fitne ateşini söndürmek için gönderilmişlerdir.

Fitne Zamanları: Dinin Kalbine Yönelmiş Saldırılar

Mutezile akımı, Kur’an’ın mahlûk olduğunu iddia ederek Allah’ın kelam sıfatını inkar etmiş; aklı vahyin önüne geçirmiştir. Râfızî anlayış, sahabe adaletini ve Hz. Ebubekir, Ömer gibi büyük zatları hedef alarak ümmet birliğini parçalamıştır. Cebrîlik ise kaderi yanlış yorumlayarak insanın sorumluluğunu iptal etmeye kalkışmıştır. Tüm bu fırak-ı dâlle (sapık fırkalar), itikadî bir zelzeleyi tetiklemiş, müminlerin zihnini karıştırmış, kalplerini şüpheye düşürmüştür.

İlahi Müdahale: Âlimlerin ve Evliyaların İhyâ Hareketi

Allah Teâlâ, bu fırtınalı dönemde İslam’ı yalnız bırakmamış; birer manevî mücahit olarak büyük zatları halk etmiş ve onları ümmetin yardımına göndermiştir:

İmam-ı A’zam Ebu Hanife: Fıkhın temellerini inşa ederek hem ameli korumuş hem akaide hizmet etmiştir.

İmam Şafiî, İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel: Sünnet-i Seniyye’yi muhafaza etmiş, hadislerin sahihliğini ve uygulanabilirliğini savunmuşlardır.

İmam Buharî ve Müslim: Hadis ilmini disipline etmiş, sahih sözleri toplayarak sünneti delillerle tahkim etmişlerdir.

İmam Gazalî: Felsefenin tahrip ettiği aklı ve kalbi yeniden inşa etmiş, tasavvuf ile aklı, ilim ile kalbi buluşturmuştur.

Cüneyd-i Bağdadi ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani: Tasavvuf yoluyla ümmeti nefis terbiyesi ve ihlâs hakikatiyle buluşturmuşlardır.

Bu zatlar, yalnızca birer âlim değil, birer nur ve rahmet vesilesi olmuşlardır. Her biri bir cephede durmuş, bir fitneyi söndürmüş, ümmete hem ilmî hem manevî gıda sunmuştur.

Her Asırda Gelen İlahi Yardım: Sünnetullah Kanunu

Tarihteki bu örnek, yalnızca bir tarih bilgisi değil, aynı zamanda ilahi sünnetin (Allah’ın değişmeyen kanununun) bir delilidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikati Şuâlar’da hatırlatırken, bugünün fitneleriyle yüzleşenlere de ders verir:

> Nasıl ki o zamanda fırtınalar çıktı, Allah eâzım-ı İslâmiyeyi gönderdi; şimdi de öyle bir zamanda yaşıyoruz ve yine inayet-i Rabbaniye ile Risale-i Nur gibi bir eser bu ümmete ihsan edilmiştir.

Zındıka ve Materyalizmle Mücadele: Günümüzün Fırak-ı Dâlleleri

Bugün Mutezile yerini pozitivizme; Cebrîlik yerini determinizme; Râfızîlik yerini mezhepçilik adı altındaki taassuba bırakmıştır. Zındıklık artık açıktan yürümekte; ateizm, deizm, sekülerizm gibi fikirlerle akaidî temeller hedef alınmaktadır. Bu da yine ehl-i iman için ciddi bir fitne-i diniyedir. Ancak bu fitneye karşı da Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırdaki bir mucizesi olarak imdada yetişmiş, aklı tatmin eden ve kalbi doyuran bir iman hizmeti sunmuştur.

Sonuç: Bozulma Varsa Islah da Vardır

Allah, dini koruyacağını vadetmiştir. (Bkz: Hicr, 9) Her tahribat bir tamiratı doğurur. Abbasîler döneminde zihinler bulandığında, kalpler karardığında, âlimler ve veliler ışık oldular. Bu çağda da hak ve hakikate hizmet eden samimi davetçiler, eserler, cemaatler bu ilahî müdahalenin bir tezahürüdür.

Özet:

Bu makalede, Abbasîler döneminde ortaya çıkan itikadî sapmalar ve o sapmalara karşı Allah’ın gönderdiği büyük âlim ve velilerin hizmetleri ele alınmıştır.

Mutezile, Râfızî, Cebrî ve zındıkların içten gelen tehdit oluşturduğu,

Bu tehditlere karşı Buharî, Müslim, İmamlar ve evliyaullahın imdada yetiştiği,

Bu olayın ilahî bir sünnet olduğu,

Günümüzdeki benzer fitnelere karşı da Risale-i Nur ve benzeri hizmetlerin bir müdahale olduğu anlatılmıştır.

Netice: Her fitne döneminde Allah, dinini koruyacak kullarını halk eder. Yeter ki biz o saf-ı ihlâs içinde, bu nur halkasının bir halkası olmaya çalışalım.

 

 




Zulümle Gelen Birlik: Tuzaklar Kurulur, Fakat Allah Bozar

Zulümle Gelen Birlik: Tuzaklar Kurulur, Fakat Allah Bozar

Al Trump’ı Vur Biden’a: Kuklalar Değişir, Perde Aynı Kalır

ABD siyasetinde başkanlar değişir ama politikaların derin özü aynı kalır. Trump’ın kaba diliyle Biden’ın sahte diplomatik üslubu arasında sadece ton farkı vardır, hedef aynıdır:
Enerji kaynaklarını kontrol etmek, İsrail’in güvenliğini sağlamak, İslam dünyasını böl-parçala-yönet stratejisiyle zayıf tutmak.
Trump, Kudüs’ü başkent ilan etti; Biden, Gazze’yi bombalayan uçaklara yakıt ve silah sağladı. İkisi de ardında kan, gözyaşı ve yıkım bıraktı.

Demokrasi perdesi arkasında emperyalizmin kıyım sahnesi sürüyor.
Bu tiyatronun figüranları değişiyor; ama kuklacı aynı: Küresel sermaye, silah lobileri ve siyonist akıl.

Zulüm Kamçısı: Dağınıklığı Birliğe Dönüştüren İmtihan

Her tarafımızda yanan bir İslam coğrafyası var: Gazze’den Yemen’e, Suriye’den Sudan’a…
Ama her zulüm aynı zamanda bir işarettir:
“Artık ayrılığa tahammülünüz kalmadı.”

İslam dünyası, ne zaman ki kendi iç kavgalarıyla meşgul oldu, işte o zaman düşman planları daha hızlı ilerledi.
Bugün Biden’ın ya da başkasının yaptığı zulümler, İslam ümmetini uykusundan uyandıran rahmet yüklü tokatlar gibidir.

Zulüm kamçısı devrede…
Ve bu kamçı, ümmeti birliğe, dirilişe ve yeniden toparlanmaya zorlamaktadır.

Âl-i İmrân 54: Tuzak Kuruldu, Fakat…
> “(Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak bozucuların en hayırlısıdır.”

Bu ayet, tarih boyunca kurulan bütün tuzaklara karşı ilahi adaletin ve kudretin devreye gireceğini haber verir.
Firavunların, Nemrutların, Karunların ve bugünkü Trump-Biden türü zalimlerin her biri plan kurar.
Ama Allah, onların planlarının en kritik anında devreye girer ve o planları kendi aleyhlerine çevirir.

Bazen mağlubiyet gibi görünen şey, zaferin hazırlığıdır.
Bazen dağınıklık, birliğin mecburi zeminidir.
Bazen zulüm, bir dirilişin doğum sancısıdır.

Bugün Ne Oluyor?

  1. Filistin’den İran’a uzanan kriz hattı, Müslümanları birbirine yaklaştırıyor.
  2. ABD ve İsrail’in açık zulmü, maskeleri düşürüyor, saflar netleşiyor.
  3. Sosyal medya ve alternatif medya, uyanışı hızlandırıyor.
  4. Zalimlerin küresel senaryoları, Allah’ın kader planıyla boşa çıkmaya başlıyor.

Asıl Savaş: Akıl ve İrade Savaşıdır

Savaş sadece tankla, tüfekle olmuyor.
Bugün asıl savaş, akıl savaşlarıdır.
Algı operasyonlarıyla zihinler teslim alınmak isteniyor.
Bu yüzden İslam dünyasının uyanışı, sadece siyasal değil, zihinsel bir uyanış olmalıdır.

İslam dünyası; bilgi, hikmet ve basiretle yeniden ayağa kalkmalıdır.
Çünkü Allah’ın yardımı, hazırlıksız topluluklara değil; sebat gösteren, mücadele eden, tedbir ve tevekkülle yol alanlara gelir.

Sonuç: Zulüm Devam Etmez, Birlik Doğurur

Tarih şahittir:
Zulüm, asla ilelebet sürmemiştir.
Firavun boğulmuştur, Nemrut sönmüştür, Ebrehe’nin filleri helak olmuştur.
Bugün ABD’nin, İsrail’in ve onların taşeronlarının kurduğu her plan, kendi içinde bir çöküş tohumu taşımaktadır.

Biden’ın dili farklı olabilir, Trump’ın üslubu daha hoyrat olabilir… Ama zalim zalimdir.
Ve Allah, zalime mühlet verir ama ihmal etmez.
Ümmet ise artık uyanmak zorundadır. Çünkü her gelen tokat, birliğin kapısını aralamaktadır.

Özet:

Bu makale, ABD başkanlarının görünürde farklı ama özde aynı olan Ortadoğu ve İslam dünyası politikalarını, özellikle Trump ve Biden üzerinden ele almakta; yaşanan zulümlerin aslında ümmeti birliğe zorlayan ilahi bir kamçı olduğunu vurgulamaktadır.
Âl-i İmrân 54. ayeti açısından, kurulan tuzaklara karşı Allah’ın ilahi planı hatırlatılmakta ve Müslümanlara ümit, uyanış ve basiret çağrısı yapılmaktadır.

> “Zalim plan yapar, Allah tuzaklarını bozar. Her zulüm bir dirilişin habercisidir.”

 




Haritalar Değişiyor, Hedef Aynı: İran Üzerindeki 32 Yıllık Kıyamet Senaryosu”

Haritalar Değişiyor, Hedef Aynı: İran Üzerindeki 32 Yıllık Kıyamet Senaryosu”

Bir Haritanın Hatırası Değil, Senaryosudur:

1993 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in bir NATO toplantısında gördüğü ve kamuoyuna defalarca aktardığı o meşhur harita, aslında bir “gelecek tasarımı”nın ilk ifşasıydı. Haritada dünya sekiz parçaya ayrılmış, Ortadoğu’daki üç ülke—Irak, Suriye ve İran—ABD’nin kontrolüne bırakılmıştı. O gün “bu bir hayal” diyenler, bugün haritayı yeniden açılmış halde, kanla çizilmiş olarak izliyor. Irak, 2003’te “kimyasal silah” yalanıyla işgal edildi. Suriye, iç savaş ve vekalet savaşlarının laboratuvarına döndü. Şimdi sıra İran’da…
Bunu bir çok defa yazdım ve anlattım.

İran: Küresel Satrançta Son Kale

İran sadece bir ülke değil; Direniş ekseni olarak bilinen hattın kalbi, Şii dünyasının merkezi ve İsrail karşıtı söylemin son büyük temsilcisidir. Dolayısıyla küresel senaryoda İran’ın etkisizleştirilmesi, yalnızca coğrafi bir işgal değil, ideolojik bir işgaldir.

Tarihte olduğu gibi bugün de hedef bellidir:
“Arz-ı Mev’ûd” yani Vadedilmiş Topraklar Projesi.
Nil’den Fırat’a kadar uzanan bu proje, yalnızca İsrail’in değil, Batı destekli bir medeniyet inşasının kodlarını taşır.

Mistisizm Kılığındaki Terör: “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak”

İsrail’in bazı radikal çevrelerince açıkça dillendirilen “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” fikri, artık sadece teolojik bir metafor değil; fiili bir savaş planına dönüşmüş durumda. Bu planın taşeronları ve figüranları değişebilir ama sahnenin arkasındaki akıl aynıdır.

Gazze’ye atılan her bomba, İran’a yöneltilen her tehdit, Suriye’de denenen her oyun bu büyük tiyatronun birer perdesidir. Kutsal metinlerin yorumları üzerine bina edilen bu savaş politikası, gerçekte hiçbir dini temsil etmemektedir; çünkü hiçbir kutsal din, masumların kanı üzerine imparatorluk kurulmasını emretmez.

İran Üzerindeki Oyunların Derin Arka Planı

  1. İdeolojik Ayrıştırma: İran, mezhebi kimliği üzerinden yalnızlaştırılmakta ve Arap dünyasından kopartılmak istenmektedir.
  2. Ekonomik Yıpratma: Ambargolarla içeriden çökertilme stratejisi izlenmekte, halkın yorgunluğu isyana dönüştürülmek istenmektedir.
  3. Sosyal Fitne: Etnik ve mezhebi fay hatları tetiklenerek, tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi iç savaş senaryoları denenmektedir.
  4. Askerî Tehditler: İsrail’in doğrudan hava saldırıları, ABD’nin bölgedeki üsleri ve Batı’nın provoke ettiği vekalet savaşları, sürekli bir gerilim ortamı oluşturmaktadır.

Türkiye ve İslam Dünyası Nerede Durmalı?

Bu senaryolar sadece İran’ı değil, tüm İslam coğrafyasını hedef almaktadır. Dün Irak’ı susturdular, bugün İran’ı hedef aldılar, yarın Türkiye’yi yalnız bırakmak isteyeceklerdir. Bu sebeple her Müslüman ülke, mezhep ve ideoloji farkını bir kenara bırakarak şu soruyu sormalıdır:
“Sıradaki kim?”

İran’ın yalnız bırakılması, İsrail’in “Tanrı Krallığı” projesine bir basamak daha kazandıracaktır. O hâlde İslam dünyası, gerçek tehditi görmeli ve Batı’nın planladığı parçalanmayı reddetmelidir.

Tarihten Bir İbret: Savaş Haritaları Hep Masadaydı

1916’da Sykes-Picot haritası çizildi; Osmanlı parçalandı.
1948’de İsrail kuruldu; Filistin işgal edildi.
2003’te Irak işgal edildi; coğrafya değiştirildi.
2011’de Arap Baharı başladı; halklar birbirine düşürüldü.
2024’te Gazze yandı; dünya seyretti.
2025’te sıra nerede?

Tarihten ders almak yerine, tarihi tekerrür ettiriyoruz. Oysa haritalar masa başında değil, imanla, basiretle ve birlikle bozulur.

Sonuç ve Hikmet: Kıyameti Kim Tetikliyor?

Asıl savaş, toprak için değil; inançlar, kimlikler, medeniyetler ve algılar içindir. İsrail’in “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” gibi ürpertici söylemleri, aslında kendi kıyametlerini hazırlamaktadır. Çünkü tarih, kibirle hareket eden her Firavun’un, Karun’un ve Nemrud’un akıbetini önümüze koymuştur.

Bugün İran’ın yalnız bırakılması, yarın tüm ümmetin yalnızlaşmasına kapı aralar. Çünkü düşmanın hedefinde sadece ülkeler değil, ümmetin kalbi, hafızası ve iradesi vardır.

Özet:

Bu makale, 1990’lı yıllarda çizilen bir savaş haritasının bugün nasıl uygulanmakta olduğunu, İran’ın bu küresel senaryoda neden hedef alındığını, İsrail’in teolojik söylemler üzerinden yürüttüğü kıyamet stratejisini ve İslam dünyasının bu tehdit karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini tarihi ve stratejik açıdan ele alır.
Sonuç olarak: İran sadece bir ülke değil, bir eşiği temsil etmektedir. O eşik aşılırsa, sıranın kime geleceği bellidir: Parçalanmış ve sessiz bir ümmet…

*********

https://tesbitler.com/2025/06/14/kiyameti-zorlayan-golge-dunyayi-atese-surukleyen-zihniyet/
https://tesbitler.com/2024/07/31/hedefdeki-ulke-iran/
https://tesbitler.com/2024/01/29/fillerin-savasi/
https://tesbitler.com/2023/10/10/komplo-teorileri/

*******  

Netanyahu’nun yıllar önceki konuşması ortaya çıktı! Dünyayı savaşa böyle ikna etmiş
Nükleer silah bahanesiyle İran’a saldıran İsrail’in Başbakanı Binyamin Netanyanu’nun, 2002 yılında Irak’ın işgalinden önce de benzer açıklamalarda bulunduğu ve işgale zemin hazırladığı ortaya çıktı.
https://m.haber7.com/dunya/haber/3539169-netanyahunun-yillar-onceki-konusmasi-ortaya-cikti-dunyayi-savasa-boyle-ikna-etmis
Aslında pek de zor değilmiş.
Dünyayı yakmak ve yıkmak için bir manyak yetiyor.
Peşinden gelecek manyaklar da bulunuyor.




Ortadoğu’nun Fitne Üssü: İsrail, Tetikçilik ve Emperyal Strateji

Ortadoğu’nun Fitne Üssü: İsrail, Tetikçilik ve Emperyal Strateji

Ortadoğu, tarih boyunca dinlerin doğduğu, peygamberlerin geçtiği, medeniyetlerin geliştiği mübarek bir coğrafya olagelmiştir. Ancak bu kutsal topraklar, son yüzyılda bitmeyen savaşların, işgallerin ve zulümlerin merkezi hâline gelmiştir. Bu kaosun merkezinde, bir çıbanbaşı gibi duran İsrail devleti vardır. İsrail sadece bir devlet değil; Batı emperyalizminin bölgeye yerleştirdiği sinsi bir projedir.

İngiliz Planı, Amerikan Himayesi

İsrail’in kuruluşu tesadüf değil, kasıtlı bir mühendislik ürünüdür. 1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Filistin topraklarını Siyonistlere vadederken asıl amacı, Osmanlı sonrası parçalanmış İslam coğrafyasında bir “karakol devlet” oluşturmaktı. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla bu plan yürürlüğe girdi. Ardından devreye ABD girdi. Bugün İsrail, ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu, stratejik müttefiki, istihbarat üssü ve silah laboratuvarıdır.

Batı, kendi menfaati için bu devleti silahlandırır, fonlar, diplomatik dokunulmazlıkla donatır. Çünkü İsrail, Batı’nın Arap ülkeleri üzerindeki baskı aracıdır. Bazen bir tahrikçi, bazen bir tetikçi, bazen de bir korkuluk olarak kullanılır. Bu stratejiyle Arap ülkeleri tehdit edilerek milyarlarca dolarlık silah satışları yapılmış, Üç Arap ülkesinden (Suudi Arabistan, BAE ve Mısır) toplamda 3.2 trilyon dolar Batı’ya akıtılmıştır. İsrail’in varlığı, İslam coğrafyasını sürekli tedirgin ederek “sıtma ile razı olma” psikolojisine sevk etmiştir.

Devam Eden Kan ve Gözyaşı

İsrail, sadece bir devlet değil, bir kriz üretme makinesidir. Filistin topraklarında dökülen kanın, yıkılan evlerin, sürgün edilen insanların ardında sistematik bir işgal politikası ve bunun Batı tarafından sağlanan dokunulmazlığı vardır. Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta yaşanan birçok olayın perde arkasında İsrail’in istihbaratı ve yönlendirmesi vardır. Mossad, bölgede hem fiili operasyonlar yürütür hem de etki ajanlarıyla fitne tohumları saçar.

Ortadoğu’nun Kanser Hücresi

İsrail, bölgenin bir “kanser hücresi” gibidir. Vücuda suni olarak yerleştirilmiş, büyüyen, yayılmacı bir yapı. Kanser nasıl sadece bulunduğu yeri değil, tüm bedeni etkilerse; İsrail de sadece Filistin’i değil, tüm İslam dünyasını zayıf düşürmektedir. Onun varlığı sürdükçe ne barış mümkündür, ne istikrar. Bugün Gazze’de atılan her bomba, Kudüs’te devam eden işgal, İslam âleminin uyanışını geciktirmektedir.

Neden Atılmalıdır?

Bir hücre vücuda zarar veriyorsa, bünyeden atılması gerekir. İsrail’in varlığı, sadece Filistin’in değil, tüm İslam coğrafyasının istiklaline kastetmiştir. Kudüs’ün işgali, sadece bir şehrin değil, ümmetin haysiyetinin çiğnenmesidir. Bu kanserli yapının bertaraf edilmesi, silahla değil; bilinçle, birlikle ve sahici bir İslamî dayanışmayla mümkündür. Bu uğurda atılacak her adım, ümmetin hürriyetine bir tuğla koymaktır.

Sonuç ve Özet

İsrail, İngiliz emperyalizmiyle kurulmuş, Amerikan gücüyle ayakta duran, Ortadoğu’da Batı’nın bekçiliğini yapan bir projedir. Menfaat odaklı, tahrikçi ve fitneci rolüyle bölgeyi sürekli istikrarsızlaştırmaktadır. Üç Arap ülkesinden 3.2 trilyon dolarlık kaynağın Batı’ya aktarılmasına sebep olmuş, Arapları sıtmaya razı eden bir korkuluk gibi kullanılmıştır. Var olduğu sürece ne İslam coğrafyasında barış tesis edilebilir ne de kalkınma mümkündür. İsrail, bu bölgenin kanser hücresidir; bertaraf edilmedikçe ümmet huzur bulamayacaktır.

Kısa Özet:

İsrail, Batı tarafından Ortadoğu’ya kasıtlı olarak yerleştirilmiş bir tetikçi devlettir. Emperyalist çıkarlar doğrultusunda bölgede kaos üretir, Arap ülkelerine tehdit aracı olarak sunulur. Üç Arap ülkesinden 3.2 trilyon dolarlık servet bu yolla Batı’ya akıtılmıştır. İsrail bir kanser hücresi gibi Ortadoğu’nun huzurunu bozmaktadır. Bu yapı bertaraf edilmedikçe İslam coğrafyasında kalıcı barış mümkün değildir.

 

 




DİJİTAL DÜNYADA İSLÂMÎ HİZMETİN YENİ YÜZÜ: HIZ MI, HAKİKAT Mİ?

DİJİTAL DÜNYADA İSLÂMÎ HİZMETİN YENİ YÜZÜ: HIZ MI, HAKİKAT Mİ?
Sür’at kemâlin değil, belki zevalin sebebidir.

Giriş: Yeni Asrın Yeni Vasıtaları

İslâmî hizmetler bugün artık kitaptan ekrana, kürsüden YouTube’a, dersten yapay zekâya, kağıttan dijital uygulamaya taşınmış durumda. Bu dönüşüm, zorluklarla beraber büyük imkânlar da sunuyor. İnsanlar bir tıkla Kur’an dinleyebiliyor, bir yapay zekâya fıkhî soru sorabiliyor, sosyal medyada tebliğ edebiliyor. Ne var ki bu sür’atli gidişat içinde derinlik, samimiyet ve hakikate sadakat gölgede kalabiliyor.

Bir Yol Ayrımı: Hızlı Olan mı, Hakikate Dayanan mı?

Bugün YouTube’da “en çok izlenen” içerik, “en çok fayda sağlayan” anlamına gelmiyor. Sosyal medyada “trend” olan her mesaj, “hakikati yansıtan” olmuyor. Dijital çağın en büyük tuzağı, “gösteri” ile “gerçek” arasındaki farkı silikleştirmesidir.

Popüler olanı mı üretelim, doğru olanı mı?

Kısa vadeli dikkatleri mi çekelim, kalıcı tesirler mi bırakalım?

Bu sorular, dijital çağda İslâmî hizmetin merkezine oturmalıdır.

Sür’at Çağı mı, Sırât-ı Müstakîm mi?

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliği daima istikamet, hikmet ve basiret üzerinedir. Ama bugünün dijital dünyasında hız çoğu zaman tefekkürün yerine geçmiştir. Paylaşılan bir “hikmetli söz”, gerçekten idrak edilmeden sadece ‘beğeni’ almak için paylaşılır hâle gelmiştir.

Çünkü hız arttıkça derinlik azalır; derinlik azaldıkça, şekil kalır, ruh kaybolur.

Dijitalde Keyfiyet mi, Kişi Sayısı mı?

Nice mecralar milyonlara ulaşırken; içeriği nitelikten uzak, sahih ilimden kopuktur. Halbuki kalite, keyfiyet, az da olsa tesirli, sahih ve sadık içeriklerle mümkündür.

Zira, bir dirhem elmas, bir batman cam parçasından kıymetlidir.

Bugün cam parıltılarıyla doldurulmuş dijital âlemde, elmas gibi sadık ve sahih içerik üretmek, hakikate bağlı kalmanın bir gereğidir.

Yapay Zekâ ve Otomasyonla Dindarlık Olur mu?

Yapay zekâ ile meal okuyan, hadîs sorgulayan, Risale-i Nur özetleten bir çağdayız. Ancak kalp ve akıl, algoritmalarla değil; tefekkür ve teslimiyetle olgunlaşır. Zekâ, hikmeti doğurmaz; ilim, ancak ihlâs ile kemal bulur.

İslâmî hizmette teknolojiyi araç, hikmeti ise esas yapmak gerekir. Aksi takdirde dijital çağ, soğuk bilgi depolarına döner; içinde ruhsuz mesajlar yankılanır.

Popülerlik mi, Hakikat mi?

Bugün birçok kişi sosyal medya üzerinden din anlatıyor; ancak bazısı kendi popülaritesini artırmayı, hakikati taşımaktan daha çok önemsiyor. Halbuki Kur’an’da bu uyarı net:

> “Onlar Allah’ın kelâmını az bir bedel karşılığında sattılar.” (Bakara, 174)

Bugünün “bedeli” beğenilmek, takip edilmek, izlenmek olabilir. Ama asıl önemli olan, Allah’ın rızasını kazanmak ve hakikatin hakkını vermektir.

Çözüm: Dijital Hikmetin Üç Temeli

  1. Sadâkat: Kur’an’a, sünnete, sahih kaynaklara bağlılık.
  2. Samimiyet: Niyetin Allah rızası olması, gösterişten uzak durmak.
  3. Selâmet: Üslupta vakar, içerikte hikmet, dilde hikmetli denge.

Sonuç: Zamanın Vasıtası Değil, Hakikatin Hizmetkârı Olalım

Dijital çağda tebliğ yapmak mümkündür, ama şartı vardır: Hakikate sadakat, hikmete uygunluk, suret değil, sîret üretmek… İslâmî hizmetin ruhu, biçimde değil; niyette, hikmette ve sadâkatte saklıdır.

Dijital çağ, bir sınav çağıdır. Bu çağda mesele; hızlı olanı değil, doğru olanı tercih etmektir. “Az ve öz” olan hakikat, “çok ama boş” olan görüntüden üstündür.

Makale Özeti:

Dijital çağda İslâmî hizmetler yaygınlaştı; YouTube, sosyal medya, yapay zekâ gibi araçlar hız kazandı. Ancak hız ve popülerlik, çoğu zaman derinlik ve hakikatin önüne geçti. İslâmî içerik üretiminde lafzî bolluktan çok hikmetli nitelik, beğenilmekten çok ihlâs, gösterişten çok sadâkat önemlidir. Bu çağda Kur’anî çizgide kalmak için, araçlara değil hakikate odaklanmak gerekir.

 




TEBLİĞDE DİJİTAL SADELİK: SURET DEĞİL, HAKİKAT MERKEZLİ BİR YAKLAŞIM

TEBLİĞDE DİJİTAL SADELİK: SURET DEĞİL, HAKİKAT MERKEZLİ BİR YAKLAŞIM
“Kalplere ulaşmak için kalıplara değil, hakikate ihtiyaç vardır.”

Giriş: Yeni Bir Zemin, Yeni Bir Üslup

Çağ değişti, mecralar değişti; ama hakikat değişmedi. Kur’ân’ın tebliği, her devirde farklı vasıtalarla yapıldı. Bugün bu vazife, sosyal medya, YouTube, podcast, dijital kitap, hatta yapay zekâ üzerinden yürütülüyor. Ancak burada asıl mesele, sadece ulaşmak değil; ulaşınca ne sunduğumuzdur.

Sadelik; hakikatin değerini düşüren bir yüzeysellik değil, yoğun mananın berrak anlatımıdır. İşte bu noktada “tebliğde dijital sadelik” bir ilke olarak yükselmeli ve “beğeni toplamak” değil, “imana dokunmak” hedeflenmelidir.

  1. “Like” Değil, “Lem’â” Hedefi

Bugünün dijital dili, beğeniye odaklıdır: “Kaç kişi tıkladı?”, “Kaç takipçim var?”, “Trend oldum mu?” Oysa Risale-i Nur bize başka bir ölçü verir: “Lem’â” – parıltı, ışık, yani kalplerde parlayan hakikat kıvılcımları.

> “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızı koyun ve keçilerden daha hayırlıdır.” (Hadis)

Bugünün dijital hizmetinde ölçü bu olmalıdır. Her içerik, bir gönle hakikati ulaştırmak niyetiyle hazırlanmalıdır. Bir milyon “like”tan bir damla “hidayet” yeğdir.

  1. “Kısa Video = Kısa Hakikat” Değil; “Yoğun Anlam = Sade Sunum”

Dijital çağda her şeyin süresi kısa: 15 saniyelik Reels, 1 dakikalık Shorts, 3 dakikalık TikTok’lar… Bu durum, hakikatin özünü sığlaştırmamalı. Aksine, yoğun manayı sade ve vurucu bir şekilde sunma sorumluluğu yüklemelidir bize.

Kur’an’da kısa ama sarsıcı örnekler vardır:

> “Kul hüvallâhü ehad.”
De ki: O Allah birdir. (İhlâs, 1)

Dört ayetlik bu sure, tevhidin manifestosudur. Kısa ama sonsuz derinlikte… İşte dijital tebliğin örneği bu olmalı: derin manayı kısa ama sarsıcı sunmak.

  1. “Tebliğde Dijital Sadelik” İlkesi

Tebliğde sadelik, içeriği basitleştirmek değil, şekil karmaşasından arındırarak anlamı öne çıkarmaktır.

Görsel efektlerin önüne hakikat geçmeli.

Müzik sesini kısmalı, mana sesi yükselmeli.

Karmaşık tasarımlar değil, berrak metinler ön plana çıkmalı.

Dijital sadelik, dikkat dağıtan unsurları değil, dikkati hakikate yönelten dili tercih etmektir.

  1. Her Mecra İçin Özel Tebliğ Tarzı Geliştirilmelidir

Her platformun dili, kitlesi ve dikkat süresi farklıdır. Bu sebeple:

YouTube için: Belgesel tadında derinlikli anlatım.

Instagram için: Estetikle yoğrulmuş kısa, özlü ve vurucu mesajlar.

Podcast için: Radyo tefekkürü tadında derin sohbetler.

Mobil uygulamalar için: Dua, zikir, tefsir gibi interaktif içerikler.

Yapay zekâ platformları için: Hızlı ama sahih bilgi aktaran yapay zekâ temelli tebliğ asistanları.

> Tebliğ aynı ama tonlama farklıdır. Kur’an her kulağa aynı sesle değil, aynı hakikatle ama farklı dille hitap eder.

  1. Hakikatin Ağırbaşlılığı Kaybedilmemeli

Ne yazık ki dijital içeriklerde bazen mizah, şov, hatta hafiflik ön plana çıkıyor. Fakat tebliğ bir oyun değildir.

Tebliğdeki sadelik, ciddiyetsizliği değil, ağırbaşlı bir berraklığı temsil etmelidir.

Sonuç: Kalabalığa Değil, Kalbe Hitap Et

Tebliğde hedef, kalabalıklar değil, kalplerdir. Beğenilmek değil, uyanışa vesile olmaktır. Dijital çağın imkânlarını kullanırken, içeriklerimizi hakikat eksenli sade, ama derin inşa etmekle mesulüz.

Yeni bir çağ, yeni bir tebliğ ahlâkı doğurmalıdır:
Gösterişli değil hakikatli,
kalabalık değil kalplere yönelik,
karmaşık değil sade ama yoğun içerikler…

Makale Özeti:

Dijital çağda İslâmî tebliğ, “beğenilmek” değil, “uyanışa vesile olmak” amacıyla yapılmalıdır. “Like” değil, kalbe düşen “Lem’â” hedeflenmelidir. “Kısa video” demek, “kısa hakikat” demek değildir. Sade, ama derin içeriklerle her platform için özel anlatım biçimleri geliştirilmelidir. Dijital sadelik; gösterişten uzak, anlam merkezli, hakikat dolu bir dil ve üslup ile tebliğde kaliteyi ve tesiri artırır.