KÂİNAT SARAYI

KÂİNAT SARAYI

“İnanan insan ile inanmayan insanın hayattan aldığı lezzet aynı mıdır?”

Bediüzzaman Hazretleri, imanın sadece ahirette değil, bu dünyada da insanı manevi bir cennette yaşattığını harika bir temsil ile isbat eder.

1. Temsil: İki Adam, İki Bakış

Hikâye şöyledir: İki adam, padişahın muhteşem sarayına (dünya bahçesine) girerler. Fakat karakterleri ve gözlükleri (bakış açıları) tamamen zıttır.
* Hodbin (Bencil) Adam: Bedbahttır, serseridir. Her şeye kötü nazarla bakar.
* Saraydaki harika hizmetkârları (varlıkları), kendisine saldıran canavarlar zanneder.
* İnsanların neşeli seslerini, cenaze ağlamaları ve yetim feryatları gibi duyar.
* Yiyecekleri ve içecekleri zehirli sanır.
* Kendi iç dünyasındaki cehennemi, o güzel saraya yansıtır ve zindanda gibi azap çeker.
* Hudabin (Hakkı Gören) Adam: Bahtiyardır, güzel ahlaklıdır.
* Sarayı, bir genel ziyafet ve bir sergi yeri (meşher) olarak görür.
* Hizmetkârları, padişahın memurları bilir; onlarla dost olur.
* Duyduğu sesleri, padişahı öven zikirler ve terhis edilen askerlerin sevinç naraları olarak işitir.
* Kendi içindeki iman nuruyla, sarayı bir cennet bahçesi gibi görür ve lezzet alır.

2. Hakikat: Kâinat Sarayı

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, Risale-i Nur bize şu muazzam tabloyu çizer:
* Saray: Bu kâinattır.
* İki Adam: Biri mü’min (inanan), diğeri kâfir (inkâr eden) veya gafildir.
* Görülen Manzaralar:
* Cenaze vs. Terhis: Gafil insan, ölümü bir yok oluş, çürüyüp gitme ve ebedi ayrılık (cenaze) olarak görür. Mü’min ise ölümü; vazifesini tamamlayan askerin “tezkere alması” (terhis) ve dostlarına kavuşması olarak görür.
* Vahşet vs. Ünsiyet: İnkârcı nazarında hayvanlar ve tabiat olayları, insana saldıran düşmanlardır. Mü’min nazarında ise onlar, Rezzâk-ı Kerim’in emrindeki munis (dost) memurlardır.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: İman Bir Tûbâ Ağacıdır

Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Söz’ün sonunda imanın ve küfrün insanın psikolojisinde yaptığı etkiyi şöyle özetler:
> Demek iman, bir manevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
> Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır. Öyle ise biz daima; «Elhamdülillahi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-iman» demeliyiz.
>
4. Nazarın (Bakışın) Önemi

Buradaki ince sır şudur: Saray aynı saraydır. Olaylar aynı olaylardır. Deprem aynıdır, ölüm aynıdır, hastalık aynıdır. Değişen tek şey **”Nazar”**dır.
* Siyah gözlük takan (iman nurundan yoksun olan), güneşi bile karanlık görür.
* Şeffaf ve nurani gözlük takan (iman eden), karanlıkta bile nuru görür.

5. Netice: Cenneti İçinde Taşımak

Bu tefekkürden anlıyoruz ki; mutluluk dışarıda değil, insanın “kalb” ve “inanç” dünyasındadır.
* Allah’a iman eden kişi, dünyanın bütün yükünü “Kudret-i Ezelî”ye bırakır, “tevekkül” eder ve rahatlar.
* İnanmayan kişi, dünyanın bütün yükünü, korkularını ve ayrılık acılarını o zayıf omuzlarında taşır. Daha cehenneme gitmeden, bu dünyada manevi bir cehennem azabı çeker.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

Tefekkür yolculuğumuzun başlangıç noktasına, her kapıyı açan o mübarek anahtara, “Besmele” (Bismillâh) hakikatine geldik.
Risale-i Nur Külliyatı’nın ilk eseri olan “Birinci Söz”, “Bismillâh her hayrın başıdır” cümlesiyle başlar. Bu söz, sadece bir giriş cümlesi değil, kâinatın işleyiş kodudur. Bediüzzaman Hazretleri, Besmele’nin gücünü ve sırrını, harika bir temsil (hikâye) ile aklımıza yaklaştırır.

1. Çölde Yolculuk: Bir İsme Dayanmak
Birinci Söz’de insan hayatı, uçsuz bucaksız bir çölde (sahra) yapılan yolculuğa benzetilir.
* Temsil: Bu çölde yol alan birinin, düşmanları çok, ihtiyaçları sınırsızdır. Eğer o yolcu, o bölgelerin hâkimi olan bir kabile reisinin ismini alırsa; hırsızlardan kurtulur, çadırlarda hürmet görür. “Ben filan reisin ismiyle geziyorum” der, selamet bulur.
* Hakikat: İnsan, şu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. Düşmanları (mikroptan depreme kadar) hadsiz, ihtiyaçları (bir yudum sudan ebedi cennete kadar) sonsuzdur.
* Çare: İnsan, “Bismillâh” diyerek Kâinatın Hâkimi’nin ismini aldığında; o sonsuz kudrete dayanır. Artık o aciz insan, arkasında devletin ordusu bulunan bir asker gibi kuvvetli olur.
> Ondandırki:
> İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’sinin ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremekten kurtulasın.
>
2. Kâinatın Lisan-ı Hali: Her Şey “Bismillâh” Der

Birinci Söz’ün en çarpıcı tespiti şudur: Sadece insan değil, kâinattaki bütün mevcudat lisan-ı hal (beden dili) ile “Bismillâh” der ve Allah namına hareket eder.
* Yumuşak Kökler: İpek gibi yumuşak bitki köklerinin, sert taşları ve toprağı delip geçmesi, fizik kanunlarıyla değil, “Bismillâh” kuvvetiyledir. Onlar Allah namına hareket ettikleri için, sert taşlar onlara “Buyurunuz, geçiniz” der.
* Ateş Saçan Dallar: İncecik dalların, cehennemî bir sıcakta kurumayıp yemyeşil kalması ve meyve vermesi; “Bismillâh” tılsımıyladır.
* Tablacı Hayvanlar: İnek, deve, koyun gibi hayvanlar; kendi güçleriyle değil, Allah’ın rahmet feyzinden süzülen o bembeyaz sütü “Bismillâh” diyerek bize sunarlar. Onlar birer tablacıdır (garson).

3. Üç Fiyat: Zikir, Fikir, Şükür
Madem her şey Allah’ın nimetidir ve o “tablacı”lar (ağaç, hayvan, toprak) O’nun namına getiriyorlar. O halde, o nimetlerin asıl sahibi (Mün’im-i Hakiki) bizden ne istiyor?
Birinci Söz, bu sorunun cevabını üç manevi fiyat ile verir:
* Zikir (Başta): “Bismillâh” demek. Nimeti yerken veya bir işe başlarken, “Bu Allah’tandır” diyerek O’nu anmak.
* Fikir (Ortada): Tefekkür etmek. “Bu güzel meyve, o kuru ağacın işi olamaz. Bu, Rahmet-i İlahiyenin bir hediyesidir” diye düşünmek.
* Şükür (Sonda): “Elhamdülillâh” demek. Nimeti verene minnettar olmak.
> Mesela:
> Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet (ahmaklık) ise; öyle de zahirî esbabı (görünen sebepleri) medh ü muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi (Allah’ı) unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

>
4. Pratik Bir Ölçü: Vermek ve Almak
Bediüzzaman Hazretleri, bu bahsi sosyal hayata bakan müthiş bir ahlaki ölçüyle bitirir:
* Allah Namına Vermeyenler: Allah’ı tanımayan, “Bismillâh” demeyen, sebeplere (tabiata, tesadüfe) tapan insanlardan bir şey alırken dikkatli olmalıyız. Veya biz bir şey verirken, “Bismillâh” diyerek vermeliyiz.
* Gasp Etmemek: “Bismillâh” demeden yenen lokma, sahibinin izni olmadan yenen çalıntı mal hükmüne geçebilir (manevi açıdan).

Netice: Acziyetteki Kudret

Bu tefekkür durağında anlıyoruz ki; “Bismillâh” sadece bir söz değil, insanın acziyetini kabul edip sonsuz bir Kudrete bağlanmasıdır.
Nasıl ki bir asker, padişahın ismini alarak tek başına bir şehri esir alabilir; insan da “Bismillâh” diyerek kâinata meydan okuyabilecek bir manevi kuvvete erişir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

Dördüncü Söz ve “zamanlamasındaki hikmeti” anlatan Dokuzuncu Söz ekseninde bu kutsi vazifeyi inceleyelim.

1. Dördüncü Söz: 24 Altın ve Ebedi Bilet

Bediüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’de namazın insan hayatındaki yerini harika bir “temsil” (hikâye) ile anlatır.
* Temsil: Bir padişah, iki hizmetkarına 24’er altın verir ve onları uzak bir çiftliğe gönderir. “Bu parayla yol masrafı yapın ve bilet alın” der. Birinci adam, parayı eğlenceye harcar, istasyona eli boş gider. İkinci adam ise o 24 altının sadece bir tanesini bilete ayırır, kalanıyla dünyevi işlerini görür ve kârlı çıkar.
* Hakikat:
* 24 Altın: Bize her gün verilen 24 saatlik ömür sermayesidir.
* 1 Altın: Beş vakit namaz, abdestle beraber toplamda sadece bir saat tutar.
* Mantık: İnsan, dünyevi hayatı için 23 saatini harcarken, ebedi hayatı (sonsuz cenneti) kazanmak için 1 saatini (namazı) vermezse, ne kadar büyük bir zarar ve akılsızlık etmiş olur!
> Zira:
> Hâlbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette bakileştirir.

2. Dokuzuncu Söz: Zamanın Çarkları ve İnsan

Namaz vakitleri rastgele seçilmemiştir. Dokuzuncu Söz’de isbat edildiği üzere; her bir vakit, kâinattaki büyük bir devrim anına ve insan ömründeki bir döneme işaret eder. Namaz, bu değişimler karşısında insanın Rabbine sığınmasıdır.

a. Sabah (Fecir) Vakti: Doğuş ve Bahar
* Âfâkî Karşılığı: Bahar mevsiminin başı, dünyanın altı gün yaratılışının ilk günü.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın ana rahmine düşüşü ve doğumu.
* Hikmet: Nasıl ki sabahleyin uyanan insan yeni bir güne başlar; doğumla dünyaya gelen insan da aciz ve zayıftır. O an, “Ya Rabbi, bu yeni günde ve hayatta beni yalnız bırakma” diyerek Dergâh-ı İlahiyeye iltica vaktidir.

b. Öğle (Zuhr) Vakti: Gençlik ve Yaz
* Âfâkî Karşılığı: Yaz mevsiminin ortası, gençlik çağı.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın en güçlü, en meşgul olduğu, dünya işlerinin en yoğun olduğu an.
* Hikmet: İnsan bu vakitte gaflete düşmeye en yatkındır. Güçlüdür, kendini “müstakni” (ihtiyaçsız) sanabilir. Öğle namazı, “İşleri bıraktım, asıl Rezzâk Sensin, benim gücüm geçicidir” diyerek o gaflet uykusundan silkinme vaktidir.

c. İkindi (Asr) Vakti: İhtiyarlık ve Güz
* Âfâkî Karşılığı: Güz mevsimi (sonbahar), ahir zaman, güneşin batmaya yüz tutması.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın ihtiyarlık dönemi.
* Hikmet: Güneşin rengi solmuş, gün bitmektedir. İnsan anlar ki dünya misafirhanesinden ayrılık yakındır. Her şey ona “Elveda” demektedir. İşte o hüzünlü vakitte insan, Bâki (Ölümsüz) bir sevgili arar ve ikindi namazıyla O’nun kapısını çalar.

d. Akşam (Mağrib) Vakti: Ölüm ve Kış
* Âfâkî Karşılığı: Kış mevsiminin başı, güneşin batışı.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın vefatı.
* Hikmet: Güneş batar, dünya karanlığa gömülür. Dostlar ayrılır. İnsan o acıklı manzarada, “Ben batmayan, sönmeyen bir Mabud istiyorum” (La uhibbu’l-âfilîn) diyerek Akşam namazına durur.

e. Yatsı (İşa) Vakti: Kabir ve Berzah
* Âfâkî Karşılığı: Karanlığın her şeyi örttüğü, hayat izlerinin silindiği an.
* Enfüsî Karşılığı: Kabrin karanlığı ve unutulmuşluk.
* Hikmet: Herkes uykuya (küçük ölüme) dalar. İnsan yapayalnızdır. İşte o mutlak yalnızlıkta, “Karanlıkları aydınlatan, kabirde bana arkadaş olacak olan Sensin” diyerek Yatsı namazı kılınır.

3. Namaz Kılanın Aydınlanan Dünyası
İman ve namaz bir bakış açısıdır.
* Namazsız Gözle: Kâinat karanlık, ölüm bir hiçlik, geçmiş ve gelecek dehşetli birer canavardır. İnsan bu karanlıkta titreyen bir yetimdir.
* Namazlı Gözle: Namaz kılan insan, her “Allahu Ekber” dediğinde dünyayı arkasına atar. Bilir ki; şu dönen dünya, batan güneş ve solan yapraklar sahipsiz değildir. Namazı, onun kabrini aydınlatacak bir kandil, sırat köprüsünde bir bilet olur. Dünyası nurlanır.
> Öyle ki:
> Demek namaz kılanın dünyası, o namazın nuruyla aydınlanır; kâinat, manasız ve abes olmaktan çıkar. O vakit insan anlar ki; bu misafirhanede başıboş değiliz, bir Hakîm-i Zülcelal’in misafirleriyiz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

İnsan aklı ve vicdanı, “Masum bir çocuğun depremde ölmesi” veya “Bir ceylanın aslan tarafından parçalanması” karşısında sarsılabilir. Risale-i Nur, bu dehşetli manzaraları “Kaderin Adaleti” ve “Rahmetin Hikmeti” terazisinde öyle bir tartar ki, o zahiri vahşetin altındaki muazzam merhamet ortaya çıkar.
İşte o hikmet pencereleri:

1. Masumların Musibeti: Zulüm mü, Terfi mi?
Zalimlerin eliyle veya doğal afetlerle masumların başına gelen felaketler, zahiren çok acıklıdır. Fakat hakikat noktasında (Melekût cihetinde) durum başkadır:
* Mülk Sahibi Tasarruf Eder: Risale-i Nur şu kaideyi hatırlatır: “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” İnsan kendi kendinin maliki değildir, Allah’ın sanatıdır. Bir terzi, modeline giydirdiği elbiseyi bazen keser, bazen diker; model “Neden beni kesiyorsun?” diyemez. Güzelleşmek için o makasa razı olur.
* Faniyi Bakiye Çevirmek: Cenab-ı Hak, o masumların elinden fani, geçici ve belki ileride günahlarla kirlenecek bir hayatı alır; karşılığında onlara ebedi, nurlu ve sonsuz bir hayat verir. Bu, zorla yapılan bir alışveriş gibi görünse de, aslında kârlı bir ticarettir.
* Manevi Şehitlik: Musibetlerde vefat eden masumlar, “Manevi Şehit” hükmüne geçerler. Çektikleri geçici acı, ebedi saadetlerinin yanında bir hiç hükmünde kalır.

2. Hayvanların “Vahşeti”: Yırtıcılık mı, Vazife mi?

Doğadaki (Tabiattaki) “güçlünün zayıfı yemesi” kanunu, ilk bakışta acımasız görünür. Ancak Risale-i Nur, bu durumun hayatın terakkisi (gelişimi) için zaruri olduğunu isbat eder.
* Atmaca ve Serçe Misali:
Bediüzzaman Hazretleri sorar: Atmaca kuşunun serçeye saldırması rahmete uygun mudur?
Cevap muazzamdır: Eğer atmaca saldırmasaydı, serçe kuşu istidadını (kabiliyetini) inkişaf ettiremezdi, tembel kalırdı. O saldırı, serçenin çevikliğini, uçuşunu ve savunma mekanizmalarını geliştirir. Yani mücadele, hayatın kemâle ermesi için bir kamçıdır.
* Ekolojik Temizlik: Yırtıcı hayvanlar, genellikle sürüdeki hasta, zayıf ve sakat olanları avlarlar. Bu sayede hastalıkların yayılması önlenir ve türün sağlıklı devamı sağlanır. Sırtlanlar ve akbabalar, tabiatın “Sıhhiye Memurları”dır.

3. Hayvanlarda “Zaman” Algısı ve Acı

En çok merak edilen konu: “Parçalanan hayvan acı çekmiyor mu?”
Risale-i Nur, hayvanların zaman algısının insandan farklı olduğunu, bu yüzden acıyı insan gibi çekmediklerini izah eder.
* Geçmiş ve Gelecek Yoktur: İnsanı en çok üzen şey; “geçmişin hüzünleri” ve “geleceğin korkularıdır”. Bıçağı gören insan, kesilmeden önce bin defa korkuyla ölür.
* Anlık Acı: Hayvanlarda akıl (insandaki gibi muhakeme) olmadığı için, geçmişi düşünüp üzülmezler, geleceği düşünüp korkmazlar. Kesilme anında sadece o anlık bir acı hissederler. Hatta Risale-i Nur, o ölüm anında bir nevi “Tecerrüd Lezzeti” (Ruhun bedenden sıyrılma rahatlığı) hissettiklerini ifade eder.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Şefkat Tokadı Değil, Terbiye Kamçısı

Bediüzzaman Hazretleri, bu “mücadele” kanununu şöyle tasvir eder:
> Nev-i beşerdeki (insanlıktaki) bu kadar harblerin ve tsunamilerin ve zelzelelerin ve felaketlerin bir hikmeti şudur ki: İnsanın istidadlarını (kabiliyetlerini) inkişaf ettirmektir (geliştirmektir).
> …
> Nasılki atmaca kuşu serçeye tasallut eder (saldırır), serçenin istidadının inkişafına sebeb olur. Öyle de: Beşerdeki (insandaki) o musibetler, o harbler dahi; terakkiyat-ı beşeriyeye (insanlığın ilerlemesine) ve istidadlarının açılmasına sebebiyet vermiştir.
>
5. Netice: Zeval-i Elem Lezzettir (Acının Bitmesi Lezzettir)

Risale-i Nur’un hikmetli bir düsturu vardır: “Zeval-i elem lezzettir, zeval-i lezzet elemdir.” (Acının gitmesi lezzet, lezzetin gitmesi acıdır).
Hayvanlar ve masumlar, çektikleri o anlık acıdan kurtulup ruhlarını teslim ettiklerinde, büyük bir ferahlama ve lezzet duyarlar. Cenab-ı Hak, onların çektikleri sıkıntılara mukabil, ahirette cisimlerine uygun bir ücret ve ruhanî bir lezzet ihsan edecektir. O’nun rahmeti, bizim şefkatimizden sonsuz derecede fazladır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




HÜSNÜ BİZZAT

HÜSNÜ BİZZAT

* Hüsn-ü Bizzat: Kendisi bizzat güzel olanlar.
* Hüsn-ü Bilgayr (Hüsn-ü Binnetice): Dış yüzü çirkin veya sert görünen ama neticesi ve iç yüzü güzel olanlar.
Geliniz, “Çirkinlik Yoktur” hakikatini bu iki pencereden ve Mülk – Melekût (Eşyanın dış ve iç yüzü) dengesi üzerinden derinlemesine inceleyelim.

1. Zahir ve Hakikat (Dış Görünüş ve İç Yüz)

Kâinatta “çirkin” dediğimiz şeyler, genellikle bizim yüzeysel ve kısa vadeli bakışımızdan kaynaklanır. Hâlbuki eşyanın Allah’a bakan yüzünde (Melekût) ve verdiği neticelerde kusur yoktur.
* Gök Gürültüsü ve Yağmur Örneği:
* Zahiri Nazar (Yüzeysel Bakış): Yağmurlu, çamurlu, fırtınalı bir havaya bakan adam; “Ne kadar sıkıcı, ortalık kirlendi, ıslandık” der. Zahiren çirkin görür.
* Hakikat Nazarı (Derin Bakış): O çamurun ve fırtınanın arkasında baharın çiçekleri, ekinlerin büyümesi ve hayatın devamı saklıdır. O zahiri kargaşa, muazzam bir rahmet düğünüdür. Neticesi itibariyle o yağmur ve çamur, güneşli bir gün kadar güzeldir.

2. Zıtlıkların Hikmeti: “Her Şey Zıddıyla Bilinir”

Kâinatta mutlak bir güzellik olsaydı ve hiç çirkinlik, hastalık veya karanlık olmasaydı; güzelliğin, sağlığın ve ışığın kıymeti bilinmezdi.
* Tablo Analizi: Büyük bir ressam, tablosunda sadece parlak renkler kullanmaz. Gölgeler, siyahlar ve zıt renkler kullanır ki, asıl güzellik ve ışık ortaya çıksın. O tablodaki siyah leke, tek başına bakıldığında çirkin görünebilir; ama tablonun bütünü (külli nazar) içinde o leke, sanatın kemâlini gösteren bir güzelliktir.
* İlahi İsimlerin Tecellisi: Cenab-ı Hakk’ın Cemal (Güzellik) isimleri olduğu gibi Celal (Haşmet/Sertlik) isimleri de vardır.
* Gülün çiçeği Cemal ismini, dikeni Celal ismini gösterir. İkisi beraber harika bir bütündür.
* Şifa Rahim ismini, hastalık Şâfi ismini tanıttırır.

3. Ameliyat Masasındaki Güzellik (Hüsn-ü Binnetice)

En çarpıcı örneklerden biri tıbbi müdahalelerdir.
* Bir insanın karnının kesilmesi, kan akması zahiren (bizzat) çirkin, vahşice ve nahoş bir manzaradır.
* Fakat o kesik, kangren olmuş bir uzvu kurtarmak veya bir tümörü almak için yapılıyorsa; o kesme işlemi neticesi itibariyle hayattır, şifadır ve “güzel”dir.
Risale-i Nur, kâinattaki deprem, sel, ölüm gibi hadiselerin de kâinatın büyük bir ameliyatı ve tasfiyesi olduğunu; neticeleri itibariyle (manevi kirlerin temizlenmesi, şehitlik mertebesi kazandırması, dünyanın fani yüzünü göstermesi gibi) güzel olduğunu isbat eder.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Mülk ve Melekût

Bediüzzaman Hazretleri, Bu hakikati, eşyanın Allah’a bakan şeffaf yüzü (Melekût) ile insana bakan perdeli yüzü (Mülk) ayrımıyla şöyle anlatır:
> “Kâinatta, küllî nazarıyla (bütüncül bakışla) her şey güzeldir… Ve her şey ya bizzat güzeldir veya neticeleri cihetiyle güzeldir.
> …
> Zahirî çirkinlikler, intizamsızlıklar, musibetler, belalar ise; o koca fabrikanın (kâinatın) işlememesinden, işlemesindeki çok faydalı neticeleri vermemesinden ileri gelen çirkinlikleri gidermek içindir.
> …
> Demek çirkinlik, bir nevi güzelliğin, hakikatın, intizamın yüzündeki perdedir. O perdenin altındaki, hakikî güzellik ve intizamı saklar.
>
5. İnsanın Bencilliği ve Yanılgısı

İnsan genellikle olayları “kendi menfaatine” göre değerlendirir. “Bana faydalıysa güzel, bana zararlıysa çirkin” der. Halbuki kâinat sadece insan için yaratılmamıştır.
* Bir mikrop veya yırtıcı hayvan, kendi sanatı ve yaratılış gayesi açısından mükemmeldir, güzeldir. İnsana zarar vermesi, onun yaratılışındaki sanatın güzelliğini bozmaz.
* Risale-i Nur; Eşya, kendi nefisleri ve Sâni-i Zülcelal (Yaratıcı) için birer gayesi varsa, insana bakan bir tek gayesi vardır, diyerek bu bencilliği kırar.
Netice: “Kahrın da Hoş, Lütfun da Hoş”
Bu tefekkür penceresi, insana İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu teslimiyetini kazandırır:
“Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Ârif anı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler…”
Kâinatta çirkinlik yoktur; “çirkinlik” bizim tamamlanmamış idrakimizdedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

Bu pencere, Risale-i Nur’un ruhlara sunduğu iksirin ve kimyanın ta kendisidir. Bu meslek hakikaten bir “simyacı” gibi; kömürü elmasa, zehiri panzehire, korkuyu emniyete çeviren bir nazar (bakış açısı) talim ettiriyor.
Bediüzzaman Hazretleri, “İman, insanı insan eder; belki insanı sultan eder” derken tam da bu bakış açısını kastetmektedir. Eşyanın hakikati değişmez, fakat bakış açısı değişince, eşyanın mahiyeti ve insana verdiği his tamamen değişir.
Bu tesbitleri Risale-i Nur’un hikmet penceresinden maddeler halinde şöyle açabiliriz:

1. Hastalığı Sevdirme Sanatı: “Menfi İbadet”

Normalde insan hastalıktan kaçar. Fakat Risale-i Nur, Hastalar Risalesi ile hastalığa öyle bir mana yükler ki, hasta neredeyse “İyi ki hastalandım” diyecek hale gelir.
* Hikmet: Hastalık, gaflet uykusundan uyandıran bir “ikaz-ı İlahi” ve günahları döken bir “sabun”dur.
* Tesbit: Sağlık, insana “Ben hürüm, benim sahibim yok” dedirtip gaflete düşürebilirken; hastalık, “Sen acizsin, fani bir kulsun, bir Sahibin var” dedirtir ve acz yoluyla Hakk’a yaklaştırır.
* Tıpkı özetle:
> Hastalık senin hakkında bir sıhhattir. (Sağlıktır). Çünki ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem müddeti kısadır. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.
>
2. Musibet ve Belayı Rahmete Çevirmek

İnsan belayı “kahır” zanneder. Risale-i Nur ise musibetin, “Kaderin tenkidi” (kaderi eleştirmek) olmadığını, bilakis insanın manen terakki etmesi için bir kamçı olduğunu isbat eder.
* Diken ve Gül: Gülün hatırı için dikene katlanılmaz; “dikeni de güzeldir” diyebilme seviyesine çıkarır. Çünkü o diken, “Celal” isminin tecellisidir, gül ise “Cemal” isminin. İkisi de aynı elden (Kudret’ten) gelmektedir.
* Sabır Kuvveti: Risale-i Nur, sabrı “geçmiş ve geleceğe dağıtmadan”, o anki sıkıntıya odaklarsan, her musibete yetecek bir sabır kuvvetinin insanda var olduğunu öğretir.

3. Ölümü “Terhis Tezkeresi” Görmek (En Büyük İnkılap)
Dünya ehli için ölüm; bir idam, yok oluş, karanlık bir kuyu ve ayrılıktır. Risale-i Nur gözlüğüyle bakıldığında ise ölümün çehresi tamamen değişir.
* Hikmet: Ölüm, zindandan bostana çıkmaktır. Zahmetli dünya vazifesinden bir paydos ve **”terhis tezkeresi”**dir. Dostlara (visal) kavuşmaktır.
* Yoklukta Varlığı Görmek: Bir tohumun toprak altında çürümesi (yok olması), zahiren ölümdür ama hakikatte sümbül vermenin (yeni bir hayatın) başlangıcıdır. İnsan da kabirde çürür ama ebedi bir saadetin sümbülünü vermek için o kapıdan geçer.
* Ozetle:
> Mevt (ölüm), ehl-i iman için bir terhistir; tebdil-i mekândır (mekân değiştirmektir); saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplanma yeri) olan âlem-i berzaha bir visal (kavuşma) kapısıdır.
>
4. Açlık ve “Cû” (Açlık) ile Gelen Marifet

“Açlıktan Allah’ın Cû isminin tecellisini yansıtıyor” ifadesi, Barla Lahikası,Ramazan Risalesi ve İktisat Risalesindeki çok ince bir sırra işaret eder.
* Rezzâk’ı Tanımak: Tok olan insan, “Rızık benimdir, ben kazandım” diyebilir. Fakat açlık (Cû), nefsin firavunluğunu kırar. “Ben acizim, bir lokma ekmeğe muhtacım” dedirtir.
* Kuru Ekmeğin Lezzeti: Açlık vasıtasıyla, en kuru bir ekmek parçası, baklava lezzetinde bir nimet olur. İnsan o açlık aynasında, Allah’ın “Rezzâk” ve “Mun’im” (Nimet veren) isimlerini en parlak şekilde okur. Açlık, nimetin kadrini bildiren en büyük muallimdir.

5. İman: Kâinatı Okuyan Gözlük

Risale-i Nur’un mesleği özetle şudur: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
* Felsefe Gözlüğü: Kâinatı bir tesadüf yumağı, ölümü bir yok oluş, musibeti bir haksızlık, insanı sahipsiz bir yetim olarak gösterir (Bakış açısı bozukluğu).
* İman ve Risale-i Nur Gözlüğü: Kâinatı bir mescit, ölümü bir terhis, musibeti bir imtihan, insanı Allah’ın aziz bir misafiri olarak gösterir.
Zahiren aynı dünyada yaşarlar ama biri cehennem azabı çeker (iç dünyasında), diğeri cennet lezzeti alır. Çünkü “Her şeyin içine melekût (iç yüzü) cihetinde rahmet-i İlahiye girmiştir.” Çirkinlik, sadece bizim yüzeysel nazarımızdadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

Risale-i Nur’un teklif ettiği “İslam ve İnsan Modeli”nin, mezkûr dört esas (Usul, Metod, Model, Tarz) üzerine nasıl bina edildiğini, Kur’an-ı Kerim’in nurları ve kelimelerin müradifleri (eş anlamlıları) ile birlikte geniş ve detaylı bir surette izah etmeye çalışalım:

GİRİZGÂH: ASLA SADAKAT VE TECESSÜD

Dinin yüksek hâdimleri (müceddidler) “mübtedi’ değil, müttebi’dirler.” Yâni, esastan ve ahkâm-ı diniyeden bir şey ihdas etmez, yeni bir hüküm getirmezler. Onların vazifesi, “dinin hakikat ve asliyetini izhar” ve “yeni îzah tarzlarıyle zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle… îfa-yı vazife” etmektir.
Risale-i Nur, tam da bu noktada, Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsir-i manevîsi olarak, İslam’ın ezelî ve ebedî “modelini” ortaya koyarken, o modele ulaşmak için bu asrın idrakine hitap eden bir “usul”, bir “metod” ve bir “tarz” takip eder.

1. USUL (Esas, Prensip, Kaide)

İzahı: Usul, bir şeyin temeli, kökü, asla dayanan ana prensibidir. Metod ve tarzın üzerine bina edildiği, değişmez esastır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad” etmesi, dinin esasatını (usulünü) değiştirmek değil, o esasatı “asrın fehmine uygun” ispat etmektir. Bu usulün temeli, “Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir” hakikati mucibince, “ulûm-u diniye esas olmalıdır” prensibidir.
Risale-i Nur’un usulü, imanı taklitten tahkike çıkarmaktır. Usuldeki bu sağlamlık, “eski zamanda medrese usulü ile onbeş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice bu zamanda, Risale-i Nur’la onbeş haftada elde” edilmesine vesile olur.
Müradifleri: Esas, Prensip, Kaide, Asl, Temel, Rükün, Dayanak.
Ayet İktibası (Usul’ün Değişmezliği):
Usul, Allah’ın fıtrata yerleştirdiği ve din ile izhar ettiği değişmez hakikattir. Kur’an-ı Kerim, bu temel usule (asla) sadakati şöyle emreder:
${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$
“Artık sen yüzünü, hakka yönelen bir kimse olarak dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (1Rum 30/30)

2. METOD (Yöntem, İkna ve İsbat Yolu)

İzahı: Metod, usule sadık kalarak hedefe ulaşmak için takip edilen yol, yöntem ve tatbikat sistemidir.
Bu asırda “dinsizliğin hükümferma olduğu” ve “ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komitelerinin” , “sinsî metodlar” takip ettiği bir dönemde, Risale-i Nur bunlara mukabil “müsbet bir metod” takip etmiştir.
Bu metod; “Yirminci Asrın ilim ve fen seviyesine uygun” olarak, aklı ve kalbi birlikte tatmin eden “ikna ve isbat yoluyla” gitmektir. Bu, “teferruata dalmamak” ve “zihni, teferruatla dağıtmamak” suretiyle doğrudan hakaik-i imaniyeye odaklanan bir metoddur. Bu, “müspet bir tarzda mücadele” metodudur.
Müradifleri: Yöntem, Yol, Tarîk, Üslûb-u beyan, İkna usulü, Vasıta.
Ayet İktibası (İlâhî Metod):
Risale-i Nur’un “ikna ve isbat” metodu, Kur’an’ın tebliğde emrettiği İlâhî metoda tam muvafıktır:
${اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ}$
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)
Buradaki “hikmet” (isbat) ve “mev’ize-i hasene” (ikna), Risale-i Nur metodunun temelini teşkil eder.

3. MODEL (Nümune, Kalıp, Örnek)

İzahı: Model, hem kâinatın hem de insanın yaratılışındaki İlâhî plan, program ve nümunedir. Kaderin ilmî bir kalıbıdır.
Sâni’-i Hakîm’in “herbir asrı bir model yaparak” taze bir âlemi ona giydirmesi; Kader’in “herşeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin” etmesi ve o “model hükmüne” geçmesi; ve de “ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün” etmesi, modelin yaratılıştaki yerini gösterir.
Bu bahsin zirvesi, “İnsan Modeli”dir:
• İnsan, Esma’ya Modeldir: İnsan, Sâni’-i Zülcelâl’in “esma-i hüsnanın nukuşunu göstermek için” modellik vazifesi gören bir “ayna”dır. Hayatın başına gelen musibet ve elemler, bu modelliğin icabıdır; “vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir.”
• İnsan, Teceddüd Eden Modeldir: insanın ömrünün saatleri adedince “birer ferd-i âher şeklini giyer” denilerek, insanın sabit değil, “teceddüd” eden (yenilenen) dinamik bir model olduğu ve bu sebeple “her zaman tecdid-i imana muhtaç” olduğu belirtilir.
• İnsanın Modeli (Örneği): Bu insan modelinin zirvesi ve mükemmel numunesi gösterilir: “İşte böyle bir zâtın (Hz. Muhammed A.S.M.) ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyıktır.”
Müradifleri: Nümune, Misal, Kalıp, Örnek, Plan, Program, Mikyas, Suret-i asliye.
Ayet İktibasları (Model Olarak İnsan ve Peygamber):
Kur’an-ı Kerim, hem insanın yaratılış modelinin mükemmelliğine hem de takip edilmesi gereken beşerî modele işaret eder:
• İnsanın Yaratılış Modeli (Ahsen-i Takvim):
${لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ}$
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)
• Takip Edilecek İnsan Modeli (Üsve-i Hasene):
${لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يراًۜ}$
“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb 33/21)

4. TARZ (Üslûp, Edâ, Suret-i İcra)

İzahı: Tarz, bir işin yapılışındaki üslûp, edâ ve biçimdir. Usul ve metoda ruh ve karakter veren, onu diğerlerinden ayıran has bir keyfiyettir.
“tarz” kelimesinin kullanımı, hem Hâlık’ın icraatındaki hem de mahlûkatın ve dinin tatbikatındaki hususiyeti gösterir:
• Yaratılıştaki Tarz: “Cenâb-ı Hakkın yaratış tarzı”; “Hergün ayrı bir tarzda tecdid”; her mahlûka verilen “tesbih ve ibadet tarzı” ve her şeye “münasip bir tarz-ı muntazam” verilmesi, O’nun Sâni’ isminin tecellisidir.
• Dindeki Tarz: “Dinin tarzı ise: Din bir imtihandır… Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak” suretinde tarif edilir. Bu, Risale-i Nur’un da temel hareket tarzıdır.
• İnsandaki Tarz: “Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir” denilerek, bakış açısındaki tarzın, mahiyeti değiştirdiği vurgulanır. Allah’ı sevmenin yolu, “Allah’ın sevdiği tarzı yapmak” yani Sünnet-i Seniyye’ye (Peygamberin tarzına) benzemektir.
• Risale-i Nur’un Tarzı: Risale-i Nur’un bu asra has tarzını netleştirir. Bu tarz, “korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor.” Bilakis, “Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor.” Bu, aklı ve ruhu hissiyatın tasallutundan kurtaran aklî ve şefkatli bir tarzdır.
Müradifleri: Üslûp, Edâ, Suret, Biçim, Tavır, Nevi, Keyfiyet-i icra.

Ayet İktibası (Allah’ın İcraat Tarzı – Sünnetullah):

Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki ve hadiselerdeki icraat tarzı (Sünnetullah) şaşmaz bir nizam içindedir. Bu O’nun tarzıdır.
${اِسْتِكْبَاراً فِي الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِۜ وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِه۪ۜ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْد۪يلاًۙ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْو۪يلاً}$
“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan (sünnetinden) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bir sapma da bulamazsın.” (Fâtır 35/43)

NETİCE

Risale-i Nur;
• Usul olarak, Kur’an ve Sünnet’in “asl”ına ve “fıtrat”a (Rum 30/30) sadık kalır.
• Metod olarak, bu asrın aklına ve fennine karşı “hikmet” ve “güzel öğüt” (Nahl 16/125) ile “ikna ve isbatı” esas alır.
• Model olarak, “ahsen-i takvim”de (Tîn 95/4) yaratılan insanın, Esma-i Hüsna’ya ayinedarlık vazifesini ve bu modelin en mükemmeli olan “üsve-i hasene”yi (Ahzâb 33/21) hedefler.
• Tarz olarak, “ihtiyarı elinden almayan”, şefkatli, müspet ve hissiyatı akla mağlup ettiren bir üslûbu benimser.
Böylece Risale-i Nur, İslam’ın ve o dinin tezahürü olan kâmil insanın modelini, bu zamanın ihtiyacına en muvafık usul, metod ve tarz ile takdim ederek iman-ı tahkikî dersini vermektedir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-islam-ve-insan-modeli/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleği, asrın idrakine uygun olarak “isbatiyecilik” (pozitivizm) üzerine bina edilmiştir. O, menfi (negatif) hareket yerine müsbet (pozitif) hareketi, yani inkâr ve reddiye yerine isbat ve ikna etmeyi esas almıştır. Bu metod, hususan Tevhid akidesinde, iki merhalede kendini göstermektedir: İsbat (Proof) ve Tesbit (Establishment/Fixation).
Konunun Müradifleri (İlgili Istılahlar)
Bu iki temel kavramı daha iyi anlamak için etraflarındaki manaları ihata eden müradiflerine ve alâkalı diğer ıstılahlara nazar etmek faydalı olacaktır:
• İsbat Müradifleri: Bürhan (kesin delil), hüccet (susturucu delil), delil (yol gösteren), tebeyyün (açığa çıkma), izhar (gösterme), ikame (yerleştirme, delil getirme), tahkik (gerçeği ortaya çıkarma).
• Tesbit Müradifleri: Takrir (yerleştirme), te’kid (pekiştirme), teyid (destekleme), temkin (sağlamlaştırma), tarsin (muhkem kılma), ilka (kalbe bırakma), tebyin (açıklayarak sabitleme), resm (iz bırakma, nakşetme).

Birinci Merhale: İSBAT (Delil ve Bürhan ile Hakikati Gösterme)

İsbat, bir hakikatin varlığını, doğruluğunu ve hakkaniyetini şüpheye mahal bırakmayacak surette, aklî ve naklî delillerle ortaya koymaktır. Risale-i Nur bu isbatı iki cihetle yapar:

1. Nefyin ve Küfrün İmkânsızlığını Göstererek İsbat

Bediüzzaman Hazretleri, “İki kere iki dört eder” kat’iyetinde, evvela muhatabı olan ehl-i dalalet ve küfre, tuttukları yolun (küfrün) mahiyetini gösterir. Küfrün, sadece bir kabul etmeme (adem-i kabul) değil, kâinatın bütün mevcudatını tahkir eden, onların kıymetini hiçe indiren ve nihayetsiz bir zulmet (karanlık) olduğunu isbat eder.
İnkâr ve nefyin isbatı gayet müşkildir. Çünkü inkâr eden, bütün kâinatı ve zamanı taramak mecburiyetindedir.
“İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir.”
Bu nokta, Kur’an-ı Kerim’in ehl-i inkârdan daima “bürhan” (kesin delil) talep etmesiyle tam bir mutabakat içindedir.
“Ve dediler ki: ‘Yahudilerle hıristiyanlardan başkası cennete giremez.’ Bu, onların kuruntularıdır. De ki: ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz (bu iddianıza) delilinizi (burhanınızı) getirin.'” (Bakara, 2/111)
Allah’ın varlığının zıddı olan “yokluk” (adem), isbat edilebilir bir hakikat değildir.
“Nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzımdır.”
“Nefy-i nefy, isbattır. Yani: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.”

2. Vücudun ve Vahdetin Lüzumunu Göstererek İsbat

İsbatın ikinci ve en mühim ciheti, eserden müessire (sanattan sanatkâra) gitmektir. Risale-i Nur, en küçük bir zerreden (cüz’î) en büyük sistemlere (küllî) kadar her bir sanat eserinin üzerindeki “mührü” okutturur. Her bir varlığın, bir Yaratıcı’nın varlığına ve birliğine (Vücud ve Vahdet) nasıl delalet ettiğini müdellel (delilli) bir surette isbat eder.
Bu metot pozitivizm asrının aklî bürhan talebine tam cevap verir:
“Cüz’înin isbatıyla küllî de isbat edilmiş olur.”
“Bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir.”
Kur’an-ı Kerim de kâinattaki bu nizamı ve sanatı, aklı kullanarak tefekküre ve isbata davet eder:
“O ki, birbiriyle âhenktâr yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3-4)
Yine, Tevhid’in isbatı ve şirkin nefyedilmesi hususunda Kur’an, en kat’î aklî delili (bürhan-ı temanu’) sunar:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
İşte Risale-i Nur, bu ayetlerin tefsiri olarak, bütün ahkâm-ı imaniyeyi (imanî hükümleri) akla isbat etmiştir.

İkinci Merhale: TESBİT (Takrir ve Temkin ile Hakikati Sabitleme)

İsbat bir hakikati göstermek ise, Tesbit o hakikati akılda, kalpte ve ruhta sabit kılmak, perçinlemek ve hayatın bir gayesi haline getirmektir.
İsbat, küfürden imana getirmek içindir; Tesbit ise imanda sebat ettirmek, mütehayyir (şaşkın) bırakmamak ve hakikata giden yollar içinde “en müstakimi, en hatarsızı ve en kısa yolu” göstermek içindir.
Bu, İmam-ı Gazalî’nin ve İmam-ı Rabbanî’nin aradığı, ancak Bediüzzaman Hazretleri’nin bu asırda “Tesbit, Teşhis, Ta’yin, Takdir, Tahsis, Tavzih ve Tafsil” ederek muvaffak olduğu bir mertebedir. Bu merhalede “iman hakiki iman olarak tesbit edilmiş, imanda marifet, muhabbet ve cennet gösterilmiştir.”
Bu tesbit fiili, Kur’anî bir metottur. Cenab-ı Hak, müminlerin kalplerini sabit kılmak (tesbit etmek) için delillerini ve ayetlerini indirir.
“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette o sâbit sözle (tevhid kelimesi ile) tesbit eder (sabit kılar); zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrâhîm, 14/27)
Peygamberlerin kıssalarının anlatılmasının hikmeti de bu “tesbit”tir:
“(Ey Muhammed!) Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini (onlarla) tesbit edip pekiştireceğimiz her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (Hûd, 11/120)
Kur’an-ı Kerim bu tesbiti, cüz’î hadiselerden küllî kaidelere (Esma-i Hüsna’ya) intikal ederek yapar:
“Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder.”
Tekrar, İbadet ve Tefekkür Yoluyla Tesbit
Hakikatlerin zihinlerde ve kalplerde tesbiti için “tekrar” lüzumludur. Tıpkı bir müessisenin (kurumun) nizamnamelerinin tekrar edilerek yerleştirilmesi gibi.
“Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır.”
“Kur’an pek büyük mes’elelerden bahseder… Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikın, kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûblarla tekrara ihtiyaç vardır.”
Kur’an-ı Kerim de bu tekrarın gayesinin “öğüt” (zikra) ve “tesbit” olduğunu beyan eder:
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55)
İbadetler ve hassaten namaz, bu tesbitin amelî cihetidir. İman ile isbat edilen hakikatler, ibadet ile ruhta ve hayatta tesbit edilir:
“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame… için yegâne İlahî bir vesiledir.”
“Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.”

Netice
Hülasa olarak, sizin de tahlil ettiğiniz gibi, Risale-i Nur mesleği iki kanatlıdır:
• İsbat Kanadı: Aklı muhatap alır. Küfrün imkânsızlığını ve Tevhid’in lüzumunu aklî delillerle (kâinattaki mühürleri okutarak) isbat eder. Bu, “pozitivizm” asrının bürhan talebine ve “aklî” hüküm arayışına tam bir cevaptır.
• Tesbit Kanadı: Kalbi ve ruhu muhatap alır. İsbat edilen hakikatleri, tekrar, tefekkür ve ibadet yoluyla ruha nakşeder. İmanı, “hakiki iman” mertebesine çıkarır; marifet ve muhabbetullahı netice verir.
Gelecekte (istikbalde) hükmedecek olan, işte bu metottur:
“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-isbat-ve-tesbit/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

1. Risale-i Nur’un Mahiyeti: Kur’ân’ın Manevî Bir Tefsiri ve Bürhanı

Risale-i Nur, kendini her şeyden evvel Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asrın fehmine (anlayışına) uygun bir dersi olarak takdim eder. O, müellifinin şahsî bir eseri değil, doğrudan doğruya Kur’ân hakikatlerinin bir “tereşşuh”u (sızıntısı) ve “lem’a”sıdır (parıltısıdır)

a) Kur’ân’ın Malıdır ve Menbaı (Kaynağı) Kur’ân’dır:

Külliyat, müellifinin “bir hiç” olduğunu, eserin kıymetinin Kur’ân’dan gelmesinden ileri geldiğini ve “hiç bir kitabdan alınmadığını”, “Rabbanî ve Kur’anî” olduğunu ısrarla vurgular. Risale-i Nur, Kur’ân’ın “bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi” ve “hakikî bir tefsiri” olarak tasvir edilir. Bu tefsir, klasik tefsirler gibi ahkâm ayetlerinden ziyade, “dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden” bahseder.

b) “Nur” İsminin Tevafuku:

Risale-i Nur’un kendisi bir “Nur”dur. Bu “Nur”, Cenâb-ı Hakk’ın “en-Nûr” ism-i şerifine bakar. Kur’ân-ı Kerîm, hidayeti bir “nur” olarak tavsif eder. Risale-i Nur’un gayesi de, ism-i Hakîm ve Rahîm’in bir mazharı olarak, bu asrın “zulümat”ını (karanlıklarını) dağıtan o Kur’ânî “nur”u neşretmektir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın bu vasfını şöyle beyan eder:
$”…Size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir. Allah, onunla rızası peşinde gidenleri selâmet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.”$
( Meali, Mâide Sûresi, 5:15-16)

Risale-i Nur, bu ayetin işaret ettiği gibi, “karanlıklardan aydınlığa” çıkarma vazifesini, bilhassa iman hakikatleri sahasında yerine getirdiğini ifade eder.

2. Risale-i Nur’un Gayesi ve Vazifesi

Risale-i Nur’un vazifesinin “imanı kurtarmak” olduğunu teyid etmektedir.

a) İman-ı Tahkikîyi Vermek (Tahkikî İmanı Kazandırmak):

Risale-i Nur’un en temel gayesi, bu “âhirzaman” fitneleri ve “küfr-ü mutlak” cereyanları karşısında, sarsılan “taklidî” (geleneksel) imanı, “tahkikî” (araştırmaya ve isbata dayalı) bir imana çevirmektir. O, “herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek” bu vazifeyi yapar. Haşir (diriliş) gibi en derin meseleleri, İbn-i Sina gibi dâhîlerin “Akıl buna yol bulamaz!” dediği hakikatleri, “avamlara da, çocuklara da bildirir”.

b) Dalalet ve Zındıka ile Mücadele:

Bu iman kurtarma hizmeti, aynı zamanda bir “mücahede-i maneviye”dir . Risale-i Nur, Kur’ân’ın elinde “bir elmas kılınç hükmünde” olarak, “dalaletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi’yle parça parça etmiş” ve “maddiyyunluk fikrini ibtal eylemiştir”

c) Gençliğin ve Mahpusların Islahı:

Risale-i Nur’un iman dersleri, “cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında” gençleri “daire-i meşrua”da tutmak için tesirli bir ders ve “hakikî teselli” kaynağıdır. Hapishaneleri “Medrese-i Yusufiye”ye çevirerek, “onbeş sene hapse atmaktan ise, onbeş hafta Risale-i Nur dersini” almanın daha tesirli bir ıslah metodu olduğunu isbat etmiştir.

3. Risale-i Nur’un Mesleği ve Metodu

Risale-i Nur’un gayesine ulaşmak için takip ettiği yol, diğer İslâmî hizmetlerden farklı hususiyetler arz eder.

a) Siyasetten Tam İçtinab (Kesin Olarak Kaçınma):

Risale-i Nur’un mesleği, dünyaya ve siyasete karışmamaktır. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) düsturudur. Vazifesi “hayat-ı ebediyeyi mahvetmek” olan küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmektir. Siyasete girenlerin “istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemeyeceğini” belirtir.

b) Müsbet Hareket ve Asayişin Muhafazası:

Siyasetle iştigal etmemesi, onun hayat-ı içtimaiyeye (toplumsal hayata) hizmet etmediği manasına gelmez. Bilakis, “iman-ı tahkikî” dersleriyle “vatanı ve milleti anarşilikten ve serserilikten muhafaza eder”. Nur talebeleri, “asayişin manevî muhafızı” ve “manevî bir zabıta” hükmündedir. Çünkü “her adamın kafasında bir yasakçı bırakır”.

c) İhlas, Uhuvvet ve Şefkat Esası:

Risale-i Nur mesleği, “tarîkat” değil, “hakikat” ve “uhuvvet” (kardeşlik) mesleğidir. Tarîkattaki “şeyhlik” ve “makam” rekabeti yerine, “kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur” . Bu mesleğin temeli “a’zamî ihlas”, “terk-i enaniyet” (benliği terk) ve “şefkat”tir.

d) Akıl, Bürhan ve Tefekkür Metodu:

Risale-i Nur, “Eski hükema” gibi “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez” demez. Bilakis, “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imaniye aklîdir. Aklî olduğunu isbata hazırım” der ve bunu Külliyat’ta isbat eder.Metodu, “müvazeneler” (karşılaştırmalar) yoluyla küfürdeki manevî Cehennemi ve imandaki manevî Cenneti göstererek “hissi mağlub etmektir”. Bu yönüyle “tefekkürî bir ibadet” yoludur.

4. Risale-i Nur Şakirdlerinin (Talebelerinin) Vasfı

Risale-i Nur, tek bir müelliften ziyade, onun şakirdlerinin teşkil ettiği “şahs-ı manevî”yi esas alır.

a) Hademe-i Kur’ân (Kur’ân Hizmetkârları):

Şakirdler, “sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademelerdir” . Vazifeleri, aldıkları dersi “neşretmektir” . Tebliğ vazifesinde Peygamber (A.S.M.) Efendimizin şu düsturunu esas alırlar:
$”…Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”$
( Meali, Nur Sûresi, 24:54)
$”Şüphesiz ki sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ama Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir…”$
( Meali, Kasas Sûresi, 28:56)

b) Uhuvvet (Kardeşlik) Ruhu:

Risale-i Nur talebeleri “bir cemaattır” ancak bu siyasî bir “cem’iyet” değil, “sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür” . Bu kardeşlik, “hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir” sırrına mazhardır. Aralarındaki bu “rabıta-i diniye”, Kur’ân-ı Kerîm’in şu emrine dayanır:
$”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”$
( Meali, Hucurât Sûresi, 49:10)

c) Vaad Edilen Netice: Hüsn-ü Hâtime (İmanla Kabre Girmek):

Risale-i Nur şakirdlerine verilen en büyük müjde, “imanlarını kurtarmaları” ve “imanla kabre girmeleridir” . Bu, rüyalarla da teyid edilmiştir: “Risale-i Nur şâkirdleri îmansız ölmezler, kabre imanla girerler”. İlk iktibasta yapılan dua da bu gayeye matuftur: “…bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver.”

5. Risale-i Nur’un Hususiyetleri (Ayırt Edici Özellikleri)

a) Kendi Kendine Yetkinlik:

Risale-i Nur’un “hocası, Risale-i Nur’dur” . Başka eserlerden ders almaya ihtiyaç bırakmaz. Şerh ve izahları dahi yine kendi cüzleri içindedir . Müellifi dahi kendini bir talebe olarak görür ve “şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyaç ve iştiyakım var” der.

b) Usandırmayan Üslûb:

“Yüz def’a okunsa, yüz birincide yine zevk ile okunabilir” . Sebebi, “hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı”nın bulunması ve “daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri” olmasıdır.

c) İlahî Muhafaza ve Kerametler:

Külliyat, te’lifi ve neşri boyunca “inayet-i Rabbaniye” ve “himayet-i Rabbaniye” altında olduğunu sayısız “tevafukat” ve “kerametler” ile isbat etmiştir. Ona ilişenlerin “maskara olmaları” ve “şefkat veya hiddet tokatları” yemeleri bu muhafazanın bir cilvesidir.

Hâtime (Sonuç)

Risale-i Nur’un kendi lisanıyla, “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiri” olduğunu; gayesinin “imanı kurtarmak” olduğunu; mesleğinin “siyasetten içtinab” , “müsbet hareket” ve “a’zamî ihlas” üzerine kurulduğunu; şakirdlerinin de bu “cihanşümul” hakikatlerin “hademeleri” olduğunu şüpheye yer bırakmayacak bir vuzuhla (açıklıkla) ortaya koymaktadır.
O, bu asrın manevî hastalıklarına Kur’ân eczahanesinden tiryaklar sunan bir “halâskâr-ı İslâm” ve “Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tûfanından kurtulmasına sebeptir” .
Cenâb-ı Hak, bu hakikatlerden tam manasıyla istifade ve istifaza edebilmeyi nasib eylesin.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-risale-i-nur/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

1. Tahlil: Şahsiyet-i Bediüzzaman ve Hizmetin Ruhu (İman ve İhlas)

Üstad Hazretleri’nin “çok yönlü külli şahsiyeti” tek bir noktada temerküz etmiştir: İman hizmeti.
Bu, onun hayatının gayesidir. Şahsını nazara vermemesi, dünyayı terk edip (sadece 200-300 liralık bir tereke bırakması) ukbayı hedef alması, onun hizmetindeki ihlâs ve istiğna düsturlarının bir yansımasıdır.
• İhlâs ve İstiğna: Risale-i Nur hizmetinin temel taşı ihlâstır. Üstad’ın hediye, zekât ve sadaka kabul etmemesi, bu ihlâsı korumaya ve hizmet-i Kur’aniyeyi hiçbir şahsi menfaate âlet etmemeye matuftur. Bu tavır, peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tebliğ metodunun bir devamıdır. Onlar da tebliğlerine mukabil bir ücret istememişlerdir.
• Ayet ( Meali): Nitekim Şu’arâ Sûresi’nde birçok peygamberin dilinden şu hakikat beyan edilir:
$ “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şu’arâ 26:109)$
• Hizmetin Esası (İman): “Hizmetlerin şahı ve padişahı olan bu imanda terakki ile marifetullahda yükselişi sağlamıştır” tespiti, Risale-i Nur’un neden doğrudan imanın rükünlerine (esaslarına) odaklandığını izah eder. Zira iman, bütün amellerin temeli ve kıymetinin menbaıdır.
• Ayet ( Meali): İmanın, amellerin kabulü için bir şart olduğunu Cenâb-ı Hak şöyle beyan eder:
$ “Erkek veya kadın, kim mü’min olarak salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisâ 4:124)$

2. Tahlil: Asrın Fehmine Uygun Bir Metodoloji (İkna, İspat ve Tefekkür)

Üstad’ın “asrın fehmine uygun hakikatlar” sunduğunu, “ikna edici, isbat edici, temsillerle en zor meseleleri kolayca akla yaklaştırıcı beyanlarda” bulunduğunu vurguluyorsunuz. Bu, Risale-i Nur’un en mühim metodolojik hususiyetidir.
• Akıl ve Kalb İttifakı: Sizin de belirttiğiniz gibi, “asırlardır birbirleriyle neredeyse kavgalı olan akılla kalbi barıştırmıştır.” Bu, felsefenin ve modern ilimlerin akla verdiği öneme mukabil, imanı aklî delillerle (bürhanlarla) ispat ederek kalbi tatmin etme yoludur. Bu, Kur’an’ın “hikmet” ile davet metodudur.
• Ayet ( Meali): Cenâb-ı Hak, davet usulünü şöyle öğretir:
$ “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et! Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16:125)$
• Manevî Cihad: “Bu zamandaki harici cihad; Kur’anın bürhanlarıyla cihad olarak belirler” tespiti, hizmetin “manevî cihad” (cihad-ı manevî) olduğunu gösterir. Düşman olarak “Cehalet, Zaruret, İhtilaf”ı; silâh olarak da “Sanat, Marifet, İttifak”ı göstermesi, mücadelenin ilim ve tefekkür zemininde olduğunu ispat eder.
• Ayet ( Meali): Kur’an, tefekküre ve ilme büyük ehemmiyet verir:
$ “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Şüphesiz, ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar.” (Zümer 39:9)$

3. Tahlil: Hitap Şekli ve Şirket-i Manevî
Tahlili “ÜSTADIN TALEBELERİNE HİTABI” ve “NUR TALEBELERİNİN HİTAB ŞEKLİ” bölümleri, bu hizmetin sadece teorik bir düşünce faaliyeti olmadığını, aynı zamanda derûnî (iç) bir bağ, bir uhuvvet (kardeşlik) ve şirket-i manevî (manevi ortaklık) tesisi olduğunu göstermektedir.
• Hitabın Muhtevası: “Aziz, Sıddık Kardeşlerim” gibi ifadeler, birer iltifat olmanın ötesinde, hizmetin temel direkleri olan sadakat, ihlâs ve uhuvveti pekiştiren manevî birer ahiddir (sözleşmedir). Talebelerin Üstadlarına hitaplarındaki “Aziz Üstadım”, “Müşfik Üstadım” gibi tabirler ise, ilim ve hizmet bağının muhabbet ve şefkat üzerine bina edildiğini gösterir.
• Şirket-i Manevî: Mektupların hizmetin devamı için “elzem” (çok gerekli) olduğu tespitiniz, bu manevî şirketin nasıl işlediğini ortaya koyar. Herkesin kazancı, ortak havuza (şirket-i manevî) dâhil olmaktadır. Bu, Kur’an’ın emrettiği “kardeşlik” ruhunun ameli bir tezahürüdür.
• Ayet ( Meali): Bu derûnî bağın temelini şu ayet teşkil eder:
$ “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49:10)$

4. Tahlil: Kerametler ve Hikmet-i İlahi
Çalışmada “KERAMETLER” başlığı altında toplanılan hadiseler (Mardin’de kayıdların açılması, Van Kalesi’nden düşüş, Rus kumandanı ile muhaveresi, hapishanede dışarıda görülmesi vb.), Risale-i Nur hizmetinin hıfz-ı İlahî (İlahi koruma) altında olduğunun ve o hizmetin hâdiminin (Bediüzzaman) şahsında tezahür eden ikram-ı İlahînin (İlahi ikram) delilleridir.
• Kerametin Gayesi: Tahlilde “yazılmasını istememiş ve bahsetmemiştir” notu çok mühimdir. Bu, kerametlerin gayesinin şöhret kazanmak değil, belki en zor anlarda talebelere bir teselli ve davanın hakkaniyetine (doğruluğuna) dair bir işaret olduğunu gösterir. Keramet, Allah’ın (c.c.) sevdiği kullarına (evliya) bir ikramıdır.
• Ayet ( Meali): Allah’ın dostlarına (evliyasına) olan bu hususi muamelesi ve koruması Kur’an’da şöyle müjdelenir:
$ “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus 10:62)$

5. Tahlil: Fetvalar ve Asrın Meselelerine Çözümler
“FETVALAR” bölümü, Bediüzzaman Hazretleri’nin sadece bir müfessir (tefsir âlimi) değil, aynı zamanda müceddid (yenileyici) sıfatıyla asrın getirdiği yeni meselelere (umum-ül belvâ) şeriatın mizanlarıyla (ölçüleriyle) nasıl cevap verdiğini ortaya koymaktadır.
• Takva ve Rüçhaniyet (Öncelik): “Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur” fetvası, asrın hücumları karşısında müdafaa (savunma) esasını öne çıkarır. Bu, def’-i mefasid (kötülükleri defetme) prensibinin, celb-i menafi (faydaları çekme) prensibine takaddüm etmesi (öncelik kazanması) kaidesine dayanır. Haramın terki vacib olduğu için, bu zamanda takva (sakınma) en büyük salih amel hükmüne geçmektedir.
• Ayet ( Meali): Takvanın ehemmiyeti ve kurtuluşa vesile oluşu şöyle belirtilir:
$ “De ki: ‘Murdar ile temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de.’ Ey akıl sahipleri, Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:100)$
• Zaruret ve Ruhsat: “Dişlerin kaplanması” hakkındaki izahı, zaruret ve ihtiyaç hallerinde İslam fıkhının (hukukunun) tanıdığı ruhsat (kolaylık) kapısını göstermektedir. “Mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen” kaydını koyması, bu ruhsatın keyfî değil, zarurete bağlı olduğunu gösterir.
• Ayet ( Meali): Dinin temel prensibi kolaylıktır ve zaruretler haramları mübah kılar:
$ “…Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez…” (Bakara 2:185)$
$ “…Kim de şiddetli bir açlık durumunda zorda kalırsa, günaha eğilim göstermeksizin (bu haram etlerden) yiyebilir. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mâide 5:3)$
• Amel-i Dünyevînin İbadete İnkılabı: Fabrika işçisi, demiryolu çalışanı, tayyareci ve çobanlara “farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer” demesi, niyet ile âdetlerin ibadete, dünyevî çalışmaların uhrevî kazanca dönüşmesi kaidesinin bir tatbikidir.

Hülasa (Sonuç)
Bu “Tahlil ve Hülasalar”, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve Risale-i Nur’un muhtevasını beş temel direk üzerinde hülasa etmektedir:
• Gaye: İhlâs ile iman hizmeti.
• Metod: Akıl ve kalbi birleştiren aklî isbat (bürhan) ve tefekkür.
• Cemaat: Sadakat ve muhabbet temelli bir uhuvvet ve şirket-i manevî.
• Hıfz-ı İlahi: Hizmetin hakkaniyetini isbat eden İlahi ikram ve kerametler.
• Tatbikat: Asrın ihtiyaçlarına ve umum-ül belvâya şeriat dairesinde çözümler (fetvalar) sunan bir tecdid (yenileme) hareketi.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-tahlil-ve-hulasalar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

Kâinatın tılsımını açan en mühim anahtar, insanın kendi mahiyetinde gizlidir. İnsan, zahiri nazarda küçük bir cisim gibi görünse de, esasen bütün kâinatın külli bir fihristesi ve İlahi isimlerin en câmi bir aynasıdır. Bu muazzam varlık, fani dünyanın dar kalıplarına sığmayacak kadar ulvi istidatlarla donatılmıştır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda, hususan Sözler mecmuasında yaptığı derinlikli tahliller, insanın bu dünyadaki gurbetini ve asıl vatanı olan ebediyet yurduna olan iştiyakını harikulade bir surette tasvir eder.

1. Ruhun Cevherindeki Gayr-ı Mahdud İstidat ve Hikmet
Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” isminin bir tecellisi olarak, kâinatta abes, faydasız ve israf edilmiş hiçbir şey yoktur. En küçük bir sineğin kanadından, semavattaki yıldızların hareketine kadar her şeyde bir hikmet ve gaye müşahede edilir. Hal böyleyken, mahlukatın en şereflisi olan insanın ruhuna yerleştirilen sınırsız kabiliyetlerin neticesiz kalması düşünülebilir mi?
Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikati şu veciz ifadelerle ortaya koyar:
> “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat… saadet-i ebediyeye elini uzatmış…” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 521).
>
İnsanın ruhunda ekilen bu istidat tohumları, sadece bu kısa dünya hayatı için verilmiş olsaydı, bu durum “hikmet” ve “iktisat” kanunlarına zıt ve aykırı olurdu. Nasıl ki balıklara yüzgeç verilmesi suyun varlığına, kuşlara kanat verilmesi havanın vücuduna delildir; insana da ebedi bir saadeti arzulayan “sınırsız istidatlar” verilmesi, o istidatların inkişaf edeceği bir “Ebediyet Âlemi”nin varlığının en kuvvetli isbatıdır.

2. Vicdanın Yanılmaz Sesi: “Ebed! Ebed!”
İnsanın fıtratında, aklın vesveselerine kapılmayan, doğrudan doğruya hakikati haykıran bir “derûnî” mekanizma vardır ki, buna “vicdan” denir. Vicdan, insanın yaratılışındaki aslı ve esası temsil eder. İnsan, aklıyla inkar etse bile, vicdanıyla ebediyeti arzulamaktan asla vazgeçemez. Bu, bir yanılma veya bir yanlış inanç değil, fıtratın bizzat konuşmasıdır.
Metinde geçen şu ifadeler, bu derûnî hali ne güzel tasvir eder:
> “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 522).
>
İnsanın “ene”si (benliği), sonlu ve fani olanla tatmin olmaz. Ona dünyaları verseniz, “Daha yok mu? Bu da bitecek, bana bitmeyen lazım!” diye feryat eder. Bu hal gösteriyor ki; insan bu fani misafirhane için değil, baki bir saltanat için yaratılmıştır. Vicdanın bu ısrarlı talebi, o talebi karşılayacak olan Zât-ı Zülcelal’in vaadinin bir nevi aksisdasıdır.

3. Dünya Tarlası ve Ahiret Hasadı
Gözlem ve nazarımızla görüyoruz ki, dünya hayatı insanın sahip olduğu bu muazzam potansiyeli tam manasıyla ortaya çıkarması için yeterli değildir. İnsanın arzuları ebede kadar uzanırken, ömrü bir şimşek parıltısı gibi kısa sürmektedir. Bu zıtlık, dünyanın son durak olmadığını, bilakis bir bekleme salonu ve bir imtihan meydanı olduğunu gösterir.
Üstad Bediüzzaman, dünyanın bu “yetersizliğini” şöyle ifade eder:
> “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 525).
>
Bir çekirdek, toprağın altında çürüyüp gitmek için değil, sümbüllenenip meyve veren bir ağaç olmak için vardır. İnsanın ruhundaki istidat çekirdekleri de bu dünya toprağında filizlenir, fakat tam manasıyla neşvünema bulup meyve vermesi, ancak “Dâr-ı Bekâ”da, yani ahiret yurdunda mümkün olacaktır. Dünya, bu istidatların sadece numunelerinin görüldüğü, asıllarının ise ahirette inkişaf edeceği bir mezradır.

Netice ve Hikmet
Bütün bu deliller, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul mesajıyla tam bir mutabakat içindedir. Rabbimiz, Mü’minun Suresi’nde mealen şöyle buyurmaktadır:
> “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun Suresi, 23/115)
>
Netice itibarıyla; insanın cevher-i ruhundaki sınırsız kabiliyetler, vicdanındaki sönmek bilmeyen ebediyet aşkı ve dünyanın bu kabiliyetlere dar gelmesi, ahiretin vücudunu güneş gibi zahir kılar. İnsan, ebed için yaratılmıştır ve ebede gidecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

İnsan, kâinatın en mükerrem varlığı olarak bu dünyaya gönderildiğinde, kendisine cevapsız gibi görünen büyük sualler tevdi edilmiştir: Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir?
Modern felsefelerin ve “medeniyet” dediğimiz beşerî sistemlerin bu suallere verdiği cevaplar, çoğu zaman insanı fani bir hayatın tesellilerine hapsetmiştir. Ancak hakikat, bize gönderilen ilahî mesajlarda ve fıtratımızın derinliklerinde yankılanır. Bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daîmî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” (Lem’alar – 206)
>
Bu, varoluşumuzun en mantıklı ve hikmetli tasviridir. Bizler, bu dünyaya zevk ve safa sürmeye değil, “ebedî bir ticaret” yapmaya gönderildik. Elimizdeki en kıymetli ve geri dönülmez “sermaye” ise “ömür”dür. Tıpkı bir kervanın yola devam etmesi gibi, biz de durdurulamaz bir “sevkıyat” içindeyiz. “Biz gidiyoruz… Aldanmakta faide yok.”
Ebedî Rehber ve Fani Kanunlar
Peki, bu ebedî ticaretin ve tehlikeli yolculuğun rehberi nedir? İnsan, kendi aklıyla ve tecrübesiyle mi yolunu bulacaktır?
Tarih, bu suale ibretli bir cevap verir. İnsan aklından çıkan “medeniyetin kanunları”, zamanın geçmesiyle yıpranır, eskir ve nihayetinde ölüme mahkûm olur. Dün alkışlanan bir ideoloji, bugün tenkit (eleştiri) edilir; dün sarsılmaz sanılan bir nizam, bugün yıkılır. Çünkü beşerî kanunlar, fani olan insanın zaaflarıyla doludur.
Ancak bu ticaret ebedî olduğuna göre, rehberi de ebedî olmalıdır. Bu noktada Kur’an’ın farkı ortaya çıkar:
> “Evet Kur’an’ın düsturları, kanunları, Ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, Kuvvetlidir.”
>
Kur’an’ın hükümleri, zamanın ihtiyarlamasıyla ihtiyarlamaz. O, “daima gençtir”; çünkü fıtratın değişmez esaslarına hitap eder. Ebedî bir saadeti kazanmak isteyen bir tacir, sermayesini fani ve ölüme mahkûm rehberlere değil, Ezel’den gelen ve Ebed’e giden bu ebedî ve “kuvvetli” rehbere teslim etmelidir.

Yolculuğun En Büyük Tehlikesi: Küçük Şeylerde Boğulmak
Bu ticaretin kârı ebedî saadet olduğu gibi, tehlikesi de o nisbette büyüktür. İnsana “dünyayı yutan büyük letâifler” (latif duygular, kabiliyetler) verilmiştir. Kalp, akıl ve ruh gibi her bir aza, ebediyeti kazanacak birer cihazdır. Ancak şeytan ve nefis, bu azîm sermayeyi çok “küçük” ve “ehemmiyetsiz” görünen şeylerle batırmaya çalışır.
> “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. BİR LOKMA, BİR KELİME, BİR DANE, BİR lem’a, BİR İŞARETTE, BİR ÖLMEKTE BATMA. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.” (Lem’alar – 136)
>
Bu, ibretlerin en büyüğüdür. Muazzam bir gemiyi batıran, bazen gözle görülmez bir sızıntıdır. “Bir lokma” haram, kalbi öldürebilir. “Bir kelime” gıybet veya inkâr, imanı sarsabilir. Fani bir güzelliğe “bir işaret” veya “bir lem’a” (parıltı) nazar (bakış), insanın ebedî saadetini tehlikeye atabilir. Bu yüzden ebedî ticaret yolcusuna düşen, “hazer etmek” (sakınmak) ve attığı her adımı “dikkatle basmaktır.”
Kervandaki Diğer Yolcular: Uhuvvet ve Islah
Bu ebedî sevkıyat kervanında yalnız değiliz. Diğer mü’minler, bizim yol arkadaşlarımızdır. Bu arkadaşlığın da bir hukuku vardır. Ebedî sermayesini kurtarmaya çalışan bir mü’min, diğer yolculara karşı nasıl davranmalıdır?
> “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakküme değil, belki lütufla ıslahına çalışır.”
>
İmanın aslı (esası) sevgidir. Mü’min, kardeşinin zatını ve imanını sever. Ancak o kardeş bir hataya düştüğünde, onun “fenalığı” için nefret etmez, “yalnız acır.” Tıpkı eline batan bir dikenden dolayı eline kızmayıp, dikeni çıkarmaya çalışması gibi. Çözüm “tahakküm” (baskı kurmak, zorbalık) değildir. Zira tahakküm, nefreti doğurur. Çözüm, “lütufla ıslahına çalışmaktır.” Bu, ebedî kervanın nizamıdır.
Küllî Mücadele: İhya ve Tamir Faaliyeti
Bu ticaret, sadece ferdî bir kurtuluş mücadelesi değildir. Tarihî ve küllî bir boyutu da vardır. Bu ebedî rehber olan Kur’an ve Sünnet-i Seniye, tarih boyunca daima “tahribatçı” akımların hedefi olmuştur.
> “Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek…” (Mektubat – 29. Mektup)
>
Tarihî süreçte, şeriatı ve imanı “tahribe çalışan” bid’at (dine sonradan sokulan) rejimler ve komiteler (“Süfyan komitesi”) daima var olmuştur. Bunlar, insanların ebedî ticaret sermayesini çalmaya çalışan manevî yol kesicilerdir.
Buna mukabil, bu tahribatı “tamir edecek” ve unutulan Sünnet-i Seniyeyi “ihya edecek” (diriltecek) nuranî bir cemiyet (“Hazret-i Mehdi cem’iyeti”) de bu mücadelenin karşı kutbudur. Bu mücadele, kaba kuvvetle değil, “mu’cizekâr manevî kılınçla”, yani iman hakikatlerinin ve ilmin kuvvetiyle olacaktır.
Her mü’min, hem kendi ebedî ticaretini kurtarmakla hem de gücü nispetinde bu küllî tamir ve ihya faaliyetine katılmakla mükelleftir.

📖 Makalenin Özeti
Bu makale, insanın dünyaya geliş gayesinin “ebedî bir ticaret” olduğunu ve bu ticaretin sermayesinin “ömür” olduğunu vurgulayarak başlar. İnsanın güzel vakit geçirmek için değil, ebedî saadeti kazanmak için gönderildiği belirtilir.
Bu ticaret yolculuğunda, beşerî “medeniyet kanunları”nın aksine, “daima genç ve kuvvetli” olan tek rehberin, “Ezelden gelip Ebede giden” Kur’an düsturları olduğu ifade edilir.
Makale, bu ebedî ticaretteki en büyük tehlikenin, “bir lokma” veya “bir kelime” gibi “küçük şeyler” olduğunu; bu küçük hataların, “dünyayı yutan büyük letâifleri” (insanın manevî kabiliyetlerini) batırabileceğini belirterek ibretli bir uyarıda bulunur.
Yolculuktaki sosyal ahlâk ise, mü’minin kardeşini sevmesi, onun hatasına “tahakkümle” (baskıyla) değil, “lütufla ıslah” etmeye çalışması ve günahı için ona “yalnız acıması” olarak tasvir edilir.
Son olarak, bu mücadelenin sadece ferdî değil, aynı zamanda küllî olduğu; tarih boyunca Sünnet-i Seniyeyi “tahrip” etmeye çalışan akımlara karşı, “ihya” ve “tamir” vazifesi gören “manevî” bir mücadelenin (Mehdi ve Süfyan mücadelesi) de devam ettiği belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

​İnsanoğlu, kâinat sahnesine adım attığı andan itibaren “Ben neyim?”, “Nereden geliyorum?”, “Bu âlemdeki yerim nedir?” ve “Gayem nedir?” sualleriyle karşı karşıya kalmıştır. Felsefî (düşünce) akımlar ve medeniyetler bu suallere farklı cevaplar aramışsa da, ilahî mesajın nuruyla aydınlanan hikmet yolu, bu cevapları en sarsılmaz mantıkî ve derûnî delillerle sunmuştur.
​İnsanın ontolojik (varlıksal) makamı ve Rahmet , Hâlık’a olan en yakın münasebeti Dua , varoluşunun gayesi Hakikî Terakki, yolculuktaki imtihanı Hastalık ve Arınma ve diğer yolcularla münasebeti Uhuvvet (Kardeşlik) .
​Bu araştırma, bu beş merhaleyi sırasıyla tahlil edecektir.

1. Kâinatın Merkezindeki Muamma: Âciz-i Mutlak ve Hakikat-i Rahmet
​”Kat’iyen anla ki: Senin gibi zayıf-ı mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.” (Şualar)

​Bu ifade, insanın kâinattaki yerini tanımlayan en sarsıcı ve en mantıklı tasvirdir. İnsan, fıtratı itibarıyla “âciz-i mutlaktır”; bir mikroba dahi mağlup olabilir. “Fakir-i mutlaktır”; nefes almaktan rızka kadar sonsuz ihtiyaçlara muhtaçtır. “Zayıf-i mutlaktır” ve “fânidir”.
​İbret ve hikmet buradadır: Bu kadar âciz bir varlığa, “koca kâinatın musahhar edilmesi” (hizmetine verilmesi) bir tesadüf olabilir mi? Güneşin ona soba, ayın kandil, bulutların sebil, toprağın bir hazine olması; aklın, mantığın ve bilimin kabul edeceği üzere, başıboş bir tabiatın (doğanın) eseri olamaz.
​Bu muazzam zıtlık (çelişki) –yani insanın acziyeti ile kâinatın ona hizmetkârlığı arasındaki nisbetsizlik– tek bir hakikatle izah edilebilir: “Hakikat-i rahmet”. Bu, kör bir rahmet değildir. Ardında sonsuz bir Hikmet (her şeyi yerli yerine koyma), İnayet (hususi koruma), İlim (her şeyi bilme) ve Kudret (her şeye güç yetirme) vardır. Bu vecize, varlığın gayesiz olmadığını, aksine küllî bir Rahmet tarafından idare edildiğini mantıkî bir delil ile isbat eder.

2. En Mantıkî İspat: Sineğin Nidasından Duanın Kabulüne
​”Sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına ‘Lebbeyk’ söyleyen o Sâni’-i Semi’ ve Basîr’in, Senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevablar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?” (Mesnevî-i Nuriye)

​Birinci vecizede tesis edilen “Rahmet” hakikatinin, ferdî hayattaki en büyük tecellisi “dua”dır. Bu söz, duanın kabuliyetindeki mantıkî ve inkâr edilemez delili sunar.
​Tarih boyunca bazı düşünce akımları, “Allah bu kadar büyükken, benim küçük meselelerimi neden duysun?” şeklindeki şüpheye düşmüştür. Bu vecize, bu şüpheyi kâinattan getirdiği bir delil ile çürütür. Nazarımızı (bakışımızı) en küçük varlığa, bir sineğin kafasındaki “hüceyratın nidalarına” (hücrelerin ihtiyaç seslerine) çevirir.
​O Sâni’-i Hakîm (Hikmetli San’atkâr), en küçük bir hücrenin rızkını, faaliyetini ve ihtiyacını bilir, görür ve ona “Lebbeyk” (Buyur, cevab veriyorum) der. Kâinatı bu kadar tafsilatlı bir ilim ve işitme (Semi’) ve görme (Basîr) sıfatlarıyla idare eden bir Zât’ın; kâinatın en mükerrem misafiri, en şuurlu mahluku ve âciz-i mutlak olan “insanın” dualarını işitmemesi, ona cevap vermemesi aklen, mantıken ve ilmen imkânsızdır. Sineği gözetene, fili (veya insanı) gözetmek ağır gelmez. Bu, O’nun Semi’ ve Basîr isimlerinin zarurî bir icabıdır.

3. İlerlemenin Aslı: Fani Dünyadan Ebedî Hayata Yöneliş
​”Hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” (Sözler)

​İnsan, kâinatın Rahmet tarafından idare edildiğini ve bu Rahmet Sahibi ile “dua” yoluyla irtibat kurabileceğini idrak ettikten sonra, şu sualle karşılaşır: “Peki benim vazifem nedir? Nasıl ‘terakki’ edeceğim (ilerleyeceğim)?”
​Bu vecize, modern asrın en büyük yanılmalarından birine, yani “terakki” (ilerleme) mefhumuna derûnî bir tenkit (eleştiri) getirir. Asrın aldatıcı parlaklığı, terakkiyi sadece maddî ilerleme, teknoloji ve dünyevî refah olarak tasvir eder.
​Oysa bu söz, “hakiki terakkiyi” yeniden tanımlar: İlerleme, zahiri değil, derûnîdir. İnsana verilen her bir cihaz (kalp, sır, ruh, akıl, hayal) fani dünyaya değil, “hayat-ı ebediyeye” (sonsuz hayata) yöneldiğinde terakki başlar.
• ​Aklın vazifesi, fani işlerde boğulmak değil, kâinatı tefekkür ederek Hâlık’ı bulmaktır.
• ​Kalbin vazifesi, geçici sevgililere bağlanmak değil, Ebedî olan’a ayna olmaktır.
• ​Hayal kuvvesinin vazifesi, boş emeller peşinde koşmak değil, cenneti ve ebedî saadeti tasavvur etmektir.
​Hakiki medeniyet ve ilerleme, insanın bütün bu kuvvelerini, yaratılış gayesi olan “ubudiyet” (kulluk) faaliyetiyle meşgul etmesidir.

4. Yolculuğun İbreti: Hastalık Titremesi ve Günahların Dökülmesi
​”Hadîste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de, öyle günahları silker.'” (Lem’alar)

​Hakiki terakki yolculuğu imtihanlardan hâlî değildir. Bu yolculuktaki en büyük sarsıntılardan biri “hastalık” ve musibetlerdir. İnsan, âciz fıtratıyla bu musibetler karşısında sarsılır.
​Bu vecize, hadîs-i şerifin hikmetine dayanarak, bu sarsıcı hadiseye ibretli ve teselli edici bir mana kazandırır. Hastalık, bir ceza veya manasız bir elem değildir. Tıpkı “ermiş bir ağacı” silkelemenin, onun meyvelerini (veya kuru yapraklarını) dökmesine vesile olması gibi, mü’minin hastalığı ve onun verdiği “titreme” de, o mü’minin manevî kirlerini, yani günahlarını döker.
​Bu, musibeti bir rahmete çeviren bir nazardır (bakıştır). Edebî bir benzetme (teşbih) ile, en acı verici hadiselerden birinin aslında bir “temizlenme” ve “arınma” faaliyeti olduğu ders verilir. Bu, hastanın sabrını şükre, şikâyetini duaya çeviren hikmetli bir formüldür.

5. Mesleğin Esası: İman Kardeşliği ve Müşterek Düşman
​”Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha şiddetli düşmanlar ve Yılanlar var.” (Tarihçe-i Hayat)

​İnsan, bu ebedî hayat yolculuğunda yalnız değildir. Diğer mü’minler onun yol arkadaşlarıdır. Ancak bu sosyal hayatta kaçınılmaz olarak sürtüşmeler, husumetler ve hatta “düşmanlık” dahi vaki olabilir.
​Bu vecize, İslâmî sosyal hayatın ve iman hizmetinin en mühim esasını ortaya koyar: Uhuvvet (Kardeşlik).
• ​Asıl (Esas): Kardeşliğin temeli “imandır”. Bir kişide iman varsa, o “o noktada” kardeşimizdir.
• ​Hüküm: O kardeş bize “düşmanlık da etse”, ona mukabele etmek (karşılık vermek) “mesleğimizce” (hizmet anlayışımızca) caiz değildir.
• ​Sebebi (Hikmeti): Mantıkî ve stratejik bir sebep sunulur: “Çünkü daha şiddetli düşmanlar ve Yılanlar var.”
​Bu, tarihî ve ibretli bir derstir. Mü’minlerin kendi aralarındaki cüz’î (küçük) düşmanlıklarla meşgul olması, asıl “şiddetli düşman” olan küfür, dinsizlik, ahlâksızlık ve cehalet gibi “yılanlara” karşı mücadeleyi zaafa uğratır. Bu, dikkati asıl hedeften saptırmamayı, iç çekişmelerde boğulmamayı ve iman kardeşliğinin her türlü şahsî husumetin üstünde olduğunu ilân eden küllî bir düsturdur.

📖 Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu beş vecizenin işaret ettiği hakikatlerin aslı (esası) ve kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir:
• ​Rahmet, Acziyet ve Kâinatın Hizmetkârlığı Üzerine :
• ​”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan…” (Bakara, 2/29)
• ​”Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 45/13)
• ​”…İnsan (ise) çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• ​”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan…” (Bakara, 2/29)

• ​”Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 45/13)

• ​”…İnsan (ise) çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)

• ​Duanın Kabulü, Semi’ ve Basîr Olmak Üzerine (Vecize 2):
• ​”Kullarım, sana beni sorduklarında, (söyle ki) ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına cevap veririm…” (Bakara, 2/186)
• ​”Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…'” (Mü’min, 40/60)
• ​”…Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm, 14/39)
• ​”Kullarım, sana beni sorduklarında, (söyle ki) ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına cevap veririm…” (Bakara, 2/186)

• ​”Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…'” (Mü’min, 40/60)

• ​”…Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm, 14/39)

• ​Hakiki Gaye ve Ebedî Hayat Üzerine :
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
• ​”Ey huzur içinde olan can! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

• ​”Ey huzur içinde olan can! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)

• ​Musibet, Hastalık ve Günahlara Kefaret Olma Üzerine :
• ​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)
• ​”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
• ​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

• ​”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)

• ​Uhuvvet (Kardeşlik) ve Müşterek Düşman Üzerine :
• ​”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10)
• ​”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103)
• ​”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10)

• ​”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103)

📜 Makalenin Özeti

​Bu araştırma yazısı, Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilen beş veciz sözü tahlil etmiştir.
• ​İlk olarak, insanın “âciz-i mutlak” olmasına rağmen kâinatın ona hizmetkâr kılınmasının, ancak her şeyi kuşatan ilim, kudret ve hikmet sahibi bir “Rahmet” ile izah edilebileceği mantıkî delillerle ortaya konulmuştur.
• ​İkinci olarak, bu Rahmet Sahibinin, en küçük bir hücrenin ihtiyacını (sineğin nidasını) dahi işitip cevap vermesinin, insanın “duasına” cevap vereceğinin en kuvvetli mantıkî isbatı (kanıtı) olduğu gösterilmiştir.
• ​Üçüncü olarak, “hakiki terakkinin” maddî ilerleme değil, insanın kalp, ruh, akıl gibi bütün manevî cihazlarını “ebedî hayata” yönlendirerek yaratılış gayesi olan kullukla meşgul etmesi olduğu tasvir edilmiştir .
• ​Dördüncü olarak, bu yolculuktaki “hastalık” ve musibetlerin, manasız bir elem olmadığı; aksine, bir hadîs-i şerifin hikmetiyle, mü’minin günahlarını döken bir “arınma” vesilesi olduğu ibretle beyan edilmiştir.
• ​Son olarak, bu manevî yolculukta, mü’minlerin şahsî düşmanlıkları bırakıp “iman kardeşliğini” esas tutmaları gerektiği; zira asıl mücadelenin “daha şiddetli düşmanlara” karşı verilmesi lüzumu vurgulanmıştır .

​Netice olarak, bu beş vecize, insanın varoluş konumunu (Rahmet), Hâlık’ı ile irtibatını (Dua), hayatının gayesini (Terakki), imtihanını (Hastalık) ve sosyal nizamını (Uhuvvet) çizen küllî bir hikmet tablosu sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

Risale-i Nur’un, menbaını Kur’an’dan alan, istikameti en büyük keramet sayan ve ihlas, sebat, uhuvvet gibi sarsılmaz esaslara dayanan manevî bir cihad ile asrın getirdiği dalalet cereyanlarına karşı galebe etmesi keyfiyeti, ayetler ve o ayetlerin işaret ettiği hakikatler zaviyesinden (açısından) şu şekilde tafsilatlı (detaylı) bir surette izah edilebilir:

1. Asrın Teşhisi ve Vazifenin Tayini: Manevî Cihad

Bediüzzaman Hazretleri’nin “asrın dahisi ve görevlisi” olarak tavsif edilmesi, onun içinde bulunduğu zamanın hastalıklarını (illetlerini) isabetle teşhis etmesinden ileri gelmektedir. Evvelki asırlarda temel mesele cehalet ve tecrübesizlik iken, bu asrın en dehşetli hastalığı, felsefe-i maddiyyeden (materyalist düşünceden) neş’et eden (kaynaklanan) küfr-ü mutlak (tam bir inançsızlık) ve dalalet-i fenniye (bilimden gelen sapkınlık) olmuştur.
Bu sebeple, vazife, basit bir irşad (yol gösterme) veya nasihat vazifesi değil, doğrudan doğruya imanı kurtarmak vazifesidir. Muarızlar, artık basit inkârcılar değil, bilimi ve felsefeyi bir “burhan” gibi kullanan zındıka komiteleridir.
Buna karşı kullanılacak silah, maddî kılıç veya siyasî galebe olamazdı. Zira, Risale-i Nur’un mesleği, “vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz.” Vazife tebliğdir; kabul ettirmek, kalbleri çevirmek Allah’ın vazifesidir. Bu manevî cihadda, yegâne silah, burhan yani isbattır.
Cenab-ı Hak, hakikati tebliğ ederken hikmet ve delil yolunu emreder:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125)
Risale-i Nur, bu ayetin sırrınca, muarızlarını “ikna” ve “ilzam” (susturma) yolunu tercih etmiş; aklı, kalb ile mezcederek (birleştirerek) iman-ı tahkikîyi (araştırmaya dayalı imanı) ders vermiştir.

2. Menba ve Maya: Kur’an-ı Hakîm

Bu hizmetin “menba-ı Kur’an” ve “mayası İslam”dır. Risale-i Nur, müellifinin şahsî bir eseri veya felsefî bir düşüncesi değil, doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asrın fehmine (anlayışına) bir dersi ve manevî bir tefsiridir.
Bediüzzaman, “Üstadım Kur’andır” diyerek, kendisini devreden çıkarmış ve meselenin Kur’an’ın bir mucize-i manevîsi olduğunu isbat etmiştir. Bu, eserin tesirindeki fevkalade gücün sırrıdır. Muhatap, bir şahsı değil, doğrudan Kur’an hakikatlerini bulmaktadır.
Kur’an, kendisinin her şeye kâfi bir hidayet rehberi ve sarsılmaz bir burhan olduğunu beyan eder:
“Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir ve salih ameller işleyen mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ, 17/9)
“…Biz o kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, bir doğru yol göstericisi, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)
Risale-i Nur, bu ayetlerin bir tecellisi olarak, Kur’an’ın bu asırda sarsılmaz bir “sedd-i Zülkarneyn” vazifesi gördüğünü isbat etmiştir.

3. En Büyük Keramet: İstikamet

Mesleğin “en büyük kerameti istikamet” olması, en mühim esaslarından biridir. Bu asır, harikalar ve şaşırtıcı haller (keramet-i kevniye) asrı değil, hakikat ve burhan asrıdır. İnsanlar, gözle görülen harikalardan ziyade, aklı ve kalbi tatmin eden delillere muhtaçtır.
İstikamet, yani sırat-ı müstakim üzere sebat etmek, dalaletin ve sefahetin her tarafı istila ettiği bir zamanda, en zor ve en kıymetli haldir. Bu, keramet-i ilmiye (ilim kerameti) ve keramet-i istikamet (doğruluk kerameti) olarak tezahür eder.
Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” dedirten ayet, tam da bu hakikate işaret eder:
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd, 11/112)
İstikametin ehemmiyeti ve neticesi ise bir başka ayette şöyle müjdelenir:
““Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” (Ahkâf, 46/13-14)
Risale-i Nur, harika kerametler peşinde koşmak yerine, en zor şartlarda dahi Kur’an hakikatlerinden taviz vermeyerek bu “istikamet kerametini” bilfiil göstermiştir.

4. Mesleğin Ruhu: İhlas, Uhuvvet ve Tesanüd

“ihlas, sebat, sadakat, uhuvvet, tesanüd” ise, bu manevî cihadın nasıl yürütüleceğinin proğramıdır.

a) İhlas (Samimiyet):
Bu mesleğin ruhu ve hareket ettirici motorudur. Müradifleri; samimiyet, hâlisiyet, sadece Rıza-yı İlâhî’yi gaye edinmektir. İhlas, amele uhrevî bir hayat üfler. O olmadan yapılan hizmet, en büyük dahi olsa, “hebâen mensûrâ” (saçılmış toz zerreleri) olur.
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak (ihlasla), hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5)
Risale-i Nur mesleğinde, maddî veya manevî hiçbir menfaat, hattâ manevî makamlar dahi gaye yapılamaz. Gaye yapılırsa ihlas kırılır.

b) Uhuvvet ve Tesanüd (Kardeşlik ve Dayanışma):
Bu asrın dehşetli şahs-ı manevî-i dalaleti (dalaletin manevî şahsiyeti) karşısında, ferdî (şahsî) mukavemetin (direncin) mağlup düşeceği bedihîdir (açıktır). Bu cereyana karşı ancak daha kuvvetli bir şahs-ı manevî ile mukabele edilebilir. Bu şahs-ı manevînin çimentosu “uhuvvet” (kardeşlik), kuvveti ise “tesanüd” (dayanışma) ve “iştirak-i a’mâl-i uhrevî”dir (uhrevî amellere ortaklık).
Bu meslekte “ene” (ego, benlik) değil, “nahnü” (biz) esastır. Fena fi’l-ihvan (kardeşler içinde erimek) sırrıyla, şahsî enaniyeti bırakıp, kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde erimek esastır.
Kur’an-ı Kerim, bu sarsılmaz bağı emreder:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât, 49/10)
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3:103)

c) Sebat ve Sadakat (Kararlılık ve Bağlılık):
İstikametin fiilî tezahürüdür. Sebat, yolda sabit kadem olmaktır. Sadakat ise, davaya, üstadına ve kardeşlerine karşı sarsılmaz bir bağlılık göstermektir. Bu asrın fitneleri, en kuvvetli görünenleri dahi yoldan çıkarırken, bu meslekte sebat ve sadakat, en büyük bir kuvvet vesilesi olmuştur.
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar sözlerini zerre kadar değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33:23)

Netice: Manevî Galebe
“gayesine doğru yürümüş ve galebe etmiştir” tesbiti, bu cihadın neticesidir. Bu galebe, siyasî veya maddî bir hâkimiyet değildir. Bu, manevî bir galebedir. Bu galebe:
• İmanı Kurtarma Galebesidir: En ümitsiz bir zamanda, milyonlarca insanın imanının kurtarılmasına vesile olmaktır.
• İlmen Galebedir: Felsefenin ve maddiyyunluğun en Cihan şümul (evrensel) iddialarını, Kur’an’ın burhanlarıyla çürütmek ve susturmaktır.
• Hakkın Galebesidir: Her türlü tazyik, hapis ve zulme rağmen, hakikatin inkişaf ederek (gelişerek) kalbleri ve akılları fethetmesidir.

Cenab-ı Hak, hakkın daima üstün geleceğini vaad etmiştir:
“De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdür.”” (İsrâ, 17:81)
“…Allah ise, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (Tevbe, 9:32)

Hülasa olarak;
Risale-i Nur mesleği, bu asrın ihtiyaçlarına tam cevap veren; kaynağını, metodunu ve hedefini Kur’an’dan alan; şahsî deha yerine kolektif bir şahs-ı manevîye dayanan; keramet olarak istikameti ve silah olarak burhanı kullanan; ihlas, uhuvvet ve sebat ile techiz edilmiş bir iman hizmeti ve manevî bir fetih hareketidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurdan-esaslar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

Risale-i Nur Külliyatı’nın ana sütunlarını teşkil eden erkân-ı imaniyenin (tevhid, nübüvvet, haşir) ve bu imanî esasların ferdî ve içtimaî hayattaki tezahürlerinin (ubudiyet, marifetullah, hizmet, âhirzaman fitneleri) hikmetli bir icmalidir. Bu notlar, birbiriyle merbut birbiriyle alâkadar olup, kâinatı bir kitab-ı marifet olarak okuma usûlünü tasvir etmektedir.
İşte bu zengin muhtevadan süzülen en bâriz hakikatler ve bunların izahı:

1. Hakikatü’l-Hakaik Olarak Tevhid ve Rububiyet

Kâinatın vahdetine ve bir elden çıktığına dair sarsılmaz bir isbat gayreti göze çarpmaktadır. Bu, Risale-i Nur’un en esaslı davasıdır.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• Kâinatın varlığı, bir Vâcibü’l-Vücud’a istinad eder: “Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.” (Şualar.24).
• Bu varlık âlemindeki nizam, şirki reddeder: “Bu kâinat bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür…” (Şualar.190).
• Fiilde ve icadda şeriki yoktur: “Cenab-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi… fiilinde de şeriki yoktur.” (Mesnevi-i Nuriye.18).
• Kudretine nisbeten hiçbir şey O’na ağır gelmez: “Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir.” (Lemeat.699) ve “Tesir-i hakikî, yalnız ve yalnız Allah’ındır.” (İşarat-ül İ’caz.72).
Bu hakikat, kâinatın zerrelerinden şemslere kadar her şeyin, birbiriyle alâkadar ve birbiri içinde bulunmasıyla isbat edilir. “Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez.” (Lemeat.700) düsturu, bu tevhidi mühürler.

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu tevhîd akidesinin Kur’an-ı Kerim’deki en parlak müradifi şudur:
$”De ki: ‘Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, yer de gök de (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı sıfatlardan uzaktır.'”$
(Enbiyâ, 21/22)

2. Kâinatın Sebeb-i Hilkati ve Hayatı: Nübüvvet ve Hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
“Levlâke” hadîs-i kudsîsine dair izah, kâinatın merkezine Risalet-i Muhammediye’yi (A.S.M.) yerleştirmektedir. Notlar, O’nun (A.S.M.) nurunun, kâinatın hem çekirdek-i aslîsi hem de en ekmel meyvesi olduğunu vurgular.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• İlk notda bu hakikati şöyle tesbit ediyoruz: “…küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı… hem kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar.” (1/175-176).
• Bu nurun kâinat için ehemmiyeti o derecededir ki: “Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner.” (Sözler.237).
• Ve bu açıdan, kâinatın varlık sebebi, O’nun (A.S.M.) hayatı ve risaletidir: “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek…” (Lem’alar.336).
• O Zât (A.S.M.), bütün mahlukatın dualarının ve ubudiyetlerinin temsilcisi ve imamıdır: “Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmada umum zevilhayata şamil pek şedid bir ihtiyac-ı azîm için dua eder… o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.” (Mesnevi-i Nuriye.29).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu cihan şümul vazife ve O Zât’ın (A.S.M.) kâinatın varlığıyla olan bu derûnî alâkası, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
$”(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”$
(Enbiyâ, 21/107)
Bu rahmet, sadece insanlara değil, bütün “âlemlere”dir; yani O’nun (A.S.M.) vazifesi, kâinatın hayatı ve bekasının sebebi olan İlahî rahmetin tecessüm etmiş halidir.

3. İnsanın Vazifesi: Ubudiyet, Marifet ve Teklif Sırrı
Tevhid ve Nübüvvet hakikatlerinden sonra, insanın bu kâinattaki yerine ve vazifesine odaklanmaktadır. İnsanın yaratılış gayesi, en yüksek hedefi, ubudiyettir.
Tesbitlerden İktibaslar:
• Kâinatın yaratılış maksadının insandaki tezahürü budur: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” (Sözler.264).
• Bu ubudiyetin temeli “teklif”tir ve teklif, insanın kemalâtı içindir: “Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır. … Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.” (İşarat-ül İ’caz.163-165).
• Bu vazife o kadar ciddidir ki, Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracının hikmeti de budur: “Hikmeti, tavziftir… bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları… o vazifenin netaicindendir.” (Mektubat.42).
• İnsanın kıymeti de bu gayeye olan himmetiyle ölçülür: “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.” (İşarat-ül İ’caz.75).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu gaye-i hilkat, Kur’an-ı Kerim’de en sarih şekilde şöyle beyan edilmiştir:
$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$
(Zâriyât, 51/56)
“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!” (Sözler.271) iktibası, bu ayetin kuvvetli bir tefsiridir.

4. Marifetullah Yolu: Kâinatı Okumak ve İman Hakikatleri

Peki, bu ubudiyet ve marifetullah nasıl kazanılacak? Bu sualin cevabını “kâinatı tefekkür” ve “iman ilmi” olarak vermektedir.
Tesbitlerden İktibaslar:
• Marifetullah’ın en parlak yolu, kâinatı bir zikir halkası olarak görmektir: “Evet ben, Hülâsat-ül Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor.” (1/146).
• Kâinatın anahtarı insana verilmiştir: “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.” (Sözler.536).
• İnsanın en mühim ilmi, bu anahtarı kullanma ilmi olan iman ilmidir: “İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.” (Sözler.749).
• Bu iman, sadece bir tasdik değil, kâinatı aydınlatan bir nurdur: “Evet delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.” (İşarat-ül İ’caz.41).
• Vicdan ve kalb, bu marifetin derûnî merkezidir: “Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan… kalb ile vicdandır.” (İşarat-ül İ’caz.77) ve “Vicdan, Cezbesi İle Allah’ı Tanır.” (Lemeat.700).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Kur’an-ı Kerim, mütemadiyen nazarları kâinat kitabına çevirir ve tefekküre davet eder. Bu, marifetullahın Kur’anî metodudur:
$”Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.”$
(Âl-i İ1mrân, 3/190-191)

5. Haşir, Ebediyet ve Vicdanî İştiyak

İman ve ubudiyetin neticesinin ve insanın fıtrî ihtiyacının “ebediyet” olduğunu kuvvetle vurgulamaktadır. İnsandaki hadsiz istidadlar, bu fâni dünyaya sığmamaktadır.
Tesbitlerden İktibaslar:
• İnsanın fıtratı, ebed için yaratılmıştır: “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Sözler.522).
• İnsandaki bu kabiliyetler israf edilmeyecektir: “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat… saadet-i ebediyeye elini uzatmış…” (Sözler.521).
• Dünya, bu istidadların tam inkişafı için kâfi değildir: “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.” (Sözler.525).
• Bu hakikat, aklî olduğu kadar kat’îdir de: “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.” (Şualar.219).
• Mevt (ölüm), bir yokluk değil, bir mekân değişikliğidir: “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.” (İşarat-ül İ’caz.179) ve “zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak…” (Sözler.204).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
İnsanın bu dünyaya gelişindeki imtihanı ve neticesindeki haşri, Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir:
$”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”$
(Mülk, 67/2)

6. Zamanın Meseleleri: Siyaset, Fitneler ve Hizmet Usûlü

“Ahirzaman”ın dehşetli fitnelerine ve Risale-i Nur şakirdlerinin bu fitneler karşısındaki tavrına işaret etmektedir.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• Siyasetin fitnesinden şiddetle kaçınmak: “Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar…” (Şualar.271-272).
• Siyasetin aldatıcılığına karşı bir düstur: “Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!.” (Lemeat.717).
• Âhirzamanın en dehşetli fitneleri: “Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: ‘Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları…'” (Mektubat.270).
• Derd-i maişetin (geçim derdinin) bir fitne olarak kullanılması: “Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak… ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup… çalışacak…” (Kastamonu Lahikası.140).
• Bu fitnelere karşı mukabele usûlü: “Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var.” (Kastamonu Lahikası.223).
• Ve içtihad namıyla yapılacak tahrifata karşı sed çekmek: “Şu münkerat zamanında… içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.” (Sözler.480).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu fitneler karşısında mü’minin duruşu ve sığınağı, Allah’a ve Resûlü’ne (A.S.M.) itaattir. Siyaset ve fırkacılıkla bölünenlere karşı Kur’an’ın ikazı şöyledir:
$”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…”$
(Âl-i İmrân, 3/103)

Risale-i Nur’un siyasetten uzak duruşu, bu “parçalanıp bölünmeyin” emrine ve hizmet-i imaniyeyi safî bir surette devam ettirme hikmetine mebnîdir.

Netice ve Sentez

Kâinat, Sâni-i Zülcelâl’in varlığını, birliğini ve Rububiyetini ilan eden bir zikir meclisidir. Bu meclisin en azîm dellâlı, imamı ve bu kâinatın varlık sebebi, Hakikat-i Muhammediye’dir (A.S.M.). İnsan ise, bu kâinat sarayına, “ubudiyet” ve “marifet” vazifesiyle gönderilmiş ve istidadları bu dünyaya sığmayıp ebede uzanan bir yolcudur. Bu yolculukta onun rehberi Kur’an, üstadı Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve iman ilmidir.
İçinde bulunulan âhirzaman fitneleri (siyaset, derd-i maişet, felsefe-i bâtıla) ne kadar dehşetli olursa olsun, mü’minin vazifesi; imanını tahkikîleştirmek, iktisad ve kanaatle hareket etmek ve hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde tutmaktır.
Hazırladığınız bu muhteva, Risale-i Nur Külliyatı’nın bu cihan şümul davasının hikmetli bir fezlekesi mahiyetindedir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurdan-konu-ve-notlar/

Hazırlayan: Meh