Büyük görünme küçülürsün

Büyük görünme küçülürsün 

   Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada,

   Görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek,

   Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek.

   Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…

* * * 

Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir 

   Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır:

   Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.

   Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır.

   Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.

   Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.

   Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir.

   Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir.

   Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.

   Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir.

   Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.

* * * 

  1. “Büyük görünme — küçülürsün” (metafor ve mantık)

Kısa anlam: Toplum içinde “görünme penceresi” (itibar, tanınırlık, mevki) ile gerçek değerin (kıymet, gayret, liyakat = himmet) orantısı bozulursa, insan ya kibirlenir ya da küçük düşer.

“Pencere” = toplumun seni gördüğü mertebe/pozisyon (şöhret, makam, ün).

“Kıymet / himmet” = gerçekten sahip olduğun meziyet, gayret, fazilet.

Nasıl işler?

Eğer pencere (görünürlük) kıymetin/çabanın üstündeyse → kişi “olanın üzerinde” görünmeye çalışır; tekebbür (kibir) doğar: “Ben büyükmüşüm” tavrı.

Eğer pencere kıymetin altındayse → kişi tevazu ile eğilir; “ben olduğumdan küçük gösteriyorum” tavrı hâkim olur; kâmil (olgun) kişide ise küçüklük büyükliğin ölçüsüdür — yani mükemmeller için alçakgönüllülük büyüklüğün işaretidir.

Metnin son cümlesi tersine bir kural verir: eksik kişilerde (nâkıs) küçüklük gösterme çabası aslında büyüklük iddiasının (gösterişin) ölçüsüdür — yani “gerçekte küçük olup kendini büyük göstermeye çalışmak” nâkıslığın belirtisidir.

Güncel örnekler

Sosyal medyada geniş takipçisi olan ama ahlâk/kalite bakımından zayıf birinin kibri.

Aslî meziyeti çok yüksek ama alçakgönüllü büyük âlim/sanatçı: gerçek büyüklük, küçülük (tevazu) ile ölçülür.

Yönetici pozisyonunda kibir göstermek kurumu çürütür; tersine liderin tevazusu itibar kazandırır.

Pratik neticeler / Öneriler

Görünürlüğün seni aşmasını engelle: başarıyla tevazu arasındaki dengeyi koru.

Kendi “penceren” ile “kıymetin” arasındaki orantıyı düzenli kontrol et — geribildirim, öz-muhasebe.

Kâmil kişilerin örneğini oku (Hz. Peygamber, evliya şahsiyetleri) — büyüklüğün küçüklükle gösterildiği haller.

  1. “Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir” — temel prensip

Ana ilke: Bir haslet (sıfat, huy, davranış) aynı değil; kimin elinde, hangi konumda, hangi niyetle bulunduğuna göre övgü veya ayıplaşma haline gelir. Yani erdemin mahiyeti bağlama bağlıdır.

Aşağıda metindeki örnekleri alıp açıkça çözelim.

  1. a) Zayıfın övünmesi (izzet-i nefsi) — güçlüde tekebbür olur

Durum A (zayıf→kavîye karşı): Zayıfın kendini koruma, onurunu savunma tavrı “izzet” (öz saygı) olarak görülür — toplum bunu takdir eder.

Durum B (aynı tavır güçlüde): Eğer aynı ifade güçlünün tavrıysa, o zaman kibir ve gurur olur — zayıfın hakkını gasp eden ruh hali.

Örnek: Fakirin onuruyla davranması saygı toplar; aynı sertlikle zengine davranış kibir olur.

  1. b) Gücün tevazusu — zayıfın tevazusu farklı mahiyet taşır

Güçlüde tevazu: Makam sahibi birinin alçakgönüllülüğü vakur ve erdemli kabul edilir.

Zayıfta aynı tavır: Zayıfın yapay tevazu gösterisi, çoğu zaman riyâ veya aşağılık duygusunun belirtisi olur.

Örnek: Liderin halka içtenlikle yaklaşması erdem; zayıfın abartılı alçakgönüllülüğü taktiksel olabilir.

  1. c) Makam/rol ile hasletin yerleşmesi

Ulû’l-emr (otorite) makamında ciddiyet ve vakarıyla “ciddiyet” erdemdir; aynı ciddiyet evde sürekliyse soğukluk, zillettir.

Hanede (ev içi) mahiyet farklılaşır: Bir şeyin yeri değişirse anlamı da değişir.

Örnek: Bir komutanın ciddiyeti sahada disiplin sağlar; evde aynı sertlik aile bağlarını zedeler.

  1. d) “Mütekellim-i vahde / maalgayr” (temsil ve sorumluluk bağlamı)

Mütekellim-i vahde (şahsî sorumluluk/karar): Birey kendi adıyla hareket ediyorsa, gösterdiği fedakârlık ve müsamaha gerçek fedakârlık sayılır.

Mütekellim-i maalgayr (başkaların adına hareket/temsil): Aynı eylem, temsil, vekâlet veya başkası için yapılırken niyet/hesap varsa hıyanet ve riya olabilir.

Örnek: Bir kişinin kendi malından verdiği sadaka samimi; söylenerek veya başkası adına suistimal edilerek verilen para, manipülasyon olabilir.

  1. e) Tevekkül ile tembellik, tevekkül-ü şerî ile tembellik ayrımı

Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz (işin sonucu Allah’a havale) — önce sebebi yerine getir sonra neticeyi Allah’a bırak; bu şer‘î tevekkültür (övgüye layık).

Tertib-i mebâdıde tevekkül (nedenleri atlayıp sadece tevekkül) — sebebi terk edip tembelliği mazeret yapmak ise tembelliktir.

Uygulama: Çalışmadan “Allah yardım eder” deyip iş yapmamak yanlış; önce gayret, sonra tevekkül.

  1. f) Sa’y ve kısmet, kanaat ve dûn-himmetlik (azim eksikliği)

Sa‘y (çaba): gayretin semeresi.

Kısmetine rıza: çalışıp neticeye razı olmak memduh (övgüye layık). Bu, kanaat ve ruhun olgunluğudur.

Mevcud mala iktifa (sahip olana yetinme): eğer bu rıza çalışmanın sonucu ise övgü alır; ama eğer hedefsizlikten, dûn-himmetlikten (küçük hedefçilik) geliyorsa ayıptır.

Örnek: Elinde olanla şükretmek iyidir; ama hırs ve gayret olmadan yetinmek tembelliktir.

  1. g) Toplumsal pratiğe dair ipuçları (Kur’anî bağlam)

Kur’an genel olarak salihat (salih ameller) ve takvâ vurgular; bunların bağlamı ve mahiyeti bazen “ibham” (örtülü, işaretli) ile ifade edilir. Yani tek bir lafzın ardında makamların tesiri gizlidir — amelin mahiyeti, kimin ve nerede yaptığına bağlıdır.

  1. Pratik kıstas: “Bir hasleti nerede erdem, nerede kusur sayarım?”

Kısa kontrol listesi — karar verirken sor:

  1. Niyet nedir? (İçtenlik mi, gösteriş mi?)
  2. Kimin elinde? (Güçlü mü zayıf mı? Makam sahibi mi, sıradan mı?)
  3. Bağlam neresi? (Ev mi, meydan mı, meslek mi?)
  4. Netice kim/neyi etkiler? (Topluma fayda mı, zarar mı?)
  5. Sürekli mi geçici mi? (Sürekli gösteri mi yoksa olağan görev mi?)
  6. Dinî ve ahlâkî ölçülerle uyumlu mu? (Adalet, ihsan, tevazu kriterleri)

  7. Somut örnekler (güncel)

Liderlik: Bir siyasi liderin alçakgönüllülüğü makamında erdemdir; aynı üslup saha-dışı durumlarda zayıflık işareti olabilir.

İş dünyası: Patronun fedakârlığı (çalışana yaptığı iyilik) samimi ise övgü; eğer propaganda içinse riyâdır.

Aile: Ebeveynin sert disiplini kurum için gerekli olabilir; fakat evde duygusal soğukluk yaratıyorsa yanlış.

Bireysel hayat: “Mevcud mala iktifa” ile “hayal kurmaktan vazgeçmek” arasındaki farkı niyet ve gayretle tespit et.

  1. Uygulama-reçetesi (kısa)

Kişisel seviye: Haftalık öz-muhasebe: niyet kontrolü, rol analizi, dua + somut hedef.

Eğitim/öğretim: Öğrencilere “erimeyeni erdem” öğretilmeli: situasyonel etik, rol bilinci.

Kurum/yönetim: Görev tanımları ve davranış kodu: makamın erdem gerektirdiği davranışlar açık olsun.

Toplum: Kahramanlaştırma yerine liyakatçi ve tevazu ödüllendiren kültür inşa et.

  1. Kısa sonuç (tek cümleyle)

Erdem sabit bir obje değildir; kimin elinde, hangi makamda ve hangi niyetle bulunduğuna göre ya viraneyi onarır ya zehri çoğaltır — hikmet, hasleti yerinde kullanmaktır.

*****

### **İzah**

Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmışa benzeyen, derin manalar içeren ve onun karakteristik üslubuyla yazılmış bir parçadır. Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Büyük görünme küçülürsün**: Kibir ve tevazunun dengesi, büyüklük algısının hikmeti.
    2. **Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir**: İnsan sıfatlarının (hasletlerin) bağlama göre değişen mahiyetleri ve bunun örnekleri.

Bu metinler, İslam ahlakı, tevazu, kibir, sıfatların göreceliliği ve Kur’an’ın ibhamının (belirsizliğinin) hikmetini tefekkür ederek açıklıyor.

#### **1. Büyük Görünme Küçülürsün**

**Metin:**
> Büyük görünme küçülürsün
> Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada,
> Görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek,
> Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek.
> Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…

**İzah:**
Bu bölüm, kibirin (büyüklük taslama) insanı küçülttüğünü, tevazunun ise gerçek büyüklük olduğunu ele alıyor. İnsan, toplumdaki konumunu (mertebe) doğru değerlendirmeli; kibir, dengesizliğe yol açar. Ana fikir, kâmil (olgun) insanlarda küçüklük (tevazu) büyüklüğün ölçüsüdür; nâkıs (eksik) insanlarda ise büyüklük küçüklüğün ölçüsüdür.

  1. **“Büyük görünme küçülürsün”**: Büyük görünmeye çalışma, yoksa küçülürsün. Kibir ve büyüklük taslama, insanı manevi olarak küçültür ve toplumda rezil eder. Bu, İslam’ın tevazu emrine dayalıdır; Kur’an’da “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme” (İsrâ, 37) buyurulur.
  2. **“Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli”**: Benliği (ene) ikiye katlanmış, kafası kibir dolu kişiye seslenerek, şu mizanı (ölçüyü) bilmesi gerektiği belirtiliyor. “Enesi çifteli”, benliğini abartan, kibirli bir kişiyi tasvir eder. İnsan, toplumdaki dengesini bilmelidir.
  3. **“Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var”**: Her insan için toplumda (cemiyet-i beşer), sosyal yapıda (içtimaî bina) bir penceresi vardır. Bu pencere, mertebe (konum) olarak adlandırılır ve görmek/görünmek için kullanılır. Yani, insan toplumda bir rol ve konum sahibidir; bu konum, onun toplumdaki penceresidir.
  4. **“Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek, uzanacak”**: Eğer bu pencere (mertebe), insanın gerçek değerinin (kamet-i kıymet) üstündeyse, kibirle (tekebbür) uzanacak ve büyüyecektir. Yani, hak etmediği bir konumu kibirle şişirir ve haddini aşar.
  5. **“Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek”**: Eğer pencere, insanın himmetinin (gayret ve idealinin) altında kalırsa, tevazuyla (tevazu) küçülecek ve eğilecek. Yani, insan konumunu tevazuyla kabul eder ve büyümek için çaba gösterir.
  6. **“Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…”**: Olgun insanlarda (kâmillerde), büyüklüğün ölçüsü (mikyası) küçüklüktür (tevazu). Eksik insanlarda (nâkıslarda) ise küçüklüğün ölçüsü büyüklüktür (kibir). Yani, gerçek büyüklük tevazuda gizlidir; kibir ise küçüklüğün bir işaretidir.

**Genel Mesaj**: Kibir, insanı küçültür; tevazu ise büyütür. İnsan, toplumdaki konumunu doğru değerlendirmeli, hak etmediği büyüklük taslamamalıdır. Kâmil insanlar tevazuyla büyür; nâkıslar kibirle küçülür. Bu, İslam’ın tevazu ve ihlas emrini yansıtır.

#### **2. Hasletlerin Yerleri Değişse Mahiyetleri Değişir**

**Metin:**
> Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir
> Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır:
> Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.
> Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır.
> Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.
> Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.
> Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir.
> Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir.
> Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.
> Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir.
> Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.
> Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.

**İzah:**
Bu bölüm, insan sıfatlarının (hasletlerin) bağlama göre değişen mahiyetlerini ele alıyor. Aynı sıfat, farklı yerlerde (yer ayrı) farklı anlam kazanır; bazen olumlu (salih), bazen olumsuz (talih) olur. Ana fikir, sıfatların göreceli (nisbî) olduğu ve Kur’an’ın mutlak ifadelerinin bu göreceliliği kapsadığıdır.

  1. **“Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir”**: Sıfatların (hasletlerin) yerleri (bağlamları) değişirse, mahiyetleri (özleri) de değişir. Aynı sıfat, farklı durumlarda farklı bir karaktere bürünür. Bu, İslam ahlakının göreceli yönünü gösterir.
  2. **“Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır”**: Bir sıfat, yeri farklı olsa da görünüşü (sima) aynıdır. Bazen dev gibi korkutucu, bazen melek gibi güzel, bazen doğru (salih), bazen yanlış (talih) olur. Aşağıdaki örnekler bunu açıklar.
  3. **“Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur”**: Zayıfın güçlüye karşı izzet-i nefsi (onur), olumlu bir sıfattır. Ancak güçlüde (kavîde) olursa, kibir ve gurur olur.
  4. **“Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır”**: Güçlünün zayıfa karşı tevazuu (alçakgönüllülük), olumlu bir sıfattır. Ancak zayıfta olursa, alçaklık (tezellül) ve riya olur.
  5. **“Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir”**: Bir yönetici (ulü’l-emr), makamında ciddiyet gösterirse vakar (ağırlık) olur; alçakgönüllülük gösterirse zillet (aşağılık) olur.
  6. **“Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir”**: Aynı yönetici evinde (hanesinde) alçakgönüllü olursa tevazu olur; ciddi olursa kibir olur.
  7. **“Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir”**: Tek başına konuşan (mütekellim-i vahde) bir kişide müsamaha (hoşgörü), hamiyet (vatanseverlik); fedakârlık, salih bir amel olur.
  8. **“Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir”**: Başkalarıyla birlikte konuşan (mütekellim-i maalgayr) bir kişide müsamaha, hıyanet (ihanet); fedakârlık, talihsiz bir amel olur.
  9. **“Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir”**: İşin başlangıcında (tertib-i mebâdide) tevekkül, tembellik olur. Sonucun beklenmesinde (terettüb-ü netice) tefviz (işi Allah’a bırakma), şer’i tevekküldür.
  10. **“Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir”**: Çabasının meyvesine (semere-i sa’yine) ve kısmetine rıza, övülen bir kanaattir ve çalışmaya teşvik eder.
  11. **“Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir”**: Mevcut mala yetinmek, övülen bir kanaat değil, düşük himmetliliktir (dûn-himmetlik).
  12. **“Misaller daha çoktur”**: Örnekler daha çoktur; sıfatların göreceliği hayatın her alanında görülür.
  13. **“Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri”**: Kur’an, salihat (iyi ameller) ve takvayı mutlak (belirsiz) bir şekilde zikreder. Bu ibham (belirsizlik), makamların (durumların) etkisine işaret eder (remzeder). Kur’an’ın icazı (kısalığı), bir tafsildir (açıklama); sükûtu (susması) ise geniş bir sözdür. Yani, Kur’an, sıfatların göreceliliğini mutlak ifadelerle kapsar.

**Genel Mesaj**: Sıfatlar, bağlama göre değişir; aynı sıfat farklı yerlerde olumlu veya olumsuz olur. Müslüman, sıfatlarını doğru bağlamda kullanmalı ve Kur’an’ın mutlak ifadelerinin hikmetini anlamalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani tevazu, kibir ve sıfatların göreceliliğini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Tevazu ve Kibir**: Kibir küçültür; tevazu büyütür. İnsan, konumunu doğru değerlendirmeli.
2. **Sıfatların Göreceliliği**: Sıfatlar, bağlama göre değişir; olumlu bir sıfat yanlış yerde olumsuz olur.
3. **Kur’an’ın Hikmeti**: Kur’an, mutlak ifadelerle sıfatların göreceliliğini kapsar; bu ibham, makamların etkisini gösterir.

Bu metin, Müslümanlara tevazu ve adaletle hareket etmeyi, sıfatlarını doğru bağlamda kullanmayı öğütler. Kibir ve büyüklük taslamanın küçülmeye yol açtığını, sıfatların göreceliliğinin hayatın bir hikmeti olduğunu vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz

Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz 

   Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim.” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi.

   Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.

   Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı.

   Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak

   Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…

* * * 

Zaman olur ki adem-i nimet nimettir 

   Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir.

   Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.

* * * 

Her musibette, bir cihet-i nimet var 

   Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır

   Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin

   Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa isti’zamla ürkersen “of of”la üflersen, o da aksine şişer.

   Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir. Kalpte olan misali, döner hakikat olur;

   Hakikatten ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…

******

1 — Tereffüh ve şer‘î izin

Metin özeti:

> “Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer‘î bizi muhtar bırakmaz.”

İzah:

Tereffüh, rahat ve lüks içinde yaşama, lezzet ve bolluk anlamına gelir.

Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi, şer‘î izn-i lüks ve keyif belirli şartlara bağlıdır; her zaman ve her koşulda serbest değildir.

Günümüzde toplumun çoğu kişi açlık, kıtlık veya basit hayat şartları ile karşı karşıya olduğundan, lüks ve fazlalıkta serbestçe hareket etmek, şer‘î açıdan uygun değildir.

Örnek:

Eskiden, İslâm toplumunun çoğu açlık ve basit hayat ile yaşıyordu; lüks seçimlerinde serbestlik vardı.

Günümüzde ise çoğu kişi temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı için, şer‘î olarak lüks ve tereffüh için izne ihtiyaç kalmamıştır.

> “Sanki yedim.” → Bu ifade, az ile yetinmeyi ve keyfi sınırlamayı, lüksü bir ölçüde hayal etmekle yetinmeyi öğütler.

2 — Zamanın nimeti ve nimetsizliği

Metin, nimetin ve musibetin göreceli olduğunu vurgular:

Zaman zaman nimetler, kişinin farkına varmadan geçer; bu, nimetin değersiz olduğu anlamına gelmez.

Hâfıza ve unutkanlık bir nimettir: Musibet zamanında önceki musibetleri unutturur, bu sayede insan, her nimeti yeniden takdir eder.

> “Zaman olur ki adem-i nimet nimettir.”

Burada “adem-i nimet”, nimetin yokluğu gibi görünse de aslında bir nimettir; zira insanın sabrı ve farkındalığı gelişir.

3 — Her musibette bir nimet vardır

Metin özeti:

> “Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör.”

Her musibet, insan için gizli bir iyilik veya eğitim fırsatı taşır.

Risale-i Nur’a göre:

Musibet, kişinin kalbini terbiye eder.

Küçük bir nimeti fark etmek, şükür bilincini geliştirir.

Musibete sadece dehşet ve korku ile bakmak, nimeti görememek anlamına gelir.

Hikmetli yaklaşım:

  1. Musibetin içindeki küçük nimetleri fark et.
  2. Kalpteki sabır ve şükür ile bunu çoğalt.
  3. Aksi durumda, musibete gereksiz üzüntü ve dehşet eklenir, fayda yerine zarar olur.

> “Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır.”

Bu, her olumsuz olayda bile Allah’ın bir hikmeti ve gizli nimeti bulunduğunu gösterir.

4 — Tefsirî hikmetler

Tereffühün sınırlandırılması: Toplumun genel durumu ve şer‘î ölçüler ile ilgilidir. Fazla lüks, adaletsizlik ve sefahate yol açar.

Musibet ve nimet ilişkisi: İnsan, musibet anında dahi gizli hikmet ve nimeti fark etmelidir; bu, iman ve sabrı pekiştirir.

Şer‘î ve hikmetli hayat: Hem azla yetinmek hem de musibette hikmeti görmek, insanı manevi olgunluğa ve ahlâkî dengeye götürür.

5 — Özet ve ders

  1. Lüks ve tereffüh sınırlıdır: Şer‘î izne uygun olarak hareket edilmeli; fazlası helak edici olabilir.
  2. Nimetin farkında ol: Küçük nimetler dahi büyük değer taşır; fark etmek, şükür ve manevi kazanç getirir.
  3. Musibette hikmet ve nimet vardır: Her sıkıntı, insanın imanını ve sabrını sınayan gizli bir nimettir.
  4. Aşırı korku ve dehşet hatadır: Musibete panik ve üzüntü ile yaklaşmak, nimeti görmeyi engeller; tefekkür ve dikkat ile içindeki hikmeti yakalamak gerekir.

    *******

### **İzah**

Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmışa benzeyen, derin manalar içeren ve onun karakteristik üslubuyla yazılmış bir parçadır. Metin, üç ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz**: Zor zamanlarda lüks ve israfın şer’i açıdan caiz olmadığı, sade yaşamın gerekliliği ve ekseriyetin basit maişetine uymanın önemi.
    2. **Zaman olur ki adem-i nimet nimettir**: Nimetlerin yokluğunun bazen nimet olduğu, hafıza ve nisyan (unutma) örnekleriyle.
    3. **Her musibette, bir cihet-i nimet var**: Her musibette bir nimet yönü bulunduğu, musibeti büyütmemek ve şükretmek gerektiği.

Bu metinler, İslam’ın iktisat, sabır, şükür ve musibetlere bakış açısını tefekkür ederek açıklıyor.

#### **1. Böyle Zamanda Tereffühte İzn-i Şer’î Bizi Muhtar Bırakmaz**

**Metin:**
> Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz
> Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim.” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. (*)
> Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.
> Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı.
> Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak
> Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…

**İzah:**
Bu bölüm, zor zamanlarda lüks (tereffüh) ve lezzet peşinde koşmanın (telezzüz) şer’i (İslam hukuku) açısından caiz olmadığını, israfın yasaklandığını ve sade bir yaşama tabi olmanın gerekliliğini ele alıyor. Ana fikir, ekonomik ve sosyal zorluklarda ekseriyetin basit yaşamına uymanın, azınlığın israfına tercih edilmesidir.

  1. **“Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz”**: Zor ve sıkıntılı zamanlarda lükse (tereffüh) düşkünlük, şer’i izin vermez ve bizi bu konuda serbest bırakmaz (muhtar bırakmaz). İslam, iktisat ve itidali emreder; özellikle açlık, fakirlik ve kriz dönemlerinde lüks ve israf haram veya mekruh hale gelir. Bu, Kur’an’ın “Yiyin, için, israf etmeyin” (A’râf, 31) emrine dayalıdır.
  2. **“Lezaiz çağırdıkça ‘Sanki yedim.’ demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. (*)”**: Lezzetler (lezaiz) çağırdıkça, “Sanki yedim” diyerek nefsi kandırmalı. Bu düsturu (kuralı) benimseyen biri, bir mescid yememiştir (yani, israf etmeyerek tasarruf etmiş ve bu tasarrufu hayırlı bir işe harcamıştır). Bu, meşhur bir hikâyeye atıftır: Bir zat, lezzetli bir şey gördüğünde “Sanki yedim” der ve parasını biriktirerek mescid yaptırmıştır. Bu, nefsi terbiye etmenin ve israftan kaçınmanın bir yoludur.
  3. **“Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi”**: Eskiden Müslümanların çoğu (ekser İslâm) aç değildi (filcümle aç değildi). Bu nedenle, lüks ve rahatlığa (tena’um) bir dereceye kadar serbestiyet (ihtiyar) vardı. Bolluk dönemlerinde ölçülü lüks caiz olabilir, ancak bu, israfa dönüşmemelidir.
  4. **“Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı”**: Şimdi ise Müslümanların çoğu açlığa düşmüştür (açlığa düştü kaldı). Bu durumda, lezzet peşinde koşmaya (telezzüze) şer’i izin kalmamıştır. Zor zamanlarda, lüks ve israf, hem bireysel hem toplumsal açıdan haramdır; çünkü bu, açlık çeken ekseriyetin hakkına tecavüz eder.
  5. **“Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak”**: Büyük kitle (sevad-ı a’zam) ve masum ekseriyetin geçimi (maişeti) basittir. Yemek ve beslenme (tagaddi) konusunda onların basitliğine uymak (besatetiyle onlara tabi olmak), bin kere tercih edilmelidir (müreccahtır).
  6. **“Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…”**: Bu basitliğe uymak, israf eden azınlığa (ekalliyet-i müsrife) veya sefih (ahlaksız) bir kısma beslenme ve lükste (tagaddide tereffüh) benzemekten bin kere üstündür. Müslüman, ekseriyetin sade yaşamına tabi olmalı, azınlığın israfına özenmemelidir.

**Genel Mesaj**: Zor zamanlarda lüks ve lezzet peşinde koşmak, şer’i izin vermez. Müslüman, nefsi “Sanki yedim” diyerek terbiye etmeli ve ekseriyetin basit yaşamına uymalıdır. Bu, İslam’ın iktisat ve sosyal adalet anlayışını yansıtır; israf, hem bireysel hem toplumsal zarara yol açar.

#### **2. Zaman Olur ki Adem-i Nimet Nimettir**

**Metin:**
> Zaman olur ki adem-i nimet nimettir
> Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtır.
> Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.

**İzah:**
Bu bölüm, nimetlerin yokluğunun (adem-i nimet) bazen bir nimet olabileceğini, hafıza ve nisyan (unutma) örnekleriyle ele alıyor. Ana fikir, her şeyin hikmetli olduğu ve bazen unutmanın, hatırlamaktan daha faydalı olabileceğidir.

  1. **“Zaman olur ki adem-i nimet nimettir”**: Bazen bir nimetin yokluğu (adem-i nimet), bir nimet olur. Örneğin, bazı durumlarda bir şeyin olmaması, varlığından daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın hikmetini gösterir; her şey zıddıyla bilinir ve yokluk, varlığın değerini artırır.
  2. **“Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtır”**: Hafıza (hatırlama yetisi), bir nimettir; çünkü bilgi, tecrübe ve ibadetleri korur. Ancak, ahlaksız bir adamda (ahlâksız bir adamda), musibet zamanında unutma (nisyan), hatırlamaktan daha üstündür (râcihtır). Çünkü hafıza, geçmiş günahları ve musibetleri hatırlatarak kişiyi daha fazla azaba sürükleyebilir.
  3. **“Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur”**: Unutma (nisyan), bir nimettir; çünkü birikmiş acıları (müterakim olmuş âlâm) unutturur. Sadece her günün acısını (âlâm) çektirir, geçmiştekileri siler. Bu, insanın psikolojik dayanıklılığını artırır ve hayatı sürdürmesini sağlar.

**Genel Mesaj**: Nimetlerin yokluğu bazen bir hikmettir. Hafıza nimettir, ancak ahlaksız bir hayatta unutma daha faydalıdır. Nisyan, geçmiş acıları silerek insanı rahatlatır. Müslüman, her durumda Allah’ın hikmetini görmeli ve şükretmelidir.

#### **3. Her Musibette, Bir Cihet-i Nimet Var**

**Metin:**
> Her musibette, bir cihet-i nimet var
> Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır
> Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin
> Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa isti’zamla ürkersen “of of”la üflersen, o da aksine şişer.
> Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir. Kalpte olan misali, döner hakikat olur;
> Hakikatten ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…

**İzah:**
Bu bölüm, her musibette bir nimet yönü (cihet-i nimet) bulunduğunu, musibeti büyütmemek ve şükretmek gerektiğini ele alıyor. Ana fikir, musibetin bir hikmeti olduğu ve onu abartmanın (isti’zam) daha büyük zararlara yol açacağıdır.

  1. **“Her musibette, bir cihet-i nimet var”**: Her musibette (sıkıntı, bela), bir nimet yönü (cihet-i nimet) vardır. Örneğin, hastalık sabrı öğretir, fakirlik şükrü artırır. Bu, Kur’an’ın “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (İnşirah, 5-6) mesajına benzer.
  2. **“Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör”**: Musibete uğrayan kişiye (musibetzede) seslenerek, musibetin içinde bir nimetin saklı olduğu (mündericdir) belirtiliyor. Dikkatle bakılırsa (dikkat et), bu nimet görülür.
  3. **“Nasıl her şeyde vardır bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet”**: Her şeyde bir sıcaklık derecesi (derece-i hararet) olduğu gibi, her musibette de bir nimet derecesi vardır. Nimetler, zıtlıklarla (örneğin, soğuk-sıcak) anlam kazanır; musibetler de nimetleri öne çıkarır.
  4. **“Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin dereceyi görerek Allah’a çok şükür et”**: Daha büyük musibetleri düşünerek, mevcut musibetteki nimetin değerini (dereceyi) gör ve Allah’a şükret. Bu, sabır ve şükrü artırır.
  5. **“Yoksa isti’zamla ürkersen ‘of of’la üflersen, o da aksine şişer”**: Eğer musibeti abartır (isti’zam) ve korkarsan, “of of” diyerek şikâyet edersen (üflersen), musibet aksine büyür (şişer). Şikâyet, musibeti büyütür ve insanı daha fazla ezer.
  6. **“Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir”**: Şikâyet, musibeti dehşetli hale getirir. Eğer merakla (aşırı sorgulama) üzerine düşersen, musibet bir iken ikiye çıkar (ikileşir).
  7. **“Kalpte olan misali, döner hakikat olur; hakikatten ders alır”**: Kalpteki hayali bir musibet (misali), şikâyet ve merakla hakikate dönüşür ve gerçek bir musibetten daha fazla zarar verir. Bu, “ders alır” ifadesiyle, musibetin büyüdüğünü gösterir.
  8. **“Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…”**: Büyüyen musibet, insana döner ve kalbini tokatlar (kalbini tokatlıyor). Yani, şikâyet ve merak, insanı içten içe ezer ve huzursuz eder.

**Genel Mesaj**: Her musibette bir nimet vardır; bunu görmek için dikkatli olunmalı ve şükredilmelidir. Musibeti abartmak ve şikâyet etmek, onu büyütür ve dehşetli hale getirir. Müslüman, musibete sabırla yaklaşmalı, daha büyüklerini düşünerek teselli bulmalı ve Allah’a şükretmelidir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani iktisat, şükür, sabır ve musibetlere bakış açısını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Zor Zamanlarda İktisat**: Kriz dönemlerinde lüks ve israf caiz değildir; Müslüman, ekseriyetin sade yaşamına uymalı ve nefsi “Sanki yedim” diyerek terbiye etmelidir.
2. **Nimetlerin Hikmeti**: Nimetlerin yokluğu bazen nimet olur; hafıza ve nisyan gibi, her şeyde bir denge vardır.
3. **Musibetlerde Nimet**: Her musibette bir nimet yönü vardır; bunu görmek şükür getirir. Musibeti abartmak ve şikâyet etmek, onu büyütür ve kalbi ezer.

Bu metin, Müslümanlara zor zamanlarda sade yaşamı, musibetlerde şükrü ve sabrı öğütler. Her şeyde Allah’ın hikmetini görmeyi, israf ve şikâyetten kaçınmayı vurgulayarak, insanı hem dünya hem ahiret saadetine yönlendirir. Bu tefekkür, İslam’ın iktisat ve sabır anlayışını yansıtır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir

Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir 

   Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…

   Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında “Ne güzeldir.” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?”

   Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

   Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “Zatında nasıl olmuş?” eğer etsen nigâhı,

   Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

* * * 

1 — Niyetin gücü: âdeti ibadete çevirme

Metin özeti:

> “Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir.”

İzah:

İnsan davranışları, niyet ve bakış açısıyla mükemmel bir manevi boyut kazanabilir.

Günlük rutinler veya âdetler, normalde sıradan ve değersiz görülebilir. Ancak kişi niyetini Allah rızasına yöneltirse, bu sıradan eylemler ibadet seviyesine yükselir.

Örneğin, yemek yemek, uyumak veya çalışmak gibi doğal işler, niyet ve dikkatle Allah’a şükür vesilesi hâline gelir.

Risale-i Nur vurgusu:

> “Niyetle mübah âdât, ibadat olur.”

Burada “mübah âdât”, dinen serbest olan, ne iyi ne kötü sayılan günlük davranışlardır.

Bu davranışlara niyet eklenince manevi bir değer kazanır.

2 — Bakış tarzı (tarz-ı nazar) ile kâinatın incelenmesi

Niyet sadece ibadeti doğurmaz, tarz-ı nazar da aynı şekilde fünun-u ekvanı, yani kâinat ilimlerini ibadete dönüştürür.

İnsan, bir sanat eserini veya doğayı sadece estetik bakışla görmek yerine “Sâni’nin (Allah’ın) kudreti ve hikmeti” açısından incelerse, bu tefekkür ve maarif-i İlahiye yol açar.

Örnek:

Bir çiçeğe bakmak:

Sıradan bakış: “Ne güzel bir çiçek.” → Salt estetik zevk.

İlahi bakış: “Ne güzel yaratmış Allah! Nasıl düzenlemiş, renk ve şekillerin her biri kudretin delili.” → Bu bakış, ibadet ve tefekkür niteliği kazanır.

3 — Harfî nazar vs. manaî nazar

Harfî nazar: Yüzeysel, dış görünüşle sınırlı bakış. Örneğin: “Ne güzel yapılmış.”

Manaî nazar: Hikmet ve kudreti görerek bakış. Örneğin: “Sâni’nin kudretiyle, nasıl bu mükemmel düzen kurulmuş?”

Manaî nazar, kâinatı Allah’ın sanatı ve kudretinin bir tecellisi olarak fark etmemizi sağlar.

> Risale-i Nur ifadesiyle: “Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahi.”

Yani, doğru bakış açısı, tüm kâinat ilimlerini Allah’ın kudret ve hikmetini öğrenmeye (maarif-i İlahiye) dönüştürür.

4 — İnsanın bakış tarzı kıymeti belirler

Aynı nesne, farklı bakış açısıyla farklı değer kazanır:

Sıradan bakış → Değersiz, kıymetsiz.

Hikmet ve niyetle bakış → Kıymetli, ibadet ve tefekkür vesilesi.

Örnek:

Bir yıldız: Sadece gökyüzünde bir nokta → kıymetsiz.

Aynı yıldız → Allah’ın kudreti ve nizamının tecellisi → ibadet ve hikmet dersi.

> “Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder.”

Burada hakikat, insanın doğru bakış açısı ile değer kazanır.

5 — Özet ve hikmet

  1. Niyet, âdeti ibadete çevirir: Günlük işler, Allah rızasına yönlendirilirse manevi değer kazanır.
  2. Tarz-ı nazar, kâinat ilimlerini ibadete dönüştürür: Tefekkür, sadece dış görünüşe değil, kudret ve hikmete odaklanmalıdır.
  3. Harfî bakış vs. manaî bakış: Manaî bakış, ibadet ve ilahi marifete yol açar.
  4. İnsanın kıymeti, bakış açısına bağlıdır: Sıradan bakışla hakikat değersizdir; doğru niyet ve anlayışla her şey kıymet kazanır.

    Bu metin, Risale-i Nur’da günlük hayatın, niyet ve tefekkürle manevi bir eğitim ve ibadet fırsatına dönüşebileceğini öğreten bir derstir.

*****

Metin, niyetin ve bakış açısının (tarz-ı nazar) önemini, özellikle kâinata nasıl bakılması gerektiğini ele alıyor. Ana tema, niyetle sıradan alışkanlıkların (âdât) ibadete dönüşmesi gibi, kâinata “harfî” (Allah’a işaret eden) bir bakış açısıyla bakmanın, bilimleri (fünun) ilahi bilgilere (maarif-i İlahî) dönüştüreceği; buna karşılık, “ismî” (kendi zatına odaklanan) bir bakış açısının ise hakikatleri kıymetsizleştireceğidir.

### **Niyet Gibi Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir**

**Metin:**
> Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir
> Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…
> Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında “Ne güzeldir.” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?”
> Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
> Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “Zatında nasıl olmuş?” eğer etsen nigâhı,
> Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

**İzah:**
Bu bölüm, niyetin ve bakış açısının (tarz-ı nazar) hayatı ve bilimi nasıl dönüştürdüğünü ele alıyor. Kâinata Allah’a işaret eden (harfî) bir bakış açısıyla bakmak, bilimleri ilahi bilgilere dönüştürürken; kendi zatına odaklanan (ismî) bir bakış açısı, hakikatleri değersizleştirir ve cehalete yol açar.

  1. **“Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir”**: Niyet, mübah olan sıradan alışkanlıkları (âdât) ibadete dönüştürür. Örneğin, yemek yemek veya uyumak, Allah rızası için yapıldığında ibadet olur. Aynı şekilde, bakış açısı (tarz-ı nazar) da kâinata yaklaşımı dönüştürür. Doğru bir bakış açısı, bilimleri ve kâinatı anlamayı ilahi bir bilgiye (maarif-i İlahî) çevirir.
  2. **“Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…”**: Niyetle sıradan işler ibadet olur; aynı şekilde, kâinat bilimlerine (fünun-u ekvan) doğru bir bakış açısıyla yaklaşmak, onları Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtan bilgilere (maarif-i İlahî) dönüştürür. Örneğin, astronomi veya biyoloji, Allah’ın kudret ve hikmetini anlamak için bir araç olabilir.
  3. **“Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında ‘Ne güzeldir.’ yerine ‘Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?’”**: Kâinatı incelemek (tetkik), tefekküre dönüşür; yeter ki harfî nazarla (Allah’a işaret eden bakış açısıyla) bakılsın. Harfî nazar, kâinatı Allah’ın sanatı olarak görür ve “Ne güzeldir” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’ (Yaratıcı), nasıl yapmış o mâhi (maharetli usta)?” der. Bu, kâinatın güzelliğini Allah’ın sanatına bağlar.
  4. **“Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi”**: Eğer kâinata bu bakış açısıyla (nokta-i nazar) bakarsan, Ezelî Nakkaş’ın (Allah’ın) nakışlarını (nakş-ı Nakkaş-ı Ezel) görürsün. Kâinatın düzeni (nizam) ve hikmeti, Allah’ın kastettiği amacı ve kusursuz işçiliğini (lem’a-i kasd ve itkan) aydınlatır ve şüpheleri (şübehi) giderir.
  5. **“Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî”**: Kâinat bilimleri (ulûm-u kâinat), harfî nazarla bakıldığında Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtan bilgilere (maarif-i İlahî) dönüşür. Örneğin, bir çiçeğin yapısını incelemek, Allah’ın Musavvir (şekil veren) ismini anlamaya vesile olur.
  6. **“Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, ‘Zatında nasıl olmuş?’ eğer etsen nigâhı”**: Eğer kâinata mana-yı ismiyle (kendi zatına odaklanan, Allah’tan bağımsız) ve tabiatçı bir bakış açısıyla (tabiat noktasında) bakarsan, “Bu şey kendi zatında nasıl olmuş?” diye sorarsın. Bu, kâinatı Yaratıcı’dan koparır ve hakikati anlamayı engeller.
  7. **“Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur”**: Kâinata mana-yı ismiyle bakarsan, bilimlerin dairesi (daire-i fünun) bir cehalet dairesine (daire-i cehil) dönüşür. Çünkü Allah’ı dışlayan bir bilim, hakikati anlamaktan uzaklaşır.
  8. **“Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı”**: Mana-yı ismiyle bakıldığında, zavallı hakikatler (bîçare hakikatler), kıymetsiz ellerde değersizleşir. Bunun pek çok şahidi (güvahı) vardır. Örneğin, materyalist bir bilim anlayışı, kâinatın ilahi sanatını göremez ve hakikatleri indirger.

**Genel Mesaj**: Niyet, sıradan işleri ibadete çevirdiği gibi; harfî nazar, kâinat bilimlerini ilahi bilgilere dönüştürür. Kâinata Allah’ın sanatı olarak bakmak, onun düzenini ve hikmetini anlamayı sağlar. Ancak, mana-yı ismiyle bakmak, bilimleri cehalete ve hakikatleri kıymetsizliğe sürükler. Müslüman, kâinata tefekkürle bakmalı ve Allah’ın isimlerini okumalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani kâinata tefekkürle bakmanın ve ilahi hakikatleri anlamanın önemini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Niyet ve Tarz-ı Nazar**: Niyet, sıradan işleri ibadete; harfî nazar ise bilimleri ilahi bilgilere dönüştürür. Müslüman, her şeyi Allah’a bağlayarak bakmalıdır.
2. **Harfî ve İsmî Nazar**: Harfî nazar, kâinatı Allah’ın sanatı olarak görür ve hakikatleri aydınlatır; mana-yı ismi ise kâinatı Allah’tan kopararak cehalete yol açar.
3. **Tefekkürün Değeri**: Kâinatı incelemek (tetkik), Allah’ın hikmetini anlamaya vesile olan bir tefekkürdür. Müslüman, “Ne güzel yapılmış?” diyerek Sâni’yi (Yaratıcı’yı) tanımalıdır.
4. **Hakikatlerin Kıymeti**: Harfî nazar, hakikatleri yüceltir; mana-yı ismi ise onları değersizleştirir. Müslüman, kâinatı bir ilahi sanat kitabı olarak okumalıdır.

Bu metin, Müslümanlara kâinata tefekkürle bakmayı, bilimleri Allah’ın isimlerini tanıma vesilesi kılmayı ve mana-yı ismiyle bakmanın cehaletinden sakınmayı öğütler. Kâinat, Nakkaş-ı Ezel’in nakışlarıyla doludur; bu nakışları harfî nazarla okumak, insanı ilahi marifete ulaştırır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma

Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma 

   Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem

   Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş. Şâmme telefonu, hem

   Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem

   Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem

   Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş. Vaktâ taam girse hem

   Ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem

   Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem

   Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem

   Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile hem

   İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem

   Geda beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.

* * * 

1 — Zaika (tat alma) bir telgrafçıdır

Metin özeti:

> “Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma.”

İzah:

İnsan vücudu, Allah’ın kudretiyle işleyen mükemmel bir sistemdir. Bu sistem, sadece yaşamsal fonksiyonlar için değil, lezzet, ihtiyaç ve irade eğitimine dair bir iletişim ağı sağlar.

Zaika, yani tat alma, bedene gönderilen sinyallerin bir telgraf görevi görmesi gibidir. Gıda ağızdan içeri girdiğinde, tat reseptörleri bu mesajları merkezi sinir sistemi üzerinden iletir.

Bu, hâzım ve beslenme sürecinin düzenlenmesini sağlar. Risale-i Nur bu durumu, “Allah’ın rahmeti ve hikmeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil etmiştir” cümlesiyle ifade eder.

Örnek:

Tat alma duyusu, hangi gıdaların vücuda faydalı, hangi gıdaların zararlı olduğunu bedene haber verir. Böylece Allah’ın kudretiyle düzenlenen bir koruma ve rehberlik sistemi oluşur.

2 — İhtiyaç ve haz veren sistemin düzeni

Allah, yiyecekleri çeşitli renk, koku ve tatlarla süsleyerek insana sunmuştur.

İnsan ve hayvan, bu duyular aracılığıyla ihtiyaçlarını doğru şekilde yönlendirilir.

Her tat, her koku ve her görsel detay birer ilannâme, davetname ve izinnâme niteliğindedir:

İlannâme → “Bunu ye, sana fayda verir.”

Davetname → “Şuna yönel, buna itibar et.”

İzinnâme → “Bunu tüketme, sana zarar verir.”

Bu, Risale-i Nur’da “Rezzak-ı Hakiki’nin inayeti” olarak tanımlanır; yani her bedensel lezzet, Allah’ın merhamet ve ihsanının bir tecellisidir.

3 — Zaikayı yanlış kullanmanın tehlikeleri

İnsan, zaikayı “telziz ile aldatma”, yani sahte haz ve aşırı zevk arayışı için kullanırsa, hata ve maraz gelir.

Telziz: Yanlış veya sahte tat ve haz arayışı.

İnsan, bedensel hazzı ölçüsüz ve aceleci bir biçimde kullanırsa, hem bedenini hem ruhunu bozar.

Örnekler:

Fazla şeker, tuz veya yağ tüketmek, bedende ve ruhsal dengede bozulmalara yol açar.

Doğru iştiha (gerçek ihtiyaç) yerine sahte iştiha peşinde koşmak, lezzetin kâfide (doğru, yeterli) olmamasına, dolayısıyla maraz ve illetlere sebep olur.

4 — Hakiki lezzet: ihtiyaçla uyumlu

Gerçek ve kalıcı lezzet, doğru iştiha ile elde edilir.

İştiha, yani gerçek ihtiyaç, sadece bedenin değil ruhun da dengeli işleyişini sağlar.

Allah, lezzeti sadece beden için bir ihtiyaç olarak değil, aynı zamanda hikmetli bir eğitim ve ölçü sistemi olarak yerleştirmiştir.

Risale-i Nur perspektifi:

> “Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan.”

Bu sistemde, lezzetin maddî bedeli (dirhem, dinar) ile manevi etkisi (haz, mutluluk) birbirine bağlıdır. Her şey ölçülü olursa fayda sağlar; ölçüsüz olursa zarar verir.

5 — Özet ve hikmet

  1. Zaika bir telgrafçıdır: Tat alma, bedene ihtiyaç ve faydayı bildirir.
  2. Allah’ın inayetiyle düzenlenmiş bir sistemdir: Her tat, koku ve renk birer ilannâme ve davetname gibidir.
  3. Telziz ve aldatmadan sakın: Sahte hazlar, bedensel ve ruhsal bozulmalara yol açar.
  4. Hakiki lezzet, doğru iştihadan çıkar: Ölçülü ve ihtiyaçla uyumlu lezzet, hem beden hem ruh için hikmetlidir.

****

Metin, insanın tat alma (zaika) ve koku alma (şâmme) duyularının Allah’ın hikmet ve inayetiyle nasıl bir düzen içinde çalıştığını, bu duyuların asli vazifesinin Allah’ın nimetlerini tanıtmak olduğunu ve lezzet peşinde koşmanın (telziz) insanı yanıltabileceğini ele alıyor. Ana tema, insanın duyularını Allah’ın rızasına uygun kullanması gerektiği, aksi takdirde israf ve marazlara düşeceği ve hakiki lezzetin sadık bir ihtiyaçtan geldiğidir.

### **Zaika Telgrafçıdır, Telziz ile Baştan Çıkarma**

**Metin:**
> Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma
> (*) Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem
> Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş. Şâmme telefonu, hem
> Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem
> Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem
> Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem
> Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş. Vaktâ taam girse hem
> Ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem
> Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem
> Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem
> Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile hem
> İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem
> Geda beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.

**İzah:**
Bu bölüm, tat alma (zaika) ve koku alma (şâmme) duyularının Allah’ın hikmet ve inayetiyle nasıl bir düzen içinde çalıştığını, bu duyuların asli vazifesinin Allah’ın nimetlerini tanıtmak ve ihtiyaçları karşılamak olduğunu anlatıyor. Ancak, lezzet peşinde koşmak (telziz) ve sahte iştah (iştiha-yı kâzib), insanı israfa ve hastalıklara sürükler. Hakiki lezzet, sadık bir ihtiyaçtan doğar ve bu lezzet, zengin-fakir herkes için eşittir.

  1. **“Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma”**: Tat alma duyusu (zaika), bir telgrafçı gibidir; bedenin ihtiyaçlarını bildirir. Ancak, lezzet peşinde koşmak (telziz), insanı baştan çıkarır ve asli vazifesinden uzaklaştırır. Bu, israf ve heva-hevese kapılmanın tehlikesini ifade eder.
  2. **“Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem muhbirleri de koymuş”**: Allah’ın rububiyeti (terbiye ediciliği), hikmet ve inayetiyle ağız (tat alma merkezi) ve burun (koku alma merkezi) olmak üzere iki merkezi yaratmıştır. Bu merkezlerde, bir hudut karakolu (kontrol noktası) ve muhbirler (haber vericiler) bulunur. Yani, bu duyular, bedenin ihtiyaçlarını kontrol eder ve bildirir.
  3. **“Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş”**: İnsan bedeni (âlem-i sağir), bir düzen içinde yaratılmıştır. Damarlar telefon, sinirler (âsab) telgraf gibidir; bedenin iletişim ağını oluşturur.
  4. **“Şâmme telefonu, hem telgrafa zaika inayet memur etmiş”**: Koku alma duyusu (şâmme) bir telefon, tat alma duyusu (zaika) ise bir telgraf gibidir. Allah’ın inayeti, bu duyuları bedenin ihtiyaçlarını bildiren memurlar olarak görevlendirmiştir.
  5. **“O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem rayiha”**: Gerçek Rızık Verici (Rezzak-ı Hakiki) olan Allah, yiyeceklere (erzak) rahmetinden bir tarife (tanıtım) koymuştur: yiyeceğin tadı (taam), rengi (levn) ve kokusu (rayiha). Bu, nimetlerin cazip kılınarak insana sunulduğunu gösterir.
  6. **“İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem bir dellâldır”**: Üç duyu (tat, koku, görme; havass-ı selâse), Allah’ın rızıklarının birer ilanı (ilannamesi), daveti (davetnamesi), izni (izinnamesi) ve tellalıdır (dellâldır). Bu duyular, Allah’ın nimetlerini muhtaçlara tanıtır ve cezbeder.
  7. **“Muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur”**: Muhtaçlar ve rızık arayanlar (müşteriler), bu duyular aracılığıyla nimetlere çekilir (celbolur).
  8. **“Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş”**: Rızık alan hayvanlara (mürtezik), tat (zevk), görme (rü’yet) ve koku alma (şemm) duyuları birer araç (âlet) olarak verilmiştir. Bu duyular, hayvanların ihtiyaçlarını karşılamasını sağlar.
  9. **“Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş”**: Allah, yiyecekleri çeşitli süslerle (ziynetler) donatmış, hevesli gönülleri (hevaî) avutmuş ve kayıtsızları (lâkaytları) heyecanlandırarak (tehyic) cezbetmiştir. Yiyeceklerin tat, renk ve kokusu, insanı ve hayvanları nimetlere çeker.
  10. **“Vaktâ taam girse hem ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına”**: Yiyecek ağza girince, tat alma duyusu (zaika), bedenin her tarafına (aktarına) bir telgraf çeker; yani, bedeni yiyeceğin varlığından haberdar eder.
  11. **“Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem çeşitleri de söyler”**: Koku alma duyusu (şâmme), bir telefon gibi çalışır ve yiyeceğin türünü (nev’i) ve çeşitlerini bildirir.
  12. **“Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir”**: Farklı ihtiyaçları (hâcetleri muhtelif) olan rızık alanlar (mürtezik), yiyeceğe göre davranır ve hazırlanır. Ancak, yiyecek uygun değilse, beden reddeder (cevab-ı red).
  13. **“Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür”**: Beden, uygun olmayan yiyeceği reddeder, dışarı atar ve hatta tiksinir (yüzüne tükürür). Bu, duyuların bedeni koruma görevini gösterir.
  14. **“İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem telziz ile aldatma”**: Allah’ın inayeti, bu duyuları bedeni korumak ve ihtiyaçlarını karşılamak için memur kılmıştır. Bu nedenle, lezzet peşinde koşarak (zevk) veya aşırı tat düşkünlüğüyle (telziz) bu düzeni bozmamalıdır.
  15. **“Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar”**: Lezzet peşinde koşmak, insanın gerçek iştahı (doğru iştiha) unutmasına sebep olur. Sahte bir iştah (iştiha-yı kâzib) ortaya çıkar ve bu, insana zarar verir.
  16. **“Hatası, maraz ile hem illetlerle cezalar gelir”**: Bu hata, hastalıklar (maraz) ve illetlerle cezalandırılır. İsraf ve lezzet düşkünlüğü, bedensel ve manevi hastalıklara yol açar.
  17. **“Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan”**: Gerçek lezzet, hakiki iştahtan (ihtiyaca dayalı iştah) gelir; doğru iştah ise gerçek bir ihtiyaçtan (sadık ihtiyaç) doğar. İhtiyaca dayalı yemek, hem bedene hem ruha faydalıdır.
  18. **“Bu lezzet-i kâfide, şah hem geda beraber”**: Hakiki lezzette (lezzet-i kâfide), kral (şah) ile fakir (geda) eşittir. Gerçek lezzet, zengin-fakir ayrımı yapmaz.
  19. **“Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem”**: Bir dinarlık (pahalı) veya bir dirhemlik (ucuz) yiyecek, bu hakiki lezzette birleşir (bâhemdir). Bu lezzet, eleme (üzüntüye) merhem olur; yani, insanı huzurlu kılar.

**Genel Mesaj**: Tat alma (zaika) ve koku alma (şâmme) duyuları, Allah’ın hikmet ve inayetiyle bedenin ihtiyaçlarını karşılamak için memurdur. Bu duyular, Allah’ın nimetlerini tanıtan birer tellaldır. Ancak, lezzet peşinde koşmak (telziz), sahte iştahlara ve hastalıklara yol açar. Hakiki lezzet, gerçek ihtiyaçtan doğar ve bu lezzet, zengin-fakir herkes için eşittir. Müslümanlar, duyularını Allah’ın rızasına uygun kullanmalı, israftan ve heva-hevese kapılmaktan kaçınmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani Allah’ın nimetlerine karşı şükür, iktisat ve itidal anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Duyuların Hikmeti**: Tat ve koku alma duyuları, Allah’ın rububiyetinin birer memurudur; nimetleri tanıtır ve bedenin ihtiyaçlarını karşılar.
2. **Lezzet Tuzağı**: Lezzet peşinde koşmak (telziz), sahte iştahlara ve hastalıklara yol açar. Müslüman, duyularını heva-heves için değil, Allah’ın rızası için kullanmalıdır.
3. **Hakiki Lezzet**: Gerçek lezzet, ihtiyaçtan doğar ve zengin-fakir ayrımı yapmadan herkese huzur verir.
4. **İktisat ve Şükür**: Müslüman, nimetleri israf etmeden, ihtiyaç kadar tüketmeli ve Allah’ın rahmetine şükretmelidir.

Bu metin, Müslümanlara Allah’ın nimetlerini tefekkür etmeyi, duyularını doğru kullanmayı ve israftan kaçınmayı öğütler. Hakiki lezzetin, sadık bir ihtiyaçtan geldiğini vurgulayarak, insanı hem maddi hem manevi olarak dengeli bir hayata davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır 

   Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

   Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

* * * 

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır 

   Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

   Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.

   Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.

   Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe

   Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

   İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

* * * 

1 — Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Metin özeti:

> “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.”

İzah:

İnsan bazen Allah’ın rahmeti veya gazabı üzerinde kendi takdirini ve müdahalesini artırmak ister. Bu, yani fazla şefkat veya fazla gazap göstermek, hatalı bir tutumdur.

Allah, Âdil ve Rahîmtir; O’nun hikmeti ve ölçüsü, her zaman en doğru ölçüdür. İnsan kendi aşırı tahakküm ve şefkatini kullanırsa, işin doğal akışını bozar, hem kendine hem çevresine zarar verir.

Bu, Risale-i Nur’da sıkça işlenen bir prensiptir: “İşleri Allah’a bırak, O’nun kudreti ve hikmeti yetmez mi?”

Örnekle açıklama:

Bir kişi, başkasına yardım ederken aşırıya kaçarsa, niyeti iyi olsa da sonuçta hem kendisi hem karşısındakiler için zararlı olur.

Aynı şekilde öfke ve gazapta ölçüyü aşmak, hem toplumsal hem ruhsal düzeni bozar.

2 — İsraf: sefahetin ve sefaletin kapısı

Metin özeti:

> “İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır.”

İzah:

İsraf, gereksiz, ölçüsüz ve hoyratça harcama anlamına gelir.

Risale-i Nur’da özellikle maddî hususlarda ölçülü olmak, hem nefsi hem toplumu korumak açısından önemlidir.

Örneğin, bir lokmanın bir kuruşa veya on kuruşa mal olması, bedende ve mideye etkisi açısından fark yaratmaz, ama müsriflik ve aşırı zevk arayışı insanı yanlış yola sürükler.

Açıklamalar:

İsraf, sadece mal kaybı değildir; aynı zamanda nefsin sefahate yönelmesi ve ruhsal çöküntü kapısını açar.

Bedensel ve maddî ölçü, aslında Allah’ın koyduğu bir düzeni gözetmektir.

Fazla ve gereksiz harcama, hem nefsin zaafını besler hem de şeytani tesirleri artırır.

3 — Fazla şefkat ve gazap, israf ve sefahatin paralelliği

İnsan ölçüyü aşarsa, hem rahmet hem gazap, hem sefahet hem de israf boyutunda hata yapar.

Risale-i Nur burada “ölçülü olma, ihsan ve şefkatte aşırılıktan kaçınma” mesajını verir.

İnsan, fazlasını yapmak isterse, zararın ve eksikliğin farkında olmalıdır; çünkü gerçek fayda, ölçülü ve hikmetli davranmakla ortaya çıkar.

4 — Pratik dersler

  1. İşleri Allah’a bırak: İnsan kendi aşırı şefkat veya gazabıyla işleri bozmasın.
  2. Ölçülü olun: Maddî ve bedensel ihtiyaçlarda, ihtiyacın ötesine geçmek sefahate ve sefalete yol açar.
  3. Nefs ve toplum için denge: İsraf hem bireye hem topluma zarar verir; ölçü ve hikmet her zaman kurtarıcıdır.
  4. Aşırılıktan kaçınmak: Fazla şefkat, fazla gazap, fazla israf hepsi hatadır; her birinin ölçüsü Allah tarafından belirlenmiştir.

Özet:

Allah’ın rahmeti ve gazabı, doğru ölçüdedir; insanın kendi aşırı tahakkümü hatadır.

İsraf, hem maddî hem ruhsal sefaletin kapısıdır.

Ölçülü, dengeli ve hikmetli olmak, nefsin, toplumun ve Allah’ın hikmetinin korunmasını sağlar.

Risale-i Nur’un mesajı: Her işte ölçülü ve Allah’a tevekküllü ol, aşırılıktan kaçın.

*****

Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır**: Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermek hatadır; her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak gerekir.
    2. **İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır**: İsrafın, sefahate ve nihayetinde sefalete yol açtığı, özellikle lezzet peşinde koşmanın şeytani bir tuzak olduğu.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Allah’ın Rahmet ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır**

**Metin:**
> Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır
> Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.
> Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

**İzah:**
Bu bölüm, insanın Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını (tahassüs) aşırıya kaçırmasının hata olduğunu ele alıyor. Müslüman, her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmelidir.

  1. **“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır”**: Allah’ın rahmet ve gazabına uygun olmayan bir şekilde aşırı hassasiyet göstermek (tahassüs), bir hatadır. İnsan, Allah’ın merhamet ve gazabının sınırlarını aşmamalı, O’nun adaletine uygun davranmalıdır.
  2. **“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez”**: Allah’ın rahmetinden daha fazla merhamet göstermek mümkün değildir. Örneğin, Allah’ın cezalandırmayı uygun gördüğü bir durumda, insan aşırı şefkatle bu cezayı yok saymaya kalkışırsa, bu hata olur ve adaleti zedeler.
  3. **“Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez”**: Aynı şekilde, Allah’ın gazabından daha fazla gazap göstermek de yanlıştır. Örneğin, bir suçluya Allah’ın belirlediği cezadan daha ağır bir tepki göstermek, adaletsizliğe ve zulme yol açar.
  4. **“Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e”**: Müslüman, her şeyi Adil ve Merhametli olan Allah’a (Âdil-i Rahîm) bırakmalıdır. İnsan, kendi duygularıyla değil, Allah’ın adalet ve merhamet ölçüleriyle hareket etmelidir.
  5. **“Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”**: Aşırı şefkat (fazla şefkat), eleme (üzüntüye) yol açar; çünkü bu, adaleti ihlal edebilir ve yanlış kararlara sebep olabilir. Aşırı gazap (fazla gazap) ise zemîmedir (kınanmış, yerilmiş bir davranıştır), çünkü zulme ve haksızlığa yol açar.

**Genel Mesaj**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını aşırıya kaçırmamalıdır. Her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmek, hem bireysel hem toplumsal huzuru sağlar. Aşırı şefkat ve gazap, adaleti bozar ve zararlı sonuçlar doğurur.

### **2. İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır**

**Metin:**
> İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır
> Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
> Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.
> Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.
> Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe
> Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
> İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

**İzah:**
Bu bölüm, israfın sefahate (ahlaksızlığa), sefahatin ise sefalete (yoksulluğa) yol açtığını ele alıyor. İnsan, lezzet peşinde koşarak israfa düşer ve bu, şeytani bir tuzaktır. Özellikle tat alma duyusu (kuvve-i zaika) üzerinden israfın anlamsızlığı vurgulanır.

  1. **“İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır”**: İsraf, sefahatin (nefsin hazlarına düşkünlük, ahlaksızlık) kapısını açar; sefahat ise sefalete (yoksulluk, perişanlık) yol açar. İsraf, insanın maddi ve manevi kaynaklarını heba ederek ahlaki çöküşe ve nihayetinde yoksulluğa sürükler.
  2. **“Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa”**: İsraf eden kardeşine (müsrifli kardeşim) seslenerek, beslenme (tagaddi) konusunda bir lokmanın bir kuruş, diğerinin on kuruş olduğu belirtiliyor. Bu, bir lokmanın ihtiyaç için, diğerinin ise lüks ve israf için olduğunu ifade eder.
  3. **“Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar”**: Lokmalar, ağza girmeden önce ve boğazdan geçtikten sonra eşittir (müsavi). Yani, pahalı veya ucuz olmasının bir farkı yoktur; her iki lokma da aynı biyolojik ihtiyacı karşılar.
  4. **“Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe”**: Lokmalar arasındaki fark, sadece ağızda, o da birkaç saniyelik bir lezzet (nûşe) anında hissedilir. Bu lezzet, bilinçsizce (bîhuşe) alınır ve geçicidir.
  5. **“Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe”**: Tat alma duyusu (kuvve-i zaika), bu geçici lezzet farkıyla insanı aldatır. Tat alma duyusu, bedene ve mideye sadece bir kapıcı ve denetçi (müfettişe) gibidir; asıl amacı, bedeni beslemektir, lezzet peşinde koşmak değil.
  6. **“Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek!”**: Tat alma duyusunun peşinden koşmanın etkisi olumsuzdur (menfî), olumlu (müsbet) değildir. Bu duyunun görevi, sadece kapıcıyı (ağzı) memnun etmek değil, bedeni beslemektir. Lezzet peşinde koşmak, bu asli vazifeyi bozar.
  7. **“Nûş verirsin o bîhuşe aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe”**: Bilinçsizce lezzet (nûş) peşinde koşmak, tat alma duyusunun asli vazifesini karıştırır (müşevveş). Bir kuruşluk lokma yerine on bir kuruşluk lokma harcamak, şeytani bir iş (pîşe) ve tuzaktır.
  8. **“İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…”**: En ahmakça israf (israfın en sefihi) ve en düşük savurganlık (tebzirin en sakîmi), lezzet peşinde koşarak yapılan harcamalardır. Müslüman, bu işe heves etmemelidir.

**Genel Mesaj**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. İnsan, tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak israfa düşmemelidir. Bir lokmanın pahalı veya ucuz olması, bedene fayda açısından fark etmez; bu nedenle lezzet peşinde koşmak şeytani bir tuzaktır. Müslümanlar, ihtiyaç kadar tüketmeli ve israftan kaçınmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani adalet, itidal ve iktisat anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Adalet ve Teslimiyet**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermemelidir. Her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak, huzur ve adaleti sağlar.
2. **İsrafın Zararları**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. Tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak yapılan harcamalar, şeytani bir tuzaktır ve ahmakça bir savurganlıktır.
3. **İtidal ve İktisat**: Müslüman, her konuda itidalli olmalı, ihtiyaç kadar tüketmeli ve lezzet peşinde koşarak israfa düşmemelidir.

Bu metin, Müslümanlara Allah’a teslimiyeti, adaletle hareket etmeyi ve israftan kaçınmayı öğütler. Aşırı şefkat ve gazabın, adaleti bozabileceği gibi; israfın da ahlaki ve maddi çöküşe yol açabileceği vurgulanır. Müslüman, her şeyde ölçülü (mutedil) olmalı ve Allah’ın nizamına uygun bir hayat sürmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır 

   Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

   Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

* * * 

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır 

   Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

   Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.

   Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.

   Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe

   Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

   İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

* * * 

1 — Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Metin özeti:

> “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.”

İzah:

İnsan bazen Allah’ın rahmeti veya gazabı üzerinde kendi takdirini ve müdahalesini artırmak ister. Bu, yani fazla şefkat veya fazla gazap göstermek, hatalı bir tutumdur.

Allah, Âdil ve Rahîmtir; O’nun hikmeti ve ölçüsü, her zaman en doğru ölçüdür. İnsan kendi aşırı tahakküm ve şefkatini kullanırsa, işin doğal akışını bozar, hem kendine hem çevresine zarar verir.

Bu, Risale-i Nur’da sıkça işlenen bir prensiptir: “İşleri Allah’a bırak, O’nun kudreti ve hikmeti yetmez mi?”

Örnekle açıklama:

Bir kişi, başkasına yardım ederken aşırıya kaçarsa, niyeti iyi olsa da sonuçta hem kendisi hem karşısındakiler için zararlı olur.

Aynı şekilde öfke ve gazapta ölçüyü aşmak, hem toplumsal hem ruhsal düzeni bozar.

2 — İsraf: sefahetin ve sefaletin kapısı

Metin özeti:

> “İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır.”

İzah:

İsraf, gereksiz, ölçüsüz ve hoyratça harcama anlamına gelir.

Risale-i Nur’da özellikle maddî hususlarda ölçülü olmak, hem nefsi hem toplumu korumak açısından önemlidir.

Örneğin, bir lokmanın bir kuruşa veya on kuruşa mal olması, bedende ve mideye etkisi açısından fark yaratmaz, ama müsriflik ve aşırı zevk arayışı insanı yanlış yola sürükler.

Açıklamalar:

İsraf, sadece mal kaybı değildir; aynı zamanda nefsin sefahate yönelmesi ve ruhsal çöküntü kapısını açar.

Bedensel ve maddî ölçü, aslında Allah’ın koyduğu bir düzeni gözetmektir.

Fazla ve gereksiz harcama, hem nefsin zaafını besler hem de şeytani tesirleri artırır.

3 — Fazla şefkat ve gazap, israf ve sefahatin paralelliği

İnsan ölçüyü aşarsa, hem rahmet hem gazap, hem sefahet hem de israf boyutunda hata yapar.

Risale-i Nur burada “ölçülü olma, ihsan ve şefkatte aşırılıktan kaçınma” mesajını verir.

İnsan, fazlasını yapmak isterse, zararın ve eksikliğin farkında olmalıdır; çünkü gerçek fayda, ölçülü ve hikmetli davranmakla ortaya çıkar.

4 — Pratik dersler

  1. İşleri Allah’a bırak: İnsan kendi aşırı şefkat veya gazabıyla işleri bozmasın.
  2. Ölçülü olun: Maddî ve bedensel ihtiyaçlarda, ihtiyacın ötesine geçmek sefahate ve sefalete yol açar.
  3. Nefs ve toplum için denge: İsraf hem bireye hem topluma zarar verir; ölçü ve hikmet her zaman kurtarıcıdır.
  4. Aşırılıktan kaçınmak: Fazla şefkat, fazla gazap, fazla israf hepsi hatadır; her birinin ölçüsü Allah tarafından belirlenmiştir.

Özet:

Allah’ın rahmeti ve gazabı, doğru ölçüdedir; insanın kendi aşırı tahakkümü hatadır.

İsraf, hem maddî hem ruhsal sefaletin kapısıdır.

Ölçülü, dengeli ve hikmetli olmak, nefsin, toplumun ve Allah’ın hikmetinin korunmasını sağlar.

Risale-i Nur’un mesajı: Her işte ölçülü ve Allah’a tevekküllü ol, aşırılıktan kaçın.

*****

Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır**: Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermek hatadır; her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak gerekir.
    2. **İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır**: İsrafın, sefahate ve nihayetinde sefalete yol açtığı, özellikle lezzet peşinde koşmanın şeytani bir tuzak olduğu.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Allah’ın Rahmet ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır**

**Metin:**
> Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır
> Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.
> Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

**İzah:**
Bu bölüm, insanın Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını (tahassüs) aşırıya kaçırmasının hata olduğunu ele alıyor. Müslüman, her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmelidir.

  1. **“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır”**: Allah’ın rahmet ve gazabına uygun olmayan bir şekilde aşırı hassasiyet göstermek (tahassüs), bir hatadır. İnsan, Allah’ın merhamet ve gazabının sınırlarını aşmamalı, O’nun adaletine uygun davranmalıdır.
  2. **“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez”**: Allah’ın rahmetinden daha fazla merhamet göstermek mümkün değildir. Örneğin, Allah’ın cezalandırmayı uygun gördüğü bir durumda, insan aşırı şefkatle bu cezayı yok saymaya kalkışırsa, bu hata olur ve adaleti zedeler.
  3. **“Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez”**: Aynı şekilde, Allah’ın gazabından daha fazla gazap göstermek de yanlıştır. Örneğin, bir suçluya Allah’ın belirlediği cezadan daha ağır bir tepki göstermek, adaletsizliğe ve zulme yol açar.
  4. **“Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e”**: Müslüman, her şeyi Adil ve Merhametli olan Allah’a (Âdil-i Rahîm) bırakmalıdır. İnsan, kendi duygularıyla değil, Allah’ın adalet ve merhamet ölçüleriyle hareket etmelidir.
  5. **“Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”**: Aşırı şefkat (fazla şefkat), eleme (üzüntüye) yol açar; çünkü bu, adaleti ihlal edebilir ve yanlış kararlara sebep olabilir. Aşırı gazap (fazla gazap) ise zemîmedir (kınanmış, yerilmiş bir davranıştır), çünkü zulme ve haksızlığa yol açar.

**Genel Mesaj**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını aşırıya kaçırmamalıdır. Her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmek, hem bireysel hem toplumsal huzuru sağlar. Aşırı şefkat ve gazap, adaleti bozar ve zararlı sonuçlar doğurur.

### **2. İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır**

**Metin:**
> İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır
> Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
> Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.
> Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.
> Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe
> Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
> İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

**İzah:**
Bu bölüm, israfın sefahate (ahlaksızlığa), sefahatin ise sefalete (yoksulluğa) yol açtığını ele alıyor. İnsan, lezzet peşinde koşarak israfa düşer ve bu, şeytani bir tuzaktır. Özellikle tat alma duyusu (kuvve-i zaika) üzerinden israfın anlamsızlığı vurgulanır.

  1. **“İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır”**: İsraf, sefahatin (nefsin hazlarına düşkünlük, ahlaksızlık) kapısını açar; sefahat ise sefalete (yoksulluk, perişanlık) yol açar. İsraf, insanın maddi ve manevi kaynaklarını heba ederek ahlaki çöküşe ve nihayetinde yoksulluğa sürükler.
  2. **“Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa”**: İsraf eden kardeşine (müsrifli kardeşim) seslenerek, beslenme (tagaddi) konusunda bir lokmanın bir kuruş, diğerinin on kuruş olduğu belirtiliyor. Bu, bir lokmanın ihtiyaç için, diğerinin ise lüks ve israf için olduğunu ifade eder.
  3. **“Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar”**: Lokmalar, ağza girmeden önce ve boğazdan geçtikten sonra eşittir (müsavi). Yani, pahalı veya ucuz olmasının bir farkı yoktur; her iki lokma da aynı biyolojik ihtiyacı karşılar.
  4. **“Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe”**: Lokmalar arasındaki fark, sadece ağızda, o da birkaç saniyelik bir lezzet (nûşe) anında hissedilir. Bu lezzet, bilinçsizce (bîhuşe) alınır ve geçicidir.
  5. **“Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe”**: Tat alma duyusu (kuvve-i zaika), bu geçici lezzet farkıyla insanı aldatır. Tat alma duyusu, bedene ve mideye sadece bir kapıcı ve denetçi (müfettişe) gibidir; asıl amacı, bedeni beslemektir, lezzet peşinde koşmak değil.
  6. **“Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek!”**: Tat alma duyusunun peşinden koşmanın etkisi olumsuzdur (menfî), olumlu (müsbet) değildir. Bu duyunun görevi, sadece kapıcıyı (ağzı) memnun etmek değil, bedeni beslemektir. Lezzet peşinde koşmak, bu asli vazifeyi bozar.
  7. **“Nûş verirsin o bîhuşe aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe”**: Bilinçsizce lezzet (nûş) peşinde koşmak, tat alma duyusunun asli vazifesini karıştırır (müşevveş). Bir kuruşluk lokma yerine on bir kuruşluk lokma harcamak, şeytani bir iş (pîşe) ve tuzaktır.
  8. **“İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…”**: En ahmakça israf (israfın en sefihi) ve en düşük savurganlık (tebzirin en sakîmi), lezzet peşinde koşarak yapılan harcamalardır. Müslüman, bu işe heves etmemelidir.

**Genel Mesaj**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. İnsan, tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak israfa düşmemelidir. Bir lokmanın pahalı veya ucuz olması, bedene fayda açısından fark etmez; bu nedenle lezzet peşinde koşmak şeytani bir tuzaktır. Müslümanlar, ihtiyaç kadar tüketmeli ve israftan kaçınmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani adalet, itidal ve iktisat anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Adalet ve Teslimiyet**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermemelidir. Her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak, huzur ve adaleti sağlar.
2. **İsrafın Zararları**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. Tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak yapılan harcamalar, şeytani bir tuzaktır ve ahmakça bir savurganlıktır.
3. **İtidal ve İktisat**: Müslüman, her konuda itidalli olmalı, ihtiyaç kadar tüketmeli ve lezzet peşinde koşarak israfa düşmemelidir.

Bu metin, Müslümanlara Allah’a teslimiyeti, adaletle hareket etmeyi ve israftan kaçınmayı öğütler. Aşırı şefkat ve gazabın, adaleti bozabileceği gibi; israfın da ahlaki ve maddi çöküşe yol açabileceği vurgulanır. Müslüman, her şeyde ölçülü (mutedil) olmalı ve Allah’ın nizamına uygun bir hayat sürmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun

Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun 

   Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.

   Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti.

   Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin.

   İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.

   Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen

   Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.

   İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

   Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam. Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen

   İbhamda izhar eder, ihfada ispat eder. Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

   Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen

   Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin

   Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin…

* * * 

1 — Meziyetin gizli kalması: “hafâ türabında”

Metin özeti:

> “Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun.”

İzah:

Burada “hafâ türabı”, yani alçak gönüllülük ve görünmezlik, meziyetin gelişip bereketlenmesi için bir zemin olarak sunulur.

Eğer kişi meziyetini açığa çıkarır ve şöhret peşine düşerse, hem kendine hem de çevresine zarar verir; meziyet bereketini kaybeder.

Perde altında kalmak, insanlara ihsan ve fayda vermenin en sağlam yoludur. Bu, Risale-i Nur’un sıkça vurguladığı “ihsanın gizliliği” prensibidir: İnsan, kendini öne çıkarmazsa, Allah’ın rahmeti ve bereketi en doğru şekilde tecelli eder.

2 — Taayyün ve teşahhusun tehlikesi

Metin özeti:

> “Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun.”

İzah:

“Taayyün” = belirli bir kimlik ve görünürlük kazanma;

“Teşahhus” = şahsiyetini ön plana çıkarma.

Kişi eğer meziyetini gizli tutmaz ve görünür kılarsa, başlangıçta faydalı olan yetenek veya meziyet, üstte zulüm ve gölge olma potansiyeli taşır.

Yani, şöhret veya kendini öne çıkarma, çoğu zaman ihsan ve hayır kapılarını kapatır, hatta zarar verir.

Risale-i Nur’da bu, tevazu ve ihfâ ilkesinin önemini vurgular: İhsan ve meziyet, gizli kalınca hem bereket bulur hem de başkalarına daha etkili ulaşır.

3 — Gizlilikte hikmet ve ahsen nizam

Metin özeti:

> “Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.”

İzah:

“Setr ile perde çekmek”, kendi meziyetini gizlemek demektir.

Bu, hem insanın kıymetini artırır, hem de etrafındakilere tesir ve hürmet kazandırır.

Hikmet burada şudur: Gizlilik, insanın meziyetini korur ve onu değerli kılar.

Allah’ın takdiri, gizlilik ve ibadette tecelli eder; açığa çıkarmak ise çoğu zaman riya ve şöhret duygusuna kapı açar.

4 — Misaller: ecel ve ibham

Metin özeti:

> “İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel… Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir…”

İzah:

Hayat, ölüm ve ecel, ibham içinde gizlidir. İnsan, her anın değerini ve zamanın hikmetini doğru kavrayamaz.

Bu ibham, tevazu ve sabır için bir eğitim alanıdır.

Aynı şekilde, hayır ve bereket anları (mesela Ramazan geceleri veya dualar) gizli şekilde tecelli eder. Bunları gören veya bilen kişi, onları açığa çıkarmazsa en büyük faydayı sağlar.

Risale-i Nur burada “gizli ihsan ve ibadet, açık şöhretten daha değerlidir” ilkesini vurgular.

5 — Vehim ve teselli

Metin özeti:

> “Tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir… Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen nihayeti muayyen bin senelik bir ömre.”

İzah:

Hayatın sürekliliği ve ibrahimi (ibrahimî tefekkür) vehim veya takdir ile değerlendirilir.

Kişi, ömrünün belirsizliğini vehim ve farkındalıkla yaşarsa, her anı bin yıllık deneyim gibi kıymetli olur.

Risale-i Nur burada, ibrahimî (tefekkürî) yaklaşımın ömrü manen uzattığını ve kıymetlendirdiğini anlatır.

6 — Pratik dersler

  1. Meziyet ve ihsan, gizli kaldığında daha çok bereket ve etki bulur.
  2. Şöhret ve görünürlük, çoğu zaman ihsanı azaltır ve zarar verebilir.
  3. Taayyün ve teşahhus, hem kendine hem başkasına zarar verebilir.
  4. Hayatın ve ibadetlerin gizli yönleri, manen büyük değer taşır.
  5. Vehim ve ibrahimî tefekkür, ömrün kıymetini artırır.

Özet:

Meziyetin perde altında kalması, hem kişinin hem çevresinin faydasını artırır.

Açığa çıkarma, şöhret ve riya, hem kişiye hem ihvânına zarar verir.

Hayat, ölüm ve ibadet ibham içinde tecelli eder, bu da hikmetin bir parçasıdır.

Risale-i Nur, tevazu, ihfâ ve vehimle kıymetlendirmeyi insanın ruhî gelişimi için temel bir prensip olarak sunar.

******

Metin, meziyetlerin (üstün vasıfların) gizli kalmasının hikmetini, şöhret ve kendini gösterme (taayyün) arzusunun zararlarını, Allah’ın nizamındaki ibhamın (belirsizlik) ve gizliliğin hikmetlerini ele alıyor. Ana tema, alçakgönüllülüğün, gizliliğin ve ihlasın önemidir; şöhret ve riyanın zararlarına karşı, meziyetlerin perde altında kalmasının hem birey hem de topluluk için bereketli olduğu vurgulanır. Ayrıca, ecelin, velayetin, dua saatinin ve Kadir Gecesi’nin gizli olmasının hikmetleri açıklanır.

 

### **Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın Tâ Neşv ü Nema Bulsun**

**Metin:**
> Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun
> Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
> Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
> Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin.
> İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.
> Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen
> Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.
> İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.
> Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam. Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen
> İbhamda izhar eder, ihfada ispat eder. Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.
> Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen
> Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin
> Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin…

**İzah:**
Bu bölüm, meziyetlerin (üstün vasıfların) gizli kalmasının hikmetini ve şöhretin zararlarını ele alıyor. Alçakgönüllülük, ihlas ve gizlilik, bireyin ve topluluğun bereketini artırırken; şöhret, riya ve kendini gösterme arzusu (taayyün) zulme ve fitneye yol açar. Ayrıca, Allah’ın nizamında bazı şeylerin gizli bırakılmasının (ibham) hikmeti, velayet, ecel, dua saati ve Kadir Gecesi gibi örneklerle açıklanıyor.

  1. **“Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun”**: Eğer üstün vasıfların (meziyet) varsa, bunları gizlilik toprağında (hafâ türabında) sakla ki gelişip büyüsün (neşv ü nema bulsun). Meziyetlerin gizli kalması, onların bereketini artırır ve ihlasla değer kazanmasını sağlar.
  2. **“Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi”**: Üstün vasıflara sahip olan kişiye (zîhâssa-i meşhure) seslenerek, kendini öne çıkarma (taayyün) ile başkalarına zulmetmemesi söyleniyor. Eğer gizlilik perdesi (perde-i hafâ) altında kalırsan, kardeşlerine (ihvan) ihsan ve bereket verirsin. Bu, alçakgönüllülüğün ve ihlasın topluma faydasını ifade eder.
  3. **“Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti”**: Gizlilik, her bir kardeşin (ihvan) altında senin gibi birinin çıkma ihtimalini canlı tutar. Bu, herkese saygı ve hürmet (nazar-ı hürmet) kazandırır. Yani, bir toplulukta herkesin potansiyel olarak değerli olduğu düşüncesi, kardeşlik ruhunu güçlendirir.
  4. **“Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun”**: Eğer kendini öne çıkarıp (taayyün) gizlilik perdesinden çıkarsan, altta cömert (mükrim) iken, üstte zalim olursun. Şöhret, kişiyi bencilleştirir ve başkalarını gölgede bırakarak haksızlık yapar.
  5. **“Güneş iken orada, burada gölge edersin. İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten”**: Gizliyken bir güneş gibi değerli olan kişi, şöhret peşinde koşarsa gölge olur ve kardeşlerini saygıdan (nazar-ı hürmet) düşürür. Şöhret, toplumu bölerek kardeşlik bağlarını zayıflatır.
  6. **“Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün”**: Kendini öne çıkarma (taayyün) ve şöhret kazanma (teşahhus), zalimane davranışlardır. Bu, hem gerçek hem de böyle görülmelidir.
  7. **“Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret?”**: Riya ve yapmacıklıkla (tasannu) şöhret kazanma, tamamen yalandır ve değersizdir. İhlas, şöhretten çok daha kıymetlidir.
  8. **“İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen”**: Allah’ın hikmeti (hikmet-i İlahî) ve en güzel düzeni (nizam-ı ahsen), üstün bir ferdin (ferd-i fevkalâde) kendi türü içinde gizlenmesini (setr) sağlar. Bu, ona kıymet kazandırır ve güzel bir davranış (müstahsen) olarak kabul edilir.
  9. **“İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel”**: Allah’ın nizamındaki ibhamın (belirsizlik) hikmeti, şu örneklerle açıklanır:
    – İnsanlar arasında veli (evliya) gizlidir (meçhul ve mühmel).
    – Ömrün içindeki ecel (ölüm vakti) bilinmez.
  10. **“Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen”**: Cuma günü, duaların kabul olduğu bir saat vardır, ancak bu saat gizlidir (müstetirdir). Bu, ibhamın hikmetini gösterir.
  11. **“Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam”**: Ramazan’da Kadir Gecesi (leyle-i zû-kadir) gizlidir (münteşir). Allah’ın güzel isimleri (esmaü’l-hüsna) içinde en büyük ismin (ism-i a’zam) iksiri de saklıdır (muzmer). Bu, gizliliğin değerini ve hikmetini vurgular.
  12. **“Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen ibhamda izhar eder, ihfada ispat eder”**: Bu örneklerin büyüklüğü (haşmet) ve güzelliği (sırr-ı hasen), belirsizlikte (ibham) ortaya çıkar ve gizlilikte (ihfa) ispat edilir. Gizlilik, hakikatlerin değerini artırır.
  13. **“Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan”**: Ecelin bilinmezliği (ibham), korku ve ümit (kefeteyn-i havf ve reca) arasında bir denge (muvazene) sağlar. İnsan, her an ölümü düşünerek hem dünya hem ahiret için dengeli bir hayat sürer.
  14. **“Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir”**: Korku ve ümit dengesi, dünya ve ahiret hizmetini sağlar. Ecelin belirsizliği, insana sanki ebedi yaşayacakmış gibi bir his (tevehhüm-ü bekaî) verir ve ömrün lezzetini artırır.
  15. **“Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen nihayeti muayyen bin senelik bir ömre”**: Belirsiz (mübhem) bir yirmi yıllık ömür, sonu belli (muayyen) bin yıllık bir ömürden daha iyidir (ahsen). Çünkü belirsizlik, insanı her an hazır tutar ve hayata anlam katar.
  16. **“Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin”**: Eğer ömrün yarısı geçerse ve ecel belli olsaydı, her saat insana darağacına yaklaşır gibi hissettirirdi. Bu, sürekli bir üzüntü (şey’en şey’en üzülmek) ve tesellisizlik yaratırdı.
  17. **“Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin”**: Ecelin belli olması, insanı adım adım üzüntüye sürükler ve hiçbir teselli (vehim) rahatlık vermez. Bu, ecelin gizliliğinin hikmetini gösterir.

**Genel Mesaj**: Meziyetlerin gizli kalması, ihlas ve bereket getirir; şöhret ve riya ise zulüm ve fitneye yol açar. Allah’ın nizamında, velayet, ecel, dua saati ve Kadir Gecesi gibi bazı şeyler gizlidir; bu belirsizlik (ibham), hikmet ve denge sağlar. Müslümanlar, alçakgönüllü olmalı, şöhretten kaçınmalı ve Allah’ın nizamındaki gizliliğin hikmetini tefekkür etmelidir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani ihlas, alçakgönüllülük ve Allah’ın nizamındaki hikmeti ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Gizliliğin Hikmeti**: Meziyetlerin gizli kalması, birey ve topluluk için bereketlidir. Şöhret ve kendini gösterme (taayyün), zulme ve fitneye yol açar.
2. **İhlas ve Kardeşlik**: Alçakgönüllülük, kardeşler arasında saygı ve hürmeti artırır; şöhret ise bölünmeye sebep olur.
3. **İbhamın Hikmeti**: Allah’ın nizamında velayet, ecel, dua saati ve Kadir Gecesi gibi şeylerin gizli olması, denge ve hikmet taşır. Örneğin, ecelin belirsizliği, korku ve ümit arasında bir muvazene sağlar.
4. **Tefekkürün Önemi**: Müslümanlar, Allah’ın nizamındaki gizliliğin ve belirsizliğin hikmetini tefekkür ederek ihlasla hareket etmelidir.

Bu metin, Müslümanlara ihlası, alçakgönüllülüğü ve Allah’ın nizamındaki hikmetleri anlamayı öğütler. Şöhret ve riyadan uzak durmayı, gizliliğin bereketini ve belirsizliğin hikmetini vurgulayarak, insanın hem dünya hem ahiret saadeti için nasıl bir tavır takınması gerektiğini gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.

İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir. 

   Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

   Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?

Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.

   Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur.

   Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.

   Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebep, illet oluyor.

   Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor.

   Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur.

   O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur

   O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor.

   O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.

   Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

   Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir.

   Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

   Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.

   Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir.

   O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor

   O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

******

1 — İcad ve cem’-i ezdadın hikmeti

Metin özeti:

> “İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.”

İzah:

Burada “cem’-i ezdad”, yani varlıkların çeşitliliği ve bir araya gelmesi üzerinden kudretin hikmeti anlatılır.

Kudret, en büyük ölçekte güneşi, en küçük ölçekte zerreyi aynı şekilde kontrol eder.

Bu, Allah’ın birliği ve mutlak kudretini gösterir: Çokluk içinde birlik, çeşitlilik içinde düzen.

Farklı mertebelerdeki varlıklar, küçük ve büyük tüm varlıklar kudretin birer tecellisidir.

2 — Hikmetin dual yönlü tezahürü: lezzet ve elem

Metin özeti:

> “Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri, hüsnün içinde kubhu, nimet içinde nıkmet…”

İzah:

Allah’ın kudreti ve hikmeti, mutlak bir denge ile tecelli eder.

Dünyada lezzet ve elem, hayır ve şer, güzellik ve çirkinlik bir arada görülür; her şeyin bir sebebi vardır.

Bu nisbi tecelli, insanın hakkı anlaması, hikmeti fark etmesi için bir eğitim ve imtihan sistemidir.

Mesela sağlık, hastalık; sıcaklık, soğukluk gibi çift kutuplar, kudretin ilahi düzenini gösterir.

3 — Hakikatin nisbi olması

Metin özeti:

> “Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun…”

İzah:

Her varlık, tek başına anlam taşımaz; diğer varlıklarla ilişkisiyle anlam kazanır.

Güneşin ışığı, deniz yüzüne, şebneme ve zerrelere yansır; her bir varlık kudreti yansıtır ama nisbi bir biçimde.

Bu, hakikatin nisbi doğasıdır: Küçük bir varlık, büyük kudretin aksini taşır; büyük bir varlık, küçük varlıkların içinde yansır.

4 — Mikro ve makro âlemin tecellisi

Metin özeti:

> “Şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir…”

İzah:

Bu bölümde mikro-kosmos ve makro-kosmos arasındaki bağlantı vurgulanır.

Küçük bir şebnem damlası, güneş ışığının aksini taşır; bütün evren, kudretin bir yansımasıdır.

Her zerre, her yıldız, her ışık lekesi, Allah’ın kudretinin bir tecellisidir.

Risale-i Nur’un önemli bir noktası: Her küçük varlık, büyük varlıkla aynı kudretin bir parçasıdır, bu da “vahdet-i kudret”i gösterir.

5 — Kudretin mutlak ve eşit dağılışı

Metin özeti:

> “Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez…”

İzah:

Allah’ın kudreti temel ve değişmezdir; hiçbir varlık O’na denk gelemez.

Tüm varlıklar, kudretin eşit ve orantılı tecellisi ile birbirine bağlanır.

Büyük güneş, küçük şebnem, her biri kudretin nisbi tecellisini gösterir; hiçbir şey ağır basmaz, her şey dengededir.

6 — Kâinatın nizamı ve dersleri

Metin özeti:

> “Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.”

İzah:

Dünyadaki her şey nisbi tecellilerle var olur; sıcaklık, soğukluk, sağlık, hastalık gibi dualiteler kudretin hikmetini gösterir.

Âhirette bu nisbi tecelliler, hakikate dönüşür ve her şeyin özündeki anlam ortaya çıkar.

Bu, kainatın düzeni ve Allah’ın adaletinin göstergesidir.

7 — Pratik dersler

  1. Küçük ve büyük varlıklar, kudretin bir tecellisidir.
  2. Lezzet ve elem, nimet ve nıkmet, hayır ve şer bir arada olup hikmetin bir yönünü gösterir.
  3. Her varlık, diğerleriyle ilişkisi içinde anlam kazanır; hakikat nisbi bir düzendedir.
  4. Mikro ve makro âlem, kudretin tecellisinin birbirini yansıtmasıdır.
  5. Dünyadaki tecrübeler, Âhirette hakikate dönüşecek bir eğitim ve imtihan sistemidir.

Özet:

Kudret elinde tüm varlıklar birdir: Büyük güneş, küçük şebnem, zerre.

Her varlık, kudretin tecellisidir; lezzet ve elem, nimet ve nıkmet, güzellik ve çirkinlik, hepsi hikmetin bir parçasıdır.

Kâinatın düzeni, nisbi tecelli ve ölçü üzerine kuruludur.

Bu düzen, insanın aklı ve kalbi için ders ve ibrettir; her şey Allah’ın kudretini gösterir ve Âhirette hakikate dönüşür.

******

Metin, Allah’ın kudretinin zıtlıkların bir araya getirilmesinde (cem’-i ezdad) tecelli ettiğini, bu zıtlıkların hikmetini ve yaratılışta küçük ile büyük arasındaki birliği ele alıyor. Ana tema, Allah’ın kudretinin zıtlıklar içinde nasıl bir hikmet ve haşmetle göründüğünü, her şeyin O’nun nazarında eşit olduğunu ve yaratılışın inceliklerini tefekkür etmenin önemini vurgulamaktır.

### **İcad ve Cem’-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems ve Zerre Birdir**

**Metin:**
> İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.
> Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,
> Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?
> Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.
> Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur.
> Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.
> Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebep, illet oluyor.
> Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor.
> Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur.
> O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur
> O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor.
> O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.
> Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
> Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir.
> Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
> Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.
> Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir.
> O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor
> O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

**İzah:**
Bu bölüm, Allah’ın kudretinin zıtlıkların bir araya getirilmesinde (cem’-i ezdad) tecelli ettiğini ve bu zıtlıkların yaratılışta büyük bir hikmet barındırdığını ele alıyor. Küçük ile büyük, zerre ile güneş, Allah’ın kudret nazarında birdir. Zıtlıklar, hakikatlerin ortaya çıkması için bir vesiledir ve kâinat, bu zıtlıkların uyumuyla düzenlenmiştir.

  1. **“İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir”**: Yaratılış (icad) ve zıtlıkların bir araya getirilmesi (cem’-i ezdad), büyük bir hikmet taşır. Allah’ın kudreti nazarında, güneş (şems) ile zerre (en küçük parçacık) eşittir. Bu, Allah’ın sınırsız kudretinin her şeye eşit şekilde tecelli ettiğini gösterir.
  2. **“Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri, hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?”**: Kalbi uyanık olan kardeşine (birader-i kalb-hüşyar) seslenerek, Allah’ın kudretinin (iktidar) zıtlıkların birleşiminde tecelli ettiği belirtiliyor. Lezzet ile elem, hayır ile şer, güzellik (hüsn) ile çirkinlik (kubh), fayda (nef’) ile zarar (darr), nimet ile nıkmet (bela), nur ile nar (ateş) bir aradadır. Bu zıtlıkların birleşimi, yaratılışın sırrıdır ve Allah’ın hikmetini gösterir.
  3. **“Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün”**: Göreceli hakikatler (hakaik-i nisbiye), varlığın sabitlenmesi (sübut) ve hakikatlerin ortaya çıkması için gereklidir. Bir şeyde çok şeyin var olması, zıtlıkların bir araya gelmesiyle mümkün olur. Örneğin, bir şey hem güzel hem çirkin, hem faydalı hem zararlı olabilir; bu, hakikatlerin çeşitlenmesini sağlar.
  4. **“Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur. Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani”**: Hızlı hareket eden bir nokta, bir çizgi (hat) olur; hızlı dönen bir ışık parçası (lem’a-i nur), bir ışık dairesi (daire-i nurani) oluşturur. Bu, göreceli hakikatlerin (hakaik-i nisbiye) dinamik doğasını gösterir. Hareket ve zıtlıklar, kâinatta düzenin ve güzelliğin ortaya çıkmasını sağlar.
  5. **“Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur”**: Göreceli hakikatlerin görevi, dünyada tohumların (taneler) sümbül (başak) haline gelmesidir. Yani, zıtlıklar ve farklılıklar, dünyanın düzenini ve bereketini sağlar.
  6. **“Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor”**: Kâinatın hammaddesi (çamuru), düzen bağları (revabıt-ı nizamı) ve nakışlarının ilişkileri (alâik-ı nakşı), bu göreceli hakikatlerle şekillenir. Zıtlıklar, kâinatın düzenini ve estetiğini oluşturur.
  7. **“Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur”**: Dünyada göreceli olan hakikatler (nisbî emirler), ahirette mutlak hakikatlere dönüşür. Örneğin, dünyadaki zıtlıklar (lezzet-elem, hayır-şer), ahirette cennet ve cehennem gibi mutlak hakikatler olarak tezahür eder.
  8. **“Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsundaki derecat kubhun tedahülüdür”**: Sıcaklığın dereceleri (hararette meratib), soğuğun varlığına (tahallül-ü bürudet) bağlıdır. Güzelliğin dereceleri (hüsundaki derecat), çirkinliğin varlığı (kubhun tedahülü) ile anlam kazanır. Zıtlıklar, birbirini tamamlar ve hakikatlerin ortaya çıkmasına sebep olur.
  9. **“Sebep, illet oluyor. Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz”**: Işık (ziya), karanlığa (zulmet); lezzet, eleme; sıhhat, hastalığa (maraz) borçludur. Zıtlıklar, birbirinin varlığını anlamlı kılar ve birinin varlığı, diğerinin sebebidir (illet).
  10. **“Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor. Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez”**: Cennetin varlığı, cehennemin azabını anlamlı kılar; cehennemin soğukluğu (zemherir) olmazsa, sıcaklığı (ihrak) da etkili olmaz. Zıtlıklar, ahiret hayatını da anlamlı hale getirir.
  11. **“O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur”**: Ebedi Yaratıcı (Hallak-ı Lemyezel), zıtlıkları yaratmakla (halk-ı ezdad) hikmetini göstermiştir. Bu, O’nun haşmetinin (büyüklüğünün) ortaya çıkmasını sağlar.
  12. **“O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur”**: Sınırsız Kudret Sahibi (Kadîr-i Lâyezal), zıtlıkları bir araya getirerek kudretini göstermiştir. Bu, O’nun azametinin (büyüklüğünün) ortaya çıkmasını sağlar.
  13. **“Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor”**: Allah’ın kudreti, O’nun zatının ayrılmaz bir özelliğidir (lâzıme-i zatî) ve zorunlu bir niteliğidir (zarure-i nâşie). Bu kudrette zıtlık (zıddı) veya acizlik (acz) bulunamaz; dereceler (meratib) yoktur; her şeye eşit şekilde tecelli eder ve hiçbir şey O’na ağır gelmez. Bu, Allah’ın sınırsız kudretinin evrenselliğini ve eşitliğini gösterir.
  14. **“O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur”**: Allah’ın kudretinin ışığına (ziyasına) güneş, bir kandil (mişkât) olmuştur. Deniz yüzü, bu nurun aynası (âyine); şebnemlerin (çiy damlalarının) gözleri ise birer aynadır (mir’at). Bu, Allah’ın kudretinin her şeyde tecelli ettiğini gösterir.
  15. **“Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor”**: Denizin geniş yüzeyi, güneşi yansıtır; alnındaki kırışıklıklarda (çin-i cebîn) bulunan su damlacıkları (katreler) de aynı güneşi yansıtır. Şebnemin küçük gözü, yıldız gibi parlar. Bu, Allah’ın kudretinin büyük ve küçük her şeyde eşit şekilde tecelli ettiğini ifade eder.
  16. **“Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir”**: Şebnem ve deniz, Allah’ın kudret nazarında birdir; aynı hakikati (hüviyet) yansıtır. Şebnemin göz bebeği, küçük bir güneş gibidir ve Allah’ın kudretini aynen yansıtır (tanzir eder).
  17. **“Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur”**: Muhteşem güneş bile, Allah’ın kudret nazarında bir şebnem gibidir. Güneşin ışığı, Allah’ın kudret güneşinden (şems-i kudret) gelen bir nurdur ve O’nun kudretine bir ay (kamer) gibi yansıtıcıdır.
  18. **“Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur”**: Gökyüzü (semavat), bir deniz gibidir; Allah’ın rahmet nefesiyle (nefes-i Rahman) dalgalanır ve yıldızlar (nücum) ile güneşler (şümus), bu denizin damlacıkları (katarat) gibidir.
  19. **“Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı”**: Allah’ın kudreti, bu damlacıklara (yıldızlar ve güneşler) nurani parıltılar (lema’at) serpti. Her biri, Allah’ın kudretinin bir yansımasıdır.
  20. **“Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir”**: Her güneş bir damla, her yıldız bir şebnem, her ışık parıltısı (lem’a) bir temsildir (timsal). Bu, Allah’ın kudretinin her şeyde tecelli ettiğini gösterir.
  21. **“O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor”**: Güneş, Allah’ın kudretinin tecelli feyzinin küçük bir yansımasıdır (aks). Şebnemin parlak camı (zücace), inci gibi parlar (dürri-misal).
  22. **“O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor”**: Yıldız, şebnem gibi latif bir göz içinde Allah’ın nur parıltısına (lem’a) yer açar. Bu parıltı, bir lamba (sirac) olur; yıldızın gözü bir cam (zücace) gibi parlar ve nurlandırılır.

**Genel Mesaj**: Allah’ın kudreti, zıtlıkların bir araya getirilmesinde (cem’-i ezdad) tecelli eder ve bu, yaratılışın büyük bir hikmetidir. Lezzet-elem, hayır-şer, güzellik-çirkinlik gibi zıtlıklar, hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlar. Allah’ın kudret nazarında, güneş ile zerre, deniz ile şebnem birdir; her şey O’nun kudretinin bir yansımasıdır. Kâinat, bu zıtlıkların uyumuyla düzenlenmiştir ve ahirette bu göreceli hakikatler mutlak hakikatlere dönüşecektir. Müslümanlar, bu hikmeti tefekkür ederek Allah’ın kudret ve azametini anlamalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani Allah’ın kudretinin zıtlıklar içinde tecelli ettiğini ve yaratılışın hikmetini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Zıtlıkların Hikmeti**: Zıtlıkların bir araya getirilmesi (cem’-i ezdad), Allah’ın kudretinin ve hikmetinin bir göstergesidir. Lezzet-elem, hayır-şer, güzellik-çirkinlik gibi zıtlıklar, hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlar.
2. **Kudretin Eşitliği**: Allah’ın kudret nazarında, güneş ile zerre, deniz ile şebnem birdir. Her şey, O’nun kudretinin bir yansımasıdır ve hiçbir şey O’na ağır gelmez.
3. **Kâinatın Düzeni**: Göreceli hakikatler (hakaik-i nisbiye), kâinatın düzenini ve nakışlarını oluşturur. Ahirette bu hakikatler, mutlak hakikatlere dönüşecektir.
4. **Tefekkürün Önemi**: Müslümanlar, kâinattaki zıtlıkları ve Allah’ın kudretinin tecellilerini tefekkür ederek O’nun hikmetini, haşmetini ve azametini anlamalıdır.

Bu metin, Müslümanlara kâinatı bir tefekkür kitabı olarak okumayı, Allah’ın kudretinin zıtlıklar içindeki hikmetini görmeyi ve her şeyde O’nun birliğini (tevhid) fark etmeyi öğütler. Zıtlıkların bir araya getirilmesi, yaratılışın güzelliğini ve Allah’ın sınırsız kudretini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez

İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez 

   Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta. Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı:

   “Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” olmalı. “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” olmalı.

Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.”

   Dememeli: “Budur hak, başkaları battaldır.” Ya “Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.”

   Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. Dert ile dermanlar

   Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.

   İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir.

   İki mizaca göre. Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar

   Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

   Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur.

   Tamimin iltizamı sebep olur nizâya. İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

   Hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler.

   Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.

   Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…

* * * 

İslâmiyetin özünde selm, müsamaha ve ittihat anlayışını ele alıyor. Risale-i Nur perspektifiyle detaylı bir izah yapalım:

1 — İslâmiyetin selm ve müsalemet özelliği

Metin özeti:

> “İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez.”

İzah:

İslâmiyetin temel düsturu, barış, güven ve karşılıklı saygıdır.

Dâhilde, yani Müslüman topluluk içinde iç çatışma ve düşmanlık İslâmiyetin ruhuna aykırıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in sünnetinde sık sık vurgulanan husus: Müslümanlar birbirleriyle çekişmemeli, birbirini yok etmeye çalışmamalıdır.

2 — “Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” ilkesi

Metin özeti:

> “Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı: ‘Hüve’l-Hakku’ yerine ‘Hüve Hakkun’, ‘Hüve’l-Hasen’ yerine ‘Hüve’l-Ahsen’ olmalı.”

İzah:

Burada hakikati ve güzelliği mutlak görmek yerine nisbi ve mükerrer görmek öneriliyor.

“Hüve’l-Hakku” (Sadece O haklıdır) yerine “Hüve Hakkun” (Her hak kendi yerinde haklıdır) yaklaşımı:

İnsanlar ve mezhepler arasında ittifak ve karşılıklı saygı oluşturur.

İhtilaflar ve taassup yerine birbirine tahammül ve nezaket esas alınır.

Benzer şekilde “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” demek: Güzellik de farklı şekillerde tezahür edebilir, herkesin kendi yolu kendince güzeldir.

3 — Mezhep taassubu ve inhisar zihniyeti

Metin özeti:

> “Dememeli: ‘Budur hak, başkaları battaldır.’ Ya ‘Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.’”

İzah:

Mezhep taassubu ve inhisar (tekelleşme) zihniyeti, nifak ve düşmanlık doğurur.

İnsan sadece kendi mezhebi veya görüşünü mutlak hak zannedip diğerlerini çirkin ve yanlış görmemelidir.

Risale-i Nur’da da vurgulanan prensip: Farklılıklar, düşmanlık değil, zenginlik ve çeşitlilik olarak görülmelidir.

4 — Hak ve taaddüd (çoğuliyet) ilişkisi

Metin özeti:

> “Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder.”

İzah:

Hak ve güzellik tek biçimde değil, çeşitli yollar ve şekillerle tezahür eder.

Mezheplerin veya fıkhî görüşlerin farklı olması, İslâm’ın ruhuna aykırı değil, aksine hakikatin çeşitli yönlerinin ortaya çıkmasıdır.

Tek tip yaklaşım, inhisar ve taassuba yol açar; farklı yollar, İslâm’ın esnek ve kapsayıcı ruhunu gösterir.

5 — İslâmiyetin inkılabı ve ittihat anlayışı

Metin özeti:

> “Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.”

İzah:

İslâmiyet, insanları birleştiren bir inkılap yapmıştır.

Peygamber Efendimiz (asm), farklı kavim ve mezhepleri bir araya getirmiş, şer’i kurallarla ittifak ve birlik sağlamıştır.

Bu süreçte herkes kendi ölçüsünde hakikate yönlendirilmiş, zorla tek bir mezhebe sokulmamıştır.

Mezheplerin çoğulluğu, ittihatın önünde engel değil, manevi çeşitliliği ve hakikatin zenginliğini gösterir.

6 — Pratik dersler

  1. İslâmiyet, iç çatışmayı reddeder, selm ve müsamaha esas alınmalıdır.
  2. Hak ve güzellik farklı biçimlerde tezahür edebilir, herkes kendi yolunu benimser, başkasına düşman olmaz.
  3. Taassup, inhisar ve kibir, İslâm’ın ruhuna aykırıdır; bu zihniyet düşmanlık ve nizâ doğurur.
  4. Mezhepler ve farklı görüşler, hakikatin çeşitliliğini gösterir, bu çoğulluk bir zenginliktir.
  5. Peygamberlik ve şer’i düzen, insanları ittihat ve ahenk içinde birleştirir, herkesin ruh ve fıtratına göre farklı yollar bırakır.

7 — Özet

İttihat ve selm: Müslüman topluluk içinde çatışma değil, birlik ve saygı esastır.

Nisbi hak anlayışı: Her mezhep ve yol kendi içinde haklıdır ve güzeldir.

Taassup ve inhisar: Nifak ve düşmanlık kaynağıdır, önlenmelidir.

Çoğul hak anlayışı: Mezhep farklılıkları hakikatin farklı tezahürleridir, İslâm’ın ruhuna uygundur.

Peygamberlik ve şer’î düzen: İnsanları ahenk ve birlik içinde birleştirir, hak ve güzellik çeşitliliğini korur.

*****

Metin, İslam’ın barış ve birlik dini olduğunu, Müslümanlar arasında ihtilaf ve husumetin istenmediğini, mezheplerin ve farklılıkların hakikatin birer yansıması olduğunu ve birlik için doğru bir zihniyetin gerektiğini vurguluyor. Ana tema, İslam dünyasının birliğini (ittihat) sağlamak için mezhepler ve görüşler arasındaki farklılıkları hoşgörüyle karşılamanın ve taassuptan uzak durmanın önemidir.

### **İslâmiyet, Selm ve Müsalemettir; Dâhilde Nizâ ve Husumet İstemez**

**Metin:**
> İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez
> Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta. Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı:
> “Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” olmalı. “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” olmalı.
> Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.”
> Dememeli: “Budur hak, başkaları battaldır.” Ya “Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.”
> Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. Dert ile dermanlar
> Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.
> İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir.
> İki mizaca göre. Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar
> Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.
> Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur.
> Tamimin iltizamı sebep olur nizâya. İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,
> Hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler.
> Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.
> Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…

**İzah:**
Bu bölüm, İslam’ın barış (selm) ve uzlaşma (müsalemet) dini olduğunu, Müslümanlar arasında çekişme (nizâ) ve düşmanlık (husumet) istemediğini vurguluyor. İslam dünyasının birliği (ittihat) için doğru bir zihniyetin benimsenmesi gerektiğini ve mezheplerin farklılıklarının hakikatin birer yansıması olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade ediyor.

  1. **“İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez”**: İslam, barış ve uzlaşma dinidir. Müslümanlar arasında (dâhilde) çekişme ve düşmanlık istenmez. İslam, birlik ve kardeşlik üzerine kuruludur; bu nedenle Müslümanlar, ihtilaf ve husumetten uzak durmalıdır.
  2. **“Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta”**: İslam dünyasına (âlem-i İslâmî) seslenerek, hayatın ve kurtuluşun birlik (ittihat) içinde olduğu belirtiliyor. Müslümanların gücü ve saadeti, birleşmelerinde yatmaktadır.
  3. **“Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı: ‘Hüve’l-Hakku’ yerine ‘Hüve Hakkun’ olmalı. ‘Hüve’l-Hasen’ yerine ‘Hüve’l-Ahsen’ olmalı”**: Birlik isteyen Müslümanlar, şu düsturu benimsemelidir: “Bu tek hakikattir” (Hüve’l-Hakku) demek yerine, “Bu bir hakikattir” (Hüve Hakkun) demeli; “Bu tek güzeldir” (Hüve’l-Hasen) yerine, “Bu en güzelidir” (Hüve’l-Ahsen) demelidir. Bu, kendi yolunu hak ve güzel görmekle birlikte, başkalarının yolunu da kabul etmeyi ve saygı göstermeyi ifade eder.
  4. **“Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.’”**: Her Müslüman, kendi mesleği veya mezhebine “Bu haktır, başkalarına karışmam; başkaları güzel olsa bile benimki en güzelidir” demelidir. Bu, kendi inancına bağlılığı korurken, başkalarının inancına saygı göstermeyi öğütler.
  5. **“Dememeli: ‘Budur hak, başkaları battaldır.’ Ya ‘Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.’”**: Müslüman, “Yalnız benim yolum haktır, diğerleri batıldır” veya “Yalnız benim mezhebim güzeldir, diğerleri yanlış ve çirkindir” dememelidir. Bu tür bir yaklaşım, tekelci (inhisar) bir zihniyettir ve birlik ruhuna zarar verir.
  6. **“Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor”**: Tekelci zihniyet (zihniyet-i inhisar), nefis sevgisinden (hubb-u nefs) kaynaklanır. Bu zihniyet, bir hastalığa (maraz) dönüşür ve çekişmelere (nizâ) yol açar. Kendi yolunu tek doğru saymak, bencillikten gelir ve Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olur.
  7. **“Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder”**: İnsanların dertleri ve dermanları çeşitlidir (taaddüd eder) ve bu bir hakikattir. Hakikat de farklı şekillerde kendini gösterebilir. Örneğin, farklı mezhepler, farklı ihtiyaçlara cevap verir.
  8. **“Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder”**: İnsanların ihtiyaçları (hâcat) ve gıdaları (ağdiye) çeşitlidir; bu çeşitlilik bir hakikattir ve hakikat de çeşitlenir (tenevvü eder). Örneğin, farklı mezhepler, farklı mizaçlara ve ihtiyaçlara uygun olarak ortaya çıkmıştır.
  9. **“İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder”**: İnsanların yetenekleri (istidat) ve eğitimleri (terbiyeler) çeşitlidir; bu çeşitlilik bir hakikattir ve hakikat de bu çeşitliliğe göre çoğalır (tekessür eder). Her insanın mizacı ve terbiyesi farklı olduğu için, hakikat farklı yollardan ifade bulabilir.
  10. **“Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir. İki mizaca göre”**: Aynı madde, bir mizaca zehir, başka bir mizaca panzehir olabilir. Örneğin, bir ilacın bir kişiye fayda sağlaması, başka bir kişiye zarar verebilir. Bu, farklı mizaçlara uygun farklı yaklaşımların hak olduğunu gösterir.
  11. **“Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp”**: Fer’î meselelerde (fıkhî detaylarda) hakikat sabit ve mutlak değildir; göreceli (izafî) ve karmaşıktır (mürekkeb). İnsanların mizaçları, bu meselelere bir pay (hisse) verir ve hakikat, bu mizaçlara göre şekillenir (tahakkuk ve terekküp). Örneğin, farklı mezhepler, farklı mizaçlara ve ihtiyaçlara göre hüküm çıkarır.
  12. **“Her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder”**: Her mezhebin sahibi, kendi mezhebini mutlak bir şekilde doğru sayar ve diğerlerini ihmal eder (mühmel). Bu, taassuba yol açar.
  13. **“Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur”**: Mezhebin sınırları, mizaca olan eğilime (temayül-ü mizaca) göre belirlenir. Mezhep taassubu (taassub-u mezhebî), genellemeye (tamim) ve dolayısıyla ihtilafa sebep olur.
  14. **“Tamimin iltizamı sebep olur nizâya”**: Herkesi kendi mezhebine uymaya zorlama (tamimin iltizamı), çekişmelere (nizâ) yol açar. Müslümanlar, farklılıkları kabul etmeli ve genelleme yapmaktan kaçınmalıdır.
  15. **“İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar, hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler”**: İslam’dan önce insanlık, derin sınıfsal uçurumlar (tabakat-ı beşerde derin uçurumlar) ve uzaklaşmalar (tebâud-ü acibi) içindeydi. Bu nedenle birden fazla peygamber (taaddüd-ü enbiya), farklı şeriatlar (tenevvü-ü şerâyi’) ve çok sayıda mezhep gerekliydi.
  16. **“Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber”**: İslam, insanlıkta bir inkılap yaptı ve insanları birbirine yaklaştırdı (tekarüb etti). Şeriat, birliği (ittihat) sağladı ve tek bir peygamber (Hz. Muhammed) ile tamamlandı.
  17. **“Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti”**: İnsanların seviyeleri eşit olmadığından, mezhepler çeşitlendi (taaddüd etti). Farklı mizaçlar ve ihtiyaçlar, farklı mezheplerin ortaya çıkmasına sebep oldu.
  18. **“Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…”**: Tek bir terbiye (İslam’ın eğitimi) yeterli olduğunda, mezhepler birleşir (ittihat eder). Bu, İslam’ın birleştirici gücünün, gelecekte mezhepleri bir araya getirebileceğini ifade eder.

**Genel Mesaj**: İslam, barış ve uzlaşma dinidir; Müslümanlar arasında çekişme ve düşmanlık istenmez. Birlik, farklılıkları hoşgörüyle karşılayarak sağlanır. Müslümanlar, kendi mezhebini hak ve güzel görse de başkalarının yolunu batıl saymamalıdır. Tekelci zihniyet, nefis sevgisinden kaynaklanır ve ihtilafa yol açar. Farklı mizaçlar ve ihtiyaçlar, hakikatin farklı yansımalarını doğurur; bu nedenle mezheplerin çeşitliliği bir zenginliktir. İslam, insanlığı birleştiren bir inkılap yapmış, ancak farklı seviyeler nedeniyle mezhepler ortaya çıkmıştır. Gelecekte, İslam’ın terbiyesi mezhepleri birleştirebilir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani İslam dünyasının birliğini ve mezheplerin farklılıklarının hakikatin birer yansıması olduğunu ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **İslam’ın Barış Ruhu**: İslam, barış ve uzlaşma dinidir; Müslümanlar arasında çekişme ve düşmanlık istenmez.
2. **Birlik İçin Hoşgörü**: Müslümanlar, kendi mezhebini hak ve güzel görse de başkalarının yoluna saygı göstermeli, tekelci zihniyetten (zihniyet-i inhisar) ve taassuptan kaçınmalıdır.
3. **Farklılıkların Hakikati**: İnsanların mizaçları, ihtiyaçları ve yetenekleri farklı olduğu için hakikat, farklı yollardan (mezhepler) ifade bulur. Bu çeşitlilik, bir zenginliktir.
4. **İslam’ın Birleştirici Gücü**: İslam, insanlıkta bir inkılap yapmış ve birliği sağlamıştır. Gelecekte, İslam’ın terbiyesi mezhepleri birleştirebilir.

Bu metin, Müslümanlara birlik ve hoşgörüyü öğütler. Mezheplerin farklılıklarını bir zenginlik olarak görmeyi, taassuptan ve ihtilaftan uzak durmayı, İslam’ın barış ruhuna bağlı kalarak ittihat (birlik) için çalışmayı vurgular. Aynı zamanda, İslam’ın insanlığı birleştiren inkılap gücünü ve mezheplerin geçici bir çeşitlilik olduğunu hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zaaf, hasmı teşci eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez.

Zaaf, hasmı teşci eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez. 

   Ey hâif ve hem zayıf! Havf ve zaafın beyhude hem senin aleyhinde tesirat-ı haricî teşci eder, celbeder.

   Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.

İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben.” der.

   Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabb’im muvaffak etsin, ben de bunu işlerim.” dese tecavüz eder.

   İsa’ya demiş şeytan: “Madem her şeyi o yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?”

   İsa dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabb’ini tecrübe ve imtihan!”

* * * 

Beğendiğin şeyde ifrat etme 

   Bir derdin dermanı, başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

* * * 

İnadın gözü, meleği şeytan görür 

   İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.

   Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder.

* * * 

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma 

   Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.

* * * 

Metin zaaf, imtihan, ifrat, inat ve hak ile ehak arasındaki fark üzerine derin bir manevi ve ahlaki bakış sunuyor.

1 — Zaaf ve Allah’ın tecrübesi

Metin özeti:

> “Zaaf, hasmı teşci eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez.”

İzah:

İnsan zaaf ve korkularına kapıldığında, bu durum dışarıdaki düşman veya hasımların lehine bir teşvik oluşturur. Zaaf, bir tür içsel zayıflıktır, fakat sonuçları toplumsal veya dışsal etkiler doğurabilir.

Allah, kulunu imtihan ederek tecrübe eder, onu olgunlaştırır. Ancak kul, kendi başına Allah’ı test edemez; yani kaderin işleyişini, Allah’ın kudretini sınayamaz.

Bu noktada İsa (aleyhisselam) örneği verilir: Şeytan, Allah’ın işleyişini test ettirmeye çalışır, ama abd bunu yapamaz. İnsan, sadece Rabb’inin yolunda sabır ve teslimiyetle hareket eder.

Buradan çıkan ders: insan zaaflarını ve korkularını fark etmeli, Allah’a güvenerek hareket etmelidir. Müslüman için Allah’a teslimiyet, en temel erdemdir.

2 — Beğendiğin şeyde ifrat etme

Metin özeti:

> “Bir derdin dermanı, başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur.”

İzah:

Hayatta bazı iyi görünen şeyler, aşırıya kaçıldığında zarara dönüşebilir.

Bu, ifrat ve tefrit ilkesine işaret eder: Her şeyin ölçüsü vardır.

Risale-i Nur’da, bu denge anlayışı sık sık vurgulanır: Hakkı ve hayrı ölçüsüz aramak, bazen zarar getirir.

Pratik anlamda, bir ilacı veya çözümü ölçüsüz kullanmak, dermanı öldürücü olabilir. Benzer şekilde, bir fikir veya eylem de ölçüsüzce uygulanırsa zararlı hale gelir.

3 — İnadın gözü ve şeytanî aldanma

Metin özeti:

> “İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine ‘melek’ der, meleği şeytan zanneder.”

İzah:

İnsan inat ve kibir içinde olduğunda, doğruyu ve yanlışı ayırt etmek zorlaşır.

Bu durumda şeytan, insanın algısını çarpıtarak hata yaptırır. İnat eden kişi, iyi bir yardımı kötülük zannedebilir veya tersine, kötü bir şeyi iyi zannedebilir.

Bu, ahlaki ve ruhsal muhakeme için dikkat ve tevazu gerektirdiğini gösterir.

İnsan için ders: inat ve kibir, akıl ve kalbin doğruyu görmesini engeller.

4 — Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarmamak

Metin özeti:

> “Madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.”

İzah:

Hakkı bulmak, yani doğru ve mutlak hakikati görmek, bir insan için büyük bir nimettir.

Ancak, ehak (daha az doğru veya görece hak) konusunda tartışma çıkarmak gereksizdir. Her zaman ittifak edilen hak üzerinde durmak, ehak konularda ihtilafı büyütmemek gerekir.

Bu, Risale-i Nur’un fazilet ve hikmet prensibi ile uyumludur: İnsan, hak ve fazilet yollarında birleşir, gereksiz tartışmalardan kaçınır.

5 — Hikmet ve dersler

  1. Zaaf ve korkular, dış dünyaya olumsuz etki yapabilir, ama kul Allah’a teslim olursa korunur.
  2. İnsanın Allah’ı test etme yetkisi yoktur; teslimiyet ve sabır temel erdemdir.
  3. Aşırılık (ifrat) zarar getirir; her iyilik ölçülü olmalıdır.
  4. İnat ve kibir, hakikati görmeyi engeller; tevazu ve muhakeme ile doğruluk anlaşılır.
  5. Hakkı bulduktan sonra ehak üzerinde tartışmamak gerekir; hak üzerinde ittifak, toplumsal ve manevi birliği sağlar.

    6 — Özet

Zaaf → dış etkileri tetikler, Allah → kulunu tecrübe eder, kul → Allah’ı test edemez.

Her iyilik ölçüye göre yapılmalıdır; ifrat, zarara yol açar.

İnat ve kibir, yanlış algılara sebep olur, doğruyu görmek için tevazu gerekir.

Hak konusunda ittifak, ehak ile tartışmayı önler; bu, manevi ve toplumsal düzen için gereklidir.

******

Metin, dört ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Zaaf, hasmı teşci eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez**: Zayıflık ve korkunun düşmanı cesaretlendirdiği, Allah’ın kulunu imtihan ettiği, ancak kulun Allah’ı sınayamayacağı.
    2. **Beğendiğin şeyde ifrat etme**: Aşırılığın (ifrat) zararlı olduğu ve dermanın bile fazla olursa zehir olabileceği.
    3. **İnadın gözü, meleği şeytan görür**: İnatçılığın hakikati çarpıttığı ve meleği şeytan, şeytanı melek gibi gösterebileceği.
    4. **Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma**: Hakikati bulduktan sonra daha haklı (ehak) olma çabasıyla ihtilafa düşmenin yanlışlığı.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Zaaf, Hasmı Teşci Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allah’ını Tecrübe Edemez**

**Metin:**
> Zaaf, hasmı teşci eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez.
> Ey hâif ve hem zayıf! Havf ve zaafın beyhude hem senin aleyhinde tesirat-ı haricî teşci eder, celbeder.
> Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.
> İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben.” der.
> Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabb’im muvaffak etsin, ben de bunu işlerim.” dese tecavüz eder.
> İsa’ya demiş şeytan: “Madem her şeyi o yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?”
> İsa dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabb’ini tecrübe ve imtihan!”

**İzah:**
Bu bölüm, zayıflık ve korkunun düşmanı cesaretlendirdiğini, Allah’ın kulunu imtihan ettiğini, ancak kulun Allah’ı sınayamayacağını ele alıyor. Hz. İsa ile şeytan arasındaki bir olay üzerinden, kulun Allah’a teslimiyetle yaklaşması gerektiği vurgulanıyor.

  1. **“Zaaf, hasmı teşci eder”**: Zayıflık (zaaf), düşmanı (hasm) cesaretlendirir (teşci eder). Zayıf ve korkak bir tavır, karşı tarafı güçlendirir ve onun saldırmasına davetiye çıkarır. Bu, hem maddi hem manevi mücadelelerde geçerlidir.
  2. **“Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez”**: Allah, kulunu (abd) imtihan eder, ancak kul Allah’ı sınayamaz. Hayat, bir imtihan meydanıdır ve Allah, kulunu çeşitli sınavlarla dener. Ancak kul, Allah’ın iradesini veya kudretini test etmeye kalkışamaz; bu, haddi aşmaktır.
  3. **“Ey hâif ve hem zayıf! Havf ve zaafın beyhude hem senin aleyhinde tesirat-ı haricî teşci eder, celbeder”**: Korkak ve zayıf kişiye (hâif ve zayıf) seslenerek, korku (havf) ve zayıflığın boşuna olduğu belirtiliyor. Bu duygular, dış etkilerin (tesirat-ı haricî) kişiye zarar vermesini teşvik eder ve celbeder. Örneğin, korku, düşmanın cesaretini artırır; zayıflık ise yenilgiyi kolaylaştırır.
  4. **“Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez”**: Vesveseli ve kuruntulu (vehham) kişiye hitap edilerek, kesin bir faydanın (maslahat), hayalî bir zarar (mazarrat-ı mevhume) uğruna feda edilemeyeceği söyleniyor. Vesvese, insanı gereksiz korkulara sürükler ve doğru hareket etmesini engeller.
  5. **“Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır. İşine karışılmaz”**: Kulun görevi, üzerine düşeni yapmak (hareket) ve sonucu Allah’a bırakmaktır. Allah’ın işine karışmak, kulun haddi değildir. Bu, tevekkülün önemini vurgular.
  6. **“Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. ‘Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben.’ der”**: Allah, kulunu imtihan meydanına çeker ve bir nevi, “Eğer şu şekilde davranırsan, ben de sana şu şekilde karşılık veririm” der. Bu, ilahi kanunun (sünnetullah) işleyişini ifade eder.
  7. **“Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. ‘Rabb’im muvaffak etsin, ben de bunu işlerim.’ dese tecavüz eder”**: Kul, Allah’ı sınayamaz. Örneğin, “Allah bana başarı verirse, ben de şu ibadeti yaparım” demek, haddi aşmak (tecavüz) ve Allah’ı imtihan etmeye kalkışmaktır. Bu, imanın teslimiyet ruhuna aykırıdır.
  8. **“İsa’ya demiş şeytan: ‘Madem her şeyi o yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?’”**: Şeytan, Hz. İsa’ya, Allah’ın her şeyi yaptığı ve kaderin değişmeyeceği gerekçesiyle, kendisini dağdan atmasını söyleyerek Allah’ı sınamaya teşvik eder. Bu, şeytanın kulu Allah’a karşı isyana sürükleme taktiğidir.
  9. **“İsa dedi: ‘Ey mel’un! Abd edemez Rabb’ini tecrübe ve imtihan!’”**: Hz. İsa, şeytana “Ey lanetli (mel’un)! Kul, Rabb’ini sınayamaz ve imtihan edemez!” diyerek bu tuzağa düşmez. Bu, İncil’de de yer alan bir olaydır (Matta 4:5-7). Hz. İsa, Allah’a tam teslimiyetle hareket eder ve şeytanın vesvesesini reddeder.

**Genel Mesaj**: Zayıflık ve korku, düşmanı cesaretlendirir ve zararlıdır. Allah, kulunu imtihan eder, ancak kul Allah’ı sınayamaz. Vesvese ve kuruntu, insanı yanlış kararlara sürükler. Müslümanlar, tevekkülle hareket etmeli, Allah’ın işine karışmamalı ve şeytanın Allah’ı sınama tuzağına düşmemelidir.

### **2. Beğendiğin Şeyde İfrat Etme**

**Metin:**
> Beğendiğin şeyde ifrat etme
> Bir derdin dermanı, başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

**İzah:**
Bu bölüm, aşırılığın (ifrat) zararlarını ele alıyor. Her şeyde ölçülü olmak gerektiği, çünkü dermanın bile fazla olursa zehir olabileceği vurgulanıyor.

  1. **“Beğendiğin şeyde ifrat etme”**: Sevdiğin veya beğendiğin bir şeyde aşırılığa (ifrat) kaçma. Her şeyde denge (itidal) önemlidir; aşırılık, faydalı olanı zararlı hale getirir.
  2. **“Bir derdin dermanı, başka derde dert olur”**: Bir hastalığın ilacı (derman), başka bir hastalığa sebep olabilir. Örneğin, bir ilacın dozu fazla olursa, başka bir sağlık sorununa yol açar.
  3. **“Panzehiri zehir olur”**: Zehire karşı panzehir olan bir madde, yanlış kullanıldığında veya fazla alındığında zehir haline gelir. Bu, ölçüsüzlüğün her alanda zararlı olduğunu gösterir.
  4. **“Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür”**: Bir ilaç veya çözüm, haddini aşarsa (ölçüsüz kullanılırsa) dert getirir ve hatta öldürebilir. Bu, hayatın her alanında (ibadet, ahlak, davranış) itidalin önemini vurgular.

**Genel Mesaj**: Müslümanlar, beğendikleri şeylerde bile aşırılıktan kaçınmalı ve her zaman ölçülü (mutedil) olmalıdır. Derman bile fazla olursa zehir olur; bu nedenle denge, hayatın her alanında gereklidir.

### **3. İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür**

**Metin:**
> İnadın gözü, meleği şeytan görür
> İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.
> Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder.

**İzah:**
Bu bölüm, inatçılığın hakikati çarpıttığını ve kişinin yargısını kör ettiğini ele alıyor. İnat, hakikati tersyüz ederek meleği şeytan, şeytanı melek gibi gösterebilir.

  1. **“İnadın gözü, meleği şeytan görür”**: İnat, insanın basiretini bağlar ve hakikati yanlış görmesine sebep olur. İnatçı bir kişi, melek gibi iyi bir varlığı şeytan sanabilir.
  2. **“İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine ‘melek’ der, rahmeti de okutur”**: İnat, şeytanın yardım ettiği bir kişiyi melek gibi görür ve onun için rahmet (merhamet) duası bile edebilir. Bu, inatçılığın hakikati çarpıttığını ve yanlışı doğru gibi algılattığını gösterir.
  3. **“Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder”**: İnatçı kişi, karşı tarafta (muhalif) bir meleği görse bile, onun dış görünüşü (libası) değişmiş sanarak şeytan zanneder ve ona düşmanlık (adâvet) besler, lanet eder. Bu, inatçılığın düşmanlığı körüklediğini ve hakikati görmeyi engellediğini ifade eder.

**Genel Mesaj**: İnat, insanın hakikati görmesini engeller ve yargısını çarpıtır. İnatçı kişi, meleği şeytan, şeytanı melek sanabilir. Müslümanlar, inattan uzak durmalı, basiretle hareket etmeli ve hakikate açık olmalıdır.

### **4. Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilafı Çıkarma**

**Metin:**
> Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma
> Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.

**İzah:**
Bu bölüm, hakikati bulduktan sonra daha haklı (ehak) olma çabasıyla tartışmaya (ihtilaf) girmenin yanlış olduğunu ele alıyor. Hakikatte birlik esastır, ancak daha iyiyi bulma çabası bazen gereksiz çekişmelere yol açar.

  1. **“Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma”**: Hakikati (hakkı) bulduktan sonra, daha haklı (ehak) olmak için tartışma ve çekişme (ihtilaf) çıkarma. Hakikat, ittifakla kabul edilmeli; daha iyisini iddia etmek, gereksiz yere ayrılık yaratır.
  2. **“Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır”**: Hakikat arayıcısına (talib-i hakikat) seslenerek, hakikatte birleşmenin (ittifak) esas olduğu, ancak “daha haklı” (ehak) olma çabasıyla ihtilafa düşmenin yanlış olduğu belirtiliyor.
  3. **“Bazen hak, ehaktan ehaktır”**: Bazen temel hakikat (hak), “daha haklı” olmaktan (ehak) daha doğrudur. Yani, temel bir doğruyu kabul etmek, daha iyisini iddia ederek tartışmaya girmekten daha değerlidir.
  4. **“Hem de olur hasen, ahsenden ahsen”**: Bazen iyi (hasen), en iyiden (ahsen) daha iyidir (ahsen). Bu, mükemmelin peşinde koşarken iyiyi göz ardı etmenin yanlış olduğunu gösterir. İtidalli bir yaklaşım, gereksiz çekişmelerden kaçınmayı sağlar.

**Genel Mesaj**: Hakikati bulduktan sonra, daha haklı olma çabasıyla tartışmaya girmek, birlik ve ittifakı bozar. Müslümanlar, hakikatte birleşmeli ve gereksiz ihtilaflardan kaçınmalıdır. Bazen temel bir hakikat, “daha iyisini” aramaktan daha değerlidir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarını yansıtan derin bir tefekkür sunar:
1. **Zayıflık ve Tevekkül**: Zayıflık ve korku, düşmanı cesaretlendirir; Müslümanlar, vesveseden uzak durarak Allah’a tevekkül etmeli ve O’nu sınamaktan kaçınmalıdır. Hz. İsa’nın şeytana karşı duruşu, bu teslimiyetin örneğidir.
2. **Aşırılığın Zararı**: Her şeyde ölçülü olmak gerekir; derman bile fazla olursa zehir olur. Müslümanlar, ifrat ve tefritten (aşırılık ve eksiklik) kaçınarak itidalli olmalıdır.
3. **İnatçılığın Körlüğü**: İnat, hakikati çarpıtır ve meleği şeytan, şeytanı melek gibi gösterir. Müslümanlar, inattan uzak durarak basiretle hareket etmelidir.
4. **Hakikatte Birlik**: Hakikati bulduktan sonra, daha haklı olma çabasıyla ihtilafa düşmek yanlıştır. Hakikatte ittifak esastır; gereksiz tartışmalar birliği bozar.

Bu metin, Müslümanlara Allah’a teslimiyeti, ölçülülüğü, basireti ve hakikatte birliği öğütler. Zayıflık, aşırılık, inat ve gereksiz çekişmelerin zararlarına karşı uyanık olmayı vurgular. Aynı zamanda, Kur’an’ın hikmetli düsturlarına bağlı kalarak hayatı anlamlı kılmanın önemini hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!

Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli! 

   Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.

   Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…

   Âyet-i

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ

iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi

   Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.

   Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı hem irâka-i demi,

   Hem zeval-i ismeti iptal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî

   Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder benî-Âdem’i.

* * * 

1 — Siyasetin mahiyeti ve tehlikesi

Metin özeti:

> “Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!”

İzah:

Burada “siyaset” özellikle modern, medeni siyaset anlamında kullanılmıştır ve çoğunlukla insanların heves ve hırslarıyla yönlendirildiği bir alan olarak tasvir edilmiştir.

Siyaset, çoğunluğun rahatını sağlamak uğruna azınlık haklarını feda edebilir, veya azınlık, çoğunluğa zarar verecek şekilde davranabilir. Bu, adaletsizliğin sistematik hâlini gösterir.

Risale-i Nur’da, siyasetin nefis ve şeytani bir araç olarak kullanılabileceği vurgulanır; insanlar siyaseti hakka ve adalete hizmet için değil, kendi çıkarları için kullanırsa, sonuç felakettir.

Bu nedenle “istiaze edilmeli” ifadesiyle, siyaset konusunda Allah’a sığınmak, yani adaletsizliğe ve zulme karşı korunmak gerektiği hatırlatılır.

2 — Adalet-i Kur’ânî ve fert hakları

Metin özeti:

> Adalet-i Kur’ânî, tek bir masum insanın hayatını veya kanını çoğunluğa veya topluma feda edemez.

İzah:

Metin, Âyet-i Kerime’den:

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ

(Kim bir canı, kimsesiz bir hak olmadan öldürürse…)

Bu âyet, adaletin mahiyetini ve ferdin haklarının dokunulmazlığını gösterir.

İki sır ortaya konur:

  1. Mahz-ı adalet: Allah, fert ile cemaat arasındaki farkı gözetir; fert hakları asla çoğunluğa feda edilemez.
  2. Hırs ve hevesin tehlikesi: Bir kişi hırs veya hevesi uğruna masumu öldürürse, bu yalnızca o fert için değil, bütün insanlık için felakete sebep olur.

Bu yaklaşım, her fert bir değerdir, bir bireyin hakkı ihlal edilemez ve Allah’ın adaleti, fert ve toplumu eşit şekilde gözetir mesajını taşır.

3 — Fert ve cemaat dengesinin önemi

Metin, ferdin hakkını feda etmesinin sadece bireysel değil, tüm insanlık üzerinde etkisi olduğunu vurgular:

Ferdin hakkının ihlali, nev-i beşer (insanlık türü) açısından da felaket oluşturur.

Siyaset yoluyla çoğunluğa hizmet ederken azınlık haklarının ihmal edilmesi, toplumda adaletsizlik ve huzursuzluğun kaynağı olur.

Bu, toplumun ahlaki dengesi ve Allah’ın adaleti açısından kabul edilemez bir durumdur.

4 — Hırs ve hevesin tehlikesi

Metin, bireysel hırs ve hevesin masum insanlara zarar vermesi durumunu özellikle vurgular:

Hırs yolunda bir masum öldürülürse, bu hem dünyayı harap eder hem insanlığı imha eder.

Bu, siyasetin kontrolsüzlüğüne ve nefis merkezli davranışlara dikkat çekmektedir.

Risale-i Nur perspektifinde, ahlaki ve dini ölçülerden sapmış her siyaset, toplumsal felakete yol açar.

5 — Hikmet ve dersler

  1. Siyaset tehlikeli bir araçtır: İnsanların çıkarına göre şekillenir; bu yüzden Allah’a sığınmak gerekir.
  2. Fert hakları dokunulmazdır: Adalet, sadece çoğunluğun değil, bireylerin de haklarını gözetir.
  3. Hırs ve heves felaket doğurur: Bir kişinin nefsi uğruna yapılan zulüm, toplumu ve insanlığı etkiler.
  4. Kur’anî ölçüler her zaman geçerlidir: Siyasetin, ahlakın ve toplum düzeninin ölçütü Allah’ın adaletidir.

6 — Özet

Siyaset, çoğunluğun çıkarı uğruna azınlığı feda edebilecek bir güçtür; bu nedenle dikkatle yaklaşılmalıdır.

Allah’ın adaleti, fert ve cemaatin haklarını eşit ve dokunulmaz kabul eder.

Hırs ve hevesle yapılan her ihlal, yalnızca bireysel değil, toplumsal ve tür olarak felakete yol açar.

Şeriat ve Kur’an ölçüleri, siyaseti ve toplum düzenini adalet ve hakkaniyetle yönetmek için bir rehberdir.

*****

Metin, siyasetin şeytani bir doğası olduğunu ve Kur’an’ın adalet anlayışının, modern siyasetin adaletsizliğine üstün olduğunu ele alıyor. Ana tema, siyasetin çoğunluğun rahatı için azınlığı feda etmesi ve bireyin hırsı uğruna masumların hayatına zarar vermesi gibi sorunlara karşı, Kur’an’ın mahz-ı adalet (tam adalet) anlayışını vurgulamaktır.

### **Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!**

**Metin:**
> Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!
> Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.
> Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…
> Âyet-i
> مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ
> iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi
> Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.
> Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı hem irâka-i demi,
> Hem zeval-i ismeti iptal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî
> Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder benî-Âdem’i.

**İzah:**
Bu bölüm, siyasetin şeytani bir doğası olduğunu, modern medeni siyasetin adaletsizliğini ve Kur’an’ın adalet anlayışının üstünlüğünü ele alıyor. Kur’an’daki bir ayet üzerinden, bireyin hayatının ve masumiyetinin kutsal olduğu, hiçbir gerekçeyle feda edilemeyeceği vurgulanıyor.

  1. **“Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!”**: Siyaset, fikirlerin ve düşüncelerin dünyasında (efkârın âleminde) bir şeytandır ve ondan Allah’a sığınılmalıdır (istiaze edilmeli). Bu ifade, siyasetin genellikle hile, çıkar çatışması ve adaletsizlikle dolu olduğunu ve insanı hakikatten saptırabileceğini belirtir. Müslümanlar, siyasetin aldatıcı cazibesinden korunmak için Allah’a sığınmalıdır.
  2. **“Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli”**: Modern medeni siyaset, çoğunluğun (ekserin) rahatı için azınlığı (ekalli) feda eder. Bu, modern siyasetin pragmatik yaklaşımını eleştirir; çoğunluğun çıkarı için bireylerin hakları göz ardı edilir.
  3. **“Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı”**: Daha kötüsü, zalim bir azınlık (ekall-i zalim), kendi çıkarları için halkın çoğunluğunu (ekserîn-i avam) kurban edebilir. Bu, modern siyasi sistemlerdeki elitist ve sömürücü yapıyı eleştirir. Güçlü bir azınlık, halkı kendi menfaatleri için kullanır.
  4. **“Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…”**: Kur’an’ın adaleti (adalet-i Kur’anî), tek bir masumun hayatını ve kanını heder (boşa) göremez. Bu masum, ne çoğunluk (ekseriyet) için ne de insanlığın bütünü (nev’in umumu) için feda edilebilir. Kur’an, bireyin hayatını kutsal sayar ve hiçbir gerekçeyle feda edilmesine izin vermez.
  5. **“Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara”**: Maide Suresi 32. ayet, “Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” anlamıyla iki büyük sırrı ortaya koyar:
    – **Birinci sır: Mahz-ı adalet (tam adalet)**: İlahi adalet, fert ile cemaati, birey ile insanlığı aynı şekilde görür. Allah’ın kudreti, birey ile toplumu eşit tutar; bir sünnet-i daimî (sürekli bir ilahi kanun) olarak, bir masumun hayatı, insanlığın tümü kadar değerlidir.
    – **İkinci sır: Hodgâmlık ve hırsın tehlikesi**: Bireyin bencilliği (hodgâmlık) ve hevesi uğruna bir masumu öldürmesi, eğer mümkün olsaydı, dünyayı harap edecek ve insanlığı yok edecek bir felakete yol açardı.
  6. **“Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî”**: Allah’ın kudreti ve adaleti, bireyi (fert) ve toplumu (cemaat), şahsı ve insanlığı (nev-i beşer) eşit görür. Bu, ilahi adaletin evrensel bir kanunudur (sünnet-i daimî). Bir masumun hayatı, tüm insanlık kadar önemlidir.
  7. **“Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana”**: Bir birey, kendi hakkını gönüllü olarak feda edebilir (örneğin, Allah yolunda şehadet). Ancak başkası, onun hakkını veya hayatını, insanlığın tümü için bile olsa feda edemez. Bu, bireyin hayatının ve masumiyetinin kutsal olduğunu gösterir.
  8. **“Onun iptal-i hakkı hem irâka-i demi, hem zeval-i ismeti iptal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir hem naziri”**: Bir masumun hakkının iptali, kanının dökülmesi (irâka-i demi) ve masumiyetinin yok edilmesi (zeval-i ismeti), insanlığın tümünün hakkının ve masumiyetinin iptali gibidir. Bu, bireyin hayatının, insanlığın tümüyle eşdeğer olduğunu vurgular.
  9. **“İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder benî-Âdem’i”**: İkinci sır, bencilliğin (hodgâmlık) ve hırsın tehlikesidir. Bir insan, hevesi uğruna bir masumu öldürürse, bu bencillik, eğer engellenmezse, dünyayı harap edecek ve insanlığı yok edecek bir felakete dönüşebilir. Bu, bireysel bencilliğin toplumsal yıkıma yol açabileceğini gösterir.

**Genel Mesaj**: Siyaset, fikir dünyasında bir şeytan gibidir ve ondan Allah’a sığınmak gerekir. Modern medeni siyaset, çoğunluğun rahatı için azınlığı, hatta zalim bir azınlık için halkı feda eder. Ancak Kur’an’ın adaleti, tek bir masumun hayatını bile feda edilemez görür. Maide Suresi 32. ayet, bu adaleti ve bencilliğin tehlikesini ortaya koyar. Müslümanlar, siyasetin aldatıcı doğasından uzak durmalı ve Kur’an’ın adalet anlayışına bağlı kalmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani Kur’an’ın adalet anlayışını ve modern siyasetin adaletsizliğini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Siyasetin Şeytani Doğası**: Siyaset, fikir dünyasında bir şeytan gibidir ve çoğunluğun rahatı için azınlığı, hatta zalim bir azınlık için halkı feda eder. Müslümanlar, siyasetin bu aldatıcı doğasından Allah’a sığınmalıdır.
2. **Kur’an’ın Adaleti**: Kur’an, tek bir masumun hayatını insanlığın tümü kadar değerli görür. Maide Suresi 32. ayet, bu mahz-ı adaleti (tam adaleti) ve bencilliğin tehlikesini ortaya koyar.
3. **Bencilliğin Felaketi**: Hodgâmlık ve hırs, bir masumun hayatına kıymaya yol açarsa, bu, dünyayı harap edecek bir felakete dönüşebilir.

Bu metin, Müslümanlara siyasetin tehlikelerinden uzak durmayı, Kur’an’ın adalet anlayışına bağlı kalmayı ve bireysel bencillikten sakınmayı öğütler. Modern siyasetin pragmatik ve adaletsiz yapısına karşı, Kur’an’ın bireyin hayatını kutsal sayan evrensel adalet anlayışını öne çıkarır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil

Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil 

   Dalalet vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.

   Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’an işaret eder. Sekeratı tatmamış her bir şehit, kendini

   Hay biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:

İki adam, rüyada lezaiz envaına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, lezzet almıyor.

   Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki âlem-i yakazadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.

   Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.

* * * 

1 — Mevtin vehim ve gerçeği

Metin özeti:

> Mevt (ölüm), çoğu zaman insanların vehmettiği kadar dehşetli değildir. Ölüm, bir değişim ve mekânın tahvili olarak anlaşılmalıdır.

İzah:

İnsanlar genellikle ölümü vahim, korkutucu ve keskin bir son olarak görürler. Bu anlayış, dalalet vehmidir: yanılgı ve yanlış anlayıştan kaynaklanır.

Ölüm gerçekte câmid bir hâlin değişimi ya da mekânın tahvilidir: Ölüm bir yok oluş değil, bir başka hayat formuna geçiştir.

“Sicinden bostana çıkar” ifadesi, ölümün ruhun yeni bir mekâna geçişi ve hayatın devamı olduğunu sembolize eder.

2 — Hayat ve şehadet

Metin özeti:

> Hayatını seven kişi, şehadeti de göze almalıdır; şehitlerin hayatı Kur’an’da işaretlenmiştir.

İzah:

Şehitler, ölümü tatmamış bile olsalar, yeni hayatı daha nezih ve üstün görürler.

Şehadeti bir korku değil, yeni bir hayat kapısı olarak değerlendirir.

Ölüm ve şehadet, hakiki hayatın başlangıcına işaret eder. Bu bağlamda, dünya hayatı geçicidir; gerçek hayat berzah ve ahiret hayatıdır.

3 — Rüya ve ölüm misali

Metin özeti:

> Ölümle ilgili gerçek deneyim, rüyaya benzetilmiştir. Rüyayı bilen kişi lezzet alamaz, bilmeyen ise hakiki zevki tadabilir.

İzah:

İki adam rüyada bahçede gezmektedir:

  1. Rüyayı bilen kişi, bunun hayal olduğunu bildiği için lezzet alamaz; tıpkı ölümün gerçek doğasını anlayamayan kişi gibi.
  2. Rüyayı bilmeyen kişi, hakikî bir zevk alır; tıpkı ölümden sonra hakikî hayata ulaşan kişi gibi.

Bu misal, ölüm ve berzah hayatının gerçek değerini idrak edemeyenlerin dünya hayatına bağlı kaldığını; hakikati idrak edenlerin ise lezzet ve huzuru tattığını gösterir.

“Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli” ifadesi, rüya ile gerçek hayattaki geçici zevkleri, berzahdaki hakiki lezzetle karşılaştırır.

4 — Hikmetler ve dersler

  1. Ölüm korkutucu değildir: İnsanların ölümden korkması, bilgiden ve hakikati anlamaktan uzak oluşlarından kaynaklanır.
  2. Ölüm bir geçiştir: Fiziksel ölüm, ruhun câmid bedenden çıkıp başka bir hayata geçişidir.
  3. Şehitler örneği: Hakiki hayatı bilen ve şehadeti göze alan kişi, ölümden korkmaz; aksine onu yeni hayatın başlangıcı olarak görür.
  4. Rüya misali: Hakikati bilmeyen kişi, ölüm ve ahiretteki gerçek lezzeti fark edemez; bilen ise zevki tadabilir.

5 — Özet

Ölüm, insanların vehmettiği kadar korkunç değildir; hakikatte bir geçiş ve değişimdir.

Şehadet ve ölüm, hakiki hayatın kapılarını açar ve dünya hayatının sınırlı değerlerini aşmayı sağlar.

Rüya misali, ölüm ve berzah hayatının farkını gösterir: Bilen zevk alır, bilmeyen fark edemez.

*****

Metin, ölümün (mevt) sanıldığı gibi korkutucu olmadığını, aksine bir dönüşüm ve mekân değişikliği olduğunu ele alıyor. Ayrıca, şehadet mertebesinin ölümden korkmayı ortadan kaldırdığına ve şehitlerin özel bir hayatla yaşadıklarına işaret ediyor. Ölüm, rüya ve berzah âlemi arasındaki ilişkiyi de bir benzetmeyle açıklıyor.

### **Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil**

**Metin:**
> Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil
> Dalalet vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.
> Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’an işaret eder. Sekeratı tatmamış her bir şehit, kendini
> Hay biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:
> İki adam, rüyada lezaiz envaına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, lezzet almıyor.
> Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki âlem-i yakazadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.
> Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.

**İzah:**
Bu bölüm, ölümün korkutucu bir son değil, bir dönüşüm ve yeni bir başlangıç olduğunu vurguluyor. Ölüm, dalalet (sapkınlık) ve cehaletin yarattığı bir vehimle korkutucu görünür; gerçekte ise bir değişimdir. Şehadet, bu korkuyu ortadan kaldırır ve Kur’an’ın işaret ettiği üzere, şehitler özel bir hayatla yaşarlar. Ölüm, rüya ve berzah âlemi arasındaki ilişki, bu hakikati anlamak için bir benzetmeyle açıklanır.

  1. **“Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil”**: Ölüm (mevt), insanların zannettiği (tevehhüm) gibi korkunç bir olay değildir. İnsanlar, ölümü genellikle bir son, yok oluş veya korkutucu bir bilinmezlik olarak görür. Ancak Bediüzzaman, ölümün gerçekte böyle olmadığını ifade eder.
  2. **“Dalalet vehmidir, mevti dehşetlendirir”**: Ölümün korkutucu görünmesi, dalaletin (sapkınlığın) ve cehaletin yarattığı bir vehimdir (kuruntu). İman ve ilim eksikliği, ölümü yanlış anlamaya ve korkuya yol açar. İman eden bir kişi için ölüm, korkulacak bir şey değildir.
  3. **“Mevt, tebdil-i câmedir ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar”**: Ölüm, ya bir elbise değişimi (tebdil-i câme) ya da bir mekân değişimidir (tahvil-i mekân). Yani, ölüm bir yok oluş değil, ruhun bedeni terk ederek yeni bir mekâna (ahiret âlemine) geçişidir. Bu geçiş, bir hapishaneden (sicinden) bir bahçeye (bostana) çıkmak gibidir. Dünya, ruh için bir hapishane gibi sınırlıyken, ahiret özgür ve güzel bir bahçedir.
  4. **“Kim hayatı isterse şehadet istemeli”**: Gerçek hayatı isteyen kişi, şehadet (Allah yolunda can vermek) istemelidir. Şehadet, en yüksek mertebede bir hayat sunar ve ölümü anlamlı kılar.
  5. **“Şehidin hayatına Kur’an işaret eder”**: Kur’an, şehitlerin özel bir hayatla yaşadığını belirtir. Örneğin, **Bakara Suresi 154. ayet**’te, “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; bilakis onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz” buyurulur. Bu, şehitlerin ölümden sonra özel bir hayatla var olduklarını gösterir.
  6. **“Sekeratı tatmamış her bir şehit, kendini hay biliyor, görüyor”**: Şehitler, ölüm anındaki sekeratı (ölüm sancısını) tatmazlar. Kendilerini hayatta (hay) bilir ve görürler. Bu, onların özel bir bilinç ve hayatla var olduklarını ifade eder.
  7. **“Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş”**: Şehit, yeni hayatını (ahiret hayatını) daha temiz ve yüce (nezih) bulur. Öyle ki, sanki ölmemiş gibi hisseder. Bu, şehadet mertebesinin ne kadar yüksek ve güzel olduğunu gösterir.
  8. **“Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer: İki adam, rüyada lezaiz envaına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar…”**: Şehitlerin durumu, diğer ölülere (meyyitlere) kıyasla bir benzetmeyle açıklanır. İki adam, rüyada güzel bir bahçede gezer. Biri rüyada olduğunu bilir, bu yüzden lezzet alamaz ve üzülür (teessüf eder). Diğeri ise rüyanın gerçek (âlem-i yakaza) olduğunu sanır ve hakiki lezzet alır. Bu benzetme, şehitlerin ahiret hayatını gerçek ve lezzetli bir hayat olarak algıladığını, diğer ölülerin ise bu bilinçten yoksun olduğunu gösterir.
  9. **“Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur”**: Rüya, misal âleminin (hayalî ve manevi bir âlemin) bir gölgesidir (zılli). Misal âlemi ise berzahın (kabir hayatı veya ahiret ile dünya arasındaki âlemin) gölgesidir. Bu nedenle rüya, misal ve berzah âleminin düsturları (kanunları) birbirine benzer.
  10. **“Ondan onların düsturları birbirine benziyor”**: Rüya, misal ve berzah âlemleri, birbirine benzer manevi yapılar taşır. Bu benzetme, ölümün korkutucu olmadığını ve ahiret hayatının rüya gibi bir geçiş olduğunu anlamayı kolaylaştırır.

**Genel Mesaj**: Ölüm, sanıldığı gibi korkutucu bir son değil, bir elbise veya mekân değişimidir. Dalalet ve cehalet, ölümü korkutucu gösterir; iman ise ölümü bir kurtuluş olarak algılar. Şehadet, en yüksek hayat mertebesidir ve Kur’an, şehitlerin özel bir hayatla yaşadığını bildirir. Rüya ve berzah âlemi benzetmesi, ölümün ve ahiret hayatının doğasını anlamak için bir anahtar sunar. Müslümanlar, ölümü korkuyla değil, iman ve şehadet arzusuyla karşılamalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani ölümü ve ahiret hayatını anlamayı ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Ölümün Doğası**: Ölüm, bir yok oluş değil, bir dönüşüm (tebdil-i câme) veya mekân değişikliğidir (tahvil-i mekân). Dünya bir hapishane, ahiret ise bir bahçedir.
2. **Şehadetin Değeri**: Şehadet, en yüksek hayat mertebesidir. Kur’an, şehitlerin sekerat tatmadan nezih bir hayat yaşadığını bildirir.
3. **Rüya ve Berzah**: Ölüm ve ahiret hayatı, rüya ve misal âlemiyle benzetilir. Bu, ölümün korkutucu olmadığını ve ahiret hayatının lezzetli bir gerçeklik olduğunu anlamayı sağlar.

Bu metin, Müslümanlara ölümü korkuyla değil, imanla karşılamayı öğütler. Ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu ve özellikle şehadetin insanı en yüksek mertebelere taşıdığını vurgular. Rüya ve berzah âlemi benzetmesi, ahiret hayatının doğasını anlamak için derin bir tefekkür sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Şöhret zalimedir

Şöhret zalimedir 

   Şöhret bir müstebittir, sahibine mal eder başkasının malını. Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekâtı –yani, onda biri onundur– asıl malı…

   Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İran’ı. Gasb ve garetle şişti o namdar hayali.

   Hurafata karıştı, attı nev-i insanı.

* * * 

Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler 

   Şu Jön Türk’ün hatası, bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

   Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

   Medeniyet sistemi bozuktu hem muzırdı, tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi.

   Din hayatın hayatı hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı.

   Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi

   Milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenasi.

* * * 

Metin, şöhret, din ve medeniyet bağlamında insan ve toplum hayatının yanlış yönlenmelerini ele alıyor.

1 — Şöhretin tehlikeleri

Metin özeti:

> Şöhret bir müstebittir; sahibine başkasının malını verir, hayali büyütür, hurafata ve yanlış yönlendirmeye yol açar.

İzah:

Şöhret: İnsanlar arasında ün kazanmak, tanınmak ve popülerlik.

Şöhret müstebit (zorba, haksız güçlendirici) bir karakter kazandırır; kişi kendini olduğundan büyük görür, başkalarının haklarını göz ardı eder.

Örnekler:

Nasreddin Hoca’nın zekât örneği: Zekâtın sadece onda biri asıl mal sayılırken, şöhret ve ün, malın ve değerlerin asıl ölçüsünü karıştırır.

Rüstem-i Sistanî: Hayal-i şan ve şöhret, gerçek değerleri gölgeler; toplum için zararlı bir hayal üretir.

Hikmet: Şöhret, insanı hakikatten uzaklaştırır; kişi hem kendini hem toplumu yanlış yönlendirir.

2 — Din ile hayatı ayırmak felakete sebep olur

Metin özeti:

> Din ile hayat ayrı ayrı görüldüğünde, toplum ve millet için felaketler doğar.

İzah:

Din ile hayatın bir bütün olduğunu vurgular. Din, sadece ibadet veya ritüel değil, hayatın tüm yönlerine yön veren bir ilkedir.

Jön Türkler örneği: Din ve millet hayatını ayrı görmüş, bu yanlışlık toplumun felaketine sebep olmuştur.

Medeniyet sistemi, eğer din esaslarından kopuk olursa bozulur, zararlı olur ve toplumu huzursuz kılar.

Milletin refahı ve saadeti, dini ihya etmekle doğru orantılıdır. Din, hayatın hem nuru hem esasıdır.

3 — Müfredatlı hikmetler

  1. Şöhretin yanılsaması: İnsan, şöhretin etkisiyle başkalarının hakkına tecavüz eder ve kendi değerlerini yanlış ölçer.
  2. Din ve hayat bütünlüğü: Din, sadece ibadet veya toplumsal norm değildir; milletin terakkisi ve saadeti için bir rehberdir.
  3. Tarihî tecrübe: Tarih, şöhretin ve dinin hayatla bağlantısının ihmali sonucu felaketleri gösterir.
  4. Hakikat-ihya dengesi: Milletin saadeti, din ihyasına bağlıdır; din ihmal edilirse medeniyet bozulur, felaket doğar.

    4 — Özet

Şöhret, insanın hakikati görmesini engeller, hurafata kapı açar.

Din ve hayatın ayrılması, milletin saadetini bozar; medeniyet sistemi zarar görür.

Dini ihya etmek, hem bireyin hem milletin gerçek yükselişi için esastır; şöhret ve dünyevi popülerlik ise tehlikeli bir aldatıcıdır.

*****

Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Şöhret zalimedir**: Şöhretin bir zulüm ve gasb aracı olduğu, başkalarının emeğini veya değerini gasp ederek sahibine mal ettiği.
    2. **Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler**: Din ile hayatın ayrılamayacağı, Jön Türklerin bu yanılgısı ve İslam’ın hayatın esası olduğu.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Şöhret Zalimedir**

**Metin:**
> Şöhret zalimedir
> Şöhret bir müstebittir, sahibine mal eder başkasının malını. Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekâtı –yani, onda biri onundur– asıl malı…
> Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İran’ı. Gasb ve garetle şişti o namdar hayali.
> Hurafata karıştı, attı nev-i insanı.

**İzah:**
Bu bölüm, şöhretin zalim ve müstebit (baskıcı) bir doğası olduğunu, başkalarının emeğini veya değerini gasp ederek kişiyi haksız yere yücelttiğini ele alıyor. Şöhret, hurafata yol açarak insanlığı yanıltır.

  1. **“Şöhret zalimedir”**: Şöhret, bir zulümdür çünkü hak etmeyen bir kişiyi yüceltir ve başkalarının hakkını gasp eder. Şöhret, adaletsiz bir şekilde bir kişiyi toplumun gözünde büyütürken, gerçek emeğin sahiplerini gölgede bırakır.
  2. **“Şöhret bir müstebittir, sahibine mal eder başkasının malını”**: Şöhret, bir tiran (müstebit) gibi davranır ve şöhret sahibine, başkalarına ait olan emeği, başarıyı veya değeri mal eder. Örneğin, bir kişinin başarısı, başkalarının katkılarıyla elde edilmiş olabilir, ancak şöhret sadece o kişiye atfedilir.
  3. **“Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekâtı –yani, onda biri onundur– asıl malı…”**: Hoca Nasreddin’in latifeleri (nükteleri), genellikle hikmetli ve öğreticidir. Ancak şöhret, onun latifelerinin sadece onda birini gerçekten ona aitmiş gibi gösterir; geri kalan başarı veya değer, başkalarına aittir. Bu, şöhretin hakikatleri çarpıttığını ve sadece bir kısmını (zekât gibi) sahibine atfettiğini ifade eder.
  4. **“Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İran’ı”**: İran mitolojisinin efsanevi kahramanı Rüstem-i Sistani, şöhretiyle (hayal-i şan) bir asırlık İran’ın başarılarını ve şereflerini (mefahir-i İran) gasp etmiştir (garet). Şöhret, bir kişinin adını yüceltirken, bir topluluğun veya dönemin tüm başarılarını tek bir kişiye mal eder.
  5. **“Gasb ve garetle şişti o namdar hayali”**: Şöhretin hayali (namdar hayal), başkalarının emeğini gasp ederek ve yağmalayarak büyür. Bu, şöhretin haksız bir şekilde şişirildiğini gösterir.
  6. **“Hurafata karıştı, attı nev-i insanı”**: Şöhret, hakikatleri hurafelerle (batıl inançlarla) karıştırır ve insanlığı (nev-i insan) yanıltır. Şöhret, gerçek kahramanları ve hakikatleri gölgede bırakarak yanlış algılar oluşturur.

**Genel Mesaj**: Şöhret, bir zulümdür ve başkalarının emeğini gasp ederek sahibini haksız yere yüceltir. Hoca Nasreddin ve Rüstem-i Sistani örnekleri, şöhretin bir kişinin başarılarını abartarak topluluğun katkılarını unutturduğunu gösterir. Müslümanlar, şöhretten uzak durmalı ve hakikate sadık kalarak adaleti gözetmelidir.

### **2. Din ile Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felakete Sebeptirler**

**Metin:**
> Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler
> Şu Jön Türk’ün hatası, bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
> Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
> Medeniyet sistemi bozuktu hem muzırdı, tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi.
> Din hayatın hayatı hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı.
> Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi
> Milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenasi.

**İzah:**
Bu bölüm, din ile hayatın ayrılamayacağını, Jön Türklerin bu yanılgısının felakete yol açtığını ve İslam’ın hayatın esası olduğunu ele alıyor. İslam’a bağlılık, bir milletin ilerlemesini; ihmali ise gerilemesini sağlar.

  1. **“Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler”**: Din ile hayatı birbirinden ayırabileceğini (kabil-i tefrik) düşünenler, felakete yol açar. İslam, hayatın her alanını kapsayan bir sistemdir; onu hayattan koparmak, toplumu çöküşe sürükler.
  2. **“Şu Jön Türk’ün hatası, bilmedi o bizdeki din hayatın esası”**: Jön Türkler (İttihat ve Terakki hareketi), İslam’ın hayatın temeli olduğunu anlamamış ve bu konuda hata yapmıştır. Onlar, dini hayattan ayırarak seküler bir düzen kurmaya çalışmışlardır.
  3. **“Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti”**: Jön Türkler, milleti (ulusu) ve İslam’ı ayrı kavramlar olarak görmüşlerdir. Oysa İslam, milletin kimliğinin ve hayatının ayrılmaz bir parçasıdır.
  4. **“Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu”**: Jön Türkler, modern medeniyeti sürekli (müstemir) ve egemen (müstevli) sanmış, saadeti bu medeniyetin içinde aramışlardır. Ancak bu, bir yanılgıdır (vehmeyledi).
  5. **“Şimdi zaman gösterdi, medeniyet sistemi bozuktu hem muzırdı, tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi”**: Zaman, modern medeniyet sisteminin bozuk ve zararlı (muzır) olduğunu kesin bir tecrübeyle (tecrübe-i kat’iye) göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı ve sonrası, bu medeniyetin yıkıcı sonuçlarını ortaya koymuştur.
  6. **“Din hayatın hayatı hem nuru hem esası”**: Din (İslam), hayatın canı (hayatı), nuru ve temelidir (esası). İslam olmadan hayat, anlamını ve yönünü kaybeder.
  7. **“İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası”**: Milletin canlanması ve yükselmesi (ihyası), ancak dinin canlanması (ihya-yı din) ile mümkündür. İslam, milletin kurtuluşunun anahtarıdır.
  8. **“Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi”**: Diğer dinlerden farklı olarak, İslam’a bağlılık (temessük) derecesi, milletin ilerlemesiyle (terakki) orantılıdır. İslam’a ne kadar bağlı olunursa, millet o kadar yükselir.
  9. **“İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi”**: İslam’ın ihmali, milletin gerilemesiyle (tedenni) sonuçlanmıştır. Tarihî bir hakikat olarak, İslam’ın unutulması (tenasi), milletin çöküşüne yol açmıştır.

**Genel Mesaj**: Din ile hayatı ayırmaya çalışanlar, özellikle Jön Türklerin seküler yaklaşımı, felakete yol açmıştır. İslam, hayatın esasıdır ve milletin ilerlemesi, İslam’a bağlılıkla mümkündür. Modern medeniyetin bozuk ve zararlı olduğu tecrübeyle sabittir; İslam’ın ihyası, milletin kurtuluşunu sağlayacaktır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarını yansıtan derin bir tefekkür sunar:
1. **Şöhretin Zulmü**: Şöhret, bir tiran gibi başkalarının emeğini gasp eder ve hurafata yol açar. Hoca Nasreddin ve Rüstem-i Sistani örnekleri, şöhretin hakikatleri çarpıttığını gösterir. Müslümanlar, şöhretten uzak durarak adalete ve hakikate bağlı kalmalıdır.
2. **Din ve Hayatın Birliği**: Jön Türklerin hatası, dini hayattan ayırmaya çalışmalarıdır. İslam, hayatın nuru ve esasıdır; ona bağlılık, milletin ilerlemesini sağlar, ihmali ise gerilemeye yol açar. Modern medeniyetin bozukluğu, İslam’ın üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Bu metin, Müslümanlara şöhretin aldatıcılığından sakınmayı, İslam’ı hayatın her alanında merkeze almayı ve modern medeniyetin yanıltıcı cazibesine karşı uyanık olmayı öğütler. Aynı zamanda, tarihî bir perspektifle İslam’ın bir milletin kurtuluşu için vazgeçilmez olduğunu vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar

Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar 

   İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikate hem açar hurafata kapılar.

   Küçüklüğümde gördüm ki hasfolmuştu kamer. Sordum ben validemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”

   Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.” İşte böyle bir mecaz, hakikat zannedilmiş: Medar-ı şems ve kamer

   Tekatu’ noktaları olan re’s ve zenebde arzın hayluletiyle bir emr-i İlahî ile münhasif olur kamer.

   İki kavs-i mevhume tinnineyn yâd edilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.

* * * 

Mübalağa zemm-i zımnîdir 

   Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet. Medhin mübalağası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir.

* * * 

1 — Cehil ve mecaz: hakikati çarpıtabilir

Metin özeti:

> İlmin elinden mecaz, cehaletin eline geçerse, mecaz hakikate dönüşebilir ve hurafaların kapısını açabilir.

İzah:

Mecaz: Söz veya kavramın doğrudan anlamı dışında, benzetme ve teşbih yoluyla kullanılmasıdır.

Hakikat: Nesnel ve doğru gerçek.

Cehil, mecazı anlayamaz veya yanlış yorumlarsa, mecazı hakikat sanabilir. Bu durum, insanın aklî ve ruhî yanılsamalarıyla hurafeye yol açar.

Örnek: Küçük yaşta çocuk, ay veya ay tutulmasını “yılan yutmuş” diye duyunca bunu hakikat zanneder. Oysa mecazî bir anlatım söz konusudur.

İnsan aklının mecaz ve hakikati ayırt etmede dikkatli olması gerektiğini vurgular.

2 — Mecazın hurafaya açtığı kapılar

Metin özeti:

> Kamerin (ay) görünümü ve hayaller üzerinden mecaz, yanlış anlaşılabilir.

İzah:

Metinde kamerin hayalî noktaları, kavs-i mevhume ve tinn teşbihleri anlatılır.

Bu semboller, çocuk aklı veya cehalet tarafından yanlış yorumlandığında hurafata dönüşür.

Burada her mecazın, onu anlamaya yetkin bir bilgi ile ele alınması gerektiğini hatırlatır.

3 — Mübalağa ve zemm-i zımnî

Metin özeti:

> Bir şeyi övmek veya büyütmek, aslında bazen gizli bir kusuru işaret edebilir. İlahi ihsan, her türlü mübalağadan üstündür.

İzah:

Mübalağa: Bir şeyi olduğundan büyük veya küçük gösterme.

Zemm-i zımnî: Gizli eleştiri veya ima.

Bir şeyin fazlasıyla övülmesi, aslında o şeyin eksikliğine veya gizli kusuruna işaret edebilir.

İlahi ihsanın değeri, insanların abartılı övgülerine ihtiyaç bırakmayacak kadar yeterlidir.

4 — Genel dersler ve hikmetler

  1. Cehil ve mecaz ilişkisi: Mecaz, bilinçsizce veya cehaletle ele alınırsa hurafeye yol açabilir.
  2. Hakikat ile mecaz arasındaki ayırım: İnsan, mecazı anlamak için ilim ve sağduyuya ihtiyaç duyar.
  3. İlahi ihsanın üstünlüğü: İnsan övgüsü veya mübalağa, gerçek değer yerine geçmez; ihsanın ölçüsü Allah’tandır.
  4. Çocukluk örneği: Küçük yaşta öğrenilen yanlış mecaz, uzun süre hakikat sanılabilir; eğitim ve tefekkürle düzeltilmelidir.

    Özetle

Bu metin, Risale-i Nur’un söz, mecaz, hakikat ve cehalet arasındaki ilişkiye dair uyarılarını ihtiva eder. Mecazı yanlış anlamak, hurafeye ve yanılgıya kapı açar; mübalağa ise gizli eleştiri olabilir. İlahi ihsan ise tüm bu sınırları aşar ve insanın gerçek değerini belirler.

*****

Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar**: Cehaletin, mecazi ifadeleri hakikat sanması ve bunun hurafata yol açması.
    2. **Mübalağa zemm-i zımnîdir**: Abartının (mübalağa) örtülü bir yergi olduğu ve ilahi ihsanı olduğundan fazla göstermenin uygun olmadığı.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Cehil, Mecazı Eline Alsa Hakikat Yapar**

**Metin:**
> Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar
> İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikate hem açar hurafata kapılar.
> Küçüklüğümde gördüm ki hasfolmuştu kamer. Sordum ben validemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”
> Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.” İşte böyle bir mecaz, hakikat zannedilmiş: Medar-ı şems ve kamer
> Tekatu’ noktaları olan re’s ve zenebde arzın hayluletiyle bir emr-i İlahî ile münhasif olur kamer.
> İki kavs-i mevhume tinnineyn yâd edilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.

**İzah:**
Bu bölüm, cehaletin mecazi ifadeleri hakikat sanarak hurafata yol açtığını ve bunun bir örnek üzerinden nasıl gerçekleştiğini ele alıyor. Ana fikir, ilmin mecazı doğru anlaması, cehaletin ise hakikatle karıştırmasıdır.

  1. **“Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar”**: Cehalet, mecazi (sembolik veya benzetmeli) ifadeleri hakikat sanır ve yanlış anlamlara kapılır. Mecaz, bir şeyin gerçek anlamını değil, sembolik veya teşbih yoluyla ifade edilmesini içerir. Ancak cahil kişi, bu mecazı gerçek sanarak yanlış bir inanca saplanır.
  2. **“İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikate hem açar hurafata kapılar”**: Eğer bir mecazi ifade, ilmin elinden çıkıp cehaletin eline düşerse, bu ifade hakikate dönüşür (inkılab) ve hurafata (batıl inançlara) yol açar. İlmin görevi, mecazı doğru yorumlamak ve hurafayı önlemektir; cehalet ise tam tersini yapar.
  3. **“Küçüklüğümde gördüm ki hasfolmuştu kamer. Sordum ben validemden. Dedi: ‘Yılan yutmuştur.’ Dedim: ‘Neden görünür?’ Dedi: ‘Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.’”**: Bediüzzaman, çocukluğunda ay tutulmasını (hasfolmuştu kamer) gözlemlediğini ve annesine bunun sebebini sorduğunu anlatıyor. Annesi, halk arasında yaygın bir hurafa olan “yılan ayı yuttu” açıklamasını yapar. Bediüzzaman’ın “Neden görünür?” sorusuna ise “Oradaki yılanlar yarı şeffaftır” cevabını verir. Bu, cehaletin bir mecazı (yılan benzetmesini) hakikat sanmasının bir örneğidir.
  4. **“İşte böyle bir mecaz, hakikat zannedilmiş”**: Ay tutulmasının yılan tarafından yutulması, bir mecaz veya hayalî bir teşbihtir, ancak cahil kişi bunu hakikat sanmıştır. Bu, hurafelerin nasıl doğduğunu gösterir.
  5. **“Medar-ı şems ve kamer tekatu’ noktaları olan re’s ve zenebde arzın hayluletiyle bir emr-i İlahî ile münhasif olur kamer”**: Ay tutulmasının gerçek sebebi, astronomik bir olaydır. Güneş ve ayın yörüngelerinin (medar-ı şems ve kamer) kesişme noktalarında (re’s ve zeneb, yani baş ve kuyruk), dünyanın gölgesi (arzın hayluleti) ayın üzerine düşer ve ilahi bir kanunla (emr-i İlahî) ay tutulur (münhasif olur). Bu, ilmin hakikati doğru açıklayan yaklaşımıdır.
  6. **“İki kavs-i mevhume tinnineyn yâd edilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır”**: Ay tutulmasının kesişme noktaları (re’s ve zeneb), eski kültürlerde iki hayali yay (kavs-i mevhume) olarak görülmüş ve “tinnineyn” (iki ejderha) olarak adlandırılmıştır. Bu, hayalî bir teşbihtir ve “tinnin” (ejderha) aslında yılan anlamına gelir. Cehalet, bu mecazi ifadeyi hakikat sanarak “yılan ayı yuttu” hurafasını üretmiştir.

**Genel Mesaj**: Cehalet, mecazi ifadeleri hakikat sanarak hurafata yol açar. İlmin görevi, bu tür yanlış anlamaları düzeltmek ve hakikati ortaya koymaktır. Ay tutulması örneği, cehaletin bilimsel bir olayı nasıl yanlış yorumladığını gösterir. Müslümanlar, ilme sarılarak hurafelerden uzak durmalıdır.

### **2. Mübalağa Zemm-i Zımnîdir**

**Metin:**
> Mübalağa zemm-i zımnîdir
> Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet. Medhin mübalağası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir.

**İzah:**
Bu bölüm, abartının (mübalağa) örtülü bir yergi (zemm-i zımnî) olduğunu ve ilahi ihsanı olduğundan fazla göstermenin yanlış olduğunu ele alıyor. Ana fikir, her şeyi olduğu gibi tarif etmenin doğruluğudur.

  1. **“Mübalağa zemm-i zımnîdir”**: Abartı (mübalağa), örtülü bir şekilde yergiye (zemm-i zımnî) dönüşür. Çünkü abartı, bir şeyi olduğundan farklı göstererek hakikati çarpıtır ve bu, dolaylı olarak o şeyi kötülemektir.
  2. **“Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet”**: Bir şeyi tarif ederken, onu olduğu gibi, ne eksik ne fazla anlatmalısın. Hakikate sadık kalmak, ahlaki ve dini bir sorumluluktur.
  3. **“Medhin mübalağası bence zemm-i zımnîdir”**: Bir şeyi övmek (medh) için abartıya başvurmak, aslında o şeyi yergiye dönüştürür. Örneğin, bir kişinin özelliklerini abartarak övmek, onun gerçek değerini gölgeleyebilir ve inandırıcılığı zedeler.
  4. **“İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir”**: Allah’ın ihsanını (lütuf ve nimetlerini) olduğundan fazla göstermek, gerçek bir ihsan sayılmaz. Çünkü bu, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük veya hakikati çarpıtma riski taşır. Örneğin, bir nimeti abartarak anlatmak, onun ilahi kaynağını gölgede bırakabilir.

**Genel Mesaj**: Abartı, hakikati çarpıtır ve örtülü bir yergiye dönüşür. Müslümanlar, her şeyi olduğu gibi tarif etmeli ve özellikle Allah’ın ihsanını abartmadan, şükürle anmalıdır. Bu, doğruluk (sıdk) ve hikmetle hareket etmeyi gerektirir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarını yansıtan derin bir tefekkür sunar:
1. **Cehalet ve Hurafe**: Cehalet, mecazi ifadeleri hakikat sanarak hurafata yol açar. Ay tutulması örneği, ilmin hurafayı nasıl düzelttiğini gösterir. Müslümanlar, ilme sarılarak cehaletten ve batıl inançlardan uzak durmalıdır.
2. **Abartının Zararı**: Mübalağa, hakikati çarpıtır ve örtülü bir yergiye dönüşür. Özellikle Allah’ın ihsanını abartmak, gerçek bir ihsan değildir. Doğruluk ve ölçülülük, ahlaki bir sorumluluktur.

Bu metin, Müslümanlara hakikate sadık kalmayı, ilme değer vermeyi ve abartıdan kaçınarak ölçülü bir şekilde konuşmayı öğütler. Cehaletin hurafata, abartının ise hakikatin gölgelenmesine yol açtığını vurgulayarak, ilim ve hikmetle hareket etmenin önemini hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bir meclis-i misalîde

Bir meclis-i misalîde 

    Şeriatla medeniyet-i hazıra, deha-i fennî ile hüda-i şer’î muvazeneleri 

   (Birinci Harb’in) Mütareke başında, bir cuma gecesinde bir rüya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde, benden sual ettiler:

   “Mağlubiyet sonunda İslâm’ın âleminde ne hal peyda olacak?” Asr-ı hazır mebusu sıfatıyla söyledim, onlar da dinlediler:

   Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası hem kelimetullahın i’lâsı için farz-ı kifaye-i cihadı, o lâzıme-i diyanet

   Deruhte ile kendini yekvücud-u vahdanî İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet,

   Şu millet-i İslâm’ın felaket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,

   İstikbalde telafi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…

   Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâm’ı hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet

   Tesri’-i ihtizazı. Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak; zuhur edecek o vakit,

   İslâmî medeniyet. Müslümanlar bi’l-ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet

   Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasatı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel hem kıymet.

   Onlarla çark kurulur. İşte nokta-i istinad hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise şe’nidir tecavüz ve taâruz, bundan çıkar hıyanet.

Hedef-i kasdı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir tezahüm ve tehasum, bundan çıkar cinayet.

   Hayattaki kanunu, teavün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şe’ni budur: Tenazu ve tedafü, bundan çıkar sefalet.

   Akvamların beyninde rabıta-i esası: Âherin zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

   Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telatum, bundan çıkar helâket.

   Beşincisi şudur ki cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci, teshil; hevesatı, arzuları da tatmin; bundan çıkar sefahet.

   O heva hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Manevî meshediyor, değişir insaniyet.

   Şu medenilerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret.

   Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevazin mizanıdır şeriat.

   Şeriattaki rahmet, sema-i Kur’an’dandır. Medeniyet-i Kur’an esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çark-ı saadet.

   Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şakavet.

   Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adâvet.

   Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine, düstur-u teavündür. O düsturun şe’nidir ittihat ve tesanüd, hayatlanır cemaat.

   Suret-i hizmetinde, heva heves yerine hüda-yı hidayettir. O hüdanın şe’nidir insana lâyık tarzda terakki ve refahet.

   Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetü’l-vahdeti de tard eder unsuriyet hem de menfî milliyet.

   Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir, uhuvvet-i imanî. Şu rabıtanın şe’nidir; samimi bir uhuvvet,

   Umumî bir selâmet. Haric etse tecavüz, o da eder tedafü. İşte şimdi anladın; sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş, şu medeniyet-i hazıra. Onlara yaramamış hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

   Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şakavet. Yüzde onu çıkarmış muzahref bir saadet!

   Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat! Zalim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret. Lâkin saadet odur, külle ola saadet.

   Lâekall ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’an ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet;

   Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet.

   Heves tahakküm eder. Heva da müstebittir, gayr-ı zarurî hâcatı havaic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

   Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet.

   Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate hem nev’e vermiştir servet, haşmet.

   Ferdi, şahsı ahlâksız hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur. Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet hem gadir ve hem hıyanet

   Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi (*) daha bulanır. Âlem-i İslâm’daki istinkâf-ı manidar hem de bir cây-ı dikkat.

   Kabulde muzdariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, şeriat-ı garrada olan nur-u İlahî, hâssa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet.

   O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidayet,

   Bundaki felsefe ile mezcolmaz hem aşılanmaz hem de tabi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman, beslediği şeriat

   Kur’an-ı Mu’ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat. O yemin-i beyzada birer asâ-yı Musa’dır. Sehhar medeniyet,

   İstikbalde edecek ona secde-i hayret.

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan’ın iki dehası vardı; bir asıldan tev’emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.

   Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

   Her biri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el-ân âdeta o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş; Alman, Fransız oldu.

   Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti. Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti

   Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle dövüştü.

   Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’an’da olan nuru, şeriat hidayeti

   Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.

   O deha ile bu hüda menşeleri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalpte işliyor, dimağı da işletir.

   Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

   İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.

   Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor.

   Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.

   İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal deha-yı a’ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.

   Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu sanatı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.

   Bu sırdandır: Deha, âmâ-i asamm; hüda, semî’-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında, zeminin sinesinde kâinatın yüzünde

   Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

   Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre lâkin onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,

   Ne şu asrın sanatı, belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den hem hâcat-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî,

   İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu hem dedi:

   “Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı

   Hangi ef’alinizle kazaya hem kadere şöyle fetva verdiniz ki kaza-i İlahî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

   Hata-i ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye.” Dedim: Beşerin dalalet-i fikrîsi, Nemrudane inadı,

   Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semavattan indirdi

   Tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi,

   Nev’en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi, hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı…

   Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi,

   Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

   Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

   Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.

   Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterakim zekâtı, haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

   Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfî, ıztırarî. Bütün âlâm, mesaib, a’mal-i salihadır; lâkin menfîdir, ıztırarî. Hadîs teselli verdi.

   Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili, şu milletin humsu dört milyonu çıkardı

   Derece-i velayet, mertebe-i şehadetle gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî, bu sözü tahsin etti.

   Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rüyadır,

   Rüya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said-i Nursî…

* * * 

Risale-i Nur’un medeniyet ve şeriat dengesinin, İslâm’ın istiklalinin, musibetlerin hikmeti ve insanın manevi sorumluluğu konularına dair derin bir tefekkür ihtiva ediyor.

1 — Meclis-i misalî ve rüya üzerinden hikmet

Metin özeti:

> Said Nursî, Birinci Dünya Savaşı sonrası rüyasında bir misalî mecliste İslâm’ın hâli ve medeniyet-i hazıra ile şeriatın dengesini sorar ve gözlemler.

İzah:

Meclis-i misalî, metaforik bir âlemdir; burada insanlık, milletler ve İslâm’ın durumu sembolize edilir.

Rüyada sorulan “Mağlubiyet sonrası İslâm âleminde ne olur?” sorusu, hem tarihî bir soruya hem de ahlâkî ve manevi bir değerlendirmeye işaret eder.

Burada tarihin, musibetlerin ve ilahi düzenin manevi birer eğitim aracı olduğunu vurgular.

2 — Eski medeniyet ve İslâm’ın istikbali

Metin özeti:

> Geçmişte İslâm milletleri, istiklal ve kelimetullah için fedakârlık yapmış, medeniyet ve dini bir bütün olarak korumaya çalışmıştır. Musibetler ise gelecekte telafi edilecektir.

İzah:

Musibetlerin sebebi: Tarih boyunca ihmal, gaflet ve yanlış yönetimler.

Telafi: Gelecek nesiller ve doğru ihlallerle, İslâm’ın gerçek istikbali ve saadeti sağlanacaktır.

Burada, musibetlerin aynı zamanda bir eğitim ve manevi arınma aracı olduğunu hatırlatır: geçmişteki felaketler, gelecekte daha büyük bir saâdeti hazırlıyor.

3 — Şeriat ve medeniyet dengesi

Metin özeti:

> Şeriatın esasları ile modern medeniyetin menfi ve hayvani yönleri arasında farklar vardır. Şeriat, hak ve adalet esasına dayanır; medeniyet ise menfaat ve hevanın tezahürüdür.

İzah:

Hak ve kuvvet arasındaki ilişkiyi vurgular: Hak kuvvetin dayanağıdır; kuvvet hakla birleşmezse hıyanet ve zulüm ortaya çıkar.

Modern medeniyetin beş temel menfi esası:

  1. Kuvvetin menfaate dayalı olması → hıyanet, cinayet.
  2. Cidal ve çekişmenin hayatın düsturu haline gelmesi → sefalet.
  3. Unsuriyet ve milliyetçilik → helâket.
  4. Heva ve hevesin öncelenmesi → sefâhet.
  5. İnsan tabiatının hayvani yönlerinin öne çıkması → ahlâkî yozlaşma.

Buna karşılık şeriatın beş temel müspet esası:

  1. Kuvvete bedel hak → adalet ve selâmet.
  2. Menfaat yerine fazilet → muhabbet ve saadet.
  3. Cidal yerine teavün → ittihat ve tesanüd.
  4. Heva-heves yerine hidayet → terakki ve refah.
  5. Unsuriyet ve menfi milliyet yerine dinî ve vatanî rabıta → samimi uhuvvet ve selâmet.

4 — Medeniyetin menfi etkileri

Metin özeti:

> Günümüz medeniyeti, heva ve heves üzerine kurulu, insanı ihtiyaçsızlığa ve sefahate sürükleyen bir sistem oluşturmuştur. Fakirleştiren, ahlâkı bozandır.

İzah:

Modern medeniyetin fazla ihtiyaç ve harcama yaptığını, bireyi ahlâksızlaştırdığını belirtir.

Geçmişteki medeniyetler ve İslâm medeniyeti, hak ve fazilet temelli bir dengeyle toplumu refah ve adalet içinde yaşatırdı.

Burada ders: İnsan, medeniyetin menfî etkilerini fark edip şeriat esaslarıyla kendini korumalıdır.

5 — Hüda ve deha ayrımı

Metin özeti:

> Hüda (Allah’tan gelen hidayet) ile insan dehası (akıl ve teknoloji) birbirinden farklıdır; biri ruhu aydınlatır, diğeri cismani fayda sağlar ama ahlâkî yozlaşma da getirebilir.

İzah:

Deha: Zemindeki tabiatı işler, maddi ve teknik fayda üretir; fakat heva-hevesle birleşirse insanı hayvani hale getirir.

Hüda: Kalbi ve ruhu terbiye eder, insanı ahlâkî ve manevi olarak yüceltir.

Burada teknoloji ve ilimle manevi hayat arasındaki dengeyi vurgular: yalnız akıl veya güç, insanı canavarlaştırabilir; yalnız ilham ve hidayet ise insanı kemale ulaştırır.

6 — Musibetler ve ilahi hikmet

Metin özeti:

> Savaş ve musibetler, insanların gaflet ve ihmaline karşı ilahi bir uyarıdır. İhlallerden doğan felaketler, eğitim ve tövbe aracıdır.

İzah:

Örnek: Birinci Dünya Savaşı sonrası İslâm dünyası.

Musibetlerin kaynağı: İnsanların ibadet, zekât ve sorumluluklarını ihmal etmesi.

Sonuç: Musibetler, toplumu manevi olarak eğitir, günahları temizler ve daha yüksek saadet ve şefkat yollarını açar.

Yani: “Amel, cins-i cezadır; ceza, cins-i ameldir.”

7 — Genel dersler ve hikmetler

  1. Hak ve kuvvet: Kuvvet hakla birleşirse selâmet, birleşmezse hıyanet ortaya çıkar.
  2. Medeniyet ve şeriat farkı: Menfaate dayalı medeniyet, ahlâksızlaştırır; şeriat ve fazilet temelli medeniyet, insanı yüceltir.
  3. Hüda ve deha: Teknoloji ve akıl, hidayetle desteklenmezse ahlâkî yozlaşma getirir.
  4. Musibetlerin hikmeti: Tarihî felaketler, insanın gafletine karşı bir uyarı ve eğitim aracıdır.
  5. Faziletin üstünlüğü: Menfaat ve heva yerine, hak, fazilet ve tevazu temel alınmalıdır.

Özetle

Bu metin, Risale-i Nur’un medeniyet eleştirisi, İslâm’ın korunması, insan fıtratı ve ilahi hikmet konularını bir araya getirir. Said Nursî, musibetleri sadece bir ceza değil, insan ve toplum için bir manevi terakki ve arınma fırsatı olarak görür. Aynı zamanda hak ve kuvvetin, fazilet ve menfaatin, hüda ve dehanın dengesi, gerçek saadet ve istiklal için temel kuraldır.

****

Metin, Birinci Dünya Savaşı’nın mütareke döneminde görülen bir rüya-yı sadıka (doğru rüya) çerçevesinde, İslam dünyasının durumu, modern medeniyet ile şeriat arasındaki farklar ve musibetlerin sebepleri üzerine bir tefekkür sunuyor. Ana tema, İslam medeniyetinin üstünlüğü, modern medeniyetin eksiklikleri ve musibetlerin ilahi bir ikaz olarak değerlendirilmesidir.

### **İzah**

**Metin:**
> Bir meclis-i misalîde
> Şeriatla medeniyet-i hazıra, deha-i fennî ile hüda-i şer’î muvazeneleri
> (Birinci Harb’in) Mütareke başında, bir cuma gecesinde bir rüya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde, benden sual ettiler:
> “Mağlubiyet sonunda İslâm’ın âleminde ne hal peyda olacak?”

**Giriş:**
Metin, Birinci Dünya Savaşı’nın mütareke döneminde (1918), Bediüzzaman’ın bir Cuma gecesi gördüğü sadık bir rüyada, misali âlemde (manevi bir mecliste) kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı aktarıyor. Soru, İslam dünyasının mağlubiyet sonrası durumuyla ilgilidir. Bediüzzaman, “asrın mebusu” sıfatıyla bu soruya cevap verir ve modern medeniyet ile şeriat medeniyetini karşılaştırır. Bu rüya, İslam dünyasının geleceği ve modern medeniyetin eksiklikleri üzerine derin bir tefekkür sunar.

#### **1. İslam Dünyasının Geçmişi ve Geleceği**

**Metin:**
> Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası hem kelimetullahın i’lâsı için farz-ı kifaye-i cihadı, o lâzıme-i diyanet
> Deruhte ile kendini yekvücud-u vahdanî İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet,
> Şu millet-i İslâm’ın felaket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,
> İstikbalde telafi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…
> Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâm’ı hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet
> Tesri’-i ihtizazı.

**İzah:**
Bu bölüm, İslam dünyasının tarihsel rolünü, musibetin geçici olduğunu ve bu musibetin İslam birliğini güçlendireceğini ele alıyor.

  1. **“Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası hem kelimetullahın i’lâsı için farz-ı kifaye-i cihadı…”**: Osmanlı Devleti, tarih boyunca İslam’ın bağımsızlığını (istiklal-i İslam) koruma ve Allah’ın kelamını yüceltme (kelimetullahın i’lâsı) için cihat görevini (farz-ı kifaye) üstlenmiştir. Bu devlet, kendini İslam dünyasının birliğine (yekvücud-u vahdanî) adamış ve hilafeti bayrak edinmiştir.
  2. **“Şu millet-i İslâm’ın felaket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet”**: İslam dünyasının geçmişteki felaketleri (örneğin, Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyet), gelecekte saadet ve hürriyete vesile olacaktır. Musibetler, geçici bir sınavdır ve telafi edilecektir.
  3. **“Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret”**: Üç birim kayıp, üç yüz birim kazanç getirir. Bu, musibetin görünürdeki zararının, aslında büyük bir kazanca dönüşeceğini ifade eder. İslam dünyası, bu sınavdan güçlenerek çıkacaktır.
  4. **“Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet”**: Himmet sahibi (gayretli) Müslümanlar, mevcut hali geleceğe çevirerek saadete ulaşacaktır.
  5. **“Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâm’ı hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet tesri’-i ihtizazı”**: Bu musibet, İslam dünyasının temel değerleri olan şefkat, kardeşlik (uhuvvet) ve dayanışmayı (tesanüd-ü İslam) olağanüstü bir şekilde güçlendirdi. Kardeşlik duygusu açığa çıktı (inkişaf-ı uhuvvet) ve İslam dünyasını titretti (tesri’-i ihtizazı).

**Genel Mesaj**: Osmanlı Devleti, İslam dünyasının birliğini ve bağımsızlığını koruma görevini üstlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyet, geçici bir musibettir ve İslam dünyasına kardeşlik, dayanışma ve hürriyet kazandıracaktır. Musibet, İslam birliğini güçlendiren bir vesile olmuştur.

#### **2. Modern Medeniyet ile Şeriat Medeniyetinin Karşılaştırılması**

**Metin:**
> Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak; zuhur edecek o vakit, İslâmî medeniyet.
> Müslümanlar bi’l-ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet
> Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasatı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel hem kıymet.
> Onlarla çark kurulur. İşte nokta-i istinad hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise şe’nidir tecavüz ve taâruz, bundan çıkar hıyanet.
> Hedef-i kasdı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir tezahüm ve tehasum, bundan çıkar cinayet.
> Hayattaki kanunu, teavün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şe’ni budur: Tenazu ve tedafü, bundan çıkar sefalet.
> Akvamların beyninde rabıta-i esası: Âherin zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.
> Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telatum, bundan çıkar helâket.
> Beşincisi şudur ki cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci, teshil; hevesatı, arzuları da tatmin; bundan çıkar sefahet.
> O heva hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Manevî meshediyor, değişir insaniyet.

**İzah:**
Bu bölüm, modern medeniyetin (medeniyet-i hazıra) olumsuz temellerini ve İslam medeniyetinin üstün esaslarını karşılaştırıyor. Modern medeniyetin beş menfi temeli, yıkıcı sonuçlar doğururken, İslam medeniyetinin beş müsbet temeli saadet getirir.

  1. **“Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak; zuhur edecek o vakit, İslâmî medeniyet”**: Modern medeniyetin yıkıcı doğası (tahrib-i medeniyet) nedeniyle sistemi bozulacak ve yerine İslam medeniyeti zuhur edecektir. Müslümanlar, bu medeniyete gönüllü olarak (bi’l-ihtiyar) öncülük edecektir.
  2. **Modern Medeniyetin Menfi Esasları**:
    Modern medeniyet, beş menfi temele dayanır:
    – **Kuvvet yerine hak**: Modern medeniyetin dayanak noktası (nokta-i istinad), hak yerine kuvvettir. Kuvvet, tecavüz ve taarruz (saldırı ve ihlal) doğurur; bu da hıyanete (ihanet) yol açar.
    – **Fazilet yerine menfaat**: Hedefi, fazilet (erdem) yerine bayağı bir menfaattir. Menfaat, çatışma ve kıskançlık (tezahüm ve tehasum) üretir; bu da cinayete yol açar.
    – **Teavün yerine cidal**: Hayat kanunu, yardımlaşma (teavün) yerine mücadele (cidal)dir. Cidal, çekişme ve itişme (tenazu ve tedafü) doğurur; bu da sefalete yol açar.
    – **Birlik yerine menfi milliyetçilik**: Milletler arasındaki bağ, diğerinin zararına olan ırkçılık ve milliyetçiliktir (unsuriyet, milliyet-i menfiye). Bu, çatışma ve kargaşa (tesadüm ve telatum) üretir; bu da helakete yol açar.
    – **Hidayet yerine heva ve heves**: Cazibeli hizmeti, heva ve hevesi teşvik etmektir. Bu, sefahate (ahlaksızlığa) yol açar ve insanı manevi olarak hayvana çevirir (memsuh eder).
  3. **“Şu medenilerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır”**: Modern medeniyetin mensuplarının çoğu, iç dünyaları açığa çıksa hayvanlara benzer (maymun, tilki, yılan, ayı, domuz). Bu, modern medeniyetin insanı ahlaki ve manevi olarak aşağıya çektiğini ifade eder.

**Metin:**
> Zemindeki mevazin mizanıdır şeriat. Şeriattaki rahmet, sema-i Kur’an’dandır. Medeniyet-i Kur’an esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çark-ı saadet.
> Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şakavet.
> Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adâvet.
> Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine, düstur-u teavündür. O düsturun şe’nidir ittihat ve tesanüd, hayatlanır cemaat.
> Suret-i hizmetinde, heva heves yerine hüda-yı hidayettir. O hüdanın şe’nidir insana lâyık tarzda terakki ve refahet.
> Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetü’l-vahdeti de tard eder unsuriyet hem de menfî milliyet.
> Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir, uhuvvet-i imanî. Şu rabıtanın şe’nidir; samimi bir uhuvvet,
> Umumî bir selâmet. Haric etse tecavüz, o da eder tedafü.

**İzah:**
1. **İslam Medeniyetinin Müsbet Esasları**:
İslam medeniyeti, Kur’an’dan gelen rahmetle şekillenir ve beş müsbet temele dayanır:
– **Hak yerine kuvvet**: Dayanak noktası, kuvvet yerine haktır. Hak, adalet ve denge (tevazün) doğurur; bu da selamet (huzur) getirir ve şakaveti (bedbahtlığı) yok eder.
– **Fazilet yerine menfaat**: Hedef, menfaat yerine fazilettir. Fazilet, sevgi ve çekim (muhabbet ve tecazüb) üretir; bu da saadet getirir ve düşmanlığı (adâvet) yok eder.
– **Teavün yerine cidal**: Hayat düsturu, mücadele yerine yardımlaşmadır (teavün). Bu, birlik ve dayanışma (ittihat ve tesanüd) sağlar; cemaat canlanır.
– **Hidayet yerine heva**: Hizmet, heva ve heves yerine hidayet (ilahi rehberlik) üzerinedir. Hidayet, insana yaraşır bir ilerleme (terakki) ve refah getirir; ruhu aydınlatır (tenevvür) ve mükemmelleştirir (tekâmül).
– **Dinî ve vatanî bağ yerine menfi milliyetçilik**: Birlik bağı, menfi milliyetçilik yerine dinî bağ, vatanî bağ ve iman kardeşliğidir (uhuvvet-i imanî). Bu, samimi bir kardeşlik ve genel bir huzur (selâmet) sağlar.

  1. **“Şimdi anladın; sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet”**: İslam dünyası, modern medeniyeti gönüllü olarak (ihtiyarla) kabul etmemiştir, çünkü bu medeniyet Müslümanlara uygun değildir ve onlara esaret getirmiştir.

**Metin:**
> Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş, şu medeniyet-i hazıra. Onlara yaramamış hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.
> Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şakavet. Yüzde onu çıkarmış muzahref bir saadet!
> Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat! Zalim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret. Lâkin saadet odur, külle ola saadet.
> Lâekall ekseriyete olsa medar-ı necat.

**İzah:**
1. **“İslâmlar ihtiyarla girmemiş, şu medeniyet-i hazıra”**: Müslümanlar, modern medeniyeti gönüllü olarak benimsememiştir, çünkü bu medeniyet İslam’ın değerleriyle uyuşmaz ve Müslümanlara esaret (kölelik) getirmiştir.

  1. **“Nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş”**: Modern medeniyet, insanlığa şifa (tiryak) olması gerekirken zehir olmuştur. Yüzde seksenini sefalet ve bedbahtlığa, yüzde onunu kirli bir saadete, geri kalanını ise huzursuzluğa (bîrahat) sürüklemiştir.
  2. **“Zalim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret”**: Ticaretin ribası (faizi), azınlığın (ekallin) zulmüne dönüşmüştür. Gerçek saadet, ancak herkese veya çoğunluğa kurtuluş (necat) getiren bir sistemdedir.

**Metin:**
> Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’an ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet; umuma, ya eksere verirse bir saadet.
> Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet. Heves tahakküm eder. Heva da müstebittir,
> gayr-ı zarurî hâcatı havaic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

**İzah:**
1. **“Kur’an ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet; umuma, ya eksere verirse bir saadet”**: Kur’an, sadece herkese veya çoğunluğa saadet getiren bir medeniyeti kabul eder. Modern medeniyet, heva ve hevesi özgür bırakmış, gereksiz ihtiyaçları (gayr-ı zarurî hâcat) zorunlu ihtiyaçlar gibi göstererek huzuru yok etmiştir.

  1. **Modern Medeniyetin Eksiklikleri**:
    – **Heves ve heva özgürlüğü**: Modern medeniyet, heva ve hevesi serbest bırakmış, bu da hayvanî bir hürriyete yol açmıştır.
    – **Huzurun kaybolması**: Gereksiz ihtiyaçların zorunlu gibi görülmesi, insanın rahatini bozmuştur.

**Metin:**
> Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet.
> Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate hem nev’e vermiştir servet, haşmet.
> Ferdi, şahsı ahlâksız hem fakir eylemiştir.

**İzah:**
1. **“Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir”**: İlkel hayatta (bedavette) insan az şeye ihtiyaç duyarken, modern medeniyet insanı yüzlerce şeye muhtaç etmiş ve fakirleştirmiştir.

  1. **“Sa’y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet”**: Helal kazanç (sa’y-i helâl), bu ihtiyaçları karşılamaya yetmemiştir. Bu da insanı hile ve harama yöneltmiştir.
  2. **“Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur”**: Modern medeniyet, topluma servet ve görkem (haşmet) vermiş, ancak bireyi ahlaksız ve fakir bırakmıştır.

**Metin:**
> Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet hem gadir ve hem hıyanet şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu.
> Midesi (*) daha bulanır. Âlem-i İslâm’daki istinkâf-ı manidar hem de bir cây-ı dikkat. Kabulde muzdariptir, soğuk da davranmıştır.

**İzah:**
1. **“Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet…”**: İlk çağlardaki vahşet, cinayet, haksızlık (gadir) ve ihanet, modern medeniyet tarafından tek bir dönemde (Birinci Dünya Savaşı) kusulmuştur. Bu, modern medeniyetin vahşeti topladığını ve artırdığını gösterir.

  1. **“Âlem-i İslâm’daki istinkâf-ı manidar”**: İslam dünyasının modern medeniyete karşı anlamlı bir çekincesi (istinkâf) vardır. Müslümanlar, bu medeniyeti soğuk karşılamış ve kabulde tereddüt etmiştir.

#### **3. İslam Medeniyetinin Üstünlüğü**

**Metin:**
> Evet, şeriat-ı garrada olan nur-u İlahî, hâssa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet.
> O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin.
> Onda olan hidayet, bundaki felsefe ile mezcolmaz hem aşılanmaz hem de tabi olamaz.

**İzah:**
1. **“Şeriat-ı garrada olan nur-u İlahî, hâssa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet”**: Kur’an’ın parlak şeriatındaki ilahi nur, kendine yeterlilik (istiğna) ve bağımsızlık (istiklaliyet) ile öne çıkar. İslam, hiçbir dış güce boyun eğmez.

  1. **“O nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin”**: İslam’ın hidayet nuru, modern medeniyetin Roma dehasına (materyalist ve hegemonik anlayışına) boyun eğmez.
  2. **“Onda olan hidayet, bundaki felsefe ile mezcolmaz”**: İslam’ın hidayeti, modern medeniyetin felsefesiyle (materyalizm, sekülerizm) uyuşmaz, karışmaz ve ona tabi olmaz.

**Metin:**
> İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman, beslediği şeriat Kur’an-ı Mu’ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat.
> O yemin-i beyzada birer asâ-yı Musa’dır. Sehhar medeniyet, istikbalde edecek ona secde-i hayret.

**İzah:**
1. **“İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman…”**: İslam’ın ruhu, şefkat ve iman izzetidir. Kur’an’ın şeriatı, hakikatleri beyaz bir elle (yed-i beyza) tutar ve bu hakikatler, Hz. Musa’nın asası gibi mucizevidir.

  1. **“Sehhar medeniyet, istikbalde edecek ona secde-i hayret”**: Büyüleyici (sehhar) modern medeniyet, gelecekte İslam şeriatına hayretle secde edecektir. Bu, İslam medeniyetinin üstünlüğünün er ya da geç anlaşılacağını öngörür.

#### **4. Roma ve Yunan Dehası ile İslam Hidayeti**

**Metin:**
> Eski Roma, Yunan’ın iki dehası vardı; bir asıldan tev’emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.
> Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
> Her biri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el-ân âdeta o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş; Alman, Fransız oldu.
> Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti.

**İzah:**
1. **“Eski Roma, Yunan’ın iki dehası vardı…”**: Roma ve Yunan medeniyetlerinin iki farklı ruhu vardı: biri hayalci (Yunan), diğeri materyalist (Roma). Bu iki deha, su ve yağ gibi birleşemedi.

  1. **“Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı”**: Hristiyanlık, bu iki dehanın birleşmesini sağlamaya çalıştı, ancak başaramadı. Her biri bağımsızlığını korudu.
  2. **“Hatta el-ân âdeta o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş; Alman, Fransız oldu”**: Modern çağda bu iki ruh, Alman ve Fransız medeniyetlerinde yeniden ortaya çıktı. Sanki bir tür tenasüh (ruh göçü) yaşadılar.

**Metin:**
> Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı.
> Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle dövüştü. Hiç de barışmadılar.
> Nasıl olur ki aslı hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’an’da olan nuru, şeriat hidayeti
> Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.

**İzah:**
1. **“O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti temzicin esbabını”**: Roma ve Yunan dehası, inatla birleşmeyi reddetmiştir. Modern çağda (Alman ve Fransız olarak) da bu çatışma devam etmiştir.

  1. **“Nasıl olur ki aslı hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu”**: Kur’an’ın hidayet nuru ile Roma dehası (materyalist medeniyet), kök ve doğa olarak tamamen farklıdır. Bu nedenle birleşmeleri mümkün değildir.

**Metin:**
> O deha ile bu hüda menşeleri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalpte işliyor, dimağı da işletir.
> Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
> İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
> Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor.
> Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor.

**İzah:**
1. **“Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı”**: Hidayet (hüda), ilahi bir kaynaktan (semadan) gelir; deha ise dünyevi ve maddi bir kaynaktır (zeminden). Bu, İslam ile modern medeniyetin köken farkını vurgular.

  1. **“Hüda kalpte işliyor, dimağı da işletir”**: Hidayet, önce kalbi aydınlatır ve aklı (dimağı) çalıştırır. İnsanın ruhunu tenvir eder (aydınlatır), yeteneklerini geliştirir ve nefsini hizmetkâr kılar. İnsanı melek gibi yüksek bir makama çıkarır.
  2. **“Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor…”**: Deha, önce nefis ve bedene odaklanır, tabiatı esas alır. Nefsi büyütür, ruhu hizmetkâr yapar ve insanı şeytani bir hale getirir.

**Metin:**
> Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor. İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal deha-yı a’ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.
> Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu sanatı tanır, hikmetli kudrete bakar.
> Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.

**İzah:**
1. **“Hüda, hayateyne saadet veriyor”**: Hidayet, dünya ve ahiret hayatını (hayateyn) saadetli kılar. İnsanı manevi ve maddi olarak yükseltir.

  1. **“Deccal-misal deha-yı a’ver, bir dâr ile bir hayatı anlar”**: Deha, sadece dünyevi hayatı önemser, materyalist (madde-perest) ve dünya odaklıdır (dünya-perver). İnsanı canavara çevirir.
  2. **“Deha, sağır tabiata tapar…”**: Deha, tabiatı kör ve sağır bir güç olarak görür ve ona tapar. Hidayet ise Allah’ın şuurlu sanatını ve hikmetli kudretini tanır. Deha, nimetlere karşı nankörlük (küfran) üretir; hidayet ise şükran nurunu yayar.

**Metin:**
> Bu sırdandır: Deha, âmâ-i asamm; hüda, semî’-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.
> Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında, zeminin sinesinde kâinatın yüzünde
> Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

**İzah:**
1. **“Deha, âmâ-i asamm; hüda, semî’-i basîr”**: Deha, kör ve sağırdır; hidayet ise işiten ve görendir (semî’-i basîr). Deha, nimetleri sahipsiz bir ganimet olarak görür ve gasp eder; hidayet ise nimetleri Allah’ın rahmeti olarak görür ve şükreder.

  1. **“Hüdanın nazarında, zeminin sinesinde kâinatın yüzünde serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı”**: Hidayet, kâinattaki nimetleri Allah’ın rahmetinin meyveleri olarak görür ve her nimete şükretmeyi öğretir.

#### **5. Modern Medeniyetin Mehasini ve Musibetin Sebebi**

**Metin:**
> Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre lâkin onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,
> Ne şu asrın sanatı, belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den hem hâcat-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî,
> İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.

**İzah:**
1. **“Medeniyette vardır mehasin-i kesîre”**: Modern medeniyette birçok güzellik (mehasin) vardır. Ancak bunlar ne Hristiyanlığın, ne Avrupa’nın, ne de bu çağın icadıdır.

  1. **“Belki umum malıdır…”**: Bu güzellikler, insanlığın ortak mirasıdır ve fikirlerin birikimi (telahuk-u efkâr), ilahi şeriatlar (semavî şerâyi), insani ihtiyaçlar (hâcat-ı fıtrî) ve özellikle İslam’ın (şer’-i Ahmedî) inkılabından kaynaklanır. Kimse bu güzellikleri sahiplenemez.

**Metin:**
> Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu hem dedi:
> “Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı
> Hangi ef’alinizle kazaya hem kadere şöyle fetva verdiniz ki kaza-i İlahî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?
> Hata-i ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye.”

**İzah:**
1. **“Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi”**: Musibetler, genellikle ihanetin (hıyanet) sonucu; mükâfatlar ise iyi amellerin sebebidir.

  1. **“Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı”**: Birinci Dünya Savaşı, ilahi kaza ve kaderin bir sillesi olarak görülür. Bu musibetin sebebi, insanlığın hatalarıdır.

**Metin:**
> Dedim: Beşerin dalalet-i fikrîsi, Nemrudane inadı, Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata.
> Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semavattan indirdi tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi.
> Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi, nev’en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi,
> hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı…

**İzah:**
1. **“Beşerin dalalet-i fikrîsi, Nemrudane inadı, Firavunane gururu”**: İnsanlığın musibeti, fikri sapkınlık (dalalet-i fikrî), Nemrud gibi inat ve Firavun gibi kibirden kaynaklanır. Bu, materyalizm ve sekülerizmin yol açtığı ahlaki çöküşü ifade eder.

  1. **“Semavattan indirdi tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi”**: Bu sapkınlık, tufan ve veba gibi ilahi bir cezayı (harbin zelzelesi) getirdi. Bu musibet, tüm insanlığa şamil bir cezadır.
  2. **“Maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi, hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı”**: Musibetin ortak sebebi, materyalizm (maddiyyunluk), hayvani özgürlük (heva ve hevesin serbestliği) ve nefsin baskısıdır (hevanın istibdadı).

**Metin:**
> Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi,
> Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.
> Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
> Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.
> Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.
> O da bizden aldırdı müterakim zekâtı, haramdan da kurtardı.

**İzah:**
1. **“Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi”**: Müslümanların musibetten payına düşen sebep, İslam’ın temel rükünlerini (namaz, oruç, zekât) ihmal ve terk etmesidir.

  1. **Namazın ihmali**: Allah, günde bir saat namaz istemiş, ancak Müslümanlar tembellik ve gafletle bunu terk etmiştir. Ceza olarak, beş yıl boyunca savaşın meşakkatiyle (talim ve koşturma) bir nevi namaz kıldırılmıştır.
  2. **Orucun ihmali**: Allah, bir ay oruç istemiş, ancak Müslümanlar nefsine acıyarak bunu ihmal etmiştir. Ceza olarak, beş yıl boyunca zorunlu oruç (savaşın zorlukları) tutulmuştur.
  3. **Zekâtın ihmali**: Allah, malın kırkta birini zekât olarak istemiş, ancak Müslümanlar cimrilik (buhl) ve haramla malını kirleterek zekâtı vermemiştir. Allah, birikmiş zekâtı zorla aldırmış ve haramdan kurtarmıştır.

**Metin:**
> Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfî, ıztırarî.
> Bütün âlâm, mesaib, a’mal-i salihadır; lâkin menfîdir, ıztırarî. Hadîs teselli verdi.
> Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili, şu milletin humsu dört milyonu çıkardı
> Derece-i velayet, mertebe-i şehadetle gazilik verdi, günahı sildi.

**İzah:**
1. **“Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir”**: Her amel, bir ceza türündür; her ceza da bir amel türüdür. Salih ameller, isteyerek yapılan (ihtiyarî) ve zorunlu olan (ıztırarî) olarak ikiye ayrılır.

  1. **“Bütün âlâm, mesaib, a’mal-i salihadır; lâkin menfîdir, ıztırarî”**: Acılar ve musibetler, salih amellerdir, ancak menfi ve zorunludur. Hadis, bu musibetlerin günahları temizlediğini teselli eder.
  2. **“Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı”**: İslam milleti, savaşın kanıyla fiili bir tövbe etmiş ve günahlarından arınmıştır. Dört milyon insan, velayet, şehadet ve gazilik mertebesine yükselmiş; günahları silinmiştir.

#### **6. Rüya ve Yakaza**

**Metin:**
> Bu meclis-i âlî-i misalî, bu sözü tahsin etti. Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım.
> Bence yakaza rüyadır, rüya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said-i Nursî…

**İzah:**
1. **“Bu meclis-i âlî-i misalî, bu sözü tahsin etti”**: Misali meclis, Bediüzzaman’ın söylediklerini beğenmiş ve onaylamıştır.

  1. **“Bence yakaza rüyadır, rüya bir nevi yakazadır”**: Yakaza (uyanıklık) ve rüya, birbiriyle iç içedir. Rüya, manevi bir uyanıklık (yakaza) gibidir. Bu, Bediüzzaman’ın rüyasının hakikatle bağlantılı olduğunu ifade eder.
  2. **“Orada asrın vekili, burada Said-i Nursî”**: Rüyada asrın temsilcisi olarak konuşan Bediüzzaman, gerçek hayatta Said-i Nursi’dir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Birinci Dünya Savaşı sonrası İslam dünyasının durumunu, modern medeniyetin eksikliklerini ve İslam medeniyetinin üstünlüğünü derin bir tefekkürle ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **İslam Dünyasının Geleceği**: Savaşın musibeti, İslam dünyasında kardeşlik, dayanışma ve hürriyeti güçlendirecektir. Musibetler, telafi edilecek ve saadet getirecektir.
2. **Modern Medeniyetin Menfi Esasları**: Modern medeniyet, kuvvet, menfaat, cidal, menfi milliyetçilik ve heva üzerine kuruludur; bu da ihanet, cinayet, sefalet, helaket ve sefahate yol açar.
3. **İslam Medeniyetinin Müsbet Esasları**: İslam medeniyeti, hak, fazilet, teavün, hidayet ve iman kardeşliği üzerine kuruludur; bu da selamet, saadet, birlik ve refah getirir.
4. **Musibetin Sebebi**: İnsanlığın materyalist sapkınlığı, Müslümanların ise namaz, oruç ve zekât gibi rükünleri ihmal etmesi musibete sebep olmuştur. Ancak bu musibet, günahları temizlemiş ve şehadet-gazilik gibi mertebeler kazandırmıştır.
5. **İslam’ın Üstünlüğü**: Kur’an’ın hidayeti, Roma dehasıyla (materyalizmle) uyuşmaz. İslam, şefkat, izzet ve bağımsızlıkla insanlığı yükseltir; modern medeniyet ise insanı canavarlaştırır.

Bu metin, Müslümanlara Kur’an’ın medeniyetine sarılmayı, modern medeniyetin eksikliklerine karşı uyanık olmayı ve musibetlerden ders çıkararak İslam birliğini güçlendirmeyi öğütler. Aynı zamanda, modern dünyanın materyalist ve heva odaklı yapısına eleştirel bir bakış sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com