ALLAH KULUNA KÂFİ DEĞİL MİDİR?

ALLAH KULUNA KÂFİ DEĞİL MİDİR?[1]

 

فَسَيَكْف۪يكَهُمُ اللّٰهُۚ

Bakara.137.
أَلَيْسَ اللَّهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ
Zümer.36
Bela.
Her şeye karşı o, her şeyin sahibi olan Allah kafi değil midir.
Bela
*harun reşidin cariyesinin elini başına koyması.
Allah Best, gayri heves.
Eğer o yar ise herşey insana yardır. O yar değilse herşey kalbe birdir,yüktür.
Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”
Madem O var,herşey var.
Maza vecede men fegadehu
Hz. Osman’ın şehadeti.
@@@@@

Allah’ın Kulluğuna Yetmesi ve Koruması Üzerine Bir Tefekkür

Giriş

Kur’an-ı Kerim, insanın hayat yolculuğunda karşılaşabileceği zorluklar, fitneler ve düşmanlıklar karşısında ona sarsılmaz bir dayanak sunar: Allah’ın yeterliliği ve himayesi. Bu bağlamda Bakara Suresi 137. ayeti olan “Feseyekfîkehumullâh” (Allah onlara karşı sana yetecektir) ve Zümer Suresi 36. ayeti olan “Eleyse’llâhu bikâfin abdah” (Allah, kuluna yetmez mi?) ayetleri, müminin güven kaynağını açıkça beyan etmektedir.

Bu makalede, bu iki ayetin nüzul sebeplerini ele alarak, İslami ve tasavvufi perspektiften ayetlerin derin anlamlarını ve hayatımıza sunduğu ibretli dersleri inceleyeceğiz.

1. Ayetlerin Nüzul Sebepleri

1.1. Bakara Suresi 137. Ayetin Nüzul Sebebi

“Feseyekfîkehumullâh. Ve huve’s-semîu’l-alîm.”
(Allah onlara karşı sana yetecektir. O, hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.)

Bu ayet, Kur’an’ın hakikatine iman etmeyen ve özellikle de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e düşmanlık edenlerin tutumları karşısında, müminlere verilen bir güvence niteliğindedir.

Nüzul sebebi olarak bazı rivayetlerde, Yahudi ve Hristiyanların, özellikle de Medine’deki Yahudi âlimlerinin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) karşı cephe almaları ve ona tuzak kurma girişimlerinde bulunmaları gösterilir. Müslümanların onlara karşı endişe taşıdığı bir dönemde bu ayet nazil olmuş ve Peygamber Efendimiz’e şu mesaj verilmiştir: “Senin düşmanlarına karşı korunman için Allah sana yeter!”

Bu, bir bakıma İslam davetinin ilahi bir teminat altında olduğunu gösteren güçlü bir hitaptır.

1.2. Zümer Suresi 36. Ayetin Nüzul Sebebi

“Eleyse’llâhu bikâfin abdah. Ve yuhavvifûneke billezîne min dûnih.”
(Allah, kuluna yetmez mi? Oysa onlar seni, Allah’tan başkalarıyla korkutuyorlar.)

Bu ayet, Mekke döneminde nazil olmuştur. Rivayete göre, müşrikler Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i putlarına zarar vermesi hâlinde başına büyük belalar geleceğiyle korkutuyorlardı. Onlara göre, Lat, Uzza ve Menat gibi putlar, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e zarar verebilir ve onu felakete sürükleyebilirdi. Ancak bu ayetle Allah Teâlâ, Peygamber’ine ve tüm müminlere şu gerçeği hatırlatıyordu:

“Allah kuluna yetmez mi?”

Bu ayet, sadece bir soru değil, aynı zamanda derin bir tefekkür çağrısıdır. Şirk içindeki insanların korkularını ve Allah’ın kudretini karşı karşıya getirerek, müminlere güçlü bir iman mesajı vermektedir.

2. İslami ve Tasavvufi Bakış Açısıyla Ayetlerin Yorumu

2.1. Allah’a Güvenin Önemi

Kur’an-ı Kerim’de Allah’a güvenmenin, tevekkül etmenin ve sadece O’nu vekil edinmenin üzerinde sıkça durulmuştur. “Feseyekfîkehumullâh” ayeti, müminlere, Allah’ın onların düşmanlarına karşı yegâne koruyucu olduğu bilincini kazandırır.

Tasavvufta “kâfi” ismi, Allah’ın kuluna yetmesi anlamına gelir. Bu bağlamda, ayetler bizlere, kalbi dünya korkularından ve vehimlerinden arındırıp sadece Allah’a teslim olmanın önemini hatırlatmaktadır.

Şeyh Şibli der ki: “İnsan Allah’ı tanırsa, O’ndan başka kimseden korkmaz.”
Bu söz, ayetlerin ruhunu anlamak açısından derin bir hakikati içinde barındırır.

2.2. Allah’a Dayanarak Korkudan Kurtulmak

Müminin en büyük dayanağı, Allah’ın onunla beraber olmasıdır. Zümer 36. ayette müşriklerin putlarla korkutma çabalarına karşı şu hakikat öne çıkar: Korkulması gereken yalnızca Allah’tır.

Tasavvufi literatürde, korku (havf) ve ümit (recâ) dengesi önemli bir konudur. Ancak Allah’a gerçek anlamda güvenen kişi, korkularını terk eder ve yalnızca O’na yönelir.

Rabiatü’l-Adeviyye’nin şu duası bu noktada anlamlıdır:
“Ya Rab! Sen bana yetersin, ben Sana dayandım. Beni nefsime bırakma!”

Bu dua, ayetlerin ruhuna uygun bir tevekkül örneğidir.

3. İbretler ve Düşündürücü Dersler

3.1. Hayatta Karşılaştığımız Zorluklar ve Allah’a Sığınma

İnsanoğlu hayatında türlü zorluklarla karşılaşır: düşmanlıklar, iftiralar, korkular ve belalar… Ancak, Bakara 137 ve Zümer 36 ayetleri, bu sıkıntılar karşısında sarsılmaz bir imanla dimdik durmayı öğütler.

Şöyle düşünelim: Gerçekten Allah kuluna yetmiyor mu? Eğer bir kul, Allah’ın gücüne inanıyor ve O’na dayanıyorsa, hangi korku onu sarsabilir?

İmam Şafiî der ki:
“Allah bana yeter! O var oldukça, halkın beni sevip sevmemesi umrumda değil.”
Bu söz, müminin yalnızca Allah’a yönelmesi gerektiğini en güzel şekilde ifade eder.

3.2. İnsanlardan Değil, Allah’tan Medet Beklemek

İnsan bazen haksızlığa uğrar, bazen düşmanlarıyla yüzleşir, bazen de iftiraya maruz kalır. İşte böyle anlarda, Allah’ın kuluna yeteceğini unutmamak gerekir.

Hz. Musa’nın (a.s.) Firavun’a karşı duruşu, Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrut’un ateşine atıldığı an, Ashab-ı Kehf’in mağaraya sığınması… Hepsi, “Allah kuluna yetmez mi?” hakikatinin canlı örnekleridir.

Mümin, Allah’a dayanırsa, hiçbir dünya gücü onu sarsamaz. Çünkü Allah’ın himayesinde olan, asla zelil olmaz.

Sonuç: Allah Bize Yeter!

Bakara 137 ve Zümer 36 ayetleri, Allah’ın müminleri koruduğunu, onlara yettiğini ve hiçbir düşmanlığın Allah’ın iradesine galip gelemeyeceğini hatırlatır.

Bu ayetler sadece tarihî olaylara değil, günümüz insanının psikolojik, sosyal ve ruhsal sıkıntılarına da cevap verir. Hayatın çalkantıları içinde olan her insan, bu ayetlerin ruhuna sarılmalı ve şunu kendine düstur edinmelidir:

“Allah bana yeter! O ne güzel Vekil’dir!” (Âl-i İmrân, 3:173)

Unutma! Allah kuluna yeter! Sen yeter ki O’na teslim ol…

@@@@@@@@

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=uPaWlHLGS9w




İNSANIN HER BİR DUYGUSU BİR ANAHTAR OLUP BULUNDUĞU ALEMIN KAPILARINI AÇIYOR

İNSANIN HER BİR DUYGUSU BİR ANAHTAR OLUP BULUNDUĞU ALEMIN KAPILARINI AÇIYOR[1]


İnsanın Duyguları: Alem Kapılarını Açan Anahtarlar

İnsan, sadece akıl ve bedenden ibaret bir varlık değildir; duygularıyla, hisleriyle ve gönül dünyasıyla tamamlanan bir kudret harikasıdır. Rabbimiz, insana hissetme yeteneğini vermiş, böylece onu canlılar arasında eşsiz bir konuma yerleştirmiştir. Kuran-ı Kerim’de de insanın kalbi, duyguları ve iç dünyası üzerinde sıkça durulmuş, bu yönüyle onun manevi yolculuğu şekillendirilmiştir.

Duygular: Alem Kapılarını Açan Anahtarlar

Her duygu, aslında bir anahtardır. Bu anahtarlar, insanın içinde bulunduğu manevi, ruhani ve dünyevi alemlerin kapılarını açar. Sevinç, insanı şükre götürür; hüzün, tefekkür ettirir; korku, Allah’a sığınmaya vesile olur; merhamet, kullar arasında rahmeti yayar. Bu duyguların her biri, insanın nerede durduğunu ve hangi kapıyı açacağını belirleyen ilahi işaretlerdir.

Korku ve Takva Kapısı

Kur’an’da “Onlar, gayba inanırlar ve namazı dosdoğru kılarlar…” (Bakara, 2/3) buyurularak iman edenlerin bilinmeyen karşısındaki duruşlarına vurgu yapılır. Korku, insanı Allah’a yaklaştıran bir anahtar olduğunda, takva kapısını açar. Korku, sadece dünyevi anlamda bir endişe değil, Allah’ın azabından sakınma ve O’nun rızasını kaybetmekten duyulan derin bir hassasiyettir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Gerçek akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için hazırlık yapandır” (Tirmizi, Kıyamet, 25) buyurarak bu duygunun insanı doğru kapılara yönlendirdiğini ifade etmiştir. Eğer korku insanı Allah’a sığınmaya, O’nun rahmetine yaklaşmaya yönlendiriyorsa, kişi için hayırlı bir anahtar olur.

Sevgi ve Muhabbet Kapısı

İslam, sevgiyi ve muhabbeti insanın yaratılışındaki temel unsurlardan biri olarak kabul eder. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…” (Maide, 5/54) ayeti, sevginin iki yönlü bir kapı olduğunu gösterir.

Allah sevgisi, insanı ibadete, iyiliğe ve merhamete yönlendirir. Peygamberimiz (s.a.v.), “Sizden biri, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olamaz” (Buhari, İman, 7) buyurarak, sevginin bir anahtar olduğunu ve bu anahtarın ümmet bilincini, kardeşliği ve insanlığa fayda kapısını açtığını belirtmiştir.

Ancak sevgi yanlış yerde kullanılırsa, insanı dünyevileşmeye, nefsin peşinde koşmaya ve heva-heves kapısına sürükleyebilir. Bu yüzden duyguların yönü çok önemlidir; her duygu insana bir kapı açar ama o kapının nereye çıktığını bilmek gerekir.

Hüzün ve Tefekkür Kapısı

İnsan, zaman zaman hüzünle imtihan edilir. Kimi zaman kayıplarla, kimi zaman hayal kırıklıklarıyla karşılaşır. Ancak hüzün, bir kapanış değil, aksine bir idrak kapısıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” (Buhari, Rikak, 29) buyurmuş, dünya hayatının faniliğini ve bu hüzünlü bilincin insana tefekkür kapısını açacağını göstermiştir.

Hazreti Yakup’un (a.s.), oğlu Yusuf için duyduğu hüzün, aslında bir sabır ve teslimiyet kapısını açmış; Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) Taif’te yaşadığı acılar, O’nu daha büyük bir tebliğ gücüne ulaştırmıştır. Dolayısıyla hüzün, insanı Rabbine yaklaştıran bir anahtar olarak değerlendirilmelidir.

Sonuç: Hangi Kapıyı Açacağımızı Bilmeliyiz

Her duygu insana bir yön çizer. Önemli olan, bu duyguları hangi kapıyı açmak için kullandığımızdır. Korku, bizi Allah’tan uzaklaştırıyorsa yanlış bir anahtar kullanıyoruz demektir. Sevinç, bizi gaflete sürüklüyorsa kapıyı yanlış yere açmışız demektir.

Bu nedenle insanın her hissiyatı bir fırsattır. Allah, bizlere duygularımızı hikmetle kullanmayı, bizi O’na yaklaştıracak kapıları açmayı ve yanlış kapılardan uzak durmayı nasip etsin. Çünkü her anahtarın bir kapısı vardır; önemli olan o kapının cennete açılan bir kapı olmasıdır.

@@@@@@

BAZEN BİR SÖZ VE HAL İNSANİN DUYGU KAPILARINI KAPATAN BİR ANAHTAR OLURKEN, BAZEN DE AÇAN OLUR. BAZEN DE BİR KAPININ KAPANIP FARKLI KAPILARIN AÇILMASINA VESİLE OLUR.

Söz ve Hal: Kalp Kapılarını Açan ve Kapatan Anahtarlar

İnsan ruhu, sonsuz kapılarla çevrili bir saray gibidir. Her kapının ardında farklı bir âlem, farklı bir hakikat saklıdır. Kimi kapılar insanı huzura, aşka, ilahi hakikate açarken, kimi kapılar gaflete, hüzne ve manevi karanlığa götürebilir. Bazen bir söz, bazen bir hal bu kapıları açan ya da kapatan bir anahtar olur. Bazen de bir kapının kapanması, hiç umulmadık güzellikte yeni kapıların açılmasına vesile olur.

Tasavvuf ehline göre, insanın gönül dünyasını şekillendiren en önemli unsurlardan biri sözdür. Çünkü söz, sadece bir ifade değil, aynı zamanda bir enerjidir; insanın ruhunu yükseltebildiği gibi, onu aşağıya da çekebilir.

Söz: Açan ve Kapatan Anahtar

Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz.”

Bir söz, insanın içindeki güzellikleri ortaya çıkarabilir, onu hakikate yönlendirebilir. Ama aynı söz, kötü niyetle söylendiğinde, insanın ruhunu karartıp gönlünü daraltabilir.

Mesela, İmam-ı Gazali’nin bir sözü, bir insanın imanını kuvvetlendirirken, alaycı ve küçümseyici bir söz, bir başkasının kalbini katılaştırabilir. Allah dostları, bu yüzden söze çok dikkat ederler. Onların kelamı, hakikat kapılarını açan bir anahtar gibidir.

Mevlâna’nın hayatını değiştiren bir söz, Şems-i Tebrizi’den gelen bir soruydu:

“Ey Mevlâna! Sen mi Allah’ı arıyorsun, yoksa Allah mı seni arıyor?”

Bu tek cümle, Mevlâna’nın iç dünyasında bir değişimve dönüşüm olusturdu. Çünkü bazen bir tek söz bile, insanın mana kapılarını açmak için yeterlidir.

Ama unutulmamalıdır ki, sözün etkisi, onu söyleyenin haline bağlıdır. İçinde samimiyet olmayan, kalpten çıkmayan bir söz, kuru bir kelimeden ibarettir. Bu yüzden büyük mutasavvıflar, önce sözlerinden önce hallerini terbiye etmeyi esas almışlardır.

Hal: Sessiz Ama Etkili Bir Anahtar

Tasavvufta bir hakikat vardır: Hal, sözden daha etkilidir. Çünkü insan bazen bir nasihatten etkilenmez ama güzel bir halin etkisiyle iç dünyasında bir dönüşüm yaşar.

Buna en güzel örneklerden biri İbrahim Edhem Hazretleri’nin hikâyesidir. O, bir padişahken, sarayında bir gece ansızın bir ses işitti:

“Burada kaybolan develerimi arıyorum!”

İbrahim Edhem, şaşkınlıkla dışarı çıkıp sesin sahibine şöyle dedi:

“Bu bir saraydır! Burada deve bulunur mu?”

O ses ona şu ibretlik cevabı verdi:

“Öyleyse senin bu tahtında Allah bulunur mu?”

Bu söz, İbrahim Edhem için dünya kapılarını kapattı ama hakikat kapısını açtı. Tüm ihtişamı geride bırakarak bir derviş olarak yeni bir yolculuğa başladı.

Bazen suskunluk, bazen bir bakış, bazen bir hâl, insanın iç dünyasında öyle bir kapı açar ki, o kapıdan geçildiğinde artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Kapanan Kapılar, Açılan Yeni Ufuklar

Hayatta bazı kapılar kapanır ve insan bunu büyük bir kayıp zanneder. Oysa bir kapının kapanması, insanı başka bir gerçeğe yönlendiren ilahi bir işarettir. Hazreti Yusuf’un kuyudan çıkarılıp zindana atılması, onu Mısır’ın sultanlığına götüren bir sürecin başlangıcıydı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekke’den çıkarılmak zorunda kaldığında, Medine’de İslam’ın en parlak döneminin kapıları açıldı.

Mevlâna, Şems’ten ayrıldığında büyük bir hüzne düştü ama bu hüzün, ona Mesnevi gibi bir şaheseri yazdırdı. Eğer Şems gitmeseydi, belki de Mevlâna’nın gönül dünyası böylesine zenginleşmeyecek, milyonlara ışık tutan bu eser ortaya çıkmayacaktı.

Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi:

“Başa gelen her musibet, içinde binlerce rahmet saklar.”

O yüzden insan, kapanan kapılar karşısında sabretmeli ve açılacak yeni kapıları beklemelidir. Çünkü Allah bir kapıyı kapatıyorsa, çok daha güzel bir kapıyı açmak içindir.

Sonuç: Söz ve Halin Hikmetini Bilmek

Söz ve hal, insanın iç dünyasını şekillendiren iki büyük unsurdur. Bunlar bazen kalp kapılarını açan bir anahtar, bazen de insanı gaflete düşüren bir kilit olabilir.

O yüzden kişi hangi sözleri dinlediğine, hangi haller içinde olduğuna dikkat etmelidir. Allah dostlarının sohbetleriyle, güzel ahlak sahiplerinin hallerinden feyz alarak kalp kapılarımızı hayra açmalıyız. Ve unutmamalıyız ki, bazen kapanan bir kapı, Allah’ın bize açacağı çok daha büyük bir kapının müjdecisidir.

Rabbimiz, bizleri hakikate açılan kapılarla buluştursun, kalbimizi rahmetin ve hikmetin anahtarlarıyla süslesin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=Qii_8za9fBM




İNSANLAR SESİNİ BİLE DUYMAZKEN, O NEFESİNİ VE NEFSİNİ …

İNSANLAR SESİNİ BİLE DUYMAZKEN, O NEFESİNİ VE NEFSİNİ …[1]


İnsanlar Sesini Bile Duymazken, O Nefesini ve Nefsini…

İnsan, dünya sahnesinde bir yolcudur. Kimi zaman gürültülü kalabalıkların içinde kaybolur, kimi zaman sessizliğin derinliklerinde kendini arar. Çoğu insan, çevresindeki seslere odaklanır; alkışlar, övgüler, tenkitler veya dedikodular… Oysa insanın en derin hakikati, sesinin dışarıda yankılanmasından değil, iç dünyasında duyduğu sesten anlaşılır. Peki, insanlar sesimizi bile duymazken, biz nefesimizi ve nefsimizi kime ve nasıl duyurmalıyız?

Nefesin Şükrü ve Zikri

İnsan her an nefes alır ama çoğu zaman farkında bile olmaz. Oysa her nefes, Allah’ın insana verdiği bir nimettir ve geri verilmeyecek bir emanettir. İmam Gazâlî der ki:

“Her nefes, iki şükür gerektirir. Çünkü biri girdiği için, diğeri çıktığı için bir nimettir.”

Bu yüzden mutasavvıflar, nefesi gafletle değil, zikirle alıp vermeyi öğütlemişlerdir. “La ilahe illallah” zikri, nefesin doğasıyla uyumludur; “la ilahe” derken nefes verilir, “illallah” derken alınır. İşte nefesin şükrü, onu Allah’ı anarak harcamaktır.

Fakat dünya hayatında insanlar, genellikle bu nefesi boş ve anlamsız sözlerle tüketirler. Dedikodu, yalan, kibir, öfke… Bunlar, nefesin ve zamanın israfıdır. İnsanlar seni duymaz, anlamaz, belki de önemsemez. Ama Allah her nefesi kaydeder. O hâlde, nefesimizi insanlara duyurmaya çalışmak yerine, Allah’a yöneltmek gerekmez mi?

Nefsin Fısıltılarını Susturmak

İnsanın içindeki en büyük düşman, nefistir. Nefis, bazen bir övgüyle şişer, bazen bir eleştiriyle daralır. Kalabalıklar içinde kendini göstermeye çalışır, beğenilmek ister, alkışlanmak arzusuna kapılır. Oysa tasavvufta nefsi terbiye etmek, insanın kemâle ermesi için en önemli adımdır. Mevlâna şöyle der:

“Sen de herkes gibi konuşuyorsun, ama sözlerin gönüllere işlemiyor. Çünkü senin sözün, dilden çıkıyor ama gönülden çıkmıyor.”

İnsanlar belki seni duymayacak, sözlerine değer vermeyecek. Ama mesele zaten sesini insanlara duyurmak değil, özünü arındırmak ve Rabbine yaklaşmak değil mi? Nefis, gösterişi sever; oysa ihlas, gizliliği sever. Allah, halis kullarını överken, onların amellerini gösteriş için değil, sırf O’nun rızası için yaptıklarını bildirir:

“Onlar, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak infak ederler.” (Rad, 22)

Bu ayet bize şunu gösteriyor: İnsan, iyiliği insanlara göstermek için değil, Allah için yapmalıdır. Kimse duymasa da, kimse bilgilendirmese de, Allah her şeyi bilir ve değerlendirir.

Kalabalıkların İçinde Değil, Huzurun İçinde Olmak

Bugün sosyal medyada ve günlük hayatta insanlar, sesini duyurmak için çaba harcıyor. Daha çok beğeni almak, daha fazla takipçi kazanmak, daha fazla görünür olmak… Oysa asıl mesele, insanların duyduğu ses olmak değil, Allah’ın razı olduğu kul olmaktır.

Hazreti Ömer (r.a.)’ın şu sözü çok anlamlıdır:

“Herkes tarafından bilinmeyen ve bilinmeyi de istemeyen kişi, gerçekten mutlu kişidir.”

İnsanlar seni duymasa da, anlamasa da, küçümsese de… Eğer nefesini boşa harcamıyor, nefsini de terbiye ediyorsan, sen kazanmışsın demektir. Gerçek huzur, insanların arasında olmak değil, Allah’ın huzurunda olmaktır.

Sonuç: Sesin Değil, Hâlin Konuşsun

Sonuç olarak, insanlar seni duymayabilir, sözlerine değer vermeyebilir. Ama önemli olan, senin neyi ve kimi önemsediğindir. Eğer sesini Allah’a duyurabiliyorsan, insanlar seni duymasa da olur. Eğer nefesin, zikrinle bereketleniyorsa, boşa tüketilmiyor demektir. Ve eğer nefsin, seni gösterişe değil, takvaya yönlendiriyorsa, sen kurtuluşa ermişsin demektir.

Ey insan! Sesinin değil, hâlinin konuşmasını sağla. Çünkü ses yankılanır ve kaybolur, ama hâl, Allah katında daima baki kalır…

@@@@@@@@

ALLAH BİZİ VE İSTEKLERİMİZİ, DUA VE DUYGULARIMIZI EZELDE VE EZELDEN DUYDU…

Allah Bizi ve İsteklerimizi Ezelde ve Ezelden Duydu

İnsan henüz doğmadan, hatta dünya yaratılmadan önce Allah Teâlâ, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Zamanın ve mekânın ötesinde olan Rabbimiz, bizim dualarımızı, içimizden geçenleri, hissettiklerimizi ezelde ve ezelden duymuştur.

Bu gerçeği kavramak, insanın Allah ile olan bağını derinleştirir. Çünkü dualarımız sadece dudaklarımızdan döküldüğünde değil, henüz içimizde bir his ve arzu olarak belirmeden önce Allah tarafından bilinmiştir. O halde, duanın kabulü için zaman ve şartlardan bağımsız olarak Allah’a güvenmek gerekir.

Ezelde Yazılan ve Ezelden Bilinen Dualar

Kur’an’da Allah şöyle buyurur:

“Dua edin, size icabet edeyim.” (Mü’min, 60)

Dua, insanın fıtratında vardır. Sıkıntıya düştüğümüzde içimizden yükselen o samimi çağrı, aslında Allah’ın bizi kendisine yönlendirdiğinin bir işaretidir. Çünkü Allah, bizi ve dualarımızı yaratmadan önce duamızı bilmiş, içimizden geçecekleri ezelde yazmıştır.

Bu, insan için büyük bir tesellidir. Çünkü bazen dua ederiz ama hemen karşılığını göremeyiz. Oysa Allah, bizim için en hayırlı olanı, en doğru zamanda ve en güzel şekilde nasip edecektir. Mevlâna bu konuda şöyle der:

“Dua ettiğinde kabul edilmedi diye üzülme. Çünkü senin duan ezelden kabul edilmiştir, sadece vakti gelmemiştir.”

Allah Kalpte Gizlenenleri de Bilir

İnsan, bazen içinden geçenleri bile tam olarak kelimelere dökemez. Belki bir huzursuzluk hisseder, belki bir arzu, belki bir özlem… Fakat Allah, kalplerin derinliklerini de bilendir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“O, sizin gizlinizi de açığınızı da bilir ve ne kazanacağınızı da bilir.” (En’âm, 3)

Bu yüzden dua ederken illa ki sesli bir şekilde dile getirmeye gerek yoktur. İçimizde bir niyet, bir istek, bir yakarış varsa, Allah zaten onu işitmiştir. Çünkü O, biz yaratılmadan önce bile bize şahdamarımızdan daha yakındı (Kaf, 16).

Duanın Kabulü ve Zamanı

Bazen insanlar, “Dua ediyorum ama kabul olmuyor” diye düşünürler. Oysa her dua, Allah katında bir karşılık bulur. Fakat bu karşılık bazen hemen gelir, bazen gecikir, bazen de hiç ummadığımız bir şekilde tecelli eder.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), duanın kabulüyle ilgili şöyle buyurur:

“Allah’a dua eden hiçbir kul yoktur ki, Allah ona şu üç şeyden birini vermesin: Ya istediğini hemen verir, ya onu ahirette mükâfat olarak saklar ya da onun günahlarından birini siler.” (Tirmizî, Deavât, 23)

Bu yüzden dua ederken sabırlı olmak gerekir. Çünkü biz duamızı yapmadan önce Allah zaten onun sonucunu bilir ve en hayırlısını bize nasip eder. Bazen istediğimiz bir şey bize hayır getirmeyecektir, bazen de sabretmemiz, olgunlaşmamız ve dua ile içimizi temizlememiz gerekiyordur.

Allah’tan Gelen Her Şey, En Güzel Olandır

Allah’ın bizim dualarımızı ezelde duymuş olması, bizim için büyük bir nimettir. Çünkü O, bizim neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi bilir. Biz sadece kısa vadeli arzularımıza odaklanırken, Allah bizim hem dünya hem de ahiret saadetimizi gözetir.

Mevlâna şöyle der:

“Allah sana istediğini değil, senin için en hayırlı olanı verir. Çünkü sen istersin ama göremezsin, O ise görür ve bilir.”

Bu yüzden dua ederken tevekkülle, teslimiyetle ve tam bir güvenle Allah’a yönelmeliyiz. Çünkü bizim dualarımız ezelde kabul edilmiştir, sadece en güzel vakti beklemektedir.

Sonuç: Allah’ı Hatırla, O da Seni Hatırlar

Unutmamak gerekir ki, Allah bizim dualarımızı duyduğu gibi bizden de O’nu anmamızı ister:

“Siz Beni anın ki, Ben de sizi anayım.” (Bakara, 152)

Biz Allah’a yönelirsek, O da bize rahmetiyle yönelir. Biz duamızı yapıp sonucunu O’na bırakırsak, içimizde huzur buluruz. Çünkü biliriz ki, bizim için en hayırlısını bilen, ezelden beri bizimle olandır…

@@@@@@@

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki ;
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأمْوَالِكُمْ وَلـكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأعْمَالِكُمْ

“Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.”

Allah Kalplerimize ve Amellerimize Bakar

İnsan, yaratılışı gereği dış dünyaya ve görünene odaklanır. Kimimiz güzelliğimizle, kimimiz malımızla, kimimiz makamımızla bir değer kazanmaya çalışırız. Oysa Resûlullah (s.a.v.) bize çok önemli bir hakikati hatırlatıyor:

“Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama O sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33)

Bu hadis, insanın gerçek değerinin surette değil, özde olduğunu vurgular. Allah, bizim şeklimizi, maddi varlığımızı değil; kalbimizi, niyetimizi ve amellerimizi esas alır. O halde biz de kendimizi dış dünyaya değil, iç dünyamıza göre değerlendirmeli, kalbimizi ve niyetlerimizi güzelleştirmeliyiz.

Suret Önemli Değil, Niyet Önemli

İnsanlar birbirlerini suretleriyle değerlendirir. Kim daha güzel? Kim daha zengin? Kim daha başarılı? Oysa bu dünyada bedenler çürür, servetler el değiştirir, makamlar unutulur. Geriye sadece kalpte taşıdığımız niyet ve Allah için yaptığımız ameller kalır.

Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle bildirilmiştir:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ
“O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler müstesna.” (Şuara, 88-89)

İnsan, Allah’a güzel bir dış görünüşle değil, güzel bir kalple gitmelidir. Çünkü Allah’ın nazarında beden değil, gönül güzelliği önemlidir.

Tasavvuf büyükleri, hep şu soruyu sormuştur: “Dışını süslediğin kadar, içini de süslüyor musun?”

Mevlâna bu gerçeği şöyle anlatır:

“Senin dışın güzel olabilir, ama Allah dışına değil, içine bakar. İçin çirkinken dışının güzel olması ne işe yarar?”

Bu yüzden insan, ruhunu ve ahlakını güzelleştirmek için çaba harcamalıdır.

Allah Surete Değil, Samimiyete Bakar

Bazen insanlar, ibadetleri ve iyilikleri gösteriş için yapar. Fakat Allah, kalpte olanı bildiği için, niyetleri ve samimiyeti esas alır.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından onlara sadece açlık kalır. Nice namaz kılanlar vardır ki, namazlarından onlara sadece yorgunluk kalır.” (İbn Mâce, Sıyam, 21)

Yani bir kişi suret olarak ibadet ediyor olabilir ama eğer kalbi samimi değilse, o ibadet Allah katında değer kazanmaz. Çünkü Allah’ın nazarı şekle değil, kalbe yöneliktir.

Amellerin Değeri İhlasladır

Allah katında değerli olan, yapılan amelin büyüklüğü değil, onun hangi niyetle yapıldığıdır. Bir kişi milyonlarca lira sadaka verebilir, ama eğer bunu gösteriş için yapıyorsa, Allah katında bir değeri olmaz. Öte yandan, bir kişi içten gelen bir samimiyetle bir yetimin başını okşasa, bu Allah’ın nazarında daha değerli olabilir.

Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurur:

“Allah, kulunun yaptığı işe değil, o işteki niyetine bakar.” (Buhârî, İman, 41)

Bu nedenle tasavvuf ehli, ibadetleri kalp huzuruyla yapmayı öğütlemiştir. Riya ve gösterişten uzak bir şekilde, yalnızca Allah için amel etmek gerekir.

Kalbin Güzelliği ve Tasavvufun Önemi

Tasavvufta en büyük hedeflerden biri, kalbi saf ve arınmış hâle getirmektir. Çünkü ancak temiz bir kalp, Allah’ın sevgisine mazhar olabilir.

Mevlâna bu konuda şöyle der:

“Ey insan! Senin dışını herkes görebilir ama içini sadece Allah bilir. O hâlde kalbini temizle ki, Allah’ın nazarı oraya düştüğünde hoş bir manzara bulsun!”

Bir insan, dışını ne kadar süslerse süslesin, eğer kalbi kirliyse Allah katında güzel değildir. O halde, kalbi haset, kibir, riya ve kötü niyetlerden arındırmalı, orayı sevgi, merhamet ve ihlasla doldurmalıyız.

Sonuç: Dışını Değil, İçini Düzelt

Allah, bizi dış görünüşümüzle değil, gönlümüzün temizliği ve amellerimizin samimiyetiyle değerlendirir. O halde biz de kendimizi insanlara beğendirmek için değil, Allah’ın rızasını kazanmak için yetiştirmeliyiz.

Güzellik değil, ahlak önemlidir.

Zenginlik değil, gönül zenginliği kıymetlidir.

Gösteriş değil, samimiyet değerlidir.

İnsanlar dışına bakar, Allah ise içine… Öyleyse dışımızı değil, içimizi düzeltelim!

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=cjJdK2SVOww




ODUN YANINCA KÜL, İNSAN YANINCA KUL OLUR

ODUN YANINCA KÜL, İNSAN YANINCA KUL OLUR[1]

 

Odun yanınca kül olur, insan hak için yanınca kul olur.Yanmayan yakamaz.
Mum erir amma,nuru kalır.
Kar erir ancak rahmet olur.
Buz erir, sermaye tükenir.
Kismetindir gezdiren yer yer seni
Arşa çıksan akıbet yer yer seni
Onun için onun adı yer oldu
Önce besler sonra yer, yer seni.
Toprağın bağrından gelen beden, tekrar toprağa dönüşürken, ulvi alemlerde gelen ruh da, ya daha ulvi alemlere Terakki edip ürün eder, ya da bedeniyle birlikte süfli toprağa karışıp gider.
Hamdım piştim yandım

İnsan, Ateş ve Hakikatin Sırrı

İnsan, yaratılış itibarıyla bir hamur gibi yoğrulmuş, varlık ile yokluk arasındaki sırları çözmek için dünyaya gönderilmiştir. Her varlık gibi o da bir yolculuk içindedir; ancak bu yolculuk sadece fiziksel bir hareket değil, aynı zamanda ruhun arınma ve hakikate ulaşma sürecidir. İnsan, tıpkı odun gibi yanarak kül olabilir ya da mum gibi erirken nur saçabilir. Peki, bu iki durum arasındaki fark nedir?

Yanmanın Hakikati: Odun mu, Mum mu?

Odun yandığında geriye sadece kül kalır. Kül, bir nevi yokluğun ve tükenmişliğin sembolüdür. Oysa mum yandığında ışık saçar, erise bile çevresini aydınlatır. Bu durum, insanın yaşam yolculuğunda nasıl bir yol seçtiğine dair derin bir sembolizmdir.

Kimileri dünya ateşinde yanar, arzularının, tutkularının esiri olur ve geriye yalnızca yokluk kalır. Nefsani hırsların içinde yanan bir insan, tıpkı odun gibi yalnızca kendini tüketir. Ancak aşk ile, hakikat ile, ilahi bir gayeyle yanan insan, mum misali ışık olur. Onun varlığı, kendisinden öteye taşarak insanlığa rehber olur. Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Mum olmak, hakikate hizmet etmekle mümkündür. Mum, erirken dahi şikâyet etmez; çünkü bilir ki erimek, yok olmak değildir. Yandıkça varlığın zuhuruna sebep olmaktadır. Asıl yokluk, nefsin bencilliğinde boğulmaktır.

Kâr Etmek mi, Rahmet Olmak mı?

Karın erimesi de bir benzetme olarak değerlendirildiğinde, geçici varlıkların nihayetinde bir hayra dönüşmesi gerektiğini öğretir. Kar, eridiğinde su olur; toprak onu emer ve hayat filizlenir. O halde insan da ömrünü boş yere tüketmemeli, dünyadan bir iz bırakmalıdır.

Öyleyse asıl mesele, insanın nasıl bir son ile karşılaşacağıdır. Beden, zamanla yok olup toprağa karışacaktır. Ancak insanın ardında bıraktığı eserler, iyilikler ve hakikat uğruna yaptığı fedakârlıklar kalıcıdır. Yunus Emre’nin şu sözleri bunu özetler:

“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Gel biraz da sen oyalan.”

Dünya malı geçicidir. İnsan, fani olanın peşinden koşarken eğer ruhunu beslemeyi unutursa, sonunda odun gibi yanıp kül olmaktan öteye gidemez.

Kaderin Çarkında İnsan

Kısmet konusuna gelince… Şairin dediği gibi:

“Kısmetindir gezdiren yer yer seni
Arşa çıksan akıbet yer yer seni.”

İnsan ne kadar yükselirse yükselsin, sonunda kaderinin götürdüğü yere varacaktır. Dünya, insanı önce besler, sonra da yer. Bu kaçınılmaz sondan kurtulmanın tek yolu, dünyayı değil, hakikati kazanmaktır.

Sonunda her insan toprağa dönecektir; ama önemli olan, bu dünyada ne bıraktığıdır. Bir mum gibi yanıp ışık mı saçmıştır, yoksa odun gibi yanıp kül mü olmuştur? İşte asıl ibret burada yatmaktadır.

Sonuç: Hak İçin Yanmak

Hak için yanan insan, kül olmaz; aksine nuru kalır. Bir Mevlânâ, bir Yunus Emre, bir Hacı Bektaş-ı Veli, bedenleri toprak olsa da sözleriyle hâlâ dünyayı aydınlatıyorlar. O halde, insanın en büyük çabası, varlığını hakikat yolunda harcamak olmalıdır.

Bu dünyada her şeyin sonu vardır; ama kalıcı olan, hakikat için yapılan fedakârlıklardır. Mum gibi yanabilmek, rahmet olup insanlığa karışabilmek, işte gerçek kazanç budur.

 1] https://www.youtube.com/watch?v=SlIQWM9ZEpo




TEBESSÜM VE GÜLMENİN FARKI

TEBESSÜM VE GÜLMENİN FARKI

Tebessüm enerji yüklüyor, veriyor, üretiyor iken, gülme enerji tüketiyor, kayıp kazanç farkı gibi.

TEBESSÜM VE GÜLMENİN FARKI VE DİNİN BURADAKİ ÖLÇÜSÜ NEDİR?


Biri ruhtan, diğeri nefisten besleniyor.
Kontrollü ve kontrolsüz .

Tebessüm ve Gülmenin Farkı.
Tebessüm, hafif ve sessiz bir şekilde gülümsemektir. Yüzde bir aydınlık ve huzur ifadesi olarak ortaya çıkar. Gülmek ise genellikle sesli olur ve daha belirgin bir yüz hareketiyle gerçekleşir. Yani tebessüm, gülmenin daha ölçülü ve sakin hâlidir.

Dinin Ölçüsü ve İslam’daki Yeri
İslam’da tebessüm ve gülme insanın doğal bir ihtiyacı olarak görülür, ancak aşırılıktan kaçınılması öğütlenir.

1. Tebessüm Bir Sadakadır

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), tebessüm etmeyi teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Mümin kardeşine tebessüm etmen sadakadır.” (Tirmizî, Birr, 36)

Tebessüm insanlara pozitif enerji verir ve sosyal ilişkileri güçlendirir.

2. Gülmenin Ölçüsü

Hz. Muhammed (s.a.v.), zaman zaman gülerdi ama kahkaha ile gülmezdi.

Aşırı ve kontrolsüz gülmek, kalbi gaflete düşürebilir. Şu hadis buna işaret eder:
“Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd, 2)

Sonuç:
Tebessüm güzel ve teşvik edilen bir davranışken, gülmenin ölçülü olması önerilir. Kahkaha ile sürekli gülmek, kişinin manevi hassasiyetini zayıflatabilir. Özetle, tebessüm sünnettir, gülmek doğaldır, ancak aşırıya kaçmamak gerekir.

 

 




MEN LEM YAHKUM BİL MANA MEN LEM YUSADDIK

MEN LEM YAHKUM BİL MANA MEN LEM YUSADDIK[1]

Maide. Ve men lem yehküm Bi ma enzelellahu

fe ulaikehumul kafirun. Maide.44
fe ulaikehumuz zalimun. 45
fe ulaikehumul fasikun. 47
Men lem yahkum

Bil mana, men lem yusaddik

Mâide Suresi 44, 45 ve 47. Ayetlerin Tefsiri

Bu üç ayet, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin durumu hakkında oldukça net ifadeler içermektedir. Tefsirlerde, bu ayetler farklı açılardan ele alınmış ve hüküm koyma yetkisinin Allah’a ait olduğu vurgulanmıştır. Şimdi ayetleri ve bazı klasik tefsirlerden yorumlarını inceleyelim:

1. Mâide Suresi 44. Ayet:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.”

Tefsiri:

İbn Kesîr:
Bu ayetin Yahudilerle ilgili olduğu, onların Tevrat’taki hükümleri değiştirdiği ve uygulamadığı belirtilir. Ancak ayetin genel anlamda tüm insanlara yönelik olduğu da vurgulanır. İbn Abbas, bu ayetteki küfrün “büyük küfür” değil, “küfür içinde bir küfür” (yani iman dairesinden çıkaracak türde olmayıp, büyük bir günah ve zulüm) olduğunu ifade etmiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır:
Burada asıl vurgu, Allah’ın indirdiği hükümleri bilerek reddeden veya yerine başka hükümler koyan kişilerin kafir olduğudur. Ancak hükmü kabul etmekle beraber uygulamamak başka bir durumdur; bu kişi fasıklık ve zulüm içinde olabilir, ancak iman dairesinden çıkmayabilir.

2. Mâide Suresi 45. Ayet:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”

Tefsiri:

İbn Kesîr:
Burada zalimlik, hem kişinin kendine hem de topluma yaptığı bir zulüm olarak değerlendirilir. Allah’ın hükümlerini uygulamayan kişi, toplumun adalet sistemini bozduğu ve insanların haklarını ihlal ettiği için zalimdir.

Taberî:
Ayetteki zulmün, büyük bir haksızlık olduğu belirtilir. Allah’ın hükümlerini terk eden kişi, sadece bir günah işlememekte, aynı zamanda adaleti ve hakları çiğneyerek büyük bir zulüm yapmaktadır.

Elmalılı Hamdi Yazır:
Zulüm, bir şeyi olması gereken yerin dışına koymaktır. Allah’ın hükümlerini terk eden kişi, hem kendine hem de insanlara zarar vermiş olur ve böylece zalimlerden olur.

3. Mâide Suresi 47. Ayet:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”

Tefsiri:

İbn Kesîr:
Fısk, bir şeyin sınırlarını aşmak ve sapkınlık anlamına gelir. Allah’ın hükmünü bırakıp başka hükümlere yönelen kişi, Allah’ın sınırlarını aşmış ve fasıklık yapmıştır.

Fahreddin Râzî:
Buradaki fısk, kişinin dinin temel esaslarını kabul etmekle beraber, bunları uygulamamak ve sürekli isyan içinde olmaktır. Bu kişi, imanını muhafaza edebilir ancak büyük bir günah içindedir.

Elmalılı Hamdi Yazır:
Fısk, kişinin Allah’ın emirlerini terk edip günaha dalmasıdır. Eğer kişi, Allah’ın hükmünü inkâr etmiyor ancak uygulamıyorsa, o zaman fâsık olur. Ancak bilerek inkâr ediyorsa, bu onu küfre götürür.

Sonuç ve Özet:

Bu üç ayette Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin durumu sırasıyla kâfir, zalim ve fâsık olarak nitelendirilmiştir.

Eğer bir kişi Allah’ın hükmünü inkâr eder veya değiştirmeye çalışırsa, küfre girer (kafir olur).

Eğer bir kişi hakkı bilerek adaletin dışına çıkarsa ve başka hükümlere yönelirse, zalim olur.

Eğer bir kişi Allah’ın hükmünü kabul ettiği halde günaha dalıp onu uygulamazsa, fasık olur.

Bu ayetler, özellikle Yahudilerin Tevrat’taki hükümleri değiştirmesi bağlamında inmiştir ancak tüm insanlar için geçerli olacak şekilde yorumlanmıştır. Günümüzde de adaletin sağlanması için Allah’ın adalet ve hakkaniyet üzerine kurulu hükümlerine bağlı kalmanın önemi bu ayetlerle vurgulanmaktadır.

@@@@@@

**Maide Suresi 44, 45 ve 47. Ayetlerin Tefsiri ve İzahı**

Bu ayetler, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin durumunu üç farklı kavramla (kâfir, zâlim, fâsık) açıklar. İşte klasik ve modern tefsirler ışığında detaylı açıklama:

### **1. Maide 44: *”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”***
– **Bağlam**: Ayet, özellikle Yahudi âlimlerini hedef alır. Tevrat’ın hükümlerini çiğneyip keyfi kararlar verenler (örneğin, zina cezasını değiştirenler) kınanır.
– **Tefsirler**:
– **İbn Kesir**: “Allah’ın hükmünü reddetmek, O’nun otoritesini inkâr etmektir (küfr). Bu, ister açıkça inkârla, ister hükmü tahrif ederek olsun, kişiyi kâfir yapar.”
– **Taberî**: “Kâfir olmak için Allah’ı tamamen inkâr etmek şart değildir. O’nun hükümlerini görmezden gelmek de bir nevi inkârdır.”
– **Modern Yorum (Seyyid Kutub)**: “Toplumlar Allah’ın kanunları yerine beşerî sistemleri benimserse, bu kolektif bir küfürdür ve adaletsizliğe yol açar.”

### **2. Maide 45: *”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”***
– **Bağlam**: Bu ayet, adalet mekanizmasını çiğneyenleri (örneğin, kısası terk edip diyet alarak suçu örtbas edenleri) eleştirir.
– **Tefsirler**:
– **Râzî**: “Zulüm, hakkı çiğnemek ve insanların haklarını gaspetmektir. Allah’ın hükmünü bilip uygulamayanlar, hem kendine hem topluma zulmeder.”
– **İbn Âşûr**: “Zulüm, adaleti terk etmekle başlar. Toplumsal düzen bozulunca her türlü ahlaki çöküş ortaya çıkar.”
– **Hanbelîler**: “Hükmü bile bile değiştirmek, kişiyi zâlim kılar. Bu, inançla değil, amelî bir sapmadır.”

### **3. Maide 47: *”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”***
– **Bağlam**: Hristiyanların İncil’deki emirleri terk edip dinî tahrifat yapmaları kınanır.
– **Tefsirler**:
– **Zemahşerî (Mu‘tezilî)**: “Fısk, itaati terk edip isyana düşmektir. Kişi Allah’ı tanıdığı halde O’nun emirlerini görmezden gelirse fâsık olur.”
– **Beydâvî**: “Fâsıklık, sürekli günah işleme hâlidir. Bu ayet, hakikati bildiği hâlde ondan yüz çevirenlere işaret eder.”
– **Çağdaş Tefsir (Vehbe Zühaylî)**: “Fasık, Allah ile arasındaki ahdi bozan kimsedir. Müslüman bir yönetici Şeriat’ı terk ederse bu vasfı alır.”

### **Kavramların Farkları**:
1. **Kâfir**: Allah’ın hükmünü reddeden (inkâr veya tahrif yoluyla).
2. **Zâlim**: Adaleti çiğneyen, hakkı gasp eden.
3. **Fâsık**: İman ettiği hâlde israrla günah işleyen.

### **Tartışmalı Noktalar**:
– **Kimler Kapsamda?**:
– Klasik müfessirler, ayetlerin öncelikle Yahudi ve Hristiyanlara hitap ettiğini söyler.
– **İbn Teymiyye** gibi âlimler: “Müslümanlar da Allah’ın hükmünü terk ederse benzer vasıfları alır.”
– **Eş‘arîler**: “Küfür ancak açık inkârla olur. Hata veya zorlama durumları istisnadır.”

– **Modern Çağ Yansımaları**:
– Laik hukuk sistemleriyle yönetilen Müslüman ülkelerde bu ayetler sıklıkla tartışılır.
– **Muhammed Abduh**: “Ayetler, hüküm koyma yetkisini tamamen Allah’a vermeyen sistemleri eleştirir. Ancak cehalet veya içtihat hatası affedilebilir.”

### **Pratik Çıkarımlar**:
1. **Bireysel Sorumluluk**: Müslümanlar, Allah’ın hükümlerini öğrenmek ve uygulamakla yükümlüdür.
2. **Toplumsal Adalet**: Adalet mekanizmalarının İslami ilkelere dayanması gerekir.
3. **Siyasi Sistemler**: Şeriat’ı tamamen reddeden sistemler, bu ayetler ışığında eleştirilir.

### **Örneklerle Açıklama**:
– **Kâfir**: Tevrat’ta zina cezasını recm olarak bilip, “Kamçılama” ile değiştiren Yahudi âlimleri.
– **Zâlim**: Cinayet davalarında zengin-fakir ayrımı yapan bir hâkim.
– **Fâsık**: Hırsızlık yapan bir Müslümanın, had cezasını uygulamayan İslami bir yönetim.

Bu ayetler, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde Allah’ın hükümlerine bağlılığın önemini vurgular. Tefsirlerdeki farklılıklar ise, İslami hükümlerin uygulanma şartları ve niyetle ilişkilidir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=AAc9L5w6EMs




RUH YAPISI AYNI OLAN ŞER ODAKLARI OLAN İKİZLER

RUH YAPISI AYNI OLAN ŞER ODAKLARI OLAN İKİZLER

İlahi kanun gereği bahar gelmeden çiçek açmıyor. Erken olanda ömürlü olmuyor.

Tıpkı 61 yıl süren Esad zulmü 12 günde yıkıldı.
Arkasında milyonlarca hayatı söndürerek.
40 yıldan fazla süren PKK kendini feshederek bitişini ilan etti.
O da elli bin hayata mal olurken, milyonlarcasının da manevi hayatını bitirdi.
Miatlarını doldurup, inşallah yeni günlere kapı açılmış oldu.
İnsan fıtratına uygun olmayan hiçbir düşünce, ideoloji ve akım varlığını uzun süre sürdüremez.
Tarihin çöplüğüne atılmış olanlar bunun en bariz delilleridir.
Manilerin kalkması, yolların açılması demektir.
Türkiye gibi dünyada büyük bir değişimin eşiğinde ve içindedir.
Dünya kendisini arıyor.
Dünya sahibini arıyor.
Geçte olsa olacak ve bulacaktır.
Baharın esintileri yeni açacak çiçeklere zemin hazırlarken, toprakta kucağını açmış beklemektedir.
İlahi kanun hükmünü icra ederken, kimin haddine onun önünde durmak ve engellemek.
Her şey ilahi proğram çerçevesinde seyrini sürdürmektedir.
“O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.”
İnşallah o sabah yakındır.

************  

-1970’lerde dikenli olan sol zihniyet içerisinde beslemiş olduğu sosyalist zihniyetle birlikte daha sonra kendisini PKK olarak gösterdi. Bir yandan İran, bir yandan haçlı zihniyeti, 20 kadar devlet PKK’yı besledi. Bugün PKK bir netice alamayınca kendisini feshetti ancak bu bitmiş değil çünkü zihniyet olarak sosyalist zihniyet olarak temelinde sosyalist bir düşünce olarak aynı akımını devam ettirecek, sadece silahlar sustu, umarım ki yumruklar konuşmaz, fikirler konuşur.

1970’lerde olduğu gibi inşallah ıslah olur ve sosyalizmin bir çözüm olmadığını görürler ve inşallah bu durum kendilerinin intibahını da vesile olmuş olur

-Kısır zihniyetli, kötü niyetli, askeri ruhtan mahrum, bu milletin kanını taşımayan, helal süt emmemiş, ruhsuz insanların bin yıl sürecek dediği 28 Şubat, köksüz olduğundan milyonları mağdur etse de yıkılmaya mahkûm oldu.

Askeriyedeki bin yıllık gerçek ruh, istifrağ ile sahte olanları bir kusmuk olarak dışarıya attı.
İşte bu kusmuk zihniyet PKK ve FETÖ gibi benzerlerini besledi, büyüttü.
Geriye bin yıl sürecek bir mahcubiyet ve zillet kaldı.

-28 Şubat’ın 28. yılı: Bin yıl unutulmayacak karanlık olaylar zinciri.[1]

-Bir zamanlar Türkiye… Başörtülü öğretmene plaket verilmesini rütbeli bir asker engellemişti.[2]

-Kes lan.[3]

Bu ifade Sayın Erdoğanın dik duruş haykırışıdır.

-Başörtüsü zulmü, asırların kirli yüzüdür.[4]

Ortaklarıyla birlikte.[5]

*************

Pkk Nasıl Kuruldu…

“1965 yılında GAP bölgesindeyken, Diyarbakır’a 2685 tane ABD barış gönüllüsü geldi. Savaş olmayan yerde barış gönüllüsü ne yapar diye düşündüm.
2 yıl Diyarbakır’da kaldıktan sonra bölgeden ayrıldılar. 1969 yılında pkk kurulduğunu açıkladı ve 1974 yılında silahlı eylemlerine başladı.
Anladık ki 1965-1967 yılları arasında ABD barış gönüllüleri o bölgenin halkını nasıl ayrıştırırız diye araştırmışlar.” M. Recai KUTAN

-DEM Parti heyeti Öcalan’ın mesajını okudu: PKK kendisini feshetmelidir![6]

-PKK’nın kurucu zihniyeti temelde aynı zihniyet oldu.[7]

-ABD dürüst değil, tam bir ihanet için, PKK’nın yaptığı teröre kalkan ve destek olup, himaye etmektedir.

-“İRAN VE ABD GEÇMİŞTE TÜRKİYE’YE KARŞI BUNU YAPTI”


Geçmişte Irak’ta ABD ile Türkiye’ye karşı ittifak yaptıklarını söyleyen İranlı analist, aynı şeyi Suriye’de de yapabileceklerini belirtti.

Hanalizade, “İran ve ABD, Suriye’de Türkiye’ye karşı PKK/YPG’yi desteklemeli. Geçmişte Irak’ta Türkiye’ye karşı ABD ile işbirliği yaptık. Türkiye, YPG’yi tehdit olarak algılıyor. İran ile ABD bu konuda ortak politika geliştirebilir.” ifadelerini kullandı.

-ABD terörist mi değil mi?

Bilmek zor değil ki!
Bilmek isteyen ABD’den önce ve sonrası Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya, Yemene, Afganistan’a, darbe ile girdiği ülkelere bir baksın.

-Geçmişe bakıldığında Osmanlı ne kadar adaletle hatırlanacaksa, ABD de en az o kadar zulümle hatırlanacaktır.

************

Meyhaneye kerhaneye gidiyorsan CHP sayesinde, diyor.[8]

CHP.nin Müslüman zihniyeti ve aynı ruh.[9]

-Türkiye’yi 100 ve 150 yıldır azınlıklar yönetiyor.

Bunların başında laikler, Sabataistler, Kemalistler.
Maalesef evvelden içimizdeki Yunanlılar denirdi.
Şimdi ise bu durum maskelerin düşmesiyle; içimizdeki İsrailliler, içimizdeki ABD’liler, içimizdeki Esadcılar, içimizdeki PKK’lılar, içimizdeki FETÖ’cüler, içimizdeki Lgbt.liler, içimizdeki muhalifler, içimizdeki Işidciler, içimizdeki radikaller, içimizdeki gezi provokatörleri, içimizdeki darbeciler, içimizdeki Kemalistler, içimizdeki azınlıklar, içimizdeki masonlar, içimizdeki evanjelistler…

Ne kadarda içimizdekiler! Çoğalmış!
Belli ki en baştakiler bunları doğurdu.

MEHMET ÖZÇELİK

01-03-2025

[1] https://www.haber7.com/siyaset/haber/3509459-28-subatin-28-yili-bin-yil-unutulmayacak-karanlik-olaylar-zinciri

[2] https://video.haber7.com/video-galeri/311732-bir-zamanlar-turkiye-basortulu-ogretmene-plaket-verilmesini-rutbeli-bir-asker-engellemisti

[3] https://www.facebook.com/share/16GK6gfsvx/

[4] https://www.facebook.com/share/r/1654XtAqkq/

[5] https://www.facebook.com/share/1F4QsgRs3b/

https://www.facebook.com/share/r/1654XtAqkq/

[6] https://www.haber7.com/siyaset/haber/3509076-dem-parti-heyeti-ocalanin-mesajini-okudu-pkk-kendisini-feshetmelidir

https://www.diken.com.tr/ocalanin-aciklamasinin-tam-metni/

[7] https://www.instagram.com/reel/DEYVlkXtUfW/?igsh=eGE2aWR6bm9hZmc5

https://www.yenisafak.com/gundem/abd-uc-tugay-teklifimizi-reddetti-4663315

[8] https://www.instagram.com/reel/DDjtn04t_gN/?igsh=cW45eGhhN2FmbWcy

[9] https://www.instagram.com/reel/DETDFl6KgqP/?igsh=MXN3dGNlN2thOTduNA==

https://www.facebook.com/share/r/155iFQ9RAK/

 




O SENDEN SEN O’NDAN RAZI OLARAK GİR CENNETE

O SENDEN SEN O’NDAN RAZI OLARAK GİR CENNETE[1]

 

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” Fecr.28.


Rabbine Râzı Dönmek: İlahi Rızanın Zirvesi

İnsan, yaratılış gayesini idrak ettiğinde en büyük hedeflerinden biri Rabb’inin rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ’nın mümin kullarına hitaben söylediği şu ayet, bu gayenin en güzel ifadesidir:

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr, 28)

Bu ayet, Allah’ın razı olduğu ve kendisinden razı olunan kullara müjde niteliğindedir. Peki, Allah’tan razı olmak ve Allah’ın rızasını kazanmak ne anlama gelir? Bu ilahi rızaya ulaşan kulların vasıfları nelerdir?

Allah’tan Razı Olmak ve Allah’ın Rızasını Kazanmak

Allah’tan razı olmak, kişinin başına gelen her şeyi O’ndan bilmesi, kaderine teslim olması ve O’nun hükümlerine gönülden bağlanmasıdır. Bu, hem bollukta hem de darlıkta O’na güvenmeyi ve sabretmeyi gerektirir. Hadis-i şeriflerde de Allah’ın rızasına ulaşan kulların özellikleri anlatılmıştır:

“Allah kime hayır dilerse, onu musibetle imtihan eder.” (Buhârî, Merdâ, 1)

Bu hadis, kişinin başına gelen sıkıntıları birer imtihan olarak görmesi gerektiğini vurgular. Allah’a tam teslimiyet içinde olan bir kul, başına gelen her durumda O’ndan razı olur ve tevekkülle hareket eder.

İlahi Rızaya Eren Kulların Özellikleri

Kur’an ve hadisler, Allah’ın razı olduğu kulların bazı temel vasıflarını bize bildirir:

1. İhlas ve Samimiyet: Allah’ın rızasını gözeterek ibadet edenler, amellerinde gösterişten uzak dururlar.

2. Sabır ve Şükür: Musibetlere karşı sabreden, nimetlere şükredenler, rıza makamına erişirler.

3. Tevbe ve Bağışlanma Dilemek: Günahlarını kabul edip Allah’tan af dileyenler, O’nun merhametine ulaşırlar.

4. Salih Ameller İşlemek: Namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri samimiyetle yerine getirenler, Allah’ın sevgisine yaklaşır.

Bu vasıflara sahip olan kimseler için Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Allah, onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük başarıdır.” (Maide, 119)

Son Anı Güzel Tamamlamak: Hüsn-ü Hâtime

Fecr Suresi’nin 28. ayetinde geçen ilahi hitap, özellikle hayatın son anı için büyük bir müjdedir. Öyle bir an düşünelim ki kişi, Rabbine dönerken O’nun rızasını kazanmış, hayatını kulluk bilinciyle tamamlamıştır. İşte bu, mümin için en büyük kazançtır.

Peygamber Efendimiz (sav), “Bir kul hayatı boyunca nasıl yaşarsa, o şekilde ölür ve nasıl ölürse, o şekilde diriltilir.” (Müslim, Cennet, 83) buyurarak, rıza makamına ulaşan kulların güzel bir sonla ahirete irtihal edeceklerini bildirmiştir.

Sonuç: Rıza Makamına Ulaşmak İçin Çaba Göstermek

Allah’ın rızasını kazanmak, dünyadaki en büyük nimetlerden biridir. Bu yolda samimiyetle yürüyen ve imtihanlara sabreden kullar, sonunda en büyük müjdeye ulaşacaklardır:

“Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdır.” (Beyyine, 8)

Öyleyse, her anımızı bu ilahi rızaya ulaşmak için değerlendirelim. O’nun sevgisini kazanan kullardan olmak duasıyla…

@@@@@

[1] https://www.youtube.com/watch?v=knBZL9pXpzA




KURAN-I KERİM’DE İYİ GÖRÜNÜMLÜ MÜNAFIK VE KÂFİRLERİN YAPISI

KURAN-I KERİM’DE İYİ GÖRÜNÜMLÜ MÜNAFIK VE KÂFİRLERİN YAPISI[1]

Münafikun Suresi 4. Ayette geçen, ‘Huşubun Müsennedetün’ ayeti tefsirlerde nasıl yorumlanmış ve bu benzetmenin hikmet nedir?


Münafikun Suresi 4. Ayette Geçen “Huşubun Müsennedetün” İfadesinin Tefsiri ve Hikmeti

Münafikun Suresi 4. ayette münafıklar hakkında şöyle buyrulmaktadır:

“Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında dinlersin; fakat onlar sanki dayandırılmış kütükler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşmandırlar; onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Münafikun, 63:4)

Bu ayette geçen “huşubun müsennedetün” (dayanmış kütükler) benzetmesi, münafıkların içi boş, ruhsuz, faydasız ve hareketsiz olmalarına işaret eder. İslam âlimleri bu ifadeyi çeşitli açılardan yorumlamışlardır:

1. Münafıkların Dış Görünüşleri ve İç Dünyaları

İbn Kesir: Münafıklar dışarıdan bakıldığında güçlü, yakışıklı veya etkileyici görünebilirler. Ancak iç dünyaları boş olduğu için tıpkı içi kof kütükler gibi hiçbir işe yaramazlar.

Taberi: Ayette geçen “dayanmış kütükler” ifadesi, münafıkların sadece görüntüden ibaret olduklarını, gerçek bir değer taşımadıklarını vurgular.

Zemahşeri: Münafıklar konuşmalarıyla dikkat çekerler, ama sözlerinde samimiyet ve derinlik yoktur.

2. Hareket ve Faydadan Yoksunluk

Razi: Kütükler nasıl bir yere dayanmadıklarında düşerlerse, münafıklar da ancak başkalarına yaslanarak ayakta dururlar. İçleri boş olduğu için kendi başlarına bir anlam ifade etmezler.

Beydavi: “Dayanmış kütükler” benzetmesi, münafıkların ilim ve hikmetten yoksun olduklarını, sadece varlıklarıyla bir yer kapladıklarını ancak topluma bir katkı sunmadıklarını gösterir.

3. Korkaklık ve Şüphecilik

İbn Aşur: Münafıklar sürekli tedirgin oldukları için “her gürültüyü kendilerine sanırlar.” Bu da onların korkak ve ikiyüzlü doğalarını ortaya koyar.

Elmalılı Hamdi Yazır: Münafıkların bir düşmana benzediği ve İslam toplumuna zarar verebilecekleri belirtilerek Müslümanların onlardan sakınması gerektiği vurgulanır.

Hikmeti

İç ve dış uyumsuzluğuna dikkat çekmek: Münafıkların dışarıdan cazip ama içerik olarak boş olmaları, samimiyetin önemini vurgular.

Topluma zarar veren kişileri tanıtmak: Münafıklar, toplum içinde zararlı unsurlar oldukları için, ayet onları tanıtarak Müslümanları uyanık olmaya teşvik eder.

Gerçek ilim ve imanın değerini hatırlatmak: Sadece görünüş veya söz değil, içsel samimiyet ve Allah’a bağlılık önemlidir.

Bu benzetme, hem münafıkların karakterini çarpıcı şekilde gözler önüne serer hem de Müslümanlara sahte ve içi boş kimselere karşı dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatır.

@@@@@@

Kuran-ı Kerim’de, ulaike kel en’ami belhüm edallu’ ayeti tefsirlerde nasıl yorumlanmış ve bu benzetmenin hikmet nedir?

“Ulaike Kel En’ami Bel Hum Edallu” Ayetinin Tefsiri ve Hikmeti

Bu ifade, A’râf Suresi 179. ayette geçmektedir:

“Andolsun ki, cehennem için birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla anlamazlar; gözleri vardır, fakat onunla görmezler; kulakları vardır, fakat onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar. İşte onlar gaflet içinde olanların ta kendileridir.” (A’râf, 7:179)

Bu ayette geçen “أُو۟لَـٰئِكَ كَٱلْأَنْعَـٰمِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ” (Ulaike kel en’ami bel hum edallu) ifadesi, insanların hayvanlar gibi, hatta daha aşağı bir seviyeye düşebileceğini ifade eder.

Tefsirlerde Yorumları

1. Hayvanlara Benzetilme Sebebi

İbn Kesir: Ayette geçen kişiler, Allah’ın verdiği akıl, kalp, göz ve kulak nimetlerini gereği gibi kullanmayanlardır. Hayvanlar sadece içgüdüleriyle hareket eder; bu insanlar da tıpkı hayvanlar gibi neyin iyi neyin kötü olduğunu düşünmeden yaşarlar.

Beydavi: Bu insanlar yaratılış gayelerini unutmuşlardır. Hayvanlar hiç olmazsa yaratılış amacına uygun yaşar, ama bu kişiler akıl sahibi olmalarına rağmen doğruyu seçmezler.

2. “Hayvanlardan Daha Aşağı” Olma Meselesi

Zemahşeri: İnsanlar, akıl ve irade sahibi oldukları için sorumluluk taşırlar. Hayvanlar sorumluluktan muaftır. Fakat bu insanlar, sorumluluklarını reddederek hayvanlardan bile aşağı bir seviyeye düşmüşlerdir.

Razi: Hayvanlar Allah’ı tesbih eder ve yaratılış amacına uygun davranır. Ama bu kişiler ne Allah’a yönelir ne de insani görevlerini yerine getirir.

3. Kalp, Göz ve Kulakların Görevini yapmaması.

Taberi: Ayet, hem akli hem de manevi körlüğü ve sağırlığı ifade eder. Bu kişiler gerçeği duymaz, görmez ve anlamaz hale gelmişlerdir.

Elmalılı Hamdi Yazır: Ayette bahsedilen insanlar, hakikate karşı ilgisizdir. Kalpleri taşlaşmış, hakikat karşısında duyarsız hale gelmişlerdir.

Bu Benzetmenin Hikmeti

1. Akıl nimetini doğru kullanmaya teşvik: İnsanlara verilen akıl ve idrak, doğru yolda kullanılmadığında bir anlam ifade etmez.

2. İnsan sorumluluğunu vurgulamak: İnsan, sadece biyolojik bir varlık değil, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır.

3. Gaflet tehlikesine dikkat çekmek: Kalbin ve zihnin kapanması, insanı hayvanlardan bile aşağı hale getirebilir.

4. Hayvanların sevki ilahi olarak Allah’ın düzenine uygun yaşadığı, ama insanların bile bile yanlış yola sapabileceği gerçeği: Bu, sorumluluğun önemini ve gafletin sonuçlarını anlatan çarpıcı bir uyarıdır.

Bu ayet, insanın sadece biyolojik varlık olmadığını, aklını ve vicdanını kullanarak doğruyu seçmesi gerektiğini güçlü bir şekilde vurgulayan bir ifadedir.

@@@@@@@

KURAN-I KERİM’DE KÂFİRLER VE MÜNAFIKLAR NEYE BENZETİLMEKTEDİRLER?

Kur’an-ı Kerim’de kâfirler ve münafıklar, çeşitli benzetmelerle tasvir edilerek onların durumları daha iyi anlaşılır hale getirilmiştir. Bu benzetmeler genellikle onların akılsızlıklarını, gafletlerini, korkaklıklarını ve faydasızlıklarını ortaya koyar. İşte bazı önemli benzetmeler:

1. Kâfirlerin Benzetildiği Durumlar

a) Hayvanlara Benzetilme

“Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdırlar.” (A’râf, 7:179)

Kâfirler, Allah’ın verdiği akıl ve duyularını doğru kullanmadıkları için hayvanlara benzetilmiştir.

Hayvanlar içgüdüleriyle yaşar, ama bu insanlar akılları olmasına rağmen gerçeği görmez ve daha aşağı duruma düşerler.

“Şüphesiz ki Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizler (kâfirler)dir.” (Enfal, 8:22)

Kâfirler, hakikati işitmeyen ve konuşmayan sağır ve dilsiz kimselere benzetilmiştir.

b) Çobanın Bağırmasına Cevap Veren Hayvanlar Gibi Olmaları

“Onları çağıran bir çobanın bağırmasından başka bir şey anlamayan hayvanlar gibidirler.” (Bakara, 2:171)

Kâfirler, gerçeğe karşı duyarsız oldukları için sadece çağrı duyan ama anlamayan hayvanlara benzetilmiştir.

c) Gökten Düşen Şiddetli Yağmur ve Karanlık İçinde Kalmaları

“Onların durumu, gökten şiddetli yağmurun yağdığı birine benzer ki; içinde koyu karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır…” (Bakara, 2:19-20)

Kâfirler, Allah’ın mesajlarını anlayamazlar ve tıpkı fırtına içinde yönünü kaybetmiş birisi gibi çaresiz kalırlar.

2. Münafıkların Benzetildiği Durumlar

a) Dayanmış Kütüklere Benzetilme

“Onlar, dayalı kütükler gibidir.” (Münafikun, 63:4)

Münafıklar, içi boş ama büyük görünen kütüklere benzetilmiştir.

Dışarıdan güçlü ve etkileyici görünürler, ancak içleri bomboştur ve faydasızdırlar.

b) Korku İçinde Yaşayan İnsanlara Benzetilme

“Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın.” (Münafikun, 63:4)

Münafıklar, sürekli korku içinde yaşayan, her sesi tehdit sanan insanlara benzetilmiştir.

İkiyüzlü oldukları için kendilerini daima tehlikede hissederler.

c) Ateş Yakan Bir Kişinin Onların Durumuna Benzetilmesi

“(Münafıkların hâli) tıpkı ateş yakan kimsenin hâline benzer…” (Bakara, 2:17)

Münafıklar, ateş yakıp etrafı aydınlattığını sanan, ama Allah’ın ışığı söndürdüğü kimseye benzetilir.

Hakikati gördüklerinde bile, o ışığı kaybetmeye mahkûmdurlar.

d) Yağmurdan Kaçan Korkaklara Benzetilme

“Gökten boşalan sağanak, içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır. Yıldırımlardan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” (Bakara, 2:19)

Münafıklar, hakikat karşısında korkuya kapılıp kaçan insanlara benzetilmiştir.

Sonuç ve Hikmet

Kâfirler, hakikate karşı duyarsız ve anlayışsız oldukları için hayvanlara, sağır ve dilsizlere, yönünü kaybetmiş yolculara benzetilmiştir.

Münafıklar, güçlü gibi görünen ama aslında korkak, faydasız ve sahtekar olan varlıklara benzetilmiştir.

Bu benzetmelerin amacı, insanların ibret almasını sağlamak, hakikati görmeyenlerin ne kadar aşağı bir duruma düştüğünü anlatmaktır.

Bu benzetmeler, İslam toplumunu bilinçlendirmek ve bu tür insanlara karşı dikkatli olunması gerektiğini vurgulamak için yapılmıştır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=bz4QDWUqaJ0

 




İNSANDA VAR OLAN İKİ BÜYÜK DUYGU : MERAK VE İHTİYAÇ

İNSANDA VAR OLAN İKİ BÜYÜK DUYGU : MERAK VE İHTİYAÇ[1]

“Merak ilmin hocasıdır.”
“Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.:

**İNSANDA VAR OLAN İKİ BÜYÜK DUYGU: MERAK VE İHTİYAÇ**
Risale-i Nur Külliyatı, insanın fıtratında yer alan **merak** ve **ihtiyaç** duygularını, imanî ve manevî bir perspektifle ele alır. Bu iki duygu, insanın hakikat arayışında ve Allah’a yakınlaşmasında temel dinamikler olarak işlev görür. İşte bu kavramların derinlikli açıklamaları ve Risale-i Nur’daki karşılıkları:

### **1. Merak: İlmin Hocası**
**”Merak ilmin hocasıdır.”**
Merak, insanı hakikati araştırmaya ve öğrenmeye sevk eden en önemli duygudur. Risale-i Nur’da bu duygu, insanın varoluşsal sorularını cevaplama ve kâinattaki ilahî sırları keşfetme arzusuyla ilişkilendirilir:
– **”Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir?”** gibi sorular, insanın merakını tetikleyerek onu imanî hakikatlere yönlendirir .
– Kâinat kitabının tefekkürü, merak duygusunu besler. Kur’ân’ın, “semavat ve arz sayfalarında cilveleri gözüken ilahî isimlere ulaşmanın yollarını gösteren bir rehber” olması, insanın merakını manevî bir keşfe dönüştürür .
– Bediüzzaman, insanın “sınırsız muhabbetini” hakikî hedeflere yönlendirmesi gerektiğini vurgular. Örneğin, geçici dünyevî hevesler yerine, **ebedî hayatın sırlarını araştırmak**, merakın en üst seviyede tatmin edilmesini sağlar .

### **2. İhtiyaç: Duanın Kaynağı**
**”Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.”**
İhtiyaç, insanın acizliğini fark edip Allah’a yönelmesini sağlayan bir duygudur. Risale-i Nur’da bu kavram, hem maddî hem manevî boyutlarıyla incelenir:
– İnsan, **”bin bir esma-i İlâhiyeye muhtaç”** bir varlıktır. Örneğin, Rahman ve Rahîm isimlerine duyulan ihtiyaç, şefkat ve merhametin kaynağı olarak tanımlanır .
– **”İhtiyaç ne kadar fazla hissedilirse, Risale-i Nurları okuma ve anlama konusunda da fazlaca gayret gösterilir”** ifadesi, ihtiyacın manevî çabayı beslediğini gösterir .
– İnsanın acziyetini kabul etmesi, duanın özünü oluşturur. Örneğin, hastalık veya musibet anlarında hissedilen çaresizlik, “menfî ibadet”e dönüşerek Allah’a yönelişi hızlandırır .

### **3. Merak ve İhtiyacın Dinamik İlişkisi**
Bu iki duygu, birbirini tamamlayarak insanı kemale erdirir:
– **Merak**, hakikati araştırma sürecinde insanı “kâinatın sırlarına” yaklaştırırken; **ihtiyaç**, bu sırlar karşısında insanın aczini idrak edip Allah’a iltica etmesini sağlar .
– Örneğin, insanın “mahiyet-i ulviyesi” (yüksek yaratılışı), onu hem sonsuz bir merakla donatır hem de bu merakı tatmin edecek olanın ancak Allah’ın esmaları olduğunu gösterir .
– Bediüzzaman’ın ifadesiyle, **”Muhabbet şu kâinatın sebeb-i vücududur”**. Merak ve ihtiyaç, bu muhabbetin tezahürleri olarak, insanı hem dünyevî hem uhrevî saadete taşır

### **4. Duyguların Yönlendirilmesi**
Risale-i Nur, bu duyguların doğru kullanımına dair pratik rehberlik sunar:
– **Merak**, “fâni dünya” yerine “ebedî hakikatler”e yönlendirilmeli. Örneğin, “kıyametin hakikati” veya “haşir” gibi konular, merakın en üst seviyede tatmin edildiği alanlardır .
– **İhtiyaç**, nefsânî arzular yerine “a’mâl-i saliha” (salih amel) ve “zâd-ı âhiret” (ahiret azığı) kazanmaya odaklanmalı. “Hakikî mal olan a’mâl-i salihaya çalışmak” gibi ifadeler, ihtiyacın manevî hedeflere kanalize edilmesini öğütler .
– Bediüzzaman, “şiddetli hissiyatların” (merak, hırs, inat) uhrevî amaçlara yöneltilmesini tavsiye eder. Örneğin, “hakikî câh olan merâtib-i maneviyeye” yönelmek, duyguların israfını önler .

## **5. Sonuç: İki Duygunun Hedefi**
Merak ve ihtiyaç, insanı **”marifetullah”** (Allah’ı tanıma) yolunda birleştiren iki temel dinamiktir:
– Merak, insanı “kâinat kitabı”nı okumaya sevk ederken; ihtiyaç, bu okumanın sonucunda hissedilen acziyeti duaya dönüştürür.
– **”Her şeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var”** sözü, bu duyguların insanı Allah’a götüren birer araç olduğunu vurgular.
– Nihai hedef, **”huzur-u daimî”** (sürekli huzur) ile hem dünyada hem ahirette saadeti yakalamaktır .

**Özetle:**
Merak, insanı **”öğrenme”** yolunda motive eden bir kıvılcım; ihtiyaç ise **”dua ve teslimiyet”** ile bu yolculuğu tamamlayan bir rehberdir. Risale-i Nur, bu iki duygunun dengeli bir şekilde yönetilmesiyle, insanın hem maddî hem manevî ihtiyaçlarının karşılanacağını vaat eder.

@@@@@@@

İNSANDA VAR OLAN İKİ BÜYÜK DUYGU: MERAK VE İHTİYAÇ

Risale-i Nur Perspektifinden Bir Değerlendirme

İnsan, yaratılış itibarıyla diğer canlılardan farklı olarak merak ve ihtiyaç gibi derin duygularla donatılmıştır. Bu iki duygu, onun hayatını anlamlandıran, yükselten ve hakikate ulaştıran temel unsurlardır. “Merak ilmin hocasıdır.” ve “İhtiyaç duanın menbaıdır.” ifadeleri, Bediüzzaman Said Nursî’nin bu konudaki derin bakış açısını özetleyen güçlü ifadelerdendir. Bu makalede, Risale-i Nur’un ışığında bu iki büyük duygunun insanın varoluşu ve manevi gelişimi üzerindeki etkisini ele alacağız.

1. Merak: İnsanı Hakikate Götüren Bir Rehber

Bediüzzaman’a göre merak, insanın hakikate ulaşmasını sağlayan bir ilahi sevk-i kaderdir. Yani insan, bilinmeyeni öğrenme ve keşfetme duygusuyla yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) ayeti, ilmin ve öğrenmenin değerini vurgulamaktadır. Bu ayetin işaret ettiği gibi, merak insanın kemale ermesine vesile olur.

Merak ve İlmin İlişkisi

“Merak ilmin hocasıdır.” (Mektubat)
İnsan, varlık âlemine dair sorular sorarak ilme yönelir. Bir çocuğun dünyayı keşfetme sürecinde her şeye merakla yaklaşması, insanın fıtratında olan bu hakikat arayışının küçük bir yansımasıdır.

“İnsandaki hadsiz merak, hadsiz bir âlem için verilmiştir.” (Mektubat)
Eğer insanın merakı sadece dünya ile sınırlı olsaydı, bu büyük duygu israf olurdu. Oysa insan, bu duygusuyla sadece maddi âlemi değil, manevi ve metafizik hakikatleri de anlamaya yönelir.

Merakın Yanlış Kullanımı

Merak, eğer nefis ve şeytanın yönlendirdiği bir istikamete girerse, sahibini hakikatten uzaklaştırabilir. “Batıl merak, hakiki ilme perde olur.” (Sözler) ifadesiyle Bediüzzaman, bu noktaya dikkat çeker. Bugün insanın lüzumsuz ve faydasız konulara olan ilgisi, hakikate yönelmesini engelleyen bir tuzaktır. Bu yüzden, merakı ilim ve hakikate yönlendirmek gerekir.

2. İhtiyaç: Duanın Menbaı ve İnsan Ruhunun Hakikati

İnsanın ihtiyaç sahibi bir varlık olarak yaratılması, onun ilahi kudrete yönelmesini sağlayan en önemli sebeplerden biridir. Bediüzzaman, “Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.” (Lem’alar) ifadesiyle, insanın acziyetinin ve ihtiyaçlarının, onu Allah’a yönelten bir vesile olduğunu belirtir.

İhtiyaç ve Dua İlişkisi

“İnsan, nihayetsiz aczi ve fakrı içinde, nihayetsiz ihtiyaçlara muhtaç bir varlıktır.” (Mektubat)
İnsan hiçbir şeyi tam anlamıyla kontrol edemez. Sağlığı, rızkı, ömrü ve sevdikleri üzerinde mutlak bir tasarrufu yoktur. İşte bu fakr (muhtaçlık) hali, onu Rabbine yönelmeye sevk eder.

“İhtiyaç, iktidarın fevkinde olduğu vakit, rahmet kapısını çalmaya vesiledir.” (Lem’alar)
İnsanın en sıkıntılı anlarında yaptığı dua, onun ihtiyaçlarının en büyük göstergesidir. Bu nedenle dua, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda insanın yaratılışındaki en derin ihtiyacının tezahürüdür.

İhtiyacın İnsanı Terbiye Etmesi

Bediüzzaman’a göre insan, ihtiyaçlarını ve fakrını idrak ettiği ölçüde Allah’a yaklaşır. Eğer insan, kendisini müstağni (ihtiyaçsız) görmeye başlarsa, bu onun en büyük kaybı olur. “İnsan nefsini kendine mâlik zannederse, o vakit nihayetsiz acz ve fakr içinde boğulur.” (Sözler) diyerek bu hakikate işaret eder.

3. Merak ve İhtiyacın İnsan Hayatındaki Rolü

İnsan hayatında merak ve ihtiyaç, birbirini tamamlayan iki unsurdur.
Merak, insanı ilme, hikmete ve hakikate götüren bir anahtardır.

İhtiyaç, insanı dua ve kulluğa yönlendiren en büyük vesiledir.

Bu iki duygu, eğer doğru yönlendirilirse, insanı Allah’a yaklaştıran birer kanat olur. Fakat nefsin ve dünyanın aldatıcı yönüne kapılırsa, insanı hakikatten uzaklaştıran birer engel haline gelebilir.

Sonuç: İnsanın İmtihanı Merak ve İhtiyaç Üzerinedir

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleriyle:

“İnsan, nihayetsiz fakrı içinde, nihayetsiz bir zenginliğe muhtaçtır.” (Mektubat)

“Merak, insanı kemale götüren bir rehberdir; fakat doğru istikamette olmazsa, sahibini şaşırtır.” (Sözler)

İnsanın bu iki büyük duygusu, eğer iman, ilim ve hakikat yolunda kullanılırsa, onu saadete ulaştırır. Fakat nefsin ve dünyanın oyunlarına aldanırsa, onu hakikatten uzaklaştıran bir vesile olur. Bu yüzden, hakikati merak edip ihtiyacını yalnız Allah’a arz eden insan, ebedi saadeti kazanır.

“İnsan bir yolcudur. Merakı ilmini artırır, ihtiyacı ise duasını güçlendirir. İkisini de doğru kullanabilen, sonsuz hakikate ulaşır.” (Risale-i Nur’un Manevi Mesajı)

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=hADkltpFlso




MEĞER İÇİMİZDE NELER VARMIŞ NELER? MEĞER BİZ NEYMİŞİZ?

MEĞER İÇİMİZDE NELER VARMIŞ NELER? MEĞER BİZ NEYMİŞİZ?[1]

 

MEĞER İÇİMİZDE NELER VARMIŞ NELER? SANAT VE MARİFETLE BUNLAR ORTAYA ÇIKMAKTADIR.


Biz hep dışarıya bakıyoruz, dışı ve dışarıyı görüyoruz.
Asıl görmemiz gereken iç ve içimiz.
Çevrenizde insan yapımı olan şeylere bakın.
Daha önce onlar neredeydi?
İnsanın iç dünyasında.
İç dünyasındakini, dış dünyasına aktarmış oldu.
Dış dünyamızda meğer neler yapılmış neler!
Aslında iç dünyamızda neler varmış neler!

İnsan, derinliklerinde sayısız yetenek ve potansiyel barındıran, ancak bunların farkına varması için belirli bir uyarıya ve yolculuğa ihtiyaç duyan bir varlıktır. Kimimiz bir şairin dizelerinde, kimimiz bir ressamın fırça darbelerinde, kimimiz ise bir marangozun ustaca yonttuğu ahşabında gizli olan bu derinlikleri fark ederiz. Ancak her biri, insanın ruhundaki saklı cevherlerin sanat ve marifetle ortaya çıktığını gösterir.

Sanat, İnsana Açılan Bir Ayna

Sanat, sadece güzellikleri yansıtan bir alan değil, aynı zamanda insanın iç dünyasına yolculuk yapmasını sağlayan bir araçtır. Kimi zaman bir tabloya baktığımızda hırs, üzüntü ya da umut görürüz. Oysa ressam, belki de sadece kendi iç dünyasının bir yansımasını tuvale aktarmıştır. Bu, bizde var olan ama farkına varmadığımız hisleri, düşünceleri ve hayalleri su yüzüyne çıkaran bir etkiye sahiptir.

Bir şairin kelimeleri arasında kaybolduğumuzda, aslında kendi ruhumuzun çığlıklarını duyarız. Bir melodinin notaları bizi derinden etkilediğinde, bu melodinin bizde gizli olan bir düşünceyi ya da duyguyu harekete geçirdiğini fark ederiz. Sanat, bir anlamda, ıssız bir adada kaybolmuş ruhlarımızın kendini bulduğu bir fenerdir.

Marifet: Yeteneğin İşlenmesi

Bir heykeltıraşın elinde, taşın içinden muhteşem bir sanat eseri çıkması gibi, insan da marifet ve çalışma ile kendi potansiyelini ortaya çıkarabilir. İçimizde var olan yeteneklerin farkına varmak, onları keşfetmek ve geliştirmek zaman ve emek ister. Ne yazık ki çoğu insan, yeteneklerini fark edemeden yaşamını tamamlar. Çünkü farkına varmak, harekete geçmekle mümkün olur.

Bir marangoz, ilk başta sadece bir parça ahşap görürken, el emeği ve ustalığı ile ona ruh verir. Aynı şekilde, bir şair sözcükleri yontar ve onlardan bir anlam inşa eder. Marifet, insanın içindeki potansiyeli dış dünyaya taşıyan bir köprü gibidir.

Sanat ve Marifet Olmadan İnsan Eksik Kalır

Sanat ve marifet, insana ruh katan unsurlardır. Sadece teknoloji ve bilimle ilerleyen bir toplum, ruhsuz bir makine gibi olur. Gelişen toplumlar, sadece endüstriyel ya da ekonomik anlamda büyüyen değil, aynı zamanda sanat ve estetik anlayışını da büyüten toplumlardır. İçimizde gizli olan yetenekleri keşfetmek ve bunları ortaya çıkarmak, insan olarak bize verilmiş en büyük nimettir.

Bazen bir çocuğun çizdiği basit bir resimde bile çok derin anlamlar yatabilir. Bu, onun iç dünyasını anlatma şeklidir. İşte bizler de kendi sanatımızı, marifetimizi keşfederek, içimizde saklı olan hazineyi dış dünyaya yansıtmalıyız.

Sonuç

İnsan, derinliğine indikçe büyük bir deniz gibi yeni sırlarını ortaya çıkaran bir varlıktır. “Meğer içimizde neler varmış neler?” sözü, ancak sanat ve marifetle hakiki anlamına kavuşur. Sanat ruhumuzu, marifet ise emeğimizi ve yeteneğimizi geliştirir. İçimizdeki gizli cevherleri keşfetmek, onlara hayat vermek ve dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek hepimizin sorumluluğudur. Kendimizi keşfetmek ve gerçek potansiyelimizi ortaya koymak için adım atmaktan korkmamalıyız.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=3C8eVRii8vE




EĞER INSANDA VE DİĞER CANLILARDA KUVVE-İ ŞEHEVIYYE VE GADABİYYE DUYGUSU OLMASAYDI NE OLURDU?

EĞER INSANDA VE DİĞER CANLILARDA KUVVE-İ ŞEHEVIYYE VE GADABİYYE DUYGUSU OLMASAYDI NE OLURDU?[1]


Kuvve-i Şeheviyye ve Gadabiyye Olmasaydı: Hareketsiz, Anlamsız ve Yok Olmaya Mahkûm Bir Dünya

Allah Teâlâ, insanı ve diğer canlıları belirli duygular ve kuvvetlerle donatarak yaratmıştır. Bu kuvvetler, canlıların hayatta kalmasını, gelişmesini ve imtihan dünyasında varlığını sürdürmesini sağlar. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü) ve Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü), yaratılışın temel dinamiklerindendir. Eğer bu iki kuvvet hiç olmasaydı:

Canlılar yaşam mücadelesi vermez, hayatta kalamazdı.

İnsan, neslini devam ettiremez, dünya boş bir yere dönüşürdü.

Hayat durağan, anlamsız ve ruhsuz olurdu.

Adalet, cesaret ve kahramanlık gibi kavramlar olmazdı.

Bu makalede, bu iki kuvvetin hikmeti, eksikliklerinin doğuracağı felaketler ve İslam’ın denge anlayışı ele alınacaktır.

1. Kuvve-i Şeheviyye Olmasaydı: Hayatın Devamı Mümkün Olmazdı

Kuvve-i Şeheviyye, canlıların yaşamak ve çoğalmak için sahip olduğu arzu ve istek gücüdür. Eğer bu duygu olmasaydı:

İnsanlar yemek yeme ihtiyacı duymaz, açlıktan ölürdü.

Neslin devamı sağlanamaz, insanlık kısa sürede yok olurdu.

Hiçbir canlı çoğalmaz, dünyada canlılık tamamen sona ererdi.

İnsan çalışmaz, üretmez, ilerlemezdi.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, insanın dünyaya bağlanmasını sağlayan istekler, onun imtihan vesilesidir. Eğer bu istekler olmasaydı, insan bu imtihanı kaybederdi.

2. Kuvve-i Gadabiyye Olmasaydı: Adalet ve Mücadele Kaybolurdu

Kuvve-i Gadabiyye, insanın ve diğer canlıların kendilerini korumasını, zulme karşı çıkmasını ve haklarını savunmasını sağlayan mücadele gücüdür. Eğer bu kuvvet olmasaydı:

İnsanlar ve hayvanlar kendilerini savunamaz, kolayca yok olurdu.

Kimse zulme karşı durmaz, zalimler dünyayı ele geçirirdi.

Cesaret, kahramanlık, adalet ve fedakârlık gibi kavramlar olmazdı.

Canlıların doğasında mücadele olmadığı için doğa dengesiz hale gelirdi.

Kur’an-ı Kerim’de mücadele ruhunun gerekliliği şöyle anlatılır:

“Eğer Allah, insanların bir kısmını diğerleriyle defetmeseydi, yeryüzü bozulurdu. Fakat Allah, âlemlere lütuf sahibidir.” (Bakara, 251)

Bu ayet, mücadele ruhunun adaleti ve düzeni sağladığını gösterir. Eğer kuvve-i gadabiyye olmasaydı, zalimler karşısında hiç kimse direnemez, dünya adaletsiz bir hale gelirdi.

3. Bu İki Kuvvetin Yokluğu, Hayatı Durağan ve Anlamsız Hale Getirirdi

İnsanı hayata bağlayan şey, arzularının olması ve bu arzularını koruyabilmek için mücadele edebilmesidir. Eğer hem kuvve-i şeheviyye hem de kuvve-i gadabiyye olmasaydı:

Hayat monoton ve anlamsız olurdu.

İnsan, dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, çalışmaz ve üretmezdi.

Sevgi, aşk, tutku gibi hisler kaybolurdu.

Hiçbir başarı için çaba harcanmaz, ilerleme sağlanmazdı.

Ne zorluklara göğüs geren kahramanlar ne de adaleti savunan liderler olurdu.

Bu durumda, insan sadece var olan, ama hiçbir şey yapmayan bir varlığa dönüşürdü. Oysa Allah, insanı yeryüzünde halife olarak yaratmış (Bakara, 30) ve ona sorumluluklar yüklemiştir.

4. İslam’da Bu İki Kuvvetin Dengeli Kullanımı

İslam, şehveti de, öfkeyi de tamamen reddetmez; ancak bunların dengeli kullanımını öğütler. Aşırı şehvet insanı harama, aşırı öfke ise zulme götürür.

Şehvetin meşru tatmini için evlilik teşvik edilir.

Öfkenin kontrol altına alınması için sabır ve adalet öğütlenir.

İslam, her iki duygunun da akıl ve iman ile dengelenmesini ister.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şehvet ve öfke ile ilgili şu nasihatleri vermiştir:

“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)

“Güçlü kişi, güreşte rakibini yenen değil; öfkelendiğinde kendini kontrol edebilendir.” (Buhârî)

Bu hadisler, şehvetin helal yoldan tatmin edilmesini ve öfkenin kontrol altında tutulmasını öğütlemektedir.

5. Sonuç: Hayatı Anlamlı Kılan Bu İki Kuvvetin Hikmetine Şükretmeliyiz

Kuvve-i Şeheviyye ve Kuvve-i Gadabiyye, hayatın devamlılığı ve anlam kazanması için yaratılmış ilahi bir düzendir. Eğer bu iki kuvvet olmasaydı:

Hayat var olamaz, insanlar ve hayvanlar neslini sürdüremezdi.

Hiçbir şey için mücadele edilmez, adalet ortadan kalkardı.

Sevgi, bağlılık, fedakârlık, kahramanlık gibi hisler olmazdı.

Dünya monoton, amaçsız ve ruhsuz bir yere dönüşürdü.

Bu yüzden, bu duyguları doğru kullanarak Allah’a şükretmeli, şehveti helal dairede yaşamalı ve öfkeyi adalet ile dengelemeliyiz.

Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:

“Öfkeni dizginle, çünkü o seni yakıp kül edebilir. Şehvetini yönet, çünkü o seni esir edebilir. Her ikisini de dengele, çünkü o seni gerçek özgürlüğe götürebilir.”

Allah bizlere, şehveti iffetle, öfkeyi adaletle ve tüm duygularımızı imanla yönetmeyi nasip eylesin. Âmin.

@@@@@@@@

EĞER INSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ ŞEHEVIYYE OLMAYACAK OLSA, HİÇ BİR ŞEY OLMAYACAĞI GİBİ, HERŞEY DE ANLAMSIZ OLACAK VE KIYMETSİZ KALACAKTI.

Kuvve-i Şeheviyye: Hayatın Devamlılığı ve İmtihanın Gerekliliği

Allah Teâlâ, insanı üç temel kuvvetle yaratmıştır:

1. Kuvve-i Akliyye (Akıl ve düşünme gücü)

2. Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü)

3. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)

Bu üç kuvvet, insanın hayatını sürdürmesi, gelişmesi ve imtihanı kazanması için verilmiştir. Kuvve-i Şeheviyye, yani arzu ve istek duygusu, insana yemek yeme, neslini devam ettirme, huzur ve mutluluk arayışı içinde olma gibi temel ihtiyaçları kazandırır.

Eğer bu duygu olmasaydı:

İnsan hayatı devam etmezdi.

İnsanın dünyaya karşı ilgisi olmaz, çalışmak ve üretmek anlamsız hale gelirdi.

Aile kurma ve neslin devamı mümkün olmazdı.

Hayattaki hiçbir şeyin kıymeti olmaz, dünya boş ve anlamsız bir yer olurdu.

Ancak bu kuvvet yanlış kullanıldığında, insanı hırs, israf, haram ve ahlaksızlık bataklığına sürükleyebilir. Bu makalede, Kuvve-i Şeheviyye’nin hikmeti, yanlış kullanımı ve İslam’ın sunduğu dengeyi ele alacağız.

1. Kuvve-i Şeheviyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Allah, bu duyguyu insana hayatı sürdürmesi ve imtihanı başarması için vermiştir. Bu duygu olmadan insan:

Yemek yeme ve içme isteğine sahip olmaz, açlıktan ölürdü.

Evlilik ve aile kavramı oluşmaz, insan nesli devam etmezdi.

Dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, ilerleme kaydedemezdi.

İnsan, ne cenneti arzulardı ne de imtihana anlam verebilirdi.

Kur’an’da Allah, dünyanın süslerini insanların hoşuna gidecek şekilde yarattığını şöyle bildirir:

“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

Bu ayet, insanın fıtratındaki arzuların bir imtihan unsuru olduğunu gösteriyor. Bu arzular, insanı Allah’a yaklaştıran birer vesile olabilir. Ancak yanlış kullanılırsa insanı felakete de sürükleyebilir.

2. Kuvve-i Şeheviyye’nin Yanlış Kullanımı: Nefsin Tuzağına Düşmek

Kuvve-i Şeheviyye, kontrolsüz bir şekilde kullanıldığında insanı nefsinin kölesi haline getirebilir. Kur’an-ı Kerim’de nefsinin arzularına uyanlar şöyle anlatılır:

“Kendi arzusunu ilah edinen ve Allah’ın da bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)

Bu ayet, şehvetin yanlış kullanımının, insanı helake sürükleyebileceğini gösteriyor. Günümüzde:

İsraf ve lüks tutkusu, insanı kibir ve bencilliğe sürüklüyor.

Helal olmayan ilişkilere düşkünlük, aile yapısını bozuyor.

Maddi hırs, insanı kul hakkı yemeye, adaletsizliğe ve harama yöneltiyor.

Bu yüzden İslam, şehveti tamamen yok etmeyi değil, onu dengelemeyi öğütler.

3. İslam’da Şehvetin Dengeli Kullanımı

İslam, ne tamamen arzulara teslim olmayı ne de arzuları bastırmayı öğütler. Asıl hedef, bu kuvveti hayırlı ve helal yolda kullanmaktır.

Evlilik, şehvetin helal çerçevede yaşanmasını sağlar.

İbadet ve takva, insanı haramlardan korur.

Şükür ve kanaatkârlık, israf ve doyumsuzluğun önüne geçer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis, şehvetin meşru bir şekilde yönlendirilmesini öğütleyen en güzel rehberdir.

4. Kuvve-i Şeheviyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Yusuf’un (a.s) İffetli Duruşu

Hz. Yusuf (a.s), Züleyha’nın kendisini günaha çağırmasına rağmen şöyle demiştir:

“Rabbim! Zindan, bunların beni çağırdığı şeyden daha hayırlıdır.” (Yusuf, 33)

Bu olay, şehvetin kontrol altına alınmasının insanı Allah’a daha yakın kıldığını gösterir.

2. Hz. Süleyman’ın (a.s) Dünya Sevgisini Hikmetle Kullanması

Hz. Süleyman (a.s), dünyanın nimetlerini kullanırken onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirmiştir. Onun hikmetli duası şöyledir:

“Rabbim! Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimseye nasip olmasın. Şüphesiz Sen, büyük lütuf sahibisin.” (Sad, 35)

Bu, dünya nimetlerini Allah yolunda kullanmanın en güzel örneklerinden biridir.

5. Sonuç: Şehvetin Hikmetle ve Takva ile Dengelenmesi

Kuvve-i Şeheviyye, insan hayatının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Ne tamamen yok edilmesi ne de sınırsız bir şekilde serbest bırakılması doğrudur.

İslam, bu duyguyu helal dairede yaşamayı, haramdan sakınmayı ve şükür ile dengelemeyi öğretir.

Eğer şehvet hiç olmasaydı, hayatın anlamı ve devamlılığı olmazdı.

Eğer şehvet kontrolsüz olsaydı, insan nefsinin esiri olurdu.

Doğru kullanıldığında, şehvet insana huzur, saadet ve Rabbine yakınlık kazandırır.

Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:

“Nefsin isteklerini terk etmek zordur. Ama sonuçta bu seni sultan eder.”

Allah bizlere, nefsimizin arzularını hikmetle yönetmeyi, şehveti helal ve hayırlı yolda kullanmayı ve dünya nimetlerini şükürle değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=rCvWvLNveZE




KURAN-I KERİM’DE GEÇEN SAYILAR VE İLGİLİ AYETLER.

KURAN-I KERİM’DE GEÇEN SAYILAR VE İLGİLİ AYETLER.[1]


Kur’an-ı Kerim’de çeşitli sayılar geçmekte ve bunlar farklı anlamlar ihtiva etmektedir. İşte bazı önemli sayılar ve ilgili ayetler:

1. Bir (1) – Teklik ve Birlik

“De ki: O, Allah bir tektir.” (İhlâs Suresi, 112:1)

Allah’ın birliğini ve tekliğini vurgulayan birçok ayet bulunmaktadır.

2. İki (2) – Çiftlik ve Şahitlik

“Biz her şeyi iki çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.” (Zâriyât Suresi, 51:49)

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmadığına şahitlik etti…” (Âl-i İmrân Suresi, 3:18)

3. Üç (3) – Üçlü Gruplar

“Kimi zaman üç kişi fısıldaşırlar…”
“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az, yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir. Sonra onlara yaptıklarını Kıyamet günü haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.”
(Mücadele Suresi, 58:7)

“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.” (Mâide Suresi, 5:73)

4. Dört (4) – Denge ve Evrensel Düzen

“Allah yeryüzünü dört günde yarattı.”
“O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.”
(Fussilet Suresi, 41:10)

“Haram aylar dörttür.” (Tevbe Suresi, 9:36)

5. Beş (5) – Beş Vakit Namaz ve Beş Duyu

“Kim beş vakit namaza devam ederse…” (Hadis-i Şerif, Kur’an’da beş vakit namaz işaret edilir: İsra 17:78, Hud 11:114)

“Bu sebeple akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah’ı tesbih edin.
﴾18﴿ Göklerde ve yerde her türlü övgü O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de O’nu tesbih edin.” Rum Suresi. 17-18.
Asr suresi ve Salatil vusta. Orta yani ikindi namazı.

“Size beş şey sorulmadan kıyamet kopmaz…” (Tirmizi, Kıyamet 5; İbn Mace, Fiten 25)

6. Altı (6) – Yaratılış Günleri

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık.” (Kaf Suresi, 50:38)

7. Yedi (7) – Kutsal ve Mükemmeliyet

“Biz göğü yedi kat olarak yarattık.” (Mülk Suresi, 67:3)

“Tavaf yedi şavttır.” (Hac ibadetiyle ilgili hadislerde geçer.)

8. Sekiz (8) – Arş ve Cennet Kapıları

“O gün Rabbinin Arş’ını onların üstünde sekiz (melek) taşır.” (Hâkka Suresi, 69:17)

“Cennetin sekiz kapısı vardır.” (Hadis-i Şerif)

9. Dokuz (9) – Mucizeler ve Aylar

“Musa’ya dokuz mucize verdik.” (İsra Suresi, 17:101)

“Anne karnında dokuz ay kalma süresi.” (Ahkâf Suresi, 46:15)

10. On (10) – Tamlık ve Bolluk

“Kim bir iyilik yaparsa, ona on kat sevap vardır.” (En’âm Suresi, 6:160)

12. On İki (12) – İsrailoğulları ve Aylar

“Biz onları on iki kabileye ayırdık.” (A’râf Suresi, 7:160)

“Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı on ikidir.” (Tevbe Suresi, 9:36)

40. Kırk (40) – Olgunluk ve İmtihan

“Musa, kavmiyle kırk gece buluştu.” (Bakara Suresi, 2:51)

“İnsanın olgunluk çağı kırk yaşına ulaşmasıdır.” (Ahkâf Suresi, 46:15)

50. Elli (50) – Zaman ve Sabır

“O günün süresi elli bin yıl gibidir.” (Meâric Suresi, 70:4)

1000. Bin (1000) – Çokluk ve Bereket

“Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır.” (Kadir Suresi, 97:3)

70.000 – Af ve Rahmet

“Yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz cennete girecektir.” (Hadis-i Şerif)

Bu sayıların geçtiği ayetler farklı bağlamlarda kullanılmış olup her biri ayrı bir mesaj içermektedir. Daha fazla detay için belirli bir sayı hakkında derinlemesine inceleme yapabilirim.

Bak.
KIRK KERE MÂŞALLAH
https://tesbitler.com/2015/0

***************    

İslami açıdan sayıların sırrı ve önemi.


İslam’da sayılar bazı özel anlamlar ve hikmetler içerir. Kur’an ve hadislerde belirli sayıların sıkça tekrar edilmesi, bu sayıların manevi ve sembolik yönleri üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. İşte İslam’da bazı önemli sayıların anlamları:

1 – Tevhid ve Birlik

Allah’ın birliğini ifade eden en önemli sayı 1’dir. “Allah birdir” ilkesi İslam’ın temel taşıdır. Kelime-i Tevhid (Lâ ilâhe illallah) bu birliği vurgular.

3 – Tekrar ve Bereket

Hadislerde bazı duaların ve ibadetlerin üç kez tekrar edilmesi önerilir. Peygamberimiz (sav), bazı duaları ve istiğfarları üç defa tekrar etmiştir. Ayrıca gusül abdesti alırken suyu üç defa dökmek gibi sünnetler de vardır.

7 – Mükemmellik ve Kutsallık

Kur’an’da göklerin yedi kat olduğu belirtilir (Bakara, 2:29).

Kâbe’yi tavaf yedi şavttır.

Cehennemin yedi kapısı olduğu bildirilir (Hicr, 15:44).

12 – Zaman ve Düzen

Kur’an’da bir yılın 12 ay olduğu belirtilir (Tevbe, 9:36). İslam tarihinde de 12 İmam inancı Şii mezhebinde büyük bir öneme sahiptir.

19 – Kur’an’ın Matematiği

Kur’an’da 19’un önemi bazı araştırmacılar tarafından vurgulanmıştır. Müddessir Suresi’nde (74:30), “Üzerinde on dokuz vardır” ayeti bu sayının önemine işaret eder. Bazı araştırmalar, Kur’an’daki kelime ve harf dizilimlerinin 19 sayısıyla belirli bir düzen oluşturduğunu öne sürmektedir.

40 – Sabır ve Olgunluk

Peygamberimiz 40 yaşında vahiy almıştır.

Hz. Musa Tur Dağı’nda 40 gün kalmıştır.

İnsanın olgunluk çağı Kur’an’da 40 yaş olarak belirtilmiştir (Ahkaf, 46:15).

Bu sayılar, İslam’da sadece rakamsal değerler taşımaz; aynı zamanda manevi, sembolik ve hikmetli anlamlar içerir. Ancak, İslam sayı mistisizmini aşırıya kaçmadan, hurafelerden uzak bir şekilde anlamayı öğütler.

 

************   

Hurufilik, 14. yüzyılda İran’da Fazlullah Esterabâdî tarafından kurulan mistik ve ezoterik bir akımdır. Adını, Arapça “harf” (حرف) kelimesinden alır ve harflerin gizemli anlamlarını, sayı değerlerini ve sembolik önemlerini yorumlamaya dayanır. Hurufilik, İslam’ın bâtıni yorumlarından biri olarak kabul edilir ve özellikle harflerin ve kelimelerin Tanrı’nın sırlarını sakladığını öne sürer.


Hurufiliğin Temel Öğretileri

1. Harflerin Kutsallığı: Harfler, evrenin yaratılışında temel unsurlar olarak görülür. Her harfin ilahi bir anlamı ve enerjisi vardır.

2. İnsan Yüzü ve Tanrı’nın Sırları: Hurufilere göre insan yüzü, Tanrı’nın sıfatlarının bir yansımasıdır ve yüz hatlarında ilahi sırlar saklıdır.

3. Numeroloji ve Gizli Anlamlar: Arapça ve Farsça harflerin sayı değerleri hesaplanarak derin anlamlar çıkarılır.

4. Kur’an ve Diğer Metinlerin Ezoterik Yorumu: Kutsal metinler, zahiri (dış) anlamlarının ötesinde derin, gizli mesajlar içerir.

5. Mehdi İnancı: Fazlullah Esterabâdî, kendisini Mehdi ve ilahi hakikatin tecellisi olarak görmüştür.

Hurufiliğin Tarihi ve Yayılması

Fazlullah Esterabâdî (1340-1394): Hurufiliğin kurucusudur. Görüşleri nedeniyle Timur İmparatorluğu tarafından idam edilmiştir.

Hurufiliğin Osmanlı’ya Etkisi: Hurufilik, Osmanlı coğrafyasına da yayılmış ve özellikle Bektaşilik tarikatı içinde izler bırakmıştır.

Takipçileri ve Sonrası: Hurufilik, Osmanlı döneminde zaman zaman baskılara uğramış ve gizli öğretiler halinde devam etmiştir.

Hurufilik, zamanla etkisini kaybetse de özellikle Bektaşi geleneği ve bazı mistik akımlar içinde izlerini sürdürmüştür. Fazlullah’ın öğretileri, harflerin kutsallığına dayanan mistik ve simgesel bir anlayışın temel taşlarından biri olarak görülür.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ZAKlM3BJbMc




EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?

EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?[1]

 

EĞER INSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI HERŞEY HAREKETSİZ VE ÖLÜ DURUMDA KALACAK, İTİCİ BİR GÜÇ OLMAYACAKTI.


İnsandaki Kuvve-i Gadabiyye: Hikmeti, Dengeyi ve Sonuçlarını Anlamak

İnsan ruhu, Allah’ın hikmetiyle üç temel kuvvet üzerine bina edilmiştir: Kuvve-i Akliyye (düşünce gücü), Kuvve-i Şeheviyye (istek ve arzular), Kuvve-i Gadabiyye (öfke ve mücadele gücü). Bu üç kuvvet, insanın hayatta kalmasını, gelişmesini ve doğru yolu bulmasını sağlayan temel unsurlardır. Ancak her kuvvet gibi, bunların da doğru ve dengeli kullanımı büyük bir önem taşır.

Bu makalede özellikle Kuvve-i Gadabiyye üzerine odaklanarak onun gerekliliğini, yanlış kullanımının zararlarını ve İslam’ın sunduğu ölçüleri inceleyeceğiz.

1. Kuvve-i Gadabiyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Kuvve-i Gadabiyye, insana savunma ve mücadele gücü veren bir duygudur. Eğer bu duygu insanda olmasaydı:

İnsan, haksızlıklara karşı çıkamazdı.

Kendi haklarını savunamaz, zulme boyun eğen bir varlık olurdu.

Hayatta kalma ve ilerleme adına bir çaba gösteremezdi.

Cesaret, kahramanlık ve adalet duygusu gelişmezdi.

Bu yönüyle Kuvve-i Gadabiyye, hayatı harekete geçiren bir güçtür. Allah’ın insana verdiği bu duygu, doğru kullanıldığında adaleti sağlar, yanlış kullanıldığında ise felakete sürükler.

2. Yanlış Kullanımı: Zulme ve Fitneye Sebep Olması

Kuvve-i Gadabiyye’nin aşırı veya yanlış kullanımı, insanı öfke, kibir, zulüm ve fitne içine düşürebilir. Tarihte bunun pek çok örneği vardır:

Firavun gibi zalimler, kuvvetlerini adalet yerine zulüm için kullanmışlardır.

Nemrut gibi kibirli yöneticiler, bu kuvveti haddini aşan bir güç gösterisine dönüştürmüşlerdir.

Kavgacı ve saldırgan insanlar, öfkelerini kontrol edemedikleri için kendilerine ve topluma zarar vermişlerdir.

Rasûlullah (s.a.v.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Gerçek güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değildir. Asıl güçlü kimse, öfkelendiğinde kendine hakim olandır.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis bize gösteriyor ki asıl cesaret ve güç, öfkeyi kontrol edebilmektir. Kuvve-i Gadabiyye, haksız yere öfke ve şiddet aracı olarak kullanıldığında insanı hayvani bir seviyeye indirir.

3. İslam’da Denge: Adaletli Kullanım

İslam, bu kuvvetin ne tamamen bastırılmasını ne de serbest bırakılmasını istemiştir. Bize sunulan yol denge yoludur:

Haksızlığa karşı susmamak ama taşkınlığa da kapılmamak

Öfkeyi aklın ve vicdanın süzgecinden geçirerek hareket etmek

Öfkelenince sabır ve adaletle hareket etmek

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), öfkeli bir sahabeye şu öğüdü vermiştir:

“Öfkelenme! (La taghdab)” (Buhârî)

Bu söz, öfkenin tamamen yok edilmesini değil, kontrol edilmesini öğretmektedir. Çünkü bazı durumlarda öfkelenmek haklı bir tepki olabilir. Ancak öfkeyle hareket etmek kişiyi yanlış kararlara sürükleyebilir.

4. Kuvve-i Gadabiyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Ömer’in (r.a) Adaleti:
Hz. Ömer, sert mizacıyla bilinen bir halifeydi. Ancak onun öfkesi kişisel değil, adalet içindi. Yanlış bir şey gördüğünde hemen müdahale eder, fakat asla haksız yere kimseye zarar vermezdi. Onun cesareti ve adaleti, kuvve-i gadabiyyenin yerinde ve ölçülü kullanımına güzel bir örnektir.

2. Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin (s.a.v.) Tavrı:
Uhud’da Peygamberimizin amcası Hz. Hamza şehit edildiğinde, sahabeler intikam almak istediler. Fakat Peygamberimiz kontrollü ve adaletli bir şekilde hareket etti ve sahabelerine öfkeyle değil, sabır ve stratejiyle hareket etmelerini emretti.

Bu olaydan çıkarılacak ders şudur: Öfke bazen haklı olabilir ama onu kontrol etmek daha büyük bir erdemdir.

5. Sonuç: İtidal ve Hikmet Yolunda Yürümek

Kuvve-i Gadabiyye, Allah’ın insana verdiği bir lütuftur. Ancak bu kuvvet haddini aşarsa zulme, eksik kalırsa korkaklığa dönüşür. İslam bize bu kuvveti:

Adalet için kullanmayı

Öfkemizi kontrol etmeyi

Cesaret ile merhameti dengelemeyi öğretmiştir.

Eğer bu denge sağlanmazsa, insan ya korkak ve pasif bir varlık ya da saldırgan ve zalim bir kişi olur. En doğru yol, öfkeyi adaletle ve hikmetle yönlendirmektir.

Son olarak, Mevlana’nın şu sözünü hatırlayalım:

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”

Rabbimiz, bize öfkemizi kontrol etmeyi, cesaretimizi adaletle kullanmayı ve Kuvve-i Gadabiyye’yi hikmet yolunda değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=tfGs_khZhM0




EĞER İNSANDA KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMASAYDI

EĞER İNSANDA KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMASAYDI?[1]

EĞER İNSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMAYACAK OLSA, HİÇBİR ŞEY OLMAYACAĞI GİBİ, HERŞEY DE ANLAMSIZ OLACAK VE KIYMETSİZ KALACAKTI.


Kuvve-i Şeheviyye: Hayatın Devamlılığı ve İmtihanın Gerekliliği

Allah Teâlâ, insanı üç temel kuvvetle yaratmıştır:

1. Kuvve-i Akliyye (Akıl ve düşünme gücü)

2. Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü)

3. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)

Bu üç kuvvet, insanın hayatını sürdürmesi, gelişmesi ve imtihanı kazanması için verilmiştir. Kuvve-i Şeheviyye, yani arzu ve istek duygusu, insana yemek yeme, neslini devam ettirme, huzur ve mutluluk arayışı içinde olma gibi temel ihtiyaçları kazandırır.

Eğer bu duygu olmasaydı:

İnsan hayatı devam etmezdi.

İnsanın dünyaya karşı ilgisi olmaz, çalışmak ve üretmek anlamsız hale gelirdi.

Aile kurma ve neslin devamı mümkün olmazdı.

Hayattaki hiçbir şeyin kıymeti olmaz, dünya boş ve anlamsız bir yer olurdu.

Ancak bu kuvvet yanlış kullanıldığında, insanı hırs, israf, haram ve ahlaksızlık bataklığına sürükleyebilir. Bu makalede, Kuvve-i Şeheviyye’nin hikmeti, yanlış kullanımı ve İslam’ın sunduğu dengeyi ele alacağız.

1. Kuvve-i Şeheviyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Allah, bu duyguyu insana hayatı sürdürmesi ve imtihanı başarması için vermiştir. Bu duygu olmadan insan:

Yemek yeme ve içme isteğine sahip olmaz, açlıktan ölürdü.

Evlilik ve aile kavramı oluşmaz, insan nesli devam etmezdi.

Dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, ilerleme kaydedemezdi.

İnsan, ne cenneti arzulardı ne de imtihana anlam verebilirdi.

Kur’an’da Allah, dünyanın süslerini insanların hoşuna gidecek şekilde yarattığını şöyle bildirir:

“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

Bu ayet, insanın fıtratındaki arzuların bir imtihan unsuru olduğunu gösteriyor. Bu arzular, insanı Allah’a yaklaştıran birer vesile olabilir. Ancak yanlış kullanılırsa insanı felakete de sürükleyebilir.

2. Kuvve-i Şeheviyye’nin Yanlış Kullanımı: Nefsin Tuzağına Düşmek

Kuvve-i Şeheviyye, kontrolsüz bir şekilde kullanıldığında insanı nefsinin kölesi haline getirebilir. Kur’an-ı Kerim’de nefsinin arzularına uyanlar şöyle anlatılır:

“Kendi arzusunu ilah edinen ve Allah’ın da bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)

Bu ayet, şehvetin yanlış kullanımının, insanı helake sürükleyebileceğini gösteriyor. Günümüzde:

İsraf ve lüks tutkusu, insanı kibir ve bencilliğe sürüklüyor.

Helal olmayan ilişkilere düşkünlük, aile yapısını bozuyor.

Maddi hırs, insanı kul hakkı yemeye, adaletsizliğe ve harama yöneltiyor.

Bu yüzden İslam, şehveti tamamen yok etmeyi değil, onu dengelemeyi öğütler.

3. İslam’da Şehvetin Dengeli Kullanımı

İslam, ne tamamen arzulara teslim olmayı ne de arzuları bastırmayı öğütler. Asıl hedef, bu kuvveti hayırlı ve helal yolda kullanmaktır.

Evlilik, şehvetin helal çerçevede yaşanmasını sağlar.

İbadet ve takva, insanı haramlardan korur.

Şükür ve kanaatkârlık, israf ve doyumsuzluğun önüne geçer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis, şehvetin meşru bir şekilde yönlendirilmesini öğütleyen en güzel rehberdir.

4. Kuvve-i Şeheviyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Yusuf’un (a.s) İffetli Duruşu

Hz. Yusuf (a.s), Züleyha’nın kendisini günaha çağırmasına rağmen şöyle demiştir:

“Rabbim! Zindan, bunların beni çağırdığı şeyden daha hayırlıdır.” (Yusuf, 33)

Bu olay, şehvetin kontrol altına alınmasının insanı Allah’a daha yakın kıldığını gösterir.

2. Hz. Süleyman’ın (a.s) Dünya Sevgisini Hikmetle Kullanması

Hz. Süleyman (a.s), dünyanın nimetlerini kullanırken onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirmiştir. Onun hikmetli duası şöyledir:

“Rabbim! Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimseye nasip olmasın. Şüphesiz Sen, büyük lütuf sahibisin.” (Sad, 35)

Bu, dünya nimetlerini Allah yolunda kullanmanın en güzel örneklerinden biridir.

5. Sonuç: Şehvetin Hikmetle ve Takva ile Dengelenmesi

Kuvve-i Şeheviyye, insan hayatının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Ne tamamen yok edilmesi ne de sınırsız bir şekilde serbest bırakılması doğrudur.

İslam, bu duyguyu helal dairede yaşamayı, haramdan sakınmayı ve şükür ile dengelemeyi öğretir.

Eğer şehvet hiç olmasaydı, hayatın anlamı ve devamlılığı olmazdı.

Eğer şehvet kontrolsüz olsaydı, insan nefsinin esiri olurdu.

Doğru kullanıldığında, şehvet insana huzur, saadet ve Rabbine yakınlık kazandırır.

Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:

“Nefsin isteklerini terk etmek zordur. Ama sonuçta bu seni sultan eder.”

Allah bizlere, nefsimizin arzularını hikmetle yönetmeyi, şehveti helal ve hayırlı yolda kullanmayı ve dünya nimetlerini şükürle değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=fzSi0i8PViI