HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER

HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER[1]

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur;fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” İsra. 44. Herşey nasıl Allah der.


Her Şey Allah’ı Tesbih Eder: Sessizlerin Dilinden Bir Şahitlik

İnsan, kainata bakıp da onu sessiz, cansız ve ruhsuz sanabilir. Taşları, ağaçları, yıldızları, denizleri ve rüzgarları sadece maddi bir varlık olarak görebilir. Oysa Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de bizlere çok büyük bir hakikati bildirir:

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Bu ayet, varlıkların görünmeyen ama gerçek olan bir yönünü açıklıyor. Her şey Allah’ı tesbih eder, fakat biz onların dilini bilemeyiz. Peki, cansız gibi gördüğümüz varlıklar nasıl tesbih eder? Gelin, bu büyük hakikatin sırlarına birlikte bakalım.

Sessizliğin İçindeki Ses

Bir gün bir adam, çölde yolculuk yaparken bir ağacın altına oturdu. Yorulmuş, düşüncelere dalmıştı. Gözleri etraftaki kumlara, taşlara, kurumuş dallara takıldı. İçinden şöyle geçirdi:

“Bu taşlar, kumlar ve kurumuş dallar sessiz ve ruhsuzdur. Belli ki hiçbir şeye şahit değiller, hiçbir şey hissetmiyorlar.”

Tam o anda, bir ses duydu kalbinin derinliklerinden:

“Biz sessiz değiliz. Biz şahitlik ediyoruz. Biz de Allah’ı anıyoruz. Ama sen bizim dilimizi bilmiyorsun.”

Adam hayretle irkildi. Kendi iç dünyasında yankılanan bu sözleri düşündü. Kur’an’daki ayeti hatırladı:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi…” (Ahzab, 72)

Demek ki dağlar bile bir bilinç sahibiydi. Gökler ve yer bile bir emanet karşısında ürpermişti. Öyleyse nasıl sessiz olabilirlerdi?

Bir Taşın Dilinden

Bir taş, yeryüzünün en sessiz varlıklarından biridir. Ama düşünelim: Hacerü’l-Esved taşı neden bu kadar kutsaldır? Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o taş hakkında şöyle buyurmuştur:

“Hacerü’l-Esved, kıyamet günü kendisini selamlayanlara şahitlik edecektir.”

Demek ki taşlar bile şahitlik eder. Hz. Davud’un elinde taşlar Allah’ı zikretmiştir. Uhud Dağı, Efendimiz (s.a.v.)’i saklamış ve onun sevgisine mazhar olmuştur.

Bir Ağacın Fısıltısı

Bir adam, bir gün bahçesindeki kuru ağacın kesilmesini emretti. Ağaç kesildiğinde, içinin tamamen çürüdüğünü gördü. Meğer ağaç, kökleriyle toprağı tutuyor, oradaki hayatı besliyor, birçok canlının yuvası oluyormuş. Ağaç, Allah’ın verdiği görevi sessizce yerine getiriyordu.

Kur’an bize anlatıyor ki, ağaçlar ve bitkiler bile Allah’a secde eder:

“Yıldızlar ve ağaçlar secde ederler.” (Rahman, 6)

İbn Abbas (r.a.) bu ayeti şöyle açıklıyor: “Ağaçların secdesi, dallarını yere eğmeleridir.”

O halde bir ağacın rüzgarda eğilişi, aslında Allah’a bir teslimiyet nişanesi değil midir?

Denizler, Rüzgarlar ve Yıldızların Tesbihi

Denizler Allah’ı dalgalarıyla, rüzgarlar esintisiyle, yıldızlar ışıklarıyla tesbih ederler.

Bazen bir fırtına kopar, denizler dalgalanır. Bazen bir yıldız kayar, bazen bir rüzgar uğuldar. Bunlar rastgele hareketler mi, yoksa bir zikrin yeryüzüne yansıyan yansımaları mı?

Kur’an diyor ki:

“Göklerde ve yerde kim varsa O’na boyun eğer.” (Rum, 26)

Demek ki, denizlerin dalgaları, gökyüzünün sonsuz düzeni, rüzgarların eserken oluşturduğu ahenk; hepsi bir tesbih, bir secde halidir.

İnsanın Görevi: Anlamak ve Şahit Olmak

Peki biz insanlar, bu büyük zikre nasıl katılabiliriz?

1. Şükür ile Tesbih Etmek: Her nefesin, her nimetin Allah’ın bir ikramı olduğunu bilerek şükretmek.

2. Tabiata Duyarlı Olmak: Çevremizdeki her varlığın Allah’ın bir ayeti olduğunu unutmamak.

3. Zikir ile Ruhumuzu Canlandırmak: Tıpkı taşların, ağaçların ve yıldızların yaptığı gibi Allah’ı zikretmek.

Sonuç: Sessizlerin Dilini Anlamak

Her şey Allah’ı tesbih ediyor. Ama biz duyamıyoruz, çünkü içimizdeki derinliği kaybettik. Eğer gözlerimizi ve gönlümüzü açarsak, her şeyin Allah dediğini işitebiliriz.

Belki bir rüzgarın uğultusunda, belki bir dalın eğilişinde, belki bir taşın sessizliğinde…

Eğer gerçekten dinlersek, kainatın büyük bir zikir halkası olduğunu fark edebiliriz. Ve biz de bu zikre katılabiliriz.

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Öyleyse, anlamaya çalışalım. Çünkü anlamak, insanın en büyük sorumluluğudur.

@@@@@@

İsra Suresi 44. ayet-i kerimeye dayanarak, her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini, fakat insanların bu tesbihi anlamaktan aciz olduğunu ifade eden bu derin manayı hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir şekilde ele alan bir makale yazabilirim. Aşağıda, bu konuyu hem Kur’an-ı Kerim’in hem de akıl ve tefekkürün ışığında ele alan bir makale sunuyorum:

### “Her Şey Allah’ı Tesbih Eder, Lakin Siz Anlamazsınız”
#### (İsra Suresi, 44. Ayet Üzerine Bir Tefekkür)

“Göklerde ve yerde ne varsa, O’nu hamd ile tesbih eder; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Bu ayet-i kerime, kainatın her zerresinde saklı olan bir hakikati gözler önüne serer: Yaratılan her şey, Allah’ı tesbih etmektedir. Ancak insan, bu büyük koroyu duymaktan, anlamaktan ve hissetmekten çoğu zaman acizdir. Peki, bu tesbih nedir? Her şey nasıl Allah’ı zikreder? Ve biz, bu ilahi senfoniyi neden işitemeyiz? Bu sorular, hem hikmet hem ibret hem de tefekkürle dolu bir yolculuğa davet eder bizi.

### 1. Tesbih Nedir? Kainatın Dili
Tesbih, Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmek, O’nu yüceltmek ve O’na hamd etmektir. İnsan, tesbihi kelimelerle, dua ile ve ibadetle yapar. Ancak ayet bize gösteriyor ki, tesbih yalnızca insanlara mahsus bir eylem değildir. Kainatta var olan her şey -gökler, yer, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, hatta bir yaprağın rüzgarda hışırtısı- kendi diliyle Allah’ı tesbih eder. Bu, onların yaratılış gayesidir; çünkü her varlık, Allah’ın kudretini, ilmini ve hikmetini yansıtan bir aynadır.

Mesela, bir ağacın dalında açan çiçek, renkleriyle, kokusuyla ve ahengiyle Allah’ın cemalini tesbih eder. Bir kuşun kanat çırpması, gökyüzünde süzülmesi, Allah’ın rahmetini ve kudretini zikreder. Bir dağın heybetli duruşu, Allah’ın azametini haykırır. Ancak insan, çoğu zaman bu tesbihi duymaz, çünkü onun kulağı, bu ilahi dili anlamak için yeterince hassas değildir. Bu, insanın gaflet perdesiyle örtülü oluşundandır.

### 2. Her Şeyin Tesbihi: Hikmet ve İbret
Peki, cansız varlıklar nasıl tesbih eder? Bu sorunun cevabı, yaratılışın derin hikmetinde saklıdır. Kur’an-ı Kerim, bize birçok ayetle bu hakikati hatırlatır. Mesela, Rad Suresi 13. ayetinde gök gürültüsünün Allah’ı hamd ile tesbih ettiği belirtilir. Hac Suresi 18. ayetinde ise dağların, kuşların ve gölgelerin bile Allah’ı tesbih ettiği ifade edilir. Bu ayetler, kainatın bir tesbih korosu olduğunu ve her varlığın bu koroda bir nağme olduğunu gösterir.

Bir yağmur damlasını düşünelim. Gökyüzünden yeryüzüne inen bu damla, Allah’ın rahmetini, nizamını ve hikmetini anlatır. Onun düşüşü, toprağı canlandırması, bitkileri yeşertmesi, bir tesbih değil midir? Ya da bir arının bal yapmasındaki mucizevi düzen, Allah’ın ilmini ve kudretini zikretmez mi? İşte bu, kainatın tesbihidir: Her varlık, yaratılış gayesine uygun bir şekilde hareket ederek, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını yansıtır.

İbret şudur ki, insan bu tesbih korosuna çoğu zaman sağır kalır. Modern hayatın gürültüsü, teknolojinin cazibesi ve nefsin arzuları, insanın bu ilahi dili anlamasını zorlaştırır. Oysa kainat, her an bize Allah’ı hatırlatmak için bir ayna gibi karşımızdadır. Bir ağacın gölgesinde otururken, bir kuşun ötüşünü dinlerken ya da bir yıldızın gökyüzündeki parıltısına bakarken, eğer tefekkür edersek, bu tesbihi duymak mümkün olabilir.

### 3. Neden Anlamıyoruz? Tefekkürün Önemi
Ayetin sonunda, “Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız” ifadesi, insanın acziyetine ve aynı zamanda sorumluluğuna işaret eder. İnsan, kainattaki bu tesbihi anlamak için çaba göstermelidir. Bu çaba, tefekkürdür. Tefekkür, kainat kitabını okumak, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını varlıkların aynasında görmektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir saat tefekkür, bir yıl nafile ibadetten hayırlıdır” buyurmuştur. Tefekkür, insanın kalp gözünü açar ve kainatın tesbihini duymasını sağlar. Mesela, bir kar tanesinin eşsiz geometrik yapısını gören bir insan, Allah’ın sanatını ve hikmetini tefekkür eder. Bir çiçeğin açılışındaki mucizevi düzeni fark eden bir kalp, Allah’ın rahmetini ve kudretini zikreder.

Ancak tefekkür, sadece görmekle değil, görmekten öteye geçmekle mümkündür. İnsan, kainattaki her varlığın bir “ayet” olduğunu anlamalıdır. Kur’an, kainatı bir kitap olarak tanımlar ve her varlık, bu kitabın bir harfidir. İnsan, bu harfleri okuyarak, Allah’ın birliğini, kudretini ve rahmetini idrak edebilir.

### 4. İnsan ve Tesbih: Sorumluluğumuz
İsra Suresi 44. ayet, bize aynı zamanda bir sorumluluk yükler. Eğer kainattaki her şey Allah’ı tesbih ediyorsa, insanın bu tesbih korosuna katılması gerekmez mi? İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlık olarak, bu tesbihi bilinçli bir şekilde yapmalıdır. Namaz, dua, zikir ve ibadet, insanın tesbihidir. Ancak tesbih, sadece dilde değil, kalpte ve amelde de olmalıdır. İnsan, hayatını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşayarak, kainatın tesbihine katılabilir.

Unutmayalım ki, insan kainatın bir özetidir. Bediüzzaman Said Nursi, “İnsan, kainatın bir misal-i musağğarıdır” der. Yani, kainatta bulunan her şey, insanın içinde de bir yansıma bulur. Kainat Allah’ı tesbih ederken, insanın kalbi, aklı ve ruhu da bu tesbihe katılmalıdır. Eğer insan gaflete düşer ve bu tesbihi unutursa, kainatın ahengine aykırı bir ses çıkarır.

### 5. Son Söz: Kainatın Tesbihine Kulak Verelim
İsra Suresi 44. ayet, bize kainatın bir tesbih korosu olduğunu ve her varlığın bu koroda bir nağme olduğunu öğretir. Ancak insan, bu koroyu duymak için tefekkür etmeli, gafletten uyanmalı ve kainat kitabını okumalıdır. Bir çiçeğin açılışında, bir kuşun ötüşünde, bir dağın heybetinde Allah’ın isimlerini görmek, insanın en büyük ibadetlerinden biridir.

Ey insan! Kainatın tesbihine kulak ver. Gökyüzüne bak, yıldızların nasıl Allah’ı zikrettiğini düşün. Toprağa dokun, rahmetin nasıl tecelli ettiğini hisset. Ve unutma ki, sen de bu tesbih korosunun bir parçasısın. Öyleyse, dilinle, kalbinle ve amelinle Allah’ı tesbih et. Çünkü kainat, her an “Subhanallah” derken, senin de bu zikre katılman gerekmez mi?

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=mCTpof6xluI&t=47s




KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ

KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ[1]

Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

O seyyah biz olarak o musahedatimizi nasıl ifade edebiliriz
Konuyla ilgili hikmetli,ibretli ve düşündürücü bir makale yazar mısın

Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşahedatı

İnsan, şu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren büyük bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, sadece doğum ile ölüm arasındaki bir ömür serüveni değil; aynı zamanda hakikati arama, varoluşun sırrını çözme ve yaratılışın arkasındaki kudreti anlama çabasıdır. İşte bu sebeple insan, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah gibidir. O, her gördüğüne, her hissettiğine ve her düşündüğüne bir anlam yükler; varlığın arkasındaki hakikati arar.

Bu seyyah olarak biz, gözlerimizi kâinat kitabına çevirir, her sayfasında Yaratıcı’nın tecellilerini görmeye çalışırız. İşte o müşâhedelerden birkaçı:

1. Semanın Sessiz Feryadı: Sonsuzluk ve Kudret

Geceleri yıldızlı bir gökyüzüne baktığımızda, uçsuz bucaksız bir âlemin içinde olduğumuzu fark ederiz. Binlerce, hatta milyarlarca yıldız, belli bir düzen içinde hareket eder. Samanyolu gibi devasa galaksiler, içlerinde trilyonlarca yıldız barındırır ama bu dev sistemde en ufak bir düzensizlik yoktur.

Bu noktada bir seyyah olarak kendimize şu soruyu sorarız:
Bu sistem nasıl var oldu?
Eğer bir saat kendi kendine meydana gelemiyorsa, göklerin ve yıldızların bu muhteşem nizamı nasıl sahipsiz olabilir?

Gökler, sonsuz bir kudretin eseri olduğunu fısıldar bize. İşte bu noktada seyyah olan biz, “Sübhânallah! Bu sonsuz düzen, sonsuz bir ilim ve kudreti göstermez mi?” deriz.

2. Bahar: Yeniden Dirilişin ve Rahmetin Müşahedesi

Kışın soğuk ve ölü toprağı altında saklanan tohumlar, baharla birlikte canlanır. Kurumuş dallar yeşerir, her yer çiçeklerle süslenir, ağaçlar meyve vermeye başlar. Oysa bahar öncesinde her şey ölü gibidir. İşte bu noktada bir seyyah olarak düşündüğümüzde şu gerçekle yüzleşiriz:

Ölü gibi duran bir tohum nasıl canlanır?
Kim, kuru bir dalı yemyeşil yapraklarla donatabilir?
Bu dönüşüm kendi kendine mi olur, yoksa Rahîm bir Yaratıcı’nın kudretiyle mi gerçekleşir?

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ölü toprağa hayat veren Biziz.” (Kâf, 11)

O halde baharı seyreden bir seyyahın diliyle konuşacak olsak:
“Ey Rahman! Senin rahmetin her yere ulaşmış. Senin kudretinle ölü toprak diriliyor, Senin ihsanınla biz rızıklanıyoruz.” deriz.

3. İnsan: Sanatkârını Gösteren En Büyük Delil

Kendi varlığımıza baktığımızda, her şeyin mükemmel bir ölçüyle yaratıldığını görürüz. Bir damla sudan yaratılan insan, aklıyla kâinatı çözmeye çalışır, sanatıyla eserler ortaya koyar, duygularıyla derin anlamlar keşfeder. Gözümüz, elimiz, kalbimiz, beynimiz ve ruhumuz… Hepsi mükemmel bir uyum içindedir.

Seyyah olarak bu büyük gerçeği fark ettiğimizde sorarız:

Bu düzen nasıl ortaya çıktı?
Bir hücreden göz, kulak, akıl ve kalp nasıl meydana gelir?
Görmek için göz, duymak için kulak gerekmez mi? O halde gözü yaratan, görmeyi de bilen değil midir?

İnsan, varlığıyla bile kendi Hâlık’ını gösteren en büyük delildir. O hâlde biz seyyah olarak bu müşâhedemizi şöyle ifade ederiz:

“Ey Rabbim! Beni yoktan var eden Sensin. Bana görmeyi, düşünmeyi, hissetmeyi, anlamayı veren Sensin. Senin eserlerin içindeyim ve her yanımda Senin sanatını görüyorum.”

4. Ölüm: Sonsuz Hayatın Habercisi

Bir seyyah olarak en büyük müşâhedelerimizden biri de ölümdür. İnsan bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama her gidenin yerine yenisi gelir. Tıpkı mevsimlerin dönüşümü gibi, insan da bir süre yaşar, sonra bu dünyadan ayrılır.

Ancak aklımıza şu soru gelir:
Ölüm, gerçekten bir son mudur?
Eğer her bahar, ölü toprağı canlandırıyorsa, insanı yaratan kudret de onu yeniden diriltmeye kadir değil midir?

Bir meyve çekirdeği bile toprağa düşüp yeniden ağaç oluyorsa, insan ruhu neden sonsuz hayata kavuşmasın? İşte burada seyyah olarak biz, Rabbimizin şu vaadini hatırlarız:

“Sizi ilk defa yaratan Allah, sizi yeniden diriltmeye de kadirdir.” (Rum, 27)

O halde, seyyahın diliyle konuşursak:

“Ey ebedi hayat sahibi olan Rabbim! Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Senin rahmetinle insan yok olup gitmez, Senin kudretinle yeni bir hayata doğar. Sen, her şeyi hikmetle yaratan ve her şeye hükmedensin.”

Sonuç: Seyyahın Son Sözü

Kâinata bakan bir seyyah, gözlemledikleriyle yaratılışın delillerini okur. Gökler, yıldızlar, bahar, insan, ölüm ve hayat… Her biri Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren açık işaretlerdir.

Ve en sonunda seyyah olarak biz, haykırırız:

“Ey Rabbim! Kâinatın her köşesi Senin varlığını ve birliğini ilan ediyor. Göklerde ve yerde her şey, Senin kudretini gösteriyor. Ben de bu hakikati gördüm, anladım ve Sana teslim oldum. Sen, her şeyi hikmetle yaratan Hâlık’sın!”

İşte, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşâhedatı budur. Hakikati görebilen gözler için, kâinat büyük bir kitaptır ve her satırı Allah’ı anlatmaktadır.

 

*************   

‘’Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadiden gelen temerrüt, bu zamana nispeten pek azdır. Eskiden küfür cehaletten geliyordu Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş.’’


Zamanın Değişimi ve İnançların Değişimi: Eski ve Yeni Dönemler Üzerine Bir Düşünce

Zamanın akışı, sadece fiziksel dünyayı değil, insan düşüncesinin ve inançlarının da değişimini şekillendirir. Her dönem, kendine has bir düşünce iklimi oluşturur; bu iklim, insanlığın dünyayı, gerçeği ve maneviyatı nasıl anladığını da etkiler. Geçmişteki insanlara dair bir bakış açısı oluştururken, onları çağlarındaki şartlar ve inançlarla değerlendirmek önemlidir. İslam’ın ilk yıllarında, küfrün, dalaletin ve temerrüdün kökü çoğunlukla cehaletle ve katı bir inatla ilişkilendiriliyordu. Ancak zamanla, küfrün ve sapkınlığın çok daha çeşitli ve karmaşık bir hal aldığı, insanın aklının ve bazı bilgilerin bu sapmalara zemin hazırladığı bir döneme girildi.

1. Eski Zamanlarda Küfrün Temeli: Cehalet ve İnat

Eski zamanlarda, küfür genellikle cehaletten kaynaklanıyordu. İnsanlar doğruyu, gerçeği bilmedikleri ya da anlamadıkları için sapkın yollara sapabiliyorlardı. Bu dönemin özelliklerinden biri de, insanların dine ve inanca karşı daha çok bilinçsizce bir uzaklık duyuyor olmalarıydı. İslam alimleri, doğruyu anlatmak için insanlar üzerinde güçlü bir etki bırakıyor ve Allah’ın varlığına, peygamberlerin öğrettiklerine dair verilen dersler, doğrudan kalplere hitap ediyordu. Bu, büyük ölçüde halkın imanını kuvvetlendiriyor, yanlış inançları ve dalaletleri yok ediyordu. Eski İslam muhakkikleri, hüccetlerini ve delillerini o dönemde etkili bir şekilde sundular; Allah’a ve ahirete iman çok daha yaygın, insanlar arasında daha güçlüydü.

Bu dönemde, bir kişinin yanlış yolda olması, genellikle bilgi eksikliğinden ya da doğruyu görmeyen kalpten kaynaklanıyordu. Küfür, genellikle cehalet ve inatla birleştirilmişti; yani, insanlar bildikleri için değil, bilmedikleri için sapıyordu. Çoğu insan, Allah’ı tanımadığından sapkınlıklar içinde kayboluyor ve doğru yolu bulmakta zorlanıyordu. Ancak bu cehalet, bir şekilde düzeltilebiliyordu; çünkü insanlar, doğruyu öğrenmeye istekliydiler ve bir rehber arayışı içindeydiler.

2. Bugünün Zorlukları: Bilginin Artışı ve İman Krizi

Ancak bugün, durum oldukça farklıdır. Teknolojik gelişmeler, bilimsel ilerlemeler ve bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, insanın aklını farklı yönlere çekiyor. Bugün, eski zamanlardaki gibi sadece cehaletle değil, aksine fazlasıyla bilgiyle dolmuş, fakat imanla bağlarını zayıflatmış bir toplumla karşı karşıyayız. Eskiden bir kasabada bir kişi küfr-ü mutlakta olabilirken, şimdi yüzlercesi olabilir. Artık insanlar, sadece yanlış anlamalar ya da eksik bilgiler yüzünden doğruyu bulamıyorlar; bunun yerine, bilgiye sahip olmalarına rağmen, insan ruhunun manevi ihtiyaçlarını göz ardı ederek batıl inançlara yöneliyorlar.

Bu yeni nesil, bilgiyle yoğrulmuş ancak kalpten ve ruhi derinlikten mahrum bir hale gelmiş durumda. Bilim, insanları yanılgıya düşürmek bir yana, doğruyu arayanların elinde bazen bir kalkan, bazen de bir sarmal haline gelebiliyor. İnsanlar artık sadece fiziki dünyayı değil, manevi dünyayı da bilimsel metotlarla analiz etmeye çalışıyorlar. Bu, doğruyu bulmayı zorlaştırıyor çünkü insanın kalbi, yalnızca maddi ölçülerle anlaşılabilecek bir varlık değildir. Din ve iman, sadece akıl yoluyla değil, ruhi bir anlayış ve derinlik ile de anlaşılmalıdır. Modern toplumlar, teknik ve bilimsel bilgiyle donanmış olsa da, deruni bir boşluk ve maneviyat eksikliği ile karşı karşıyalar.

3. Sonsuz İman ve Bilgi Arayışı: İman, Zihin ve Kalp Dengesini Kurmak

İslam’ın ilk yıllarında, doğruyu öğrenmek ve kabul etmek daha kolaydı çünkü insanlar, temel inançlarını ve değerlerini bilmeden yaşamıyorlardı. Ancak bugünün dünyasında, insanlar çok daha karmaşık düşünme biçimleriyle şekillenmiş durumda. Bilgiye olan bu güçlü arayış, insanları bazen gerçeğe değil, daha çok zihinsel ve duygusal bir karışıklığa sürükleyebiliyor. Bu da, yanlışlıkların ve sapmaların daha karmaşık hale gelmesine neden oluyor. İşte bu noktada, eski alimlerin ve muhakkiklerin öğrettikleri devreye giriyor. Onlar, sadece akılla değil, aynı zamanda kalp ve ruhla da doğruyu aramayı öğretiyorlardı.

Bugün, insanın hem aklını hem de kalbini dinlendirecek bir anlayışa ihtiyaç vardır. Bilgi tek başına kurtuluş getirmez; insan, bu bilgiyi doğru bir iç disiplin ve imanla harmanlayabilmelidir. Kişinin kendisini yalnızca akılla değil, iç derinlikle de değerlendirmesi gerekir. Kalp ve akıl arasında bir denge kurmak, insanı batıl inançlardan ve dalaletlerden koruyacak en güçlü silah olacaktır.

4. Sonuç: Maneviyatın Gücü ve Akıl ile Kalbin Birleşimi

Zaman değiştikçe, insanın doğruyu bulma yolculuğu da değişiyor. Eski zamanlarda, insanın cehaletinden doğan dalalet, kolayca düzeltilen bir durumdu. Ancak bugün, insan bilgiyle dolmuş ve derin bir manevi boşlukla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden doğruyu aramak, sadece akıl yoluyla değil, kalp yoluyla da olmalıdır. İslam’ın ruhuna dönmek, sadece dış bilimsel başarılar elde etmekle değil, aynı zamanda iç manevi derinliği keşfetmekle mümkündür.

Eski zamanların İslam muhakkiklerinin öğrettikleri, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Onların dersleri, insanın hem akıl hem de kalp düzeyinde doğruyu bulmasını sağlayacak bir rehberdir. Zamanın değişmesiyle birlikte, insanoğlu yeniden kendi iç yolculuğuna dönmeli, sadece bilimin değil, ruhun da derinliklerine inmeli ve her iki tarafı da dengeleyerek gerçeği keşfetmelidir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=7KhHJcZatWU&t=453s




RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI, GERİ VE GERİDE KALMAMALI.

RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI, GERİ VE GERİDE KALMAMALI.[1]


Makale, insanın manevi yönünü merkeze alarak, ruhsal derinlik ve madde arasındaki dengeyi ele alacak şekilde tasarlanmıştır.

### RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI

İnsan, yaratılış itibarıyla iki temel unsurdan meydana gelir: Beden ve ruh. Beden, toprağın bir hediyesi; ruh ise ilahi bir nefhadır. Ancak modern çağın hızı, teknolojinin cazibesi ve maddi dünyanın göz kamaştırıcı ışıltısı, insanı çoğu zaman ruhun derinliklerinden uzaklaştırır. Oysa ruh, bedenin efendisi, maddenin ise yol göstericisi olmalıdır. Eğer ruh geri planda kalırsa, insan kendi özünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

### Ruhun Önceliği: Bir Hikmet Dersi

Bir gün, Hz. Mevlana’nın talebelerinden biri, üstadına şu soruyu sorar: “Efendim, insan neden bu kadar çok şeye sahip olmak ister? Neden hep daha fazlasını arar?” Mevlana, tebessüm eder ve talebesine bir testi su ile bir avuç toprak uzatır. “Bu testiyi toprakla doldur,” der. Talebe, testiyi toprakla doldurur, ancak testi hemen çatlar ve su dışarı sızar. Mevlana, “İşte,” der, “İnsan da böyledir. Eğer ruhunu maddeyle doldurmaya çalışırsan, ruhun kabı çatlar ve özün kaybolur. Ama ruhunu hikmetle, sevgiyle, anlamla doldurursan, o testi taşmaz, aksine bereketlenir.”

Bu hikaye, bize ruhun maddeye üstünlüğünü ve insanın asıl zenginliğinin iç dünyasında saklı olduğunu öğretir. Madde, bir araçtır; ruh ise gaye. Eğer araç, gayenin önüne geçerse, insan bir anlamda kendi varoluş amacını unutur.

### Maddi Dünyanın Aldatıcı Cazibesi

Günümüzde insanlık, maddi dünyanın büyüsüne kapılmış durumda. Teknoloji, lüks, konfor ve daha fazlası, ruhsal derinliği gölgede bırakıyor. İnsanlar, bir sonraki büyük başarıyı, yeni bir eşyayı ya da sosyal medyada daha fazla beğeniyi kovalarken, ruhlarını beslemeyi unutuyor. Oysa ruh, tıpkı bir bahçe gibidir; eğer sulanmaz, bakılmaz, sevgiyle işlenmezse solar, kurur ve çorak bir araziye dönüşür.

Bir düşünelim: En son ne zaman bir ağacın gölgesinde oturup sadece sessizliği dinledik? En son ne zaman bir çocuğun gülüşüne şahit olup kalpten bir dua ettik? Ya da en son ne zaman kendimize şu soruyu sorduk: “Ben bu dünyada neden varım?” Eğer bu soruların cevapları bulanıklaşıyorsa, ruhumuzun geri planda kaldığını anlamalıyız.

### İbretli Bir Örnek: Karun’un Hazin Sonu

Kuran-ı Kerim’de anlatılan Karun kıssası, maddenin ruha üstün gelmesinin hazin sonunu gözler önüne serer. Karun, sahip olduğu servetle övünen, zenginliğiyle kendini diğer insanlardan üstün gören biridir. Ancak ruhunu unutmuş, servetini bir amaç haline getirmiştir. Sonunda, sahip olduğu her şeyle birlikte yerin dibine batırılır. Bu kıssa, bize şunu öğretir: Eğer ruh, maddenin ardında kalırsa, insan ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, aslında hiçbir şeye sahip değildir.

### Ruhun Yükselişi: Manevi Dengeyi Bulmak

Peki, ruhu bedenin ve maddenin önüne nasıl geçirebiliriz? Bu sorunun cevabı, insanın kendi iç yolculuğunda saklıdır. İşte bazı adımlar:

1. **Sessizlik ve Tefekkür:** Her gün birkaç dakikamızı sessizce oturup düşünmeye ayıralım. Bu, ruhumuzun sesini duymamızı sağlar. Unutmayalım ki, ruh, gürültüde değil, sükûnette konuşur.

2. **İyilik ve Sevgi:** Başkalarına yardım etmek, sevgiyle yaklaşmak, ruhumuzu besler. Bir insanın yüzünde tebessüm olmak, en büyük manevi zenginliktir.

3. **Şükür:** Sahip olduklarımız için şükretmek, ruhumuzu maddeye esir olmaktan kurtarır. Şükür, ruhun kanatlarını açar ve bizi hafifletir.

4. **Amaç Bilinci:** Kendimize şu soruyu sık sık soralım: “Ben bu dünyada ne için varım?” Bu soru, ruhumuzu yeniden merkeze taşır ve hayatımıza anlam katar.

### Son Söz: Ruh, Hayatın Pusulasıdır

Unutmayalım ki, ruh, hayatımızın pusulasıdır. Eğer pusulamızı kaybedersek, yolumuzu da kaybederiz. Beden, bir süre sonra toprağa dönecek; madde, bir gün anlamını yitirecek. Ama ruh, ebediyete uzanan bir yolculuktadır. Bu yüzden, ruhumuzu hep önde tutalım; bedeni ve maddeyi ise onun hizmetkârı kılalım. Çünkü insan, ruhuyla insandır; ruhuyla yücelir.

“Ey insan! Sen bir küçük âlemsin, ama içinde büyük bir âlem saklı. O âlemi keşfet ki, asıl zenginlik orada.”

@@@@@@@

Ruhun Bedenden ve Maddeden Önde Olması: Hikmetli Bir Perspektif

İnsan, maddi ve manevi boyutları bir arada taşıyan bir varlık olarak dünyaya gelir. Fiziksel beden, bizim için görünür olan, hissedilen, dokunulan ve anlaşılan bir gerçeklik sunar. Ancak bedenin ötesinde, varlığımızın en derin özünü oluşturan bir yönümüz vardır: Ruh. Bedenin geçici, maddi yapısının aksine, ruh daha derin, sonsuz ve manevi bir varlıktır. Bu nedenle, “ruh hep bedenden ve maddeden önce olmalı, geri ve geride kalmamalı” ifadesi, insanın gerçek varlığının en önemli boyutunun ruh olduğunu hatırlatır.

Ruhun Önemi ve Bedene Bağlılık

Toplum, tarih boyunca insanı bedenin ihtiyaçları, arzuları ve çıkarlarıyla tanımlamıştır. Zenginlik, güç, fiziksel görünüş ve başarı gibi maddi hedefler, bireylerin hayatlarının merkezine oturmuş, ruhun derinliklerine inmek ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Fakat insan, sadece fiziksel varlıktan ibaret değildir. İnsan, ruhuyla var olan, duyguları, düşünceleri ve manevi yönleriyle eşsiz bir varlıktır. Beden, geçici ve sınırlıdır; bir gün yok olacak, yerini toprağa bırakacaktır. Ama ruh, sonsuzdur. O, fiziksel sınırların ötesindedir. Ruhun bedenden önde olması gerektiği, bir bakıma insanın doğru yönelmesi gereken hedefi, değerleri ve yaşam amacını hatırlatır. Bedenin geçici arzuları, ruhun yüksek idealleriyle yönlendirildiğinde insan, gerçek huzura, iç dengeye ve kalıcı mutluluğa ulaşabilir.

Geride Kalmamak: Ruhun Yüksek Amacı

Ruh, bedenden ve maddeden önce olmalı, geride kalmamalıdır. Zira, madde ile ruhun dengesiz bir şekilde yönlendirilmesi, insanı yalnızca yüzeysel bir yaşam sürmeye iter. Maddi hedefler, çoğu zaman ruhu körelten, insanı dar bir perspektife mahkum eden hedeflerdir. İnsan bedeninin en güçlü ve sağlıklı olduğu dönemlerde dahi, eğer ruhunu beslemez, maneviyatına gereken ilgiyi göstermezse, içte bir boşluk hissi doğar. Bedenin zaferleri, ruhun derinliğiyle harmanlanmadığında ise, geride kalan sadece maddi başarılar olur. Ve nihayetinde, ruhun susturulmuş sesi, insanı derin bir yalnızlığa itebilir.

Birçok büyük düşünür ve mistik, insanın gerçek potansiyelini ancak ruhuyla keşfedeceğini savunmuştur. Mevlana, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek, insanın ruhsal derinliğini ifade etmiş, dış dünyanın etkilerinden bağımsız olarak iç bir zenginliği ve anlamı bulmanın önemini vurgulamıştır. Bu, ruhun bedenden ve maddeden önce olması gerektiğini anlatan bir derstir. Gerçek değer, dışta olanın ötesindedir. İnsanın, bedenini ve maddi dünyayı aşan bir bilince sahip olması gerekir.

Ruhun Bedenle Uyumu

Ruh, sadece bedene hükmetmekle kalmaz, bedenin sağlıklı ve huzurlu olması için de ruhsal dengeye ihtiyaç vardır. Bedenin her türlü rahatsızlığı, ruhun bozulmuşluğunun bir yansıması olabilir. Aynı şekilde, ruhsal huzursuzluklar da bedeni etkileyebilir. Dolayısıyla, bedeni sağlıklı tutarken, ruhsal doyum ve huzur da bir o kadar önemlidir. Ruhun önce olması, insanın öz değerlerine, ahlaki ilkelerine ve manevi yolculuğuna yönelmesi gerektiğini ifade eder. Bu yönelme, yaşamın anlamını, her anın değerini ve insanın kendisiyle barışmasını sağlar.

İbretlik Bir Hikaye: Ruhun Hakikat Arayışı

Bir zamanlar bir köyde, insanlar arasında büyük bir bilgelik yarışması düzenleneceği duyurulmuş. Yarışmada birinci gelen kişi büyük bir ödül kazanacaktı. Genç bir adam, çok hevesli bir şekilde bu yarışmaya katılmaya karar verdi. Yarışma günü geldiğinde, herkes kendi bilgilerini sergilemeye başladı. Ancak bir yaşlı adam, hep sakin kalıp sadece izledi. Yarışma sonunda, en bilge kişi olarak o yaşlı adam seçildi. Genç adam merakla yaklaşarak ona sordu: “Nasıl oldu da bu kadar basit ve sakin bir şekilde en bilgili kişi oldunuz? Bizler bilgiyi nasıl aktaracağımızı bilmedik, ama siz hiç konuşmadınız.”

Yaşlı adam gülümsedi ve dedi ki: “Gerçek bilgi, sadece akılda değildir. Bilgi, ruhun derinliklerinde bulunur. Senin bildiğin her şey, maddi dünyanın sınırlarına bağlıydı. Benim bildiğim ise insan ruhunun yüksek hedefleridir. Gerçek bilgiyi bilmek, bedenin ötesindeki huzuru ve anlamı aramaktır.”

Bu hikaye, ruhun bedenin ötesinde ve maddeden önce olması gerektiğini vurgular. Bilgelik, dış dünyadan değil, insanın iç dünyasındaki derinliklerden gelir. Eğer insan sadece bedeni ve maddi dünyayı takip ederse, gerçek huzur ve anlamı bulmakta zorlanır.

Sonuç: Ruhun Önemi ve Yüksek Hedefler

Sonuç olarak, insanın gerçek potansiyeline ulaşabilmesi için ruhunun bedenden ve maddeden önce olması gerektiği gerçeği, hayatın temel eğitimidir. Bedenin geçici arzuları ve maddi hedefler geçicidir; ama ruh, sonsuz ve kalıcıdır. İnsan, ruhunu doğru besler, ona saygı gösterir ve yüksek ideallere yönelirse, yaşamın anlamını derinlemesine keşfeder. Ruh, insanın gerçek yol göstericisidir ve sadece bedeni değil, ruhu da beslemek, doğru bir yaşam sürmenin anahtarıdır.

@@@@@@

Bediüzzaman’ın ifadesiyle,
“Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit lezi

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kyQGjZntYWk&t=744s




İNSANI BOŞ VE DOLU KILAN SEBEPLER VE BUNLARIN NETİCESİ.

İNSANI BOŞ VE DOLU KILAN SEBEPLER VE BUNLARIN NETİCESİ.


İnsan, varoluşu gereği hem maddi hem de manevi bir yolculuğun yolcusu olan eşsiz bir varlıktır. Onu değerli kılan, hayatına anlam katan unsurlar olduğu gibi, onu içi boş bir kabuğa dönüştüren sebepler de mevcuttur. Bu makalede, insanı “dolu” veya “boş” kılan sebepleri hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir bakış açısıyla ele alacak, bu sebeplerin neticelerini derinlemesine inceleyeceğiz.

İnsanı Dolu Kılan Sebepler
İnsanı dolu kılan, özünü zenginleştiren unsurlar, onun hem bireysel hem de toplumsal hayatında anlam bulmasını sağlar. Bu unsurlar, insanın yaratılış gayesine uygun bir yaşam sürmesine vesile olur.

İman ve Amaç Bilinci
İnsan, yaratılışının bir tesadüf olmadığını idrak ettiğinde ve kendisini Yaratan’ın bir emanetçisi olarak gördüğünde, hayatı anlam kazanır. İman, insanın ruhunu besleyen bir kaynaktır. Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ve salih amel işleyenler için güzel bir gelecek vardır” (Bakara, 2:25) ayeti, insanın doluluğunun iman ve güzel işlerle şekillendiğini vurgular.
Hikmet: İman, bir ağacın kökü gibidir; kök sağlam olduğunda, dallar meyve verir. Amaç bilinci ise, insanı bir yaprak misali rüzgârın önünde savrulmaktan korur.
İlim ve Hikmet Arayışı
İnsan, öğrenme ve anlama kabiliyetiyle donatılmıştır. İlim, insanı boşluktan kurtarır ve ona bir ufuk çizer. Ancak ilim, hikmetle birleştiğinde gerçek değerini bulur. Hikmet, ilmi hayra yönlendiren bir pusuladır.
İbret: Hz. Ali’nin, “İlimsiz bir akıl, kanatsız bir kuş gibidir” sözü, ilmin insanı nasıl uçurabileceğini bize hatırlatır. İlim öğrenmeyen bir insan, bir kütüphanede tozlu raflara terk edilmiş bir kitap gibidir.
Erdemli Davranışlar ve İyilik
İnsan, başkalarına faydalı oldukça kendi varlığını anlamlandırır. İyilik, insanın ruhunu dolduran bir hazinedir. Bir yetimin başını okşamak, bir fakire el uzatmak, bir gönlü hoş etmek, insanı boşluktan uzaklaştırır.
Düşündürücü: Bir damla su, bir çiçeği canlandırabilir; bir tebessüm ise bir insanın hayatını değiştirebilir. İyilik, insanın içindeki boşluğu dolduran bir nefestir.
İnsanı Boş Kılan Sebepler
İnsanı boş kılan sebepler, onun yaratılış gayesinden uzaklaşmasına ve ruhsal bir çöküntüye sürüklenmesine yol açar. Bu sebepler, genellikle insanın kendi tercihlerinin bir sonucudur.

Amaçsızlık ve Anlamsızlık
İnsan, hayatının bir amaca hizmet etmediğini düşündüğünde, içi boş bir kabuğa dönüşür. Modern dünyanın dayattığı tüketim kültürü, insanı bir makine gibi yaşamaya mahkûm eder. Bu durum, ruhsal bir boşluk doğurur.
Hikmet: Bir gemi, rotasız kaldığında dalgalara teslim olur. İnsan da amaçsız kaldığında, hayatın fırtınalarında kaybolur.
Bencillik ve Hırs
İnsan, yalnızca kendi çıkarlarını düşündüğünde ve hırslarının esiri olduğunda, ruhsal bir çölde kaybolur. Bencillik, insanın içini kemiren bir hastalıktır. Hırs ise, bir bataklık gibidir; içine çekildikçe daha fazla batarsınız.
İbret: Tarih, hırslarının kurbanı olan nice kralların, hükümdarların hikâyeleriyle doludur. Firavun, Karun gibi isimler, bencilliğin ve hırsın insanı nasıl boşluğa sürüklediğinin açık birer örneğidir.
Nankörlük ve Şükürsüzlük
İnsan, elindeki nimetlerin kıymetini bilmediğinde, ruhu bir doyumsuzluk girdabına kapılır. Şükürsüzlük, insanı boşluğa mahkûm eder. Oysa şükür, insanın ruhunu zenginleştiren bir iksirdir.
Düşündürücü: Bir bardak su, çöldeki bir yolcu için bir hazineyken, bir sarayda yaşayan biri için sıradan bir nesne olabilir. Nankörlük, insanın gözlerini kör eder; şükür ise gönülleri aydınlatır.
Bunların Neticesi
İnsanı dolu veya boş kılan sebepler, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında farklı neticeler doğurur. Bu neticeler, insanın tercihlerinin bir aynasıdır.

Dolu Bir İnsanın Neticesi:
Dolu bir insan, hem kendisiyle hem de çevresiyle barışık bir hayat sürer. İman, ilim ve erdem, onun ruhunu bir bahar bahçesine çevirir. Toplumda iz bırakan, hayırla anılan bir birey olur. Ahiret hayatında ise, “Onlar, cennetlerde ağırlanırlar” (Âl-i İmrân, 3:15) müjdesine nail olur.
Hikmet: Dolu bir insan, bir mum gibidir; hem kendini aydınlatır hem de çevresine ışık saçar.
Boş Bir İnsanın Neticesi:
Boş bir insan, hayatı boyunca bir tatminsizlik ve huzursuzluk içinde yaşar. Amaçsızlık, bencillik ve nankörlük, onun ruhunu bir karanlığa hapseder. Toplumda unutulur, iz bırakmaz. Ahiret hayatında ise, “Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır” (Tâ-Hâ, 20:124) uyarısı onun için bir gerçeklik olur.
İbret: Boş bir insan, içi boş bir testi gibidir; ne kendi susuzluğunu giderir ne de başkasına bir fayda sağlar.
Son Söz: Tercih Bizim Ellerimizde
İnsan, bir yol ayrımında duran bir yolcu gibidir. Bir yol, onu doluluğa ve huzura götürürken; diğer yol, boşluğa ve karanlığa sürükler. Bu yol ayrımında, tercih tamamen insana aittir. Unutmayalım ki, her bir tercih, bir tohumdur; ektiğimiz tohumlar, yarın karşımıza bir bahçe ya da bir dikenlik olarak çıkacaktır.

Düşündürücü: Bir an için gözlerimizi kapatalım ve kendimize soralım: “Ben, dolu bir insan mıyım, yoksa boş bir kabuk mu?” Cevap, sadece bizim ellerimizde değil, aynı zamanda gönlümüzde saklıdır.

Bu makale, insanı derin bir tefekküre davet etmek için kaleme alınmıştır. Hayat, bir anlık gafletin değil, bir ömürlük bilincin eseridir. Öyleyse, dolu bir insan olmak için bugün bir adım atalım; çünkü yarın, bugünün aynasıdır.




İNSAN LEYLA, DÜNYA VE FANİ İÇİN YANARSA KÜL OLUR. ALLAH İÇİN, AHİRET VE BAKİ İÇİN YANARSA KUL OLUR.

İNSAN LEYLA, DÜNYA VE FANİ İÇİN YANARSA KÜL OLUR. ALLAH İÇİN, AHİRET VE BAKİ İÇİN YANARSA KUL OLUR.


Tıpkı odun gibi, bir yanı kül olurken, diğer yanı Nur ve ışık olmaktadır.

Yanışın Mahiyeti: Kül mü, Kul mu?

İnsan, yaratılışı gereği bir şeye bağlanmadan, bir hedefe yönelmeden yaşayamaz. Kimi servetin, kimi şöhretin, kimi makamın, kimi de bir insanın peşinde yanar. Kimisi de Allah için yanar. İşte, insanın ne için yandığı onun sonunu belirler: Kül mü olur, kul mu?

Dünya İçin Yanan, Kül Olur

Dünya, geçici bir duraktır. İçindeki nimetler ve lezzetler ancak belirli bir süre için insana tahsis edilmiştir. Fani olana aşkla bağlanan, aslında bir seraba koşar. Leyla için yanan Mecnun misali, ne kadar uğraşırsa uğraşsın sonunda eli boş kalır. Dünya sevgisi, insanın kalbini öyle sarar ki, hakikati göremez hale gelir. Mal, mülk, şöhret, makam gibi şeyler için yananlar, sonunda ruhen ve bedenen tükenirler. Onların yanışı, bir mumun aleve teslim olup kül olması gibidir.

Tarihe baktığımızda nice zenginler, nice hükümdarlar, nice şöhret sahipleri, sahip olduklarıyla mutmain olamamış, daha fazlasını isterken ömürlerini heba etmişlerdir. Firavun, Nemrut, Karun… Hepsi dünya için yandı, ama sonunda külden başka bir şey olamadılar. Çünkü faniyi amaç edinen, fanilikle yok olur.

Allah İçin Yanan, Kul Olur

Öte yandan, Rabbine yönelen, dünya nimetlerini birer vasıta olarak gören kişi, yanışını anlamlandırır. O artık kül olmak için değil, kul olmak için yanar. Aşkını, şevkini ve enerjisini ebedi olan için harcar. Ahireti merkeze alır ve dünya imtihanlarını sabır ve şükürle karşılar. İşte bu kişi, yanarken tükenmez; aksine olgunlaşır, arınır ve gerçek huzura erişir.

Mevlana’nın pervane metaforu burada ne kadar hikmetlidir! Pervane, ışığa aşkla yönelir ve sonunda ateşte yanar. Ancak bu yanış yok olmak için değil, hakikati bulmak içindir. İnsan da, fani aşkların peşinde yanıp kül olacağına, ebedi hakikatin ateşinde yanarak gerçek bir kul olmalıdır.

Yanışını Seç!

Her insan bir ateşle sınanır. Kimi dünyevi arzuların peşinde yanar ve sonunda pişmanlık içinde yok olur. Kimi de hakikatin nurunda yanarak kulluğunu idrak eder ve ebedi saadete kavuşur.

Öyleyse kendimize şu soruyu soralım: Biz ne için yanıyoruz? Kül mü olacağız, kul mu?

@@@@@@@

Tıpkı huzur ve huzuru bulmak için çabalayan kral gibi

huzuru arayan krala huzurlu birinin gömleğini giymesi tavsiye edilir.adamlari arastirip bulur ancak adam ciplaktir

 

 




DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR .

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR . [1]

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR. NEMRUD VE NEMRUTCUKLARLA, HZ. İBRAHİM VE SEVENLERİNİN AYRILDIĞI VE AYRIŞTIĞI BİR YERDİR.


Dünya: Birlikte Yaşanan, Ama Ahirette Ayrışılan Bir Diyâr

Dünya, tüm insanlığın buluştuğu, farklı inançların, ideolojilerin, iyilik ve kötülüğün iç içe olduğu bir sahnedir. Bu sahnede herkes bir arada yaşar, nefes alır, aynı güneşi paylaşır. Ancak, asıl ayrışma ahirette olacaktır. Çünkü dünya, Nemrut ve Nemrutçuklarla, Hz. İbrahim ve sevenlerinin yollarının ayrıştığı bir sınav yeridir.

1. Dünya: Herkesin Birlikte Olduğu Bir Sınav Alanı

Dünya, sadece müminlerin veya sadece zalimlerin yaşadığı bir yer değildir. İyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, iman ve inkâr her zaman iç içe olmuştur.

Hz. Musa ile Firavun aynı dönemde yaşadı. Ama biri zalimliğiyle anıldı, diğeri peygamberliğiyle…

Hz. İbrahim ile Nemrut aynı dünyada yaşadı. Ama biri ateşin içinde serinliğe kavuştu, diğeri kendisini ilah ilan edip helak oldu.

Peygamber Efendimiz (sav) ile Ebu Cehil aynı şehirde yaşadı. Ama biri âlemlere rahmet oldu, diğeri adını bile kötü bir unvan olarak bıraktı.

Bu, dünyanın değişmez hakikatidir. Herkes bir arada yaşar, ama herkes aynı kaderi paylaşmaz. Çünkü dünya, herkesin sınandığı bir yerdir.

2. Nemrut ve Nemrutçuklar: Zulmün ve Kibirin Temsilcileri

Nemrut, sadece bir şahıs değil, tarih boyunca süregelen kibirli, zalim, Allah’ı unutmuş güçlerin bir sembolüdür. Nemrut’un yolunda gidenler, hakikati çarpıtan, kendilerini ilah gibi gören, zulümle hükmeden ve insanları köleleştiren anlayışın temsilcileridir.

Bugünün Nemrutçukları, hakikati susturmaya çalışıyor.

Adalet yerine zulmü, merhamet yerine hırsı yüceltiyor.

İnsanların gönüllerini, mallarını ve özgürlüklerini sömürerek kendilerini “güçlü” sanıyorlar.

Ama unutulmamalıdır ki: Nemrut’un saltanatı ateşte sona erdi. Firavun, denizde boğuldu. Zalimler, daima bir sonla karşılaştılar.

3. Hz. İbrahim ve Sevenleri: Hakikatin Yolcuları

Hz. İbrahim, tevhidi savunan, zulme boyun eğmeyen, Nemrut’un karşısında tek başına bile olsa dimdik duran bir iman timsalidir. Onun yolunda olanlar:

Hakkın yanında dururlar, zulme rıza göstermezler.

Allah’a dayanır, dünyayı asıl yurt olarak görmezler.

Zalimin tahtı sarsılsa bile, sabır ve dua ile mücadele ederler.

Hz. İbrahim’in ateşe atılmasına rağmen yanmaması, bize şu hakikati gösterir: Zalimler ne kadar güçlü olursa olsun, Allah dilediğinde ateşi bile serin kılar.

4. Ahiret: Asıl Ayrışmanın Yaşanacağı Yer

Dünya, Nemrut ile İbrahim’in, Firavun ile Musa’nın, hak ile batılın aynı atmosferde nefes aldığı yerdir. Ama ahiret, asıl hesap günüdür.

Zalimler, güçlerini kaybedip hesap verecek.

Mazlumlar, sabırlarının karşılığını alacak.

İyiler ve kötüler, bir daha bir araya gelmemek üzere ayrılacak.

Dünya, bir imtihan meydanı; ahiret ise nihai duraktır. Bu dünyada kimin yanında durduğumuz, ahirette nerede olacağımızı belirleyecektir.

Sonuç: Kimin Yanında Yer Alacağız?

Dünya, herkesin aynı sofraya oturduğu, aynı yağmurla ıslandığı, aynı güneşle aydınlandığı bir yerdir. Ama asıl önemli olan, kimin tarafında durduğumuzdur.

Nemrut’un mu, İbrahim’in mi?

Firavun’un mu, Musa’nın mı?

Zulmün mü, adaletin mi?

Bu dünya, herkesin aynı kaderi paylaşacağı bir yer değil. Bugün iç içe yaşasak da, ahirette yollarımız ayrılacak.

Hangi yolda yürüdüğümüz, nerede durduğumuz ve kimlerle beraber olduğumuz, sonsuz yurdumuzu belirleyecek.

Hadiste: “Kişi sevdiğiyle beraberdir. ” buyurulur.
Ne diyelim!
Allah herkesi sevdiğiyle beraber eylesin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=4m38koDtnio




NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR.

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR.[1]

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR. DÜNYA PAZARINDA NUR ALIP NUR SATARIZ.


Nurdan Gelen Kâinat: Nur’un Pazarı ve İnsan

Kâinat, nurdan yaratılmış bir tecelli âlemidir. Her şeyin kaynağı olan Nur-u Muhammedî ve Nur-u İlâhî, varlıkların özüne işlenmiş bir hakikattir. Güneş ışığını nasıl bir kaynaktan alıyor ve her yere ulaştırıyorsa, varlık âlemi de İlâhî nurdan gelen bir ışıkla aydınlanır, şekillenir ve tekrar nur kaynağına döner.

İnsan, bu nurlu pazarda bir yolcudur. Dünya pazarı, yalnızca maddi alım satımların yapıldığı bir yer değildir; aynı zamanda manevi değerlerin, hakikatin ve ahirete yönelik azıkların kazanıldığı bir mekândır. İnsan bu dünyada nur alır, nur satar; yani, Allah’ın nuru olan iman, marifet ve hikmetleri kazanır ve başkalarına aktarır.

Kâinatın Nurla Boyanması

Güneşin vurduğu bir cam parçası, ışığı yansıtınca aydınlanır; kirli bir cam ise ışığı geçirmez. İnsan ruhu da böyledir. Kalp temizse, iman nuru orada parlar; nefis perdelenmişse, karanlıklar içinde kalır.

Bir ağacın toprağa bağlı olduğu gibi, insan da manen Rabbi’ne bağlıdır. Toprak, su ve güneşten aldığıyla meyve verir; insan ise Kur’an nurundan, iman hakikatlerinden beslenerek meyve verir. Eğer bu dünyada hikmetin ve imanın nurunu alırsa, ahirette ebedî saadetin ışığını kazanır. Eğer gafletin karanlığında kalırsa, sonsuz bir hüsran içinde kaybolur.

Nur Pazarı: Dünyada Ne Alıp Satıyoruz?

Bu dünya, hakikatlerin, iyiliklerin, ibadetlerin ve sabrın ticaretinin yapıldığı bir pazar yeridir. İnsan, fani mallar yerine kalıcı olan hakikatleri satın almalıdır. Kur’an, bize bu alışverişi anlatır:

> “Allah, müminlerden, mallarını ve canlarını, onlara cennet vermek karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 111)

Bu alışverişte mümin, Allah’ın nurunu arar, hakikatin ışığını yayar ve cenneti kazanan bir tüccar olur. Fakat gaflete düşenler, fani dünya mallarını ebedî zannederek hüsrana uğrar.

Nur’a Doğru Yolculuk

Her insan, doğumla başlayan ve ölümle son bulan bir nur yolculuğundadır. Doğarken temiz bir fıtratla geliriz; eğer iman nuru ile aydınlanırsak, yolculuğumuz sonunda ebedî saadetin ışığına ulaşırız. Eğer bu dünyada karanlık bir yolda yürürsek, ahirette de hüsran içinde oluruz.

Şu hâlde, en büyük kazanç kalbi ve aklı iman nuruyla doldurmak, ilimle aydınlanmak ve hakikati yaymaktır. Zira bu dünya, bir pazar yeridir; ama bu pazarda nur alıp nur satanlar, ebedî kâr elde edenlerdir.

Son Söz

Ey insan! Dünyanın pazarı kapanmadan, nur almak ve satmak için fırsatı kaçırma. Kalbinin aynasını temizle ki, iman nuru orada parlasın. Çünkü kâinat nurdan geldi, nurla boyandı ve tekrar nura dönecek. Ve unutma: Karanlık bir dünya, ancak hakikatin nuru ile aydınlanır.

Gelmeden önce ve gittikten sonra NUR olan insan, ara noktayı da iman ve Kuran’ın nuruyla doldurmalıdır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=35uCxep7feI




RAMAZAN YANMAKTIR

RAMAZAN YANMAKTIR[1]


Ramazan’ın Kelime Manası ve Hikmeti

Kelime Manası:

“Ramazan” kelimesi, Arapça “ramada” (رمض) kökünden gelir ve “kavurucu sıcak”, “yanmak”, “kuraklık” gibi anlamlara sahiptir. Bu kelimenin Ramazan ayına isim olmasıyla ilgili birkaç yorum vardır:

1. Günahların yanması: Ramazan, günahlardan arınma ayıdır. Oruç ve ibadetlerle kulun manevi hataları bağışlanır, adeta günahlar yanarak temizlenir.

2. Sıcakta taşların ısınıp yumuşaması gibi, kalplerin yumuşaması: İnsan, Ramazan’da açlık ve susuzlukla nefsi terbiye eder, kalbi rikkat kazanır, fakirlerin hâlini daha iyi anlar.

3. Eskiden Ramazan ayının sıcak mevsimlere denk gelmesi: Araplar, ayları adlandırırken yaşadıkları doğa olaylarını baz alırlardı. Ramazan ayının isimlendirildiği dönemde büyük ihtimalle kavurucu sıcaklar hâkimdi.

Ramazan’ın Hikmeti:

Ramazan ayı, sadece oruç tutulması gereken bir dönem değil, aynı zamanda insanın maddi ve manevi yönünü terbiye eden bir okul gibidir. İşte Ramazan’ın hikmetlerinden bazıları:

1. Nefis Terbiyesi:

İnsan, açlık ve susuzlukla nefsin kontrolünü sağlar, şehvet ve arzularını dizginler.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, oruç nefse “sen hâkim değil, mahkûmsun” demeyi öğretir.

2. Şefkat ve Merhamet:

Aç kalmak, insanın fakirlerin hâlini anlamasına ve empati kurmasına vesile olur.

Paylaşma, sadaka ve infak gibi duygular daha fazla öne çıkar.

3. Sabır ve İrade Eğitimi:

Gün boyunca yemek, içmek ve diğer dünyevî zevklerden uzak duran insan, iradesini güçlendirir.

Sabır, hem bireysel gelişim hem de manevi yükseliş için temel bir meziyettir.

4. Kur’an Ayı:

Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında indirilmeye başlanmıştır. (Bakara, 185)

Bu yüzden Ramazan, Kur’an’ı daha çok okumak, anlamak ve yaşamak için bir fırsattır.

5. Günahların Affı ve Mağfiret:

Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Kim Ramazan ayını inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek oruç tutarsa, geçmiş günahları affolunur” (Buhari, Savm, 6) buyurmuştur.

Bu ay, tevbe ve arınma ayıdır.

6. Sağlık ve Bedenî Hikmetler:

Oruç, sindirim sistemine dinlenme fırsatı vererek vücudu temizler.

Modern tıpta da “aralıklı oruç” (intermittent fasting) gibi yöntemlerle orucun faydaları vurgulanmaktadır.

Sonuç:

Ramazan, sadece bir oruç ayı değil, ruhun, kalbin ve aklın yeniden inşası için bir fırsattır. Günahlardan arınma, nefsi terbiye etme, sabrı ve şükrü öğrenme, Kur’an’a yönelme ve paylaşma ayıdır. “Ramazan” kelimesinin kökündeki “yanmak” anlamı, bu ayın günahları eritmesi ve ruhu arındırması ile birebir örtüşmektedir.

@@@@@@@@

“Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
……Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar. ”
Bunun izahı ve özellikle, “O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.” Burada geçen, “O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.” Sair cihazati insaniye ve O ulvi vazifeler ise,

Oruç: Manevî Fabrikanın Sessizleşmesi ve Ulvî Vazifelere Yolculuk

İnsanın varlığı, sadece maddi bedenden ibaret değildir. Ruh, kalp, akıl, sır gibi manevî cihazlar da insanın asli unsurlarıdır. Ancak insan, hayatın akışı içinde çoğu zaman bu yüksek duygularını unutur, onları köreltir ve nefsin taleplerine esir olur. Bu esaret, manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla insanın dikkatini dağıtır, onu hakikî maksadından uzaklaştırır. Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi, nefsin sürekli meşguliyeti ve tatminsiz arzuları, insanın kalbini, ruhunu ve aklını hakikatten perdeler.

Sair Cihazât-ı İnsaniye Nedir?

İnsan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği birçok latife (manevî duygu) ile donatılmıştır. Bunlardan bazıları:

Kalp: Allah’ı sevme, O’na yönelme merkezi

Ruh: Ebediyetle bağlantılı olan ve sonsuzluk arzusunu taşıyan cevher

Akıl: Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayırt etme melekesi

Sır: Hakikatin derinliklerine vakıf olma istidadı

Vicdan: Doğruyu ve yanlışı hissetme mekanizması

Bu manevî cihazlar, insanın ulvî vazifelerini yerine getirebilmesi için yaratılmıştır. Ancak, nefsin daimi meşguliyeti, mide ve şehvetin aşırı talepleri, dünyevî telaşlar bunları işlevsiz hâle getirir. İşte bu yüzden, oruç gibi ibadetler, insanın iç dünyasında bir düzenleme yaparak, bu cihazları tekrar asli görevlerine döndürür.

Ulvi Vazifeler Nelerdir?

İnsanın yaratılış gayesi, sadece dünyada yaşamak, yemek içmek, çalışmak ve geçim derdine düşmek değildir. Ulvî vazifeler, daha yüksek, daha hakikatli ve ebedî gayeleri ifade eder:

1. Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmek:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

2. Kendi nefsini terbiye etmek ve kontrol altına almak:

Oruç, nefsin haddini bildiren en güçlü ibadetlerden biridir.

3. Dünya hayatının faniliğini idrak etmek:

İnsan, açlıkla acziyetini anlar ve kendini hakiki istinat noktası olan Allah’a yönlendirir.

4. Tezekkür ve tefekkür etmek:

Oruç, insanın dünyaya geliş gayesini, ölüm hakikatini ve ahiret yolculuğunu daha iyi anlamasına vesile olur.

Oruç: Fabrikanın Gürültüsünü Susturan İlahi Bir Sistem

İnsan bedeni, içinde sayısız sistem barındıran bir fabrika gibidir. Kalp çarkları çalışır, akıl dişlileri döner, duygular kanallar açar. Ancak nefis, bu fabrikanın gürültüsünü artırarak insanı hakikatten uzaklaştıran bir mekanizmaya dönüştürebilir. Mide doyduğunda, şehvet tatmin olduğunda, beden rahatladığında, insan kendini dünyanın merkezi sanır. Bu durumda, kalp, ruh, akıl ve diğer latifeler arka plana atılır. İşte oruç, bu fabrika çarklarını durduran bir “sessizlik butonu” gibidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, oruç sayesinde mide ağlar, ama kalp ve ruh gülmeye başlar. Çünkü nefis susunca, kalp Allah’a yönelir, ruh hakikati hissetmeye başlar, akıl tefekküre dalar.

Oruçsuz Hayat: Fabrikanın Dumanı, Gürültüsü ve Kaosu

Orucun olmadığı bir hayat, sürekli dumanlar içinde çalışan bir fabrikanın iç karartıcı haline benzer. İnsan, sürekli nefsin talepleri peşinde koşar ve hiçbir zaman tatmin olmaz. Midemiz doyduğunda gözümüz tok olmaz, evimiz genişlediğinde iç huzurumuz artmaz, servetimiz çoğaldığında mutluluk garantilenmez. Çünkü insanın hakiki doyumu, nefsin taleplerini kısmakta ve ruhun sesini duymakta yatar.

Oruç, bu gürültüyü susturur, dumanı dağıtır ve insanı fabrikanın özüne, yani hakikî vazifesine yöneltir.

Sonuç: Oruç, Nefsin Hakimiyetinden Kurtuluşun Anahtarıdır

Oruç, insanı fabrika gürültüsünden ve nefis dumanlarından kurtaran bir manevi temizliktir. İnsan nefsin despotluğundan kurtuldukça, ulvî vazifelerine yönelir. Mide aç kalınca, kalp doyar, şehvet susunca ruh yükselir, dünya meşgalesi azalınca akıl Allah’ı hatırlar.

Bu yüzden oruç, sadece aç kalmak değil, insanın yaratılış gayesine dönmesi için bir fırsattır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Midenin ağlamasına rağmen, kalp ve ruh masumane gülmeye başlar.”

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kc0qlOoRaKM




HERŞEY DE BİR HİKMET VAR. BİR YAPRAK BİLE BİR KADERLE DÜŞERSE….

HERŞEY DE BİR HİKMET VAR. BİR YAPRAK BİLE BİR KADERLE DÜŞERSE…[1]


Her Şeyde Bir Hikmet Var: Bir Yaprak Bile Kaderle Düşer

Evrenin en küçük detayından en büyük düzenine kadar her şey bir nizam ve ölçü içinde hareket eder. Bunu görebilmek için kainata dikkatle bakmak yeterlidir. Bir yaprağın düşüşünden, insanın doğumuna ve ölümüne kadar her olay, tesadüflerden uzak, büyük bir hikmetle şekillenir.

Bir sonbahar sabahı, ağaçtan kopup süzülerek yere düşen bir yaprağı ele alalım. Görünüşte basit bir tabiat olayı gibi görünse de, aslında içinde sayısız hikmet ve ibret barındırır. O yaprak, belli bir vakitte, belli bir yöne doğru düşer. Belki bir karıncanın yolunu kapatacak, belki toprağa karışarak yeni bir canlının besini olacak, belki de bir çocuğun eline düşüp ona hayaller kurduracaktır. Kimin aklına gelirdi ki küçücük bir yaprağın bile bu kadar anlamlı bir yolculuğu olsun?

Kaderin İncelikleri: Küçük Olaylar, Büyük Neticeler

İnsan hayatında da tıpkı yapraklar gibi büyük ve küçük olaylar vardır. Başımıza gelen her şey, Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetiyle takdir edilmiştir. Bazen bir aksilik gibi görünen şey, yıllar sonra büyük bir hayır ve nimet olarak karşımıza çıkar. Bir kapı kapanır, ama daha güzel bir kapı açılır.

Tarih boyunca nice olaylar vardır ki, başta felaket gibi görülmüş ama zaman içinde büyük hayırların doğmasına vesile olmuştur. Mesela, bir insanın işten çıkarılması, onu daha iyi bir fırsata götürebilir. Bir hastalık, insanı dünya meşgalesinden uzaklaştırıp, ahireti ve Allah’ı daha çok düşünmeye sevk edebilir.

Bu konuda Hz. Musa’nın (a.s.) kıssasında geçen Hızır’ın (a.s.) yaptığı işler çok ibretlidir. Gemiyi delmesi, bir çocuğu öldürmesi ve bir duvarı düzeltmesi gibi olaylar ilk bakışta yanlış gibi görünse de, hepsinin arkasında derin bir hikmet yatmaktaydı. Hz. Musa (a.s.) bu olayların hikmetini öğrenince, Allah’ın kaderinin ne kadar ince ve hassas olduğunu bir kez daha anlamış oldu.

İnsanın Teslimiyeti: Kaderde Rahmet Aramak

Bazen hayat bizi zorlar. Başımıza gelen olaylar, bize adaletsiz veya anlamsız gibi gelebilir. Fakat Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır ve her şey O’nun kontrolündedir. İnsana düşen, sabır ve tevekkül ile O’na teslim olmaktır. Çünkü, “Belki hoşunuza gitmeyen şeyde sizin için bir hayır vardır, belki de sevdiğiniz şeyde sizin için bir şer vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216) ayeti bize her işin sonunda bir hikmet olduğunu gösterir.

Bir yaprak bile kaderle düşüyorsa, insanın hayatındaki hiçbir olay tesadüf olamaz. Her şey, Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetiyle şekillenmiştir. Önemli olan, ibret alarak bakabilmek, sabır ve şükürle hayata devam edebilmektir.

Son olarak, Yunus Emre’nin şu güzel sözüyle bitirelim:

“Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı. Her işte bir hayır var, sabreyle ve gör bak!”

Kader konuşursa, kudreti beşer susar.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=Ph8fRfjuKMk




İNSAN OLMAK MI İNSANİYETTE KALMAK MI?

İNSAN OLMAK MI İNSANİYETTE KALMAK MI?[1]

  1. ÂDEM İNSANİYYETİN ÇEKİRDEĞİDİR. İNSAN VE İNSANİYET FARKI.


Hz. Âdem: İnsanlığın Çekirdeği ve İnsaniyetin Şahidi

Hz. Adem (a.s.), insan neslinin atası olduğu gibi, insaniyetin de çekirdeğidir. Yani sadece biyolojik olarak insanlığın başlangıcı değil, aynı zamanda insana has değerlerin, bilincin ve ruhun da ilk temsilcisidir. Ancak burada çok önemli bir ayrım yapmak gerekir: İnsan olmak ile insaniyet sahibi olmak aynı şey değildir.

İnsan, fiziki ve biyolojik yönüyle bir varlıktır; doğar, büyür ve ölür. Ancak insaniyet, ruhun kemale ermesiyle, ahlakın ve bilincin olgunlaşmasıyla ortaya çıkan bir haldir. Hz. Adem hem insan hem de insaniyetin bir timsalidir; fakat insanlık tarihi göstermiştir ki, her insan insaniyet sahibi değildir. İşte bu ayrım, insanlığın en büyük imtihanlarından biridir.

İnsan Olmak Yetmez, İnsaniyet Gerek

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmesi anlatılırken, insanoğlunun yeryüzündeki konumu vurgulanır: “Biz insanı en güzel surette yarattık.” (Tin, 95/4) Ancak hemen ardından gelen ayette şu uyarı yapılır: “Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tin, 95/5)

Bu ayetler, insanın iki yönlü bir varlık olduğunu gösterir:

1. En güzel şekilde yaratılan, üstün kabiliyetlere sahip bir varlık.

2. Bu kabiliyetleri yanlış kullanarak aşağıların aşağısına düşebilecek bir varlık.

Hz. Adem’in kıssasında iblisin isyanı, insaniyet ile insan olmanın farkını gözler önüne serer. Şeytan, Adem’i küçümsedi ve kendisini ondan üstün gördü. Oysa Adem, Allah’tan gelen emanetleri taşıyan, ruhunu terbiye eden bir varlıktı. İşte insaniyet burada devreye girer:

İnsaniyet, insanın sadece akıl sahibi olması değil, aklını hakikati bulmak için kullanmasıdır.

İnsaniyet, yalnızca yaşamak değil, yaşamayı anlamlandırmaktır.

İnsaniyet, kendi nefsinin peşine düşmek değil, nefsini terbiye etmektir.

İnsaniyetin Kaybı: Adem’den Nemrut’a, Firavun’dan Günümüze

Hz. Adem’den sonra gelen nesiller, insaniyetin zirvesine de çıkabildi, insaniyetsizliğin bataklığına da saplanabildi. Tarih boyunca insan suretinde olup insaniyetini kaybetmiş sayısız örnek görüyoruz:

Nemrut, Allah’a meydan okuyacak kadar kibirlenmiş, insanlıktan çıkmıştı.

Firavun, kendi halkına zulmederek, zulmü normalleştirmişti.

Ebu Cehil, hakikati bile bile inkar ederek, insanı insan yapan en temel özelliği, doğruluğu terk etmişti.

Bu isimler, insan olmalarına rağmen insaniyetlerini kaybettikleri için kötü hatırlanıyorlar. Ancak insaniyetin timsali olan peygamberler ve veliler, isimleriyle değil, temsil ettikleri erdemlerle anılıyorlar.

İnsanlık Teknolojide İlerledi, Peki Ya İnsaniyet?

Günümüzde insanlık bilimde, teknolojide ve sanayide büyük ilerlemeler kaydetti. Ancak insaniyet konusunda aynı ilerleme var mı?

Bir insan, Mars’a gidebilecek teknolojiye sahip olabilir ama eğer komşusuna yardım etmiyorsa, insaniyet noktasında gelişmemiştir.

Milyarlarca dolarlık ekonomi yönetebilir ama vicdanını kaybetmişse, insan suretinde bir makine gibidir.

Akademik olarak en üst seviyede olabilir ama hakkı ve adaleti gözetmiyorsa, sadece bilgi yığını taşıyan bir bedenden ibarettir.

Bu yüzden, Hz. Adem’in sadece fiziksel olarak insanlığın atası olduğunu düşünmek eksik olur. O, aynı zamanda insaniyetin de çekirdeğidir. Çünkü o, hatasını kabul edip tövbe eden ilk insandır. Onu üstün kılan, hatasızlığı değil, hatasını fark edip Allah’a yönelmesidir.

Sonuç: Hz. Adem’in İzinden Gitmek

Bugün her insan, Hz. Adem’in bir evladı olarak dünyaya gelir ama insaniyet noktasında nereye varacağı kendi seçimlerine bağlıdır. İnsanlık, doğuştan gelen bir mirastır; fakat insaniyet, çabayla elde edilen bir meziyettir.

Şu soruyu kendimize sormalıyız: “Sadece insan olarak mı yaşayıp gideceğiz, yoksa insaniyetimizi inşa edip hakkı ve adaleti mi savunacağız?”

Hakikati arayan, nefsini terbiye eden ve insaniyetiyle yükselenlerden olabilmek dileğiyle…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=uqiPvlGr4Yg




HAKİKATİN ÖNÜNDEKİ BERZAHLAR

HAKİKATİN ÖNÜNDEKİ BERZAHLAR[1]

VARLIKLAR VE ARALARINDAKİ BERZAHLAR. BERZAHLAR HAKİKATİN GEÇİŞ VE GİRİŞ KAPISIDIR


VARLIKLAR VE BERZAHLAR: HAKİKATİN GEÇİŞ KAPILARI

Evren, zâhir olanın ve bâtın olanın iç içe geçtiği büyük bir tecellî sahnesidir. Gözümüzün gördüğü âlem ile görmediğimiz âlemler arasında perdeler, yani berzahlar vardır. Berzah, iki şey arasında bulunan sınır, geçiş veya perde anlamına gelir. Kur’an’da, “İki denizi salıverdi; biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Aralarına bir berzah koydu, birbirine karışmazlar.” (Furkan, 53) buyurularak, berzahın bu âlemde nasıl işlediğine dair bir işaret verilmiştir.

Berzahlar, sadece fiziksel âlemde değil, ruhî ve metafizik âlemlerde de vardır. İnsanın idrak edemediği hakikatler, ancak bu berzahların kapıları açıldığında kendini gösterir. Bu makalede, varlıkların arasındaki berzahları, bu berzahların hakikate nasıl birer geçiş kapısı olduğunu ve insanın hangi hallerde bu kapıları aşabileceğini ele alacağız.

BERZAHLARIN MAHİYETİ: ZÂHİR VE BÂTIN ARASINDAKİ PERDE

Allah, varlıkları yaratırken her birini farklı boyutlara ve âlemlere yerleştirmiştir. Fiziksel âlem, bizim duyularımızla algıladığımız maddi varlıklardır. Ruhî âlem ise idrakimizin ötesinde olan, ama varlığını hissettiğimiz bir gerçekliktir. İşte bu iki âlem arasında bir perde, yani berzah bulunmaktadır.

Berzah, bir nevi eşik gibidir. Bir kapının eşiğinde duran kişi, bir tarafı geride bırakıp yeni bir dünyaya adım atar. Bu eşik, bazen ölümle öbür âleme geçiş, bazen ise dünyevî hakikatlerden ilahî hakikatlere açılan bir bilinç kapısıdır.

Kur’an’da, ölümle ahiret arasındaki bekleyiş sürecine de berzah âlemi denir:

“Ölümlerinden sonra onların önlerinde, tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 100)

Yani insan, ölünce bir berzahta bekler ve kıyametle birlikte yeni bir âleme geçer. Bu, fizikî bir sınır gibi görünse de, hakikatte idrak seviyesinin değişmesidir.

BERZAHLARIN ÇEŞİTLERİ VE GEÇİŞLER

1. Duyular Arasındaki Berzah

İnsan, beş duyusu ile algıladığı dünya içinde yaşar. Ama gözle görülemeyen, kulakla işitilemeyen, elle tutulamayan varlıklar da mevcuttur. Örneğin, bir ses dalgası havada yayılır ama biz onu sadece işitme duyumuzla algılarız. Göz için o ses yok gibidir. İşte burada bir berzah vardır: Ses dalgaları ile göz arasındaki perde.

Bu misalden yola çıkarak, insanın algı kapasitesi değiştiğinde, önündeki berzahlar kalkar. Mesela, keşif ehli kimseler için görünmeyen âlem görünür hale gelir.

2. Bâtınî ve Manevî Berzahlar

Bâtınî berzahlar, insanın kalbi ile hakikat arasındaki perdedir. Nefis, kibir, dünyevî arzular gibi şeyler insanın kalbini hakikate kapatan berzahlar oluşturur. Tasavvufta bu perdelerin kalkması için tezkiye (arınma) ve murakabe (farkındalık) gerekir.

Nitekim Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle der:

“İnsan, bir berzahtır; ruh ile bedenin arasındaki bir köprüdür. Eğer nefsinin peşine düşerse, hayvanî âleme, eğer ruhunu dinlerse ilahî âleme geçer.”

Bu söz, insanın manevi berzahının, neyi seçtiğine bağlı olarak değişebileceğini gösterir.

3. Ölüm ve Berzah

Ölüm, en büyük berzahtır. İnsan, dünyadan ahirete geçerken bu perdeyi aşar. Ancak bu geçiş, sadece fizikî bir ölümle değil, “ölmeden önce ölmek” sırrına ermekle de mümkündür. Yani, dünyaya olan bağlarını koparıp, hakikate yönelen kişi, yaşarken berzahı aşmış olur.

Bu yüzden büyük sûfîlerden biri şöyle demiştir:

“Ölüm bir berzahtır; ama yaşayan ölüler için değil, dirilmiş ruhlar için bir doğuştur.”

BERZAHLARI AŞMAK VE HAKİKATE ULAŞMAK

Berzahlar, hakikate açılan birer kapıdır. Ama bu kapıları açmak, her insan için kolay değildir. Bunun için üç önemli unsur gerekir:

1. İlim: Hakikati bilmeyen kişi, perdeler ardında kalır. Kur’an ve sünnet bu perdeleri kaldıran en büyük rehberdir.

2. Tezkiye (Arınma): Kalp saflaşmadıkça hakikat gözükmez. Nefsin arzularına esir olan biri, kendi içindeki berzahları aşamaz.

3. Aşk ve İhlas: Allah’a duyulan sevgi, berzahı kaldıran en büyük anahtardır. Sevgiyle bakan kişi, varlıklar arasında perdeler değil, O’na açılan kapılar görür.

İBRETLİ BİR KISSA

Bir gün bir derviş, üstadına şöyle sordu:

“Efendim, insanlar hakikati neden göremez?”

Üstadı onu bir göle götürdü. Gölün durgun yüzeyine baktılar. Sonra üstad suya bir taş attı ve su dalgalandı.

“Şimdi gölde ne görüyorsun?” dedi.

Derviş cevap verdi:

“Hiçbir şey göremiyorum, çünkü su bulanık oldu.”

Üstad tebessüm etti ve şöyle dedi:

“İşte insanın kalbi de böyledir. Eğer nefsin arzuları, hırs ve gaflet taşlarını içine atarsan, hakikat bulanır ve göremezsin. Ama suyu durultursan, yani kalbini saflaştırırsan, o zaman gölde kendi hakikatini seyredersin.”

SONUÇ: BERZAHLARI AŞMAK VE HAKİKATİN KAPISINA VARMAK

Varlıklar arasındaki berzahlar, aslında insanın hakikate ulaşma yolundaki sınavlarıdır. Kimisi nefsiyle mücadele eder, kimisi ilimle aydınlanır, kimisi ise aşkla perdelere aldırmaz ve kendini hakikatin kollarına bırakır.

İnsan, hangi berzahta olduğunu anlamalı ve hakikate giden kapıları aralamalıdır. Çünkü berzah sadece bir perde değil, aynı zamanda geçiş kapısıdır.

Nihayetinde, en büyük berzah olan ölüm kapısından geçtiğimizde, hakikatin tüm sırları bize açılacaktır:

“Perdeler kalkınca gözün keskinleşecektir.” (Kâf, 22)

O gün hakikati görebilmek için, bugün kalbimizi saflaştırmalı, nefsin ve dünyanın perdelerini kaldırmalıyız.

Allah bizleri, hakikate gözleri açık olanlardan eylesin…

@@@@@@@

KUR’AN-I KERİM’DE BERZAH VE MURADİFLERİ: TEFSİRDEKİ YORUMLARI VE HİKMETLERİ

Kur’an-ı Kerim, insanı hakikate ulaştıran bir nur, bâtınî sırları açığa çıkaran bir anahtar ve âlemler arasında bir köprüdür. O’nda, varlıklar arası geçişleri, dünya ile ahiret arasındaki perdeleri ve hakikat yolunda aşılması gereken engelleri anlatan pek çok kavram yer alır. Bu kavramlardan biri de **”berzah”**tır.

Berzah, Arapça kökenli bir kelime olup “iki şey arasındaki perde, ara bölge, geçiş kapısı” anlamına gelir. Kur’an’da doğrudan ve dolaylı olarak farklı bağlamlarda kullanılmış ve müfessirler bu kavram üzerinde derin yorumlar yapmışlardır.

Bu makalede, Kur’an’da berzahın geçtiği ayetler, berzah kavramının muradifleri (eş anlamlıları), müfessirlerin yorumları ve bu kavramdan çıkarılacak ibretler ele alınacaktır.

KUR’AN’DA BERZAHIN GEÇTİĞİ AYETLER

Kur’an-ı Kerim’de berzah kelimesi üç farklı bağlamda doğrudan geçmektedir:

1. Dünya ile Ahiret Arasındaki Berzah

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince der ki: ‘Rabbim! Beni (dünyaya) geri döndür, ta ki boşa geçirdiğim ömrümde salih amel işleyeyim!’ Hayır! Bu onun sadece söylediği boş bir sözdür. Onların önlerinde ise tekrar diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 99-100)

Bu ayette berzah, ölümle yeniden diriliş arasındaki ara âlem olarak tanımlanmıştır. Bu, insanların kabir hayatında beklediği ve dünya ile ahiret arasında bir perde olarak var olan bir süreçtir.

Müfessirler bu konuda şöyle der:

İbn Kesîr, bu ayeti yorumlarken berzahın, insanların öldükten sonra azap veya nimet içinde bekledikleri bir ara dönem olduğunu ifade eder.

Elmalılı Hamdi Yazır, berzahı “hissedilir ama tam idrak edilemez bir âlem” olarak tanımlar.

Fahreddin er-Râzî, berzahı ruhların mahiyetinin değiştiği bir ara hal olarak açıklamış ve insanların bu âlemde dünya hayatında işledikleri amellere göre bir bilinçle yaşadıklarını söylemiştir.

2. İki Deniz Arasındaki Berzah

“İki denizi salıverdi; biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Aralarına bir berzah koydu, birbirine karışmazlar.” (Furkan, 53)

Burada berzah, fiziksel bir sınır olarak ele alınmıştır. Tatlı su ile tuzlu suyun birbirine karışmasını engelleyen bir perde, bir engel olarak tasvir edilir. Bu, Allah’ın kudretini gösteren büyük bir işarettir.

Müfessirler bu ayeti şu şekilde yorumlamıştır:

Beyzâvî, burada bahsedilen berzahın ilahî bir yasa olduğunu ve Allah’ın bu yasayla suları birbirine karışmaktan koruduğunu belirtir.

Zemahşerî, bu berzahın hem maddî hem de manevi bir engel olabileceğini ve dünya ile ahiret arasındaki berzahtan mecazi bir anlam taşıdığını söyler.

3. Ruhlar Arasındaki Berzah

“O, biri tatlı, diğeri tuzlu iki denizi akıttı. Aralarına bir berzah ve aşılmaz bir engel koydu.” (Rahman, 19-20)

Bu ayet, insanın hem maddi hem de manevi yönleri arasındaki perdeye de işaret etmektedir. Ruh ve beden, iman ve inkâr, hakikat ve gaflet arasındaki engeller de bu ayette mecazi olarak anlatılmış olabilir.

BERZAHIN MURADİFLERİ (EŞ ANLAMLILARI) VE ANLAMLARI

Kur’an’da berzah ile aynı manaya gelen veya benzer bir anlam taşıyan bazı kelimeler vardır:

1. Hicap (Perde): “Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeye karşı perdelidir.” (Fussilet, 5)

Bu, hakikat ile kişi arasındaki manevi berzahı ifade eder.

2. Setr (Örtü): “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinde de bir perde vardır.” (Bakara, 7)

Burada, inkârcıların hakikate ulaşmasını engelleyen berzahtan söz edilir.

3. Sedd (Engel): “Önlerinden bir sedd ve arkalarından bir sedd çekmişizdir, artık göremezler.” (Yasin, 9)

Bu, bâtıla saplananların idrakleri önündeki berzahı anlatır.

BERZAHTAN ÇIKARILACAK HİKMETLER VE İBRETLER

1. Ölüm, Hakikat ile İnsan Arasındaki Son Berzahtır

İnsan, ölümle birlikte gerçekleri açık bir şekilde görecektir. Ancak bu, dünyadayken Allah’ın verdiği idrak gözünü açmakla da mümkündür. “Ölmeden önce ölmek” sırrına erenler, bu berzahı yaşarken aşanlardır.

2. Gaflet de Bir Berzahtır

İnsan bazen dünya işlerine öyle dalar ki hakikat ile arasına bir perde girer. Nitekim, Firavun gibi zorba kimseler de bu berzahın içinde yaşamış ve hakikati görememiştir.

3. Her İnsan Kendi Berzahını Aşmalıdır

Dünya ve ahiret arasındaki berzah gibi, insanın kendi iç dünyasında da aşması gereken perdeler vardır. Bunlar, nefis, kibir, hırs, mal sevgisi gibi şeylerdir. Bunlardan arınan kişi, hakikate daha yakın olur.

4. Hakikat Arayan İçin Berzah Bir Kapıdır

Berzah, sadece bir engel değil, aynı zamanda bir geçiş kapısıdır. Eğer kişi Allah’a yönelirse, bu perdeleri birer kapıya çevirerek hakikate ulaşabilir.

SONUÇ: BERZAHI AŞMAK VE HAKİKATİ BULMAK

Kur’an-ı Kerim’de berzah, bazen ölümle ahiret arasındaki ara dönem, bazen maddi dünyada varlıklar arasındaki engel, bazen de insanın kendi idraki önündeki perde olarak kullanılmıştır.

Ancak tüm bu anlamlar içinde ortak bir nokta vardır: Berzah, bir sınavdır. Kimileri için sonsuz bir ayrılığa, kimileri için ise hakikate açılan bir kapıya dönüşür.

Bu yüzden, Rabbimiz şöyle buyurur:

“Perdeler kalkınca gözün keskinleşecektir.” (Kâf, 22)

O gün perdelerin kalkmasını beklemek yerine, bugün kalbimizin önündeki berzahları kaldırmak en büyük vazifemizdir. Allah bizleri hakikatin kapısına ulaştıranlardan eylesin…

 

**************  

VARLIKLAR VE ARALARINDAKİ BERZAHLAR. BERZAHLAR HAKİKATİN GEÇİŞ VE GİRİŞ KAPISIDIR


İnsan, varlığın ve varoluşun sırlarını çözmeye çalışan bir yolcudur. Bu yolculukta, kainatın her zerresinde hikmet, her köşesinde ibret ve her anında düşünceye davet eden işaretler bulunur. Varlıklar, kendi hakikatleriyle kainatta yer edinirken, aralarındaki berzahlar ise bu hakikatlerin geçiş ve giriş kapıları olarak belirir. Berzah, sadece fiziksel bir ayrım ya da metafizik bir sınır değil, aynı zamanda insanın anlam arayışında bir köprü, bir eşiktir. Bu makalede, varlıkların mahiyetini, berzahların hikmetini ve bunların hakikatle ilişkisini hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir şekilde ele almaya çalışacağız.

#### **Varlıkların Mahiyeti ve Berzah Kavramı**

Kainat, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir sahnedir. Her varlık, bu sahnede bir rol oynar ve kendine has bir hakikat taşır. İnsan, hayvan, bitki, cansız maddeler… Her biri, birbiriyle ilişkili ama aynı zamanda birbirinden ayrılmış bir şekilde varlığını sürdürür. İşte bu ayrımın ve ilişkinin gerçekleştiği yer, berzahtır.

Berzah, Kur’an-ı Kerim’de de zikredilen bir kavramdır. “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi. (Fakat) aralarında bir berzah vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahman, 55:19-20) Bu ayet, fiziksel bir berzahı ifade ederken, aynı zamanda derin bir hikmet taşır: Berzah, iki farklı hakikatin birleşmesini engellerken, aynı zamanda onların bir arada bulunmasına imkan sağlar. Tuzlu su ile tatlı suyun birleşmemesi, her birinin kendi mahiyetini koruması, Allah’ın kudretinin bir nişanesidir. İşte bu, berzahın hikmetidir: Ayrılıkta birlik, birliktelikte ayrılık.

#### **Berzah: Hakikatin Geçiş Kapısı**

Berzah, sadece fiziksel bir engel ya da sınır değildir; aynı zamanda bir geçiş kapısıdır. Bu kapı, insanın anlam arayışında önemli bir duraktır. Mesela, hayat ile ölüm arasındaki berzah, insanın bu dünyadan ahirete geçişinin eşiğidir. Kabir âlemi, bir berzah olarak, dünyevi hayatın sona erdiği, ama ebedi hayatın henüz başlamadığı bir ara bölgedir. Bu berzah, insana düşünme, tefekkür etme ve hakikate hazırlanma fırsatı sunar.

Berzahın bir diğer boyutu, insanın iç dünyasında da mevcuttur. Akıl ile kalp, ruh ile beden, hayır ile şer arasında bir berzah vardır. Bu berzahlar, insanın kendi hakikatine ulaşması için birer eşiktir. Mesela, akıl ile kalp arasındaki berzah, insanın bilgiden hikmete geçişini sağlar. Akıl, bilgiyi toplar; kalp ise bu bilgiyi anlamlandırır. Eğer bu berzah aşılırsa, insan hakikatin kapısına varır. Ancak bu berzahı aşmak, tefekkür, ibret ve hikmetle mümkündür.

#### **Hikmetli Bir Bakış: Berzahın Öğrettikleri**

Berzah, kainatın düzeninde bir denge unsurudur. Her şeyin bir sınırı, her varlığın bir mahiyeti vardır. İnsan, bu sınırı aşmaya çalıştığında, ya hakikate ulaşır ya da hüsrana uğrar. Mesela, teknolojinin ilerlemesi, insanın fiziksel berzahları aşmasını sağlamıştır; ancak bu, aynı zamanda insanın kendi ruhsal berzahlarını unutmasına yol açmıştır. Modern insan, madde ile mana arasındaki berzahı göremez hale gelmiştir. İşte bu, bize bir ibret sunar: Berzahları yok saymak, hakikatten uzaklaşmaktır.

Hikmet, berzahı anlamakta yatar. Mesela, gece ile gündüz arasındaki berzah, bize zamanın kıymetini öğretir. Gece, bir tefekkür ve istirahat zamanıyken, gündüz çalışma ve gayret zamanıdır. Bu iki zaman dilimi arasındaki berzah, insana dengeli bir hayat sürmeyi öğretir. Eğer gece ile gündüz birbirine karışsaydı, kainatta kaos olurdu. İşte bu, Allah’ın hikmetinin bir tecellisidir.

#### **İbretli Bir Tefekkür: Berzah ve İnsan**

İnsan, kendi hayatında da berzahlarla karşılaşır. Gençlik ile yaşlılık, sağlık ile hastalık, zenginlik ile fakirlik arasındaki berzahlar, insana ibret sunar. Mesela, sağlık ile hastalık arasındaki berzah, insana sağlığın kıymetini öğretir. İnsan, sağlıklıyken bu berzahı düşünmez; ancak hastalık kapıyı çaldığında, sağlığın ne büyük bir nimet olduğunu anlar. İşte bu, insanı hakikate yaklaştıran bir ibrettir.

Berzahlar, aynı zamanda insanı sabra ve tevekküle davet eder. Mesela, dünya ile ahiret arasındaki berzah, insana dünya hayatının geçiciliğini hatırlatır. İnsan, bu berzahı düşünerek, dünyaya bağlanmaktan kurtulur ve ahiret için çalışmaya yönelir. Bu, insanı hakikatin kapısına götüren bir düşüncedir.

#### **Düşündürücü Bir Sonuç: Hakikatin Kapısı**

Berzah, hakikatin geçiş ve giriş kapısıdır; çünkü insan, berzahları aştığında kendi hakikatine ulaşır. Ancak bu geçiş, kolay değildir. Tefekkür, hikmet ve ibretle donanmış bir kalp gerektirir. İnsan, kainattaki berzahları anlamaya çalıştığında, Allah’ın kudretini, hikmetini ve rahmetini daha iyi kavrar. Mesela, bir tohumun toprağa düşmesi, bir berzahtır; çünkü tohum, toprağın içinde ölür, ama yeni bir hayat olarak filizlenir. Bu, insanın da ölümden sonra dirileceğinin bir işaretidir.

Sonuç olarak, berzahlar, kainatın düzeninde birer hikmet abidesidir. Onlar, insanı hakikate davet eden kapılardır. İnsan, bu kapılardan geçerken, hikmetle bakmalı, ibret almalı ve tefekkür etmelidir. Unutmayalım ki, her berzah, Allah’ın bir ayetidir ve her ayet, insanı hakikate bir adım daha yaklaştırır. Öyleyse, varlıkların arasındaki berzahları görmek, anlamak ve aşmak, insanın en büyük vazifesidir. Bu vazifeyi yerine getirenler, hakikatin kapısından içeri girenlerdir.

“Rabbinin ayetlerini düşünmez misiniz?” (Yunus, 10:3) Bu soru, berzahların hikmetini anlamak isteyen her yolcu için bir davettir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=CynqQbyRPKI




MABUD’DA O’DUR MAKSUD DA…

MABUD’DA O’DUR MAKSUD DA…[1]

LÂ MÂBÛDE İLLÂ HÛ, LÂ MAKSÛDE İLLÂ HÛ’ NUN HAKİKATİ VE ULAŞTIRDIĞI MAKAMLAR VE ULAŞILAN MAKAMLAR.


LÂ MÂBÛDE İLLÂ HÛ, LÂ MAKSÛDE İLLÂ HÛ: HAKİKAT VE MAKAMLAR

İnsan, yaratılışı gereği anlam arayışında olan bir varlıktır. Fıtratındaki hakikati keşfetme isteği, onu varlığın özünü sorgulamaya iter. Tasavvuf ehli, bu yolculuğu “seyr u sülûk” olarak adlandırır. Yani, insanın bâtından zâhire, mecazdan hakikate olan yolculuğudur. Bu yolda en temel hakikatlerden biri de “Lâ mâbûde illâ Hû, lâ maksûde illâ Hû” sözüdür. Yani:

“O’ndan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur ve O’ndan başka maksut, yani gaye edinilecek hiçbir şey yoktur.”

Bu kelâm, Allah’a teslimiyetin en yüksek mertebelerini işaret eder. Bu makalede, bu hakikatin sırlarını, insanı ulaştırdığı makamları ve bu yolda karşılaşılan halleri ele alacağız.

HAKİKATİN DERİNLİKLERİ

1. Lâ Mâbûde İllâ Hû: İbadetin Gerçek Sahibi

İbadet, yalnızca şekilden ibaret bir ritüel değildir. Asıl ibadet, kalbin Allah’a tam yönelmesidir. Kalpte dünya sevgisi, nefis arzuları veya dünyevî maksatlar varsa, insan Allah’a kulluğu tam anlamıyla gerçekleştiremez. Bu söz, kulun iç dünyasında sahte ilahları yıkmasını ve Allah’ı tek mabud olarak kabul etmesini gerektirir.

Gerçek ibadet, yalnızca O’na yönelmek, her şeyi O’ndan bilmek ve O’ndan istemektir.

Allah Resûlü (s.a.v), “Kimin derdi dünya olursa, Allah onun işlerini dağıtır ve fakirliği iki gözü arasına koyar; kimin niyeti ahiret olursa, Allah onun işlerini toplar ve gönlünü zengin kılar” buyurmuştur. Bu hadis, insanın ibadetini ve niyetini tek bir merkeze, yani Allah’a yönlendirmesinin gerekliliğini vurgular.

2. Lâ Maksûde İllâ Hû: Gaye O’dur

Hayatta herkesin bir maksadı vardır. Kimi servet peşinde koşar, kimi makam, kimi şöhret… Fakat bütün bu hedefler geçicidir. Asıl maksat, Allah’ın rızasına ermektir. “Lâ maksûde illâ Hû” diyen kişi, hiçbir dünyevî gayeyi nihai hedef olarak görmez. Onun gözünde dünya bir vasıtadır, gaye ise Allah’a kavuşmaktır.

Bu hakikate eren kişi, “Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 162) ayetini fiilen yaşar. O artık nefsinin peşinde koşmaz, dünya nimetlerine aldanmaz, her işini sadece Allah için yapar.

BU HAKİKATİN ULAŞTIRDIĞI MAKAMLAR

Bu kelâmın hakikatine eren kişi, tasavvufî makamları kat etmeye başlar. Bunlardan bazıları:

1. Tevhid Makamı

Bu makam, “Lâ ilâhe illâllah” hakikatinin kalpte tam olarak yerleşmesidir. Kişi, tüm varlığın Allah’tan ibaret olduğunu idrak eder ve sahte ilahları reddeder.

2. Zühd Makamı

Dünya sevgisini kalbinden çıkaran kişi, Allah’a olan yönelişinde samimi olur. Mal, mülk, şöhret gibi şeyler onun için sadece birer araç olur, asla gaye olmaz.

3. Tevekkül Makamı

“Lâ maksûde illâ Hû” hakikatine eren kişi, her şeyin Allah’ın takdirinde olduğunu bilir ve tam bir tevekkülle O’na dayanır. Hiçbir şey için hüzne kapılmaz, endişe duymaz, çünkü bilir ki kader O’nun elindedir.

4. Fenâ Fillâh Makamı

Bu makamda kul, kendi varlığını ve nefsini unutup Allah’a tam yönelir. Artık o, Allah’tan gayrısını görmez ve her şeyin O’ndan olduğunu idrak eder. Bu, en yüksek tasavvufî makamlardan biridir.

HİKMETLİ VE İBRETLİ BİR KISSADAN DERSLER

Bir gün, büyük evliyalardan İbrahim bin Edhem, bir derviş ile sohbet ediyordu. Derviş ona:

– “Sen neden her şeyi bırakıp Allah’a yöneldin?” diye sordu.

İbrahim bin Edhem cevap verdi:

– “Bir gece rüyamda bir ses duydum. ‘Ey İbrahim! Sen Allah için mi yaşıyorsun, yoksa dünyayı mı murad ediyorsun?’ O anda anladım ki, asıl maksat Allah olmalı. O günden sonra ‘Lâ maksûde illâ Hû’ diyerek dünya arzularımı terk ettim.”

Bu kıssa bize şunu anlatır: İnsan ancak kalbini dünya sevgisinden temizleyip Allah’a yöneldiğinde, gerçek huzuru ve kemali bulabilir.

SONUÇ: HAKİKATE ULAŞMAK

“Lâ mâbûde illâ Hû, lâ maksûde illâ Hû” sözünü dil ile söylemek kolaydır; fakat hakikatiyle yaşamak büyük bir irade ve teslimiyet gerektirir.

Bu yolda ilerleyen kişi, dünyevî hedeflerden sıyrılarak Allah’ın rızasına talip olur. Kalbini dünyevî bağlardan arındıran ve yalnızca O’na yönelen kişi, hem dünyada huzuru hem de ahirette ebedî saadeti kazanır.

Gerçek mümin, hayatında şu ayeti düstur edinir:

“De ki: Benim dinim samimiyettir. Ben yüzümü yalnızca Allah’a döndürdüm.” (Zümer, 14-15)

Her şeyin O’ndan geldiğini, O’na döneceğimizi unutmadan yaşayan kullardan olabilmek duasıyla…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=DJEnDKT_DAg




İNSAN EKTİĞİDİR VE ETTİĞİDİR

İNSAN EKTİĞİDİR VE ETTİĞİDİR[1]

 

EKİLEN İYİLİK TOHUMLARI VE VERDİĞİ TATLI MEYVELER


Ekilen İyilik Tohumları ve Verdiği Tatlı Meyveler

İnsanoğlu dünyada geçici bir misafir olarak bulunur ve bu kısa ömründe yaptığı iyilikler ve kötülükler, tıpkı toprağa ekilen tohumlar gibi zamanla filizlenerek karşısına çıkar. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde de vurgulandığı gibi, iyilik yapanın iyilik bulacağı, kötülük yapanın ise kötülükle karşılaşacağı ilahi bir hakikattir.

Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurur:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanın yaptığı en küçük iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağını, bir gün kendisine tatlı bir meyve olarak geri döneceğini açıkça gösterir.

İyilik Bir Tohumdur

Bir çiftçi, toprağa bir tohum ektiğinde hemen mahsul alamaz. Sabırla bekler, toprağı sular, güneşin ve yağmurun nimetlerinden faydalanarak o tohumun zamanla yeşermesini umar. Aynı şekilde, insan da yaptığı iyiliklerin hemen karşılık görmesini beklememeli, Allah’ın adaletine güvenmelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurur:

“Bir iyilik yapana teşekkür edin. Teşekkür edemezseniz onun için dua edin. Eğer dua da edemezseniz, kalben ona karşı sevginizi besleyin.” (Ebu Davud, Edeb 11)

Bu hadis, iyiliğin karşılığının mutlaka geleceğini ancak bunun bazen insanlardan, bazen de Allah’tan farklı bir şekilde ulaşacağını hatırlatır.

İyilik Karşılıksız Kalmaz

İyilik, bazen ummadığımız bir anda, ummadığımız bir şekilde bize döner. Nice insanlar vardır ki, yolda bir garibe bir lokma ekmek verdiğinde, yıllar sonra o kişi ona büyük bir iyilikle karşılık vermiştir.

Rivayet edilir ki, bir gün bir adam çölde yolunu kaybetmiş ve susuzluktan ölmek üzereyken bir bedevinin kendisine bir bardak su verdiğini görmüştür. Yıllar sonra bu adam, büyük bir tüccar olmuş ve kendisini soyan bir hırsızı yakalatmıştır. Ancak tam onu cezalandıracakken, yüzüne bakmış ve onun zamanında kendisine su veren bedevi olduğunu fark etmiştir. Bunun üzerine tüccar, onu affetmiş ve hatta ona yardım etmiştir. İşte bu, iyilik tohumlarının zamanla nasıl tatlı meyvelere dönüştüğüne dair ibretli bir örnektir.

İyilikte Israrcı Olmak

Bazı insanlar, iyilik yaptıkları halde karşılığını hemen göremediklerinde üzülür ve “İyilikten maraz doğar” gibi yanlış bir düşünceye kapılırlar. Oysa iyilikte sabır göstermek ve sonuçlarını Allah’a bırakmak en güzel yoldur.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) en büyük iyilik önderidir. Kendisine taş atanlara bile beddua etmemiş, onlara dua etmiştir. Taif’te taşlandığında bile, “Allah’ım! Onlar bilmiyorlar, onlara hidayet ver” diye dua etmiştir. İşte bu sabır ve merhamet, sonunda İslam’ın yayılmasına ve insanların hidayetine vesile olmuştur.

Sonuç: İyilik Dünyayı Güzelleştirir

İyilik yapmak, sadece başkalarına değil, insanın kendi ruhuna da huzur verir. Çünkü Allah, iyilik yapanı sever ve onun yolunu açık kılar. İnsan, karşılık beklemeden, sadece Allah rızası için iyilik yaptığında, hem dünyada hem de ahirette bunun tatlı meyvelerini toplar.

Öyleyse, bugün küçük bir iyilik tohumu ekelim. Bir garibe tebessüm edelim, bir yetime yardım edelim, bir hasta ziyaret edelim… Belki yıllar sonra, hiç beklemediğimiz bir anda, bu tohum yeşerip en güzel meyvelerini önümüze serecektir.

Unutmayalım: “İyilik yap, denize at. Balık bilmezse Hâlık bilir.”

@@@@@@@

EKİLEN KÖTÜLÜK TOHUMLARI VE VERDİĞİ ACI MEYVELER

Ekilen Kötülük Tohumları ve Verdiği Acı Meyveler

İnsan bu dünyada yaptığı her şeyin karşılığını er ya da geç görecektir. Tıpkı toprağa ekilen bir tohum gibi, iyilikler güzel meyveler verirken, kötülükler de zamanla acı sonuçlar doğurur. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanların yaptığı en küçük kötülüğün bile unutulmayacağını, ilahi adaletin mutlaka tecelli edeceğini bildirir. Kötülük, bir insanın sadece başkasına değil, aslında en çok kendisine zarar verdiği bir yoldur.

Kötülük Bir Tohum Gibi Yeşerir

Bir çiftçi tarlasına diken tohumu ektiğinde, ondan tatlı meyveler bekleyemez. Aynı şekilde, kötü niyetle yapılan bir hareket, zamanla büyür ve sahibine zarar veren bir hâl alır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanların birbirine iyilik yapmasını öğütlerken, kötülüğün de sahibine geri döneceğini vurgulamıştır:

“Zulümden sakının! Çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıklar olacaktır.” (Müslim, Birr 56)

Bir insan haksızlık yaptığında, yalan söylediğinde, başkasına zarar verdiğinde, bunun etkisi ilk anda görülmeyebilir. Ancak kötülük, zaman içinde büyüyerek, hem dünyada hem de ahirette büyük pişmanlıklara sebep olur.

Kötülük Er Geç Sahibini Bulur

Tarih boyunca nice zalimler, haksızlık yapanlar ve kötülük ekenler, sonunda ektiklerini biçmişlerdir. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada büyük güç sahibi olduklarını düşündüler, ama yaptıkları zulümler onları helak etti.

Bir hikâyeye göre, zalim bir padişah, halkına zulmederek haksızlıklarla hüküm sürüyordu. Ancak bir gün, en güvendiği adamlarından biri tarafından ihanete uğradı ve kendi kurduğu tuzakta can verdi. İşte bu, kötülüğün sahibine nasıl geri döndüğünün bir örneğidir.
Ve benzerleri hala yaşanmaktadır.

Kötülüğün Verdiği Acı Meyveler

Kötü niyetle hareket eden insan, önce başkalarına zarar verse de, sonunda en büyük zararı kendisine verir. İşte kötülüğün doğurduğu bazı sonuçlar:

1. Vicdan Azabı: Kötülük yapan kişi, zamanla yaptığı haksızlıkları düşünerek huzursuz olur. Vicdanı rahat olmayan bir insan, dünyadaki en büyük servete de sahip olsa mutlu olamaz.

2. İtibar Kaybı: Yalan, hile, haset gibi kötülükler, insanın toplum içindeki güvenini kaybetmesine neden olur. Bir kez yalancı olarak tanınan bir insanın sözüne artık kimse güvenmez.

3. Dünya ve Ahiret Azabı: Kur’an’da bildirildiği gibi, zulmedenler ve kötülük ekenler, hem dünyada hem de ahirette bunun karşılığını göreceklerdir.

Allah Teâlâ buyurur:
“Onlar için dünyada bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha çetindir ve onları Allah’tan (hiç kimse) koruyamaz.” (Ra’d Suresi, 34)
Ekilen Kötülük Tohumları ve Verdiği Acı Meyveler

İnsan bu dünyada yaptığı her şeyin karşılığını er ya da geç görecektir. Tıpkı toprağa ekilen bir tohum gibi, iyilikler güzel meyveler verirken, kötülükler de zamanla acı sonuçlar doğurur. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanların yaptığı en küçük kötülüğün bile unutulmayacağını, ilahi adaletin mutlaka tecelli edeceğini bildirir. Kötülük, bir insanın sadece başkasına değil, aslında en çok kendisine zarar verdiği bir yoldur.

Kötülük Bir Tohum Gibi Yeşerir

Bir çiftçi tarlasına diken tohumu ektiğinde, ondan tatlı meyveler bekleyemez. Aynı şekilde, kötü niyetle yapılan bir hareket, zamanla büyür ve sahibine zarar veren bir hâl alır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanların birbirine iyilik yapmasını öğütlerken, kötülüğün de sahibine geri döneceğini vurgulamıştır:

“Zulümden sakının! Çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıklar olacaktır.” (Müslim, Birr 56)

Bir insan haksızlık yaptığında, yalan söylediğinde, başkasına zarar verdiğinde, bunun etkisi ilk anda görülmeyebilir. Ancak kötülük, zaman içinde büyüyerek, hem dünyada hem de ahirette büyük pişmanlıklara sebep olur.

Kötülük Er Geç Sahibini Bulur

Tarih boyunca nice zalimler, haksızlık yapanlar ve kötülük ekenler, sonunda ektiklerini biçmişlerdir. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada büyük güç sahibi olduklarını düşündüler, ama yaptıkları zulümler onları helak etti.

Bir hikâyeye göre, zalim bir padişah, halkına zulmederek haksızlıklarla hüküm sürüyordu. Ancak bir gün, en güvendiği adamlarından biri tarafından ihanete uğradı ve kendi kurduğu tuzakta can verdi. İşte bu, kötülüğün sahibine nasıl geri döndüğünün bir örneğidir.

Kötülüğün Verdiği Acı Meyveler

Kötü niyetle hareket eden insan, önce başkalarına zarar verse de, sonunda en büyük zararı kendisine verir. İşte kötülüğün doğurduğu bazı sonuçlar:

1. Vicdan Azabı: Kötülük yapan kişi, zamanla yaptığı haksızlıkları düşünerek huzursuz olur. Vicdanı rahat olmayan bir insan, dünyadaki en büyük servete de sahip olsa mutlu olamaz.

2. İtibar Kaybı: Yalan, hile, haset gibi kötülükler, insanın toplum içindeki güvenini kaybetmesine neden olur. Bir kez yalancı olarak tanınan bir insanın sözüne artık kimse güvenmez.

3. Dünya ve Ahiret Azabı: Kur’an’da bildirildiği gibi, zulmedenler ve kötülük ekenler, hem dünyada hem de ahirette bunun karşılığını göreceklerdir.

Allah Teâlâ buyurur:
“Onlar için dünyada bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha çetindir ve onları Allah’tan (hiç kimse) koruyamaz.” (Ra’d Suresi, 34)

Sonuç: Kötülükten Sakınmak

İnsan, her yaptığı hareketin bir karşılığı olacağını bilerek yaşamalıdır. Bugün birine zarar veren, yarın aynı kötülüğe uğrayabilir. Bugün haksızlık yapan, bir gün adaletin karşısında hesap vermek zorunda kalacaktır.

Bu yüzden, kötülük tohumları ekmek yerine, iyiliği tercih etmeliyiz. Çünkü dünyada ve ahirette huzur bulmanın tek yolu, adaletli ve merhametli olmaktır. Unutmayalım:

“Kötülük eken, fırtına biçer.”

Sonuç: Kötülükten Sakınmak

İnsan, her yaptığı hareketin bir karşılığı olacağını bilerek yaşamalıdır. Bugün birine zarar veren, yarın aynı kötülüğe uğrayabilir. Bugün haksızlık yapan, bir gün adaletin karşısında hesap vermek zorunda kalacaktır.

Bu yüzden, kötülük tohumları ekmek yerine, iyiliği tercih etmeliyiz. Çünkü dünyada ve ahirette huzur bulmanın tek yolu, adaletli ve merhametli olmaktır. Unutmayalım:

“Kötülük eken, fırtına biçer.”

*************   

Zakkum ağacı ve dari’ hakkında tefsirlerde yapılan yorumlar


Kur’an’da Zakkum ve Dari’, cehennemde azap olarak sunulan yiyecekler arasında geçer. Tefsirlerde bu kavramlar detaylı şekilde yorumlanmıştır.

1. Zakkum Ağacı

Kur’an’da Geçtiği Yerler:

Saffat 62-67: Cehennemliklerin yiyeceği olarak bahsedilir ve “zakkum ağacı”ndan söz edilir.

Duhan 43-46: “Şüphesiz, zakkum ağacı, günahkârın yiyeceğidir. O, erimiş maden gibi karınlarda kaynar, tıpkı kaynar suyun kaynaması gibi…”

Vakıa 52-56: Zakkumdan yiyenlerin karınlarını onunla dolduracağı, üzerine kaynar su içecekleri anlatılır.

Tefsirlerdeki Yorumlar:

Zakkum, Arapların bildiği bir dikenli ağaçtır, ancak burada mecazi anlamda kullanıldığı belirtilir.

Zemahşeri (Keşşaf) ve Fahreddin Razi (Mefâtîhu’l-Gayb) gibi müfessirler, bunun dünya ağacı olup olmadığı konusunda farklı görüşler sunar.

İbn Kesir ve Taberi, bunun dünya bitkisi olmadığını, cehenneme özgü bir azap vesilesi olduğunu söyler.

Bazı müfessirler, zakkumun “acı ve kötü kokulu bir meyve” olduğunu, cehennem ehlinin azabını artırmak için yaratıldığını ifade eder.

2. Dari’ (Dari, Şibriq veya Şevk Bitkisi)

Kur’an’da Geçtiği Yer:

Gaşiye 6-7: “Onlara kuru dikenli dari bitkisi dışında yiyecek yoktur. Bu ne besler ne de açlığı giderir.”

Tefsirlerdeki Yorumlar:

Dari, Arapların tanıdığı dikenli bir bitki olup, özellikle develer tarafından bile zor yenilen bir türdür.

İbn Abbas, dari’nin “zehirli, kuru dikenler” olduğunu söylemiştir.

Müfessirler, dari’nin cehennem ehli için açlıklarını gidermeyen, acı veren bir azap gıdası olduğunu belirtir.

Bazı tefsirlerde zakkum ve dari birbirinden farklı olup, birinin acı ve yakıcı olduğu, diğerinin ise besleyici olmayan kuru diken olduğu ifade edilir.

Genel Değerlendirme

Zakkum cehennemlikler için hazırlanmış, mideyi kaynatan, acı ve kötü kokulu bir yiyecek olarak anlatılır.

Dari, daha kuru ve besin değeri olmayan, dikenli bir bitki olarak tasvir edilir.

Her iki kavram da cehennemde azap unsuru olarak ele alınır ve Allah’ın günahkârlara verdiği cezanın bir parçasıdır.

Bu ayetler ve tefsirler, Kur’an’daki cehennem tasvirinin korkutucu ve uyarıcı yönünü vurgular.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=YhiJTlrypW8




SARAYIN YOLU KUYUDAN VE ZİNDANDAN MI GEÇİYOR?

SARAYIN YOLU KUYUDAN VE ZİNDANDAN MI GEÇİYOR?[1]

Anne karnı ayrı bir kuyu, dünya ayrı bir zindan.
1 : “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin Cennetidir.” Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323, 389, 485.
Ahirete nisbeten.

İmtihanın Gölgesinde Yükselen Hakikat

İnsan, ruhlar âleminden bu dünyaya gelirken bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuk, imtihanlarla dolu bir arayış ve olgunlaşma sürecidir. Kimi zaman nimetlerle, kimi zaman zorluklarla karşılaşır. Ancak tarih ve tasavvuf bize gösteriyor ki, hakiki yükselişin yolu sıkıntıdan, çileden, zindandan ve kuyudan geçmektedir.

Bunun en güzel örneklerinden biri, Hz. Yusuf’un kıssasıdır. O, çocuk yaşta kardeşleri tarafından bir kuyuya atılmış, Mısır’da köle olarak satılmış, iftiraya uğrayıp zindana düşmüş, ama sonunda Mısır’ın hazinelerinin başına geçmiş ve “sarayına” ulaşmıştır. Peki, Yusuf’un saraya ulaşması için neden kuyu ve zindandan geçmesi gerekmiştir?

1. Kuyu: İnsanın En Büyük Yalnızlığı

Kuyu, inkisârın, yani kalbin kırılışının sembolüdür. Yusuf (as), en sevdikleri tarafından ihanete uğrayarak oraya atıldığında, insanlardan ümidini kesip sadece Allah’a sığınmayı öğrenmiştir.

Tasavvufi anlamda kuyu, nefsin kırılması ve kişinin iç dünyasına dönüşüdür. Dünya, dış görünüşe aldananlar için bir saray gibi gözükse de, hakikatte bir kuyudur. İnsan bu kuyuda gerçek yüzünü görmelidir. Nefsin karanlıklarına dalmadan, Allah’ın nuruna ulaşmak mümkün değildir.

Mevlânâ der ki:
“Dünya kuyusuna düştüğünde, bil ki bu kuyu seni Yusuf gibi Mısır’a çıkaracaktır.”

Demek ki kuyular, yükselişin başlangıcıdır. Kuyuya düşmek aslında rahmetin derinliğine çekilmektir.

2. Zindan: Sabrın ve Teslimiyetin Okulu

Zindan, sabır ve rıza makamıdır. Yusuf (as), kendisine iftira atıldığında isyan etmemiş, bilakis “Zindan bana onların beni çağırdığı şeyden daha sevimlidir” (Yusuf, 12/33) diyerek imtihanın içinde bile Allah’a teslim olmuştur.

Tasavvufi olarak zindan, insanın nefsani arzularından kurtulup, ruhunu özgürleştirdiği yerdir. Çünkü dış dünyada özgür olup da nefsinin esiri olan bir insan, hakikatte gerçek bir mahkûmdur.

İbn Ataullah el-İskenderî şöyle der:
“Sıkıntılar, velilerin sarayıdır. Allah’ın dostları, zindan gibi gözüken yerlerde olgunlaşır.”

Zindan, sabır ve tevekkül makamıdır. Yusuf (as), burada bekledi, ama isyan etmedi. Çünkü o biliyordu ki her zindanın bir kapısı, her gecenin bir sabahı vardır.

3. Saraya Varmak: Zorlukları Aşanlara Verilen Lütuf

Zorluklar bittiğinde Yusuf (as), sadece bir aziz değil, aynı zamanda insanlığa adalet dağıtan bir yönetici oldu. O artık ne kuyunun mahzunu, ne de zindanın mahkûmuydu. O, Rabbine teslim olmuş bir hakikat sultanıydı.

Tasavvufta saray, kalbin Allah ile buluştuğu yerdir. Hakiki sultanlık, dünya mülkü değil, kalbin arınmasıdır. Kuyunun karanlığını, zindanın sabrını yaşayan kişi, Allah’a dayanmayı öğrenmiş ve ruhen sultan olmuştur.

Yunus Emre bu hakikati şöyle anlatır:
“Sabır kimde ise o, murada erer.”

Murada ermek, ancak imtihanı aşmakla mümkündür.

Sonuç: Kuyudan Geçmeyen, Saraya Ulaşamaz

Tarih boyunca büyük insanlar, en ağır imtihanları yaşayanlardır. Peygamberler, evliyalar, âlimler ve gönül sultanları, kuyuların ve zindanların içinden geçerek saraylarına ulaşmışlardır.

Bu yüzden, eğer bir gün kendimizi bir kuyuda, bir zindanda, bir çıkmazda hissedersek, bilmeliyiz ki bu yolun bir parçasıdır. Allah, bazen bizi en karanlık kuyulara çeker ki, en parlak yıldızlara ulaşalım.

Kuyular ve zindanlar olmasaydı, Yusuf (as) bir köle olarak kalır, Mısır’ın yönetimine ulaşamazdı. Demek ki sarayın yolu, kuyudan ve zindandan geçer!

O halde imtihanlara sabırla direnelim. Çünkü unutmayalım:

“Sabredenler, murada erer.”

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ywzUlEuuswQ




CENNET VE CEHENNEM ELAN MEVCUTTUR.

CENNET VE CEHENNEM ELAN MEVCUTTUR.[1]

 

Kuran-ı Kerim’de geçen uiddet kelimeleri


Kur’an-ı Kerim’de “ُأُعِدَّتْ” (u’iddet) kelimesi, genellikle “hazırlandı”, “hazır edilmiştir” anlamlarında kullanılır. Daha çok ahiret hayatıyla, özellikle cennet ve cehennemin insanlar için hazırlandığını ifade eden ayetlerde geçer. İşte bazı örnekler:

1. Cehennem İçin Kullanımı

Bazı ayetlerde, cehennemin inkarcılar ve zalimler için hazırlandığı belirtilir:

Ali İmran Suresi, 131. ayet:
“Ve o kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakının!” (وَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ)

Tevbe Suresi, 73. ayet:
“Ey Peygamber! Kafirler ve münafıklarla cihad et, onlara karşı sert ol. Onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!”

Ahzab Suresi, 64-65. ayetler:
“Şüphesiz ki Allah, kafirlere lanet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır.”

2. Cennet İçin Kullanımı

Öte yandan, cennetin de Allah’a itaat eden müminler için hazırlandığı bildirilir:

Ali İmran Suresi, 133. ayet:
“Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış cennete koşun.” (وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ)

Bu ayetlerde “u’iddet” kelimesi, Allah tarafından bir şeyin özel bir kitle için hazırlandığını ifade etmek için kullanılmıştır. Cennet, müminler için hazırlanırken, cehennem kafirler

[1] https://www.youtube.com/watch?v=7bXfKxCJ2yE