ALLAH’IN GAZABI İLAHİ GAZAB

ALLAH’IN GAZABI İLAHİ GAZAB[1]


“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
“Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
“Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!”Nuh Suresi.26-28.

İlahi Gazap: Hak ve Batılın Son Savaşı

Tarih boyunca insanoğlu iki büyük yol ayrımıyla karşı karşıya kalmıştır: Hak ve batıl, iman ve inkâr, adalet ve zulüm. Allah, insanları doğru yola iletmek için peygamberler göndermiş, onlara kitabını indirmiş ve kullarına merhametiyle muamele etmiştir. Ancak bazı toplumlar, hakikate gözlerini kapatarak inkârda, azgınlıkta ve zulümde sınır tanımamış; Allah’a, peygamberlerine ve müminlere karşı büyük bir düşmanlık sergilemiştir. İşte bu noktada ilahi gazap tecelli etmiş ve tarih sahnesinde helak edilen kavimler, insanlığa bir ibret levhası olarak bırakılmıştır.

1. Nûh’un Çağrısı ve Kavminin İnatçılığı

Nûh (a.s.), insanları 950 yıl boyunca Allah’a iman etmeye davet etti (Ankebut 14). Onları sabırla, hikmetle ve şefkatle uyardı. Fakat kavmi, ona inanan bir avuç mümin dışında inkârda diretti. Hatta Nûh’a eziyet ettiler, onu yalanladılar ve alay konusu yaptılar:

> “Dediler ki: Ey Nûh! Bizimle mücadele ettin ve mücadelede ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı getir.” (Hud, 32)

Bu sözler, Enfâl 32’de müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e meydan okuyarak gökten taş yağdırmasını istemeleriyle büyük benzerlik gösterir. Kibir ve inat, onları gerçeği görmelerine engel olmuştur.

Nûh (a.s.), tüm çabalarına rağmen kavminin azgınlığının nesilden nesile aktığını görünce Allah’a yönelmiş ve ilahi gazabı talep etmiştir:

> “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh, 26)

Bu dua, Nûh’un öfkesinden değil, kavminin artık iflah olmaz bir noktaya geldiğini görmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü eğer yaşarlarsa, gelecek nesilleri de saptıracakları aşikârdı.

2. İlahi Gazabın Hikmeti: Zulmün Devamını Engellemek

Allah, hiçbir toplumu zulüm ve isyan etmeksizin helak etmez. Kur’an, ilahi gazabın sebeplerini şöyle açıklar:

1. Hakkın açık delillerle gelmesine rağmen inkârda ısrar etmek

2. Peygamberlere ve müminlere zulmetmek, onları yurdundan çıkarmak

3. Allah’a isyanı sistemli hale getirmek ve günahı yaymak

> “Bir memleketi helak etmek istediğimizde, oranın nimet içinde şımaranlarına (hakka uymalarını) emrederiz. Onlar ise isyan ederler. Böylece azap onlara hak olur ve biz de orayı yerle bir ederiz.” (İsra, 16)

Bu ilahi yasa gereği, Nûh kavmi suda boğularak helak edilmiştir (Nûh, 27). Lut kavmi taş yağmuru ile, Ad kavmi kasırga ile, Semud kavmi yıldırım ile, Firavun’un ordusu denizde boğularak helak edilmiştir.

Allah, azabı ile yeryüzünü temizler, böylece zulmün nesilden nesile geçmesine izin vermez. Eğer ilahi gazap tecelli etmeseydi, iman ehli her devirde yok edilirdi.

3. Günümüzle Bağlantısı: İlahi Gazaptan Kurtulmanın Yolu

Tarih boyunca helak olan toplumlar, iman eden azınlığı ezmeye, hakikati bastırmaya ve günahı yaymaya çalışan kibirli yöneticiler ve destekçileri tarafından yönetilmiştir. Bugün de, dünya düzeninde adaletsizlik, zulüm, günahın yayılması, Allah’a isyanın normalleşmesi gibi durumlar devam etmektedir.

Ancak Kur’an, ilahi gazabın hemen tecelli etmeyeceğini bildirir:

> “Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onlara azap etmeyecek. Ve onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap etmeyecek.” (Enfâl, 33)

Bu ayet, istiğfarın, peygamberlerin ve salih kulların varlığının toplumu koruduğunu gösterir. Eğer insanlar tövbe edip Allah’a yönelirse, ilahi rahmet gazabın önüne geçer. Ancak zulüm devam eder ve toplumu yozlaştırırsa, ilahi azap kaçınılmaz olur.

Sonuç: İlahi Gazaptan Korunmanın Yolu

1. İstiğfar etmek: Allah’tan bağışlanma dilemek, ilahi gazabı kaldırır.

2. Zulmü engellemek: Hakkı savunmak ve mazlumları korumak, bir toplumun helak olmasını önler.

3. Peygamberin sünnetine tabi olmak: Rasulullah (s.a.v.)’in varlığı Mekkelileri nasıl koruduysa, onun yoluna sarılmak da bizi korur.

4. İman ehlinin duası ve mücadelesi: Müminlerin duaları, helak edici bir felaketi önleyebilir.

Nûh’un kavmi, Enfâl 32’deki müşrikler ve diğer helak edilen toplumlar bize önemli bir ders verir: Allah’a isyanı yaygınlaştıran, hakkı engelleyen ve zulümde ısrar eden toplumlar, ilahi gazaba uğrar. Ancak bağışlanma dileyen, hakka yönelen ve salih ameller işleyen toplumlar Allah’ın rahmetine nail olur.

Bugün, dünyada kötülüğün yayılması, ahlaki çöküntü, adaletsizlik ve zulüm artıyorsa, bizler de Nûh’un duasını hatırlayıp, hak ile batıl arasındaki mücadelede nerede durduğumuzu sorgulamalıyız. Çünkü ya ilahi gazabı hak edenlerden oluruz ya da rahmete mazhar olanlardan. Seçim bizim…

[1] https://www.youtube.com/watch?v=CGE5O6eZIPo




KURAN-I KERİM’DE AKIL- KALB VE RUH VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER.

KURAN-I KERİM’DE AKIL- KALB VE RUH VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER. AYETLER BÜTÜNLÜĞÜ İÇERİSİNDEKİ BAĞLANTISI.[1]


Kur’ân-ı Kerîm’de akıl, kalp ve ruh birbirine bağlı kavramlar olarak ele alınır ve insanın manevi hayatında önemli bir yer tutar. Bu üç unsurun görevlerini tam anlamıyla yerine getirmesinin önündeki engeller de ayetlerde çeşitli yönlerden açıklanır.

1. Akıl (Düşünme, Anlama Yeteneği)

Akıl, doğruyu ve yanlışı ayırt etme, ibret alma ve hikmeti kavrama yeteneğidir. Kur’ân, aklı kullanmayı ve düşünmeyi teşvik eder, aklın kullanılmamasını ise kınar.

Düşünen akıl:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân 3/190)

Aklın körelmesi (düşünmemek ve inat):
“Onların kalpleri vardır, fakat onunla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar. İşte onlar gaflet içindedirler.” (A’râf 7/179)

Engeller:

Gaflet (düşünmemek)

Taklitçilik ve körü körüne inanma (Bakara 2/170)

Nefsani arzulara uymak (Câsiye 45/23)

2. Kalp (Duygusal ve Ruhsal Merkez)

Kur’ân’da kalp, sadece fiziksel bir organ değil, aynı zamanda inancın, duyarlılığın ve idrakin merkezi olarak tanımlanır. Kalbin manevi durumları, kişinin Allah’a yakınlığını veya uzaklığını belirler.

Temiz ve sağlıklı kalp:
“O gün ne mal fayda verir ne de evlat! Ancak Allah’a kalb-i selim (arınmış bir kalp) ile gelenler başka.” (Şuarâ 26/88-89)

Mühürlenmiş kalp (katılaşma ve duyarsızlık):
“Hayır! Kazandıkları günahlar sebebiyle onların kalpleri paslanmıştır.” (Mutaffifîn 83/14)
“Allah, inkârcıların kalplerini mühürlemiştir, artık onlar anlayamazlar.” (Bakara 2/7)

Engeller:

Günahların birikmesi ve kalbin paslanması (Mutaffifîn 83/14)

İnançsızlık ve kibir (Bakara 2/7)

Dünya sevgisi ve şehvetin esiri olmak (Hadîd 57/20)

3. Ruh (İlahi Nefha ve Maneviyat)

Kur’ân’da ruh, Allah’ın insana üflediği ilahi bir emanet olarak görülür. Ruh, insanın Allah ile bağ kurmasını sağlayan temel unsurdur.

Ruhun kaynağı:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’” (İsrâ 17/85)

Ruhun olgunlaşması ve nefis terbiyesi:
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten ise ziyan etmiştir.” (Şems 91/9-10)

Engeller:

Dünya tutkusu ve maneviyatsızlık (Tekâsür 102/1-2)

Şeytanın vesvesesi ve nefis tuzakları (Yusuf 12/53)

Zikirden ve ibadetten uzaklaşmak (Zümer 39/22)

Ayetlerin Bütünlüğü İçinde Bağlantı

Kur’ân’da akıl, kalp ve ruh birbiriyle iç içedir. Akıl düşünmezse, kalp katılaşır ve ruh zayıflar. Bir insan, aklını kullanıp tefekkür ederse, kalbi temizlenir ve ruhu yükselir. Ancak gaflet, günah ve kibir bu üç unsuru da etkisiz hâle getirebilir.

Özetle:

Akıl, hakikati anlamak için bir araçtır.

Kalp, hakikati hissetme ve yaşama merkezidir.

Ruh, insanı Allah’a bağlayan en derin boyuttur.

Bu yüzden Kur’ân, aklı çalıştırmayı, kalbi temiz tutmayı ve ruhu Allah’a yönlendirmeyi öğütler.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=A_nC1vltuQ4




ESAS OLAN KADERİN SEVKİDİR

ESAS OLAN KADERİN SEVKİDİR[1]


İnsan hayatı, çoğu zaman kendi planlarımızın ve çabalarımızın bir sonucu olarak şekillendiğini düşündüğümüz olaylarla örülüdür. Ancak, kimi zaman ne kadar uğraşırsak uğraşalım, işlerin bizim istediğimiz gibi gitmediğini görürüz. Tam tersine, ummadığımız kapılar açılır, beklenmedik yollar önümüze serilir. İşte bu noktada devreye giren hakikat şudur: Esas olan kaderin sevkidir.

Kaderin Hikmeti: İnsanın Sınırlı Aklı, Allah’ın Sonsuz İlmi

İnsan, sınırlı bilgiye sahip bir varlıktır. Görünüşte bir şeyin iyi veya kötü olduğunu değerlendirirken, sadece anlık bir çerçevede düşünür. Oysa kader, ilahi bir planın tecellisidir ve onun içinde sonsuz hikmetler gizlidir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Siz bir şeyi sevmezsiniz ama o sizin için hayırlı olabilir. Bir şeyi seversiniz ama o sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Bu ayet, kaderin sevkinin bizim anlık değerlendirmelerimizin ötesinde bir hikmete bağlı olduğunu gösterir. Bazen büyük kayıplar sandığımız şeyler, bizim için hayırlı kapılar açar. Bazen de büyük nimet gibi gördüğümüz şeyler, sonradan büyük bir felakete dönüşebilir.

Tarihten İbretlik Örnekler: Kaderin Sevki

Tarih boyunca birçok olay, kaderin sevkini açıkça göstermiştir. İşte birkaç ibretlik örnek:

Hz. Yusuf’un (a.s.) Kaderi: Küçük yaşta kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf, görünüşte büyük bir zulme uğramıştır. Ancak kaderin sevkiyle Mısır’a köle olarak satılmış, zamanla firavunun rüyalarını yorumlayarak ülkenin en büyük yöneticilerinden biri olmuştur. Kuyuya atılmak onun için bir felaket gibi görünse de, aslında Rabb’inin onu büyük bir geleceğe hazırlamasının bir vesilesiydi.

İstanbul’un Fethi: Bizans’ın surları yıkılmaz sanılırken, kaderin sevkiyle Fatih Sultan Mehmet, o dönemin en güçlü imparatorluğunu fethederek çağ açıp çağ kapamıştır. Belki birçok insan bu fethe ihtimal vermiyordu, ancak kaderin yazdığı plan başka bir şekilde tecelli etti.

Sultan Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi: Osmanlı’nın en zorlu dönemlerinden birinde tahtan indirilen Sultan II. Abdülhamid, bu olayın büyük bir haksızlık olduğunu düşünebilirdi. Ancak kaderin sevkiyle, onun tahtan indirilmesi Osmanlı’nın nasıl bir badireye sürüklendiğini gözler önüne serdi ve tarih, onun basiretini ve ferasetini haklı çıkardı.

Günlük Hayatta Kaderin Sevki

Her insanın hayatında kaderin sevkiyle gerçekleşen olaylar vardır. Bazen büyük umutlarla bir işe gireriz ama başarısız oluruz. Belki bu başarısızlık bizi daha büyük bir felaketten koruyan ilahi bir müdahaledir. Bazen bir kaza geçiririz ama sonradan anlarız ki, bu olay bizi daha büyük bir kazadan veya hatadan kurtarmıştır.

Bir kapının kapanması, aslında daha büyük bir kapının açılmasına vesile olabilir. Büyük âlimlerden biri olan İmam Gazali, ilim tahsiline başlamadan önce sufi bir hayat sürmek istemişti. Ancak hocasının yönlendirmesiyle ilme yöneldi ve sonunda İslam tarihinin en büyük âlimlerinden biri oldu. Kendi planı farklıydı ama kaderin sevki onu daha büyük bir vazifeye hazırlıyordu.

Kaderi Doğru Anlamak: Sebeplere Sarılmak ve Sonucu Allah’a Bırakmak

Kaderin sevkini kabul etmek, tembellik etmek anlamına gelmez. İslam, insanın elinden geleni yapmasını ve sonra sonucu Allah’a bırakmasını öğütler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir sahabeye şöyle buyurmuştur:

“Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”

Bu, kaderin sevkini anlamada temel bir prensiptir. İnsan çalışacak, çabalayacak, tedbirini alacak ama sonucu Allah’a bırakacaktır. Çünkü en doğrusunu bilen O’dur.

Sonuç: Kaderin Sevkine Güvenmek

Hayatın içindeki olaylar ne kadar karmaşık görünse de, bir düzen içinde işler. Bizim için kötü sandığımız şeyler, aslında bizi daha büyük hayırlara götüren ilahi bir planın parçası olabilir. İnsan bu dünyada yolculuk eden bir yolcu gibidir; haritayı çizen ise Allah’tır. Yolun tamamını göremediğimiz için bazen kaybolduğumuzu sanırız. Oysa kaderin sevki, bizi tam da varmamız gereken yere götürmektedir.

Bu yüzden insan, kaderin sevkine güvenmeli, sebeplere sarılmalı, şükretmeli ve sabretmelidir. Çünkü Allah’ın takdiri, kulun hayrınadır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=2Rb6tcrSr50




HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK.

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK.[1]

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK. ORADA KENDİSİ OLACAK VE KENDİSİNİ BULACAKTIR.


Gerçek Yurt: Herkes Ait Olduğu Yere Dönecek

İnsan, dünya yolculuğunda bir misafir gibidir. Doğar, büyür, öğrenir, sever, ayrılıklar yaşar, kazanır ve kaybeder. Fakat ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, bu dünya onun gerçek yurdu değildir. Bir yolcunun hanlarda konaklaması gibi, insan da bu dünya hanında geçici bir süre kalır. Sonra geldiği yere, aid olduğu yurduna geri döner.

Dünyanın Geçici Sahipleri

İnsanoğlu, kendisini bu dünyada kalıcı sanarak mülk edindiği şeylere sıkı sıkıya bağlanır. Oysa bütün mülkün sahibi Allah’tır ve insan sadece bir emanetçidir. Ne saraylar, ne bağlar, ne makamlar, ne de güç kalıcıdır. Zenginler, krallar, âlimler ve cahiller; hepsi bu dünyayı terk etmiş ve gerçek yurtlarına dönmüşlerdir.

Firavun gibi kendini ilah zannedenler de gitmiş, Ebu Bekir (r.a) gibi adaletiyle tanınanlar da… Fakat her biri ait olduğu yere gitmiş, kendi karakterine ve amellerine uygun bir akıbetle karşılaşmıştır.

Kişi Kendi Hakikatini Bulacak

Dünya, insanın gerçek kimliğini gizleyebildiği bir yerdir. İnsan burada bazen taklit eder, bazen olduğundan farklı görünmeye çalışır. Maskeler takılır, sahte dostluklar kurulur, menfaatler uğruna insanlar birbirlerini aldatır. Fakat ahiret, her şeyin gerçek yüzünün ortaya çıkacağı yerdir.

Kur’an’da bildirildiği gibi:

“O gün onlara şöyle denilir: ‘Bugün sizi unuttuğumuz gibi siz de bugünkü buluşmayı unuttunuz. Varacağınız yer ateştir, sizin için hiçbir yardımcı yoktur.’” (Câsiye, 34)

Orada kimse sahte bir yüz takamaz. Herkes, dünyada yaptığı amellerin hakiki karşılığı ile yüzleşir. Takva sahipleri, nurlanmış yüzleriyle cennete giderken, zulmedenler ve inkâr edenler karanlık bir âkıbetle karşılaşır.

Dünya Bir Tohum, Ahiret Bir Hasattır

İnsan, dünyada yaptığı her iyiliği ve kötülüğü, ahirette ekilmiş bir tohumun meyvesi gibi karşısında bulacaktır. Bir kişi dünyada merhametle, adaletle, doğrulukla yaşadıysa, ahirette de huzurlu ve saadet dolu bir yurt bulacaktır. Ama dünyada zulüm, kibir ve kötülükle yaşayanlar, o amellerin ağırlığını taşıyacaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle diriltilirsiniz.”

Dünya, insanın gerçek kendisini oluşturduğu bir yerdir. Fakat insan, kendisini kandırabilir, bir ömür boyunca yanlış yolda gidebilir. Ahiret, kişinin tüm perdelere rağmen hakiki kimliğiyle karşılaşacağı yerdir.

Öyleyse Ne Yapmalıyız?

Eğer herkes sonunda ait olduğu yere dönecekse, dünyada ne ekersek onu biçeceksek, bugünden doğru seçimler yapmalıyız.

Allah’ın razı olduğu bir kul olmak için gayret etmeliyiz.

İnsanlara adalet ve merhametle muamele etmeliyiz.

Dünyayı ebedi bir yurt gibi değil, bir imtihan sahası olarak görmeliyiz.

Maskelerden, sahtelikten, kibirden ve riyadan uzak durmalıyız.

Çünkü dünya bir gölgedir. Gölge kaybolduğunda, hakikat ortaya çıkar. Ve o gün geldiğinde herkes, kim olduğunu, neyi hak ettiğini ve nereye ait olduğunu apaçık görecektir.

Allah, bizleri nurlar içinde olan cennet yurduna ait olanlardan eylesin. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6aNluuDKmkQ




MUCİZE-KERAMET-İSTİDRAC FARKI VE HİKMETLERİ

MUCİZE-KERAMET-İSTİDRAC FARKI VE HİKMETLERİ[1]

Mucize, Keramet ve İstidrac: Hikmetleri ve İbretleri Üzerine Bir İnceleme

İslam düşüncesinde olağanüstü olaylar, genellikle üç başlık altında ele alınır: mucize, keramet ve istidrac. Bu kavramlar, Allah’ın kudreti ve hikmeti çerçevesinde farklı anlamlar taşır ve insana ibret dolu mesajlar sunar. Bu makalede, bu kavramların mahiyetini, farklarını ve insanlık için taşıdığı derin hikmetleri inceleyeceğiz.

1. Mucize: Peygamberlerin Doğruluğunu Gösteren İlahi Delil

Mucize, peygamberlerin doğruluğunu ispat etmek ve Allah’ın kudretini göstermek için Allah’ın izniyle gerçekleşen olağanüstü olaylardır. Mucize, insanların taklit edemeyeceği bir özellik taşır ve bir meydan okuma niteliğindedir.

Mucizenin Özellikleri:

Peygamberlere mahsustur ve onların hak peygamber olduğunu gösterir.

Allah’ın izniyle gerçekleşir ve insan müdahalesi söz konusu değildir.

Meydan okuyucudur, yani inkârcıları aciz bırakır.

İnsanlara bir mesaj taşır, iman etmeleri için bir delil sunar.

Örnekler:

Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’in yarılması

Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle ölüyü diriltmesi

Hz. Muhammed’in (sav) ayı ikiye yarması

Mucizeler, insanlara Allah’ın kudretini hatırlatarak onları tevhide davet eder. Ancak unutulmaması gereken bir nokta şudur: Mucizeler, inananların imanını artırırken, inanmayanlar için bir imtihan vesilesi olur. Nitekim Kur’an’da, mucizelere rağmen inanmayan kavimlerin helak edildiğine dair birçok örnek verilmiştir.

2. Keramet: Salih Kullara Bahşedilen İlahi İkram

Keramet, Allah’ın veli kullarına lütfettiği olağanüstü hallerdir. Bir peygamberin ümmetinden olan ve Allah’a yakınlığıyla bilinen salih kişilerde görülebilir. Ancak keramet, bir iddia veya gösteriş aracı değildir. Veliler, kerameti bir üstünlük sebebi olarak değil, Allah’ın bir ikramı ve imtihanı olarak görürler.

Kerametin Özellikleri:

Peygamber olmayan salih kullara verilir.

Kendi istekleriyle değil, Allah’ın lütfu ile gerçekleşir.

Veliler bunu bir iddia konusu yapmazlar.

Allah’a yakınlığın bir işareti olabilir, ama asıl olan takva ve ihlastır.

Örnekler:

Hz. Meryem’in, kendisine yiyecekler gelmesi (Âl-i İmrân, 3/37).

Hz. Ömer’in, minberden komutanı Sâriye’ye seslenip uyarıda bulunması.

İmam Şâfiî gibi âlimlerin ilham yoluyla ilim sahibi olmaları.

Keramet, Allah’ın veli kullarına ikramıdır; ancak müminler, kerameti amaç hâline getirmemelidir. Asıl hedef, Allah’a kullukta derinleşmek ve takva sahibi olmaktır.

3. İstidrac: Sapkınlara Verilen Geçici İmkan

İstidrac, Allah’ın inkârcılara veya fasık kişilere, onların sapkınlıklarını artırmak için verdiği olağanüstü nimet ve yeteneklerdir. Bir kişi, harikulade işler yapabiliyor diye onun Allah katında makbul olduğunu zannetmek büyük bir hatadır. İstidrac, kişinin gafletini artırarak onu azaba sürükleyen bir tuzaktır.

İstidracın Özellikleri:

Günahkâr veya inkârcılara verilir.

Kendi elleriyle elde ettikleri bir yetenek gibi görünür.

Şaşırtıcı ve insanları etkileyici olabilir, ancak hakikatte bir sapkınlık sebebidir.

Allah, onları bir süre nimet içinde bırakır, sonra ansızın yakalar.

Kur’an’da İstidrac:

Allah, Kur’an’da şöyle buyurur:

> “Onlar, kendilerine verilen nimetler sebebiyle şımarıp azgınlık ettiklerinde, biz de onları farkında olmadan ansızın yakaladık.” (En’âm, 6/44)

Örnekler:

Firavun’un, mucizeleri gördüğü hâlde büyücülükle uğraşması.

Nemrut’un, gücünü ilahlık iddiasına dönüştürmesi.

İstidrac, Allah’ın bir imtihanıdır. Bir kişi, büyük başarılara ulaşsa da eğer o nimetler onu Allah’tan uzaklaştırıyorsa, bu bir ikram değil, bir tuzaktır.

İbret ve Hikmetler

1. Gerçek üstünlük Allah’a yakınlıktadır: Mucize, keramet ve istidrac arasındaki en temel fark, bunların Allah’a yakınlık veya uzaklık noktasında nasıl bir rol oynadığıdır. Mucize ve keramet Allah’ın ikramıdır, istidrac ise bir tuzaktır.

2. Dış görünüşe aldanmamak gerekir: Olağanüstü olaylar her zaman Allah’ın rızasını göstermez. Takva ve ihlas sahibi olunması önemlidir.

3. Allah, her şeyi hikmetle yapar: Kimi zaman nimetlerle, kimi zaman belalarla imtihan eder. İnsan, kendisine verilen her şeyin bir imtihan olduğunun farkında olmalıdır.

4. İstidrac bir gaflet tuzağıdır: Kişi, yaptığı harikulade işlerle böbürleniyorsa, bu onun için büyük bir tehlikedir.

Sonuç: Hangi Tarafın Yolcusuyuz?

Mucize, Allah’ın peygamberlerine verdiği en büyük delildir. Keramet, Allah dostlarına verilen ikramdır. İstidrac ise gaflet içinde olanların aldanışıdır. Mümin, mucizeleri tasdik eden, kerameti istikamette bulan ve istidraçtan sakınan bir basiret içinde olmalıdır.

Allah bizleri mucizelerle imanımızı artıranlardan, kerameti bir iman kuvveti olarak görenlerden ve istidraç tuzağından sakınanlardan eylesin. Amin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=AYLJiuiOKzM




DİNİ SEVDİRMEK Mİ YOKSA NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?

DİNİ SEVDİRMEK Mİ YOKSA NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?[1]


Veya sevdirirken nefret ettirmemek.

İslam, insanların hem dünya hem de ahiret saadetini temin eden bir dindir. Ancak bu saadetin kapısını açacak olan unsur, dinin nasıl anlatıldığı ve nasıl yaşandığıdır. Din, sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir ahlak, bir yaşam biçimi ve bir huzur kaynağıdır. Dolayısıyla insanlara dini sevdirmek, onların kalplerine bu huzuru ve güzelliği nakşetmek büyük bir hizmettir. Peki, önemli olan dini sevdirmek midir, yoksa insanlara nefreti önlemek mi?

DİNİ SEVDİRMENİN GÜZELLİĞİ

Cenab-ı Hak, İslam’ı insanlara bir rahmet olarak göndermiştir:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dini tebliğ ederken insanların kalplerini fetheden bir üslup kullanmıştır. O, kimseyi zorlamamış, İslam’ı güzellikleriyle anlatmış, insanların önce kalplerine hitap etmiştir. İnsanları dinden soğutan veya onlara nefret ettiren hiçbir tavır sergilememiştir.

Bir gün, Mescid-i Nebevi’ye bir bedevi gelip mescidin bir köşesine küçük abdestini bozmuştu. Sahabeler hemen öfkeyle onu azarlamak istediler. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.), onların müdahale etmesine engel oldu ve sakince şöyle buyurdu:
“Bırakın, işini bitirsin. Sonra üzerine bir kova su dökün, mesele hallolur.”

Bu tavır, dinin sertlikle değil, şefkat ve anlayışla anlatılması gerektiğinin en güzel örneklerinden biridir. Eğer Efendimiz (s.a.v.), bedeviyi azarlayıp dışlamış olsaydı, belki de o kişi İslam’dan tamamen soğuyacaktı. Ama O, sabır ve merhametle yaklaşarak hem kalbini kazandı hem de İslam’ın hoşgörüsünü gösterdi.

İNSANLARI DİNDEN NEFRET ETTİRMEMEK

Dini anlatırken en büyük tehlikelerden biri, insanları nefret ettirecek bir üslup kullanmaktır. Çünkü yanlış üslup, doğru bir mesajı bile etkisiz hale getirebilir. Bu konuda Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhari, İlim, 11)

Günümüzde bazı kimseler dini anlatırken sert, katı ve ürkütücü bir dil kullanabiliyor. Sürekli cehennemden, azaptan, yasaklardan bahsederek insanları korkutuyorlar. Oysa bir çiçeği büyütmek için onu sürekli sulamak, güneş almasını sağlamak gerekir. Eğer çiçeğin toprağını kurutur, ona zarar verecek şekilde davranırsak, solmasına sebep oluruz. Aynı şekilde insanlara dini anlatırken de onların kalplerini beslemeli, onlara ümit aşılamalıyız.

Özellikle çocuklara ve gençlere dini sevdirmek çok önemlidir. Eğer din, sadece bir yasaklar bütünü gibi sunulursa, gençler bundan uzaklaşabilir. Oysa din, bir aşk ve muhabbet meselesidir. Kalplere sevgiyle girer, zorlamayla değil.

ÖLÇÜ: ORTA YOL

Dini anlatmada iki aşırılıktan kaçınmak gerekir:

1. Aşırı katı ve korkutucu olmak: Sürekli yasaklar, günahlar ve azaplarla insanları baskı altına almak, dinin aslında bir rahmet dini olduğu gerçeğini gölgeleyebilir.

2. Aşırı gevşek olmak: Dinin emir ve yasaklarını tamamen yok sayarak sadece “her şey serbest” gibi göstermek de tehlikelidir. Çünkü İslam, belirli kuralları olan bir nizam dinidir.

Bu noktada en güzel yol, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetidir. O, insanlara ne zorlaştırarak ne de gevşek davranarak yaklaşmıştır. Onların seviyelerine inerek, anlayışla ve şefkatle dini anlatmıştır.

SONUÇ

Dini sevdirmek ve insanları ondan nefret ettirmemek, birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Sevdirerek anlatmak, nefret ettirmenin önüne geçer. Dini güzel yaşamak ve güzel anlatmak, en etkili tebliğ metodudur. Çünkü insanlar dinin emirlerinden çok, o dini yaşayan insanların hal ve hareketlerinden etkilenirler.

Unutmayalım ki, İslam bir kolaylık ve rahmet dinidir. Bizler de bu rahmeti başkalarına sunarken, Efendimizin (s.a.v.) yolunu takip etmeli, sevdirerek anlatmalı ve asla nefret ettirmemeliyiz.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=_FhmV8Rwvf4




AZAP MI İNDİR YOKSA RAHMET Mİ?

AZAP MI İNDİR YOKSA RAHMET Mİ?[1]

Evet, Enfâl Suresi 32. ayeti şu şekildedir:

وَإِذْ قَالُوا۟ ٱللَّهُمَّ إِن كَانَ هَٰذَا هُوَ ٱلْحَقَّ مِنْ عِندِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةًۭ مِّنَ ٱلسَّمَآءِ أَوِ ٱئْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍۢ

Meali:
“Ve bir zaman, ‘Ey Allah’ım! Eğer bu (Kur’an) senin katından gelen hakikat ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap ver’ demişlerdi.”

Bu ayette, Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ve Kur’an’a karşı kibirli ve meydan okuyan tavırları anlatılmaktadır. Onlar, eğer Kur’an gerçekten Allah’tan geliyorsa, bunun yerine doğruyu kabul etmek yerine, kendilerine bir azap gönderilmesini dilemişlerdi. Ancak Allah, bir sonraki ayette (Enfâl 33) onları hemen helak etmediğini, çünkü Hz. Peygamber’in onların içinde bulunduğunu ve müminlerin de Allah’tan bağışlanma dilediklerini belirtmiştir.

@@@@@@@

Enfâl Suresi 32. Ayetin Derinlemesine Anlamı.

Bu ayette Mekke müşriklerinin kibirli, inatçı ve alaycı tutumları gözler önüne serilmektedir. Onlar, hakikati arayan samimi bir kalple değil, inat ve meydan okuma duygusuyla şöyle demişlerdi:

“Eğer bu Kur’an gerçekten senin katından gelen bir hakikat ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize çok acı bir azap ver!”

1. Ayetin Psikolojik ve Sosyolojik Boyutu

Bu ifadede içten bir arayış yoktur. Aksine:

Kibir ve inat vardır: Gerçeği kabullenmek yerine, imkânsız bir bedel ödemeyi göze alacak kadar körleşmiş bir akıl durumu söz konusudur.

Hakikate karşı direniş vardır: Kur’an onların menfaatlerine dokunduğu için onu reddetmek adına uç bir tepki göstermektedirler.

Meydan okuma psikolojisi vardır: Gerçekten hakikati arayan biri, “Bize azap indir” demez, aksine “Bizi doğru yola ilet” diye dua eder.

Bu tür bir tepki, tarihte Allah’ın peygamberlerini inkâr eden kavimlerin ortak özelliklerinden biridir. Örneğin, Nuh, Lut, Şuayb ve Salih kavimleri de peygamberlerine meydan okumuş ve “Bize vaat ettiğin azabı getir!” demişlerdi. Ancak sonuç hep helak olmuştur.

2. Ayetin Tevhid ve Kader Açısından Yorumu

Müşrikler, Allah’a inanıyorlardı ama “hakikatin kaynağı olarak O’nu kabul etmiyorlardı.”

Onlar, “Biz Allah’a inanıyoruz ama bu Kur’an O’nun katından olamaz” diyerek çelişkili bir inanç içindeydiler.

Hakikati reddeden bir toplum, azabı kendisi davet eder. Ancak Allah merhameti gereği onlara hemen ceza vermemiştir.

3. Günümüze Mesajı

Bu ayet, günümüz insanına da önemli mesajlar verir:

1. Hakikati aramak yerine ona meydan okumak, insanı felakete sürükler.

2. Kibir ve inat, insanın gözünü köreltir ve en bariz gerçeği bile inkâr etmesine yol açar.

3. Gerçeğe ulaşmak isteyen, onu inkâr etmek için bahane üretmek yerine, samimi bir kalple araştırmalı ve dua etmelidir.

Müşriklerin bu duası, aslında hakikati kabullenmek istemeyen her çağdaki insanın durumuna benzer. Bugün de pek çok insan, iman hakikatlerine karşı delil aramak yerine, onları inkâr etmek için bahaneler üretmektedir.

@@@@@@

Enfâl Suresi 32. Ayetin Benzer Ayetlerle İlgisi

Kur’an’da Mekke müşriklerinin veya geçmiş kavimlerin hakikate karşı takındıkları meydan okuma, inkâr ve azap isteme tavırları birçok ayette ele alınmıştır. Enfâl 32 de bu açıdan değerlendirilmelidir. Şimdi, bu ayeti destekleyen ve açıklayan diğer ayetlere bakalım.

1. Azap İsteyenlerin Ortak Tavrı

Enfâl 32’de olduğu gibi, geçmiş kavimlerden de peygamberlerine meydan okuyarak azap talep edenler olmuştur.

Şuara Suresi 187

وَقَالُوا۟ يَٰشُعَيْبُ أَصَلَوٰتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ ءَابَآؤُنَآ أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِىٓ أَمْوَٰلِنَا مَا نَشَٰٓؤُا۟ إِنَّكَ لَأَنتَ ٱلْحَلِيمُ ٱلرَّشِيدُ ١٨٦ فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًۭا مِّنَ ٱلسَّمَآءِ إِن كُنتَ مِنَ ٱلصَّٰدِقِينَ ١٨٧

Meali:
“Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını bırakmamızı ve mallarımız konusunda istediğimiz gibi davranmamamızı mı emrediyorsun? Eğer doğru söyleyenlerdensen üzerimize gökten bir parça düşür!” (Şuara 186-187)

Bu ayette Şuayb (a.s.)’ın kavmi, onun getirdiği vahyi reddediyor ve kendilerine azap gelmesini istiyor. Aynı kibirli ve inatçı tavır Enfâl 32’de müşriklerde de görülüyor.

2. Önceki Kavimlerin Helak Sebepleri

Müşriklerin azap istemeleri, Allah’ın geçmiş kavimlere verdiği cezaları hatırlatmaktadır.

Hud Suresi 82

فَلَمَّا جَآءَ أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَٰلِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةًۭ مِّن سِجِّيلٍۢ مَّنضُودٍۢ

Meali:
“Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine istif edilmiş taşlardan yağdırdık.” (Hud 82)

Bu ayet, Lut kavminin helakini anlatır. Lut kavmi de azap istemişti ve gerçekten taş yağmuruna tutulmuşlardı. Enfâl 32’de müşriklerin gökten taş yağmasını istemeleri, aslında Lut kavminin helak edilme şekline bir gönderme gibidir.

Benzer bir şekilde:

Fussilet 13: “Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Ben sizi Ad ve Semud’un yıldırımı gibi bir azap ile uyarıyorum.'”

Zariyat 32-33: “Dediler ki: Biz suçlu bir kavme gönderildik, üzerlerine çamurdan taşlar yağdıracağız.”

3. Allah’ın Azabı Geciktirme Hikmeti

Müşriklerin azap istemelerine rağmen, Allah hemen onları helak etmemiştir. Bunun sebebi bir sonraki ayette açıklanır.

Enfâl Suresi 33

وَمَا كَانَ ٱللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ ٱللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

Meali:
“Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.”

Burada iki önemli nokta vardır:

1. Peygamber’in varlığı bir rahmettir: Allah, Rasulullah (s.a.v.) Mekke’de olduğu sürece müşrikleri helak etmemiştir.

2. Bağışlanma (istiğfar) azabı geciktirir: Eğer insanlar tövbe edip Allah’tan af dileselerdi, azap üzerlerine gelmeyecekti.

Bu ayet, azap isteyen müşriklerin, aslında farkında olmadan Allah’ın rahmetiyle cezadan korunduklarını gösterir.

SONUÇ: Enfâl 32’nin Diğer Ayetlerle Bağlantısı

1. Geçmiş kavimlerin inkarcıları gibi, Mekke müşrikleri de peygamberlerine meydan okumuş ve azap istemiştir (Şuara 187, Hud 82).

2. Allah, Lut ve diğer kavimleri gerçekten taş yağdırarak helak etmiştir. Müşriklerin talebi de Lut kavminin helakine benzemektedir (Hud 82, Zariyat 32-33).

3. Ancak Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlığı ve müminlerin istiğfarı sebebiyle azabı geciktirmiştir (Enfâl 33).

Bu ayetler, kibirli inkârın insanı nasıl felakete sürüklediğini ve Allah’ın azabı geciktirme hikmetini gösterir. Aynı zamanda istiğfarın ve Peygamber’in varlığının, bir toplumu nasıl koruduğunu anlatır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ApieQmbPVa4




VEFA: AHDE VEFA VE MİSAK BİLİNCİ

VEFA: AHDE VEFA VE MİSAK BİLİNCİ[1]


İslam ahlakının temel değerlerinden biri olan vefa, sözünde durma, bağlı kalma, sadakat gösterme ve verilen sözü yerine getirme anlamına gelir. Vefa, sadece bireyler arasındaki ilişkilerde değil, insanın Allah’a, kendine ve topluma karşı taşıdığı sorumlulukları yerine getirmesinde de önemli bir ahlaki prensiptir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde vefaya büyük bir vurgu yapılmış, vefasızlık ise hem dünyevi hem de uhrevi sonuçları itibariyle ciddi bir uyarıyla ele alınmıştır.

VEFA VE KUR’AN-I KERİM

Kur’an-ı Kerim’de vefa, birçok ayette övgüyle anılmış ve müminlerin en önemli özelliklerinden biri olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz (ahd) sorumluluk gerektirir.” (İsra, 17/34)

Bu ayet, insanın verdiği her sözün bir sorumluluk doğurduğunu ve Allah katında bunun hesabının sorulacağını açıkça belirtir. Mümin, verdiği sözü unutmaz, yerine getirir ve sadık kalır.

Yine bir başka ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“O kimseler ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler ve ahitlerini bozmazlar.” (Ra’d, 13/20)

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, vefa sadece insanlar arasındaki bir sadakat meselesi değil, aynı zamanda Allah’a verilen sözlerin tutulmasını da kapsayan bir ahlaki sorumluluktur.

AHDE VEFA: SÖZÜNDE DURMANIN ÖNEMİ

Ahde vefa, verilen sözlerin, yapılan anlaşmaların ve üstlenilen sorumlulukların yerine getirilmesini ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanın en belirgin özelliklerinden birinin ahde vefa olduğunu bildirmiş ve şu hadisiyle bunu vurgulamıştır:

“Münafıklık alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine güvenildiğinde hıyanet eder.” (Buhari, İman, 24)

Bu hadis, ahde vefasızlığın münafıklık alametlerinden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Mümin, ahlaki ve dini sorumluluklarının bilincinde olan kişidir ve verdiği sözden caymaz.

Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerle bile yaptığı anlaşmalara uymuş ve en zor şartlar altında dahi ahde vefayı korumuştur. Hudeybiye Antlaşması’nda Müslümanlar aleyhine görünen maddelere bile sadık kalmış, ancak karşı taraf bu sadakati ihlal ettiğinde antlaşmayı feshetmiştir. Bu durum, vefanın İslam’daki yüksek değerini gösteren en önemli örneklerden biridir.

MİSAK: İNSANIN ALLAH’A VERDİĞİ SÖZ

İslam’da vefa kavramının en büyük boyutlarından biri, insanın Allah’a verdiği sözü tutmasıdır. Kur’an-ı Kerim, insanların dünya hayatına gelmeden önce Allah’a bir misak verdiğini bildirmektedir:

“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet, (buna) şahit olduk.’ demişlerdi.” (A’raf, 7/172)

Bu ayet, insanın Allah’a kulluk etmek üzere yaratıldığını ve bu doğrultuda bir söz verdiğini hatırlatmaktadır. Ancak dünya hayatının meşgalesi içinde birçok insan bu misakı unutur ve Rabbine karşı olan vefasını kaybeder. Oysa gerçek vefa, Allah’a verilen sözde durarak, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Kur’an, insanların ahitlerine sadık kalmasını ve verdikleri sözleri yerine getirmesini bir iman göstergesi olarak sunar:

“Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri sözü bozmazlar.” (Bakara, 2/177)

Bu ayet, vefanın sadece dünyevi ilişkilerle sınırlı olmadığını, Allah ile kul arasındaki bağda da en önemli unsurlardan biri olduğunu gösterir.

VEFASIZLIĞIN SONUÇLARI

Kur’an-ı Kerim, vefasızlığı büyük bir ahlaki zafiyet olarak değerlendirmiş ve ahdini bozanları kınamıştır:

“Ahidlerini bozanlar, Allah’ın emrini hiçe sayanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar… İşte lanet onlara mahsustur ve yurdun en kötüsü onlar içindir.” (Rad, 13/25)

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, ahde vefasızlık, sadece bireysel bir hata değil, aynı zamanda toplumsal huzuru bozan, Allah’ın emirlerine karşı bir başkaldırıdır. Vefasızlık, güvenin kaybolmasına, dostlukların bozulmasına ve toplumun çökmesine neden olur.

VEFA VE SADAKATİN ÖDÜLÜ

Allah’a ve insanlara karşı vefalı olanlar, hem dünyada hem de ahirette mükâfatlandırılacaktır. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:

“Allah, sözünü yerine getirenleri, sadakatleri sebebiyle mükâfatlandıracaktır.” (Ahzâb, 33/23)

Bu ayet, vefanın sadece bir erdem olmadığını, aynı zamanda Allah katında büyük bir karşılık göreceğini göstermektedir. Sadık olanlar, Allah’ın rahmetine ve cennetine layık görülürken, vefasızlık edenler ise hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayacaktır.

SONUÇ: VEFA, İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

Vefa, müminin en büyük imtihanlarından biridir. İnsan, Rabbi’ne, ailesine, dostlarına, toplumuna ve hatta düşmanına karşı bile ahlaki bir duruş sergilemekle yükümlüdür. Ahde vefa, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.

Mümin, her zaman sözünün eri olmalı, Allah’a ve insanlara verdiği sözleri tutmalı ve sadakati hayatının merkezine koymalıdır. Çünkü vefanın olmadığı yerde güven olmaz, güvenin olmadığı yerde ise huzur ve adalet kaybolur.

Allah bizleri, ahdine vefa gösteren, sadakatle yaşayan ve misakına bağlı kalan kullarından eylesin. “Sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 9/119) emrine uyanlardan kılsın. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=d4i-sbL9J7Q




MAHVEDİLEN NESİLLER VE ASIMIN NESLİ

MAHVEDİLEN NESİLLER VE ASIMIN NESLİ[1]

 

Tih çölünde bildircin eti ve kudret helvasi yemekten bikip,soğan ve sarımsakları isteyen yahudilerin şikayetleri, sebep ve yorumu


Bu olay, Bakara Suresi 61. ayette anlatılır ve İsrailoğulları’nın nankörlükleri ve dünyevi arzularına düşkünlükleri açısından önemli bir örnektir.

Olayın Geçtiği Ayet:

> “Ey Musa! Biz tek çeşit yemeğe katlanamayız. Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği sebzelerden; bakla, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın!” dediler. Musa dedi ki: “Siz daha hayırlı olanı daha aşağı olana mı değişmek istiyorsunuz? Öyleyse Mısır’a gidin, orada dilediğiniz şeyleri bulabilirsiniz!” Onların üzerine alçaklık ve zillet damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Bu, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri yüzündendi…” (Bakara 2/61)

Olayın Sebebi ve Yorumu

1. Tih Çölü’nde Allah’ın İkramları

İsrailoğulları, Tih Çölü’nde bıldırcın eti ve kudret helvası gibi özel yiyeceklerle rızıklandırılmışlardı.

Bıldırcın eti: Allah’ın onlara lütfettiği, zahmetsizce ulaşabilecekleri lezzetli bir et türüydü.

Kudret helvası (Menn): Bazı müfessirler bunun tatlı bir madde olduğunu, bazısı ise bir tür besleyici bitki özü olduğunu söyler.

Ancak İsrailoğulları, bu nimetleri küçümseyerek sebze, soğan, mercimek gibi sıradan yiyecekler istemeye başladılar.

2. Şikâyetin Nedeni

Nimetlere karşı nankörlük: Allah’ın özel olarak sunduğu gıdaları beğenmeyip, dünyevi ve sıradan yiyeceklere yöneldiler.

Mısır’daki esareti özleme: Özgürlüklerine kavuştukları hâlde, eski hayatlarına ve alışkanlıklarına dönmek istediler.

İman zayıflığı ve dünyevî arzular: İsrailoğulları sürekli mucizeler görmek istemiş, ama kalplerinde tam bir teslimiyet oluşmamıştır.

3. Hz. Musa’nın Cevabı ve Anlamı

Hz. Musa, bu isteğe sert bir şekilde tepki göstermiştir:

“Siz daha hayırlı olanı, daha aşağı olana mı değişmek istiyorsunuz?”

Yani, ilahi bir lütuf olan yiyecekleri, sıradan şeylerle değiştirmek mi istiyorsunuz?

“Öyleyse Mısır’a gidin, orada bulursunuz!”

Bu ifade, onların eski esareti ve dünyevî yaşamı arzulamalarını eleştiren bir sözdür.

Tefsirlerdeki Yorumlar

İbn Kesir: İsrailoğulları, ilahi lütfu küçümseyerek nefsanî arzularına yöneldikleri için azap görmüşlerdir.

Taberi: Bu istek, dünyevî alışkanlıkların, insanın ahiret nimetlerine karşı duyarsızlaşmasına sebep olduğunu gösterir.

Fahreddin Razi: Bu olay, insanların kolay nimetleri küçümseme ve zorluklara rağmen geçmiş alışkanlıklarına özlem duyma eğilimini vurgular.

Elmalılı Hamdi Yazır: Bu olay, hakikati göremeyen, şükretmeyen insanların, maddî nimetlere takılıp kalmasının bir örneğidir.

Sonuç ve İbretler

1. İlahi nimetlere karşı şükretmek gerekir.

2. İnsan bazen alışkanlıklarını terk edemez ve bu durum ona zarar verebilir.

3. Allah’ın verdiği üstün nimetleri değersiz görüp, sıradan olanı istemek doğru değildir.

4. Şükürsüzlük ve dünyevî arzular, bir toplumu helake sürükleyebilir.

Bu olay, sadece İsrailoğulları için değil, tüm insanlık için bir ders niteliğindedir.

*************   

Osman Yüksel Serdengeçti 10.11.83 de vefat etti.

Şair,Hatip,gazeteci,yazar.
Hakim kendisine,sende Allah demişsin, sözüne Allah Allah,

Eseri,bir nesli nasıl mahvettiler.
Aynı kalıntı ve dokuntuleri devam etmektedir.

Bunu şunun için söyledim.
Hz.musanin Tih çölünde Yahudiler tarafından, “Sen ve Rabbin gidin, savaşın”, sözünün sebep ve yorumu.

Bu söz, Maide Suresi 24. ayette geçer ve İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya olan itaatsizliğini gösteren olaylardan biridir.

Olayın Geçtiği Ayetler:

Maide 20-26. Ayetler:
Hz. Musa, İsrailoğulları’na Allah’ın kendilerine vaad ettiği kutsal topraklara (Filistin) girmelerini emrettiğinde, onlar korkuya kapılarak şöyle derler:

> “(İsrailoğulları) dediler ki: ‘Ey Musa! Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de gireriz.’” (Maide 22)

> “(Ancak) Allah’tan korkan ve O’na gönülden bağlı olan iki kişi şöyle dedi: ‘Onların üzerine kapıdan girin! Oraya girerseniz mutlaka galip gelirsiniz. Eğer inanıyorsanız, yalnızca Allah’a güvenin.’” (Maide 23)

Fakat İsrailoğulları korkularına yenik düşerek şu cevabı verirler:

> “Ey Musa! Biz, onlar orada bulundukça asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada oturacağız!” (Maide 24)

Bu söz, onların Allah’ın emrine karşı gelmeleri ve korkaklık göstermeleri nedeniyle Tih Çölü’nde 40 yıl boyunca cezalandırılmalarına sebep olmuştur.

Sebep ve Yorumu

1. Korku ve Güvensizlik:

İsrailoğulları, Firavun’un zulmünden kurtulmalarına rağmen, Allah’a tam güvenmemişler ve savaşmaktan korkmuşlardır.

Filistin’de bulunan Amalika kavminin güçlü ve savaşçı olduğunu düşündükleri için mücadeleden kaçınmışlardır.

2. İtaatsizlik ve Nankörlük:

Allah’ın birçok mucizesini görmelerine rağmen, Hz. Musa’ya isyan etmişlerdir.

Allah’ın vaadine güvenmek yerine, liderlerine karşı gelmişlerdir.

3. Tih Çölü’nde 40 Yıl Cezalandırılmaları:

Bu itaatsizlik nedeniyle Allah, İsrailoğulları’nın 40 yıl boyunca Tih Çölü’nde dolaşarak cezalandırılmasına hükmetmiştir (Maide 26).

Bu süre içinde Musa’nın nesli ölmüş, yeni nesil yetişmiş ve ancak onların çocukları Hz. Yuşa önderliğinde Kenan diyarına girebilmiştir.

Tefsirlerdeki Yorumlar

İbn Kesir: İsrailoğulları’nın zayıf imanlarından ve dünya sevgisinden dolayı Allah’ın emrine uymadığını belirtir.

Taberi: “Siz gidin, savaşın!” sözü, İsrailoğulları’nın Allah’a olan güvensizliklerinin ve Hz. Musa’ya karşı itaatsizliklerinin açık bir göstergesidir.

Elmalılı Hamdi Yazır: İsrailoğulları, sürekli olarak mucizeler istemelerine rağmen, bu mucizeler gerçekleştiğinde bile Allah’a tam teslim olmamışlardır.

Fahreddin Razi: Bu olay, iman ve tevekkülün önemini gösterir. Allah’ın emrine uymayan bir topluluğun, cezalandırılmadan kurtulamayacağına vurgu yapar.

Sonuç

Bu olay, Allah’a güvenmenin ve emirlere uymanın önemini vurgulayan büyük bir ibret dersidir. İsrailoğulları, Allah’ın yardım edeceğini bilseler de kendi sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınmışlardır. Bu yüzden cezalandırılmış ve vaat edilen topraklara ancak yeni nesil girebilmiştir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=9eao8PnmERQ




DENGE ŞAHSİYET HZ MUHAMMED

DENGE ŞAHSİYET HZ MUHAMMED[1]

DENGE ŞAHSİYET HZ. MUHAMMED: KENDİ ZAMANINDAKINDEN KIYAMETE KADAR HERKESİN KENDİSİNİ ONDA BULACAĞI YÜKSEK ŞAHSİYET


Denge Şahsiyet Hz. Muhammed: Kendi Zamanındaki ve Kıyamete Kadar Herkesin Kendini Onda Bulacağı Yüksek Şahsiyet

İnsanlık tarihi boyunca pek çok büyük şahsiyet, toplumlarına izler bırakmış, fikirleri ve davranışları ile dünyayı şekillendirmiştir. Ancak hiçbiri, Hz. Muhammed (s.a.v.) kadar her dönemde, her kültürde ve her coğrafyada bir ilham kaynağı olmayı başaramamıştır. O, sadece kendi zamanının değil, kıyamete kadar her insanın kendini bulabileceği, derinlikli ve yüksek bir şahsiyetin temsilcisidir.

Hz. Muhammed’in İdeal Dengeyi Kurma Sanatı

Hz. Muhammed (s.a.v.), hayatını sadece bir dinin tebliğiyle değil, insanlara ahlaki, sosyal ve ekonomik düzenin nasıl olması gerektiğini göstererek de inşa etmiştir. O, insanın ruhunu en derin şekilde anlamış, ona hem dünya hem de ahiret hayatında huzur ve denge sunmuştur. Peygamberimizin hayatındaki denge, sadece bireysel değil, toplumsal bir dengeyi de ihtiva eder. O, aynı zamanda Allah’a karşı kulluk, aileye karşı sevgi ve saygı, toplumda adalet ve merhamet gibi değerlerin nasıl harmanlanacağına dair eşsiz bir örnektir. Onun hayatı, bireyin deruni dengesini nasıl kuracağına dair bir rehberdir.

Hikmetli Bir Ders: İslam’ın Ahlakına Uymak

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğrettiklerinin hikmetini anlamak, insanın kendi iç yolculuğunda dengeyi bulmasını sağlar. O, sadece ibadetlerin değil, aynı zamanda günlük yaşantının da İslam’a uygun şekilde sürdürülmesi gerektiğini belirtmiştir. Onun hadislerinde, her türlü davranışın İslam ahlakı çerçevesinde şekillendirilmesi gerektiği sıkça dile getirilmiştir. İşte bu denge, bir insanın hem kendi ruhuna, hem de çevresindeki insanlara zarar vermeden hayatını sürdürmesini sağlayacak bir olgunluktur.

İbretli Bir Bakış: Zorluklarla Savaşan Bir Şahsiyet

Hz. Muhammed (s.a.v.) zorluklarla, yokluklarla, tehlikelerle karşılaşmıştır. Ancak her zaman dengeyi koruyarak bu zorlukların üstesinden gelmiştir. Müşrikler ona eziyet ederken, ona karşı gösterdiği sabır ve metinlik, dünyadaki en yüksek insani erdemlerden birini teşkil eder. O, bazen savaş meydanlarında kahramanlık göstermiş, bazen de evinde en nazik ve sabırlı bir eş olmuştur. O, bir savaşçı olduğu kadar bir merhamet peygamberiydi. Bu dengeyi hayatında nasıl sağladığını görmek, bize sadece içinde bulunduğumuz anı değil, geleceğimizi de şekillendirme gücü verir.

Herkesin Kendini Onda Bulacağı Yüksek Şahsiyet

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı, sadece bir dönemin değil, insanlığın her zaman diliminde kendini bulacağı bir rehberdir. Her insana, hangi dönemde olursa olsun, bir şeyler öğretecek kadar evrensel bir mesaj taşır. Modern dünyada insanlar, her geçen gün hızla değişen bir hayatla yüzleşiyorlar. Hızlı tempolu iş hayatı, aile ilişkilerindeki zorluklar ve kişisel problemler, birçok insanı derin bir boşluğa itiyor. Bu noktada Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şahsiyeti, bizlere rehberlik edebilir. O, yaşamının her anında insanın hem maddi hem manevi huzurunu gözetmiş, dünyanın geçici cazibelerinin ötesinde kalıcı olanı ön plana çıkarmıştır. İslam’ın öğrettikleri, bireylerin dünya ve ahiret dengesini kurmalarını sağlar.

Bugün ve Yarın İçin Bir İlham Kaynağı

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı, yalnızca tarihi bir figürün ötesindedir. Onun insanlığa sunduğu örnek, her dönemde ve her toplumda geçerliliğini koruyacak bir değere sahiptir. Bugün dünyada birçok kişi, farklı düşünce ve inançlara sahip olabilir. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğrettikleri, insanı insan yapan değerleri hatırlatmak için her zaman geçerlidir. Sevgi, adalet, sabır, merhamet ve hoşgörü gibi değerler, hiçbir zaman eskiyemez. Her insanın hayatında dengeyi bulacağı bir yer vardır; belki o yer, Peygamberimizin hayatındaki öğrettiklerinde gizlidir.

Sonuç olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.) sadece bir peygamber değil, insanlığa rehberlik eden, örnek alınması gereken bir şahsiyet olarak her zaman iz bırakan bir önderdir. O, kendi zamanının insanlarına olduğu gibi, kıyamete kadar herkese yol gösterecek yüksek bir şahsiyetin temsilcisidir. Onun hayatı, bizlere sadece ibadetleri değil, doğru yaşamayı, adaletli ve dengeli bir insan olmayı da öğretmektedir. Herkes, kendi ruhsal yolculuğunda onu örnek alarak dengeyi bulabilir ve gerçek huzu

[1] https://www.youtube.com/watch?v=RhhZk72kcys




KURAN-I KERİM’DE AHLAK,AHLAKI KAZANMA VE KAYBETME,AHLAKÎ ESASLAR.

KURAN-I KERİM’DE AHLAK,AHLAKI KAZANMA VE KAYBETME,AHLAKÎ ESASLAR.[1]


Kur’an-ı Kerim’de Ahlak: Kazanma, Kaybetme ve Ahlaki Esaslar

Ahlak, insanın yaratılışında var olan, ancak eğitilmesi, korunması ve geliştirilmesi gereken ilahi bir emanettir. Kur’an-ı Kerim, ahlakı yalnızca bireysel bir meziyet olarak değil, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu belirleyen temel bir unsur olarak ele alır. Yüce Allah, insanı “en güzel şekilde” yarattığını (Tin, 95/4) bildirerek, ona doğru yolu göstermiştir. Ancak insan, bu ahlaki duruşunu muhafaza edebileceği gibi, onu kaybetme tehlikesiyle de karşı karşıyadır.

Kur’an’da Ahlakın Önemi

Kur’an, ahlakın en üstün örneğini Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’de göstermektedir. Yüce Allah, O’nun hakkında “Ve şüphesiz sen, büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4) buyurarak, insanlığa en güzel ahlaki modeli sunmuştur. Kur’an’ın tüm emir ve yasakları, bireyin ve toplumun ahlaki kemale ulaşması için bir rehber niteliğindedir.

Kur’an-ı Kerim’de ahlaki değerler, insanın hem kendisiyle hem de çevresiyle olan ilişkilerinde belirleyici bir rol oynar. Adalet, dürüstlük, sabır, tevazu, merhamet, vefa gibi kavramlar, Kur’an’ın ahlaki esaslarını oluşturan temel unsurlardır. “Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl, 16/90) ayeti, bu esasların özünü özetlemektedir.

Ahlakı Kazanma ve Geliştirme

Ahlak, sonradan öğrenilen bir meziyet olduğu gibi, insanın fıtratında var olan iyiliğin açığa çıkmasıyla da şekillenir. Kur’an-ı Kerim, ahlaki olgunlaşmayı sağlayan temel prensipleri şu şekilde belirtir:

1. İman ve Takva

Ahlakın temeli, sağlam bir iman ve Allah korkusuna (takva) dayanır. “Muhakkak ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (Bakara, 2/194). Takva, insanı günahlardan ve kötü ahlaktan uzaklaştıran en büyük kalkandır.

2. Kur’an ve Sünnete Uymak

İnsan, ahlaki gelişimini Kur’an ve Peygamber Efendimiz’in sünnetine uyarak tamamlar. Kur’an, “Resûlullah’ta sizin için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb, 33/21) buyurarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ahlakını rehber edinmemizi öğütler.

3. Salih Ameller İşlemek

Kur’an’da, güzel ahlak ile salih amel arasında sıkı bir bağ kurulur. “Kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehinedir; kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.” (Fussilet, 41/46). Ahlak, yalnızca sözle değil, davranışlarla da ortaya konulmalıdır.

4. Nefisle Mücadele

İnsanın en büyük imtihanlarından biri, nefsin kötü arzularına karşı mücadele etmektir. Kur’an, “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir” (Şems, 91/9) buyurarak, ahlaki arınmanın önemini vurgular.

Ahlakı Kaybetmenin Sebepleri

Kur’an-ı Kerim, insanın fıtratındaki güzel ahlakı kaybetmesine neden olan bazı faktörleri de belirtir:

1. Şeytanın Vesvesesi

Şeytan, insana sürekli kötülüğü telkin eder. “Şeytan, onlara yaptıkları işleri güzel gösterdi ve onları yoldan alıkoydu.” (Neml, 27/24). Ahlakın zayıflaması, insanın şeytani vesveselere kapılmasıyla başlar.

2. Nefsin Heva ve Heveslerine Uymak

Kur’an, “Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Casiye, 45/23) buyurarak, nefsin isteklerine körü körüne uyanların ahlaki yozlaşmaya uğrayacağını bildirir.

3. Adaletsizlik ve Zulüm

Zulüm, toplumları çökerten en büyük ahlaki zaaflardan biridir. “Allah, zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 3/57). Adaletten sapmak, bireyin hem kendisine hem de topluma zarar vermesine yol açar.

4. Dünya Sevgisine Kapılmak

Kur’an, dünyanın geçici olduğunu hatırlatarak, “Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir” (Ankebut, 29/64) buyurur. Dünya malına aşırı düşkünlük, insanı ahlaki zaaflara sürükleyebilir.

Sonuç: Ahlaki Kurtuluşun Yolu

Kur’an’a göre ahlaki kurtuluşun yolu, Allah’a yönelmek, nefsi terbiye etmek ve İslam’ın belirlediği ahlaki prensiplere sımsıkı sarılmaktır. Kur’an, insanı ahlaken olgunlaştıran bir rehberdir. “Şüphesiz bu Kur’an en doğruya iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsra, 17/9).

Ahlak, kaybedildiğinde bireyi ve toplumu uçuruma sürükler, kazanıldığında ise dünya ve ahiret saadetinin kapılarını açar. O halde, bizler de Kur’an’ın ahlaki esaslarını hayatımıza rehber edinmeli ve güzel ahlakı kuşanarak, Rabbimizin rızasını kazanmaya çalışmalıyız.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=pLJBcMszNCM&t=3s

 




HERŞEY HAYAL Mİ? VARLIKLARIN BİR HAKİKATI YOK MU?

HERŞEY HAYAL Mİ? VARLIKLARIN BİR HAKİKATI YOK MU?[1]

BUNUN SOFESTAİLIKLE İLGİSİ NEDİR?


HER ŞEY HAYAL Mİ? VARLIKLARIN HAKİKATİ VE SOFİSTLERİN ŞÜPHESİ

İnsan aklı, varlığın mahiyetini sorgulamaktan asla vazgeçmemiştir. “Ben var mıyım?”, “Evren gerçek mi, yoksa bir hayal mi?” gibi sorular, tarih boyunca filozofların ve düşünürlerin zihnini meşgul etmiştir. Eski Yunan’da sofistler, duyularımızın bizi yanıltabileceğini öne sürerek varlığın kesin olarak bilinemeyeceğini savunmuşlardır. Günümüzde de bazı düşünce akımları, evrenin bir tür algı yanılması ya da zihinsel bir yanılsama olabileceğini iddia etmektedir. Ancak İslam, varlığın hakikatine dair net bir bakış açısı sunar.

1. Sofistlerin Görüşü ve Şüphecilik

Sofistler, bilginin kesin olmadığını, her şeyin kişisel algıya ve yoruma bağlı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Özellikle Protagoras, “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyerek, mutlak bilginin mümkün olmadığını savunmuştur. Gorgias ise daha radikal bir noktaya giderek, “Hiçbir şey yoktur, olsa bile bilinemez, bilinse bile başkalarına aktarılamaz” demiştir. Bu tür şüphecilik, insanın zihnini boşlukta bırakır ve hakikati reddeden bir kaos ortamı oluşturur.

İslam ise kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu, hakikatin bir yanılsama değil, Allah’ın yaratmış olduğu gerçek bir varlık olduğunu bildirir.

2. Kur’an’a Göre Varlığın Hakikati

Kur’an, evrenin gerçek ve Allah tarafından yaratılmış bir düzen olduğunu açıkça belirtir:

“Şüphesiz ki göklerde ve yerde müminler için birçok ayetler vardır.” (Câsiye, 3)

Bu ayet, evrenin ve içindeki varlıkların bir hakikati olduğunu, bir tesadüf ya da hayal ürünü olmadığını gösterir. Allah, varlığı yoktan var etmiş ve insana da bu varlığı idrak edebilecek akıl ve kalp vermiştir.

Ancak Kur’an, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve burada gördüğümüz her şeyin geçici olduğunu da bildirir:

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise takva sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz?” (En’âm, 32)

Bu ayetten anlaşıldığı üzere, dünya bir hayal değil, fakat geçici bir mekândır. Hakiki ve ebedi olan ise ahiret yurdudur.

3. Varlık ve Hakikat: İbretlik Bir Bakış

Varlık, insan için bir imtihandır. İnsan, bazen gördüklerine aldanarak her şeyin yalnızca maddeden ibaret olduğunu zanneder. Oysa Kur’an, insanın yalnızca fiziksel varlık olarak değil, ruhsal bir boyuta da sahip olduğunu anlatır:

“Allah, Adem’e kendi ruhundan üfledi.” (Sad, 72)

Bu ayet, insanın yalnızca maddeyle açıklanamayacağını, ona verilen akıl ve ruh sayesinde hakikati idrak edebileceğini vurgular.

Bir düşünelim: Rüyada gördüğümüz şeyler bize gerçekmiş gibi gelir, ama uyanınca onların bir hayal olduğunu anlarız. Aynı şekilde, bu dünya da ahiret hayatı yanında bir rüya gibidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”

Bu söz, sofistlerin iddia ettiği gibi varlığın tamamen bir hayal olduğunu değil, dünyanın geçici ve ahiretin asıl yurt olduğunu anlatır.

4. Sonuç: Şüpheden Hakikate Ulaşmak

Sofistler ve modern şüpheciler, varlığın hakikatini reddederek insanı bir bilinmezliğe sürüklerken, Kur’an bize şu iki gerçeği öğretir:

1. Bu dünya gerçektir, ancak geçicidir.

2. Asıl hakikat, Allah’ın varlığı ve ahiret hayatıdır.

İslam, insanı şüphecilikten kurtarıp kesin bilgiye ulaştırır. Akıl ve vahiy, birlikte çalışarak insana en doğru yolu gösterir. Şüphe içinde kaybolmak yerine, Allah’ın varlığını ve evrenin bir düzen üzere yaratıldığını anlamak, insanı huzura kavuşturur.

Son olarak, şu ayet üzerine düşünelim:

“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır.” (Sad, 27)

Öyleyse varlığın bir hakikati vardır. Bu hakikati anlamak için Kur’an’ı ve kainatı tefekkür etmek gerekir. Gerçek bilginin kaynağı Allah’tır ve O’na yönelen kişi, şüphenin karanlığından hakikatin nuruna kavuşur.

 

 

[1] https://www.facebook.com/share/1E3vQCRxfq/




ALLAH’IN ‘İRCİİ’ EMRİ VE İFADE ETTİĞİ HAKİKATLER

ALLAH’IN ‘İRCİİ’ EMRİ VE İFADE ETTİĞİ HAKİKATLER[1]


Kaçma ve O’na dön .
Dönüş EMRİ.

Allah’ın “İrcii” emri, genellikle ölüm anında ruhun Allah’a geri döndürülmesi, insanın yaratılış amacına uygun bir şekilde Allah’a yönelmesi veya ahiret hayatına geçiş gibi hakikatlerle.
1. “İrcii” Emrinin Kur’an’daki Yeri ve Anlamı.
“İrcii” kelimesi, Fecr Suresi 27-30. ayetlerdir:“Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak dön Rabbine! Kullarımın arasına gir! Cennetime gir!” (Fecr Suresi, 89/27-30)Bu ayetlerde, “dön Rabbine” ifadesi, ruhun Allah’a geri dönüşünü ifade eder ve “İrcii” emrinin ruhsal ve manevi bir bağlamda anlaşılmasında temel bir dayanak oluşturur.
Burada, “geri dön” emri, insanın asıl vatanı olan Allah’ın huzuruna dönüşünü ve yaratılış amacını tamamlamasını simgeler.
2. “İrcii” Emrinin İfade Ettiği Hakikatler.
Allah’ın “İrcii” emri, İslam düşüncesinde hem bireysel hem de evrensel hakikatleri ifade eder. Bu hakikatleri aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz:

a) Ruhun Allah’a Dönüşü (Ölüm ve Ahiret)“İrcii” emri, en temel anlamıyla, insanın ruhunun ölüm anında Allah’a geri dönmesini ifade eder. İnsan, Allah tarafından yaratılmış bir varlık olarak, dünya hayatında bir imtihan sürecinden geçer ve nihayetinde ruhu asıl sahibine, yani Allah’a geri döner. Bu hakikat, Kur’an’da şu ayetlerle desteklenir:“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut Suresi, 29/57)
“Allah, ruhları ölüm anında alır, ölmeyenlerin ruhlarını ise uyku sırasında alır. Ölümüne hükmettiği ruhları tutar, diğerlerini ise belirli bir süreye kadar geri gönderir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Zümer Suresi, 39/42)
Bu ayetler, “İrcii” emrinin, insanın fiziksel varlığının sona ermesiyle ruhunun Allah’a geri dönmesini ifade ettiğini gösterir. Ölüm, bir yok oluş değil, aksine bir dönüş ve başlangıçtır. Bu dönüş, insanın yaratılış amacının bir parçasıdır ve ahiret hayatıyla bağlantılıdır.

b) Yaratılış Amacına Uygunluk“İrcii” emri, insanın dünya hayatında Allah’ın emirlerine uygun bir şekilde yaşamasını ve nihayetinde O’na layık bir kul olarak dönmesini de ifade eder. İnsan, Allah’ın “Halife” sıfatıyla yeryüzüne gönderilmiştir (Bakara Suresi, 2/30) ve bu dünyadaki görevi, Allah’a ibadet etmek, O’nun rızasını kazanmak ve yaratılış amacına uygun bir hayat sürmektir.

“İrcii” emri, bu bağlamda, insanın Allah’a yönelmesini, tövbe etmesini ve O’nun yoluna geri dönmesini hatırlatan manevi bir çağrıdır.
Örneğin, Kur’an’da sık sık “Rabbinize dönün” (Tevbe Suresi, 9/104) veya “Allah’a yönelin” (Zümer Suresi, 39/54) gibi ifadeler, insanın dünya hayatında da “İrcii” emrine uygun bir şekilde Allah’a yönelmesi gerektiğini vurgular.

c) Hesap ve Karşılık“İrcii” emri, aynı zamanda insanın Allah’ın huzurunda hesap vereceği gerçeğini de ifade eder. İnsan, dünya hayatındaki amellerinin karşılığını görmek üzere Allah’a geri dönecektir. Bu dönüş, hem müminler için bir mükâfat hem de inkârcılar için bir azap anlamı taşır. Kur’an’da bu hakikat şöyle ifade edilir:“Kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük işlerse onun karşılığını görür.” (Zilzal Suresi, 99/7-8)Fecr Suresi’nde “huzur içindeki nefis” için verilen müjde (cennet), “İrcii” emrinin müminler için bir rahmet ve kurtuluş olduğunu gösterirken, inkârcılar için ise Kur’an’da sıkça uyarılarda bulunulur:“O gün, zalim kimse ellerini ısırarak şöyle der: ‘Keşke Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!’” (Furkan Suresi, 25/27)d) Birlik ve Tevhit Bilinci“İrcii” emri, tevhit inancının bir yansımasıdır. İnsan, Allah’tan gelmiştir ve O’na geri dönecektir. Bu, tüm varlıkların birliğini ve Allah’ın birliğini (tevhidi) hatırlatan bir hakikattir. İnsan, dünya hayatında Allah’tan uzaklaştığını düşünse bile, nihayetinde O’na geri döneceğini bilmelidir. Bu bilinç, insanı Allah’ın birliğine teslim olmaya ve O’nun yolunda yaşamaya teşvik eder.

3. “İrcii” Emrinin Manevi ve Psikolojik Boyutu“İrcii” emri, sadece fiziksel bir dönüşü değil, aynı zamanda manevi bir dönüşü de ifade eder. İnsan, dünya hayatında günah işlese, Allah’tan uzaklaşsa veya nefsine yenik düşse bile, “İrcii” emri ona tövbe kapısının açık olduğunu hatırlatır. Bu bağlamda, “İrcii” emri, insanın Allah’a yönelmesi, kalben O’na dönmesi ve ruhsal bir arınma yaşaması için bir çağrıdır.İslam alimleri, özellikle tasavvuf ehli, “İrcii” emrini insanın “beka billah” (Allah’ta var olma) yolculuğu olarak yorumlamıştır. Bu yolculuk, insanın dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanarak O’na yaklaşması ve nihayetinde O’na dönmesi sürecini ifade eder.

4. “İrcii” Emri ve Hadislerle İlişkisi.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), “İrcii” emrinin ifade ettiği hakikatleri hem sözleriyle hem de yaşantısıyla insanlara öğretmiştir. Örneğin, ölüm anında ruhun Allah’a dönüşüyle ilgili şu hadis, “İrcii” emrinin pratik bir yansımasını gösterir:“Kim Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederse, Allah ona cehennemi haram kılar.” (Sahih-i Müslim, İman, 46)Bu hadis, insanın Allah’a dönüşünün, iman ve teslimiyetle gerçekleşeceğini vurgular. Ayrıca, Hz. Peygamber’in, ölüm döşeğindeki kişilere “Lâ ilâhe illallah” telkininde bulunmasını öğütlemesi (Sahih-i Müslim, Cenâiz, 1), “İrcii” emrinin ölüm anındaki önemini gösterir.

5. İslam Alimlerinin Yorumları.
İslam alimleri, “İrcii” emrini genellikle Fecr Suresi’ndeki ayetler ve ölümle ilgili diğer ayetler çerçevesinde yorumlamıştır. Örneğin:İmam Gazali: İhya-u Ulûmiddin adlı eserinde, insanın Allah’a dönüşünü, dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanma çabasıyla ilişkilendirmiştir. Ona göre, “İrcii” emri, insanın nefsini terbiye ederek Allah’a layık bir kul olma çabasıdır.İbnü’l Arabi: Tasavvufi bir bakış açısıyla, “İrcii” emrini insanın Allah’ta yok oluşu (fena) ve Allah’ta var oluşu (beka) olarak yorumlamıştır. Bu, insanın Allah’ın birliğine teslimiyetini ifade eder.
Elmalılı Hamdi Yazır: Fecr Suresi tefsirinde, “İrcii” emrinin, müminlerin ruhlarının Allah’ın rahmetine ve cennetine dönüşünü ifade ettiğini belirtmiştir. Ona göre, bu emir, Allah’ın müminlere bir müjdesidir.

6. Günlük Hayatta “İrcii” Emrinden Çıkarılacak Dersler“İrcii” emri, sadece ölüm anıyla sınırlı bir kavram değildir; insanın günlük hayatını da şekillendirmesi gereken bir hakikattir. Bu bağlamda, “İrcii” emrinden çıkarılacak bazı dersler şunlardır:
Tövbe ve İstiğfar: İnsan, günah işlediğinde veya Allah’tan uzaklaştığında, “İrcii” emrini hatırlayarak tövbe etmeli ve Allah’a dönmelidir.
Amaç Bilinci: İnsan, dünya hayatının geçici olduğunu ve asıl amacının Allah’a dönmek olduğunu unutmamalıdır.
İbadet ve Kulluk: “İrcii” emri, insanı ibadet etmeye, Allah’ın emirlerine uymaya ve O’nun rızasını kazanmaya teşvik eder.
Ölüm Hazırlığı: İnsan, her an Allah’a dönebileceğini bilerek, hayatını buna uygun bir şekilde düzenlemelidir.

7. Sonuç.
Allah’ın “İrcii” emri, insanın yaratılışından ölümüne kadar uzanan bir yolculuğu ve bu yolculuğun nihai amacını ifade eder. Bu emir, ruhun Allah’a dönüşünü, insanın yaratılış amacına uygun yaşamasını, hesap ve karşılık gerçeğini, tevhit bilincini ve manevi arınmayı kapsayan çok boyutlu bir hakikattir. Kur’an ayetleri, hadisler ve İslam alimlerinin yorumları, bu emrin hem bireysel hem de evrensel boyutlarını ortaya koyar.“İrcii” emri, insana şu mesajı verir:
“Ey insan! Unutma ki sen Allah’tan geldin ve O’na döneceksin. Öyleyse hayatını, bu dönüşü güzel ve anlamlı kılacak şekilde yaşa.” Bu bilinçle yaşayan bir mümin, hem dünya hayatında huzur bulur hem de ahiret hayatında Allah’ın rızasına ve cennetine nail olur.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=B64avQ64xiQ




OKU, KENDİNİ. YARATAN RABBİNİ.

OKU, KENDİNİ. YARATAN RABBİNİ[1]


“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.”

İnsan olmanın farkına varmak.
Farkındalık.

**“Ey Kendini İnsan Bilen İnsan! Kendini Oku”**

İnsan, yaratılmışların en şereflisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Ancak, bu şeref, sadece “insan” adını taşımakla kazanılmaz; insanın kendini bilmesi, tanıması ve yaratılış amacına uygun bir hayat sürmesiyle anlam bulur. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” sözü, bu hakikati çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu söz, insanı derin bir tefekküre davet eder; kendini tanımayan bir insanın, hayvanlardan veya cansız varlıklardan farkı kalmayabileceğini hatırlatır.

### **Kendini Okumak: İnsan Olmanın Özü**

“Kendini oku” ifadesi, insanın kendi varlığını, özünü ve amacını anlaması için bir çağrıdır. İnsan, Allah’ın “Ahsen-i takvim” (en güzel kıvamda) yarattığı bir varlıktır (Tin Suresi, 95/4). Ancak, bu kıymet, insanın potansiyelinde saklıdır; bu potansiyeli gerçekleştirmek ise insanın kendi çabasına bağlıdır. Kendini okumak, insanın hem maddi hem de manevi varlığını anlaması, ruhunun derinliklerine inmesi ve Allah ile olan bağını keşfetmesidir.

Kur’an-ı Kerim, insanın kendini tanımasının önemini şu ayetle vurgular:
> “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler. ‘Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi ateşin azabından koru’ derler.” (Âl-i İmran Suresi, 3/191)

Bu ayet, insanın tefekkürle hem kâinatı hem de kendini okumasını emreder. Kâinat, Allah’ın bir kitabıdır; insan ise bu kitabın en değerli satırlarından biridir. Kendini okumayan insan, kâinat kitabını da hakkıyla anlayamaz.

Kendini okumak, aynı zamanda insanın nefsini tanımasını gerektirir. Nefis, insanın hem en büyük düşmanı hem de en büyük dostu olabilir. Kur’an, nefsin farklı hallerini bize tanıtır: Nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefis), nefs-i levvame (kendini kınayan nefis) ve nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis). Kendini okumak, insanın nefsini terbiye ederek, onu nefs-i emmareden nefs-i mutmainneye yükseltme çabasıdır.

### **Kendini Okumamanın Sonucu: Hayvan ve Camid Hükmünde İnsan**

“Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” uyarısı, insanın potansiyelini gerçekleştirememesi durumunda düşebileceği hali çarpıcı bir şekilde ifade eder. İnsan, akıl, irade ve vicdan gibi üstün özelliklerle donatılmıştır. Ancak, bu özelliklerini kullanmayan bir insan, hayvanlardan veya cansız varlıklardan farkı kalmayacak bir duruma düşebilir.

– **Hayvan Hükmünde İnsan**: Hayvanlar, sevki ilahi ile hareket eder; yemek, içmek, uyumak ve üremek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakla yetinirler. Eğer insan, hayatını sadece bu temel ihtiyaçlara indirirse, aklını, vicdanını ve ruhunu devre dışı bırakırsa, hayvanlardan farkı kalmaz. Kur’an, bu hali şu ayetle eleştirir:
> “Onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapkındırlar.” (A’raf Suresi, 7/179)
Bu ayet, insanın akıl ve iradesini kullanmamasının, onu hayvani bir seviyeye düşürebileceğini vurgular. Örneğin, bir insan, sadece nefsani arzularının peşinden koşarsa, öfkesini kontrol edemezse veya bencilce davranırsa, hayvanların davranışlarına benzer bir hale gelir.

– **Camid Hükmünde İnsan**: Camid, cansız ve hareketsiz demektir. Eğer insan, aklını, kalbini ve ruhunu kullanmazsa, adeta bir taş, bir kütük gibi hareketsiz ve duyarsız bir varlık haline gelir. Bu durum, insanın Allah’ın ona verdiği sorumluluklardan kaçması, tefekkürden uzak durması ve ruhsal bir ölüme mahkûm olmasıdır. Kur’an, böyle bir hali şu ayetle tasvir eder:
> “Onların kalpleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. Onlar, hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar. İşte onlar, gafillerin ta kendileridir.” (A’raf Suresi, 7/179)

Bu ayet, insanın kendini okumamasının, onu cansız bir varlığa dönüştürebileceğini gösterir. Örneğin, bir insan, çevresindeki acılara, adaletsizliklere ve hakikatlere karşı duyarsız kalırsa, adeta bir taş gibi hareketsiz ve hissiz bir hale gelir.

### **Kendini Okumanın Yolu: Tefekkür, İbadet ve Muhasebe**

Kendini okumak, bir yolculuktur; bu yolculuk, tefekkür, ibadet ve nefis muhasebesiyle gerçekleşir. Bu yolun rehberleri, Kur’an, sünnet ve İslam alimlerinin hikmetli öğütleridir.

1. **Tefekkür: Kâinatı ve Kendini Anlamak**
Tefekkür, insanın hem kâinatı hem de kendini anlaması için bir anahtardır. İnsan, kâinattaki düzeni, güzellikleri ve hikmetleri tefekkür ederek, Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşır. Aynı şekilde, kendi bedenini, ruhunu ve duygularını tefekkür ederek, Allah’ın ona verdiği nimetleri fark eder. Mesela, bir insan, kalbinin her an attığını, ciğerlerinin nefes aldığını ve aklının düşünce ürettiğini tefekkür ettiğinde, Allah’ın kudretine hayran kalır.

Hikmetli bir kıssa, tefekkürün önemini bize öğretir:
Bir gün, bir derviş, bir ağacın gölgesinde oturmuş, tefekküre dalmıştı. Yanına bir adam geldi ve sordu: “Ey derviş, ne düşünüyorsun?” Derviş cevap verdi: “Bu ağacı düşünüyorum. Bir tohumdan nasıl bir ağaca dönüştüğünü, dallarının gökyüzüne nasıl uzandığını, yapraklarının nasıl rüzgârla dans ettiğini düşünüyorum.” Adam şaşırdı ve dedi ki: “Bunda düşünmeye değer ne var ki?” Derviş tebessüm etti ve şöyle dedi: “Ey dost! Eğer bir ağaçta bu kadar hikmet görüyorsam, ya kendimde neler görmeliyim? Ben ki, Allah’ın halifesiyim; bir ağaç kadar bile tefekkür etmeye değmez miyim?”

Bu kıssa, insanın kendini tefekkürle okuyarak, Allah’ın ona verdiği değeri anlaması gerektiğini öğretir.

2. **İbadet: Allah ile Bağı Güçlendirmek**
Kendini okumak, Allah ile bağı güçlendirmeden mümkün değildir. İbadet, bu bağın en güçlü yoludur. Namaz, insanın kendini Allah’ın huzurunda hissetmesini sağlar; oruç, nefsini terbiye eder; zekât, bencillikten kurtarır; dua ise kalbi Allah’a açar.

İbadet, aynı zamanda insanın kendini tanımasına da vesile olur. Örneğin, bir insan, namazda secdeye vardığında, kendi acizliğini ve Allah’ın büyüklüğünü idrak eder. Bu idrak, insanın kendini okumasını ve nefsini terbiye etmesini sağlar.

3. **Nefis Muhasebesi: Kendini Sorgulamak**
Kendini okumak, aynı zamanda insanın kendini sorgulamasını gerektirir. Her günün sonunda, insan, “Bugün Allah için ne yaptım? Nefsime mi uydum, yoksa Allah’ın rızasını mı aradım?” sorularını sormalıdır. Bu muhasebe, insanın hatalarını fark etmesine, tövbe etmesine ve kendini geliştirmesine yardımcı olur.

Hz. Ömer’in (r.a.) şu sözü, nefis muhasebesinin önemini vurgular:
> “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin.”

İbretli bir kıssa, nefis muhasebesinin değerini bize öğretir:
Bir gece, bir adam, günahlarını düşünerek ağlamaya başladı. Yanına bir dostu geldi ve sordu: “Neden ağlıyorsun?” Adam cevap verdi: “Günahlarımı düşünüyorum. Kendimi hesaba çekiyorum, ama korkuyorum ki, Allah’ın huzurunda hesap veremem.” Dostu tebessüm etti ve dedi ki: “Ey dost! Kendini hesaba çeken bir kalp, Allah’ın rahmetine yakındır. Unutma, Allah, tövbe eden kulunu sever.”

Bu kıssa, insanın kendini sorgulamasının, Allah’ın rahmetine vesile olduğunu öğretir.

### **Kendini Okuyan İnsan: Kâmil İnsan**

Kendini okuyan insan, kâmil bir insan olma yolunda ilerler. Kâmil insan, Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutar, nefsini terbiye eder ve çevresine faydalı olur. Kendini okuyan insan, hayvan ve camid hükmünden kurtulur; Allah’ın halifesi sıfatına layık bir varlık haline gelir.

Kendini okuyan insan, aynı zamanda kâinatı da okur. Çünkü insan, kâinatın bir özetidir; kâinat ise insanın bir aynasıdır. İnsan, kendi kalbinde Allah’ın tecellilerini gördüğünde, kâinatta da aynı tecellileri fark eder. Bu farkındalık, insanı hem Allah’a hem de insanlara karşı daha merhametli, daha adil ve daha sorumlu bir varlık haline getirir.

### **Sonuç: Kendini Okumayan İnsan, İnsan mıdır?**

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” sözü, insanın varlık âlemindeki yerini sorgulatan, hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir uyarıdır. İnsan, Allah’ın ona verdiği akıl, irade ve vicdan nimetlerini kullanarak kendini okumalı, nefsini terbiye etmeli ve Allah ile bağını güçlendirmelidir. Kendini okumayan insan, hayvanların hayatına veya cansız varlıkların hareketsizliğine mahkûm olur.

Ey yolcu! Unutma ki, insan olmak, sadece etten kemikten bir varlık olmak değildir; insan olmak, Allah’ın halifesi sıfatına layık bir hayat sürmektir. Öyleyse, kendini oku; tefekkürle, ibadetle ve nefis muhasebesiyle kalbinin derinliklerine in. Çünkü kendini okumayan bir insan, kâinatın en büyük kitabını da okuyamaz. Ve unutma, Kur’an’ın şu müjdesi, kendini okuyanlara bir rehberdir:
> “Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak dön Rabbine!” (Fecr Suresi, 89/27-28)

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=jXQqtWC1uH4




İKİ BÜYÜK HAKİKAT: MARİFET VE MUHABBET.

İKİ BÜYÜK HAKİKAT: MARİFET VE MUHABBET.[1]

MARİFET, UÇSUZ BUCAKSIZ UMMAN. MUHABBET OLMAK, AŞK ANMAK VE YANMAKTIR.

İki Büyük Hakikat: Marifet ve Muhabbet.
İnsan, yaratılışından itibaren hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta, kalbinin derinliklerinde iki büyük hazineyi taşır: Marifet ve Muhabbet. Bu iki hakikat, insanın varlık âlemindeki yerini anlaması, Yaradan’la bağını güçlendirmesi ve nihayetinde kâmil bir kul olması için vazgeçilmez rehberlerdir.
Marifet, uçsuz bucaksız bir umman gibi derin ve geniş bir hakikatler deryasıdır; muhabbet ise aşkı anmak, yanmak ve varlığın özünde birleşmektir.
Marifet: Uçsuz Bucaksız Umman.
Marifet, Arapça “arafa” kökünden gelir ve “bilmek, tanımak” anlamına sahiptir. Ancak, marifet sıradan bir bilgi veya yüzeysel bir tanıma değildir. Marifet, Allah’ı tanımaktır; O’nun isimlerini, sıfatlarını, fiillerini ve yarattığı âlemdeki tecellilerini idrak etmektir. Bu, insanın aklı, kalbi ve ruhuyla giriştiği bir yolculuktur. Marifet, bir damla bilgiyle başlar, ancak bu damla, uçsuz bucaksız bir ummana dönüşür.
Kur’an-ı Kerim, marifetin önemini şu ayetle ifade eder:“Allah’a karşı ancak kulları arasında ilim sahipleri haşyet duyar.” (Fatır Suresi, 35/28)
Bu ayet, marifetin ilimle başladığını, ancak ilmin ötesine geçerek kalpte bir huşu ve hayranlık uyandırdığını gösterir. Marifet, Allah’ı bilmekle sınırlı kalmaz; aynı zamanda insanın kendini tanımasını da sağlar. Çünkü insan, Allah’ın “halife” sıfatıyla yeryüzüne gönderilmiş bir varlıktır (Bakara Suresi, 2/30). Kendini tanımayan, Allah’ı da gereği gibi tanıyamaz. Nitekim, şu hikmetli söz bu gerçeği özetler:“Kendini bilen, Rabbini bilir.”
Marifet, bir umman gibidir; çünkü bu yolculukta her adımda yeni bir hakikat keşfedilir. İnsan, Allah’ın isimlerini öğrendiğinde, her bir ismin âlemdeki tecellisini görmeye başlar. Mesela, “Er-Rahman” ismi, bir annenin yavrusuna olan şefkatinde; “El-Adl” ismi, evrendeki kusursuz düzende; “El-Mucib” ismi, bir duanın kabul edilmesinde tecelli eder. Ancak, marifet yolcusu burada durmaz; bu tecellilerin ardındaki hakikati anlamaya çalışır. Bu yolculuk, insanın aklını, kalbini ve ruhunu birleştiren bir süreçtir.Marifetin uçsuz bucaksızlığı, insanı hem hayrete düşürür hem de alçakgönüllü kılar. Çünkü insan, ne kadar bilirse bilsin, Allah’ın ilminin sonsuzluğunu idrak ettikçe kendi acizliğini daha iyi anlar. İmam Gazali, bu gerçeği şöyle ifade eder:“Marifet, Allah’ın büyüklüğünü idrak ettikçe insanın kendi küçüklüğünü fark etmesidir.”Hikmetli bir kıssa, marifetin bu ummanını anlamamıza yardımcı olabilir:
Bir gün, bir âlim, sahilde yürürken denizin kıyısında bir çocuk görür. Çocuk, elindeki küçük bir kaşıkla denizin suyunu bir çukura taşımaya çalışmaktadır. Âlim, çocuğa yaklaşır ve sorar: “Evladım, ne yapıyorsun?” Çocuk cevap verir: “Denizi bu çukura boşaltmaya çalışıyorum.” Âlim tebessüm eder ve der ki: “Bu mümkün mü? Deniz sonsuz, çukurun ise küçücük!” Çocuk, âlime bakar ve şöyle der: “Peki, ya sen? Allah’ın sonsuz ilmini küçük aklınla kavramaya çalışmıyor musun?” Âlim, bu söz üzerine derin bir tefekküre dalar ve marifetin uçsuz bucaksızlığını bir kez daha idrak eder.Bu kıssa, bize marifetin bir sonu olmadığını, ancak bu yolculuğun kendisini bile insanın kâmil bir kul olmasına vesile kıldığını öğretir. Marifet, sadece bilmek değil, bildikçe hayrete düşmek, hayrete düştükçe Allah’a daha çok yaklaşmaktır.
Muhabbet: Aşk Anmak ve Yanmaktır.
Marifet, Allah’ı tanımaksa, muhabbet ise O’nu sevmektir.
Muhabbet, kalbin Allah’a yönelişi, O’na duyulan özlem ve O’nda yok olma arzusudur. Muhabbet, aşkı anmak ve yanmaktır; çünkü gerçek muhabbet, insanın nefsini, benliğini ve dünyevi arzularını Allah’ın sevgisi uğruna feda etmesidir.Kur’an-ı Kerim, muhabbetin en güzel örneğini şu ayetle ifade eder:“İman edenler, Allah’ı sevmekte çok ileri giderler.” (Bakara Suresi, 2/165)Bu ayet, muhabbetin imanın bir meyvesi olduğunu ve Allah’a duyulan sevginin her şeyden üstün olması gerektiğini vurgular. Ancak, muhabbet sadece bir duygu değildir; aynı zamanda bir hâl, bir duruş ve bir teslimiyettir. Muhabbet, Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve O’nun rızasını her şeyin üstünde tutmaktır.Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), muhabbetin en mükemmel örneğini hayatıyla göstermiştir. Onun Allah’a olan sevgisi, geceleri ayakları şişene kadar ibadet etmesiyle, her an Allah’ı zikretmesiyle ve ümmetine duyduğu merhametle açıkça görülür. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:“Sizden biriniz, beni anne babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” (Sahih-i Buhârî, İman, 8)
Bu hadis, muhabbetin bir derecesini gösterir; ancak asıl muhabbet, Allah’ı her şeyden çok sevmektir. Çünkü Peygamberimiz’e duyulan sevgi, Allah’ın sevgisine bir kapı açar.
Muhabbet, aşkı anmak ve yanmaktır; çünkü gerçek muhabbet, insanın kalbinde bir ateş yakar. Bu ateş, nefsani arzuları yakar, dünyevi bağları koparır ve insanı Allah’a daha çok yaklaştırır. Mevlana Celaleddin Rumi, bu hakikati şu dizelerle ifade eder:“Aşk, ateşten bir gömlektir; giyen yanar, ama o yanışta hayat bulur.”
Muhabbetin yanmakla olan ilişkisi, aynı zamanda bir arınma sürecidir. İnsan, Allah’a olan sevgisiyle nefsini terbiye eder, günahlarından tövbe eder ve kalbi tertemiz bir aynaya dönüşür. Bu ayna, Allah’ın nurunu yansıtır ve insan, Allah’ın muhabbetine mazhar olur.
İbretli bir kıssa, muhabbetin bu yanışını anlamamıza yardımcı olabilir:
Bir pervane, bir gece lambanın etrafında dönmeye başlar. Lambanın ışığına hayran olan pervane, ona yaklaşır ve şöyle der: “Ey ışık! Sana hayranım, seni seviyorum!” Lamba cevap verir: “Sevgi, sadece hayranlık değildir; eğer gerçekten seviyorsan, yanmayı göze almalısın.” Pervane, lambanın bu sözü üzerine düşünür ve kararını verir. Bir an gelir, ışığa o kadar yaklaşır ki, kanatları tutuşur ve yanar. Ancak, pervane yanarken bile mutludur; çünkü sevdiğine kavuşmuştur.
Bu kıssa, muhabbetin fedakârlık gerektirdiğini ve gerçek sevginin, sevilen uğruna yanmayı göze almak olduğunu öğretir. Allah’a duyulan muhabbet de böyledir; insan, Allah’ın sevgisi uğruna dünyevi arzularını, nefsini ve benliğini feda etmelidir.
Marifet ve Muhabbet Arasındaki İlişki.
Marifet ve muhabbet, birbirinden ayrılmaz iki hakikattir. Marifet, muhabbetin temelidir; çünkü insan, tanımadığı bir varlığı sevemez. Allah’ı tanıyan bir kalp, O’na hayranlık duyar ve bu hayranlık, muhabbete dönüşür. Ancak, muhabbet de marifeti besler; çünkü Allah’ı seven bir kalp, O’nu daha çok tanımak ister. Bu, bir dönüşümdür; marifet muhabbeti, muhabbet marifeti artırır.
İmam Gazali, bu ilişkiyi şöyle ifade eder:“Marifet, kalpte bir ışık yakar; muhabbet ise o ışığın ateşe dönüşmesidir.”Marifet, insanı Allah’ın büyüklüğüne hayran bırakırken, muhabbet bu hayranlığı bir aşka dönüştürür. Marifet, akıl ve kalp ile yapılır; muhabbet ise ruhun teslimiyetiyle yaşanır.
Bir âlim, Allah’ın ilmini öğrenerek marifete ulaşabilir; ancak bir âşık, Allah’ın sevgisiyle yanarak muhabbete erişir.
Hikmetli ve İbretli Dersler.
Marifet ve muhabbet, insanın dünya ve ahiret hayatını şekillendiren iki büyük hakikattir. Bu hakikatlerden çıkarılacak bazı dersler şunlardır:
Marifet, Alçakgönüllü Kılar:
Marifet yolcusu, Allah’ın ilminin sonsuzluğunu idrak ettikçe, kendi acizliğini fark eder. Bu, insanı kibirden uzaklaştırır ve alçakgönüllü bir kul olmaya teşvik eder.
Muhabbet, Fedakârlık Gerektirir: Allah’ı sevmek, sadece sözle değil, amelle gösterilmelidir. Bu, Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve O’nun rızasını her şeyin üstünde tutmaktır.
Marifet ve Muhabbet, Birlikte Kemale Erdirir:
İnsan, sadece marifetle yetinirse, kuru bir bilgiye mahkûm olur; sadece muhabbetle yetinirse, kör bir aşka düşer. Ancak, marifet ve muhabbet birleştiğinde, insan kâmil bir kul olur.
Dünya, Bir İmtihan Sahnesidir:
Marifet ve muhabbet, dünya hayatında insanı Allah’a yaklaştıran iki rehberdir. İnsan, bu dünyada Allah’ı tanıma ve sevme imtihanından geçer; nihayetinde, Allah’a dönerek bu imtihanın sonucunu görür.
Sonuç: Hakikat Yolculuğunda Marifet ve Muhabbet.
Marifet ve muhabbet, insanın varlık âlemindeki yolculuğunda iki vazgeçilmez hakikattir. Marifet, uçsuz bucaksız bir umman gibi insanı Allah’ın hakikatlerine davet eder; muhabbet ise aşkı anmak ve yanmakla insanı Allah’ın sevgisine ulaştırır. Bu iki hakikat, birbirini tamamlar ve insanı kâmil bir kul olmaya yönlendirir.
Ey yolcu! Unutma ki, Allah’ı tanımadan O’nu sevemezsin; O’nu sevmeden de kâmil bir imana ulaşamazsın. Öyleyse, marifet ummanında yüzmeye ve muhabbet ateşinde yanmaya hazır ol. Çünkü bu yolculuk, seni asıl vatanına, yani Allah’ın huzuruna götürecektir. Ve unutma, Kur’an’ın şu müjdesi, marifet ve muhabbet yolcularına bir rehberdir:
“Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak dön Rabbine!” (Fecr Suresi, 89/27-28)

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=zxrBKF-QESs