KUR’ÂN-I KERÎM’DE ŞEYTAN VE HZ. ÂDEM: BİR KAVGANIN, BİR İMTİHANIN HİKMETİ

KUR’ÂN-I KERÎM’DE ŞEYTAN VE HZ. ÂDEM: BİR KAVGANIN, BİR İMTİHANIN HİKMETİ[1]

Kuran-ı Kerim’de Şeytan ve Hz. Ademle ile ilgili anlatılan özellikler ve Farklılıklar

Kur’ân-ı Kerîm, insanlığın yaratılış serüvenini anlatırken dikkatleri iki temel varlığa çeker: Hz. Âdem ve İblis. Biri ilk insan, diğeri ise ilk büyük isyanı temsil eden varlık… Bu iki figür arasındaki karşıtlık, sadece tarihî bir anlatım değil; aynı zamanda insanın iç dünyasında süregelen hak ile bâtıl, itaat ile isyan, tevazu ile kibir mücadelesinin sembolüdür.

1. Yaratılışta Farklılık: Toprak ve Ateş

Kur’ân’da, Allah Teâlâ Hz. Âdem’i “kurumuş çamurdan, şekillenmiş balçıktan” (Hicr, 26) yaratmıştır. Bu, tevazuyu ve bağlılığı temsil eder. Toprak, alçak gönüllü ve vericidir. Şeytan ise kendisinin “ateşten” yaratıldığını söyler (A’râf, 12). Ateş, yükselmeye meyilli, yakıcı ve sabırsızdır. Bu bile yaratılış farkının karakter üzerindeki etkisini yansıtır.

Şeytan ateşin gururuyla “Ben ondan üstünüm!” derken, Hz. Âdem toprağın tevazusuyla secdeye yönelmiş bir varlığın temsilidir. Bu karşı durum, bir ömür sürecek imtihanın başlangıcıdır.

2. Emir Karşısındaki Tavır: İtaat mi, İsyan mı?

Allah, meleklerle birlikte İblis’e de Hz. Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde melekler derhal emre itaat etmiş, İblis ise “Ben ondan üstünüm” diyerek emre karşı gelmişti (Sad, 76). Bu isyan, sadece bir secdeyi reddetmek değil; Allah’ın hikmetine kafa tutmak, O’nun takdirine karşı çıkmaktı.

Hz. Âdem ise yasak meyveyi yemesiyle bir hata yaptı. Fakat hemen ardından pişmanlık duydu, tevbe etti ve af diledi (Bakara, 37). Şeytan ise isyanında ısrar etti, tevbe etmedi. İşte Kur’ân’ın gösterdiği temel fark budur: Hata değil, hataya karşı gösterilen tavır insanı ya yüceltir ya da alçaltır.

3. Kibir ve Tevazu

Şeytanın en belirgin özelliği kibirdir. Kendisini üstün görmüş, Allah’ın emrine karşı gelmiş ve böylece ebedî bir laneti hak etmiştir. Hz. Âdem ise hatasının ardından Allah’a yönelmiş ve tevazu göstermiştir. Kur’ân burada bir gerçeği gözler önüne serer:
Kibir, şeytanî bir özelliktir; tevazu ise rahmanî bir haslettir.

4. Sorumluluktan Kaçış mı, Üstlenme mi?

Şeytan suçu Allah’a atar: “Beni azdırdın” (A’râf, 16) diyerek kendi sorumluluğunu kabul etmez. Hz. Âdem ise “Biz nefsimize zulmettik” (A’râf, 23) diyerek hatayı kendine mâl eder. Bu da bize gösterir ki:
İnsan, hatasını kabul ederse rahmete ulaşır; suçu başkasına atarsa şeytana benzer.

5. Amaç ve Misyon

Şeytan, kıyamete kadar insanları saptırmak için Allah’tan süre istemiştir. Amacı, intikam ve sapkınlıktır. “Andolsun ki, onları saptıracağım” (A’râf, 16) diyerek kendine iblîsî bir misyon yüklenmiştir.

Hz. Âdem ise yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak görevlendirilmiş, yeryüzünü imar etmek, adaletle hükmetmek ve Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak üzere seçilmiştir. Şeytan ifsadı temsil ederken, Hz. Âdem ve onun soyundan gelen müminler ıslahı temsil eder.

Sonuç: Her İnsan İçinde Bir Âdem ve Bir Şeytan Taşır

Kur’ân’daki bu anlatım, sadece geçmişe ait bir kıssa değil; insanın içindeki savaşın hikâyesidir. Her birimiz zaman zaman hata yaparız. Ama bizi belirleyen şey bu hatalar değil; hataya karşı aldığımız tavırdır. Tevbe kapısı Hz. Âdem gibi açık mı kalır? Yoksa şeytan gibi kibirle mi kapanır?

Bu farkı bilmek, hayat yolculuğunda istikameti belirler. Ve Kur’ân, bu farkı hem ibretle hem de rahmetle bize öğretir.

@@@@@@@

SENARYO

“Şeytan ve Hz. Âdem: İnsanın İçindeki Kavganın Aslı | Kur’an’dan Derin Bir Kıssa”

> “Kur’an… Sadece tarih anlatmaz. İçimizde süregelen büyük hakikatleri dile getirir.
İşte o kıssalardan biri: Hz. Âdem ile İblis’in kaderleriyle örülmüş bir hikmet dersi…
Biri secdeyle yükseldi, diğeri kibirle düştü.”

> “Hz. Âdem topraktan yaratıldı… Mütevazı, sabırlı, verici…
İblis ise ateşten… Yüksekten bakan, yakıcı, aceleci…”

> “Secde emri geldiğinde melekler itaat etti.
Fakat İblis dedi ki: ‘Ben ondan üstünüm…’
Ve işte orada koptu savaş: Kibirle tevazunun savaşı…”

> “Hz. Âdem bir hata yaptı…
Ama hemen ardından başını eğdi: ‘Biz nefsimize zulmettik, Allah’ım, affet bizi…’”

> “Şeytan ise suçu Allah’a attı: ‘Sen beni azdırdın…’
Ve insanı da saptırmak üzere ant içti: ‘Onları dosdoğru yolundan ayıracağım…’”

> “İkisi de hata yaptı…
Ama biri tevbe etti, diğeri inat etti.
İşte Kur’an’ın öğrettiği fark budur: Hata değil, hataya karşı tavır belirler sonumuzu…”

> “Her insan içinde bir Âdem ve bir Şeytan taşır.
Her karar bir secdeye ya da isyana çıkar.
Hangi yolda yürüdüğün, kim olduğunu belirler…”

> “Kibir şeytanı düşürdü…
Tevazu Âdem’i kurtardı…
Peki ya sen? Hangi sesi dinliyorsun?”

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6nZddRWLyK8




ARTIK İNSAN DEĞİL EŞYA AKILLANIYOR. AKILLI İNSANDAN AKILLANAN NESNEYE DOĞRU.

ARTIK İNSAN DEĞİL EŞYA AKILLANIYOR. AKILLI İNSANDAN AKILLANAN NESNEYE DOĞRU.

Akıl ve Nesnelerin Yükselişi: İnsan mı, Eşya mı?

Günümüzde teknoloji, hayatımızın her alanına nüfuz etmiş durumda. Akıllı telefonlardan, yapay zekâya kadar birçok nesne, bir zamanlar sadece araç olarak gördüğümüz, hatta çoğu zaman farkına bile varmadığımız şeyler artık düşünme kapasitesine sahipmiş gibi karşımıza çıkıyor. İnsanlık tarihinin en şaşırtıcı değisimlerinden birini, bugün “akıllanma” kavramının sadece insanlarla sınırlı kalmaması oluşturuyor. İnsan, sahip olduğu akıl ve bilinçle yücelmişken, nesneler ise şaşırtıcı bir hızla kendi akıl seviyelerini geliştiriyorlar. Peki, bu dönüşümün hikmeti nedir?

Akıl ve Nesne: Bir Dönüşüm Hikâyesi

Akıl, insanın varlık amacını, hayatını anlamlandırma çabalarını ve dünyaya anlam katma gücünü simgeler. Ancak teknoloji, akıl dediğimiz olguyu bir başka boyuta taşımış durumda. Bir zamanlar insanlara özgü olduğu düşünülen akıl, şimdi bir nesneyle rekabet eder hale gelmiştir. Akıllı telefonlar, robotlar, hatta yapay zekâlı yazılımlar her geçen gün daha sofistike hale geliyor ve bu akıl, tıpkı insan gibi kararlar alabiliyor, etkileşimde bulunabiliyor ve bazen insanlardan daha hızlı ve etkili çözüm yolları sunabiliyor.

Bu hızlı dönüşüm, insanın kendisini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Akıllı cihazlar ve yapay zekâlar, hayatı kolaylaştırmak ve insan yaşamını iyileştirmek adına devreye girdiği için, insanın bu makinelere karşı bakış açısı da giderek değişiyor. Nesneler artık sadece faaliyette değil, duygusal bir bağ kurmaya, bir tür düşünme kapasitesine sahip olmaya, dolayısıyla “akıllanmış” olmaya başlıyor. Artık insanlar, bir nesnenin içine yerleştirilmiş akıllı algoritmalarla, tıpkı bir insanla sohbet ediyormuş gibi etkileşimde bulunabiliyorlar.

İnsanın Sınavı: Akıl ve Öz

Peki, burada insana düşen sorumluluk nedir? İnsan, sahip olduğu aklı doğru kullanıyor mu? Akıl, sadece problem çözmek için bir araç mıdır, yoksa bir amacı, bir anlamı ve bir özdeğer taşıyan bir varlık mıdır? Teknolojik gelişmelerle birlikte insan, aklını sadece dış nesneleri kontrol etmek için değil, iç dünyasını derinleştirmek, anlam arayışında olmak ve insanlık onurunu korumak için de kullanmayı öğrenmeli.

İnsanın “akıllı” nesneler karşısındaki durumu, bir yansıma gibidir. Akıllanma, insanın doğasında var olan bir öz mü yoksa, teknolojiyle gelişen dış bir özellik mi? İnsan, akıl ve iradesini doğru kullanmadıkça, dıştaki araçlar ve nesneler onun yerini almaya başlayacak, belki de insanın kendini gerçekleştirme çabası giderek zayıflayacak.

Hikmetli Bir Uyarı: Akıl, Ama Ne İçin?

Kutsal kitaplarda akıl, insanın en yüksek potansiyeline ulaşmasının yolu olarak tanımlanır. İnsan aklı, doğruyu yanlıştan ayırma, bilgelik edinme, sevgi ve adaletle yol almayı öğretme potansiyeline sahiptir. Ancak teknolojiyle birlikte bu potansiyel doğru bir şekilde kullanılmadığında, akıl ve bilgi sadece kontrol, güç ve egemenlik araçları haline gelebilir.

Teknolojik gelişim, insanın akıl kapasitesini arttırdığı kadar, onu daha fazla sorumluluk taşıyan bir varlık hâline getirmiştir. Nesnelerin akıllanması, insanın sadece dış dünyasını değil, iç dünyasını da sorgulamasına neden olmalıdır. Akıl ve düşünce, doğru bir şekilde insanlık adına hizmet etmeli; araçlar, akıllı cihazlar, robotlar, ve yapay zekâlar yalnızca insanın yaşamını kolaylaştıran yardımcılar olmalıdır, asla onun yerini almamalıdır.

Sonuç: İnsanın Kendini Unutma Tehlikesi

Teknoloji, eğer doğru bir şekilde yönlendirilmezse, insanın kendi özünü unutmasına yol açabilir. Akıllı nesneler, insan hayatını kolaylaştırıyor olabilir, ancak bu durum insanın manevi ve ahlaki sorumluluklarını unutarak sadece dış zekânın peşinden gitmesine neden olmamalıdır. İnsan, bir varlık olarak sadece fiziksel ve zihinsel aklı değil, aynı zamanda kalbiyle, vicdanıyla da kararlar almalı, toplumuna, çevresine ve kendine karşı sorumluluklarını unutmamalıdır.

Sonuç olarak, akıllanan nesneler bir yandan insan yaşamını kolaylaştıran araçlar olabilir, ancak insanın kendi akıl ve bilinç seviyesini yüceltmek, manevi değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmak çok daha önemli bir görevdir. Aksi takdirde, teknoloji bize her ne kadar kolaylık sunsa da, insanlık adına geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmamıza sebep olabilir.




KUR’AN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİFLERDE İMAN-AMEL BAĞLANTISI

KURAN-I KERİM’DE VE HADİSİ ŞERİFLERDE İMAN VE İSLAM BAĞLANTISI[1] VE FARKI DİĞER AYETLERLE BAĞLANTILI OLARAK NASIL ANLATILMAKTADIR?

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hadis-i Şerîflerde İman ve İslâm İlişkisi ve Farkı

Kur’ân ve hadislerde iman ve İslâm kavramları sıkça birlikte anılır, ancak aralarında önemli farklar da bulunur. İslâm, zahiri teslimiyet ve amel yönüyle; iman ise kalpteki tasdik ve yakin ile bağlılık yönüyle ele alınır. İdeal olan, İslâm’ın iman ile bütünleşmesi ve kişinin zahiren Müslüman olduğu gibi kalben de Allah’a tam bir bağlılık içinde olmasıdır.

1. Kur’ân-ı Kerîm’de İman ve İslâm

Kur’ân’da İman ve İslâm’ın farkı ve bağlantısı birçok ayette açıklanmıştır.

a) İman ve İslâm’ın Farkı

İman, kalpte olan bir tasdik ve yakini ifade ederken, İslâm ise kişinin dış dünyada Allah’a teslimiyetini ve itaatini gösterir.

Arapların zahiren Müslüman, ancak kalben iman etmemesi:
“Bedevîler, ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ancak ‘İslâm olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize tam yerleşmedi.'” (Hucurât 49/14)

Bu ayette İslâm’ın zahiri bir teslimiyet olduğu, ancak imanın kalpte yerleşmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

İman edenlerin özellikleri:
“Müminler ancak, Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte onlar sadık olanlardır.” (Hucurât 49/15)

Burada ise imanın tasdik, sadakat ve fedakârlık gerektirdiği anlatılmaktadır.

b) İman ve İslâm’ın Bağlantısı

İslâm, imana götüren bir kapıdır. Bir kişi zahiren Müslüman olabilir, ancak gerçek anlamda iman kalbine yerleştiğinde mümin olur.

İman, İslâm’ı kemale erdirir. Mümin olan kişi, hem kalben inanır hem de amel bakımından İslâm’a uygun yaşar.

2. Hadis-i Şerîflerde İman ve İslâm

Hadislerde İman ve İslâm arasındaki ilişki, Cebrâil Hadisi gibi temel metinlerde açıkça ortaya konmuştur.

a) Cebrâil Hadisi (Buhârî, Müslim)

Hz. Ömer (r.a.) şöyle rivayet eder:
Bir gün Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanına gelerek şu soruları sordu:

İslâm nedir?
“İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şehadet etmendir. Namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hacca gitmendir.”

İman nedir?
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmendir.”

Bu hadiste, İslâm zahiri ibadetleri ve amelleri ifade ederken, imanın ise kalpteki tasdiki ve bağlılığı içerdiği net bir şekilde ortaya konulmaktadır.

b) İman ve İslâm’ın Birbirini Tamamlaması

İman olmadan yapılan amelin eksik kalacağı:
“Kalbinde zerre kadar iman olan kişi cehennemden çıkacaktır.” (Buhârî, Müslim)

İslâm’ın amelsiz bir iman olmadığını gösteren hadis:
“Kişi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Müslim)

3. İman ve İslâm’ın Diğer Ayetlerle Bağlantısı

İman ve İslâm’ı destekleyen ve bütünleyen birçok ayet bulunmaktadır:

İman kalpte olmalıdır, sadece söz yetmez:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; hâlbuki onlar iman etmiş değillerdir.” (Bakara 2/8)

İman amelle desteklenmelidir:
“İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir.” (Ra’d 13/29)

İman ve İslâm’ın ortak noktası olan takva:
“Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Hucurât 49/13)

Sonuç: İman mı Önde, İslâm mı?

1. İslâm bir başlangıç, iman ise kemale ulaşmaktır.

Bir kişi kelime-i şehadet getirerek zahiren Müslüman olur. Ancak imanı kalbine yerleştiğinde gerçek mümin olur.

Zahiren İslâm’a girmek, kişiyi toplumda Müslüman yapar. Ancak Allah katında mümin sayılmak için kalpten gelen bir iman gerekir.

2. Gerçek mümin, hem İslâm’ı yaşar hem de imanını güçlendirir.

İslam sadece dışsal bir kabulleniş değil, iç dünyada da kökleşen bir imana dönüşmelidir.

3. İman ve amel birbirini tamamlar.

Sadece dil ile iman etmek yetmez, amel ve ahlak da bu imanı yansıtmalıdır.

Özet

Sonuç olarak iman ve İslâm iç içedir, ancak farkları da vardır. Bir kişi önce İslâm’a girer, ardından imanını güçlendirir ve takva ile kemale ulaşır. İslam sadece bir kimlik veya şekil değildir; imanla bütünleştiğinde gerçek anlamını bulur.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=HWENPiTM94A




İSLAM’DA TARTIŞILAN AMELÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI

İSLAM’DA TARTIŞILAN AMELÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI[1]

İslam dininde ibadetler, muamelat (insanlar arası ilişkiler) ve ahlaki konular gibi amelî meseleler, Müslümanların günlük hayatını şekillendiren önemli unsurlardır. Ancak, tarih boyunca bazı amelî konular Müslümanlar arasında farklı yorumlanmış ve mezheplerin oluşmasına yol açmıştır. Ehl-i Sünnet, bu konulara Kur’an ve Sünnet doğrultusunda en dengeli ve sahih cevapları vermiştir.

Bu makalede, İslam’da tartışılan bazı amelî konular ve Ehl-i Sünnet’in bunlara verdiği cevaplar ele alınacaktır.

1. NAMAZIN TERK EDİLMESİ KİŞİYİ DİNDEN ÇIKARIR MI?

Tartışma:

Namaz kılmayan kişinin durumu İslam âlimleri arasında farklı şekillerde değerlendirilmiştir:

Haricîler ve bazı Hanbelî âlimler: Namazı terk eden kişi dinden çıkar.

Mutezile: Namazı terk eden kişi fasıktır ama kâfir olmaz.

Ehl-i Sünnet: Namazın farz olduğunu inkâr etmedikçe, tembellikten dolayı terk eden kişi dinden çıkmaz ancak büyük bir günah işlemiş olur.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, namazı tembellikten terk eden kişi büyük günahkâr olur, ancak kâfir olmaz. Namazı kasten terk eden kişi Allah’ın gazabına uğrar ve tövbe etmezse ahirette büyük azaba düçar olur.

Delil:
“Şüphesiz ki namaz, müminler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır.” (Nisâ, 4/103)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“Kul ile küfür arasında namazın terk edilmesi vardır.” (Müslim, İman, 82)

Bu hadis, namazın terk edilmesinin büyük bir tehlike olduğunu gösterse de, Ehl-i Sünnet âlimleri, “küfre yaklaştırır” anlamında yorumlamış ve kişinin tamamen dinden çıkmadığını belirtmiştir.

2. İMAMET (HALİFELİK) MESELESİ

Tartışma:

Şia: Halifelik, Allah tarafından belirlenen ve sadece Hz. Ali ve onun soyundan gelen imamlara ait bir görevdir.

Mutezile: Halifelik, en faziletli kişiye verilmelidir.

Ehl-i Sünnet: Halifelik, ümmetin biatı ve seçimiyle belirlenir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, halifelik (imamet) bir yönetim meselesidir ve ümmetin ortak kararıyla belirlenir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), açıkça bir isim bildirmemiş, sahabeler de Hz. Ebubekir’i biat yoluyla seçmişlerdir.

Delil:
Hz. Ömer (r.a.), halifeliği belirleme yetkisini bir şûra heyetine bırakmıştır. Bu, imametin seçimle belirlenebileceğini gösterir.

3. TEVESSÜL (BİRİSİNİ ARACI KILARAK ALLAH’A DUA ETMEK)

Tartışma:

Vehhabiler: Tevessülü şirk olarak görür.

Şia: Tevessülü caiz görür ve aşırı bir şekilde uygular.

Ehl-i Sünnet: Tevessülü şirk saymaz ancak Kur’an ve Sünnet’e uygun olması gerektiğini vurgular.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, ölmüş veya diri bir peygamber ya da salih bir kulun hatırına Allah’tan bir şey istemek caizdir. Ancak, doğrudan o kişiden yardım istemek ve onu ilahlaştırmak şirk olur.

Delil:
Kur’an’da, Hz. Yakub’un oğullarına şöyle dediği bildirilir:
“Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim.” (Yusuf, 12/98)

Bu ayet, başkası adına dua etmenin ve tevessülün mümkün olduğunu gösterir.

Hz. Musa’nın 9 kere musibete düçar olan yahudilerin kendisine müracaat etmeleriyle dua edip belanın kalkması gibi.

4. MEZHEPLERİN GEREKLİLİĞİ

Tartışma:

Mezhepsizler (Reformistler): Mezheplerin gereksiz olduğunu savunur.

Ehl-i Sünnet: Mezheplerin, dini anlamada bir kolaylık sunduğunu kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Mezhepler, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayan sistemlerdir. Kendi başına ictihad yapamayanların, Ehl-i Sünnet mezheplerinden birine uyması en güvenli yoldur.

Delil:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sahabeleri farklı meselelerde ictihada teşvik etmiş ve onların görüşlerine değer vermiştir. Mezhepler de bu ictihad anlayışının devamıdır.

5. TARİKATLER VE TASAVVUF

Tartışma:

Bazı Selefî gruplar: Tasavvufun bid’at olduğunu savunur.

Ehl-i Sünnet: Tasavvufu, Kur’an ve Sünnet’e uygun olduğu sürece kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Tasavvuf, insanın kalbini arındırmaya yönelik bir yöntemdir ve sahih kaynaklara dayandığında İslam’ın ruhuna uygundur. Ancak, bid’at içeren uygulamalardan kaçınılmalıdır.

Delil:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zühd hayatını teşvik etmiş ve kalp tasfiyesinin önemini vurgulamıştır:
“Şüphesiz ki Allah sizin bedenlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 33)

6. KADINLARIN İMAMETİ (KADININ ERKEKLERE İMAM OLMASI)

Tartışma:

Bazı modernistler: Kadının erkeklere imamlık yapabileceğini savunur.

Ehl-i Sünnet: Kadınların erkeklere imamlık yapamayacağını belirtir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, kadınlar kendi aralarında imamlık yapabilir, ancak erkeklere imam olmaları caiz değildir.

Delil:
Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde kadınların camide bulunmasına izin verilmiş ama imam olmalarına müsaade edilmemiştir.

SONUÇ: EHL-İ SÜNNET YOLU ORTA YOLDUR

Ehl-i Sünnet, amelî meselelerde aşırı uçlardan kaçınarak dengeli bir yol benimsemiştir. Ne ibadetleri aşırıya götürmüş ne de hafife almıştır. Ne tevessülü yasaklamış ne de istismar edilmesine izin vermiştir. Ne mezhepleri reddetmiş ne de mezheplerin dinin yerine geçmesine müsaade etmiştir.

Allah bizleri, Ehl-i Sünnet’in dosdoğru yolunda yürüyen, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Amin!

[1] https://www.youtube.com/watch?v=aP9_n-EFGI0

 




KURAN-I KERİM’DE TAŞLAR VE ÖZELLİKLERİ

KURAN-I KERİM’DE TAŞLAR VE ÖZELLİKLERİ[1]


Kur’an-ı Kerim’de taşlar ve onların özellikleri farklı bağlamlarda birçok ayette geçmektedir. Bu ayetlerde taşlar bazen güç, sertlik ve dayanıklılık, bazen ibret ve ceza, bazen de bereket ve nimet sembolü olarak anlatılmıştır. İşte Kur’an’da bahsedilen taşlar ve özellikleri:

1. TAŞLARIN SERTLİĞİ VE KALPLERİN KATILAŞMASI

Kur’an, bazı insanların katı kalpliliğini anlatırken taşlara benzetmiştir:

“Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Artık onlar taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü öyle taşlar vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Yine öyle taşlar vardır ki yarılır da içinden su çıkar. Ve öyleleri vardır ki Allah korkusuyla düşer (parçalanır). Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 74)

Bu ayette taşların bile Allah korkusuyla parçalandığı, ancak bazı insanların kalplerinin taşlardan bile daha katı olduğu vurgulanmaktadır.

2. HZ. MUSA VE ONİKİ KAYNAK TAŞI

Hz. Musa (a.s.) kavmi için su istediğinde Allah ona taşa vurmasını emretmiş ve taştan on iki pınar fışkırmıştır:

“Musa kavmi için su arayınca, ‘Asan ile taşa vur’ dedik. Bunun üzerine on iki pınar fışkırdı. Her topluluk su içeceği yeri öğrendi. Allah’ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Bakara, 60)

Bu olay, su gibi hayati bir nimetin bile Allah’ın emriyle taşlardan çıkabileceğini göstermektedir.

3. HACERÜ’L-ESVED VE KABE’DEKİ MUKADDES TAŞLAR

Kâbe’nin duvarında bulunan Hacerü’l-Esved (Siyah Taş), Müslümanlar için kutsal bir taştır. Bu taşın cennetten geldiği ve zamanla siyahlaştığı rivayet edilir. Kur’an’da Hacerü’l-Esved’in ismi geçmese de, Beytullah’ın (Kâbe’nin) İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilmesi anlatılır:

“İbrahim ve İsmail, Kâbe’nin temellerini yükseltirken, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Şüphesiz Sen işitensin, bilensin’ (dediler).” (Bakara, 127)

Bu ayet, Kâbe’nin temellerinin taşlarla inşa edildiğini ve bu taşların kutsallığını vurgulamaktadır.

4. SEMUD KAVMİ VE DAĞLARDAN OYULAN EVLER

Kur’an’da Semud kavminin kayaları ve dağları oyarak evler yaptığı belirtilir:

“Siz burada bahçeler, pınarlar içinde, ekinler ve yumuşak hurma ağaçları arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz.” (Şuara, 146-149)

Ancak bu kavim peygamberleri Hz. Salih’in (a.s.) uyarılarına kulak asmadığı için büyük bir azapla helak edilmiştir.

5. LÛT KAVMİ’NE YAĞDIRILAN TAŞLAR

Kur’an’da, Lût kavmi’nin helak edilmesi sırasında taşlardan oluşan bir azap yağdırıldığı anlatılır:

“Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Hicr, 74)

Bu ayet, Allah’ın azabının taşlarla da gelebileceğini ve sapkınlıkta ısrar eden kavimlerin ibret verici bir şekilde yok edilebileceğini göstermektedir.

6. ASHÂB-I FİL VE SİCCÎL TAŞLARI

Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için gönderdiği fil ordusuna, Allah tarafından taşlarla azap gönderildiği anlatılır:

“Onların üzerine sertleşmiş çamurdan taşlar atan sürüler halinde kuşlar gönderdi.” (Fil, 3-4)

Bu olay, Allah’ın en güçlü orduları bile küçücük taşlarla yok edebileceğini ve kutsal mekânlarını koruduğunu göstermektedir.

7. CENNET VE CENNET TAŞLARI

Kur’an’da, cennette altın, gümüş, inci ve yakut gibi değerli taşlardan bahsedilir:

“O müminlerin ödülleri; altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Onların oradaki evleri, tertemiz cennetlerdendir. Allah’ın rızası ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 72)

Cennette müminlere yakut, inci ve altınlarla süslenmiş mükâfatların verileceği anlatılmıştır.

SONUÇ: KUR’AN’DA TAŞLAR VE BİZE VERDİĞİ MESAJLAR

Kur’an-ı Kerim’de taşlar birçok farklı anlamda kullanılmıştır:

1. Sertlik ve inatçılık: İnsanların katı kalpliliğini anlatmak için (Bakara, 74).

2. Bereket ve mucize: Hz. Musa’nın asasını vurduğu taştan su çıkması (Bakara, 60).

3. Kutsallık ve ibadet: Hacerü’l-Esved ve Kâbe’nin taşları (Bakara, 127).

4. Azap ve helak: Lût kavmi ve Ebrehe ordusuna taşlarla azap indirilmesi (Fil, 3-4; Hicr, 74).

5. Medeniyet ve sanat: Semud kavminin kayalardan ev yapması (Şuara, 146-149).

6. Cennetin mücevherleri: İnci, yakut ve altın gibi değerli taşlarla süslenen cennet nimetleri (Tevbe, 72).

Kur’an’da taşlar sadece fiziksel varlıklar değil, aynı zamanda ibret ve hikmet taşıyan unsurlar olarak ele alınmıştır. Taşlar bazen Allah’ın azametini, bazen insanın inatçılığını, bazen de mükâfat ve nimeti simgeler.

Bizim için ders:

Kalbimizi taş gibi katı yapmamalıyız.

Allah’ın mucizelerine ve kudretine inanmalıyız.

Doğru yolda olmadığımızda taş gibi helak edilebileceğimizi unutmamalıyız.

Kur’an’da anlatılan taşlardan ibret almak, hem dünya hem de ahiret saadeti için gereklidir.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kfSU4qztWnM




KURAN-I KERİM’DE GÖZ – KULAK VE DİL VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER.

KURAN-I KERİM’DE GÖZ – KULAK VE DİL VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER.[1]


Kur’ân-ı Kerîm’de göz, kulak ve dil insanın duyma, anlama ve ifade etme araçları olarak ele alınır. Bu organlar, insanın doğru bilgiye ulaşmasını sağlarken aynı zamanda onun sorumluluğunu artıran emanetlerdir. Görevlerini yerine getirmelerinin önündeki engeller ise gaflet, inat, kibir, günah ve nefsin arzularına uymak olarak belirtilmiştir.

1. Göz (Basîret, İdrak ve Şahitlik)

Göz, sadece fiziksel görme organı değil, aynı zamanda basîretin (manevi idrak) bir aracıdır. İnsan, gözünü hakikati görmek, ibret almak ve Allah’ın ayetlerini kavramak için kullanmalıdır.

Gözün nimet olması:
“Biz ona iki göz vermedik mi?” (Beled 90/8)

Basîretin (manevi görüşün) açılması:
“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.” (Hac 22/46)

Gözün sorumluluğu:
“Kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 17/36)

Engeller:

Gözün hakikate kapanması:
“Onların gözleri vardır, fakat onunla görmezler.” (A’râf 7/179)

Dünya tutkusu ve gaflet:
“Onlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler, ahiretten ise gafildirler.” (Rûm 30/7)

Haramlara bakmak ve nefsin peşinden gitmek:
“Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar…” (Nûr 24/30)

2. Kulak (İşitme, Öğrenme ve Hidayet)

Kulak, doğru bilgiyi almak ve hakikati öğrenmek için bir araçtır. Kur’ân’da, hakikati duyup kabul edenlerle, işitmesine rağmen inatla reddedenler arasında büyük bir fark olduğu vurgulanır.

İşitme nimetinin önemi:
“De ki: Sizi inşa eden, size kulak, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!” (Mülk 67/23)

Hakkı işitenlerle işitmeyenlerin farkı:
“Ölülerle diriler bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittiremezsin.” (Fâtır 35/22)

Engeller:

Kulakların mühürlenmesi:
“Kalplerimiz örtülüdür, kulaklarımızda ağırlık var, senin söylediklerini anlayamıyoruz.” (Fussilet 41/5)

Hakkı işitip aldırmamak:
“Onların kulakları vardır ama işitmezler.” (A’râf 7/179)

Batılı dinleyip hakikatten uzaklaşmak:
“Yalancı ve günahkâr olan herkesin ardından giderler.” (Câsiye 45/7-8)

3. Dil (Konuşma, Doğruluk ve Şahitlik)

Dil, insanın iletişim kurmasını, tebliğ yapmasını ve hakikati savunmasını sağlayan önemli bir organdır. Ancak kötüye kullanıldığında iftira, yalan ve gıybet gibi büyük günahların kaynağı olabilir.

Dilin nimet olması:
“Biz insana iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?” (Beled 90/8-9)

Doğru söz söylemek:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (Ahzâb 33/70)

Dil ile yapılan hataların büyük sorumluluğu:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 50/18)

Engeller:

Yalan ve iftira:
“Onların ağızlarından çıkan söz ne büyük! Onlar ancak yalan söylüyorlar.” (Kehf 18/5)

Gıybet ve dedikodu:
“Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât 49/12)

Boş ve faydasız konuşmalar:
“Onlar, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn 23/3)

Ayetlerin Bütünlüğü İçinde Bağlantı

Kur’ân’da göz, kulak ve dil bir bütünlük içinde ele alınır. Göz, hakikati görmeli; kulak, hakikati işitmeli; dil ise hakikati konuşmalıdır. Eğer bu organlar doğru kullanılmazsa, insan hakikatten uzaklaşır, gaflete düşer ve sorumluluklarını yerine getiremez.

Akıl, kalp ve ruh ile bağlantı:

Göz, basîretle bakmazsa, kalp katılaşır.

Kulak, hakkı işitmezse, ruh zayıflar.

Dil, yalan konuşursa, insanın aklı da sapar.

Bu yüzden Kur’ân, gözleri haramdan korumayı, kulakları hakikate açmayı ve dili doğru konuşmak için kullanmayı emreder. Aksi hâlde bu organlar, insanın manevi körlük, sağırlık ve dilsizlik yaşamasına sebep olabilir.

Özetle:

Göz, ibret ve basîret için.

Kulak, hakkı işitmek için.

Dil, doğruyu söylemek için.

Ancak yanlış kullanılırsa, insan gaflete düşer ve hakikatten uzaklaşır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=O_k6dO7J21M




DESİSE VE NEFSİ BESLEYEN GÜNAHLAR

DESİSE VE NEFSİ BESLEYEN GÜNAHLAR[1]

DESİSE

Desise kelimesi, Arapça asıllı olup Türkçede “hile, tuzak, aldatmaca, entrika, sinsi plan” gibi anlamlara gelmektedir. Daha çok olumsuz bir anlamda kullanılır ve bir kimsenin başkasına zarar vermek amacıyla kurduğu gizli planları ifade eder.

Desise’nin Kullanım Alanları

1. Günlük Dil: Kötü niyetli gizli planlar için kullanılır.

2. Edebiyat: Özellikle Osmanlı dönemi edebi metinlerinde hile ve entrika anlamında geçer.

3. İslami Literatür: İslam tarihi ve dini metinlerde, münafıkların, şeytanın ve düşmanların hileleri anlamında kullanılmıştır.

Desise’nin Kuran-ı Kerim’deki Karşılıkları

Kuran-ı Kerim’de desise anlamına gelen çeşitli kelimeler yer almaktadır:

1. “Mekr” (مَكْرٌ) – Hile, Aldatma

“Mekr” kelimesi, özellikle kötü niyetli insanların hilelerini ifade etmek için kullanılır. Ancak bazen Allah’ın kafirlere karşı yaptığı karşılık verme anlamında da geçer:

“Onlar hile yapıyorlar, Allah da onların hilesine karşılık veriyor. Allah, hile yapanların cezasını en iyi verendir.” (Enfal, 8/30)

Burada, müşriklerin İslam’ı yok etmek için yaptıkları desiselerin, Allah tarafından boşa çıkarıldığı vurgulanmaktadır.

2. “Keyd” (كَيْدٌ) – Tuzak, Hile

Keyd kelimesi genellikle düşmanların ve şeytanın gizli oyunlarını ifade eder. Kuran’da şeytanın insanlara karşı kurduğu tuzaklar için şu ifade kullanılmıştır:

“Şüphesiz ki şeytanın tuzağı (keydu’ş-şeytan) zayıftır.” (Nisa, 4/76)

Bu ayette, şeytanın desiseleri ne kadar kuvvetli görünse de, iman edenler için aslında zayıf olduğu belirtilmektedir.

3. “Gurur” (غُرُورٌ) – Aldatma, Kandırma

Gurur kelimesi, insanları dünyaya meylettirerek ahireti unutturma anlamında bir desise aracı olarak kullanılır:

“Dünya hayatı ancak bir aldatmacadır.” (Hadid, 57/20)

Dünya hayatının geçici ve yanıltıcı olduğu vurgulanarak, bu aldanışa kapılmamak gerektiği ifade edilir.

Hadis-i Şeriflerde Desise ile İlgili Kullanımlar

1. Hile ve Entrikanın Kötülenmesi

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman 164)

Bu hadis, aldatmanın ve hilenin İslam’da kesinlikle yasak olduğunu ve mümin ahlakıyla bağdaşmadığını açıkça belirtmektedir.

2. Şeytanın Desiseleri

Hadislerde, şeytanın insanları kandırmak için kurduğu tuzaklara dikkat çekilir:

“Şeytan insana önce küçük günahları güzel gösterir, sonra büyük günahları süsleyerek ona sunar.” (Tirmizi, Zühd 4)

Bu hadis, şeytanın insanı aşamalı olarak nasıl aldattığını ve desise kurduğunu açıkça anlatmaktadır.

Sonuç

Desise, genellikle kötü niyetli plan ve hile anlamında kullanılan bir kelimedir. Kuran-ı Kerim’de “mekr”, “keyd” ve “gurur” gibi kelimeler bu anlamı karşılamakta ve münafıkların, kafirlerin ve şeytanın desiselerine karşı dikkatli olunması gerektiği vurgulanmaktadır. Hadis-i şeriflerde ise hilekarlık şiddetle yasaklanmış, dürüstlüğün müminin temel vasfı olduğu belirtilmiştir.

@@@@@

وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ
Şems. 10. Ayetin izahı üzerine:

Nefsi Temizleyen Kurtulur, Onu Kirleten Ziyana Uğrar.

Allah Teâlâ, Şems Suresi 9-10. ayetlerinde insanın manevi yükselişini ve çöküşünü şöyle bildirmektedir:

“Onu (nefsini) temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten ise hüsrana uğramıştır.” (Şems, 91/9-10)

Bu ayet, insanın iç dünyasında yaşadığı nefis terbiyesi mücadelesini ve bu mücadelenin nihai sonucunu vurgular. Ayette geçen دَسّٰيهَا (dessâhâ) kelimesi, “onu (nefsi) kirleten, alçaltan, günahlarla karartan” anlamına gelir. Klasik ve çağdaş tefsirlerde bu ayet nefsin tezkiyesi (arınması) ve tersi olan nefsi kirletme bağlamında genişçe ele alınmıştır.

1. Ayetin Tefsiri ve Açıklamaları

a) Nefsi Temizlemek: Tezkiyetün-Nefs

İslam âlimleri, “Onu (nefsini) temizleyen kurtuluşa ermiştir.” ayetini “Tezkiyetün-nefs” kavramıyla açıklarlar. Tezkiye, nefsi günahlardan, kötü ahlaktan, gafletten ve haramlardan arındırmak demektir.

İbn Kesîr bu ayeti şöyle yorumlamaktadır:

> “Nefsini tezkiye eden kişi, iman ve salih amellerle onu arındıran kimsedir. Bu kimse hem dünyada hem de ahirette kurtuluşa erer.”

Elmalılı Hamdi Yazır da benzer bir şekilde şu yorumu yapar:

> “Nefsini temizleyerek onu günahlardan ve kötülüklerden koruyarak Allah’ın rızasına uygun hâle getiren kişi felaha, yani ebedî saadete ulaşır.”

Demek ki nefsin temizlenmesi, iman, salih amel, zikir, sabır, ihlas ve ihsan ile mümkündür.

b) Nefsi Kirletmek: “Dessâhâ”

“Onu (nefsini) kirleten hüsrana uğramıştır.” ifadesinde geçen دَسّٰيهَا (dessâhâ) kelimesi, “onu karartan, günaha boğan, alçaltan” anlamına gelir.

Râzi bu ayeti şöyle açıklar:

> “Nefsini şehvetlere, günahlara ve dünya sevgisine teslim eden kişi, onu kirletmiş ve alçaltmıştır. Böyle bir insan, dünyada da ahirette de ziyana uğrayacaktır.”

Nefsi kirletmek, onu günahlarla karartmak, haramlara bulaştırmak, gaflete düşürmek ve şeytana uymak anlamına gelir.

Bu açıdan, nefsi kirleten şeyler arasında kibir, haset, riya, dünya sevgisi, israf, şehvet düşkünlüğü ve gaflet gibi kötü huylar sayılır.

2. Nefsin Temizliği ve Kirliliği Üzerine Hikmetli Düşünceler

a) Nefis, Ya Yükselir Ya da Alçalır

Bu ayet, insanın nefsiyle iki temel yolu olduğunu gösterir:

1. Nefsini temizleyerek yüceltenler: Bunlar takva sahipleri, salih kullar ve Allah’a yönelenlerdir.

2. Nefsini kirleterek hüsrana uğrayanlar: Bunlar dünya hırsına kapılan, haramlara dalan, günahları süsleyenlerdir.

İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn adlı eserinde der ki:

> “Nefsini tezkiye etmeyen, onu kendi başına bırakan kimse, bir tarlayı ekmeyen çiftçiye benzer. O tarla, zamanla dikenler ve zararlı otlarla dolar.”

Bu söz, nefis terbiyesi olmayan insanın nasıl yozlaştığını açıkça anlatmaktadır.

b) Şeytan ve Nefsin Desiseleri

Bediüzzaman Said Nursî, nefsin kirlenmesinde en büyük sebebin şeytanın vesveseleri ve dünyanın aldatıcı süsleri olduğunu belirtir:

> “Nefis kendini beğenir, kusurunu görmez. Hatta fâsık olsa da kendini temiz görür. Fıskı içinde bir nevi istikamet vehmeder.” (Sözler, 26. Söz)

Bu ifade, nefsin en büyük aldatmacalarından birinin kişinin kendi hatalarını görmemesi olduğunu gösterir. Nefsini temizlemek isteyen kişi, öncelikle onun hastalıklarını teşhis etmeli ve kendisini sürekli muhasebeye çekmelidir.

3. Nefsi Temizlemenin Yolları

a) Tövbe ve İstiğfar

Nefsi temizlemenin en temel yolu tövbe etmektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), sık sık istiğfar ederdi ve bizlere de şu şekilde dua etmeyi öğretmiştir:

> “Allah’ım! Nefsime takvâ nasip et ve onu arındır. Sen onu arındıranların en hayırlısısın.” (Müslim, Zikir 72)

Bu dua, nefsin ancak Allah’ın yardımıyla temizlenebileceğini gösterir.

b) Zikir ve Salih Amellerle Kalbi Aydınlatmak

Kalp, nefsin aynasıdır. Eğer nefis günahlarla kirlenirse, kalp de karanlıklaşır. Zikir, nefsi arındıran en güçlü ilaçtır:

> “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)

Zikir, nefsi Allah’a yaklaştırır, dünya sevgisini azaltır ve günahlardan korur.

c) Kötü Arkadaşlardan ve Ortamlardan Uzak Durmak

Nefsin temizlenmesi için çevrenin de temiz olması gerekir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

> “Kişi dostunun dini üzeredir. O hâlde kiminle dostluk kurduğunuza dikkat edin!” (Tirmizî, Zühd 45)

Bu hadis, kötü insanların nefsi nasıl kirletebileceğini ve güzel dostların onu nasıl arındırabileceğini gösterir.

Sonuç: Kurtuluşun Yolu Nefsini Temizlemektir

Şems Suresi 10. ayeti bize insanın iç dünyasındaki en büyük mücadelenin nefisle olduğunu göstermektedir. Nefsini arındıran, Allah’a yönelen ve kötü huylardan sakınan kişi kurtuluşa erer.

Ancak nefsini dünya sevgisi, günahlar, kibir ve şehvetle kirleten kişi, hüsrana uğrar. Çünkü bu kişi, nefsinin esiri olmuş ve Rabbini unutmuştur.

Bu yüzden tövbe, zikir, ibadet, salih ameller ve güzel ahlak ile nefis sürekli terbiye edilmelidir. Aksi takdirde, insan desiselerle aldanır ve ziyan edenlerden olur.

Allah bizleri nefislerini temizleyenlerden ve kurtuluşa erenlerden eylesin. Amin!

@@@@@@@

Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nda Desise ve Dessas konusunda ne gibi tesbitlerde bulunmuştur?
Özellikle nefsin desiselerinden nasıl bahsetmektedir?

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nda “desise” ve “dessas” kavramlarını, özellikle şeytanın ve nefsin insanı hak yoldan saptırmak için kullandığı hileler ve aldatmacalar bağlamında ele alır. Bu kavramlar, insanın imanını zayıflatmak, ihlasını bozmak ve manevi ilerleyişini engellemek için kullanılan tuzakları ifade eder. Bediüzzaman, bu tuzakların fark edilmesi ve bunlara karşı korunulması gerektiğini vurgulayarak, Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde akıl, kalp ve ruhun korunması için yol gösterir. Özellikle nefsin desiseleri, insanın kendi içindeki en büyük mücadele alanlarından biri olarak değerlendirilir ve bu konuda derin tesbitlerde bulunulur.

### Desise ve Dessas Kavramları Üzerine Genel Tesbitler
Bediüzzaman, “desise”yi hile, aldatma ve tuzak anlamında kullanır; “dessas” ise bu hileleri ustalıkla planlayan ve uygulayan varlık ya da özellik olarak karşımıza çıkar. Şeytan ve nefis, bu bağlamda en önde gelen dessaslar olarak tanımlanır. Külliyat’ta, özellikle *Mektubat* ve *Lem’alar* gibi eserlerde, şeytanın ve nefsin desiselerine karşı insanı uyaran bölümler bulunur. Bediüzzaman’a göre, bu desiseler genellikle insanın zayıf damarlarından (enaniyet, korku, tembellik, dünya sevgisi gibi) istifade edilerek devreye sokulur. Şeytanın dışsal bir düşman, nefsin ise içteki bir dessas olduğu belirtilir; nefis, insanı kendi arzuları ve hevesleriyle kandırarak şeytanla iş birliği yapar.

*Mektubat*’ın Yirmi Dokuzuncu Mektup’unda, “Altıncı Risale olan Altıncı Kısım”da şeytanın altı desisesi detaylı bir şekilde ele alınır. Bu bölümde, şeytanın insanı aldatmak için kullandığı yöntemler sıralanır ve her birinin nasıl bir tuzak olduğu açıklanır. Bediüzzaman, bu desiselerin Kur’an talebelerini ve iman hizmetinde bulunanları hedef aldığını ifade eder. Şeytanın ve nefsin ortak amacı, insanı Allah’a kulluktan uzaklaştırmak ve dünya hayatına bağlamaktır.

### Nefsin Desiselerine Dair Özel Tesbitler
Nefsin desiseleri, Bediüzzaman’ın eserlerinde sıkça vurgulanan bir konudur. Nefis, insanın kendi bünyesinde taşıdığı bir düşman olarak görülür ve şeytanla iş birliği yaparak insanı aldatır. Bediüzzaman, nefsin bu hilelerini özellikle insanın enaniyet (benlik), tembellik, heva ve heves gibi zayıf yönlerinden yararlanarak ortaya koyduğunu belirtir. Nefsin desiselerine dair bazı önemli tesbitler şunlardır:

1. **Enaniyet (Benlik) Üzerinden Aldatma**: Nefis, insana kendini beğendirme ve üstün görme hissi vererek onu aldatır. Bediüzzaman, *Mektubat*’ta, enaniyetin “insanda en tehlikeli damar” olduğunu söyler. Nefis, bu damarı okşayarak insanı hakikatlerden uzaklaştırır, ona “Sen her şeyi bilirsin, başkalarına ihtiyacın yok” gibi yanlış bir kanaat telkin eder. Bu, kişinin tevazudan uzaklaşmasına ve kendini beğenmişliğe kapılmasına yol açar.

2. **Dünya Sevgisi ve Heveslerin Peşinden Koşma**: Nefis, insana geçici dünya lezzetlerini cazip göstererek onu ebedi hakikatlerden uzak tutar. *Sözler*’de, nefsin insanı “hevesat-ı nefsaniye” (nefsin arzuları) ile oyaladığı belirtilir. Bediüzzaman, bu desisenin insanı ahiret hazırlığından alıkoyduğunu ve malayani (boş) işlerle vakit kaybettirdiğini ifade eder.

3. **Tembellik ve Rahat Düşkünlüğü**: Nefis, insanı ibadet ve hizmetten uzaklaştırmak için tembellik damarını kullanır. *Lem’alar*’da, nefsin “Bugün dinlen, yarın yaparsın” gibi telkinlerle insanı ertelemeye sevk ettiği anlatılır. Bu, kişinin manevi vazifelerini ihmal etmesine ve zamanını boşa harcamasına neden olur.

4. **Korku ve Vesvese Yoluyla Zayıflatma**: Nefis, şeytanla iş birliği yaparak insana korkular ve vesveseler telkin eder. Örneğin, *Şualar*’da, nefsin insana “Ya başarısız olursan, ya zarar görürsen” gibi düşünceler aşıladığı belirtilir. Bu desise, kişinin cesaretini kırarak harekete geçmesini engeller.

5. **Riya ve Gösteriş Tuzağı**: Nefis, ibadet ve hizmetleri bile riyaya bulaştırarak ihlası bozar. Bediüzzaman, *İhlas Risalesi*’nde (21. Lem’a), nefsin insana “Başkaları seni görsün, takdir etsin” düşüncesi vererek amellerin samimiyetini zedelediğini söyler. Bu, kişinin Allah rızasından ziyade insan beğenisine yönelmesine yol açar.

### Nefsin Desiselerine Karşı Çözüm Yolları
Bediüzzaman, nefsin bu hilelerine karşı Kur’an’dan ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sünnetinden ilhamla çözüm yolları sunar:
– **İhlas ve Samimiyet**: Nefsin riya tuzağına karşı, her işi sadece Allah rızası için yapmak gereklidir. İhlas, nefsin desiselerini etkisiz hale getiren en güçlü silahtır.
– **Tefekkür ve Ölüm Zikri**: Nefsin dünya sevgisine karşı, ölümü ve fani hayatın geçiciliğini sıkça hatırlamak önerilir. *Sözler*’de, “Lezzetleri tahrip eden ölümü çok zikrediniz” denilerek bu yöntem vurgulanır.
– **İstidatların Allah’a Yöneltilmesi**: Nefsin enaniyetini kırmak için, insanın sahip olduğu kabiliyetleri kendi malı gibi görmemesi, bunları Allah’ın bir emaneti olarak bilmesi gerektiği belirtilir.
– **Dua ve İstiğfar**: Nefsin vesveselerine karşı dua ve istiğfar, kalbi temizleyen ve insanı koruyan bir kalkan olarak sunulur.

### Sonuç
Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı’nda nefsin desiselerini, insanın içindeki en sinsi ve tehlikeli düşman olarak tanımlar. Nefis, şeytanla iş birliği yaparak insanı zayıf yönlerinden vurur ve onu Allah yolundan alıkoymaya çalışır. Ancak, bu desiselere karşı Kur’an’ın nuruyla donanmış bir akıl ve kalp, nefsin hilelerini boşa çıkarabilir. Bediüzzaman’ın tesbitleri, insanın kendini tanıması, zayıf noktalarını fark etmesi ve manevi bir mücadeleyle bu tuzaklardan kurtulması için rehber niteliğindedir. Bu yaklaşım, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde iman ve ihlasın korunmasına katkı sağlar.

@@@@@@

Desise:
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Desise
Dessas:
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Dessas

 

************ 

 

NEFSİ BESLEYEN GÜNAHLAR

Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler Işığında Bir Değerlendirme

İnsan, dünya hayatında hem maddi hem de manevi yönleri olan bir varlıktır. Manevi yönünü temsil eden ruh, Allah’a yönelmeyi isterken; nefis ise genellikle hevâ ve hevesine uymaya meyillidir. Nefis, eğer terbiye edilmezse insanı günahlara sürükler ve manevi çöküşe neden olur. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde nefsin nasıl terbiye edilmesi gerektiği vurgulanmış, onu besleyen günahlardan sakınmanın önemi bildirilmiştir.

1. Nefsi Besleyen Başlıca Günahlar

a) Kibirlilik ve Gurur

Kibir, insanın kendisini başkalarından üstün görmesi, Allah’a boyun eğmekten uzaklaşmasıdır. Kuran’da şeytanın Adem’e secde etmeyi reddetmesi kibir yüzünden olmuştur:

“Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” (Sad, 38/76)

Kibirli insanlar, hakkı kabul etmekten kaçınır ve kendilerini geliştirmezler. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de kibir hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.” (Müslim, İman 147)

b) Şehvet ve Zinaya Yaklaşmak

İslam, insanın cinsel isteklerini meşru yollarla tatmin etmesini istemiş, ancak şehvetin aşırılığına ve zinaya karşı ciddi uyarılarda bulunmuştur:

“Zinaya yaklaşmayın! Çünkü o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsra, 17/32)

Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurur:

“Gözün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır, nefsin zinası arzulamaktır, elin zinası tutmaktır, ayakların zinası ise zinaya gitmektir.” (Buhari, Rikak 22)

Şehvetin kontrolsüzlüğü insanı maddi ve manevi felaketlere sürükleyebilir.

c) İsraf ve Lüks Tutkusu

Nefis, daima daha fazlasını ister. Harcamada aşırılık, gösterişe düşkünlük, israf, insanı Allah’tan uzaklaştıran durumlardandır:

“Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf, 7/31)

Lüks tutkusu, insanda dünya sevgisini artırarak ahireti unutturabilir.

d) Gıybet ve Kötü Söz Söylemek

Gıybet, İslam’da büyük günahlar arasında sayılmıştır. Kuran’da şöyle buyurulur:

“Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Birbirinizi arkanızdan çekiştirmeyin. Hanginiz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır?” (Hucurat, 49/12)

Peygamber Efendimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buhari, İman 4)

Dilin kontrol edilmemesi, nefsin en çok beslendiği günahlardan biridir.

2. Nefsi Terbiye Etmenin Yolları

Tefekkür ve Ölümü Hatırlamak: Nefsi frenlemek için ölümün kaçınılmaz olduğunu unutmamak gerekir.

Oruç ve İbadet: Oruç, nefsin arzularını kontrol altına almayı sağlar.

Zikir ve Dua: Allah’ı sürekli anmak, nefsi terbiye eden en güçlü araçlardandır.

Salih İnsanlarla Beraber Olmak: Kötü arkadaş nefsi azdırırken, iyi insanlar nefsi güzelleştirir.

Sonuç

Nefsini besleyen günahlardan kaçınmak, insanı huzura ve manevi olgunluğa ulaştırır. Kuran ve hadisler doğrultusunda nefsimizi kontrol altına almak, hem dünyada hem de ahirette huzur bulmamızı sağlar. Çünkü gerçek saadet, nefsin isteklerine değil, Allah’ın rızasına uymakta saklıdır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=12ovkx-XB5g




OLUMLU DUYGULARI BESLEYEN OLUMSUZ DUYGULAR

OLUMLU DUYGULARI BESLEYEN OLUMSUZ DUYGULAR[1]

Tıpkı gübre gibi.
Tohumun iç yapısına etki etmekten ziyade,dış yapının gelişimine hizmet etmektedir.

Hayat, zıtlıkların hareket ettiği bir sahnedir. Gündüz geceyi, sevinç hüznü, kazanç kaybı tamamlar. Bu zıtlıklar, birbiriyle çatışan düşmanlar değil, aksine birbirini anlamlı kılan dostlardır. Özellikle duygular dünyasında, olumsuz gibi görünen hisler, çoğu zaman olumlu duyguların tohumlarını taşır. Önemli olan, bu tohumları fark etmek ve onları bilinçli bir şekilde yeşertmektir.

### 1. Hüzün ve Şükran: Kaybın Öğrettiği Değer
Hüzün, çoğu zaman istenmeyen bir misafir gibi kapımızı çalar. Bir sevdiğimizin kaybı, bir hayalin yıkılması ya da bir hedefe ulaşamamak… Ancak hüzün, sadece bir boşluk oluşturmaz; aynı zamanda o boşluğun içini dolduracak bir farkındalık sunar. Kaybettiğimiz bir şeyin değerini, ancak onu kaybettiğimizde anlarız. Bu, şükran duygusunun en güçlü öğretmenlerinden biridir.

Mesela, bir hikâyeyi hatırlayalım: Osmanlı döneminde bir derviş, her gün şükretmek için bir taş toplar ve bir torbaya koyarmış. Yıllar geçtikçe torba dolmuş, ama bir gün torbayı kaybedivermiş. Derviş, torbasını kaybettiği için önce derin bir hüzne kapılmış. Ancak sonra fark etmiş ki, torbadaki taşlar aslında sadece birer semboldü; asıl şükran, onun kalbinde birikmişti. Hüzün, ona sahip olduğu nimetleri yeniden hatırlatmış ve şükran duygusunu daha da derinleştirmiş.

Hikmet: Hüzün, sahip olduklarımızın kıymetini bilmemizi sağlar. Eğer her zaman mutlu olsaydık, elimizdekilerin değerini fark edemez, şükran duygusunu bu kadar derinden hissedemezdik.

### 2. Korku ve Cesaret: Karanlığın Işığı
Korku, insan ruhunun en kadim duygularından biridir. Tehlike anında hayatta kalmamızı sağlar, ama aynı zamanda bizi hareketsiz bırakabilir. Ancak korkunun bir de öteki yüzü vardır: Cesaret. Cesaret, korkunun yokluğu değil, korkuya rağmen harekete geçmektir.

Bir düşünelim: Bir dağcı, zirveye tırmanırken uçurumun kenarında korku hisseder. Bu korku, onun daha dikkatli olmasını, adımlarını daha bilinçli atmasını sağlar. Eğer korku olmasaydı, dağcı belki de dikkatsizce hareket eder ve düşerdi. İşte korku, cesaretin zeminini hazırlar. Zirveye ulaştığında hissettiği zafer duygusu, korkunun varlığı sayesinde daha anlamlı hale gelir.

İbret: Korku, cesaretin ham maddesidir. Eğer korkularımızla yüzleşmezsek, cesaretin ne olduğunu asla bilemeyiz. Olumsuz bir duygu gibi görünen korku, aslında bizi daha güçlü ve kararlı bir insan olmaya iter.

### 3. Öfke ve Adalet: Haksızlığa Karşı Bir Kalkış
Öfke, genellikle yıkıcı bir duygu olarak görülür. Kontrol edilmediğinde ilişkileri zedeler, kalpleri kırar. Ancak öfke, aynı zamanda bir enerji kaynağıdır ve doğru yönlendirildiğinde adalet duygusunu besler. Tarih boyunca, haksızlıklara karşı mücadele eden pek çok insan, öfkelerini bir motivasyon kaynağı olarak kullanmıştır.

Bir örnek düşünelim: Bir köylü, ailesinin geçimini sağlayan tarlasını haksız yere bir zorbaya kaptırmış. İlk tepkisi öfke olmuş, ama bu öfkeyi bir intikam ateşine dönüştürmek yerine, hakkını aramak için bir yola dönüştürmüş. Öfkesi, ona pes etmek yerine mücadele etme gücü vermiş. Sonunda, adalet yerini bulmuş ve köylü, sadece kendi tarlasını değil, köydeki diğer mazlumların da haklarını savunmuş.

Düşündürücü Nokta: Öfke, bir uyarı işaretidir. Bize bir şeylerin yanlış gittiğini söyler. Eğer bu enerjiyi yapıcı bir şekilde kullanırsak, öfke adaletin, hakkaniyetin ve değişimin tohumu olabilir.

### 4. Pişmanlık ve Bilgelik: Hataların Mirası
Pişmanlık, belki de en ağır duygulardan biridir. Geçmişte yaptığımız bir hata, söylemediğimiz bir söz ya da kaçırdığımız bir fırsat… Pişmanlık, ruhumuzu kemiren bir duygu gibi hissedilebilir. Ancak aynı zamanda, pişmanlık bize bilgelik kazandırır. Hatalarımız, en büyük öğretmenlerimizdir.

Bir hikâye ile düşünelim: Bir tüccar, gençliğinde bir dostuna haksızlık etmiş ve bu dostunu kaybetmiş. Yıllar boyunca bu pişmanlık onu rahatsız etmiş. Ancak bir gün, bu pişmanlık onu harekete geçirmiş. Tüccar, dostunu bulmuş, ondan özür dilemiş ve ilişkilerini yeniden inşa etmiş. Dahası, bu deneyim ona başkalarına karşı daha adil ve merhametli olmayı öğretmiş. Pişmanlık, onun ruhunu temizlemiş ve bilgeliğini artırmış.

Hikmet: Pişmanlık, geçmişin yükü değil, geleceğin rehberidir. Bize beraberinde bilgelik getirir.

### Sonuç: Zıtlıkların Faaliyetleri
Hayat, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Olumlu ve olumsuz duygular, birbirinden bağımsız varlıklar değil, birbirini tamamlayan bütünlerdir. Hüzün olmadan şükran, korku olmadan cesaret, öfke olmadan adalet, pişmanlık olmadan bilgelik tam anlamıyla var olamaz. Önemli olan, olumsuz duyguları birer düşman olarak görmek yerine, onları birer öğretmen olarak kabul etmektir.

Unutmayalım ki, bir bahçede çiçeklerin büyümesi için sadece güneş ve su yetmez; toprağın karanlığı, soğuk geceler ve hatta fırtınalar da gereklidir. İnsan ruhu da böyledir. Olumsuz duygular, ruhumuzun toprağını işler, olumlu duyguların çiçek açması için zemin hazırlar.

Düşündürücü bir soruyla bitirelim: Eğer hayatınızda hiç olumsuz bir duygu olmasaydı, olumlu duyguların değerini gerçekten anlayabilir miydiniz? Belki de asıl hikmet, bu zıtlıkların faaliyetinde saklıdır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=RCjDjIiPBYQ




ALLAH KURAN-I KERİM’DE HANGİ VARLIKLARLA VE NE ÜZERİNE KONUŞMUŞTUR?

ALLAH KURAN-I KERİM’DE HANGİ VARLIKLARLA VE NE ÜZERİNE KONUŞMUŞTUR?[1]

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın çeşitli varlıklarla doğrudan veya dolaylı olarak konuştuğu, bu diyalogların ise insanlara rehberlik etmek, hikmet ve mesajlar sunmak amacıyla aktarıldığı görülür. Bu konuşmalar, varlık türlerine ve konulara göre şu şekilde özetlenebilir:

### **1. İnsanlarla Konuşmalar**
Allah’ın insanlarla iletişimi genellikle **peygamberler** aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bazı örnekler:

– **Hz. Âdem ile Konuşma**
Allah, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra ona isimleri öğretmiş ve meleklere karşı onu temize çıkarmıştır:
*“Âdem’e bütün isimleri öğretti.”* (Bakara, 2:31)
Tefsirlerde, bu konuşmanın insana verilen bilgi ve şerefin bir işareti olduğu vurgulanır (İbn Kesîr, Taberî).

– **Hz. Mûsâ ile Konuşma**
Allah, Hz. Mûsâ’ya Tûr Dağı’nda doğrudan hitap etmiştir:
*“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip Rabbi de onunla konuşunca…”* (A‘râf, 7:143)
Bu konuşma, Kur’ân’da Allah’ın bir insanla en açık diyaloğu olarak nitelenir (Kurtubî, Râzî).

– **Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Konuşma**
Vahiy yoluyla gerçekleşen bu iletişim, Kur’ân’ın tamamını kapsar:
*“(Ey Muhammed!) Şüphesiz ki bu Kur’ân, sana Rabbinin izniyle bir öğüt, bir hidayet ve müminler için bir müjdedir.”* (A‘râf, 7:203)

– **Diğer Peygamberler**
Nûh, İbrâhîm, Dâvûd, Îsâ gibi peygamberlerle de Allah’ın konuştuğu ayetlerde belirtilir (örneğin; Meryem, 19:52; Nisâ, 4:163).

### **2. Meleklerle Konuşmalar**
Allah, meleklerle hem insanların yaratılışı hem de kozmik düzenle ilgili emirlerini paylaşmak için konuşur:

– **Meleklerin Hz. Âdem’e Secdesi**
*“Meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. Hepsi secde ettiler; yalnız İblis hariç…”* (Bakara, 2:34)
Tefsirlerde bu diyalog, insanın meleklerden üstün kılındığını gösterir (Taberî).

– **Kıyamet Sahneleri**
*“O gün Rûh (Cebrâil) ve melekler saf saf dizilir; Rahman’ın izin verdiği dışında hiç kimse konuşamaz.”* (Nebe’, 78:38)

– **Vahiy Meleği Cebrâil**
Allah, vahyi Cebrâil aracılığıyla peygamberlere iletmiştir:
*“Şüphesiz o (Kur’ân), değerli bir elçinin (Cebrâil’in) getirdiği sözdür.”* (Tekvîr, 81:19-21)

### **3. Cinlerle Konuşma**
Allah, cinlere de hitap etmiş ve onlara sorumluluk yüklemiştir:

– **Cin Sûresi**
*“De ki: Bana cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinlediği ve şöyle dedikleri vahyolundu: ‘Biz hayranlık uyandıran bir Kur’ân dinledik.’”* (Cin, 72:1)
Tefsirlerde, cinlerin de insanlar gibi Allah’a ibadetle yükümlü olduğu belirtilir (İbn Kesîr).

### **4. Tabiat ve Canlı-Cansız Varlıklarla Konuşma**
Allah’ın tabiata yönelik emirleri, onun her şeye hâkim olduğunu gösterir:

– **Gökler ve Yer**
*“Sonra duman hâlinde olan göğe yöneldi ve ona ve yere: ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin!’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik’ dediler.”* (Fussılet, 41:11)
Bu ayet, kâinatın Allah’ın emrine boyun eğdiğini ifade eder (Kurtubî).

– **Hz. Mûsâ’nın Asası**
*“Asanı at!” (Mûsâ attıktan sonra) ‘Onu al, korkma! Biz onu eski hâline çevireceğiz.’”* (Tâ-Hâ, 20:19-21)
Tefsirlerde, cansız varlıkların Allah’ın emriyle hareket ettiği vurgulanır (Râzî).

– **Karınca ve Hz. Süleyman**
*“Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.”* (Neml, 27:18)
Bu ayet, Allah’ın canlılara ilham yoluyla konuşma yeteneği verdiğine işaret eder.

### **5. Şeytan (İblis) ile Konuşma**
İblis, Allah’ın emrine karşı çıktığında onunla doğrudan diyalog kurulmuştur:

– **İblis’in Kibri**
*“Allah: ‘Sana emrettiğim hâlde secde etmene ne engel oldu?’ dedi. (İblis): ‘Ben ondan üstünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın’ dedi.”* (A‘râf, 7:12)
Tefsirlerde bu diyalog, kibirin insanı nasıl helâke sürüklediğini gösterir (İbn Kesîr).

### **Konuşmanın Konuları**
Allah’ın konuşmaları genellikle şu temalar etrafında şekillenir:
1. **Tevhid ve İbadet**: İnsan ve cinlerin yaratılış amacı (Zâriyât, 51:56).
2. **Emir ve Yasaklar**: Namaz, zekât, adalet gibi hükümler (Bakara, 2:43).
3. **Kıssalar ve İbretler**: Geçmiş kavimlerin hikâyeleri (Yûsuf, 12:111).
4. **Ahiret ve Hesap**: Kıyamet sahneleri ve mizan (Zilzâl, 99:7-8).
5. **Tabiatın Düzeni**: Güneş, ay ve yıldızların Allah’a boyun eğmesi (Yâsîn, 36:38-40).

### **Tefsirlerdeki Yorumlar**
– **Taberî**: Allah’ın konuşması, kelâm sıfatının tecellisidir; bu, O’nun yüceliğini gösterir.
– **Râzî**: Cansız varlıklarla konuşma, Allah’ın her şeye kadir olduğunun delilidir.
– **İbn Âşûr**: Allah’ın cinlerle konuşması, onların da şer‘î hükümlere muhatap olduğunu ispatlar.

### **Sonuç**
Kur’ân’da Allah’ın konuşması, **yaratılmış her varlıkla ilişkisinin bir tezahürüdür**. Bu diyaloglar, insana verilen değeri, kâinatın Allah’a boyun eğdiğini ve her şeyin O’nun kontrolünde olduğunu vurgular. Tefsirler, bu konuşmaların insanı hidayete ve tefekküre davet ettiğini ifade eder.

@@@@@@@@

Kur’an-ı Kerim, insanlara doğru yolu göstermek amacıyla çeşitli varlıklarla ve pek çok konu üzerine konuşmuştur. Bu varlıklar, insanlardan melekler, cinler, hayvanlar, doğa unsurları, hatta bazen bitkiler ve yıldızlar gibi doğanın öğeleri de yer alır. Allah’ın bu varlıklarla olan konuşmaları genellikle ahlaki, toplumsal, dini ve metafiziksel mesajlar içerir.

İşte bazı varlıklarla ilgili Kur’an’daki konuşmalar:

1. İnsanlar: Allah, en fazla insanlarla konuşur. İnsanları doğru yola iletmek için peygamberler göndermiş, onları yaratılış gayelerini hatırlatmış, hayatlarının her aşamasında doğruyu ve yanlışı öğretmiştir. Örneğin, Bakara suresi 2. ayet ve Al-i İmran suresi 3. ayet gibi ayetlerde Allah, insanlara öğütler verir.

Bakara, 2:21-22: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri Allah’a kulluk etmeniz için yaratan Rabbinize ibadet edin. O, yerin ve göğün yaratıcısıdır. O’na inanırsanız, O’ndan korkarsınız.”

2. Melekler: Melekler, Allah’ın emirlerini yerine getiren varlıklardır. Allah, meleklerle bazen özel olarak, bazen ise onları insanlara vahiy gönderen aracılar olarak kullanmıştır. Mesela Fetih suresi 48:4’te meleklerin, Allah’ın yardımını ve zaferini simgeleyen figürler olarak yer aldığı ifade edilmiştir.

3. Cinler: Cinler de Allah’ın yarattığı ve insanlar gibi sorumlu tutulan varlıklardır. Allah, cinlerle de konuşmuş ve onları da iradeleriyle doğru yola yönlendirmeye çalışmıştır. Cin suresi tamamıyla cinler ve onların İslam’la tanışması hakkında bilgi verir. Cin, 72:1-2 ayetinde Allah, cinlere öğüt verir ve onlara peygamberlerin insanlara olduğu gibi, onlara da mesajlar gönderdiğini bildirir.

Cin, 72:1-2: “De ki: ‘Bana vahyolunan şunu işittim: Bir grup cin, Kur’an’ı dinlediler ve dediler ki: “Gerçekten biz doğru bir Kur’an işittik.”

4. Hayvanlar: Kur’an, hayvanları da birer Allah’ın yarattığı varlıklar olarak kabul eder ve onların bile Allah’a ibadet ettiklerini belirtir. Mesela Nur suresi 24:41’de dağlar, kuşlar ve diğer canlıların Allah’ı tesbih ettikleri ifade edilmiştir.

Nur, 24:41: “Görmedin mi ki göklerde ve yerde bulunan her şey, kuşlar kanat çırparak (O’nu) tesbih eder? Her biri namazını ve tesbihini bilir.”

5. Doğa ve Doğa Olayları: Kur’an-ı Kerim’de yer alan birçok ayet, doğa unsurlarını Allah’ın kudretini gösteren birer işaret olarak sunar. Gökler, yer, denizler, rüzgarlar, dağlar ve meyveler gibi varlıklar, Allah’ın kudretine tanıklık eder. Rum suresi 30:48 ve Mülk suresi 67:15 gibi ayetlerde doğadaki düzenin Allah’ın varlığını ve gücünü gösterdiği vurgulanmıştır.

Rum, 30:48: “Allah, gökleri ve yeri yaratandır. O, her şeyin üzerine egemendir. O’nun emriyle rüzgarları da gönderen O’dur.”

6. Yıldızlar ve Gök Cisimleri: Kur’an’da Allah, yıldızları ve diğer gök cisimlerini insanlara birer işaret olarak yaratmıştır. Mülk suresi 67:5’te yıldızların ve göklerin yaratılışı, Allah’ın kudretini gösteren deliller olarak ifade edilmiştir.

Mülk, 67:5: “Biz gökyüzünü kandil ve yıldızlarla süsledik. Bunlar, şeytanlara karşı bir silah olarak kullanılır.”

Bu örnekler, Allah’ın sadece insanlarla değil, tüm varlıklarla, onların yaratılış gayelerini ve varlıklarını anlamaya yönlendirici bir şekilde konuştuğunu gösterir. Tefsirlerde bu varlıklarla ilgili yapılan açıklamalarda, Allah’ın her varlıkta bir anlam ve hikmet barındırdığı, her birinin insanlara öğretecek bir ders sunduğu vurgulanır.

Allah, bu varlıklarla insanlara doğru yolu göstermek, onları imana çağırmak ve yarattığı evrenin düzenini anlamalarına yardımcı olmak için konuşmuş, onlarla ilgili mesajlar vermiştir.

@@@@@@@

[1] https://www.youtube.com/watch?v=fdPDVnMoH88




İNSANİYET AĞACININ EN MÜKEMMEL MEYVESİ HZ. MUHAMMED (SAV)

İNSANİYET AĞACININ EN MÜKEMMEL MEYVESİ HZ. MUHAMMED (SAV)[1]

KÂİNATIN MEBDE’ VE MÜNTEHASI


**İnsaniyet Ağacının Mükemmel Meyvesi: Hz. Muhammed (sav) ve Kâinatın Mebde’ ile Müntehası**

Kâinat, ilâhî bir hikmetle dokunmuş muazzam bir kitap; insan ise bu kitabın en şerefli âyetidir. İnsanlık tarihi, bir ağacın köklerinden dallarına uzanan kadim bir yolculuğa benzer. Bu ağacın kökleri Âdem (as) ile başlar, dalları peygamberlerle şekillenir ve nihayetinde en olgun, en nurlu meyvesi olarak Hz. Muhammed (sav) ile kemale erer. Kur’ân-ı Kerim, bu hakikati “**Andolsun, içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti öğreten ve bilmediğiniz şeyleri size bildiren bir peygamber gönderdik**” (Bakara, 2:151) ayetiyle taçlandırır. Peki, insanlığın bu “mükemmel meyve”si nasıl hem kâinatın başlangıcı (mebde) hem de sonu (munteha) olabilir?

### **1. İnsaniyet Ağacı ve Tohumun Sırrı**
Kur’ân’da insanın yaratılışı, topraktan başlayıp ruh üflenmesiyle devam eden bir süreçle anlatılır (Hicr, 15:28-29). İnsanlık ağacının ilk tohumu Âdem (as), ilâhî bir lutuf olarak “halife” sıfatıyla ekilmiştir. Ancak bu ağacın asıl gayesi, yalnızca bir varlık türünün devamı değil, insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaktır. İşte bu mertebe, “**Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik**” (Enbiyâ, 21:107) hitabına mazhar olan Hz. Muhammed’de (sav) tecelli etmiştir.

İnsanlık ağacı, her peygamberle yeni bir filiz verdi. Nuh (as) tufanda bir çınar gibi direndi; İbrahim (as) tevhidin köklerini sağlamlaştırdı; Musa (as) hakikatin ışığını yaktı; İsa (as) merhamet tomurcuklarını açtırdı. Ancak bu ağaç, ancak “**Hâtemü’l-Enbiyâ**” (Ahzâb, 33:40) ile tamamlandı. Zira O (sav), geçmiş tüm hikmetleri toplayan, insan fıtratını en saf haliyle temsil eden bir meyveydi.

### **2. Mebde’ ve Münteha: Varlığın Başlangıcı ve Sonundaki Peygamber**
Allah (cc), bir kudsî hadiste “**Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım**” buyurur. Bu ifade, kâinatın yaratılış hikmetini “bilinme” arzusuna bağlar. Peki, bu arzunun tecellisi kimdir? Kur’ân, Resûlullah’ın (sav) nübüvvetini anlatırken “**Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım**” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ) sırrına işaret eder. Bu, O’nun (sav) varlık ağacının hem tohumu hem meyvesi oluşunun hikmetidir.

Bir ayette “**Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir**” (Tevbe, 9:128) denilir. Bu şefkat, yaratılışın başlangıcındaki rahmetin bir yansımasıdır. O (sav), kâinatın mebde’inde Allah’ın rahmet nişanesi, müntehasında ise insanlığın kurtuluş rehberidir.

### **3. Kur’ân’ın Diliyle Hikmet Tomurcuğu: Şahsiyet-i Muhammediyye**
Kur’ân, Resûlullah’ı (sav) “**en güzel örnek**” (Ahzâb, 33:21) olarak tanımlar. O’nun (sav) hayatı, insanın yaratılış gayesine işaret eder

@@@@@@@

İnsaniyet Ağacının En Mükemmel Meyvesi: Hz. Muhammed (sav) Kâinatın Mebde’ ve Müntehası

İnsaniyetin en yüce örneği, insanlık tarihinin en mükemmel şahsiyeti, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (sav)dir. O, yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda bir örnek, bir önder, bir öğretmendir. Kâinatın yaratılışının başlangıcından (mebde) sonuna kadar (münteha) tüm insanlık için en mükemmel rehber olarak gönderilmiştir. Bu gerçeği Kuran-ı Kerim’de, “Ve seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) ayetiyle açıkça vurgulamaktadır. Hz. Muhammed (sav), insanlığın her türlü sorusuna, derdine, yalnızlığına ve arayışına cevap verecek en doğru ve en derin kaynak olmuştur.

Kâinatın Mebde’i ve Hz. Muhammed (sav)

Kâinatın mebdei, her şeyin başlangıcıdır. Allah’ın kudretiyle yaratılan her şeyin bir amacı ve gayesi vardır. İslam’a göre, kâinatın yaratılışı, insanın en güzel şekilde yaratılması ve sonrasında Hz. Muhammed (sav) ile tamamlanmıştır. Peygamber Efendimiz (sav) kendisini “Ben, Adem’in yaradılışından önce olan bir nurum.” (Hadis-i Şerif) diye tanımlamıştır. Bu da gösteriyor ki, yaratılışın ilk anından itibaren, insanlık tarihinin en yüksek noktasına kadar, tüm varlıklar Hz. Muhammed (sav)’in nuruyla şekillenmiştir.

Kuran’da, “Gerçekten o, elçilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) ayeti, peygamberliğin son noktasını ve insanlık için en yüksek noktanın Hz. Muhammed (sav) olduğunu ifade etmektedir. O, Allah’ın son elçisi olarak, insanlığın doğru yolu bulması için gönderilmiş, Kuran-ı Kerim ve sünnetiyle, insanlığa her dönemde rehberlik yapacak bir kaynak bırakmıştır. Hz. Muhammed (sav), bir ağaç gibi, insanlığın en güzel meyvesi olmuştur. Her bir davranışı, her bir sözünün anlamı ve her bir hareketi, insanlığa birer öğüt, birer hikmet sunmaktadır.

Kâinatın Müntehası ve Hz. Muhammed (sav)

Kâinatın müntehası, yani sonu, her şeyin nihayete erdiği noktadır. Kâinatın bu nihai noktası, insanlığın en mükemmel şekliyle buluştuğu andır. Hz. Muhammed (sav), bu noktada insanlık için hem bir örnek hem de bir dönüm noktasıdır. İslam’da, insanın varoluş amacının, Allah’a kulluk etmek olduğu ifade edilmiştir. Bu kulluk, yalnızca ibadetlerle sınırlı değildir; aynı zamanda insanın her anında, her davranışında, her ilişkide Allah’ın rızasını gözetmesi gereken bir sorumluluktur.

Hz. Muhammed (sav), hayatı boyunca bu kulluğun en mükemmel örneğini sergilemiş, Allah’ın emirlerine en sadık şekilde uymuştur. O’nun hayatı, bir insanın nasıl en güzel bir şekilde yaşayabileceğinin, nasıl en yüksek ahlaki değerlere sahip olabileceğinin en açık örneğidir. O, sadece bir peygamber değil, aynı zamanda insanın ulaşabileceği en yüksek ahlaki zirveye ulaşmış bir insandır.

Kuran’daki Hikmetler ve Hz. Muhammed (sav)

Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed (sav)’in hayatını ve öğretilerini sürekli olarak referans alır. O, Kuran’ı en güzel şekilde yaşamış ve insanlığa bu şekilde öğretmiştir. Kuran’daki birçok ayet, Hz. Muhammed (sav)’in hayatındaki örneklikleri vurgular ve insanlara nasıl bir hayat sürmeleri gerektiği konusunda yol gösterir. “Andolsun, Allah’ın elçisinde, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) ayeti, Hz. Muhammed (sav)’in örnekliğini bizlere sunar.

Hz. Muhammed (sav) her yönüyle bir hikmet kaynağıdır. O, insanların arasında adaleti sağlar, merhametini gösterir, sabırla karşılık verir, ve her durumda Allah’ın rızasını gözetir. Onun hayatı, adaletin, merhametin, sabrın ve tevekkülün en yüksek derecelerini yansıtır. İslam’ı, sadece ibadetlerle değil, günlük yaşamın her alanında uygulanabilir bir sistem olarak ortaya koymuştur.

Sonuç: İnsaniyetin En Yüce Meyvesi

Hz. Muhammed (sav), insanlığın kâinatın başlangıcından sonuna kadar en yüksek örneğidir. O, sadece bir peygamber değil, tüm insanlığın örnek alması gereken bir rehberdir. Kâinatın yaratılışından itibaren, insanlığın varoluş amacı olan kulluk görevini en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Onun hayatı, Kuran’ın hayatla buluştuğu en saf ve en derin örneğidir.

Onun örnekliği, sadece kendi zamanına değil, her döneme hitap etmektedir. Hz. Muhammed (sav), insanlığa sadece dini hükümleri değil, insanın nasıl bir ahlaki ve manevi olgunluğa ulaşması gerektiğini de öğretmiştir. O’nun hayatını örnek alarak, bizler de insanlık ağacının en mükemmel meyvesi olma yolunda ilerleyebiliriz.

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi hepimizin üzerine olsun.

@@@@@@

**İnsaniyet Ağacının Mükemmel Meyvesi: Hz. Muhammed (sav) ve Kâinatın Varoluş Sırrı**

Kâinat, ilâhî bir sanatın tecellisi; insan ise bu sanatın en mükemmel eseridir. İnsanlık tarihi, kökleri vahye dayanan bir ağaç gibi büyümüş, her peygamber bir dal olarak hakikatin ışığını taşımış ve nihayetinde bu ağaç, “**âlemlere rahmet**” (Enbiyâ, 21:107) olan Hz. Muhammed (sav) ile kemâlini bulmuştur. Peki, bir insan nasıl olur da kâinatın hem başlangıcının (mebde’) hem de sonunun (münteha) sırrını temsil eder? Bu soru, insanın yaratılış hikmetini ve ilâhî hikmetin tezahürünü anlamak için bir anahtardır.

### **1. Kâinatın Yaratılış Hikmeti ve “Levlâke” Sırrı**
Allah (cc), bir kudsî hadiste “**Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım**” buyurur. Bu ifade, Hz. Muhammed’in (sav) varlığının, yaratılışın özünde saklı bir gaye olduğunu gösterir. Tıpkı bir çekirdeğin içinde ağacın tüm planının gizlenmesi gibi, O’nun (sav) nuru da ezelî ilimde kâinatın varoluş sebebiydi. Kur’ân, bu hakikati şöyle tasvir eder:
**“O, gizlilikleri bilendir. Hiçbir şeyi kendi ilminden (yaratmadan önce) açığa çıkarmaz. Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır…”** (Cin, 72:26-27).
Peygamberler, ilâhî sırra vakıf olan elçilerdir. Ancak Hz. Muhammed (sav), bu silsilenin son halkası ve en parlak meyvesi olarak, kâinatın başlangıcına ve sonuna ışık tutar.

### **2. Mebde’den Münteha’ya: İnsan-ı Kâmil’in Seyri**
Kur’ân, insanın yaratılışını iki boyutuyla ele alır: *Topraktan* gelen beden ve *ruh* ile verilen ulviyet. Hz. Âdem (as), bu ikili yapının ilk temsilcisiydi. Fakat insan-ı kâmil olan Hz. Muhammed (sav), bu ikisini en dengeli şekilde taşıyarak “**en güzel örnek**” (Ahzâb, 33:21) oldu. O’nun (sav) miracı, bu dengeyi sembolize eder: Bedenîyle yeryüzüne bağlı, ruhuyla Sidretü’l-Münteha’ya yükselen bir peygamber…
**“Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı ne yücedir…”** (İsrâ, 17:1).
Bu yolculuk, insanın maddî sınırları aşarak ilâhî hakikate ulaşma potansiyelini gösterir.

### **3. Kâinatın Dili: Peygamber’in Ahlâkı ve Tevhid Mesajı**
Hz. Muhammed’in (sav) ahlâkı, Kur’ân’ın canlı bir tefsiridir. **“Şüphesiz sen, yüce bir ahlâk üzeresin”** (Kalem, 68:4) ayeti, O’nun (sav) karakterinin ilâhî kaynaklı olduğunu vurgular. Bir ağaç nasıl kökleriyle beslenirse, O’nun (sav) ahlâkı da vahiy ile beslenmiştir. Örneğin, Hudeybiye Antlaşması’nda gösterdiği sabır, Uhud’da yaralıyken ettiği af duası, Mekke’nin fethindeki merhamet, insanlığa “**rahmet peygamberi**” olma vasfını kanıtlar.

Tevhid ise bu ahlâkın temelidir. **“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir)”** (İhlâs, 112:1-2). Bu ayet, kâinatın yaratılış hikmetini özetler: Her şey Allah’a döner. Hz. Muhammed (sav), bu hakikati hem söz hem de fiil ile insanlığa öğretti.

### **4. Modern İnsanın Buhranı ve Çözüm: Köklere Dönüş**
Günümüzde insanlık, teknolojik ilerlemeyle maddî refahı artırırken mânâ buhranı yaşıyor. Kur’ân’ın tabiriyle “**Kendilerini hârika bir şekilde yarattığımız, sonra da çamurdan bir damlaya çevirdiğimiz kimseleri gördün mü?**” (Mürselât, 77:20-21) ayeti, insanın özünü unutmasının trajedisini anlatır. İşte bu noktada Hz. Muhammed (sav), köklerle yeniden bağ kuran bir rehberdir.

O’nun (sav) sünneti, insana şu soruları sordurur:
– **Madde ile ruh dengesini nasıl kurabilirim?**
– **Tüketim çılgınlığında kaybolurken, gerçek zenginliği nerede aramalıyım?**
– **Beni yaratanın rızasını nasıl kazanırım?**

### **5. Kıyamete Kadar Sürecek Bir Miras: Kur’ân ve Sünnet**
Hz. Muhammed (sav), insaniyet ağacının meyvesi olarak bize iki miras bıraktı: *Kur’ân* ve *Sünnet*. **“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünneti”** (Müslim). Bu miras, kâinatın mebde’ ve müntehasını anlamak için bir pusuladır.

Kıyamet, kâinatın müntehasıdır. Ancak Kur’ân, o gün bile Peygamber’in şefaatinin bir umut olacağını hatırlatır: **“Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın”** (Duhâ, 93:5).

**Sonuç: Meyvenin Hikmetiyle Yeşermek**
Hz. Muhammed (sav), insaniyet ağacının en mükemmel meyvesi olarak, bize yalnızca geçmişin değil, geleceğin de yolunu aydınlatır. O’nun (sav) izinde yürümek, kâinatın sırrını çözmek demektir. Kur’ân’ın çağrısı hâlâ geçerli:
**“De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim…”** (A’râf, 7:158).

Öyleyse, bu mükemmel meyvenin hikmetiyle köklerimize sarılalım; ta ki insanlık ağacı, kıyamete kadar hakikatle yeşersin…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=NrgYMdRbAmM




TOPLUMLARI YAKAN FİTNE ATEŞİ

TOPLUMLARI YAKAN FİTNE ATEŞİ[1]

Ebû Hüreyre”nin naklettiğine göre,

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“İleride birtakım fitneler meydana gelecektir. O zaman oturan kişi, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen de koşandan daha hayırlıdır. Fitne çıkarmaya yeltenen kişi kendisini o fitnenin içinde buluverir. Kim de (fitneden kurtulup) sığınacak bir yer bulursa hemen oraya sığınsın.”
(B7081 Buhârî, Fiten, 9)

Fitneler Karşısında Tutum: Sükûnetin Hikmeti

Tarih boyunca insanlık, farklı dönemlerde çeşitli fitnelerle karşılaşmıştır. Bu fitneler bazen toplumsal çatışmalar, bazen ahlaki yozlaşmalar, bazen de inanç krizleri şeklinde tezahür etmiştir. Fitne, kelime anlamı itibariyle “imtihan, bela, karışıklık ve kargaşa” anlamlarına gelir. Bu tür zamanlarda nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizlere çok önemli bir ölçü vermiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edilen hadiste, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) fitne dönemlerinde kişinin mümkün olduğunca sükûnet içinde kalmasını, olaylardan uzak durmasını ve fitneye kapılmamak için bir sığınak aramasını tavsiye etmiştir. Peki, bu tavsiyenin hikmeti nedir?

1. Fitne Dönemlerinde Hareketsiz Kalmak Neden Daha Hayırlıdır?

Hadiste geçen ifadeler dikkat çekicidir:

Oturan, ayakta durandan hayırlıdır.

Ayakta duran, yürüyenden hayırlıdır.

Yürüyen, koşandan hayırlıdır.

Bu sıralama, fitne zamanlarında aktif olarak olayların içine dalmanın kişiyi büyük bir tehlikeye sürükleyeceğini göstermektedir. Fitne dönemlerinde hak ile batılın karışması, insanların yanılgıya düşmesini kolaylaştırır. Hak bildiğini savunan kişi bile, olayların içine girdikçe istemeden fitneye hizmet edebilir. Bundan dolayı en selametli yol, olayları dikkatle gözlemlemek, sabırlı olmak ve aceleci davranmamaktır.

2. Fitne, İnsanları İçine Çeken Bir Ateştir

Hadisin devamında Efendimiz (s.a.v.), “Fitne çıkarmaya yeltenen kişi kendisini o fitnenin içinde buluverir.” buyurarak, olaylara karışan kişilerin farkında olmadan fitnenin bir parçası olabileceğini vurgulamıştır. Fitne, bir yangın gibidir; içine giren herkes yanar. Bu yüzden fitneden korunmanın en önemli yollarından biri, ona yaklaşmamaktır. Kurtulmak için en akıllıca hareket, olaylara körü körüne müdahil olmamak ve güvenli bir limana sığınmaktır.

3. Sığınak Bulmak Ne Demektir?

Hadisin sonunda, “Kim de (fitneden kurtulup) sığınacak bir yer bulursa hemen oraya sığınsın.” buyurulmuştur. Burada sığınılması gereken yer fiziksel bir mekân olabileceği gibi, aynı zamanda manevi bir hal de olabilir. Kişi, fitne dönemlerinde kendisini ve ailesini muhafaza edecek bir hayat düzeni oluşturmalı, fitneden uzak durmalı ve özellikle ilim, ibadet ve güzel ahlakla kendisini koruma altına almalıdır.

Tarih boyunca bu hadisin ne kadar isabetli olduğu pek çok kez görülmüştür. Büyük siyasi kargaşalar, mezhep savaşları, ihtilaller ve sosyal karışıklıklar döneminde ihtiyatlı davrananlar, aceleci ve tepkisel hareket edenlere göre daha az zarar görmüşlerdir. İmam Gazali gibi büyük âlimler de fitne zamanlarında ilimle meşgul olmayı ve dünyevi kargaşalara karışmamayı tavsiye etmişlerdir.

4. Günümüz İçin Dersler

Bu hadis, günümüzde de oldukça önemli dersler ihtiva etmektedir. Özellikle sosyal medya çağında, bilgi kirliliğinin ve manipülasyonun çok yoğun olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Doğru ile yanlışın iç içe geçtiği, insanların nefret verici sözlerine kolayca kapıldığı ve olayların hızla yayıldığı bir çağda, fitneden korunmanın yolu sükûneti muhafaza etmek, aceleci hareket etmemek ve güvenilir kaynaklardan bilgi edinmektir.

Ayrıca, toplumda meydana gelen olayları dikkatlice gözleyerek hareket etmek, öfke ve aceleyle yanlış kararlar almamak gerekir. Unutulmamalıdır ki, fitne zamanlarında sükûnet, selametin anahtarıdır.

Sonuç

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu hadis-i şerifi, fitne zamanlarında nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair en büyük rehberlerden biridir. Aceleci ve tepkisel hareketler yerine, sabırla ve hikmetle olayları gözlemlemek, mümkün olduğunca fitneden uzak kalmak en doğru tutumdur. Hangi olayın hak, hangi olayın batıl olduğu netleşene kadar beklemek, kişinin hem dünyasını hem ahiretini koruyacak bir tedbirdir.

Allah bizleri her türlü fitneden muhafaza etsin ve hak ile batılı ayırt edebilme basiretini nasip etsin. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=JHurYMIJaxs




“Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”

“Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”[1]

Ye’cüc ve Me’cüc: Ahirzamanın Anarşist Ruhlu Fitnesi

Giriş

Tarih boyunca insanlık, hak ve batıl mücadelesinin sayısız tezahürüne şahit olmuştur. İlahi vahiy, bu mücadeleyi haber vermiş ve insanları ikaz etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen Ye’cüc ve Me’cüc kavramı da bu büyük imtihanın önemli bir parçasıdır. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda, Ye’cüc ve Me’cüc’ün ahirzamanda anarşist bir komite olarak ortaya çıkacağına dair Kur’an’ın işaret ettiğini belirtir. Bu makalede, bu kavramın Risale-i Nur perspektifinde nasıl ele alındığını ve günümüz dünyasıyla bağlantısını irdeleyeceğiz.

1. Kur’an’da Ye’cüc ve Me’cüc

Kur’an-ı Kerim’de Ye’cüc ve Me’cüc, Kehf ve Enbiya surelerinde geçmektedir:

> “Ye’cüc ve Me’cüc seddi açıldığı zaman, her tepeden saldırırlar.” (Enbiya, 96)

> “(Zülkarneyn) dedi: ‘Rabbimin belirlediği vakit geldiğinde, onu (seddin yıkılmasını) Rabbim dümdüz eder. Rabbimin vaadi haktır.'” (Kehf, 98)

Bu ayetlerde Ye’cüc ve Me’cüc’ün yıkıcı bir gücü temsil ettiği, seddi aştıklarında büyük bir fitne çıkaracakları vurgulanmaktadır. Hadislerde de onların dünyaya yayılarak insanlığa büyük bir zarar vereceği bildirilmiştir. Peki, bu kavramı nasıl anlamalıyız?

2. Bediüzzaman’ın Tesbiti: Ye’cüc ve Me’cüc Anarşizmi

Bediüzzaman, ahirzamanın büyük fitnelerinden biri olan anarşizmi Ye’cüc ve Me’cüc ile ilişkilendirir. Ona göre, bu kavram yalnızca eski kavimlerle sınırlı değildir; aynı zamanda deccaliyetin ve süfyanizmin hizmetindeki bir hareketi simgeler.

“Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”

Bu söz, Ye’cüc ve Me’cüc’ün sadece belli bir kavim veya ırk olmadığını, bozgunculuğu temsil eden bir zihniyet ve hareket olduğunu gösterir.
Ve bunu da Vekalet savaşlarıyla sürdürmektedir.
Nursî’ye göre, bu anarşist yapı:

Dini ve manevi değerleri yok etmeye çalışır.

İnsanları kaosa, zulme ve fitneye sürükler.

Toplum düzenini yıkar ve huzuru bozar.

Bediüzzaman’ın “komite” kelimesini kullanması da dikkat çekicidir. Bu, Ye’cüc ve Me’cüc’ün bireysel değil, organize bir yapı olduğunu, ideolojik ve sistematik bir bozgunculuk yaptığını gösterir.

3. Ye’cüc ve Me’cüc’ün Ahirzamandaki Tezahürleri

Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist hareketler olarak tecelli edebileceğini düşündüğümüzde, günümüz dünyasında bunun izlerini görmek mümkündür:

Materyalist ve ateist ideolojiler: Din karşıtı, kaos çıkaran ideolojiler, insanları manevi değerlerden uzaklaştırarak toplumları çökertmektedir.

İnsan haklarını hiçe sayan kaotik yapılar: Terör örgütleri, isyan hareketleri, hukuk tanımayan gruplar, anarşizmin birer temsilcisi olabilir.

Ahlaki dejenerasyon ve toplumsal çözülme: Aile yapısının yıkılması, toplum düzeninin bozulması ve anarşik düşüncenin yaygınlaşması, Ye’cüc ve Me’cüc’ün ruhunu yansıtan unsurlardır.

Bediüzzaman, anarşizmin temelinde “menfi hürriyet” anlayışının yattığını söyler. Yani, sınır tanımayan bir özgürlük anlayışı, neticede toplumları kaosa sürükler. Bu, Ye’cüc ve Me’cüc’ün her tepeden saldırmasının manevi bir izahı olabilir.

4. Ye’cüc ve Me’cüc’e Karşı İslami Mukavemet

Bediüzzaman’a göre, bu fitneye karşı en büyük silah iman, ilim ve ahlaktır. Risale-i Nur’un da temel misyonlarından biri, bu ahirzaman fitnelerine karşı Kur’an hakikatlerini ortaya koyarak insanları aydınlatmaktır.

> “Evet, bu zamanın en büyük farz vazifesi, imanı kurtarmaktır.”

Bediüzzaman, Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist ruhuna karşı manevi bir set gerektiğini vurgular. Bu set, tıpkı Zülkarneyn’in yaptığı gibi, iman ve ahlak ile örülmelidir. Bugün Risale-i Nur hizmeti de bu noktada önemli bir rol üstlenmektedir.

Sonuç: Hikmet ve İbret Penceresinden Bakış

Ye’cüc ve Me’cüc meselesi, sadece kıyamete yakın bir olay değil, aynı zamanda zaman içinde farklı şekillerde tezahür eden bir bozgunculuk hareketidir. Bediüzzaman’ın anarşizm ile ilişkilendirmesi, bu olayın manevi boyutunu anlamamıza yardımcı olur.

Bugün, toplumları kaosa sürükleyen hareketlere karşı en büyük çare, imanı tahkiki bir şekilde anlamak ve yaymaktır. Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırıları ancak manevi bir set ile durdurulabilir. Bu yüzden, her Müslüman, bu manevi mücadelede üzerine düşen vazifeyi yerine getirmeli, iman, ilim ve ahlak ile bu fitneye karşı koymalıdır.

“Rabbim! Bizi, nefsimizi ve neslim

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6tWoq03zWEo




İNSAN MEMLEKETİNİ İŞGAL ETMEYE ÇALIŞAN NEFİS ASKERİ.

İNSAN MEMLEKETİNİ İŞGAL ETMEYE ÇALIŞAN NEFİS ASKERİ.

İnsan Memleketini İşgal Etmeye Çalışan Nefis Askeri

İnsan, bir memlekete benzer. Bu memlekette akıl hükümdardır, kalp en kıymetli hazinedir, ruh ise gerçek sahibi olan sultandır. Duyu organları keşif birimleri, irade ise savunma kuvvetidir. Ancak bu memleketin en büyük düşmanı, içeriden gelen bir tehdittir: Nefis askeri.

Nefis: İçeriden Gelen Bir Düşman

Nefis, insanın en büyük düşmanıdır; çünkü dıştan değil, içten saldırır. Tarih boyunca en büyük fetihler içeriden gelen ihanetle kaybedilmiş, en sağlam kaleler içten yıkılmıştır. İşte nefis de insanın iç kalesini fethetmeye çalışan bir casus gibidir. Kendi arzularını ve heveslerini süsleyerek insana sunar, yanlışları güzel gösterir, hakikati perdelemek ister.

Bu düşmanın en tehlikeli özelliği, sinsiliğidir. Nefis doğrudan saldırmaz, önce dost gibi yaklaşır. Tıpkı düşmanın, önce bir şehrin halkını kandırıp, içeriden kapıları açtırdığı gibi, nefis de insanın zaaflarını kullanarak içeride bir gedik açmaya çalışır.

Nefsin İşgal Stratejileri

Bir memleketin işgal edilmesi için önce halkın gaflete düşmesi gerekir. Nefis de insanın gafletini bekler. Onu dört farklı yoldan sarsmaya çalışır:

1. Şehvet ve Hevâ
Tıpkı düşman askerlerinin kaleyi zayıflatmak için içeriden lüks ve sefahat yayması gibi, nefis de insana dünya zevklerini süslü gösterir. Helal ve haram çizgisini unutturmaya çalışır. Böylece insan, kalbinin ve ruhunun aslî vazifesini unutup yalnızca haz peşinde koşan bir varlığa dönüşür.

2. Tamah ve Hırs
Nefis, insanı kanaatsizlikle vurur. Daha fazlasını istemek, mal ve mülk hırsına kapılmak, dünyaya meyletmek insanı zayıf düşürür. Düşmanı içeriden tanıyan hain bir asker gibi, nefis de insanın bu zaafını kullanır ve onu manevi değerlerden uzaklaştırır.

3. Gaflet ve Tembellik
Nefis, insanı asıl görevlerinden alıkoymak için tembellik silahını kullanır. Tıpkı bir şehrin düşmana direnmemesi için halkının uyuşturulması gibi, nefis de insanı gaflete düşürerek ahiret yolculuğunu unutturur.

4. Kibir ve Enaniyet
En tehlikeli saldırı, insanın aklını ele geçirmektir. Nefis, kibir ve enaniyet ile insanın aklını kullanmasını engeller. Böylece insan, yanlış yolda olduğunu bile fark edemez. Gurur ve benlik duygusu, hakikati görmesini perdeleyen bir sis gibi önüne çekilir.

Kaleyi Kurtarmanın Yolları

Nefsin işgaline karşı koymanın yolları vardır. Her güçlü kalenin bir savunma sistemi olduğu gibi, insanın da manevi savunmasını güçlendirmesi gerekir. İşte nefse karşı koymanın yolları:

Tevazu ile enaniyeti kırmak

Şükür ile hırsı söndürmek

Sabır ile şehveti dizginlemek

Zikir ve ibadet ile gafleti dağıtmak

Tıpkı bir memleketin bilinçli ve sağlam bir idare ile ayakta kalması gibi, insan da nefsin saldırılarına karşı güçlü bir irade ve sağlam bir iman ile kendini muhafaza edebilir.

Sonuç

İnsan, kendi iç dünyasını korumazsa, dıştan gelen tehlikeler karşısında da savunmasız kalır. Nefis, içeriden gelen en büyük düşmandır. Onu tanımak, hilelerini bilmek ve ona karşı koymak, insanın kendi manevi memleketini koruması için en büyük vazifedir.

İşte gerçek zafer, dışarıdaki düşmanları yenmek değil, içerideki nefis ordusuna karşı kaleyi sağlam tutmaktır.

 

 




HER ŞEY ZAMAN VE MEKÂNIN VAR EDİLMESİYLE BAŞLADI

HER ŞEY ZAMAN VE MEKÂNIN VAR EDİLMESİYLE BAŞLADI[1]

İnsan aklı, her şeyi bir başlangıç ve bir sebep ile anlamaya çalışır. Ancak zaman ve mekânın olmadığı bir noktayı tasavvur etmek, aklımızın ötesinde bir meseledir. Bizler her şeyi bir ölçü, bir çerçeve içinde kavrarız. Oysa zaman ve mekân yaratılmadan önce, bizim ölçülerimizle kavrayamayacağımız bir mutlak varlık vardı: Allah. O, ezeli ve ebedidir; varlığı zamana ve mekâna bağlı değildir.

Başlangıcın Başlangıcı: Zaman ve Mekânın Yokluğu

Biz insanlar, “önce ne vardı?” diye sormaya meyilliyiz. Ancak “önce” demek, zaman kavramını gerektirir. Oysa zaman yaratılmadan önce “önce” diye bir şey de yoktu. Yine “nerede oldu?” diye sorarız, ama mekân yaratılmadan önce “nerede?” sorusu da anlamsızdı. İşte tam bu noktada Allah’ın kudreti, sonsuz ilmi ve iradesi devreye girerek zamanı ve mekânı var etti.

Kur’an-ı Kerim’de “O, gökleri ve yeri yoktan var edendir…” (En’am, 101) buyrularak, tüm varlık âleminin Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiği açıkça bildirilmiştir.

Zamanın Akışı ve İnsan İçin Anlamı

İnsan, zamanın içine doğar ve onun akışıyla yaşar. Geçmiş ve gelecek bizim için birer gerçekliktir. Fakat Allah için her an aynı anda bilinir ve görülür. Çünkü O, zamana mahkûm değil, aksine onu yaratandır.

Zaman, insan için büyük bir imtihan vesilesidir. İnsanoğlu dünyada sınırlı bir vakitle yaratılmıştır ve bu süre içinde imtihan edilmektedir. Zamanın geçiciliği, bizlere dünya hayatının da geçici olduğunu gösterir. Rabbimiz “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır!” (Asr, 1-2) diyerek, zamanın kıymetini bilmeyenlerin kayıpta olduğunu haber verir.

İbretle düşündüğümüzde, zamanın yaratılması olmasaydı, biz ne geçmişi düşünebilir, ne geleceğe dair umut besleyebilir, ne de yaşadığımız anın değerini idrak edebilirdik.

Mekânın Hikmeti ve İlahi Sanat

Mekân, Allah’ın kudretini gösteren büyük bir tecellidir. Kainatın uçsuz bucaksız büyüklüğü, gökyüzündeki yıldızlar, galaksiler, dünya ve içindeki canlılar, her şey Allah’ın varlığının delilidir.

Çünkü biz her şeyi zaman mekân kavramıyla kayrayabiliyor,kuşatıp anlayabiliyoruz.
Aksi takdirde sonsuza nasıl kavrayacak, kuşatıp anlayacaktık?

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık…” (Sad, 27) ayeti, mekânın bir amaçla yaratıldığını vurgular. Dünya, insanların imtihan yurdu olarak yaratılmıştır. Allah, bu mekânı insanın yaşayabileceği şekilde mükemmel bir düzende inşa etmiştir.

İnsan mekânı işgal eder ama ona sahip olamaz. Binalar yapar, şehirler kurar ama en sonunda bu mekânı terk eder. Çünkü mekânın sahibi de biz değiliz, Allah’tır.

Zaman ve Mekânın Ötesinde Sonsuzluk

İnsan için zaman ve mekân sınırlıdır. Ama ölüm, insanı zaman ve mekânın kayıtlarından çıkarır. Ahiret, bizim bildiğimiz zaman ve mekân ölçülerine sığmaz. Orada ebedilik vardır. Allah, ahireti yaratmış ve orada zamanın bizim bildiğimiz gibi akmadığını bildirmiştir.

Kıyamet günü dünya zamanının biteceği, herkesin ilahi huzura çıkarılacağı bir an olacaktır. O gün, “Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hak ile yarattık. Kıyamet mutlaka gelecektir…” (Hicr, 85) ayetinde bildirildiği gibi bir hakikattir.

Sonuç olarak;
Zamanın ve mekânın yaratılması, bizim var oluşumuzun ve sınavımızın bir gereğidir. İnsan, bu dünyada zamanını nasıl harcadığını ve mekânını nasıl değerlendirdiğini sorgulamalıdır. Çünkü bu ikisi bir gün elinden alınacak ve ebedi âlemde tekrar yaratılacaktır.

Ve nihayet, zaman da bitecek, mekân da yok olacak, geriye sadece Allah’ın sonsuz varlığı kalacaktır.

“O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilecek ve herkes tek olan, her şeye hükmeden Allah’ın huzuruna çıkacaktır.” (İbrahim, 48)

[1] https://www.youtube.com/watch?v=8mjTaJ-DVQ0




DÜNYA HER İNSAN İÇİN BIR ATLAMA TAŞI VE NEREYE GİDECEĞİNİN GİRİŞ KAPISIDIR

DÜNYA HER İNSAN İÇİN BIR ATLAMA TAŞI VE NEREYE GİDECEĞİNİN GİRİŞ KAPISIDIR.[1]

TÜM AHİRET ATAMALARI BURADA VE BURADAN YAPILMAKTADIR. SONSUZLUĞA AÇILAN İLK İSTASYON

DÜNYA: ATLAMA TAŞI VE SONSUZLUĞA AÇILAN İLK İSTASYON

İnsan, bu dünyaya tesadüfen gelmedi. Gelişi, ilahi bir iradenin eseri; varlığı, büyük bir sınavın parçası; gidişi ise sonsuz bir hayata açılan ilk adımdır. Dünya, her insan için bir atlama taşı, bir geçiş noktasıdır. Buradaki her nefes, ahiretteki sonsuz hayata yapılan bir hazırlık hükmündedir.

Bir Yolculuk Başlıyor: Ruhun Dünya İmtihanı

İnsan, ruhlar âleminde yaratıldı, ana rahminde şekillendi ve bir gün dünyaya gözlerini açtı. Ancak bu dünya, nihai bir durak değil, sadece bir misafirhane. İnsan, bu istasyonda bir süre konaklayacak, ardından asıl hayatına doğru yola çıkacaktır.

Bu yolculuğu şu misalle daha iyi anlayabiliriz:

Bir öğrenci, üniversiteye girmek için sınava hazırlanır. O sınavı kazandığında bir ömür boyu mesleğini şekillendirecek bir sonuç elde eder. Dünya hayatı da bir sınav yeridir. Burada yapılan her amel, sonsuz hayattaki konumumuzu belirleyecektir. Dünya, ahiretin tarlasıdır; burada ne ekilirse, orada o biçilecektir.

Allah Kur’an’da bu hakikati şöyle bildirir:

“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim dünya kazancını isterse, ona da dünyadan veririz; fakat ahirette onun bir nasibi olmaz.” (Şura, 20)

Bu ayet açıkça gösteriyor ki, insanın yönelimi kaderini belirler. Kimi ahirete yatırım yapar, kimi dünyada kalıcı olacağını sanarak sadece fani olana sarılır.

Ahiret Atamaları Bu Dünyada Yapılıyor

Bir devlet, memurlarını belirlerken önce bir sınav yapar. Başarılı olanlar yüksek makamlarla ödüllendirilirken, başarısız olanlar kaybeder. Ahiret için de durum aynıdır.

Cennet veya cehennem… Bunlar sadece ölümden sonra karşımıza çıkacak rastgele mekânlar değil, dünya hayatındaki tercihlerimizin sonucudur. Allah herkese fırsatlar sunar, yönlendirmeler yapar, yollar gösterir. Ancak herkes kendi seçimlerinden sorumludur.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Bu ayet, dünya hayatının bir değerlendirme alanı olduğunu vurgular. Kimin nerede olacağı, bu dünyadaki kararlarına bağlıdır. Cennet de cehennem de insanın elindedir; kişi kendi tercihleriyle kaderini şekillendirir.

Dünya: Sonsuzluğa Açılan Kapı

Zamanın başlangıcından beri milyarlarca insan bu dünyaya geldi ve göçtü. Kimse burada kalıcı olmadı. Peygamberler, krallar, filozoflar, alimler, mazlumlar ve zalimler… Hepsi bu dünya sahnesinde bir süre oynadı ve sahneden çekildi. Ancak kimse yok olmadı. Hepsi varlığını sonsuz bir istasyona doğru devam ettiriyor.

Bu yüzden, dünya hayatı asıl varlığımız değil, bir geçiştir. Bizi bekleyen sonsuz hayat, ya nimetlerle dolu olacak ya da pişmanlık ve azapla.

Allah’a kulluk şuuru, bu yolculuğun en güvenli pusulasıdır. Çünkü insan fani, dünya geçici, ahiret ise ebedidir.

Son Söz

Dünya bir atlama taşıdır; ama nereye atlayacağın senin seçimine bağlıdır. Sonsuzluğa açılan ilk istasyon burasıdır. Burada ne yaptığımız, ebediyette nereye gideceğimizi belirler.

İşte bu yüzden, dünyayı ahiretin bir basamağı olarak görmek ve buradaki sınavı başarıyla tamamlamak, her insanın en büyük gayesi olmalıdır.

Çünkü ölüm, bir son değil, sadece bir kapının açılışıdır…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=co1GCZ5Ameg