MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

Mariz Bir Asrın
Hasta Bir Unsurun,
Alîl Bir Uzvun
Reçetesi
Veyahut
Saykal-ül İslâmiyet
Veyahut
Bediüzzaman’ın
MUHÂKEMATI

​— · ⁖ · —

Cümle Tahiyyat, ol Hâkim-i Ezel ve Hakîm-i Ezelî ve Rahman-ı Lemyezelî’ye elyaktır ki: Bizi İslâmiyetle serfiraz ve Şeriat-ı Garra ile Sırat-ı Müstakime Hidayet etmiştir.
Öyle bir Şeriat ki; Akıl ve Nakil, dest be-dest ittifak vererek ol Şeriatın Hakaikinin Hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.
Öyle Hakaik ki; kökleri Hakikat zemininde rüsuh ile beraber dal ve budakları Kemalâtın göklerine yükselip, intişar edip… öyle Füruat ki; meyveleri Saadet-i Dâreyndir. Ve bizi Kur’an-ı Mu’ciz ile İrşad eylemiş…
Öyle Kitab ki: Kaideleri ile Hilkat-ı Âlemin Kitabından Desti Kader ve Kalem-i Hikmet ile mektub ve cari olan Kavanin-i Amîka-i Dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden; Ahkâm-ı Âdilanesiyle nev’-i beşerin nizam ve müvazenet ve terakkisine Kefil-i Mutlak ve Üstad-ı Küll olmuştur.
Salavat-ı Bînihaye, ol Server-i Kâinat ve Fahr-i Âlem’e hediye olsun ki: Âlem, enva’ ve ecnasıyla Onun Risaletine şehadet ve Mu’cizelerine delalet ve Hazine-i Gaybdan getirdiği Metâ-ı Âlîye Dellâllık ediyor. Güya Âleme teşrif ettiğinden herbir nev’i, kendi lisan-ı mahsusuyla alkışladığı gibi; Sultan-ı Ezel, zemin ve âsumanın evtarını intak edip herbir tel başka lisan ile Mu’cizatının nağamatını inşad etmekle, O Sadâ-yı Şirin bu Kubbe-i Minada ilelebed tanin-endaz etmiştir. Güya âsuman, kendi Mi’rac ve Melek ve Kamerin Elsine-i Semaviyesiyle Risaletini tebrik.. ve zemin kendi hacer ve şecer ve hayvanın dilleriyle Mu’cizelerine senâhân.. ve cevv-i feza, kendi cinn ve bulutların işaratıyla Nübüvvetine beşaret ve sâyebân.. ve zaman-ı mazi, Enbiya ve Kütüb ve kâhinlerin rumuz ve telvihatıyla o Şems-i Hakikatın fecr-i sadıkını göstererek müjdeci.. ve zaman-ı hal yani Asr-ı Saadet lisan-ı haliyle tabiat-ı Arabdaki inkılab-ı azîmin ve bedeviyet-i sırftan Medeniyet-i Mahzânın def’aten tevellü-dünü şahid göstererek Nübüvvetini isbat.. ve zaman-ı müstakbel kendi vukuat ve fünununun etvar-ı müdakkikanesiyle Onun Mevkib-i İkbalini istikbal.. ve lisan-ı hakîmane ile İrşadatına teşekkür; nev’-i beşer kendi Muhakkikleriyle bahusus Hatib-i Beliği ki, şems gibi kendi kendine bürhan olan Muhammed’in (A.S.M.) Lisan-ı Fasihanesiyle Haktan geldiğini ilân ve Zât-ı Zülcelal kendi Kur’anının Lisan-ı Beliğanesiyle ol Nebiyy-i Ümmi’nin Ferman-ı Risaletini kıraat ediyorlar ve oluyorlar.
Beyt:

جُمْلَه ش۪يرَانِ جِهَانْ بَسْتَهِٔ ا۪ينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ ح۪يلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ ا۪ينْ سِلْسِلَه رَا

Emma ba’d: Şu fakir, garib Nursî ki, Bid’atü’z-zaman lâkabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bediüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, Ah!. Ah!.. Ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık… Ve sû’-i fehim ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin Hakkını ve müstehak olduğu Hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi…
Hem de hakkı var. Zira biz israiliyatı Usûlüne ve hikâyatı Akaidine ve mecazatı Hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine Onun merhametidir.
Öyle ise, ey İhvan-ı Müslimîn!.. Geliniz, Ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle Dest-i Sadakatı uzatacağız, Biat edeceğiz. Onun Habl-ül Metinine sarılacağız.
Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense… Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…
Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında Hâkim-i Mutlak olacak yalnız Hakikat-ı İslâmiyettir. Evet Saadet-Saray-ı İstikbalde taht-nişin Hakaik ve Maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız Odur; emareler görünü- yorlar… Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra’nın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç Hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’stir ki, Şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.
Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; Meyl-i Taharri-i Hakikat ve Muhabbet-i İnsaniyet ve Meyl-i İnsaf olan Hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri Âhiret Saadetinden mahrum eden, Şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir.
Köle Efendisine ve hizmetkâr Reisine ve veled Pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun Seyyidi ve Mürşidi ve Ulûm-u Hakikiyenin Reis ve Pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû’-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı Zevahir-i Diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes’eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes’elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Ey benim şu Kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu Kitabla istediğim Hizmet budur: İslâmiyette olan Tarîk-ı Müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; Tarîk-ı Müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl Rehber-i Hakikat ve Âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve Sırat-ı Müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan Muhakkikîn-i İslâm ve âkıl Sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
Elhasıl: Maksadım: Ol Elmas Kılınca saykal vurmaktır.
Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i’lam demektir?..
Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.

​— · ⁖ · —

Bu metin, eserin telif gayesini, müellifin derdini ve asrın hastalığına dair teşhisini ortaya koyan fevkalade ehemmiyetli bir “reçete” hükmündedir.
Konunun geniş ve detaylı izahı, metnin kendi içinde saklı olan ana fikirler etrafında şu şekilde tasvir edilebilir:

1. Teşhis: Asrın Hastalığı ve Sebebi

Bediüzzaman, metne “Mariz Bir Asrın, Hasta Bir Unsurun, Alîl Bir Uzvun Reçetesi” başlığını vererek, içinde bulunduğu İslâm âleminin ve milletin “hasta” olduğunu tesbit etmektedir. Bu hastalığın verdiği ızdırabı “ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, Ah!. Ah!.. Ah!.. vâ esefâ” diyerek ifade eder.
Hastalığın teşhisi şudur: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık.”
• Mağz ve Lübb (Öz ve Çekirdek): İslâmiyet’in derûnî (iç) hakikatleri, imanın esasları (Akaid), tefekkür, marifetullah (Allah’ı tanıma) ve Kur’an’ın hikmetleridir.
• Kışır ve Zahir (Kabuk ve Dış Yüz): Dinin sadece şeklî (biçimsel) yönleri, aslı olmayan hikâyeler, teferruata dalıp aslı unutmak ve taassub (bağnazlık).
Bu hatanın neticesi “sû’-i fehim” (kötü anlayış) ve “sû’-i edeb” (edepsizlik) olmuştur. Müellife göre, Müslümanlar “israiliyatı Usûlüne ve hikâyatı Akaidine ve mecazatı Hakaikine karıştırarak” İslâmiyet’in kıymetini takdir edememişlerdir.
Bu sû’-i fehim neticesinde İslâmiyet, “evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eylemiş” (gizlenmiş) ve ceza olarak Müslümanlar “dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde” kalmışlardır.

2. İslâmiyet’in Hakikati: Akıl ve Naklin İttifakı

Müellif, tenkit ettiği bu yanlış anlayışın zıddına, İslâmiyet’in hakiki yapısını metnin başında tasvir eder:
• Şeriat, Akıl ve Nakil İttifakıdır: İslâmiyet “Öyle bir Şeriat ki; Akıl ve Nakil, dest be-dest ittifak vererek ol Şeriatın Hakaikinin Hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.” Bu, İslâm’ın temelinin hem vahiyle (Nakil) hem de selim akıl ve mantıkla (Akıl) tam bir uyum içinde olduğunun isbatıdır.
• Kur’an, Kâinat Kitabının Tercümanıdır: Kur’an-ı Mu’ciz, “Hilkat-ı Âlemin Kitabından Desti Kader ve Kalem-i Hikmet ile mektub ve cari olan Kavanin-i Amîka-i Dakika-i İlahiyeyi izhar” eder. Yani Kur’an, tabiat kitabını (kâinatı) yaratan Allah’ın, o kitabın manalarını açıklayan kelâmıdır. İkisi arasında zıtlık ve aykırılık olamaz.

3. En Büyük Mani: İlim (Fünun) ile Din Arasındaki Zannî Çatışma

Bediüzzaman, İslâm güneşinin “küsufa yüz tutmasına” (tutulmasına) sebep olan sekiz mani (engel) sayar. Bunların “en birinci mani ve bela” olarak tesbit ettiği husus, konunun merkezidir:
“Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.”
Yani, İslâm’ın bazı zahirî (dış) hükümleri ile modern ilimlerin (fünun) bazı meseleleri arasında gerçekte olmayan, sadece zannedilen (tevehhüm edilen) bir çatışma ve zıtlık anlayışı.
Müellif bu anlayışın bir “tevehhüm-ü bâtıl” (asılsız kuruntu) olduğunu haykırır ve şu muazzam kaideyi koyar:
“İslâmiyet, fünunun Seyyidi ve Mürşidi ve Ulûm-u Hakikiyenin Reis ve Pederidir.”
Nasıl ki “Köle Efendisine… veled Pederine” düşman olamazsa, İslâm’ın (Efendi/Peder) himayesinde gelişen hakiki ilimler (Köle/Veled) de İslâm’a muarız olamaz. Bu yanlış algı, hem Müslümanları (Ekrad ve emsalleri) “bâb-ı medeniyet ve maariften” (medeniyet ve ilim kapısından) ürkütmüş; hem de ecnebileri (Batılıları) “Âhiret Saadetinden” mahrum etmiştir.
Buna misal olarak “Küreviyet-i arz” (Dünyanın yuvarlaklığı) gibi coğrafyanın en bedihî (apaçık) bir meselesini, bazı zahirperestlerin (kışırda kalanların) “altı mes’eleye münafî” (dindeki altı esasa aykırı) zannederek inkâr etmelerini gösterir.

4. Müellifin Hedefi: “Saykal-ül İslâmiyet” (İslâmiyet Elmasını Parlatmak)

Bediüzzaman’ın bu eserle (Muhâkemat) maksadı, bu yanlış algıyı kırmaktır. Hedefini “Ol Elmas Kılınca saykal vurmaktır” (O elmas kılıcı parlatmaktır) cümlesiyle özetler. İslâmiyet elmas bir kılıçtır, fakat zamanla paslanmış (yanlış anlaşılmış, hurafelerle kapanmış); onun vazifesi bu pası silmektir.
Bu parlatma işi, “Tarîk-ı Müstakim”i (Dosdoğru Yolu) göstermekle olur ki, bu yol iki tehlikeli ucun ortasıdır:
• Ehl-i Tefrit (İhmalkârlar): Dinin düşmanlarıdır (“a’da-yı din”). İlimleri (fünun) bir silah gibi kullanarak dine şüphe (“teşkikat”) atarlar. Müellif, bunların şüphelerini reddetmeyi (“red ve yüzlerine vurmak”) hedefler.
• Ehl-i İfrat (Aşırılar): “Sadîk-ı ahmak” (ahmak dost) ve “zahirperest” (dış yüze takılan) kimselerdir. Bunlar, dini savunduklarını zannederken, ilim ve akıl ile dini çatıştırarak (Küreviyet-i arz misalindeki gibi) İslâm’a en büyük zararı verirler. Müellif, bu “tevehhümleri tard ve asılsızlığını göstermeyi” de hedefler.
Maksadı, “Muhakkikîn-i İslâm”a (İslâm hakikatlerini araştıran âlimlere) yardım etmektir.

5. Müjde: İstikbalin Hâkim-i Mutlakı İslâmiyet Olacaktır

Bütün bu olumsuzluklara rağmen müellif, “itikadım ve yakînimdir ki” diyerek şu müjdeyi verir:
“İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında Hâkim-i Mutlak olacak yalnız Hakikat-ı İslâmiyettir.”
Çünkü “taassub”, “taklid”, “cehalet” ve “istibdad” gibi eski maniler, “Meyl-i Taharri-i Hakikat” (Hakikati Araştırma Eğilimi) ve “Muhabbet-i İnsaniyet” (İnsanlık Sevgisi) gibi yeni ve kuvvetli hakikatler tarafından “zîr ü zeber” (altüst) edilmektedir. İlim ve hikmet geliştikçe, İslâm’ın akla ve fenne uygun olan hakikati daha da parlayacaktır.
Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ve Müradifler
Metinde geçen temel fikirler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan bağlantılıdır:

1. Akıl, Kâinat (Tabiat) ve Vahyin Uyumu (Müradifi: Tefekkür, Nazar, Hikmet):

Müellifin “Akıl ve Nakil ittifakı” ve “Kur’an’ın kâinat kitabını izhar etmesi” fikri, Kur’an’ın sürekli olarak kâinata nazar etmeyi (bakmayı) ve tefekkür etmeyi emretmesine dayanır.
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”
(Bakara 2/164 – Meali)

“Güneş’i ışıklı, Ay’ı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları ancak hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Bilen bir kavme âyetlerini ayrı ayrı açıklar.”
(Yûnus 10/5 – Meali)

Bu ayetler, tabiatın işleyişinin (fünun/ilim) “hesap” ile bilineceğini ve bunların “bilen” ve “düşünen” topluluklar için Allah’ın ayetleri olduğunu gösterir; böylece ilim ile dinin birliğini isbat eder.

2. Kışır (Kabuk) Değil, Lübb (Öz) (Müradifi: Takva, Birr, Hakikat):

Müellifin “kışır ve zahire” takılıp “mağz ve lübbü” terk etme tenkidi, Kur’an’ın şekilcilikten ziyade öze, yani takva ve birre (iyilik ve fazilet) vurgu yapmasıyla örtüşür.
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenin; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) dilenene ve kölelere verenin; namazı dosdoğru kılanın, zekâtı verenin; antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenin; zorda, hastalıkta ve savaş zamanında sabredenin iyiliğidir. İşte doğru olanlar bunlardır. Ve işte Allah’a karşı gelmekten sakınanlar da bunlardır.”
(Bakara 2/177 – Meali)

Bu ayet, iyiliğin (lübb/öz) sadece zahirî bir yöne dönmek (kışır/kabuk) olmadığını, asıl hakikatin imanda, ahlâkta ve amelde olduğunu tasvir eder.

3. Habl-ül Metin’e Sarılmak (Müradifi: Tevhid, İttihad, Sırat-ı Müstakim):

Müellifin “El birliğiyle Dest-i Sadakatı uzatacağız, Biat edeceğiz. Onun Habl-ül Metinine sarılacağız” çağrısı, tefrikanın (ayrılığın) zillet ve sefalet getirdiğini, kurtuluşun ise Allah’ın ipine sarılmakta olduğunu belirten şu ayete işaret eder:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmrân 3/103 – Meali)

Elhasıl: Muhâkemat’ın bu mukaddimesi, İslâm âleminin geri kalma sebebini, İslâm’ın hakikatinden (Akıl + Nakil + İlim birliği) uzaklaşıp, hurafelerle (israiliyat), taklitle ve zahirperestlikle (kışır) kirlenmiş bir din anlayışına (sû’-i fehim) ve en mühimi, ilim ile din arasında var zannedilen sahte çatışmaya (tevehhüm-ü müsademet) bağlamaktadır. Çözüm (reçete) ise, bu pasları silerek (saykal vurarak) İslâm’ın özündeki akılcı, hikmetli ve cihan şümul hakikatini yeniden ortaya çıkarmaktır.

 

===============•-•===============

 

Mukaddeme
Bu Kitab üç makale ile üç Kitab üzerine mürettebdir. Birinci Makale, Unsur-u Hakikatın veyahut bazı mukaddemat ve mesail ile İslâmiyete saykal vurmanın beyanındadır. İkinci Makale, Unsur-u Belâgatı keşfeder. Üçüncüsü, Unsur-u Akide ile Ecvibe-i Japoniye beyanındadır. Kitablar ise Kur’an’da işaret olunan İlm-üs Sema ve İlm-ül Arz ve İlm-ül Beşeri tahkik ile bir nevi Tefsirdir.
Birinci Makale
Maksada urûc etmek için Mukaddimelerden istimdad etmek, Ehl-i Tahkikin Düsturlarındandır. Öyle ise biz de oniki basamaklı bir merdiven yapacağız.
Birinci Mukaddeme
Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve Nakil taâruz ettikleri vakitte, Akıl asıl itibar ve Nakil tevil olunur. Fakat o Akıl, Akıl olsa gerektir.
Hem de tahakkuk etmiş: Kur’an’ın herbir tarafında intişar eden Makasıd-ı Esasiye ve Anasır-ı Asliye dörttür.
Onlar da: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve Nübüvvet ve Haşr-i Cismanî ve Adalettir. Yani Hikmet tarafından Kâinata irad olunan suallere şöyle: “Ey Kâinat!.. Nereden ve kimin Emriyle geliyorsunuz?. Sultanınız kimdir? Delil ve Hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” Kat’î cevab verecek yalnız Kur’an’dır. Öyle ise Kur’anda makasıddan başka olan Kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin. Evet İntizam görünür ve kemal-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in Vücud ve Kasd ve İradesine kat’iyyen şehadet eden İntizam-ı San’at, Kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemaan eden Hüsn-ü Hilkati Nazar-ı Hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu’ birer lisan olup Sâni’in Hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’i parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor. Madem maksad budur ve madem Kâinatın Kitabından İntizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar; Teşekkülât-ı Kâinat nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzât taalluk etmez. Fakat o Meclis-i Âlî-i Kur’anî’ye girmiş olan Kâinatın her ferdi dört Vazife ile muvazzaftır:
Birincisi: İntizam ve İttifak ile Sultan-ı Ezel’in Saltanatını ilân…
İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet Fünun-u Hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…
Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından Hilkatte cari olan Kavanin ve Nevamis-i İlahiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu isbat.. tâ o Nevamis-i Fıtriyenin imdadıyla, İslâmiyet neşv ü nema bulsun. Evet bu hasiyetle Din-i Mübin-i İslâm; sair heva ve heves içinde muallak ve mededsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tegayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.
Dördüncüsü: Herbiri birer Hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı Hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’an’da Kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet Kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara Kar’-ul Asâdır.
Şimdi tahakkuk etmiş şu şöyledir. Öyle ise: Şek ve şübhe etmemek lâzımdır ki; Mu’ciz ve en yüksek Derece-i Belâgatta olan Kur’an-ı Mürşid, Esalib-i Arab’a en muvafığı ve tarîk-i istidlalin en Müstakim ve en Vazıhı ve en Kısasını ihtiyar edecektir. Demek hissiyat-ı âmmeyi Tefhim ve İrşad için, bir derece ihtiram edecektir. Demek delil olan İntizam-ı Kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve Akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise, Tarîk-ı İrşada ve Meslek-i Belâgata ve Mezheb-i İ’caza muhaliftir. Meselâ: Eğer Kur’an dese idi:
( Ya eyyühen nas) Fezada uçan meczub ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan Şecere-i Hilkatten, anasır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz; tâ Sâni’-i Âlem’in Azametini tasavvur edesiniz. Veyahut: O kadar küçüklüğüyle beraber bir Âlem-i Hayvanat-ı Hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, Aklın Hurdebîniyle temaşa ediniz; tâ Sâni’-i Kâinat’ın herşeye Kadir olduğunu tasdik edesiniz.
Acaba o halde; delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi?.. Hem de onlarca muzlim bir şeyle, Hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi?.. Halbuki İ’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki; Onun safi ve parlak Damenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan Âyât-ı Beyyinatın telâfifinde Maksad-ı Hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı Zevahir-i Âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir.
Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan’da “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya raci’ değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; Kelime-i Vâhid hükmünde olan Kelâmullah’ın bir kısım Âyâtı, sair İhvanının Hakikat ve Cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının Kalblerindeki Sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl: Bu Hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve Âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’an diyor:
( لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) İlerisine de Hâfız değilim.” .
Nazar-ı Hakikate karşı maskara olacaktır.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Birinci Makale”sinin “Birinci Mukaddeme”si, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin usûl-ü tefsir (tefsir metodolojisi) ve İslâmî ilimler sahasındaki en mühim tesbitlerinden bazılarını ihtiva etmektedir. Bu metin, Akıl (Reason) ve Nakil (Revelation/Text) arasındaki münasebeti, Kur’an-ı Kerim’in kâinatı beyan etme tarzını ve bu beyandaki belâgat sırrını vuzûha kavuşturmaktadır.

Mukaddemenin İzahı: Akıl, Nakil ve Kur’an’ın Kâinatı Beyanındaki Belâgat Sırrı
Bu “Birinci Mukaddeme”, iki temel kaide üzerine bina edilmiştir:
• Akıl ve Nakil’in zahirî (görünürdeki) taâruzu (zıtlığı).
• Kur’an-ı Kerim’in kâinat bahislerindeki asıl maksadı.

1. Kaide: “Akıl, Akıl Olsa Gerektir”
Metin, Ehl-i Tahkik arasında kabul görmüş bir düsturu (prensibi) zikrederek başlar:
“Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve Nakil taâruz ettikleri vakitte, Akıl asıl itibar ve Nakil tevil olunur.”
Bu, İslâm düşünce tarihinde, bilhassa kelâm ve felsefe mekteplerinde çokça müzakere (tartışma) edilmiş bir kaidedir. Zahiren akıl ile ayet veya hadis (Nakil) arasında bir zıtlık görünürse, aklın hükmü “asıl” kabul edilir ve “Nakil” bu asla göre “tevil” edilir (yorumlanır).
Fakat Üstad Hazretleri, bu kaideye hayati bir şerh (açıklama) düşer:
“Fakat o Akıl, Akıl olsa gerektir.”
Bu cümlenin müradifi (anlamdaşı) şudur: Burada bahsedilen akıl, her insanın şahsî, hissiyattan müteessir (duygulardan etkilenen), vehimlere (kuruntulara) mağlup, tahsil ile terbiye edilmemiş ham aklı değildir. Bu akıl; akl-ı selim (sağduyu), burhan-ı kat’î (kesin delil), isbatlanmış ilmî hakikatler ve müsellemat-ı akliye (aklın zorunlu olarak kabul ettiği bedihî/açık gerçekler) demektir.
Hakikî ve selim bir Akıl ile hakikatiyle anlaşılmış bir Nakil (vahiy) esasen asla taâruz etmez, birbirini tekzip etmez (yalanlamaz). Zira her ikisi de menbaı (kaynağı) itibariyle Allah’ın (c.c.) iki ayrı kitabıdır: Biri Kitab-ı Kâinat (Aklın okuduğu), diğeri Kur’an-ı Kerim (Naklin getirdiği).
Eğer bir taâruz görünüyorsa, ya Akıl dediğimiz şey zan ve vehimdir, ya da Nakil’den anladığımız mana, ayetin asıl maksadı değildir. İşte bu Mukaddeme, ikinci ihtimal üzerine, yani Kur’an’ın kâinat bahislerindeki maksadını anlamak üzerine yoğunlaşır.

2. Kaide: Kur’an’ın Dört Temel Maksadı (Makasıd-ı Esasiye)

Metin, Kur’an’ın muhtevasını dört ana temele indirir:
• İsbat-ı Sâni’-i Vâhid: Bir olan Sanatkâr’ın (Allah’ın) varlığını ve birliğini isbat etmek (Tevhid).
• Nübüvvet: Peygamberliğin hakikatini ve lüzumunu isbat etmek.
• Haşr-i Cismanî: Bedensel dirilişi (ahireti) isbat etmek.
• Adalet: (Hem ibadet ve muamelatta hem de içtimaî hayatta) adaleti ve kulluğu tesis etmek.
Bu tesbite göre, Kur’an’ın kâinattan, tabiat hadiselerinden (gökler, yer, dağlar, denizler, bitkiler) bahsetmesi aslî maksat değildir. Bu bahisler “istitradîdir” (asıl konuya delil getirmek için ara sıra zikredilen, ikincil derecede olan).
Kur’an’ın kâinattan bahsetmesinin yegâne gayesi, “tâ san’atın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin.” Yani, kâinattaki mükemmel san’atı ve nizamı (düzeni) göstererek, o nizamın Sahibi’ne delil getirmektir.

3. Belâgat Prensibi: Delil, Müddeadan (İddiadan) Gizli Olamaz

İşte metnin kilit noktası burasıdır. Madem Kur’an’ın kâinattan bahsetmekteki maksadı “istidlal” (delil getirmek) ve “irşad”dır (yol göstermektir); o halde bu delilin, irşad edilecek olan muhatap (o günkü “hissiyat-ı âmme” yani halkın genel algısı) tarafından anlaşılır olması şarttır.
Bir muallim (öğretmen), maksadını anlatmak için bir misal verdiğinde, misal, anlatmak istediği asıl konudan daha karmaşık ve izaha muhtaç olursa, bu “ihlâl-i ifham” (anlatımı bozma) olur ve belâgata (sözün yerinde ve maksada uygun kullanılması san’atına) aykırıdır.
Metin, bu sırrı şu cümle ile ifade eder:
“Demek delil olan İntizam-ı Kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve Akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur.”
Hipotetik Misal (Kur’an’ın Neden Böyle Konuşmadığının İzahı):
Eğer Kur’an-ı Kerim, 1400 sene evvelki Arap çöllerindeki bedevîlere veya o günün insanlarına şöyle hitap etseydi:
“Ey insanlar! Fezada (boşlukta) süratle dönen ve gezen Arz küresine… Güneş’in kendi yörüngesindeki istikrarına (Solar Apex’e)… bu cisimleri birbirine bağlayan cazibe-i umumiye (kütle çekim) kanununa… yahut bir damla sudaki hayvanat-ı hurdebîniyeye (mikroskobik canlılara) bakın da Allah’ın kudretini anlayın!”
Böyle bir hitap, irşad olmazdı. Çünkü muhatap, “cazibe” nedir, “küre” nedir, “hurdebînî” (mikroskobik) nedir bilmezdi. Delil (cazibe), müddeadan (Allah’ın varlığından) daha “hafî” (gizli) ve daha “muhtac-ı izah” (izaha muhtaç) olurdu. Bu, “onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis” (açıkça hissettikleri şeylerin zıddına bir safsata teklif etmek) olurdu.
Kur’an’ın Kullandığı Belîğ (Edebi) Metod:
Kur’an, onlarca “maruf ve me’nus” (bilinen ve alışılmış) olanı kullanır. Onların hissettiği nedir? Yeryüzünün ayakları altında sabit bir “döşek” (beşik) gibi olması, gökyüzünün bir “tavan/bina” gibi başları üstünde durmasıdır. Kur’an, bu hissi alır ve “Bu döşeği kim serdi? Bu tavanı direksiz kim durduruyor?” diye sorarak asıl maksadına, yani *Sâni’*a intikal ettirir.
• Ayet ( Meali): Bakara Sûresi, 22. Ayet:
$$\text{اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَاداً وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ}$$
“O, yeryüzünü sizin için döşek, gökyüzünü de bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
Burada “döşek” (firaş) ve “bina” (binaen) kelimeleri, muhatabın hissine bir saygıdır.
• Ayet ( Meali): Nebe’ Sûresi, 6-7. Ayetler:
$${اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَاداًۙ ﴿٦﴾ وَالْجِبَالَ اَوْتَاداًۙ ﴿٧﴾}$$
“Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık kılmadık mı?”
Burada Arz’ın (Yerkürenin) küreviyetine (yuvarlaklığına) aykırı bir durum yoktur. “Döşek” (mihad) ve “kazık” (evtad) birer teşbih (benzetme) ve kinayedir (üstü kapalı söz).

4. Belâgat Kaidesi: “Maânî-i Ûlâ” ve “Maânî-i Sânevî”

Metnin devamı, bu belâgat sırrının nasıl çalıştığını “Fenn-i Beyan” (Belâgat İlmi) üzerinden izah eder.
• Maânî-i Ûlâ (Birinci Anlamlar): Kelimelerin suretine, lafzına, lügat manasına dayanan ilk anlamdır.
• Maânî-i Sânevî (İkinci Anlamlar): Kelimenin lügat anlamı değil, o kelimeyi kullanmaktaki “maksad ve garaz” (amaç ve niyet) olan asıl anlamdır.
Metindeki Misal: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse.
• Maânî-i Ûlâ (Suret): O kişinin kılıcının askısı uzundur.
• Maânî-i Sânevî (Maksad): O kişi uzun boyludur. (Çünkü ancak uzun boylu biri uzun kılıç askısı kullanır).
Şimdi, bu kaideye göre “sıdk ve kizb” (doğruluk ve yalan), birincil anlama (surete) göre değil, ikincil anlama (maksada) göre değerlendirilir. Eğer o kişinin kılıcı hiç olmasa bile, boyu gerçekten uzunsa, “Kılıncının bendi uzundur” sözü doğrudur. Çünkü maksat hasıl olmuştur.
Kur’an’a Tatbiki:
Kur’an “Yeryüzünü döşek kıldık” (Nebe’, 6) dediğinde:
• Maânî-i Ûlâ (Suret): Yeryüzü düz bir döşektir (ki bu, ilmî olarak doğru değildir).
• Maânî-i Sânevî (Maksad): Yeryüzü, üzerinde hayat sürmeniz, istirahat etmeniz, gezip dolaşmanız için (dönen bir küre olmasına rağmen) sarsıntısız, istikrarlı, mükemmel bir “beşik” ve “yaşam alanı” olarak yaratılmıştır.
İşte bu maksad (ikinci anlam) yüzde yüz doğrudur ve Sâni’in rahmet ve hikmetine delildir. Kur’an, hem avamın hissine (birinci anlama yakın durarak) saygı göstermiş, hem de hakikate (ikinci anlamla) işaret etmiştir. “Zevahir-i Âyâtı… maksada menâr etmiştir.” (Ayetlerin zahirî/görünür anlamlarını, asıl maksada giden bir deniz feneri yapmıştır).

5. İkaz: Bektaşî Temsili (Siyak ve Sibakın Önemi)

Metin, bu derin usûlü (metodu) anlayamayan ve ayetleri cımbızla çeken kişilerin düşeceği gülünç durumu, meşhur Bektaşî fıkrasıyla sonlandırır:
“…meşhur bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda (bahane bularak) demiş: ‘Kur’an diyor: ( لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) İlerisine de Hâfız değilim.’ Nazar-ı Hakikate karşı maskara olacaktır.”
Mesele şudur: Bektaşî’nin “Namaz’a yaklaşmayın” (لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ) diye iktibas ettiği yer, bir ayetin sadece bir parçasıdır.
• Ayetin Tamamı ( Meali): Nisâ Sûresi, 43. Ayet:
$${يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارٰى حَتّٰى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُباً اِلَّا عَابِر۪ي سَب۪يلٍ حَتّٰى تَغْتَسِلُوا…}$$
“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar… namaza yaklaşmayın…”
Bektaşî, ayetin siyak ve sibakını (metin içi bağlantısını ve bağlamını), yani “ve entüm sükârâ” (siz sarhoş iken) kaydını atarak, ayetin maksadını (sarhoşken namazı yasaklamak) tamamen tersine çevirip (namazı mutlak surette yasaklamak) bir “maskara” olmaktadır.
Aynen bunun gibi, bir kimse de Kur’an’ın “Arz’ı döşek kıldık” ayetini alıp, Kur’an’ın asıl maksadı olan istidlâl-i Sâni’ (Yaratıcı’ya delil getirme) ve belâgat (muhatabın seviyesine inme) cihetini anlamayıp, “Bak, Kur’an Arz düzdür diyor, bilim ise yuvarlaktır diyor, demek ki (hâşâ) Kur’an bilimle çelişiyor” derse, o da hakikat nazarında aynı Bektaşî gibi “maskara” olur.

Hülasa (Sonuç)
Bu “Birinci Mukaddeme”, Kur’an tefsirinde muazzam bir kaide koymaktadır:
• Gerçek, selim Akıl ile sahih Nakil (Kur’an) çatışmaz.
• Kur’an, bir fizik veya astronomi kitabı değil, bir hidayet (doğru yolu gösterme) kitabıdır.
• Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi, Sâni’i (Yaratıcı’yı) isbat etmek içindir; bu sebeple delil, müddeadan (asılsız iddiadan) gizli olamaz.
• Kur’an, bu irşad vazifesi için, muhatapların hislerine ve anlayış seviyelerine saygı duyan bir belâgat dili (kinaye, teşbih, mecaz ve ikincil anlamlar) kullanır.
• Bu belîğ üslup, hem o günün avamını (halk tabakasını) irşad eder, hem de “telvih ve işaret ettiği” (dolaylı olarak gösterdiği) derin manalarla gelecekteki ehl-i fen (bilim adamları) ve ehl-i tahkik (araştırmacılar) gibi havas (seçkinler) zümresini tatmin eder.

 

===============•-•===============

 

İkinci Mukaddeme
Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir. Âlemde meyl-ül istikmal vardır. (1)
(1): Bizim bir Kürd demiştir:
Her zerrede temayül ayandır tekâmüle
Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile
Bir Nokta-i Kemale şitab üzre Kâinat,
Ol Noktaya teveccüh ile yükselir Hayat.
Kahriyyat

Onun ile Hilkat-ı Âlem, Kanun-u Tekâmüle tâbidir. İnsan ise; Âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl- üt terakki mevcuddur. Bu meyil ise Telahuk-u Efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u Efkâr ise; Tekemmül-ü Mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü Mebadi ise; Fünun-Ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka’ ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyeden çok mesail var ki: Mebadi ve vesaitin tekemmülüyle ve telahuk-u efkârın keşfiyatıyla, bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlar ile oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Halbuki Hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikmet ve vüs’at-i kariha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla müvazene olunsa, tereccuh edip ağır gelecektir. Noksaniyet İbn-i Sina’da değil; çünki ibn-i zamandır. Onu nâkıs bırakan, zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, kolomb-u zûfünun’un sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. Fakat bununla beraber şimdi gelecek bir Hakikatı nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail iki kısımdır:
Birisinde telahuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasılki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.
Kısm-ı diğerîde esas itibariyle telahuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasılki hariçte bir uçurum üzerinden atlamak veyahut bir dar yerden geçmekte küll ve küll-ü vâhid birdir. Teavün faide vermez.
Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekseri, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı, ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi maneviyat veya Ulûm-u İlahiyedendir. Lâkin eğer çendan telahuk-u efkâr bu kısm-ı saninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemez ise de; bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.
Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu Sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mahareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik Hakaik-i Mahza ve Mücerredat-ı Sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta Latife-i Rabbaniye denilen Kalbin sektesini ve Cevher-i Nuranî olan Aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların Akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…


​— · ⁖ · —

Üçüncü Mukaddeme
İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i yunaniyenin bir kısmı, Daire-i İslâmiyet’e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki:
O necib Kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktaki içlerinden Hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan Din-i Mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız Dinin Marifetine inhisar eylediler. Fakat Kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlal için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvî muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur’an idi. Bundan sonra Kavm-i Arab sair akvamı bel’ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan israiliyat ise Vehb, Kâ’b gibi Ülema-i Ehl-i Kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arabların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o Efkâr-ı Safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira Ülema-i Ehl-i Kitabdan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet Celalet ve Tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular.. reddedilmedi. Çünki İslâmiyet’in usûlüne müsadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ, sonra Hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.
Hem de vaktaki şu israiliyat, Kitab ve Sünnet’in bazı îmaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat Âyât ve Hadîsin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû’-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf- ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı Âyât ve Ehadîsi o hikâyat-ı israiliyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve Hadîs-i Sahihtir. Yoksa Ahkâmı mensuh olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet mâsadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki mâsadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.
Hem de vakta hikmet-i yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pekçok esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi Tahkikten taklide bir yol açtı.
Hem de Âb-ı Hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet nasılki ihtilat-ı a’cam ile Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla, Muhakkikîn-i Ülema o melekeyi muhafaza etmek için, Ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve israiliyat dahi Daire-i İslâmiyete duhûlleriyle beraber, bazı Nekkad-ı Muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa!. tamamıyla muvaffak olamadılar.
İş bu kadar da kalmadı. Çünki Tefsir-i Kur’an’a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur’anın Nakliyatını bazı israiliyata tatbik ve bir kısım Akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünki gördüler ki, Kur’an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle… Sonra Kitab ve Sünnetin bazı Nakliyat-ı Sadıkalarıyla ve bazı muharref israiliyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.
Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti Kitab ve Sünnetin manalarına tefsir ve maksadlarına beyan zannedip hükmeylediler.
Kellâ.. sümme kellâ!..Zira Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı İ’cazıdır. Müfessiri Eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklın tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünki o, onları tezkiye etmezse; şehadetleri mesmu’ olamaz. Evet Süreyya’yı serada değil, Semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da Sikke-i Belâgat olmadığından Kur’an kabul etmez.
Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek Vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât veyahut hikmetin ebatîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra Âyât ve Ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız” dediğin vakit alacağın cevab şudur: “Yahu! İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, Nekkad-ı Hakikat reddeder. Sultan-ı İ’caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen Âyet ve Hadîsin Nizamlarına taarruz ettiğinden Âyet şikayet edip Hâkim-i Belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve Müşteri-i Hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.
Tenvir için bir darb-ı mesel:
Kürdlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi; hırsızlığın tebeyyün edecektir. O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın san’atıdır.” Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile
فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِ¬۪ينْ ژِمِنْ
derdi. Yani: “Tanin sizden, bal benden.”
Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi!.. Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki Kalb ve Vicdana Ervah-ı Hakaiki vahyeden o Kitab-ı Kâmilin Kelimatı Melaike gibidirler.
Hadîs, Maden-i Hayat ve Mülhim-i Hakikattır. Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o Hakaik-i Âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan Hakaik-i Âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin…

H â t i m e
Bu Mukaddimeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir Tefsir-i Kur’an istiyor. Evet her zamanın bir Hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı Âmmeye hocalık edecek yine Efkâr-ı Âmme-i İlmiyedir. Bu Sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i Azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs Muhakkikîn-ı Ülemadan müntehab bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir Tefsiri te’lif etmekle, sair Tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem’ etmelidirler. Evet meşrutiyettir, herşeyde meşveret hükümfermadır. Efkâr-ı Umumiye dahi didebandır. İcma-i Ümmetin hücciyeti, buna hüccettir.

​— · ⁖ · —

Bu iki mukaddeme, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Kur’an tefsirine dair takip edeceği usûlün (metodolojinin) ve İslâmî ilimlerin nasıl anlaşılması gerektiğinin temellerini atmaktadır.
• İkinci Mukaddeme: Zamanın ilerlemesiyle ilimlerin nasıl tekâmül ettiğini, fakat bu tekâmülün “maddî” ve “manevî” ilimlerde nasıl farklı tezahür ettiğini izah eder.
• Üçüncü Mukaddeme: İslâm tefekkür (düşünce) tarihine sızan “İsrailiyat” ve “Yunan Hikmeti (Felsefesi)” gibi yabancı unsurların, Kur’an hakikatlerinin anlaşılmasında nasıl bir ihtilâl-i efkâra (fikir karışıklığına) sebebiyet verdiğini tenkit eder.
Aşağıda bu iki mühim mukaddemenin tafsilatlı bir şerhini bulacaksınız.

İKİNCİ MUKADDEME’NİN İZAHI:
(İlimlerin Tekâmülü, Maddiyat ve Maneviyat Ayrımı)

Bu mukaddeme, ilmin ve idrakin zaman içindeki seyrini tasvir eder.
Ana Fikir: Maziden Müstakbele Fikrî Tekâmül
Metnin ana tezi, “Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir.” cümlesidir. Yani, geçmişte isbata muhtaç, derin nazarî (teorik) tetkik gerektiren bir hakikat, gelecekte herkesin kolayca anlayabileceği bedihî (apaçık, aksiyomatik) bir bilgi haline gelebilir.
Bu tekâmülün (kemale erme sürecinin) mekanizması şöyle izah edilir:
• Meyl-ül İstikmal (Kemâle Meyil): Kâinatta (âlemde) umumî bir “istikmal meyli”, yani noksanlıktan kemâle doğru bir temayül vardır. Bu, hilkatin (yaratılışın) yapısına dercedilmiştir.
• Meyl-üt Terakki (İlerlemeye Meyil): İnsan, kâinatın bir semeresi (meyvesi) ve eczası (cüzü) olduğundan, onda da bu kemâle meyil, “terakki meyli” (ilerleme arzusu) olarak tezahür eder.
• Telahuk-u Efkâr (Fikirlerin Birikimi): Bu terakki meyli, tek bir şahsın gayretiyle değil, Telahuk-u Efkâr yani “fikirlerin birbirine eklenmesi, birikimli olarak ilerlemesi” ile neşv ü nema bulur (gelişir).
• Tekemmül-ü Mebadi (Esasların Olgunlaşması): Fikirlerin birikimi ise, Tekemmül-ü Mebadi yani “ilimlerin temel esaslarının ve vasıtalarının olgunlaşması” ile inbisat eder (genişler).

Misaller: İbn-i Sina ve Kolomb
Üstad Hazretleri, bu fikri isbat için iki parlak misal verir:
• İbn-i Sina: Hikmetin bir pederi (babası) hükmünde olan İbn-i Sina; zekâsı, fikir kuvveti ve hikmetiyle bu zamanın yüzlerce hükemasından (düşünüründen) üstün olsa da, zamanının noksaniyeti sebebiyle (çünkü ibn-i zamandır) bazı bedihî meselelerde geri kalmıştır. Bugünün çocuklarının bildiği coğrafya, kimya veya kozmoğrafya hakikatleri, onun zamanında mebadi (temel esaslar) ve vesait (araçlar) tekemmül etmediği için ona nazarî (teorik) ve hafî (gizli) kalmıştır.
• Kolomb (Columbus): Yeni Dünya’nın (Amerika’nın) keşfi, Kolomb’un tebahhur-u fikrine (fikir derinliğine) ve mehaliki iktihamına (tehlikelere atılmasına) bağlı büyük bir hadise idi. Faraza bu keşif bu zamana kalsa idi, “hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de” basit bir pusula ile bu keşfi yapabilirdi.
Asıl Mesele: İlimlerin İki Kısma Ayrılması
Mukaddemenin kilit noktası burasıdır. Üstad, ilimleri (mesaili) iki kısma ayırır:
1. Kısım (Maddiyat ve Ulûm-u Maddiye):
• Misali: Büyük bir taşı kaldırmak.
• Usûlü: Teavün (yardımlaşma) ve Telahuk-u Efkâr (fikir birikimi) elzemdir. Bin kişi, bir kişiden daha güçlüdür.
• Muvaffakiyet: Tedricîdir (aşamalıdır). İbn-i Sina’nın bilemediğini, asırlar sonra gelen bir çocuk bilebilir.
2. Kısım (Maneviyat ve Ulûm-u İlahiyye):
• Misali: Bir uçurum üzerinden atlamak veya dar bir yerden geçmek.
• Usûlü: Teavün (yardımlaşma) ve Telahuk-u Efkâr (fikir birikimi) bu kısmın mahiyetini (özünü) değiştirmez. “Bin de, bir de birdir.” İman hakikatlerini veya İlahî sıfatları idrak etmek, şahsî bir tecrübe ve def’î (anî) bir inbisat (açılım) ile olur.
• Muvaffakiyet: Def’îdir (birdenbire olur). Bir sahabenin, velayetin en yüksek mertebesindeki bir zâtın asırlarca çalışarak elde edeceği hakikate bir anda sohbet-i nebevî ile vasıl olması gibi.
• İstisna: Telahuk-u efkâr bu kısmın mahiyetini (özünü) değiştirmese de, “bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.” Yani, iman hakikatlerinin isbat yollarını (bürhanları) daha net, açık ve kuvvetli hale getirebilir.

Tenkit: Maddiyyun Zihniyetinin Maneviyattaki Gabâveti
Mukaddeme, mühim bir “sır” ile biter: “Kim bir şeyde çok tevaggul etse (derinleşse); galiben başkasında gabileşmesine (idraksizleşmesine) sebebiyet verir.”
Buna binaen:
• “Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur.”
• Maddî ilimlerde mahareti olanın, manevî ilimlerde ve İlahî hakikatlerde hükmü hüccet (geçerli delil) değildir; sözü dahi şâyan-ı istima’ (dinlemeye değer) değildir.
• Misal: Tıbbî bir mesele için tabibe bedel (yerine) mühendise müracaat etmek, hastanın vefatına davetiye çıkarmaktır.
• Netice: Hakaik-i Mahza (sırf hakikatler) ve Mücerredat-ı Sırfe (sırf soyut meseleler) olan maneviyatta, maddiyyunun (materyalistlerin) hükümlerine müracaat etmek; “Latife-i Rabbaniye denilen Kalbin sektesini (durmasını) ve Cevher-i Nuranî olan Aklın sekeratını (can çekişmesini) ilân etmek demektir.”
Bu tenkidin esası, şu ayet-i kerimede mündemiçtir:
﴿أَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَar وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ﴾
Meali: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler kör olmaz; asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22:46)
Üstad’ın “Herşeyi maddiyatta arayanların Akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…” hükmü, bu ayetin bir tefsiri gibidir. Maneviyatın idrak mahalli kalbdir (Latife-i Rabbaniye); sadece maddî âleme bakan göz (basar) değil, basiret (kalb gözü) lazımdır.

ÜÇÜNCÜ MUKADDEME’NİN İZAHI:
(Tefsir Usûlüne Giren İsrailiyat ve Yunan Hikmetinin Tenkidi)

Bu mukaddeme, İslâm ilim geleneğine, bilhassa Tefsir ilmine giren ve efkârı ihtilâle veren (fikirleri karıştıran) iki yabancı kaynağı tenkit eder.
Problem 1: İsrailiyat’ın Duhûlü (Girişi)
• Zemin: Cahiliye devrinde ümmet-i ümmiye (okuma yazma bilmeyen bir topluluk) olan Kavm-i Arab, İslâm ile uyanmış ve bütün rağbetlerini Dinin Marifetine (Dini tanımaya) hasretmiştir. Kâinata bakışları teşrihat-ı hikemiye (hikmetli analiz) için değil, istidlal (Allah’ın varlığına ve birliğine delil çıkarma) içindi. Yegâne mürebbileri (terbiyecileri) Kur’an idi.
• Sızma (Tedahül): Vehb (İbn Münebbih) ve Kâ’b (el-Ahbâr) gibi Ülema-i Ehl-i Kitab (Ehl-i Kitap âlimleri) İslâmiyet’e dâhil olunca, muharrefe (tahrif edilmiş) olan eski malûmatları (İsrailiyat) da onlarla beraber İslâm hazinesine girdi.
• Kabul Sebebi: Bu zatlar İslâmiyet şerefiyle tekemmül ettiklerinden, onların müzahrefe-i sâbıka (önceki süslü, asılsız) malûmatları da makbul ve müsellem (kabul edilmiş) gibi oldu.
• Tenkitsizlik: Bu rivayetler, İslâmiyet’in usûlüne (temel esaslarına) müsadim (zıt, çarpışan) olmadığından ve ehemmiyetsiz görüldüğünden, hikâyat (hikâyeler) gibi dinlendi ve tenkitsiz bırakıldı.
• Netice: “Fakat hayfâ (ne yazık ki), sonra Hak olarak kabul edildiler, çok şübeh (şüphe) ve şükûkata (şeklere) sebebiyet verdiler.”
• Tefsirdeki Hata: En büyük hata, bu İsrailiyat’ın, Kur’an ve Sünnet’in bazı îmaatlarına (işaretlerine) merci (kaynak) ve mefahimlerine (anlamlarına) me’haz (dayanak) yapılmasıdır. Zahirperestler (yüzeysel bakanlar), bu rivayetleri ayetlerin manası zannettiler. Halbuki onlar mana değil, belki doğru olsalardı ancak mâsadak (mananın tatbik edildiği bir fert, bir örnek) olabilirdi.
• Kaide: “Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve Hadîs-i Sahihtir. Yoksa Ahkâmı mensuh (hükmü kaldırılmış) olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.”
Bu noktada Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin Müheymin (gözetici, tasdik edici ve tashih edici) vasfı hatırlanmalıdır:
﴿وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِناً عَلَيْهِ…﴾
Meali: “Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik…” (Mâide, 5:48)
Kur’an, önceki kitaplara Müheymin (hâkim) iken, o kitapların muharref (tahrif edilmiş) rivayetlerini Kur’an’a tefsir yapmak, Müheymin olanı, Müheymin aleyh (hüküm altında) olana tâbi kılmaktır ki, bu apaçık bir hatadır.

Problem 2: Hikmet-i Yunaniye’nin (Yunan Düşüncesi) Duhûlü
• Zemin: Me’mun (Abbasi Halifesi) devrinde, Yunan hikmetini (felsefesini) “Müslüman etmek” niyetiyle tercüme edildi.
• Hata: “Pekçok esatîr (mitoloji) ve hurafatın (hurafelerin) menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine (kokuşmuş) olduğundan” safî olan Arap efkârını (düşüncelerini) bulandırdı.
• Netice: Tahkikten taklide bir yol açtı. (Araştırmadan, körü körüne taklide). Âb-ı Hayat (hayat suyu) olan İslâmiyet’ten hakikatleri istinbat etmek (çıkarmak) yerine, o hikmete telemmüz (öğrencilik) etmeye tenezzül ettiler.
Umumî Hata: Tevilde Sirkat (Hırsızlık)
Bazı ehl-i zahir (yüzeysel âlimler), Kur’an’ın Nakliyatını (kıssalarını) İsrailiyata; Akliyatını (aklî delillerini) ise Yunan hikmetine tatbik ettiler. Bu yabancı kaynaklarla Kur’an arasında bir mutabakat (uygunluk) ve müşabehet (benzerlik) tevehhüm (zannettiler) ve bu zannı “tefsir” olarak sundular.
Bediüzzaman’ın Cevabı: “Kellâ.. sümme kellâ!..”
• “Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı İ’cazıdır. Müfessiri Eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir.”
(Kur’an’ın doğruluğunun delili kendi icazıdır [mu’cizeliğidir]. Onun tefsircisi yine kendi parçalarıdır [diğer ayetlerdir]. Manası dışarıda değil, kendi içindedir. O, sedef içindeki inci gibidir, değersiz bir çamur parçası değildir.)
• “Süreyya’yı serada değil, Semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında (sedeflerinde) ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama…”
• Alo’nun Bal Hırsızlığı Misali: Üstad, bu hali, Kürtlerin bir darb-ı meseli ile izah eder: Alo isimli bir bal hırsızı, yabancı arıları boş bir peteğe doldurur, balı ise başka yerden çalarmış. Soranlara “Bu, bal mühendisi arılarımın san’atıdır” der, sonra arılara dönüp “فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِ¬۪ينْ ژِمِنْ” (Tanin sizden, bal benden / Vızıltı sizden, bal benden) dermiş.
• Teşbihin İzahı: Ey hevesiyle tevil yapan (yorumlayan) efendi! Senin yaptığın da budur. Elfaz (Kur’an’ın lafızları) arı kovanı gibidir; sen ise manayı (balı) Yunan hikmetinden veya İsrailiyat’tan sirkat edip (çalıp) o lafızların içine koyuyorsun. Sonra da “İşte ayetin manası budur” diyorsun.
• Hakikat: “Halbuki senin manan bal değil, zehirdir.” Ve o lafızlar arı değil, “Kalb ve Vicdana Ervah-ı Hakaiki (Hakikatlerin Ruhlarını) vahyeden o Kitab-ı Kâmilin Kelimatı Melaike gibidirler.”

Netice: İfrat ve Tefrit Çıkmazı
• İfrat (Aşırılık): Bu çürük, yabancı malûmatı İslâmiyet’e dâhil etme hususunda gösterilen müsamaha (gevşeklik) bir ifrat idi.
• Tefrit (Tepkisel Reddiyecilik): Bu ifrat, bir tefrite sebeb oldu. Ehl-i tenkid (insafsız tenkitçiler), Hakaik-i Âliye (yüce hakikatler) içine karışmış bu çürük şeyleri gördüklerinde, “umum defineyi kalp (sahte) ve umum elmaları acı zannedip” İslâm’ın bütün hakikatlerinden ürktüler ve nefret ettiler.
Halbuki bir bostana dışarıdan düşmüş “çürük ve acı bir elma” yüzünden bütün bostanı, veya bir defineye girmiş “bir silik para” yüzünden bütün defineyi inkâr etmek, hak ve insaf değildir.

HÂTİME’NİN İZAHI:
(Çözüm Teklifi: Meşveret ile Kolektif Tefsir)

Bu iki mukaddemenin tahlilinden sonra, Üstad Hazretleri bir Hâtime (Sonuç) ile çözüm teklifini sunar:
• İhtiyaç: Efkâr-ı umumiye (kamuoyu), Kur’an’ın hakikatlerini bu asrın idrakine uygun bir şekilde izah edecek yeni bir Tefsir-i Kur’an istemektedir.
• Usûl: “Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır.” Yani, zamanın getirdiği yeni ilimler (İkinci Mukaddeme’de bahsi geçen fünun-ekvan) ve hadiseler, Kur’an’ın bazı gizli hakikatlerini ortaya çıkaran birer keşif aracıdır.
• Teklif (Çözüm): “Müfessir-i Azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde (büyük tefsirci olan zamanın başkanlığı altında)”, her fende mütehassıs (uzman) olan Muhakkikîn-i Ülemadan (araştırmacı âlimlerden) müteşekkil bir “meclis-i meb’usan-ı ilmiye” (bir ilim meclisi, bir nevi bilim akademisi) teşkil edilmelidir.
• Vazifesi: Bu meclis, meşveret ile (danışarak) bir tefsir te’lif etmeli; böylece geçmiş tefsirlerde münkasım (dağınık) bulunan mehasin (güzellikler) ve kemalâtı, mühezzebe (düzeltilmiş, ayıklanmış) ve müzehhebe (yaldızlanmış, süslenmiş) bir surette cem’ etmelidir (toplamalıdır).
• Gerekçe: Bu, meşrutiyet (meşveret) devrinin ruhuna uygundur. Zira İcma-i Ümmet (Ümmetin fikir birliği) nasıl bir hüccet ise, böyle bir âlimler heyetinin meşvereti de o derece kuvvetli bir hüccet olacaktır.
Bu teklif, Kur’an’ın sadece dinî ilimler açısından değil, aynı zamanda fünun-u ekvan (kozmik bilimler, fen bilimleri) açısından da tefsir edilmesi gerektiğini ve bunun tek bir şahsın değil, Telahuk-u Efkâr (İkinci Mukaddeme) prensibine uygun olarak bir şûrâ-yı ilmiye (ilim şûrâsı) marifetiyle yapılması gerektiğini isbat eder.
﴿…وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِ…﴾
Meali: “…İş hakkında onlara danış…” (Âl-i İmrân, 3:159)
﴿…وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ…﴾
Meali: “…Onların işleri, aralarında danışma (şûrâ) iledir…” (Şûrâ, 42:38)

 

===============•-•===============

 

Dördüncü Mukaddeme
Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir. Yani sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak veyahut başka ağraz için, zalimane ve istibdadkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede… Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san’atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı san’atperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise; “Senin dest-i hattındır” denilir ise; o emir san’atın tenasüb ve müvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i’raz ve teberri edecektir. “Hâşâ ve kellâ” diyecektir. Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye -“Birşey sabit olsa, levazımıyla sabit olur.”- istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki; çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir u’cube olarak zihinlerinde tecessüm eder. Eğer istersen hayalât-ı acemane içinde perverde olan rüstem-i zâl’in timsal-i manevîsine bak, gör.. ne u’cubedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç iranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle iranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddime olduğu için şu hârikulâde şecaat hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabi’leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil na’ra vurarak “Ben nev’un münhasırun fi’ş-şahs’ım” der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak, dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.
Ey Hakikatı çıplak görmek isteyen zât!.. Bu Mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve Bab-ı Tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve Seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin
Efendi’ye de: “Bu garib sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların Zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder.” Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.
H â t i m e
İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir Dane-i Hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek Farzdır. Cem’iyete dâhil olan, cem’iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur. Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile bazı Ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehalettir. Evet Hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i Kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’an olan Ehadîs-i Sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan Tevarih-i Sahihaya kanaat ederiz.
Beşinci Mukaddeme
Mecaz, İlmin elinden cehlin eline düşse Hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, İlmin Yemin-i Nuranîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, Hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. Evet mecaz şeffafiyetiyle Şu’le-i Hakikat ondan telemmu’ eder. Fakat Hakikata inkılabıyla kesif olup, Hakikat-ı Asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir Kanun-u Fıtrîdir.
Buna şahid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün Sırlarına müracaat et. İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maâni, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür’et-i tağyire sebeb olmuşlardır. Bu kaide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maâni ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır. Bu Hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim- şeffaftır.”
İşte bak: Nasıl teşbih Hakikat olup hayluletiyle Hakikat-ı Hali münhasif etmiştir. Zira mail-i kamer, mıntakat-ül büruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zâten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse; arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur…
Ey benim şu müşevveş Sözlerimden usanmayan zât!.. Bu Mukaddimeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve Belâgatı rehber etmek gerektir.
H â t i m e
Mana-yı Hakikînin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, Makasıd-ı Şeriatın müvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. Mecazın cevazı ise, Belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı Hakikat ve Hakikatı mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meyl-üt tefrit ne derecede muzır ise öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız Felsefe-i Şeriatla Belâgat ve Mantık ile Hikmettir. Evet Hikmet derim, çünki Hayr-ı Kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. Usûl-ü müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için Hayr-ı Kesîri tazammun eden Emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece Hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki Hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsuru’l-Belâgat” bölümünde yer alan “Dördüncü Mukaddeme” ve “Beşinci Mukaddeme” metinleri, hakikat arayışında (tahkik) karşılaşılan iki büyük tehlikeyi ve hurafelerin (yanlış inançların) menbaını tasvir etmektedir.
Bu iki mukaddeme, hakikatin nasıl bozulduğunu (tahrif olduğunu) ve ilmin nasıl cehle inkılab ettiğini izah eder. Birincisi, sosyal ve tarihî bir tahrif mekanizması olan şöhret; ikincisi ise lisanî ve itikadî bir tahrif mekanizması olan mecazdır.
Talep ettiğiniz üzere, bu iki mühim konunun ayetler ve müradif (alakalı) kavramlar ışığında geniş ve detaylı izahı aşağıdadır:

BÖLÜM 1: DÖRDÜNCÜ MUKADDEME – ŞÖHRETİN HAKİKATİ PERDELEMESİ

Bu mukaddeme, “şöhret”in, bir şahsı veya fikri nasıl aslından uzaklaştırıp bir “u’cube” (garabet) haline getirdiğini ve bunun tahkik yolunu nasıl kapattığını izah eder.

1. Metnin Tahlil ve İzahı
Ana Fikir: “Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder.”
Beşerin yapısında (seciyesinde), kıymetli bir şeyi veya garip bir hadiseyi, o sahanın en meşhur şahsına isnat etme (dayandırma) meyli vardır. Bu, o söze “revac” (geçerlilik) kazandırmak veya tekzip edilmesini (yalanlanmasını) engellemek gibi maksatlarla yapılır.
• Tahrifin Mekanizması: Metin, bu isnadı “zalimane ve istibdadkârane” olarak tasvir eder. Bir milletin ortak düşünce mahsulleri (netaic-i efkârı) veya güzel ahlakı (mehasin-i etvarı) tek bir şahsa yüklenir.
• Neticesi: O şahsı bu kadar eserin “mercii” (kaynağı) olarak kabul edebilmek için, tahayyül (hayal gücü) o şahsa “levazım-ı hârikulâde” (olağanüstü gereklilikler) isnat etmeye mecbur kalır. Ona harika bir kuvvet, dehşetli bir zekâ, çok uzun bir ömür atfeder.
• Misal (Rüstem-i Zâl): İran kahramanı Rüstem misali verilir. Şecaati (cesareti) ile meşhur olduğundan, İranlıların bütün mefahirini (övünç kaynaklarını) kendi şahsında toplamış, hayallerde “şişmiş” ve hakikatten kopuk, “Gulyabanî” gibi hurafeleri arkasına takan bir efsaneye dönüşmüştür.
• Misal (Molla Nasreddin): İkinci misal olarak verilen Molla Nasreddin (Nasreddin Hoca) ise, bu durumu latif bir surette reddeder. Kendisine isnat edilen bütün o garip sözler (nevadir) için, “Ben hocayım. Onların Zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem.” der. Zira fazlası, onun “zarafetini tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder” (yapmacıklığa dönüştürür).
• Tehlike: Bu mukaddeme, “hurafatın kapısı bu yerden açılır” ve “Bab-ı Tahkik (hakikati araştırma kapısı) dahi bunun ile seddolur (kapanır)” diyerek en mühim tehlikeye işaret eder.

Hatime’nin (Sonuç) İzahı:
Hatime, bu sosyal tahlili en tehlikeli alana, yani dinî rivayetlere tatbik eder:
• “Bir Dane-i Hakikat bir harman hayalâta müreccahtır.” Az da olsa saf hakikat, hayallerle şişirilmiş bir yığından üstündür.
• “İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir.” Allah’ın bir şahsa verdiği faziletten (erdemden) fazlasını ona yüklemeye çalışmak, iyilik değil, tahriftir.
• Tatbiki (Hadis Mevzuu): Avamı teşvik (tergib) veya korkutma (terhib) gayesiyle, uydurma rivayetleri (Ehadîs-i mevzua) İbn-i Abbas (r.a.) gibi ilmiyle meşhur zatlara isnat etmek, tam da Dördüncü Mukaddeme’de anlatılan “şöhret” hastalığının bir neticesidir. O sözün kabul görmesi için İbn-i Abbas’ın şöhreti kullanılır.
• Çözüm: “Hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir… Müfessir-i Kur’an olan Ehadîs-i Sahiha bize kifayet eder.”

2. Müradif (Alakalı) Kavramlar
• İfrat ve Taassup: Bir şahsı sevmede veya ona kıymet vermede ifrata (aşırılığa) gitmek, hakikati görmeye mani olan bir taassup perdesi çeker.
• Tahkik ve Tenkit: Şöhretin parlaklığı, aklın tahkik ve tenkit kabiliyetini köreltir. “Bunu falan zat söylemişse doğrudur” şeklindeki taklidî yaklaşım, tahkikî imanın zıddıdır.
• Şirk-i Hafî (Gizli Şirk): Sebeplere ve şahıslara, kabiliyetlerinin ve Allah’ın onlara verdiği hissenin fevkinde bir makam, tesir ve ilim isnat etmek, rububiyet-i İlahiyeye karşı bir nevi gizli ortak koşma manasına gelir.
• Rivayetperestlik: Delile (isbata) ve senedin sıhhatine bakmaksızın, sadece meşhur bir kitaptan veya şahıstan geldiği için bir haberi kabul etme hastalığıdır.

3. Konuyla Alakalı Ayet-i Kerimeler ( Meali)
Şöhrete veya zanna değil, hakikate ve ilme tabi olmayı emreden ayetler:
• Zannın Değersizliği:
$${Yûnus 10:36 – “Onların çoğu zandan başkasına uymaz. Şüphe yok ki zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yaptıklarını elbette bilmektedir.”}$$
İzah: Şöhrete dayalı isnatlar, ilim değil, “zan” kategorisindedir. Zan ise hakikat namına bir değer taşımaz.
• Bilmediğinin Ardına Düşmemek (Tahkik Emri):
$${İsrâ 17:36 – “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”}$$
İzah: Bir sözün meşhur bir zata ait olup olmadığını tahkik etmeden kabul etmek, tam da bu ayetin nehyettiği (yasakladığı) bir davranıştır.
• Şahısları Aşırı Yüceltmenin Yasaklanması (İfrat):
$${Nisâ 4:171 – “Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Şu hâlde Allah’a ve peygamberlerine inanın. “(İlah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”}$$
İzah: Bu ayet, Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’yı (a.s.) şöhretinden ve harika vasıflarından dolayı nasıl ilahlaştırdığını (ifrat) gösterir. Aynı tehlike, başka şahıslar için de geçerlidir.
• Allah Adına Yalan Uydurmak (Mevzu Hadisler):
$${Nahl 16:116 – “Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin; çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”}$$
İzah: Peygamber (a.s.m.) adına hadis uydurmak, O’nun şöhretini kullanarak Allah’ın dinine iftira etmektir.

BÖLÜM 2: BEŞİNCİ MUKADDEME – MECAZ’IN HAKİKATE İNKILABI

Bu mukaddeme, “mecaz”ın (metator, alegori), cehlin eline düştüğünde nasıl asıl manasını yitirip lafzî (literal) bir hurafeye dönüştüğünü izah eder.

1. Metnin Tahlil ve İzahı
Ana Fikir: “Mecaz, İlmin elinden cehlin eline düşse Hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar.”
Mecaz, aslında ilmin elinde bir vasıtadır. Hakikatin parıltısının (Şu’le-i Hakikat) kendisinden göründüğü “şeffaf” bir perdedir. Bir hakikati, insanların zihnine yakınlaştırmak için kullanılan bir teşbih (benzetme) veya temsildir.
• Tahrifin Mekanizması: Bu mecazlar “cehlin yesar-ı muzlimanesi” (cehaletin karanlık solu) tarafından “İlmin Yemin-i Nuranîsinden” (ilmin nurlu sağından) kaçırılırsa veya zamanla mecaz olduğu unutulursa, “hakikate inkılab eder.”
• Neticesi: Mecaz, asıl maksadını kaybeder. “Şarap iken serap… nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ (kocakarı)” olur. Yani, hakikati gösteren latif bir vasıta iken, hakikatin üzerini örten “kesif” (yoğun) bir engel haline gelir.
• Misal (Ay Tutulması): Metin, bu dönüşümü harika bir misalle izah eder.
• İlmî Hakikat (Ehl-i Heyet): Astronomi alimleri, Ay’ın yörüngesinin (mail-i kamer) Dünya’nın yörüngesiyle (mıntakat-ül büruc) kesiştiği iki varsayımsal noktaya “Re’s” (Baş) ve “Zeneb” (Kuyruk) adını verdiler. Bu iki kavisi, bir yılan veya ejderhaya (Tinnîn) teşbih ettiler. Ay bu noktalara geldiğinde Dünya’nın gölgesi (hayluleti) ile tutulur (inhisaf).
• Cehlin Elinde Mecaz: Üstad’ın çocukken validesinden duyduğu cevap: “Yılan Ay’ı yutmuş.”
• Tahlil: Alimlerin kullandığı “Tinnîn” (yılan/ejderha) teşbihi, avamın elinde hakiki bir yılana dönüşmüştür. Mecaz, hakikate inkılab etmiş ve asıl ilmî hakikatin (arzın hayluleti) üzerini örtmüştür.
• Tehlike: “Bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler.”

Hatime’nin (Sonuç) İzahı:
Hatime, bu lisanî tahrifin itikadî (inançlı) sahada doğurduğu iki zıt (aykırı) ve tehlikeli mezhebi tasvir eder:
• Tefrit (Eksiklik) – Zahiriyyun: “Herşeyi zahire hamlettire ettire… Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek.” Bu görüş, dindeki (Kur’an ve Sünnet’teki) bütün mecazları, teşbihleri ve temsilleri reddedip her şeyi zahirî, lafzî manasına alır. Bu durum, Allah’a mekân ve cisim isnat etmeye (teşbih ve tecsim) kadar giden bozuk itikatlara sebep olur.
• İfrat (Aşırılık) – Bâtıniyyun: “Herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra… Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek.” Bu görüş ise, dinin zahirî (açık) ve muhkem (temel) emirlerini (namaz, oruç, hac gibi) dahi “bunlar mecazdır, bunların derûnî/batınî manaları vardır” diyerek reddeder. Bu da şeriatın inkârına ve ilhada (dinsizliğe) kapı açar.

Çözüm (Hadd-i Evsat – Orta Yol):
Metin, bu iki aşırılığı kıracak “Hadd-i Evsat”ı (dengeli orta yolu) gösterir: “Felsefe-i Şeriat (Şeriatın hikmeti/felsefesi), Belâgat (Söz sanatları ilmi) ve Mantık ile Hikmettir.”
Bir ifadenin hakikat mi mecaz mı olduğunu anlamak için, o ifadenin Belâgat kaidelerine uyup uymadığına, Mantık süzgecinden geçip geçmediğine ve Şeriatın genel maksatlarına (Makasıd-ı Şeriat) uygun olup olmadığına bakmak lazımdır.

2. Müradif (Alakalı) Kavramlar
• Muhkem ve Müteşabih: Kur’an ayetlerinin bir kısmı “muhkem” (manası açık, temel), bir kısmı “müteşabih”tir (manası kapalı, teşbihe veya tefsire muhtaç). Mecazlar, müteşabih kısmına dahildir.
• Teşbih ve Temsil: Hakikatleri akla yakınlaştırmak için kullanılan benzetme ve misal getirme sanatıdır.
• Hakikat ve Mecaz: Kelimenin asli manası (hakikat) ve asli manası dışında bir alaka ile kullanıldığı ikinci manasıdır (mecaz).
• Tevil: Müteşabih bir lafzı, muhtemel manalarından birine (Kur’an ve Sünnet’in bütünlüğüne uygun olarak) hamletmektir.
• Tahrif: Kelimenin manasını bozmak veya saptırmaktır. Mecazı hakikat zannetmek bir tahriftir.

3. Konuyla Alakalı Ayet-i Kerimeler ( Meali)
• Kur’an’ın Muhkem ve Müteşabih Olması:
$${Âl-i İmrân 3:7 – “Kitabı sana indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, “Biz ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır” derler. (Bu incelikleri) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”}$$

İzah: Bu ayet, tam da Beşinci Mukaddeme’nin merkezindedir. “Kalplerinde eğrilik olanlar” (cehalet veya kötü niyet), “müteşabih” (mecaza açık) ayetlere takılarak fitne çıkarırlar. “İlimde derinleşmiş olanlar” ise (ehl-i ilim), onların mecaz olduğunu bilir ve hadlerini aşmazlar.
• Allah’ın Temsil ve Mecaz Kullanması:
$${İbrâhîm 14:24-25 – “Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. (O ağaç), rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle misaller getirir.”}$$
İzah: Allah Teâlâ bizzat “Kelime-i Tayyibe”yi (güzel söz, iman) bir ağaca teşbih etmiştir. İlim sahibi bilir ki bu bir temsildir. Cehil ise burada hakiki bir ağaç arayabilir.
• Dengeli Ümmet (Hadd-i Evsat):
$${Bakara 2:143 – “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık. Peygamberin yöneldiği kıbleyi (Kâbe’yi) biz ancak peygambere uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırmak için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiklerinin dışındakilere elbette ağır gelir. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.”}$$
İzah: İslam ümmetinin yolu, Bâtıniyyun’un ifratı ile Zahiriyyun’un tefriti arasında “vasat” (dengeli, orta) yoldur.

HÜLASA (GENEL SONUÇ)
İzahı talep edilen bu iki Mukaddeme, hakikati tahrif eden iki ana yolu göstermektedir:
• Dördüncü Mukaddeme: Tarihî ve sosyal alanda, “şöhret”i kullanarak şahısları ve rivayetleri abartmak, onlara aslı olmayan şeyleri isnat etmek. Bu, tarih ve hadis ilimlerindeki hurafelerin kaynağıdır.
• Beşinci Mukaddeme: Lisanî ve itikadî alanda, “mecaz”ı yanlış anlayarak teşbihi hakikate çevirmek. Bu, tefsir ve kelam ilimlerindeki hurafelerin (örneğin tecsim/teşbih) veya sapkınlıkların (örneğin Bâtınîlik) kaynağıdır.
Her ikisinin de ortak neticesi hurafat üretmek, ortak düşmanı ise tahkik (araştırma) ve ilimdir. Üstad’ın sunduğu çözüm reçetesi ise; ifrat ve tefritten uzak duran, Mantık, Belâgat ve Şeriatın Hikmeti (Makasıdı) üzerine bina edilmiş bir “Hadd-i Evsat” (orta yol) anlayışıdır.

 

===============•-•===============

 

Altıncı Mukaddeme
Meselâ: Tefsirde mezkûr olan herbir emir, Tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim İlme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. Şöyle müsellemattandır ki: Hendese gibi bir san’atta mahir olan zât, tıb gibi başka san’atta âmi ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki Usûl-ül Fıkıhta Müçtehid olsa, İcma-ı Fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmidir.
Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin Suret-i Hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.
Tenvir için bir latife-i faraziyedir:
Nasılki başka Âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa; halbuki ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş belki herbirisinden bazı a’zasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ: İnsandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve imame gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali; yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu; insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasılki imtizacsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-i hayat böyle u’cubelere müsaid değildir diyecekler ve nakkaşı müttehem edecekler. Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen (Kürdçedir.) ve zenav gibi yapmaktır. Hem de âdât-ı müstemirredendir ki; Kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira Ulûm birbirini intac ve birbirinin elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur ki; bir fende te’lif olunan bir Kitabda o fennin mesaili o Kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekatı çıkabilir. Bu Sırdan gaflet iledir ki; bir Şeriat veya bir Tefsir Kitabında istitraden derc olunmuş bir mes’eleyi gören bir zahirperest veya mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve Tefsir böyle” der. Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet düşman olsa, o bahane ile der: Şeriat veya Tefsir (hâşâ) yanlış.
Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve Şeriat başkadır, Tefsir ve Şeriatta te’lif olunan Kitab yine başkadır. Zira Kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden kurtulacaksın. Dikkat et, nasılki bir evin levazım-ı mütenevviası yalnız bir san’atkârdan alınmaz, belki herbir hacette o san’atta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de Saadet-Saray-ı Kemalâtta o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki; birinin saati kırılsa terziye saatimi dik dese; yuhadan başka cevab var mıdır?..
İ ş a r e t : Bu Mukaddimenin Üss-ül Esası budur ki: Sâni’-i Zülcelal’in Hilkat-i Âlemde cari ve taksim-ül a’mal kaidesinden akan Kanun-u Tekemmül ve Terakkide mündemiç olan Rıza ve İşaretinin İmtisali Farz iken, İtaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül a’mali muktezi olan Hikmet-i İlahiyenin Dest-i İnayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla Şeriat-ı Hilkatin Farz-ül Kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir Emr-i Manevî vermişken, sû’-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk ile zayi’ edip söndürdük. Elbette isyan eden, cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen Şeriat-ı Fıtriyenin Evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak, Taksim-ül A’mal Kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz Taksim-ül A’malin ameli ile Cinan-ı Ulûma dâhil olmuşlardır.
H â t i m e
Bir gayr-ı müslim yalnız Mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; Tefsirin veya Şeriatın Kitablarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin mes’elesi girmesiyle Tefsir veya Şeriat olamaz. Hem de bir Müfessir veya Fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız Nefs-i Şeriat ve Tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz Tefsir, Şeriat Kitablarına girmiş Emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur. Evet bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksim-ül mehasin ve tefrik-ül mesaî olan Kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir.
Hem de mantıkça müsellemdir ki: Hüküm, mevzu ile mahmulün yalnız vechün-mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise, o fenden değildir. Başka fennin mesailinden olmak gerektir.
Hem de mukarrerdir ki; âmm, hassa delalat-ı selâsenin hiçbirisi ile delalet etmez. Meselâ: Tefsir-i Beyzavî’de
( بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) olan Âyetinde ermeniye ve Azerbeycan dağlarının mabeyninde olan teviline nazar-ı kat’î ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen Nakildir. Hem de tayini Kur’an’ın medlûlü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, Âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. Binaenaleyh o müfessir-i celilin Tefsirdeki meleke-i rasihasına böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şübheleri îras etmek, insafsızlıktır. İşte asıl Hakaik-i Tefsir ve Şeriat meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor. O Hakaikteki vuzuh ve kuvvettir, benim gibi bir âcize cesaret veriyor. Ben de dava ederim: Tefsirin ve Şeriatın ne kadar Hakaik-i Esasiyesi varsa birer birer nazar-ı tedkike getirilse, görülür ki; Hakikatten çıkıp Hikmet ile tartılıp Hak olarak Hakka munsarıftır. Ne kadar şübheli noktalar varsa; umumen cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin Asl-ı Hakikatlerine bir şübhesi varsa; işte meydan kendini izhar etsin!..

​— · ⁖ · —

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Muhakemat isimli eserinin, “Birinci Makale (Unsur-ul Hakikat)” bölümünde yer alan “Altıncı Mukaddeme”dir. Bu mukaddeme, ilimlerin mahiyeti, usûlü, tenkidi ve sahaları hakkında fevkalade ehemmiyetli bir “usûl” dersidir. Bilhassa tefsir ve şeriat gibi ulûm-u âliyenin (yüce ilimlerin) nasıl anlaşılması ve bu sahalarda yazılan eserlerin nasıl tenkit edilmesi gerektiğine dair sarsılmaz kaideler vaz’etmektedir.
Bu mukaddemenin geniş ve tafsilatlı izahını, ayetler ve müradif (alakalı) kavramlar ile birlikte aşağıda takdim ediyorum:

Altıncı Mukaddeme’nin Geniş İzahı: İhtisas, Usûl ve Tenkit

Bu mukaddemenin temel gayesi, “ilimde ihtisas” (uzmanlaşma) prensibini ve “taksim-ül a’mal” (iş bölümü) kaidesini müdafaa etmek; bu kaideye riayet etmemekten kaynaklanan vahim hataları, bilhassa tefsir ve şeriat ilimlerine yöneltilen haksız tenkitleri bertaraf etmektir.
Metnin ana fikirlerini şu başlıklar altında toplayabiliriz:

1. İlimde İhtisasın Lüzumu ve “Tufeylîlik” (Parazitlik)

Üstad Bediüzzaman, mukaddemeye “İlim İlme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.” tespitiyle başlar. İlimler birbirine meded verir, ancak bir ilmin kaidesi, diğer ilme zorla tatbik edilemez (tahakküm edemez).
• Esas Fikir: Bir fende (ilim dalında) mahir (üstat) olan bir zat, başka bir fende “âmi” (cahil), “tufeylî” (parazit, başkasının sahasına izinsiz giren) ve “dahîl” (dışarıdan karışan) olabilir.
• Misaller:
• Hendese (mühendislik) sanatında mahir olan, tıb ilminde âmi olabilir.
• Usûl-ül Fıkıh (Fıkıh Metodolojisi) ilminde müçtehid dahi olsa, “fakîh” (fıkhın bizzat kendisine vakıf) değilse, fakîhlerin icmaında (görüş birliğinde) sözü muteber değildir. Zira o, fakîhlere nispeten “âmidir”.
• Müradifi (Alakalı Kavram): Liyakat, ehliyet, sahasına hürmet.
• Ayet ile İzah: Bu ihtisas prensibi, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul bir kaidesine dayanır. Cenab-ı Hak, bilmeyenin bilene müracaat etmesini emreder:
“Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine (zikir ehline) sorun.” (Nahl, 16/43)
( Meali)
Bu ayet, sadece dinî meselelerde değil, her fende ve sanatta, o fennin ehline, mütehassısına müracaat etmenin lüzumuna işaret eden küllî bir kaidedir.

2. “Malûmat-ı Perişan” ve “U’cube-i Acibe” Teşbihi

Üstad, “Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir” diyerek, her ilimden yüzeysel malûmat toplamanın (ansiklopedik malûmatfuruşluk) tehlikesini izah eder.
• Esas Fikir: Bir fenni “esas” tutup, diğer malûmatı o esasa “mütemmime” (tamamlayıcı) ve “meded verici” (yardımcı) yapmayan kimsenin bilgisi, “malûmat-ı perişan” (dağınık bilgiler) yığınıdır.
• Tenvir (Aydınlatma) İçin Latife: Bu dağınık bilgiden “suret-i acibe” (tuhaf bir suret) temessül edeceğini (şekilleneceğini) izah için harika bir faraziye sunar:
• Başka bir âlemden gelip, insanı tam görmemiş bir nakkaş, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz; attan gördüğü bir kuyruk, deveden gördüğü bir boyun, arslandan gördüğü bir başı birleştirerek bir “hayvan” sureti yapsa, ortaya “hayat şartlarına” (şerait-i hayat) müsaid olmayan, imtizaçsız (uyumsuz) bir “u’cube” (hilkat garibesi) çıkar.
• Aynen öyle de, bir fende meleke (derin kabiliyet) kazanmadan, farklı fenlerden topladığı “perişan malûmatı” birleştiren kişinin zihninde, hakikatle alakası olmayan, hayat-ı ilmiyeye (ilim hayatına) aykırı bir “u’tube-i ilmiye” teşekkül eder.

3. Şeriat-ı Fıtriye (Tabiat Kanunu) Olarak “Taksim-ül A’mal”
Mukaddemenin “İşaret” kısmı, meselenin derûnî ve hikmetli boyutunu izah eder. İhtisas, sadece beşerî bir kolaylık değil, İlahî bir kanundur.
• Esas Fikir: Sâni’-i Zülcelal (Cenab-ı Hak), kâinatı yaratırken (Hilkat-i Âlem) bir “Kanun-u Tekemmül ve Terakki” (Mükemmelleşme ve İlerleme Kanunu) vaz’etmiştir. Bu kanunun temeli “taksim-ül a’mal” (iş bölümü) kaidesidir.
• Şeriat-ı Hilkat (Yaratılış Şeriatı): Allah, insanın mahiyetine (yapısına) farklı istidatlar (kabiliyetler) ve müyulat (eğilimler) ekmiştir. Bu istidatlarla, “Farz-ı Kifaye” hükmünde olan fünun (fenler) ve sanayiin (sanatların) eda edilmesi için “Emr-i Manevî” vermiştir.
• İsyan ve Ceza: Bizler, bu fıtrî emre “sû’-i istimal” (kötüye kullanma) ile mukabele ettik. Fıtrî istidadımızı, “hırs-ı kâzib” (yalancı hırs, her şeyi isteme) ve “re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk” (riyânın başı olan üstün gelme meyli) ile zayi ettik.
• Netice: Bu “Şeriat-ı Fıtriye”ye isyan ettiğimiz için, “cehennem-i cehl” (cehalet cehennemi) ile muazzeb (azap içinde) olduk. Kurtuluş, bu İlahî kanuna, yani taksim-ül a’mal’e (ihtisasa) dönmektir.
• Ayet ile İzah: Bu fıtrî iş bölümü ve insanların birbirine muhtaç kılınması, İlahî bir taksimdir:
“Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)
( Meali)
Bu ayet, İlahî hikmetin, hayatın devamı için insanları farklı kabiliyet ve derecelerde yaratarak birbirlerine hizmet ettirdiğini, böylece medeniyetin ve ilimlerin (Farz-ı Kifayelerin) vücut bulduğunu gösterir.

4. Asıl Mesele: “Tefsir” Başka, “Tefsir Kitabı” Başkadır

Mukaddemenin asıl hedefi, önceki noktaları kullanarak, tefsir ve şeriat ilimlerine yapılan haksız tenkitleri kırmaktır.
• Zahirperestin (Yüzeyselin) Hatası: Bir “Şeriat” veya “Tefsir” kitabında, istitraden (konu dışı olarak, yeri gelmişken) derc olunmuş (eklenmiş) bir meseleyi (mesela coğrafya, tarih veya kozmolojiye dair bir notu) gören “zahirperest” (yüzeysel bakan) veya “mugalatacı” (safsata yapan) adam, hemen “Şeriat ve Tefsir böyledir!” der.
• Hâşâ, Yanlış: Eğer düşman ise, o zayıf veya o fenne ait olmayan noktayı bahane ederek “Şeriat veya Tefsir (hâşâ) yanlıştır” der.
• Üstad’ın Cevabı: “Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve Şeriat başkadır, Tefsir ve Şeriatta te’lif olunan Kitab yine başkadır. Zira Kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur.”
• Hâtime (Sonuç) ile Pekiştirme:
• Bir gayr-ı müslim mescide girmekle Müslüman olmaz. Aynı şekilde, bir tefsir kitabına coğrafya veya tarih meselesi girmekle o mesele “tefsir” veya “şeriat” olmaz.
• Bir müfessir veya fakîhin sözü, ancak “mütehassıs olduğu” sahada, yani “Nefs-i Şeriat ve Tefsirde” hüccettir (delildir).
• Onların, kitaplarına “tufeylî” (izinsiz, amatörce) olarak aldığı başka fenlere (tarih, coğrafya, tıp) dair sözleri hüccet değildir.

5. Misal: İmam Beyzavî ve (بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) Ayeti

Üstad, bu büyük hatayı İmam Beyzavî (Rh.A) tefsirinden bir misal ile izah eder:
• Mesele: Beyzavî Tefsiri’nde, Kehf Suresi’ndeki Zülkarneyn kıssasında geçen (بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ) “iki dağ arası” ifadesi tefsir edilirken, bunun “Ermeniyye ve Azerbaycan dağlarının mabeyni (arası)” olduğuna dair bir tevil (yorum/uygulama) nakledilir.
• Hata: Bu tevili gören birinin, buna “nazar-ı kat’î ile bakmak” (kesin delilmiş gibi bakmak) en büyük mantıksızlıktır.
• Neden Hata?
• Esasen Nakildir: Bu, bir coğrafî tespittir, bir nakildir; ayetin zarurî manası değildir.
• Kur’an’ın Medlûlü Değildir: Kur’an’ın asıl maksadı (medlûlü) o yerin “ismini” tayin etmek değildir. Kur’an coğrafya kitabı değildir, hidayet kitabıdır.
• Tefsirden Sayılmaz: Bu, “Âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir” (açıklamasıdır).
• Netice: Müfessir-i celil olan İmam Beyzavî’nin tefsirdeki “meleke-i rasihasına” (derin uzmanlığına) hürmet etmek gerekir. Onun uzmanlık alanı olmayan coğrafyadaki böyle “zayıf noktaları” bahane ederek şüphe îras etmek (şüphe sokmak) insafsızlıktır.
Mukaddemenin Günümüzdeki Ehemmiyeti
Bu “Altıncı Mukaddeme”, günümüzde bilhassa “Kur’an ve Bilim” veya “Hadis ve Bilim” tartışmalarında hayati bir usûl dersidir. Bir tefsir veya hadis kitabında, o günün tıp, astronomi veya coğrafya anlayışına göre istitraden (konu dışı) zikredilmiş bir bilgiyi esas alıp, o bilginin günümüz bilimiyle zıt düşmesini bahane ederek “İslam bilimle çelişiyor” demek, tam da Üstad’ın tenkit ettiği “mugalata” ve “zahirperestlik”tir.
İslam’ın “Hakaik-i Esasiyesi” (Temel Hakikatleri) yıldızlar gibi parlaktır ve bunlar hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır (dönüktür). Şüpheler ise, o hakaike sonradan karışmış veya “cerbezeli zihinlerden çıkmış” ârızî durumlardır.

 

===============•-•===============

 

Yedinci Mukaddeme
Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali Hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ِ( مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُ) ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit Hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek Hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve Haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu Sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok Hakaik-i Neyyire-i Diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan Mu’cize-i Mütevatire-i Bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal Mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan Bürhan-ı Nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.
Hasıl-ı Kelâm: Her Muhibb-i Dine ve Âşık-ı Hakikata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe Kudrete iftiradır ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü, İmam-ı Gazalî’ye dediren Hilkatteki Kemal ve Hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir.
Ey muhatab efendi! Bazan bürhanın hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse bak nasıl elmas, altun, gümüş, rasas, hadîd ilh… herbirinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir. Öyle de: Dinin makasıdı, kıymet ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa, ötekinin Vicdandır. Beriki, Sırrın Sırrındadır. Evet ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altunu verse, nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziyye ile olsa, pek yerinde yuha işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maskara olduğu gibi. Kezalik Hakaik-i Diniyeyi temyiz etmeyen ve herbirisine müstehak olduğu Hak ve itibarı vermeyen ve her Hükümde Şeriatın Sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, herbiri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, herbiri bir acemî adama benzer ki; gayet muntazam ve cesîm bir makina içinde küçük ve latif bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasib görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber, gurur-u nefs nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz’-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer…
Elhasıl: Şeriatın herbir Hükmünde Şâri’in bir Sikke-i İtibarı vardır. O Sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o Hüküm herşeyden müstağnidir. Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte Nazar-ı Hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma’-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda Zecr-i Şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinle Şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.
H â t i m e
Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyeti tenkid etmeye çalışan insafsızlar!.. Aldanmayın.. muhakeme edin.. nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz… Zira şu sizin bahanelerinize sebeb olanlar, Lisan-ı Şeriatte ülema-i sû’ ile müsemmadırlar. Onların müvazenesizlik, zahirperestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki: Herbir Hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi Bürhan-ı Neyyirdir. Nakş-ı Ezel ve Ebed üzerinde görünüyor. Evet Kelâm-ı Ezelîden gelen Ebede gidecektir. Fakat esefa! Hubb-u nefis ve tarafdar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neş’et eden teberri-i nefis ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hataya kabil olan fiilini, bir büyük zâta veyahut muteber bir Kitaba, hattâ bazan Dine, çok defa Hadîse, en nihayet Kadere isnad etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Hâşâ sümme hâşâ… Nurdan zulmet gelmez. Kendi âyinesinde görülen yıldızları setretse de, Semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez.
Ey mu’teriz ağa!.. Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane aramakla hilaf-ı şeriatla vücuda gelen ahvali ve sû’-i tefehhümden neş’et eden şübehatı sened tutmak, İslâmiyete leke getirmek pek büyük insafsızlıktır. Zira bir Müslimin herbir sıfatı İslâmiyetten neş’et etmek lâzım gelmez.
Sekizinci Mukaddime
T e m h i d : Şu gelen uzun Mukaddimeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen Mukaddime, her Kemali mahveden ye’si öldürür. Ve herbir Saadetin mayesi olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu: Ebna-yı maziyle ebna-yı müstakbeli müvazene etmektir. Hem de mekatib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i İlim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen Medrese-i Efkâr bir tarzda değildir. Evvelâ: Ebna-yı maziden muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vustâ ve ûlâdır. Amma Millet-i İslâm, üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan onikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim. Bundan sonra malûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galib, ya Akıl veya Basardır. Tabir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya Haktır veya kuvvettir. Veyahut ya Hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya Müyulat-ı Kalbiyedir veya Temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya Hüdadır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan Ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebna-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine müsahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti. Beşaret veriyor ki: Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet, Sema-i Müstakbelde ve Asya’nın Cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya Kuvve-i Belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vakta ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren Hakaik-i Hikmetin maden-i tebahhuratı Efkâr ve Akıl ve Hak ve Hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan Meyl-i Taharri-i Hakikat ve Aşk-ı Hak ve menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz… Biz Ehl-i Haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin Hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümferma, kuvvet ve heva ve tabiat ve müyulat ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde, -velev filcümle olsun- istibdad ve tahakküm var idi. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de Keşf-i Hakikata mani olan iltizam ve taassub ve tarafdarlığın müdahaleleri idi. Hasıl-ı kelâm: Müyulat muhtelife olduklarından tarafdarlık hissi, herşeye parmak vurmak ile ihtilafatla ihtilâl çıkarıldığından, Hakikat ise kaçıp gizlenirdi. Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de Nazar-ı Şeriatta mezmum ve Uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafîdir. Hattâ o derece oluyor; bunlardan biri taassub ve safsatasını terkederek nâsın icma’ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezheb ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki taassub yerinde Hak ve safsata yerinde Bürhan ve tadlil-i gayr yerinde Tevfik ve Tatbik ve İstişare ederse, dünya birleşse Hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasılki Zaman-ı Saadette ve Selef-i Sâlihîn zamanlarında hükümferma Hak ve Bürhan ve Akıl ve Meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, ( İnşaallah )هistikbalde bitamamihi hükümferma kuvvete bedel Hak ve safsataya bedel Bürhan ve tab’a bedel Akıl ve hevaya bedel Hüda ve taassuba bedel Metanet ve garaza bedel Hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel Temayülat-ı Ukûl ve hissiyata bedel Efkâr olacaklardır; karn-ı evvel ve sâni ve sâlis’teki gibi ve beşinci karn’a kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet Hakkı mağlub eylemiş idi.
Saltanat-ı efkârın icra-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi O Ziya ile istifadeye başlamıştırlar. Hem de Meşveret-i Efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı katı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan Hakk-ı Sabit ile Hakaiki rabteylemesidir. Bunun neticesi; bâtıl, Hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.
Ey İhvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı hal ile bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı َ ( قَدْ جَاءَ الْحَقُّ وَ زَهَقَ الْبَاطِلُ )boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip, yüksek ses ile ilân ediyor ki: Dehre ve tabayi’-i beşere, Damen-i Kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız Âlem-i Kevnde Adalet-i Ezeliyenin Tecelli ve Timsali olan Hakikat- ı İslâmiyettir ki, asıl İnsaniyet-i Kübra denilen şey odur.
İnsaniyet-i Suğra denilen Mehasin-i Medeniyet, Onun mukaddimesidir. Görülmüyor mu ki: Telahuktan neş’et eden Tenevvür-ü Efkâr ile toprağa benzeyen evham ve hayalâtı Hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki: Nücum-u Sema-yı Hidayet olan o Hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır. ِ( عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ )
Eğer istersen istikbal içine gir, bak! Hakikatlerin meydanında Hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde teslis içinde Tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl Tevhid-i Mahz ve İtikad-ı Kâmil ve Akl-ı Selim kabul ettiği Akide-i Hak ile mücehhez ve seyf-i bürhan ile mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse; nasıl birden mağlub ve münhezim oluyor…
Kur’an’ın Üslûb-u Hakîmanesine yemin ederim ki: nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız Aklı azl ve Bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde Hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin Hakikat üzerinde olan teessüs ve Bürhan ile takallüdü ve Akıl ile meşvereti ve Taht-ı Hakikat üstünde bulunması ve Ezelden Ebede müteselsil olan Hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’-i beşeri Vicdana havale ve Aklın istişaresine hamlettiriyor.

Diyor:

اَفَلَا يَنْظُرُونَ

ve

فَانْظُرُوا

ve

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ

ve

اَفَلَا يَتَذَكَّرُونَ

ve

تَفَكَّرُوا

ve

مَا يَشْعُرُونَ

ve

يَعْقِلُونَ

ve

مَايَعْقِلُونَ

ve

يَعْلَمُونَ

ve

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ

Ben dahi derim:

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ

Hâtime

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ

Zahirden ubûr ediniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esah ve lâzım…

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserde yer alan “Yedinci Mukaddeme” ve “Sekizinci Mukaddeme” başlıklı metinlerin tafsilatlı bir izahını, mevzuyla alakalı ayetler ve temel kavramların (müradiflerinin) tahliliyle birlikte takdim ediyorum.
Bu iki mukaddeme, birbirini tamamlayan iki mühim hakikati ders vermektedir:
• Yedinci Mukaddeme: Dinin tebliğinde ve anlaşılmasında mübalağa (abartı) ve ifratın (aşırılığın) ne kadar zararlı olduğunu, hakikatin güzelliğinin müvazene (denge) ile kaim olduğunu izah eder.
• Sekizinci Mukaddeme: İnsanlık tarihini mazi (geçmiş) ve istikbal (gelecek) olarak iki devreye ayırır. Mazide hissiyat ve kuvvetin hâkim olduğunu, istikbalde ise akıl, ilim ve bürhanın (delilin) hâkim olacağını; İslamiyet’in de tam olarak aklın ve bürhanın dini olması cihetiyle istikbalin dini olacağını isbat eder.

BİRİNCİ BÖLÜM: YEDİNCİ MUKADDEME (MÜBALAĞA VE MÜVAZENESİZLİĞİN TEHLİKESİ)

Bu mukaddeme, din namına yapılan tebliğ ve nasihatlerdeki en mühim hastalıklardan birine, yani mübalağaya (abartıya) ve mücazefeye (ölçüsüzlüğe) dikkat çeker.

1. Mübalağanın Yapısı: Hakikati Tahriptir

Metin, mübalağayı “ihtilâlcidir” (yıkıcı, düzen bozucu) olarak tasvir eder. İnsanın yapısında, lezzet aldığı veya anlattığı bir şeyi abartma meyli (meyl-ül mücazefe) olduğunu belirtir. Fakat bu “seciye-i seyyie” (kötü haslet) dine tatbik edildiğinde, “iyilik etmek, fenalık etmek demektir.”
• Temel Kavramlar:
• Mübalağa / Mücazefe / İfrat: Bir şeyi haddinden fazla göstermek, ölçüyü kaçırmak, tefritin (azımsamanın) zıddı.
• Müvazene / Tenasüb: Denge, itidal, ölçü. Hakikatin güzelliği (hüsnü) ancak müvazene ile ortaya çıkar.
• Hakikat: Dinin özü, gerçeğin ta kendisi. Kendi güzelliği için mübalağaya ihtiyacı yoktur.
Bediüzzaman, bu durumu bir ilacın dozunu artırarak onu zehre çevirmeye benzetir (“devayı dâ’e inkılab etmektir”).
• Misal: Metinde zikredildiği gibi, “gıybeti katle müsavi” (gıybeti adam öldürmekle bir tutmak) veya “bir dirhemi tasadduk etmek Hacca mukabil tutmak” gibi müvazenesiz sözler;
• Ters Etki Yapar: Hakikatte daha büyük günah olan katil ve zinayı tahfif (hafifletir) eder.
• Kıymeti Düşürür: Haccın azametli kıymetini tenzil (aşağı çeker) eder.
Bu sebeple vaiz, “hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.” Zira müvazenesiz sözler, “çok Hakaik-i Neyyire-i Diniyenin husufuna (parlak dinî hakikatlerin sönükleşmesine) sebeb olmuşlardır.”

2. Mübalağanın Mu’cizeye Zararı: İnşikak-ı Kamer Misali

Metin, bu mübalağa hastalığının en bariz misallerinden birini zikreder: İnşikak-ı Kamer (Ay’ın yarılması) mu’cizesi. Bu, “Mu’cize-i Mütevatire-i Bahire” (tevâtürle sabit, parlak bir mu’cize) olduğu halde, bazı mübalağacıların “arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve”si, yani Ay’ın yeryüzüne inip Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) cebine girdiği şeklindeki asılsız ilaveler, bu güneş gibi parlak mu’cizeyi sönük bir yıldız (Süha yıldızı) gibi “mahfî” (gizli) bırakmış ve “münkirlerinin bahanelerine kapılar açmıştır.”

3. Netice: “Mücazefe Kudrete İftiradır”
Hakikate âşık olan kişi, mücazefeden (ölçüsüzlükten) kaçınmalıdır. Zira her şeyin bir kıymeti vardır ve onu aşmak, Allah’ın kudretine ve hilkatteki (yaratılıştaki) kemal ve hüsne (güzelliğe) karşı bir adem-i kanaat (kanaatsizlik) ve istihfaf (hafife alma) demektir.
Bu bölüm, “ulema-i sû'” (kötü alimler) olarak isimlendirilen, dini zahirperestlik (yüzeysellik) ve müvazenesizlik ile anlatanların, İslamiyet’e perde olduğunu ve insafsız tenkitçilerin de bu perdeye bakarak aldandığını belirtir. Hâlbuki o hicabın (perdenin) arkasına bakılsa, “herbir Hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi Bürhan-ı Neyyirdir.”

4. Mevzu ile Alakalı Ayet-i Kerimeler

Yedinci Mukaddeme’nin tenkit ettiği ifrat, mübalağa ve haddi aşma, Kur’an-ı Kerim’in şiddetle nehyettiği bir durumdur. Kur’an daima mizan (denge) ve vasatı (orta yolu) emreder.
• Dinde Haddi Aşmanın (İfratın) Yasaklanması:
• $${قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُوا أَهْوَاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَأَضَلُّوا كَثِيرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ}$$
• Meal : “De ki: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan çıkan bir kavmin heva ve heveslerine uymayın.”” (Mâide Sûresi, 5:77)
• $${يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ…}$$
• Meal : “Ey Ehl-i kitap! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyin…” (Nisâ Sûresi, 4:171’den bir bölüm)
• Mizan (Denge) ve Vasat (Orta Yol) Emri:
• $${وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ ﴿٧﴾ أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ ﴿٨﴾ وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ}$$
• Meal : “Göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. (7) Sakın dengeyi bozmayın. (8) Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın. (9)” (Rahmân Sûresi, 55:7-9)
• $${وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا…}$$
• Meal : “Böylece, sizler insanlara birer şahit olasınız ve Peygamber de size bir şahit olsun diye sizi vasat (dengeli) bir ümmet yaptık…” (Bakara Sûresi, 2:143’ten bir bölüm)

İKİNCİ BÖLÜM: SEKİZİNCİ MUKADDEME (MAZİ VE İSTİKBAL MÜVAZENESİ)

Bu uzun ve son derece mühim mukaddeme, ümitsizliği (ye’si) öldüren ve ümidi (recayı) hayatlandıran bir beşaret (müjde) verir. İnsanlık tarihini iki ana eksende tahlil eder.

1. Mazi ve İstikbalin Tahlili
Metin, maziyi ve istikbali (geleceği) şu şekilde ayırır:
• Ebna-yı Mazi (Geçmişin Evlatları): (İslam’ın ilk asırları hariç, takriben 5. asırdan 12. asra kadar olan devre).
• Hâkim Unsur: Hissiyat (duygular), Kuvvet, Heva (nefsanî arzular), Tab’ (mizaç) ve Garaz (kin).
• Neticesi: İstibdad (baskı), Tahakküm (zorbalık), Husumet (düşmanlık), Taassub (körü körüne bağlılık) ve İhtilafat (anlaşmazlıklar).
• İkna Yöntemi: O devirde hissiyat hâkim olduğundan, iknaiyat-ı hitabiye (hitabete dayalı ikna) kâfi idi. Müddeayı (iddia) süslemek, hayale hoş göstermek bürhanın yerini tutardı.
• Ebna-yı Müstakbel (Geleceğin Evlatları): (Günümüz ve sonrası).
• Hâkim Unsur: Efkâr (düşünceler), Akıl, Hak (gerçek), Hikmet, Bürhan (delil) ve Hüda (doğru yol).
• Neticesi: Hukuk-u Umumiye (kamu hakları), Meşveret-i Efkâr (fikir danışması), Hakk-ı Sabit (değişmez gerçek).
• İkna Yöntemi: “Biz Ehl-i Haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.”
Bu müvazeneye (karşılaştırmaya) göre, istikbalde kuvvete bedel Hak, safsataya bedel Bürhan, heva ve tab’a bedel Akıl ve Hüda hâkim olacaktır.

2. İstikbal Neden İslamiyet’in Olacaktır?

Metin, bu tahlilden yola çıkarak “Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet”in, “Sema-i Müstakbelde… bulutsuz güneş gibi pertev-efşan (ışık saçan) olacağını” müjdeler. Bunun sebeplerini şöyle sıralar:
• İslamiyet Akıl ve Bürhan Üzere Teessüs Etmiştir: Diğer dinlerin (misal olarak nasara – Hristiyanlık zikredilir) “Aklı azl ve Bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmek” ile (aklı devreden çıkarıp, delili kovup, din adamlarını körü körüne taklit etmekle) dalalete düştüğünü belirtir. Hâlbuki İslamiyet’i daima parlatan şey, “Hakikat üzerinde olan teessüs ve Bürhan ile takallüdü (delil kılıcını kuşanması) ve Akıl ile meşvereti”dir.
• İslamiyet Hikmet-i Ezeliyeye Mutabıktır: İslamiyet, Ezel’den Ebed’e uzanan kâinattaki hikmetin düsturlarına (prensiplerine) mutabıktır.
• Kur’an’ın Metodu Akla Hitaptır: Metin, Kur’an ayetlerinin sonlarının (havatim) sürekli olarak insanı vicdana havale ettiğini ve aklın istişaresine (akla danışmaya) sevk ettiğini vurgular.

3. Mevzu ile Alakalı Ayet-i Kerimeler

Sekizinci Mukaddeme’nin tamamı, Kur’an’ın akla, tefekküre ve bürhana verdiği ehemmiyet üzerine kuruludur. Metnin kendisi de bu ayetlere işaret eder:
• Kur’an’ın Akla ve Tefekküre Daveti:
• Metnin zikrettiği أَفَلَا يَنْظُرُونَ (Bakmıyorlar mı?), أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ (Hâlâ düşünmüyorlar mı?) ve فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَلْبَابِ (İbret alın ey akıl sahipleri!) gibi ifadeler, Kur’an’ın temel metodudur.
• $${إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ ﴿١٩٠﴾ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُobihimْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُbuhâneke فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ}$$
• Meal : “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. (190) Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler. (1191)” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:190-191)
• $${…كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ}$$
• Meal : “…Allah, size ayetlerini böyle açıklar ki akıl erdiresiniz.” (Bakara Sûresi, 2:242’den bir bölüm)
• Hakkın Hâkimiyeti ve Delil (Bürhan) Talebi:
• Metnin müjdelediği istikbal, Hakk’ın bâtıla galebesidir.
• $$\{وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا}$$
• Meal : “De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.”” (İsrâ Sûresi, 17:81)
• Din, iddia değil, isbat ve bürhan ister.
• $${…قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ}$$
• Meal : “…De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı isbat edecek) delilinizi getirin.”” (Bakara Sûresi, 2:111’den bir bölüm)
• $${أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ آلِهَةً قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ…}$$
• Meal : “Yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “Delilinizi getirin!…”” (Enbiyâ Sûresi, 21:24’ten bir bölüm)

HÂSIL-I KELÂM (NETİCE)

Bu iki mukaddeme, İslamiyet’in özünün Hakikat olduğunu ve hakikatin iki düşmanı olduğunu gösterir:
• Dahilî Düşman (Yedinci Mukaddeme): Mübalağa, ifrat, taassub ve müvazenesizliktir. Bunlar, hissiyatın akla galebe çalmasıyla olur ve dini çirkin gösteren “ulema-i sû'” tavrıdır.
• Zahirî Düşman (Sekizinci Mukaddeme): Aklı ve bürhanı reddeden safsata, heva ve kuvvettir.
Sekizinci Mukaddeme müjdeler ki, istikbal aklın ve bürhanın devri olacaktır. Bu devir, fıtraten, Yedinci Mukaddeme’de tenkit edilen mübalağayı ve hissî taşkınlığı reddedecektir.

Netice olarak, istikbalde Hak (İslamiyet) hâkim olacak ve bu hâkimiyet, Hakk’ın kendi bürhanlarına ve aklî temellerine dayanacaktır; hissî mübalağalara değil.
Metnin sonundaki şu cümle, her iki mukaddemenin de özeti mahiyetindedir:
“Zahirden ubûr ediniz! (Yüzeysellikten geçiniz!) Hakikat sizi bekliyor.”
$${…فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَلْبَابِ}$$
“…Ey akıl sahipleri! İbret alın.” (Haşr Sûresi, 59:2’den bir bölüm)

 

===============•-•===============

 

Dokuzuncu Mukaddeme

Ukûl-ü Selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte Hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev’de olan Hüsn-ü İntizamına keşşaftır. Demek cemi’ fünun, Hüsn-ü İntizama birer şahid-i sadıktır. Evet külliyet İntizama delildir. Zira birşeyde İntizam olmazsa, Hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahidleri tezkiye eden, Nazar-ı Hikmetle İstikra-i Tâmmdır. Fakat bazan İntizam görülmüyor. Çünki dairesi, ufk-u nazardan daha geniş, tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, Nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve Nazar-ı Hikmetten neş’et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-ı Âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız Hüsün ve Hayr ve Hak ve Kemaldir. Amma şer ve kubuh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır. Hem de sabittir ki: Ekrem-i Halk Benî-Âdemdir. İstidadı ve san’atı buna şahiddir. Hem de Benî-Âdemin en Eşrefi, Ehl-i Hak ve Hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet buna şehadet ettiği gibi istikbalin vukuatı da tasdik edecektir. Hem de sabittir ki: Ekmel-i Küll Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Mu’cizatı ve Ahlâk-ı Kâmilesi şehadet ettiği gibi, Muhakkikîn-i Nev’-i Beşer de tasdik ederler. Hattâ a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.
Vakta ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev’-i beşer şekavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tâmmı nakz ve ibtal ve Meşiet-i İlahiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlak’ın Rahman ve Rahîm İsmine kasem ederim: Nev’-i beşer, şer ve kubuh ve bâtılı, zahmetsiz yani (biselâmet-il Emr) ile hazmedemeyecektir. Hem de Hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.
Evet Hukuk-u Umumiye-i Kâinata cinayet eden afvolunmaz, râh-ı adem verilmez. Evet binler sene şerrin galebesi yalnız bu dünyada en ekall bin sene mağlubiyet-i mutlaka ile netice verecektir. Âlem-i Uhrada Hayır, şerri i’dam-ı ebedî ile mahkûm edecektir. Yoksa Âlemin muntazama ve mükemmele ve Evamir-i İlahiyeye mutia olan sair enva’ ve ecnas; bu perişan ve şekavetçi olan nev’-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuddan iskat ve zulmethane-i ademe nefiy ve Vazife-i Hilkatten tardetmek, iktiza ve arz-ı hal edeceklerdir. Bu ise bütün istidadat-ı beşeriyeyi ve Âlemde saltanat sürmek ve Âhirette Saadet-i Ebediyeye mazhar olmak için mücehhez edilen kabiliyatı ve müyulatı abes ve beyhude olmaklığı istilzam eder. Abes ise İstikra-i Tâmma münakız olduğu gibi Sâni’-i Hakîm’in Hikmetine dahi muarız ve Nebiyy-i Sadık’ın Hükmüne de muhaliftir. Evet istikbal bu Davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise Âhirette görülecektir. Şöyle: Eşhastan kat’- ı nazar, nev’î ve umumî Hüsün ve Hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Lâkin hem şahsî, hem umumî, hem cüz’î, hem küllî olan Hüsün, Hak ve Hayır ve Kemalin Meydan- ı Galebesi ve Mahkeme-i Kübrası; ve beşeri, sair İhvanı olan Kâinat-ı Muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasib tecziye ve mükâfat veren, yalnız Dâr-ı Âhirettir. Zira onda Hak ve Adalet-i Mahza tecelli edecektir. Evet bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç olan İstidadat-ı Gayr-ı Mahdude ve Ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sünbüllenmesine müsaid değildir. Beslemek ve terbiye için başka Âleme gönderilecektir. İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair Kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet Ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i Sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi ağuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.
H â t i m e
İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünü- yor. Çünki Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler.
Birinci Kuvvet: Maarif ve medeniyet ile mücehhez olan İslâmiyetin Kuvvet-i Hakikiyesidir.
İkincisi: Tekemmül-ü mebadi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir.
Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş’et eden tenebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmil ile mücehhez olan gıbta ve rekabet ve kin-i muzmerdir.
Dördüncüsü: Ehl-i Tevhidin Düsturu olan Tevhid-i Kelime ve zeminin hasiyeti olan itidal ve ta’dil-i mizac ve zamanın ziyası olan Tenevvür-ü Ezhan ve medeniyetin kanunu olan Telahuk-u Efkâr ve bedeviyetin lâzımı olan Selâmet-i Fıtrat ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cür’et-i teşebbüs ile mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir.
Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan İ’la-yı Kelimetullah; İslâmiyetin Emriyle ve zamanın ilcaatıyla ve fakr-ı şedidin icbarı ile ve her arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle Hayat bulan ümid ile mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüddür. Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilâl veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran mesavi-i medeniyetin mehasinine galebesidir. Ve sa’yin sefahete adem-i kifayetidir. Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Din ve Fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.
İkincisi: Hubb-üş şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müdhiş müsavatsızlıktır. Evet şu diyanetsizlik avrupa medeniyetinin iç yüzünü öyle karıştırmış ki; o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilâliyeyi tevlid etmiş. Faraza Habl-ül Metin-i İslâmiye ve Sedd-i Zülkarneyn gibi Şeriat-ı Garranın Hakikatına iltica ve tahassun edilmezse, bu fırak-ı fesadiye, onların Âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasılki şimdiden tehdid ediyorlar.
Acaba Hakikat-ı İslâmiyenin binler mesailinden yalnız Zekat mes’elesi, düstur-u medeniyet ve muavenet olursa, bu belaya ve yılanın yuvası olan maişetteki müdhiş müsavatsızlığa deva-i şâfî olmayacak mıdır? Evet en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.
Eğer denilse: Şimdiye kadar avrupa’yı galib ettiren sebeb, bundan sonra neden etmesin?
Cevab: Bu Kitabın Mukaddimesini mütalaa et. Sonra buna da dikkat et. Sebeb-i terakkisi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan bürudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı ve sâkinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i marifet ve arzu-yu san’at ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teavün ve telahuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile Âlem bir şehr-i vâhid hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya bir meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer Tevfik refik ola…
Hâtimenin Hâtimesi
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…
Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir.
Onuncu Mukaddeme
Bir Kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aid’dir. Fakat Kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aid’dir. Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh’a aid’dir. Evet mütekellim suver ve müstetbeatta muahaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola.. Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî Sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru Müellif ve en muhakkik Hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir. Eğer bu Sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikayetin köşelerine git. Zira cüz’de cari olan, bazan küllde dahi cari olabilir.
Tenbih: Üçüncü Makale’de müşkülât ve Müteşabihat-ı Kur’aniyeye dair bir Kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle: Vakta ki, Kitab-ı Hakîm’den maksudu ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun İrşadı idi. Çünki Havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise, Havassa hitab olunan Kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise ekseri avam ve avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip Hakikat-ı Mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek yalnız zihinlerinin te’nisi için, me’luf olan ziyy ve libas ile mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise Hakikat-ı Mahza, me’luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu Sırra binaendir: Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan Tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan Müraat-ı Efham ve Mümaşat-ı Ezhan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da cereyan etti. Ezcümle:

فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ

ve

يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ

ve

جَاءَ رَبُّكَ

ve emsali… Hem de

تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

ve eşbahı… Hem de

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

ve nezairi bu üslûba birer mecradır.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ

Hâtime
H â t i m e
Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkali, ya lafız ve üslûbun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ul Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; Müşkilât-ı Kur’aniye bu kısımdandır.
T e n b i h : Hadîs-i Şerifte vârid olduğu gibi her Âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer hadd ve muttala’ı ve her hadd ve muttala’ın çok şücun ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahiddir. Bu meratibin herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa; ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir itizali intac eder. Öyle de devair ve meratib tefrik olunmaz ise, böyle neticeleri verir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserde yer alan “Dokuzuncu Mukaddeme” ve “Onuncu Mukaddeme” metinleri, iki mühim ve temel mevzuyu tafsilatlı bir surette ele almaktadır.

• Dokuzuncu Mukaddeme: Kâinattaki hayır ve şer muvazenesini, hilkatin gayesini, insanın mevkisini ve Dâr-ı Ahiretin lüzum ve zaruretini felsefî ve hikmetli bir nazarla isbat eder.
• Onuncu Mukaddeme: Kelâmın (sözün) ve bilhassa Kur’an-ı Hakîm’in nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir tefsir usûlü kaidesini vaz’ eder; müteşâbihat (manası kapalı, teşbihli) ayetlerin hikmetini “Tenezzülât-ı İlahiye” (Allah’ın, kullarının anlayış seviyesine tenezzül buyurması) prensibiyle izah eder.
Bu iki mühim mevzunun, metnin kendi tasviri ve ayetlerin ışığı altında geniş bir izahı aşağıda takdim edilmiştir:

BÖLÜM 1: DOKUZUNCU MUKADDEME’NİN İZAHI
(Kâinatta Hayrın Hâkimiyeti ve Ahiretin Zarureti)

Bu mukaddemenin temel davası, “Ukûl-ü Selime” (sağduyu sahibi akıllar) nezdinde, kâinatın yaratılışında (hilkatte) hayrın asıl ve küllî (temel ve genel), şerrin ise tebeî ve cüz’î (ikincil ve kısmî) olduğudur.

1. Hayrın Asıl Olduğunun İsbatı: Fünun (Bilimler)

Metin, bu davayı isbat için ilk olarak “fünun”u, yani bilimleri şahit gösterir:
• Esas: Âlemin her bir nev’ine (türüne) dair bir fen (bilim) teşekkül etmektedir.
• Fennin Yapısı: Her fen, “kavaid-i külliyeden ibarettir” (evrensel kaidelerden oluşur).
• Şehadet: Bir kaidenin “küllî” (genel, istisnasız) olabilmesi, o türün tamamında bir “Hüsn-ü İntizam” (mükemmel bir nizam) olduğuna “keşşaftır” (açığa çıkarıcıdır). Eğer bir şeyde intizam olmasaydı, hüküm külliyetiyle cereyan edemez, çok istisnalarla perişan olurdu.
• Netice: Demek ki, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi “cemi’ fünun” (bütün bilimler), kâinattaki bu mükemmel nizam ve hayra birer “şahid-i sadıktır.”
Bu intizamı teyit eden ise, hikmet nazarıyla yapılan “İstikra-i Tâmm”dır (bütün parçalara bakarak bütüne dair hüküm verme, tam tümevarım).

2. Şer ve İntizamsızlık Neden Görünür?

Metin, “Fakat bazan İntizam görülmüyor” itirazına şu cevabı verir:
İntizamsızlık zannı, bizim “ufk-u nazar”ımızın (bakış ufkumuzun) darlığındandır. O nizamın dairesi bizim nazarımızdan daha geniştir; biz onu “tamamen tasavvur ve ihata” edemediğimiz için, o “Nizamın tasvir-i bîmisali” (emsalsiz tasviri) kendini bize gösteremez.

Hülâsa: Kâinatın yaratılışındaki asıl maksat (maksud-u bizzât) ve mutlak galip olan; Hüsün (Güzellik), Hayır, Hak ve Kemaldir. Şer, kubuh (çirkinlik) ve bâtıl ise; bunlara tâbidir (tebaiye), mağlup (mağlube) ve gömülüdür (mağmuredir). Görünürdeki savletleri (saldırıları) ise muvakkattır (geçicidir).

3. İnsanın Mevkii ve Ahiretin Lüzumu

Bu kâinat nizamı içinde insanın (Benî-Âdem’in) yeri “Ekrem-i Halk” (yaratılmışların en keremi) ve “en Eşrefi” (en şereflisi) olmaktır. İnsanın bu âlî (yüce) mahiyetine rağmen, dünyada işlediği şerler ve yaptığı zulümler ne olacaktır?
Metin, insanın bu zulmü “hazmedemeyeceğini” ve “Hikmet-i İlahiye”nin de buna müsaade etmeyeceğini belirtir.

Ahiretin Zarureti:
Eğer şerri işleyen ve “Hukuk-u Umumiye-i Kâinata” (Kâinatın genel hukukuna) cinayet eden insan, cezasını tam çekmeden ademe (yokluğa) gitseydi, bu iki büyük zıddiyeti (paradoksu) doğururdu:
• Kâinatın İtirazı: Âlemin diğer “muntazama ve mükemmele ve Evamir-i İlahiyeye mutia” (nizamlı, mükemmel ve İlahi emirlere itaatkâr) olan varlıkları (enva’ ve ecnas), bu “perişan ve şekavetçi” insan nev’ini içlerinde kabul etmeyerek, onun yokluğa atılmasını (adem-i nefiy) ve varlık hakkından düşürülmesini (hukuk-u vücuddan iskat) talep edeceklerdi.
• Abesiyet (Saçmalık): İnsanın bu şekilde yok olması, onun “İstidadat-ı Gayr-ı Mahdude” (sınırsız kabiliyetlerini) ve “Ebed için mahluk olan müyulat ve arzularını” abes ve beyhude (boş ve manasız) kılardı.
Halbuki kâinattaki bu intizam, abesiyete (abes) zıttır. Allahu Teâlâ’nın “Sâni’-i Hakîm” (Her şeyi hikmetle yapan Sanatkâr) ismi, abesiyete müsaade etmez.
Cenâb-ı Hak bu hakikati şöyle tasvir eder:
أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 23/115 – Meali)

Netice: Bu “dar dünya”, insanın o büyük cevherinin ve sonsuz istidatlarının “sünbüllenmesine” (filizlenip açılmasına) müsait değildir. Beslenmesi ve terbiye edilmesi için “başka Âleme” (Ahirete) gönderilecektir. İnsanın “cevheri büyüktür… cinayeti dahi azîmdir.” Bu sebeple “mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz.”
Mutlaka hayrın hayır, şerrin şer olarak tam karşılığını bulacağı bir “Mahkeme-i Kübra” ve “Dâr-ı Âhiret” zaruridir. Zira orada “Hak ve Adalet-i Mahza” (sırf ve mutlak adalet) tecelli edecektir.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿٧﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿٨﴾
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.”
(Zilzâl, 99/7-8 – Meali)

4. Hatime (İslâm ve Asya’nın İstikbali)

Mukaddeme, bu küllî hayır kaidesini hususi bir alana, yani “İslâm’ın ve Asya’nın istikbali”ne tatbik eder. “Uzaktan gayet parlak görünüyor” hükmünü verdikten sonra, bu galebeyi hazırlayan beş “mukavemet-sûz” (direnç kırıcı) kuvveti zikreder. Bunların özeti şudur:
• Marifet ve medeniyetle donanmış İslâm’ın hakiki kuvveti.
• Tekâmül etmiş vesait (araçlar) ile donanmış şiddetli ihtiyaç.
• Başkalarının refahını görüp uyanmaktan (tenebbüh-ü tâm) doğan gıpta ve rekabet.
• Tevhid-i kelime, itidal, tenevvür-ü ezhan (zihinlerin aydınlanması) ve selâmet-i fıtrat (bozulmamış yapı) ile donanmış fıtrî istidat.
• Maddî terakkiye muhtaç olan İ’la-yı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) gayesi, zamanın icbarı ve ye’sin (ümitsizliğin) ölmesiyle hayat bulan medeniyet arzusu.
Buna mukabil, Batı medeniyetinin “diyanetsizlik” ve “maişetteki müdhiş müsavatsızlık” (gelir dağılımındaki dehşetli eşitsizlik) sebebiyle kendi içinde ihtilâl ve fesat fırkalarını (anarşist grupları) doğurduğunu belirtir. Bu müsavatsızlığa karşı İslâm’ın “Zekât mes’elesi”nin tek başına “deva-i şâfî” (tam şifa) olacağını vurgular.
Asya ve İslâm’ın bahtını açacak anahtarın ise “meşrutiyet ve hürriyet” olduğunu, ancak bunun mutlak bir şartı olduğunu belirtir: “Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…”

BÖLÜM 2: ONUNCU MUKADDEME’NİN İZAHI
(Kelâmın Anlaşılması ve Müteşâbihat Usûlü)

Bu mukaddeme, kelâmın (sözün) nasıl anlaşılması gerektiğine dair çok mühim bir belâgat ve tefsir kaidesini vaz’ eder.

1. Kelâmda Sorumluluk: Maksad ve Üslûb
• Ana Fikir: Bir mütekellim (konuşan), sözünden (kelâmından) “her fehme gelen şeylerde” (anlaşılabilecek her manada) sorumlu (muahaze olunmaz) tutulamaz.
• Sorumluluk Alanı: Mütekellim, sadece “irade” ettiği ve “mesûk-u lehülkelâm” (sözün asıl sevk edildiği, ana gaye) olan manadan ve “garaz ve maksad”ından sorumludur.
• Sorumluluk Dışı Alan: Fakat bu maksada ulaşmak için kullanılan “vesail” (vasıtalar), “üslûb”, “telvihat ve telmihat” (imâlar, atıflar) ve “suver-i maânî” (manaların büründüğü suretler, biçimler) mütekellimin zimmetinde değildir. Bunlar, manayı “tefhim” (anlatabilmek) için kullanılan ve “örf ve âdete” ve “kabul-ü umumîye” (genel kabule) ait olan araçlardır.

Mühim Misal (Kinaye):
Metin, bu kaideyi “kinaî” (üstü kapalı) sözle izah eder:
“Filanın kılıncının bendi uzundur” (Kılıcının bağı uzundur) = O adam uzundur.
“Ramadı çoktur” (Külü çoktur) = O adam “sahî”dir (cömerttir, çok misafir ağırlar, çok ateş yakar).
Bu sözler, o adamın “kılıcı” veya “ramadı (külü) hiç olmazsa da” sadıktır (doğrudur). Çünkü maksat kılınç değil boy, kül değil cömertliktir.

2. Kur’an-ı Kerim ve “Tenezzülât-ı İlahiye”

Bu kaidenin en mühim tatbik alanı “Müşkilât ve Müteşabihat-ı Kur’aniyeye” (Kur’an’ın anlaşılması zor ve müteşâbih ayetleri) dairdir.
• Kur’an’ın Gayesi: Kitab-ı Hakîm’in “maksudu ehemm” (en mühim maksadı), ekseriyeti teşkil eden “cumhurun İrşadı”dır (halkın çoğunluğunun, yani avamın irşadıdır).
• Avamın İdrak Sınırı: “Avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip” (alıştığı ve hayal ettiği şeylerden sıyrılıp) “Hakikat-ı Mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler.” (Yani soyut, saf hakikatleri doğrudan idrak edemezler).
• İlahi Usûl: Avamın bu hakikatleri görebilmesi için, “zihinlerinin te’nisi” (zihinlerinin yatışması, alışması) gayesiyle, o “mücerredat” (soyut hakikatler) onlara “me’luf olan ziyy ve libas ile” (alıştıkları kılık ve elbise ile) arz-ı endam eder.
• Kural: Bu durumda “surete hasr-ı nazar etmemek gerektir.” (Bakışı surette, yani o elbisede dondurup kalmamak gerekir).
İşte belâgatta “Tenezzülât-ı İlahiye” (İlahi tenezzüller), “Müraat-ı Efham” (Anlayış seviyelerini gözetme) ve “Mümaşat-ı Ezhan” (Zihinlere uygun hareket etme) tabir edilen sır budur.
Bu usûle binaen, Cenâb-ı Hak, avamın zihnine çok âlî (yüce) ve mücerred (soyut) hakikatleri, onların alıştığı suretler ve teşbihler libasında (elbisesinde) göstermiştir.

3. Metinde Zikredilen Müteşâbih Ayet Misalleri ve İzahları

Metin, bu Tenezzülât-ı İlahiye kaidesine Kur’an’dan şu misalleri verir:
• İstivâ (Hâkimiyetin Tasviri):
…ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ…
“…sonra Arş’a istivâ edendir…” (A’râf, 7/54 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Cenâb-ı Hakk’ın kâinat üzerindeki mutlak hâkimiyeti, rububiyeti ve saltanatı; mücerred (soyut) bir manadır. Avamın zihni bunu idrak edemez. Bu soyut mana, avamın “me’luf” olduğu (alıştığı) bir suret olan “padişahın tahtına oturup (istivâ edip) memleketini idare etmesi” suretinde (libasında) ifade edilmiştir. Maksat, suret (oturmak) değil, manadır (mutlak hâkimiyet).
• Yed (Kudretin Tasviri):
…يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ…
“…Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir…” (Fetih, 48/10 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Sahabelerin Peygamber Efendimiz (A.S.M.) ile yaptığı bîatı tasdik etmek, İlahi kudretin ve teyidin onlarla olduğunu bildirmek; soyut bir manadır. Bu mana, onların alıştığı “el sıkışma” ve “üstteki elin gücünü ve onayını” temsil etme suretinde ifade edilmiştir. Maksat, zahirî bir “el” değil, İlahi “kudret, ahd ve teyid”dir.
• Câe (Tecellinin Tasviri):
وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا
“Rabbinin emri gelip de melekler saf saf dizildiği zaman…” (Fecr, 89/22 – Meali)
• İzah: Cenâb-ı Hakk’ın bir yerden bir yere intikal etmesi (gelmesi) muhaldir. Burada “gelmek” (câe) suretiyle, Ahirette Allah’ın kahrının, celâlinin ve adaletinin “tecelli etmesi”, yani emrinin ve hükmünün zahir olması (ortaya çıkması) tasvir edilmiştir. Meal de bu tenezzül sırrına işaretle, manayı “Rabbinin emri gelip…” şeklinde vermiştir.
• Aynin Hamie (Görüş Ufkunun Tasviri):
…حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُbُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ…
“…Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu…” (Kehf, 18/86 – Meali’nden bir kısım)
• İzah: Bu ayet, Güneş’in hakikatte nerede battığını değil, Zülkarneyn’in (A.S.) “ufk-u nazar”ına (onun bakış açısına) göre hadisenin nasıl göründüğünü “hikâye” etmektedir. Bu, tam bir “Mümaşat-ı Ezhan”dır (Zihne uygun konuşmadır). Maksat kozmoloji dersi vermek değil, Zülkarneyn’in seyahatinin ulaştığı noktayı, onun gördüğü “suret” ile tasvir etmektir.
• Tecrî (Görünen Hareketin Tasviri):
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.” (Yâsîn, 36/38 – Meali)
• İzah: Bu ayet, “avamın” zihnine hitap ederek, gözle gördükleri “cereyanı” (akışı) esas alarak konuşur. Maksat, Güneş’in hareketinin hakikat-i ilmiyesinden (bilimsel gerçeğinden) ziyade, bu hareketin bir “Takdir-i Aziz-i Alîm” (Kudretli ve Bilen Allah’ın takdiri) olduğunu, yani bir nizam içinde bulunduğunu (intizamı) ders vermektir.

4. Hatime ve Tenbih (Zahir ve Bâtın Mertebeleri)
• Müşkilât-ı Kur’aniye: Metin, Kur’an’daki zorluğun (işkal), lafız perişanlığından (bu Kur’an’a yanaşamaz) değil, mananın “dakik, derin, kıymetdar ve gayr-ı me’luf” (çok ince, derin, kıymetli ve alışılmamış) olmasından kaynaklandığını belirtir. Bu kıymetli manalar, şevki artırmak için “fehme karşı nazlanmak” isterler.
• Meratib (Mertebeler): En mühim tenbih şudur: Her ayetin “zahir, bâtın, hadd, muttala'” gibi pek çok mertebesi ve bu mertebelerin de “şücun ve gusûnu” (dalları ve budakları) vardır.
• Tehlike (İştibak): Tehlike, bu mertebeleri “iştibak” (birbirine karıştırmak) etmekten doğan “iştibah”tır (şüphe, bulanıklık).
• Misal: “Daire-i esbab” (sebepler dairesi) ile “daire-i akaid” (inançlar dairesi) karıştırılırsa ne olur?
• Ya sebepleri tamamen inkâr edip “tevekkül namıyla bir betalet” (tembellik) ortaya çıkar.
• Ya da sebeplere hakiki tesir verip “müraat-ı esbab namıyla bir itizal” (Mu’tezile mezhebi gibi sebeplere yaratıcılık atfetme) ortaya çıkar.
İşte Kur’an’ın müteşâbih ayetlerindeki zahirî suret (elbise) ile bâtınî manayı (hakikat) ayırt edememek (tefrik edememek) de böyle hatalı neticeler verir.
Nitekim Âl-i İmrân Suresi, bu müteşâbih ayetlerin varlığını ve onlara nasıl yaklaşılması gerektiğini şöyle beyan eder:
هُوَ الَّذ۪ىٓ اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ…
“Sana kitabı indiren O’dur. Ondan, kitabın anası olan bir kısım âyetler muhkem (açık ve kesin)dir; diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler…”
(Âl-i İmrân, 3/7 – Meali’nden bir kısım)

Hülâsa: Onuncu Mukaddeme, Kur’an’ın zahirî lafzına (suretine) takılıp kalanları tenkit ederek; avamın zihnini okşayan o suretlerin (elbiselerin) altında yatan âlî (yüce) ve mücerred (soyut) maksatlara (manalara) ulaşmak için bir usûl dersi vermektedir.

 

===============•-•===============

 

Onbirinci Mukaddeme
Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir. Zevil’elbabca mukarrerdir: Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder. O kaziyelerin herbiri ayrı birer madenden çıktığı gibi, ayrı ayrı birer semere de verir. Biri birinden fark etmeyen Haktan bîgane kalır. Meselâ: Hadîste denilmiş: ( اَنَا وَ السَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ) Yani: Ben ve Kıyamet bu iki parmak gibiyiz. Mabeynimizde tavassut edecek Peygamber yoktur. Veya Hadîsin muradı ne ise Haktır. Şimdi bu Hadîs üç kaziyeyi mutazammındır:
Birincisi: Bu Kelâm Peygamberin Kelâmıdır. Bu kaziye ise, tevatürün -eğer olsa- neticesidir.
İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı Hak ve Sadıktır. Bu kaziye ise, Mu’cizelerden tevellüd eden Bürhanın neticesidir.
Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, kâzib olur. İkincisini inkâr eden adam dalalete gider, zulmete düşer.
Üçüncü kaziye: Bu Kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum. Bu kaziye ise teşehhi ile değil, İctihadın neticesidir. Zâten Müctehid olan başka Müctehidin taklidine mükellef değildir. Bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran ederler. Kal u kîl buna şahiddir. Bunu inkâr eden adam eğer İctihad ile olsa, ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir. Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır.
H â t i m e
Bu üç kaziye Hadîste cereyanı gibi Âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda bir fark-ı dakik vardır. Ve bundan başka bir Kelâmda çok Ahkâm-ı Zımniye bulunur. Fakat hususîdir. Herbiri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi olabilir.
T e n b i h : İltizam-ı hilaf ve taassub-u bârid ve meyl-üt tefevvuk ve hiss-i tarafdarlık ve vehmini bir asla irca’ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzib veya tadlil etmekle kendi Sıdk ve İstikametini ilân etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir.

وَ اِلَى اللّٰهِ الْمُشْتَكٰى

Onikinci Mukaddeme
Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalâta sapar. Sırat-ı Müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.
Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.
Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilafatı îka’ eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, Hilkatte olan Hüsün ve Azamet ve Ulviyete adem-i kanaattır. Hâşâ zevk-i fasidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki Akıl ve Hikmet nazarlarında herbiri Kudretin en bahir Mu’cizelerinden olan Hakaik-i Âlemde olan Hüsn-ü İntizam ve Kemal ve Ulviyet, o derece Dest-i Hikmet ile nakşolmuş ki: Bütün hayalperestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde Hüsün ve Kemale nisbet olunsa; o hârikulâde hayaller gayet âdi ve o Âdâtullah gayet hârikulâde bir Hüsün ve Haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’luf olan âfâk ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder. Evet gözleri açan yalnız Nücum-u Kur’aniyedir. Öyle Nücum-u Sâkıbedirler ki: Cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; Âyât-ı Beyyinat, Yed-i Beyza ile, ülfet ve sathiyetin hicablarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, Ukûlü âfâk ve enfüsün Hakaikine tevcih edip İrşad etmişlerdir.
Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile Kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan Gıda-yı Ruhanîyi zevkedemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsızlık ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder. O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi Hakikatının çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür. Hattâ Kalbe değil, belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor. Sonra bir Nazar-ı Hak gelir, onu tecrid etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına irca’ eder. “Hak gelir, bâtıl ölür” Sırrı da zahir olur.
Ezcümle: Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı mesleğim; ifrat ve tefrit ile Hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve O Elmas gibi Hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes’eleyi zikrettim. O mes’eleye temas eden Mesail-i Diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve Muhibb-i Dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, Dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; Ehl-i Diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve Ehl-i Hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir Derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki Elmas Kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, O Kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; Medreseler hayatlanacaktır vesselâm…
Hem de zahiriyyunun efkârını teşviş eden ve hayalâtını intizamdan çıkaran Sıdk-ı Enbiyanın delaili yalnız hârikulâdelerde münhasır olduklarını itikad etmeleridir. Hem de Peygamberimizin cümle Hali veya ekseriyeti, Hârika olmak itibar etmeleridir. Bu ise, vücud müsaade etmediği için mütehayyelâtları intizam bulamıyor.
Halbuki böyle itikad; Sırr-ı Hikmet-i İlahiyeden ve Hilkat-ı Âlemde cârî olan Kavanin-i İlahiyeye Peygamberlerin teslim ve ittibalarından gaflet, pek büyük bir gafletin neticesidir. Evet Peygamberimizin herbir Hal ve Hareketi, Sıdkına delalet ve Hakka temessüküne şehadet etmekle beraber, Peygamber de Âdâtullaha ittiba’ ve inkıyad ediyor. Makale-i Sâlise’de bu Sırra tenbih edilecektir.
Hem de Hârikulâdenin izharı Tasdik-ı Nübüvvet içindir. Tasdik ise, zahir olan Mu’cizatıyla, ekmel-i vech ile hasıl olabilir. Eğer hacetten fazla hârika olsa, ya abestir veya Sırr-ı Teklife münafîdir. Zira Teklif, nazarî olan şeyde bir imtihandır. Bedihiyat veya bedahete yakın olan şeylerde edna, a’lâ ile müsavi olabilir. Veyahut Cereyan-ı Hikmetin Sırrına Teslim ve İtaate muhaliftir. Halbuki Peygamberler herkesten ziyade Ubudiyet ve Teslime mükelleftirler.
Ey şu perişan Sözlerime nazar eden Talib-i Hak! Senin mahiyetinde ekilmiş olan müyulat, şu Oniki Mukaddime’de sükû- nuyla beraber cereyan eden Şems-i Hakikatın ziyasıyla, neşv ü nema bulup çiçekler açacaktır…
H â t i m e
Seyyid olmayan Seyyidim ve Seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruc haram oldukları gibi.. Hadîs ve Kur’an’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur. Fakat ziyade etmek, Nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, İlim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik Dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir.
Belki hikâyatın bakırları ve israiliyatın müzahrefatı ve teşbihatın mümevvehatı Elmas-ı Akidede, Cevher-i Şeriatta, Dürer-i Ahkâmda idhal etmek; kıymetini daha ziyade tenzil ve Müteharri-i Hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.
Hâtimenin Hâtimesi
Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, Şeriat-ı Hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san’atta intişar ve tedahül ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal… Elhasıl, fena fi-s san’at olmaktır. Vazife-i Hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. Bu Sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, İlmin şanında olan Teşvik ve İrşad ve Nasihat ve Lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebir ve ta’nif eder. İlme Hizmete bedel, İlmi istihdam eder. Buna binaen Vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, dâr-ül fünun gibi çok devaire tebdil ve tertib etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, Hikmet-i Ezeliyenin Emr-i Manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksim-ül a’male tatbik edilsin.
Tenbih: Ulûm-u Medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u Âliye (آلِيَه ) maksudu bizzât sırasına geçtiğinden, Ulûm-u Âliye ( عَالِيَه ) mühmel kaldığı
gibi, libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli ezhanı zabtederek, asıl maksud olan İlim ise, tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen Kitablar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.
Ey Birader-i Vicdan!.. Zannediyorum: Şimdi şu Mukaddimat üzerine terettüb edecek olan Kütüb-ü Selâseyi, ne mahiyette olduklarını görmek istiyorsun, fakat daha sabret. Şimdilik sana bir mevzu söyleyeceğim ki; o Kütübün bir zemin-i icmalîsini, tabir-i diğer ile küçük bir fotoğrafını veya icmalî bir haritasını teşkil eder. Hem de o Kütübde sekiz-dokuz mes’eleyi, acele edip sana takdim edeceğim. Üçüncü Makale’den sonra eğer Meşiet-i İlahiye taalluk etse ve Tevfik-i Rabbanî refik olsa, tafsilatını zikretmek fikrindeyim. İşte mevzu ve zemin budur:
Kur’an’ın gösterdiği vesail ile, doğru Hikmetin kuvvetiyle, bir Seyr-i Ruhanî olarak Semavatın Ulûmlarına çıkacağım. Tâ oradan temaşa edip göreceğiz ki: Küre-i Arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi Sâni’-i Hakîm Dest-i Kudretle döndürüp, atmakla çeviriyor. Tâ parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine Nazar-ı Hikmetle göreceğiz. Sonra da Semavattan asılıp, cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahman, sathını serip müheyya ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz. Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi beşiğini atıp harab etmekle beşeri Saadet-Saray-ı Ebediyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz. Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân ile mukayyed olmayan Seyr-i Ruhanî ile zaman-ı mazi kıt’asına girip ebna-yı cinsimiz olan ebna-yı mazi ile seyyale-i berkıye-i tarihiye ile muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifanın köşesinde vukua gelen hâdisatı öğrenip, ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız. Sonra dönüp gelmek üzere olan ebna-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için Saadetin Fecr-i Sadıkını uzaktan görmek ve göstermek ile maşrık-ı istikbale müteveccih olarak şimendifer-i terakkiye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimiz ile beraber ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen fakat arkası gayet parlak olan zamana dâhil olacağız. Tâ ebna-yı müstakbel ile musafaha edip Saadetlerini tebrik edeceğiz.
İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir ki, ileride tahrir ile sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.
Ey Birader!.. Senin elini tutup Hazine-i Hakaike götürmekten evvel va’d ettiğim birkaç mes’ele ile acele edip basar-ı basiretinize gışavet ve perde olan hayalâtı def’ edeceğim. Öyle hayalât, gulyabanî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de Nuru nar, Dürrü mederr gibi gösterir. O hayalâttan sakın! Senin vesveselerinin en büyük menşei, küreviyete taalluk eden birkaç mes’eledir. Ezcümle: Sevr ve Hut ve Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn ve cibalin evtadiyetleri ve yer altında Cehennem’in yerini tayin etmek ve

دَحٰيهَا

ve

سُطِحَتْ

ve

اَلشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

ve

يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ

gibi mesaildir. Hakikatlerini beyan edeceğim; tâ, dinin düşmanlarının gözleri kapatılsın ve dostlarının gözleri dahi açılsın.

​— · ⁖ · —

Muhakemat’tan (RNK, s. 16-20 aralığından) Onbirinci ve Onikinci Mukaddemeler, hakikate vukufiyetin usûlünü (metodolojisini) ve bu yoldaki engelleri tasvir eden son derece mühim iki bahistir. Bu iki mukaddemenin temel meselesi; hakikatin özü (lübb) ile kabuğu (kışır) arasındaki farkı idrak etmek, zahirî (dış) manalara takılıp kalmanın (zahirperestlik), alışkanlık perdesinin (ülfet) ve ifrat-tefrit (aşırılık ve eksiklik) bataklıklarının, kâinatı ve Kelâm-ı İlahî’yi doğru anlamaya nasıl mâni olduğunu ortaya koymaktır.
Bu iki mukaddemenin geniş ve detaylı izahını, ayetler ve müradif (alakalı) mefhumlar ile birlikte şu şekilde tafsil edebiliriz:

1. KELÂM-I VÂHİD’DEKİ ÇOK CEVHER: USÛLÜ’D-DİN VE İCTİHAD (Onbirinci Mukaddeme)

Bu mukaddeme, bir sözün (kelâm) veya bir metnin (ayet/hadis) nasıl anlaşılması gerektiğine dair temel bir usûl dersidir.

a. Bir Sadef, Çok Cevahir (Tek Söz, Çok Hüküm)

Üstad Bediüzzaman, “Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir” buyurarak, tek bir ifadenin bir “sadef” gibi olduğunu, içinde ise birden çok “cevher” (hüküm, mana, hakikat) barındırabileceğini belirtir. Bu, özellikle icaz (az sözle çok mana ifade etme) sıfatına sahip olan Kur’an ve Hadisler için geçerlidir.

b. Üç Kaziye (Önerme) ile Hakikati Ayrıştırmak

Bir kelâmın anlaşılmasında üç temel katman (kaziye) vardır. Bu, verilen hadis misali üzerinden (اَنَا وَ السَّاعَۃُ کَھٰذَیْنِ – “Ben ve Kıyamet şu iki parmak gibiyiz.”) şöyle izah edilir:
• Birinci Kaziye (Sıhhat/Menşe): “Bu Kelâm Peygamberin Kelâmıdır.” Bu, o sözün kaynağının (menşeinin) sabit olmasıdır. Hadis için bu tevatür veya sahih senet ile bilinir. Kur’an için bu, zaten kat’îdir. Bunu inkâr, mükâbire (inatçılık) ve tekzib (yalanlama) olur.
• İkinci Kaziye (Sıdk/Doğruluk): “Kelâmın mana-yı muradı Hak ve Sadıktır.” Yani, bu sözün taşıdığı temel mesaj doğrudur. Bu, Peygamberin (a.s.m.) nübüvvetine delâlet eden mucizelerin ve bürhanların neticesidir. Bunu inkâr, dalâlettir, zulmettir.
• Üçüncü Kaziye (Murad/İctihad): “Bu Kelâmda murad budur.” Yani, o sadefteki cevherin tam olarak ne olduğunu tayin etmektir. “Ben ve Kıyamet yakınız” sözünden murad, “arada başka peygamber yoktur” manası mıdır, yoksa başka bir incelik mi vardır? İşte bu üçüncü kaziye, ictihadın ve tefekkürün sahasıdır.

c. İhtilafın ve Taassubun Menşei

Mukaddeme, ilk iki kaziyede (sıhhat ve sıdk) “ittifak etmek gerektir” derken, asıl ihtilafların ve “kal u kîl”in (dedikodunun) üçüncü kaziyede, yani muradın ne olduğunda (ictihad sahasında) feveran ettiğini belirtir.
Buradaki en mühim tehlike, Tenbih kısmında zikredilen hubb-u nefis (ene sevgisi) hastalığıdır. Kişinin kendi ictihadını veya anlayışını mutlak hakikat zannedip, başka bir müctehidin anlayışını inkâr etmesi; taassub-u bârid (soğuk/yersiz bağnazlık), meyl-üt tefevvuk (üstün gelme meyli) ve hiss-i tarafdarlık gibi süflî hislerle hareket etmesidir.
Bu, bir kapısı olan eve başka yoldan girmeye çalışmaktır. Hakikate ancak kendi usûl kapısından girilir.

Konuyla Alakalı Ayetler (İctihad ve Taassub):

İctihadın ve anlayış farkının meşruiyetine, ancak körü körüne taassubun reddine dair:
• Meali: “Sana da, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye kitabı hak olarak indirdik; sakın hainlerin savunucusu olma!” (Nisâ 4/105)
• İzah: “Allah’ın sana gösterdiği gibi” tabiri, vahyin ışığında akıl ve ictihad ile hakikati bulma vazifesine işaret eder.
• Meali: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğru yolu da bulamamışlarsa?” (Bakara 2/170)
• İzah: Bu ayet, taassub-u bâridi ve ictihad yerine kör taklidi tenkit eder; Onbirinci Mukaddeme’deki “Müctehid olan başka Müctehidin taklidine mükellef değildir” düsturunun zeminini gösterir.

2. LÜBB VE KIŞIR MÜCADELESİ: ZAHİRPERESTLİK VE ÜLFETİN REDDİ (Onikinci Mukaddeme)

Bu mukaddeme, hakikati anlamadaki en büyük iki manevî ve zihnî engele odaklanır: Zahirperestlik (sathîlik/literalizm) ve Ülfet (alışkanlık).

a. Lübbü Bulmayan Kışır ile Meşgul Olur

Mukaddemenin esası budur:
• Lübb (öz, çekirdek) yerine Kışır (kabuk) ile,
• Hakikat yerine Hayalât (kuruntular, fanteziler) ile,
• Sırat-ı Müstakim (denge yolu) yerine İfrat ve Tefrit (aşırılıklar) ile meşgul olmak.
Zahirperestler (sadece dış yüze bakanlar), kıssanın hissesiyle olan zihnî alakasını, haricî bir vücud zannetmekle aldanırlar. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın azametini anlatan bir teşbihi, hakikatin kendisi zannederler.

b. Hurafâtın Kaynağı: Hilkatteki Güzelliğe Kanaatsizlik

İnsanların mübalağaya, hurafata ve hayalâta sapmasının mühim bir sebebi, “Hilkatte olan Hüsün ve Azamete adem-i kanaattır.” Yani, kâinattaki mevcut nizamı ve sanatı (Âdâtullah’ı) zevk-i fasidesiyle (bozuk zevkiyle) istihfaf (hafife almak) etmektir.
Halbuki hakikat şudur: Kâinattaki âdi görünen nizam (Âdâtullah), hayalperestlerin en hârikulâde hayallerinden daha hârikulâde, daha yüksek ve daha güzeldir.

c. En Büyük Perde: Ülfet

Peki, insan bu âşikâr güzelliği neden göremez? Cevap: Ülfet.
Ülfet, yani alışkanlık, “cehl-i mürekkebin hemşiresi (kız kardeşi)” ve “nazar-ı sathînin annesi” olarak tasvir edilir. Her gün güneşi görmeye alışan göz, onun ne büyük bir mucize olduğunu idrak edemez.

d. Ülfetin İlacı: Nazar-ı Kur’anî (Âfâk ve Enfüs)

Bu ülfet perdesini yırtan ve gözleri açan tek şey “Nücum-u Kur’aniyedir” (Kur’an’ın yıldızları/ayetleri). Kur’an, ısrarla insanı me’luf (alışılmış) olan âfâk (dış âlem) ve enfüse (iç âlem) dikkat-i nazara davet eder.

Konuyla Alakalı Ayetler (Ülfeti Kıran Nazar):
• Meali: “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi nefislerinizde (Allah’ın varlığına) deliller vardır. Hâla görmüyor musunuz?” (Zâriyât 51/20-21)
• İzah: Bu ayetler, tam da mukaddemede belirtilen âfâk (“yeryüzünde”) ve enfüs (“kendi nefislerinizde”) delillerine bakmayı emrederek ülfeti kırar.
• Meali: “Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne, nasıl yayılmış?” (Gâşiye 88/17-20)
• İzah: Her gün görülen, alışılmış (me’luf) varlıklara “Bakmıyorlar mı?” diyerek nazarı çevirmek, ülfet perdesini yırtmaktır.

e. Mübalağa Meyli ve “Kartopu” Misali

İnsan, ülfet sebebiyle kâinat kabındaki “Gıda-yı Ruhanîyi” zevk edemeyince, bu manevî açlığını mübalağa ile doyurmaya çalışır. Bu mübalağa, “dağ tepesinde bir kartopu gibi” başlar; hayalden lisana, lisandan lisana gezdikçe devasa bir hayalât yığınına dönüşür. Sonra “Nazar-ı Hak” (hakikatin bakışı) gelir, onu çıplak bırakır. Zira:
• Meali: “De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.'” (İsrâ 17/81)

f. İfrat (Cahil Dost) ve Tefrit (Düşman) Arasında Hakikat

Üstad, bu mübalağa ve zahirperestliğe şahsî bir misal verir: Küreviyet-i Arz (Dünya’nın yuvarlaklığı). Bu bedihî (apaçık) ilmî hakikati zikrettiğinde, zahirperestler (literalistler) ve avamperestler (avamın hoşuna gidecek şekilde konuşanlar), “göz yummakla gündüzü gece yapmak” gibi bir hamakatle, bunun dine muhalif olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu, şu dersi vermiştir: “Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir.”
• Düşman: Hakikatleri tefrit (eksiltme, inkâr) yoluyla tenkit eder.
• Cahil Dost: Hakikatleri ifrat (aşırılık, mübalağa) ve avamperestane safsatalar (hurafe) ile savunur görünerek hakikate zarar verir.
Bu sebeple, eldeki “Elmas Kılınç” (Kur’anî bürhanlar), sadece düşmanın tefritine karşı değil, o cahil dostların ifratkârane hayalâtına karşı da kullanılmak mecburiyetindedir.

g. Nübüvvet ve Âdâtullah

Zahirperestlerin bir diğer hatası, nübüvvet delillerini yalnız hârikulâde mucizelere hasretmektir. Onlar, Peygamberin (a.s.m.) her halinin hârika olmasını beklerler.
Halbuki bu, “Sırr-ı Hikmet-i İlahiyeden” gaflettir. Peygamberler de Âdâtullah’a (tabiat kanunlarına) ittiba ederler. Mucizelerin gayesi, tasdik-ı nübüvvettir ve bu, zahir olan mucizelerle zaten hasıl olmuştur. Hacetten fazla hârika göstermek, Sırr-ı Teklife (imtihan sırrına) münafîdir. Zira teklif, nazarî (tefekkür gerektiren) bir imtihandır; bedihî (apaçık) olursa imtihan sırrı kalmaz.
• Meali: “De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!'” (Fussilet 41/6)
• İzah: Bu ayet, Peygamberin (a.s.m.) beşerî yönünü ve Âdâtullah’a tabi olduğunu, farkın ise vahiy olduğunu vurgular.
h. Usûlün Gayeye Kurban Edilmesi (Medreselerin Tedennisi)
Hâtimenin Hâtimesi, bu zahirperestliğin ve usûlsüzlüğün içtimaî bir neticesini gösterir: İlimde gaye ve vasıtanın karıştırılması.
• Ulûm-u Âliye (عَالِيَه): Gayedir (Tefsir, Hadis, Kelâm gibi yüksek ilimler).
• Ulûm-u Âliye (آلِيَه): Vasıtadır (Sarf, Nahiv, Mantık gibi alet ilimleri).
Medreselerin tedennisinin (gerilemesinin) sebebi, vasıta olan alet ilimlerinin (bilhassa ibare-i Arabiyenin halli) gaye yerine geçmesi, asıl maksud olan yüksek ilimlerin ise tebeî (ikincil) kalmasıdır.

Netice ve Seyr-i Ruhanî

Bu iki mukaddeme, bir “Seyr-i Ruhanî” için zemin hazırlar. Bu seyrin gayesi, Kur’an’ın gösterdiği vesileler ve doğru hikmetin kuvvetiyle, zahirperestlerin ve cahil dostların ürettiği hayalâtı (gulyabanîleri) def etmektir.
Bu hayalâtın en büyük menşei ise, kâinatın yapısına dair yanlış telakkilerdir: Sevr ve Hut (Dünya’yı taşıdığı zannedilen öküz ve balık), Kaf Dağı, Sedd-i Zülkarneyn ve bilhassa bazı ayetlerin (دَحٰيهَا – yaydı, سُطِحَتْ – yayıldı, اَلشَّمْسُ تَجْر۪ى – güneş akar gider) sathî tefsirleridir.
Müteakip bahislerde (ki metinde zikredilen Kütüb-ü Selâse – Üç Kitap), bu meselelerin hakikatleri, lübbü kışırdan, hakikati hayalâttan ayırarak izah edilecektir.

Özetle, bu iki mukaddeme; taassubu, sathîliği, ülfeti ve mübalağayı reddeden; ictihada, tefekküre, bürhana ve Sırat-ı Müstakim olan hakikatin lübbüne (özüne) çağıran bir usûl beyanıdır.

 

===============•-•===============

 

Birinci Mes’ele

Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına; muhakkikîn-i İslâm -eğerçi ittifak-ı sükûtîyle olsa- ittifak etmişlerdir. Eğer bir şübhen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git; maksada vukuf ve ıttıla’ peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.

Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatîh-ül Gayb” olan İmam-ı Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccet-ül İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste… De ki: “Küreviyette müşahhat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahhat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”

Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle!.. Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdid ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.”

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatın uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahr-ül İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî’ye git, istifta et, de ki:

“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır: Güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû’ etmez; nasıl oruç tutacaklar? Hem de istifsar et ki: Şartın tarif-i şer’îsi olan sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder. Halbuki yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır?”

Emin ol, İmam-ı Şafiî mes’ele-i ûlâyı şarktan ve garbdan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü mes’eleyi dahi, cenubdan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Bürhan-ı aklî gibi cevab verecektir. Hem de kıble mes’elesinde diyecek: “Kıble ve Kâ’be öyle bir amud-u nuranîdir ki; semavatı arşa kadar takmış ve nazmedip Küre-i Arz’ın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nuranîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şakuliyle senin gözünün şuaı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıble ile temas ve musafaha edecektir.

Ey birader!.. Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acib hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından bir kıymeti yoktur tâ kalbe girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. Eğer o hayalâta açık ve hakikata kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmez ise tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sâkinlerini gör, sual et. Zira ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatür ile bir lisanla sana söyleyecekler: “Yahu!.. Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede cari olan kaide ve kanun-u İlahîden şüzuz ve serkeşlik etsin.” Hem de delail-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir.

İşaret:

Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlahiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczub ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vâcib kılmıştır. Zira zemin, sema ile beraber

اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ

demişlerdir. Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.

Elhasıl:

Sâni’-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin -ey ehl-i hayal!..- teşehhi ile istediğiniz gibi yaratmamıştır; akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.
Tenbih:

Za’f-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umûrun biri de; “Bu hakikat, dine münafîdir” olan kelime-i hamkadır. Zira bürhan-ı kat’î ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havfeden adam, hâlî değil; ya dimağında bir sofestaî gizlenmiş karıştırıyor veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilâl ediyor veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkid ile almak istiyor…

​— · ⁖ · —

İkinci Mes’ele

Pûşide olmasın, Sevr ve Hut’un kıssa-i meşhuresi İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber müslüman olmuştur. İstersen Mukaddeme-i Sâliseye git, göreceksin; hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dâhil olmuştur. Amma İbn-i Abbas’a olan nisbetin ittisali ise, Dördüncü Mukaddeme’nin âyinesine bak, o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: “Arz, sevr ve hut üzerindedir.” Hadîs olarak rivayet ediliyor.

Evvelâ:

Teslim etmiyoruz ki, hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır.

Sâniyen:

Hadîs olsa da za’f-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz, zira yakîn şarttır.

Sâlisen:

Mütevatir ve kat’iyy-ül metin olsa da kat’iyy-üd delalet değildir. Eğer istersen Beşinci Mukaddeme’ye müracaatla, Onbirinci Mukaddeme ile müşavere et!
Göreceksin nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış. Bu hadîsi mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür:

Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemma olan hamele-i arş, melaikedir. Bu sevr ve hut dahi, öyle iki melaikedir. Yoksa arş-ı a’zamı melaikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafîdir. Hem de lisan-ı şeriattan işitiliyor: Herbir nev’e mahsus ve o nev’e münasib bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle müsemma, belki âlem-i melaikede onun suretiyle mütemessil oluyor… Hadîs olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet şemse müekkel olan melek; ismi şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir. Hem de hükema-i İlahiyyun nezdinde herbir nev’ için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melek-ül cibal ve melek-ül bihar ve melek-ül emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i hakikî yalnız Zât-ı Akdes’tir.

اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ

Esbab-ı zahiriyenin vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umûr-u hasise ile mübaşeret ve mülabeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette herşey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasibdir.

ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
İkinci mahmil:

Sevr, imaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hut ise, ehl-i sevahilin belki pek çok nev’-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır. Nasıl biri sual ederse: “Devlet ne şey üstündedir?” Cevab verilir: “Kılınçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” “Marifet ve san’at ve ticaret ile” cevab verilir. Veyahut “Nev’-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?” Cevab ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.” Kezalik vallahu a’lem Fahr-i Kâinat buna binaen cevab vermiş. Şöyle sual eden zât -İkinci Mukaddeme’nin sırrıyla- böyle hakaika zihni istidad kesbetmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevab buyurdu ki: “Yer, sevr üstündedir.” Zira yerin imareti nev’-i beşer iledir. Nev’-i beşerden olan ehl-i kura’nın menba-i hayatları ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin a’zam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri balığın cevfinde ve hutun üstündedir.

كُلُّ الصَّيْدِ ف۪ى جَوْفِ الْفَرٰى

mes’elesine mâsadaktır. Bu latif bir cevabdır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Farazâ sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse; fenn-i beyanda olan

تَلَقَّى السَّامِعُ بِغَيْرِ الْمُتَرَقَّبِ

kaidesinin üslûb-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa hasta olan sâil, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir.
يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاق۪يتُ لِلنَّاسِ

bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir.

Üçüncü Mahmil:

Sevr ve Hut, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazm ve rabt ile yüklenmiş olan âlemde cari ve lafzen ve ıstılahen cazibe-i umumiye ile müsemma olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassül ettiğinden, “Arz burçlar üstündedir” olan tabir-i hakîmane caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira hikmet-i atîka burçları semada, hikmet-i cedide ise medar-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder.

Hem de mervidir: Sual taaddüd etmiş. Bir kerre “Hut üstündedir.” Demek bir aydan sonra “Sevr üstündedir” denilmiştir. Yani feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi’alarının nokta-i mihrakıyesi olan Hut Burcu’nda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv Burcu’ndan koşup Hut’taki tedelli eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını Burc-u Sevr üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra insafla dikkat et! Beşinci Mukaddeme’nin sırrıyla ehl-i hayalin ihtira-kerdesi olan kıssa-i acibe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve san’at-ı İlahiyede isbat-ı israf ve bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka ne ile tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Unsur-u Akîde” bahsinde yer alan “Birinci Mes’ele” ve “İkinci Mes’ele”dir. Bu bahisler, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, İslam akidesini hurafelerden, İsrailiyat’tan ve zahirperest (literalist) anlayışlardan ayıklama gayretinin en mühim numunelerinden biridir.

Metnin gayesi, iki temel hakikati isbat etmektir:
• Birinci Mes’ele: Din (İslam) ile bürhan-ı kat’î (kesin delil) ile isbat edilmiş ilmi hakikatler (o günün meselesi olarak arzın küreviyeti/yuvarlaklığı) arasında hiçbir zıtlık (aykırılık) yoktur. Bilakis, din bu hakikatleri teyid eder.
• İkinci Mes’ele: İslam akidesine sonradan dahil olmuş, “İsrailiyat” menşeli veya mecazî ifadelerin zahirî (dış) manaya hamledilmesiyle ortaya çıkan hurafelerin (arzın öküz ve balık üzerinde durması gibi) tenkit edilmesi ve akidenin bunlardan tasfiye edilmesinin (arınmasının) lüzumu.
Aşağıda bu iki meselenin, talep buyurduğunuz vechile, ayetler ve müradifleri (ilişkili kavramlar) ile birlikte tafsilatlı bir izahı sunulmuştur:

BİRİNCİ MES’ELE: ARZIN KÜREVİYETİ VE DİN İLE İLİM MUTABAKATI

Bu mesele, ilim ile dinin çatıştığını zannedenlere veya ilmi bir hakikati (arzın yuvarlaklığı) “dine himayet bahanesiyle” inkâr edenlere karşı kaleme alınmıştır. Üstad Bediüzzaman, bu tavrın dine sadakat değil, “cinayet-i azîm” (büyük bir cürüm) ve “hıyanet” olduğunu İmam-ı Gazalî’den iktibasla beyan eder.

1. İslam Âlimlerinin İttifakı (İcma-ı Sükûtî)
Metin, arzın kürevî olduğunun yeni bir keşif olmadığını, “muhakkikîn-i İslâm” (İslam hakikatlerini araştıran büyük âlimler) nezdinde bu meselenin en azından “ittifak-ı sükûtî” (sükût ile onaylanmış bir ittifak) ile kabul gördüğünü belirtir.
• Deliller: Kelâm ilminin zirveleri olan “Makasıd” (Taftazanî) ve “Mevakıf” (Cürcânî) müelliflerinin (Sa’d ve Seyyid) bu konuyu tartıştığını, İmam-ı Râzî’nin “Mefatîh-ül Gayb” (Tefsir-i Kebir) isimli devasa tefsirinde buna dair bahisler açtığını zikreder. Bu, meselenin İslam düşünce geleneğinde bir “hakikat” olarak yerleştiğinin isbatıdır.

2. İmam-ı Gazalî’nin Fetvası: “Ahmak Dost” Tenkidi

Metnin can damarı, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî’nin şu tespiti üzerine kuruludur:
“Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle (kesin delille) sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur.”
• Müradif Kavram: Bu tavır, metinde zikredilen Hüseyn-i Cisrî’nin tabiriyle “sadîk-ı ahmak” (ahmak dost) olmaktır. Ahmak dostun dine verdiği zarar, “adüvv-ü şedid”den (şiddetli düşmandan) daha ziyadedir.
• Sebebi: Çünkü din, hak ve hakikattir. Bir ilmi hakikati “dine aykırı” zannedip inkâr etmek, zımnen (dolaylı olarak) “din hakikate aykırıdır” demek olur. Bu, metnin “Tenbih” kısmında belirtildiği gibi “za’f-ı akide”ye (inanç zayıflığına) veya aklı her şeyin ölçüsü zanneden “sofestaî” (safsatacı) mezhebine olan meyle işarettir.

3. Fıkhî ve Zihnî Deliller (İmam-ı Şafiî)

Bediüzzaman, arzın kürevî olmasının sadece bir astronomi bilgisi değil, aynı zamanda bazı fıkhî (İslam hukuku) meselelerin anlaşılabilmesi için “şart” olduğunu İmam-ı Şafiî üzerinden delillendirir:
• Kutuplarda Namaz ve Oruç: “Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır” (güneşin batmadığı veya doğmadığı kutup noktaları), “yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur” (bazı kuzey enlemleri) veya “güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû’ etmez” (kutuplarda altı ay gece/gündüz). Bu fıkhî istisnalar, ancak arzın kürevî yapısı ve eksen eğikliği ile izah edilebilir.
• İstikbal-i Kıble (Kıbleye Yönelme): Düz bir dünyada herkesin tek bir noktaya yönelmesi fiziksel olarak farklı açılar gerektirirken, kürevî bir dünyada Kâbe, arzın merkezinden geçen “amud-u nuranî” (nuranî bir sütun) olarak tasvir edilir. Arzın neresinde olursanız olun, kâinata uzanan o nuranî sütuna yönelmiş olursunuz.

4. Ayetler Işığında Kainatın Nizamı

Metin, arzın bu kürevî yapısı ve hareketiyle, Allah’ın “nizam-ı hilkat-i âlem” (âlemin yaratılış nizamı) dediği “şeriat-ı fıtriye-i İlahiye”ye (Allah’ın fıtrî/tabii kanunlarına) itaat ettiğini belirtir. Arz, diğer “ecram-ı ulviye” (yüce gök cisimleri) gibi bu kanundan “şüzuz ve serkeşlik” (aykırı hareket ve başkaldırı) etmez.
Metnin iktibas ettiği ayet:
$$”…Gök ve yer: «İsteyerek veya istemeyerek gelin!» dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.” $$(Fussilet 41/11 – Meali) Bu ayet, arzın da semavat gibi İlahi emre ve fıtrî kanunlara tam bir teslimiyet içinde olduğunu gösterir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de arzın kürevî yapısına ve hareketine işaret eden başka ayetler de müfessirlerce (tefsir edenlerce) zikredilmiştir: * **Tekvir (Yuvarlama/Sarma):** $$
$$”Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”

$$
$$(Zümer 39/5 – Meali)
Ayette geçen “yükevviru” (يُكَوِّرُ) fiili, Arapçada bir şeyi bir küre üzerine sarmak (örneğin sarığı başa sarmak) manasında kullanılır. Gecenin gündüz üzerine ve gündüzün gece üzerine bu şekilde “sarılması”, ancak kürevî bir cisimde mümkündür.
• Dahv (Yayma ve Yuvarlatma):
$$ “Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.” $$(Nâziât 79/30 – Meali)
Burada “serip döşedi” olarak çevrilen “dahv” (دَحٰيهَا) kelimesi, aynı kökten gelen “duhye” (devekuşu yumurtası) kelimesiyle de bağlantılıdır. Bu, arzın sadece düz bir “döşek” olmadığını, aynı zamanda geo-it (elips/yumurta şeklinde) bir kürevîliğe sahip olduğunu tasvir eder.
• Yörüngede Yüzme:
$$ “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” $$
$$(Yâsîn 36/40 – Meali)
Arzın da dahil olduğu bütün gök cisimlerinin bir “felek” (yörünge) içinde “yüzmesi” (hareket etmesi), sabit ve düz bir dünya anlayışıyla değil, dinamik ve hareketli bir kâinat tasviriyle uyumludur.

Birinci Meselenin Neticesi: “Sâni’-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır… Akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.”

İKİNCİ MES’ELE: “SEVR U HUT” KISSASI VE AKİDENİN TASFİYESİ

Bu mesele, İslam akidesine nasıl zarar verildiğini gösteren bariz bir misal olan “Arz, bir öküz (Sevr) ve bir balık (Hut) üzerindedir” şeklindeki meşhur rivayeti tenkit eder.

1. Usûl Tenkidi: Rivayetin Senedi ve Metni
Bediüzzaman, bu rivayeti hadis usûlü ve akide metodolojisi açısından şiddetle tenkit eder:
• Menşei (Kaynak): Bu kıssa, “İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir” (İslam’a dışarıdan girmiş bir asalak, bir eklentidir). “İsrailiyatın nişanı vardır.” Yani Yahudi-Hristiyan kültüründen veya eski mitolojilerden sızmıştır.
• Sıhhati (Sağlamlığı): “Hadîs olsa da” (ki teslim etmiyor), “âhâddendir” (tek bir koldan gelmiştir). Âhâd haberler “zannı” ifade eder, “yakîn” (kesin bilgi) ifade etmez. Akide ise yakîn ister; zannî meseleler akideye temel olamaz.
• Delaleti (Manası): Faraza “mütevatir ve kat’iyy-ül metin” (çok sağlam bir senetle gelmiş) olsa bile, “kat’iyy-üd delalet değildir” (manası kesin ve tek değildir). Yani, zahirî (dış) manasına alınamaz. “Zahirperestleri” (yüzeysel bakanları) havalandırmıştır.

2. Sahih Teviller (Mahamil-i Sahiha): Mecaz ve Hikmet

Üstad, bu rivayetin eğer bir aslı varsa, bunun ancak şu üç hikmetli manadan biri olabileceğini beyan eder:
• Melekî Tevil: “Sevr” ve “Hut”, “hamele-i arş” (Arş’ı taşıyan melekler) gibi, arz ile “müekkel” (vazifeli) olan iki meleğin ismi veya suretidir. Nasıl ki her bir nev’in (yağmur, dağ, deniz vb.) o nev’in ismiyle anılan bir müekkel meleği (Melek-ül Emtar, Melek-ül Cibal…) varsa, arzın idaresinde vazifeli melekler de bu isimlerle anılmıştır.
• Bu tevil, kâinattaki düzeni (nizam-ı âlemi) korur ve Allah’ın kudretini (اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْNِ اِلَّا اللّٰهُ – “Kâinatta Allah’tan başka hakiki müessir yoktur”) prensibiyle çelişmez. Melekler, kudretin icraatçısı değil, o icraatın perdeleridir.
• Mecazî (İktisadî) Tevil: Bu, en latif ve hikmetli tevilidir. “Arz (yani arz üzerindeki hayat) neyin üzerinde durur?” sorusuna verilmiş mecazî bir cevaptır.
• Sevr (Öküz): “İmaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası”dır. İnsanlığın (ehl-i kura/köy ahalisi) hayatı ziraate, ziraat ise öküzün omuzlarına bağlıdır.
• Hut (Balık): “Ehl-i sevahilin” (kıyı ehli) ve “ehl-i medeniyetin” (şehirli insanların) “medar-ı maişeti” ve “maden-i ticareti”dir.
• Bu cevap, “Devlet ne üstündedir?” sorusuna “Kılınçla kalem üstündedir” demek gibidir.
• Astronomik Tevil: “Sevr” (Taurus/Boğa) ve “Hut” (Pisces/Balık), arzın senelik yörüngesinde (medar-ı arz) bulunduğu iki “burç”tur. Arzın hareketini tanzim eden “cazibe-i umumiye” (kütle çekim) kanunu bu burçlarda (yani o yörünge noktalarında) “temerküz” (yoğunlaşma) eder. Yani arz, bu kanunlar üzerinde durur. Bu tevil, “hikmet-i cedide” (modern bilim) nazarıyla da uyumludur.

3. Üslûb-u Hakîmane (Hikmetli Cevap Üslûbu)

Peygamberimiz (s.a.v.) neden böyle mecazî bir cevap vermiştir? Metin, bunu “Üslûb-u Hakîmane” kaidesiyle izah eder. Bu, muhatabın sorduğu lüzumsuz veya anlayamayacağı bir sual yerine, ona asıl lazım olan ve fayda verecek cevabı verme sanatıdır.
Metnin iktibas ettiği ayet, bu üslûbun Kur’an’daki delilidir:
$$”Sana, hilâlleri soruyorlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir…»” $$(Bakara 2/189 – Meali) Onlar Ay’ın *şeklini* (keyfiyetini) sordular; Allah ise onlara Ay’ın *faydasını ve hikmetini* (vakit ölçüsü olmasını) haber verdi. Zira onlara lazım olan buydu. Aynı şekilde, “Arz neyin üzerinde?” diye (o günkü zihniyetle) abes bir sual sorana, Peygamberimiz (s.a.v.) arzın *nasıl* yaratıldığını değil, arz üzerindeki *hayatın* neye dayandığını (ziraat ve balıkçılık) hikmetle beyan etmiştir. **İkinci Meselenin Neticesi:** Bu “kıssa-i acibe-i meşhure”yi (meşhur acayip hikayeyi) zahirî manasıyla dine mal etmek, “hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet” (Ezeli Hikmete lüzumsuzluk isnat etmek), “san’at-ı İlahiyede isbat-ı israf” (Allah’ın sanatında israf olduğunu iddia etmek) ve “bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl” (Yaratıcının delili olan eşsiz düzeni bozmak) anlamına gelir. Metin, bu cehalete “Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…” (Lanet, binlerce lanet, cehaletin yüzüne…) diyerek son bulur.

### ELHASIL (GENEL NETİCE)
Bu iki mesele, Risale-i Nur’un temel bir düsturunu ortaya koyar: İslamiyet, hakikat üzerine kuruludur. İlim (bilim) Allah’ın “tekvinî” (varlıksal) ayetlerini okurken, Kur’an “kelâmî” (sözlü) ayetlerini beyan eder. Bu ikisi arasında zıtlık olamaz. Eğer bir zıtlık görünüyorsa, ya ilim henüz “bürhan-ı kat’î” seviyesine gelmemiştir (zandır) ya da dini anlayışta bir “hata” (İsrailiyat, mecazı hakikat sanma, zahirperestlik) vardır. Müslümanın vazifesi, ilim namına dini veya din namına ilmi inkâr etmek değil; bilakis, *Muhakemat* metninde yapıldığı gibi, akli ve naklî delillerle tefekkür ederek akideyi hurafelerden ve cehaletten arındırmak ve kâinattaki İlahi nizamı (Furkan 2) okumaktır.

 

===============•-•===============

 

Üçüncü Mes’ele

Kaf Dağı’dır.

İşaret:

Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır, o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek tâ imkândan imtina’ derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddeme’den sual et; sana “neam” cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri kat’î iken delaletlerinde zunûn tezahüm eylemişlerdir. Belki “Murad nedir” olan sualinin cevabında efhâm, mütehayyir olmuşlardır. İstersen Onbirinci Mukaddeme’nin sadefini aç. Bu cevheri bulacaksın.

Tenbih:

Vaktaki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız

قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ

dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin

لَا اَصْلَ لَهُ

demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü  olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.

Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesedlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa -çekirdek gibi- âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir.. her ikisinin ortasında beş yüz senedir.. ve zirvesi semanın ketfine mümastır.. ilâ âhiri hayalâtihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.

Eğer bizim bu mes’elede olan itikadımızı anlamak istersen; bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim. Eğer bir hadîs-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki; murad-ı Nebi sadık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine… Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazan fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu mes’elede malûmumuz budur:
Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevi ve medenîlerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserîsi teşa’ub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşa’ubdan neş’et etmiş olmak gerektir.

Ve sâniyen:

Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dûrbîniyle ve hiç olmazsa hayalin vera’-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maanînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf”, o âlemde zül-acaib olan “Kaf”ın çekirdeği olabilir. Hem de Sâni’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi’, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zül-acaib olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beşyüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir.

Ve râbian:

Neden caiz olmasın ki “Kaf”, daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola… Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedâhile gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise selasil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki, semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.

— · ⁖ · —

Dördüncü Mes’ele

Sedd-i Zülkarneyn’dir.

Nasıl bildin ki: Birşeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve “muhtelefün fîha”dır. Hem de malûmdur: Müteannid ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitabda gördüğü bir mes’eleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa, bir adamdan sual etse.. tâ, gaybda olan malûmuna cevab verse, o cevab iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevab verse veyahut sâil-i müteannidin malûmuna ya bizzât veya tevil ile cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur. Demek bir cevab, hem vaki’i razı eder, zira haktır. Hem sâili ikna eder; zira eğerçi murad değilse, malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor; zira cevabda ukde-i hayatiyeyi derceder ki: Makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder.

İşte cevab-ı Kur’an dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zarurî hükümler ki; inkârı kabul etmez. Şudur: Zülkarneyn “müeyyed min indillah” bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevilerin def’-i fesadları için… Ve Ye’cüc Me’cüc iki müfsid kabîledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit sed harab olacaktır. İlââhirihî. Bu kıyas ile, ona Kur’an delalet eden hükümler, Kur’anın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.

Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise; Kur’an onlara kat’iyy-üd delalet değildir. Belki “Âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki, Kur’an onlara delalet etmez fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.

Fakat vâ esefâ… Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden me’haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil, yok belki mâsadakı mana yerine mana gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler.

Halbuki Üçüncü Mukaddeme’nin sırrıyla zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahiddir. Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı câzim Huda ve Peygamberimizin muradlarına kat’iyyen vâcibdir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhdir. Şöyle:

Zülkarneyn, İskender demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik “lâm’ın kesriyle”, bazı melek “lâm’ın fethiyle”, bazı nebi, bazı veli, ilââhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, “müeyyed min indillah” ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise: Bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir sedd-i mahfîdir, inkılab ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı.. demişlerdir, demişlerdir… Her halde müfsidlerin def’-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.

Amma Ye’cüc Me’cüc, bazı müfessir “Veled-i Yafes’ten iki kabîle” ve bazı diğer “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi “akvam-ı şarkıye-i şimalî” ve bazı dahi “Benî-Âdemden bir cem’iyet-i azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife” ve bazı dahi “Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev’-i beşerin herc ü mercine sebeb olacaktır.” Bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler… Nokta-i kat’iyye ve cihet-i ittifakî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.

Amma harabiyet-i sed; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harab olmuştur fakat dekk olmamış. “Kîle”ler çok. Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev’-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir. Eğer bu müzakeratı müvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin: Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir ki: Çok fersahlar ile uzun ve acaib-i seb’a-i meşhureden bir “müeyyed min indillah”ın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet o vahşilerden Hun Kabîlesi Avrupa’yı herc ü merc ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya’yı zîr ü zeber eylemiştir. Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: “Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz.” dese neden istiğrab olunsun ki, harabiyet-i sed zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun… Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfırar gibidir. Eğerçi binler sene de fâsıl olsa… Kezalik Ye’cüc ve Me’cüc’ün ihtilâlleri, nev’-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir. Bundan sonra Onikinci Mukaddeme’nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bâb eder. Şöyle: Kur’an hısası için kısası zikrettiği gibi ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’aniyeden bir maksadına münasib noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihninde ve üslûbda teanuk ve musahabet edebilirler. Hîna ki, kıssa hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı.. nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddeme’den istizhar et. Göreceksin: Mecaz mecaza kapı açar..

وَ تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

zahirperestleri dışarıya sürüyor.

Malûm olsun ki: Esalîb-i Arab’da tecelli eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i’caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdaf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddeme’nin Hâtimesini istişmamla zevk et. Zira hitamı misktir ve içinde baldır. Hem de caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur ve kıyamete kadar bâki ve bazı inkılabatıyla meçhul kalarak kıyamette harab olacaktır.

İşaret:

Malûmdur: Mesken, sâkinlerinden daha ziyade yaşar. Kal’a, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Birşeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmışken hâvi ve hâlî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.

Tenbih:

Şu tafsilden maksad; tefsiri tevilden, kat’îyi zannîden, vücudu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, manayı mâsadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.

​— · ⁖ · —

Bu iki mühim mes’elenin (Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn) izahı, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsuru’l-Akîde” bahsinde yer almaktadır. Bu metinlerde müellif, sadece bu iki hususi konuyu izah etmekle kalmaz, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’deki müteşabih (manası kapalı, birden fazla manaya gelebilen) ve anlaşılması zor meselelere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair derûnî bir usûl ve metodoloji ortaya koyar.
İzahı, metinde ortaya konulan bu temel usûl üzerine bina edeceğiz.
Temel Metodoloji: Vücud, Keyfiyet, Mana ve Mâsadak Tefriki
Müellif, bu iki mes’elenin tahliline geçmeden evvel ve tahlil esnasında, hakikati vehimden, kat’î olanı zannî olandan ayırmak için şu mühim düsturları tesbit eder:
• Vücudu Bilmek, Keyfiyeti Bilmekten Başkadır: Bir şeyin varlığını (vücudunu) tasdik etmek ile o şeyin mahiyetini, nasıl olduğunu (keyfiyetini) bilmek tamamen ayrı şeylerdir. (Üçüncü Mes’ele, İşaret). Vücudu kat’î olan bir şeyin keyfiyeti zannî veya meçhul olabilir.
• Kat’î (Zarurî) ve Zannî (Nazarî) Hükümleri Ayırmak: Bir nassın (ayet veya hadîsin) ihtiva ettiği hükümlerin tamamı aynı derecede kat’î değildir. Bazı hükümleri zarurî (inkârı mümkün olmayan) iken, o hükümlerin etrafındaki teşrihat (detaylar, tasvirler) nazarî (yoruma, içtihada açık) olabilir. (Dördüncü Mes’ele).
• Mana ve Mâsadak Farkı: Bir kelamın manası (ifade ettiği küllî hakikat) ile o mananın mâsadakı (dış dünyadaki muhtemel bir örneği, tatbik edildiği yer) farklıdır. Müfessirlerin bir kısmı, bazen muhtemel bir mâsadakı, kelamın yegâne ve kat’î manası zannederek hataya düşmüşlerdir. (Dördüncü Mes’ele, Tenbih).
Bu usûl ışığında, metindeki iki mes’eleyi tahlil edelim:

1. ÜçÜncÜ Mes’ele: Kaf Dağı’nın İzahı
Bu mes’elede müellif, $ق$ (Kaf) harfi etrafında teşekkül eden ve İsrailiyat’tan tefsirlere giren rivayetleri tenkit eder ve hakikatin ne olabileceğine dair aklî ve naklî ihtimalleri sıralar.

A. Ayet ve Müradifleri

Metnin işaret ettiği kat’î nass, Kaf Suresi’nin başlangıcıdır:
$$قٓ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ ﴿١﴾$$
Meali: “Kâf. Şerefli Kur’an’a andolsun.” (Kâf 50/1)
Burada $ق$ (Kaf) harfi, hurûf-u mukattaa (manası Allah’a malum olan mukattaa harfleri) olarak zikredilmiştir. Müfessirler bu harfin manası hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir; kimisi “Allah’ın bir ismi”, kimisi “Kur’an’ın bir ismi” demiş, kimisi de (metinde zikredildiği gibi) “dünyayı ihata eden bir dağın adı” olduğunu söylemiştir.

B. Metodolojik Tahlil (Vücud ve Keyfiyet)

• Kat’î Olan (Vücud): Kur’an’da $ق$ harfi vardır. Bu, “kat’iyy-ül metin”dir.
• Zannî Olan (Keyfiyet): Bu harfin muradı nedir?
• Müellif, bu harfin $ص$ (Sad) gibi bir harf-i mukattaa olmasının “caiz” olduğunu belirtir. Bu ihtimal, onun delaletini zannîleştirir.
• Ayrıca, Karafî gibi bir müçtehidin, meşhur Kaf Dağı rivayeti için “لَا اَصْلَ لَهُ” (Aslı yoktur) demesini, bu rivayetin kat’î bir delile dayanmadığının isbatı olarak sunar.

C. Rivayetlerin Tenkidi (Alem-i Misal ve Alem-i Şehadet)

Müellif, İbn-i Abbas’a (r.a.) isnad edilen ve avam arasında meşhur olan “Kaf yere muhittir… zirvesi semaya değer…” gibi tasvirleri tahlil eder:
• İbn-i Abbas Mes’elesi: İbn-i Abbas’ın her söylediğinin hadîs olmadığını, her naklettiğinin onun makbulü olmadığını, bilhassa gençliğinde bazı hakikatlerin tezahürü için İsrailiyat’a hikâye tarîkıyla nazar ettiğini belirtir.
• Muhakkikîn-i Sofiye (Sufi Hakikat Araştırıcıları): Sofiyenin “Kaf” tasvirlerinin, bu âlem-i şehadete (gördüğümüz maddi âlem) ait olmadığını, onların seyr-i ruhanî ile gezdikleri âlem-i misale (manaların ve suretlerin tecessüm ettiği, rüya âlemi gibi bir ara âlem) ait olduğunu söyler.
• Hata Noktası: Avamın (veya avam gibi düşünenlerin), âlem-i misalde mütemessil olan o “zül-acaib” (acayip) Kaf’ı, bu dünyada (âlem-i şehadette) aramasının ve bu iki âlemin ahkâmını birbirine karıştırmasının bir “hayalât” olduğunu ifade eder.

D. Müellifin İtikadı ve Muhtemel Mâsadaklar

Müellif kendi itikadını şöyle özetler: “Ben ‘Kaf’ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim.” Yani, Kur’an’ın işaret ettiği bir “Kaf” hakikati vardır, ama onun ne olduğu (keyfiyeti) hususunda kesin konuşmaz, Allah’a havale eder. Ancak, bu âlemde o hakikatin mâsadakı (örneği/yansıması) olabilecek muhtemel izahları sıralar:
• Coğrafî Mâsadak: “Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden… Himalaya silsilesidir.” Bu silsile, dünyanın en azamî dağı olup, bedevî ve medenîleri ayıran bir fasıldır. Dünyayı “ihata etme” fikri, bu azametli silsileden neş’et etmiş olabilir.
• Berzahî Mâsadak (Alem-i Misal): Bu dünyadaki Himalaya silsilesi, o âlem-i misalde görünen “zül-acaib olan ‘Kaf’ın çekirdeği olabilir.”
• Kevnî Mâsadak (Kozmolojik): Allah’ın mülkü geniştir. Bu sefil küreye (dünyaya) münhasır değildir. Uzaklarda, belki şeffaf ve görünmez (gayr-ı mer’î) yapıda, semaya temas eden azîm bir “Kaf” hakikati bulunabilir.
• Ufukî Mâsadak (Algısal): “Kaf”, “daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola…” Nereye bakılırsa bakılsın, ufuk daima bir daire şeklinde dağ silsilesi gibi görünür. Hayal, bu silsilenin semanın etrafına temas ettiğini tahayyül eder.

2. DÖrdÜncÜ Mes’ele: Sedd-i ZÜlkarneyn’in İzahı

Bu mes’elede müellif, aynı metodolojiyi Zülkarneyn kıssasına tatbik ederek, kıssanın zarurî (kat’î) hükümlerini, nazarî (içtihada açık) teferruatından ayırır.

A. Ayetler ve Müradifleri

Mesele, Kehf Suresi’ndeki Zülkarneyn kıssasıyla ilgilidir (Kehf 18/83-98). Metnin odaklandığı ayetler:
$$قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَاْجُوجَ وَمَاْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا ﴿٩٤﴾$$
Meali: “Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?'” (Kehf 18/94)
$$فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّا ﴿٩٨﴾$$
Meali: “Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin va’di (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin va’di gerçektir’ dedi.” (Kehf 18/98)
Ayrıca müellif, mecaz ve istiarenin ehemmiyetini vurgulamak için aynı kıssadaki şu ayete de atıf yapar:
$$…وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ…$$
Meali: “…Güneşi kara balçıklı bir gözede batar (gibi) buldu…” (Kehf 18/86)

B. Metodolojik Tahlil (Zarurî ve Nazarî)

• Zarurî Hükümler (Kat’î Olanlar): Kur’an’ın açıkça bildirdiği, inkârı kabil olmayan hükümler:
• Zülkarneyn, Allah tarafından te’yid edilmiş (“müeyyed min indillah”) bir şahıstır.
• Onun irşadıyla iki dağ arasında bir “sed” (duvar/engel) bina edilmiştir.
• Bu sed, zalimlerin ve bedevilerin (Ye’cüc ve Me’cüc) fesadını def etmek içindir.
• Emr-i İlahî geldiği vakit (Rabbimin va’di gelince) o sed harab olacaktır.
• Nazarî Hükümler (Zannî ve İçtihada Açık Olanlar): Bu temel hükümlerin “keyfiyatlarının teşrihatları” (niteliklerinin detaylı açıklamaları) ve “mahiyetlerinin hududu” (ne olduklarının sınırları) Kur’an’da kat’î olarak belirtilmemiştir. Bunlar içtihadın ve tevilin alanıdır:
• Zülkarneyn kimdir? (İskender mi? Bir nebi mi? Veli mi? Melek mi?)
• Sed nerededir? (Sedd-i Çin mi? Başka bir yerde mi? Gizli (mahfî) bir sed mi?)
• Ye’cüc ve Me’cüc kimdir? (Yafes’in evladı mı? Moğol ve Mançur mu? Şark kavimleri mi? Medeniyeti herc ü merc eden herhangi bir taife mi? Âdemî mi, gayr-ı âdemî mi?)
• Sed ne zaman harap olacak? (Kıyamette mi? Kıyamete yakın mı? Harap olmuş da “dekk” (yerle bir) mi olmamış?)

C. Müfessirlerin Hatası ve Mecazın Ehemmiyeti

Müellif, bazı müfessirlerin, sual ve cevap arasında tam bir mutabakat olması gerektiği zannıyla, Kur’an’ın zarurî hükümleri ile nazarî teferruatı birleştirip, muhtemel bir mâsadakı (örneğin Sedd-i Çin) alıp, onu Kur’an’ın yegâne manası gibi sunduklarını belirterek tenkit eder.
$ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ$ (kara balçıklı göze) ayetinin, “zahirperestleri” (lafzın zahirine takılanları) dışarı sürdüğünü söyler. Zira güneşin hakikatte bir gözede batması muhaldir. Bu, Zülkarneyn’in nazarındaki (bakışındaki) bir tasvirdir ve Kur’an’ın belâgatının mecaz ve istiare üzerine kurulu olduğunun delilidir.

D. Müellifin İtikadı ve Muhtemel Mâsadak (Sedd-i Çin)

Müellif, “itikad-ı câzim” (kesin inancın) Allah ve Peygamber’in muradına vacib olduğunu, fakat o muradın hangisi olduğunun “muhtelefün fîh” (ihtilaflı) olduğunu belirtir.
Bu noktada kendisi bir tevil (içtihad) ortaya koyar ve “Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir” demenin “caiz” olduğunu söyler:
• Mâsadak: Sedd-i Çin (Çin Seddi).
• Muvafakat (Uygunluk):
• Çok uzundur ve “acaib-i seb’a-i meşhureden” (dünyanın yedi harikasından) biridir.
• “Müeyyed min indillah” birinin irşadıyla yapılmış olması mümkündür.
• O zamanın “ehl-i medeniyeti”ni (Çinlileri), “ehl-i bedeviyetin” (barbar kavimlerin) şerlerinden temin eylemiştir.
• Ye’cüc ve Me’cüc’e Mâsadak: Bu seddin engellediği “vahşilerden” olan “Hun Kabîlesi” (Avrupa’yı herc ü merc etti) ve “Moğol taifesi” (Asya’yı zîr ü zeber etti).
• Harabiyet ve Kıyamet: Seddin harabiyeti (aşılması, fonksiyonunu yitirmesi) kıyamete bir alâmettir. Peygamberimiz (a.s.m.) “Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz” buyurmuştur. Seddin harabiyetinin (mesela Moğol istilası) Saadet Asrı’ndan sonra olması, “ömr-ü arza” (dünyanın ömrü) nisbeten kıyamete yakınlıktır; “ihtiyarlıktan bir buruşukluktur.”

E. Alternatif İhtimal

Müellif, bu tevilin (Sedd-i Çin) caiz olduğunu söylemekle beraber, kapıyı kapatmaz. “Caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur (örtülü) ve kıyamete kadar bâki… kalarak kıyamette harab olacaktır” diyerek, seddin keyfiyetinin bizce bilinmeyen bir halde varlığını sürdürmesinin de mümkün olduğunu belirtir.

Netice ve Maksad

Metnin sonundaki “Tenbih” kısmında müellif, bu uzun tafsilattan maksadının şu olduğunu açıkça beyan eder:
Maksad; tefsiri (nassın açık manası) tevilden (içtihadî yorum), kat’îyi (kesin) zannîden (yoruma dayalı), vücudu (varlığı) keyfiyetten (nitelikten), hükmü (ana kararı) etrafın teşrihatlarından (yan detaylardan), manayı (küllî hakikati) mâsadaktan (tekil örnekten) ve vukuu (olmuş olanı) imkândan (olabilir olandan) “temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.”

Hülasa, bu iki mesele üzerinden, Kur’an’ın temel ve zarurî hakikatlerine iman ederken, keyfiyeti ve teferruatı meçhul olan kısımlarda aklı zorlayan İsrailiyat rivayetlerine veya zahirî manalara takılıp kalmamak; bunun yerine o hakikatlerin bu âlemdeki muhtemel mâsadaklarını (Himalaya veya Çin Seddi gibi) düşünmenin veya o manaların Alem-i Misal’deki tecellilerini kabul etmenin yahut keyfiyetini tamamen Allah’a havale etmenin en selâmetli yol olduğunu isbat etmektir.

 

===============•-•===============

 

Beşinci Mes’ele

Meşhurdur: “Cehennem yer altındadır.” Fakat biz ehl-i sünnet ve cemaat kat’an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zahir olan tahtiyettir ve yer altında olmasıdır. Buna binaen derim: Şecere-i Tûbâ gibi olan hilkat-i âlemin sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen Cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hal arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev’-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim…

Sâniyen:

Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennem’in çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayaran eden Arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki, o yumurtada Cehennem tamamıyla olunmaz ise.. başı veya diğer bir a’zâsı matvî olarak tazammun etmiş ki; yevm-i kıyamette derekât ve a’zâ-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acib-i Cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir. Yâhu!.. Kendin Cehennem’e gitmezsen hesab ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuzüç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor. Bu nar-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye baliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu gibi meşhur hadîsteki: “Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şediddir” olan nisbetin aynını isbat eder. Hem de Cehennem’in bir kısmı zemherirdir. Zemherir ise bürudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için, bürudetle ihrak eder. Demek umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.
Tenbih:

Malûm olsun ki: Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. Muntazır ol. Üçüncü Makale’nin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı didar edecektir…

İşaret:

Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikra-i tâmmının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin tenahîsizliğinin îmasıyla yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delaletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpâyan-ı İlahiyenin işaretiyle ve Nebiyy-i Sadık’ın lisan-ı tasrihiyle ve Kur’an-ı Mu’ciz’in hidayetiyle, Cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.

​— · ⁖ · —

Altıncı Mes’ele

Muhakkaktır ki: Tenzil’in hâssa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise, belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezaya, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dûrbîniyle temaşa etmezse, mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalîb-i Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır. Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’anın hakkını bahş ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an’ı tevil etmesinler. Zira her hakikattan daha zahir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki; Kur’an’ın manaları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade ve suret-i manası dahi beligane ve ulvîdir. Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın îfa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir-iki misal göstereceğiz. Zira nazarı celbeder.

Birinci Misal:

وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا

(Allahu a’lemu bimuradihi). Caizdir: İşaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru îma eder ki: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde taht-el bahr bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden müvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Sâniyen:

İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Sâlisen:

İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi’-i hayat olan mâ’ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ’ olduğu gibi, cezb-i rutubet hâsiyetiyle havaya meşşata oluyor… Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi, havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebeb olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Râbian:

Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Farazâ bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa; dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeler gibi tahayyül ederse ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse, acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu? Farazâ sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevi Arabın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen, şöyle: Bu silsileler A’rab-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen… Arabların hayalî olan üslûblarından uzak düşmüyorsun… Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dûrbîniyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temaşa edersen.. sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden daire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mes’ele’nin Tenbih’inde bir-iki misal daha gelecektir.

​— · ⁖ · —

Bu iki metin, birbirini tamamlayan iki ulvî hakikati tasvir etmektedir:
• Beşinci Mes’ele: Gaybî hakikatlerin (Cehennem gibi) bu dünyadaki akıl ve fen (bilim) lisanıyla nasıl anlaşılabileceğini, ancak bu anlayışın bu âlemin ölçüleri (mekayis) ile sınırlı olduğunu ve hakiki mahiyetlerinin âlem-i uhrevîye (ahiret âlemine) ait olduğunu beyan eder.
• Altıncı Mes’ele: Kur’an-ı Kerim’in gaybî veya dünyevî hakikatleri ifade ederken kullandığı üslûbun temelini teşkil eden belâgat, mecaz (metafor) ve istiarenin ehemmiyetini vurgular. Kur’an’ı tefsir ederken bu edebî ve manevî derinliği göz ardı etmenin, manayı noksan bırakacağını (mutaffifîn) tenbih eder.
Bu iki meseleyi birleştirdiğimizde, “Kur’an’ın hem bu dünyaya bakan (dağlar gibi) hem de ahirete bakan (Cehennem gibi) hakikatleri ifade ederken kullandığı mu’cizevî belâgatı ve mecazî üslûbu nasıl anlamalıyız?” sualinin cevabını buluruz.
Birinci Başlık: Gaybî Hakikatlerin Aklî Deliller ve Dünyevî Ölçülerle İzahı (Beşinci Mes’ele Tahlili)
Beşinci Mes’ele, ehl-i Sünnet akidesine göre yeri tam olarak tayin edilemeyen, ancak “yerin altında” (tahtiyet) olduğu rivayet edilen Cehennem’in varlığını ve dehşetini aklî delillerle ve “hikmet-i cedide” (modern bilim) verileriyle isbat etmeye çalışır.

1. Tahtiyet (Yer Altında Olma) ve Merkezî Ateş:
Metin, “Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir” diyerek, yerin altındaki Cehennem tasavvuru ile yerkürenin merkezindeki (çekirdeğindeki) muazzam ateşi birbirine bir delil ve emare olarak yaklaştırır.
• Bilimsel Veri (Hikmet-i Cedide): Metnin “Her otuzüç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor” tesbiti, o günün jeolojik malûmatıdır. Günümüzde bu ölçüm farklılaşsa da (ortalama 25-30 metrede 1°C artış, merkezde 6000°C civarı), ana fikir değişmez: Yerkürenin merkezi (çekirdeği) muazzam bir ateş ve basınç kütlesidir.
• Hadîs ile Tevafuk: Bu merkezî ateşin, bizim yüzeyde bildiğimiz ateşten katbekat şiddetli olması, şu meşhur Hadîs-i Şerif’teki nisbete işaret eder: “Sizin şu yaktığınız ateş, Cehennem ateşinin yetmiş cüz’ünden bir cüz’üdür.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 10; Müslim, Cennet 30). Metindeki “iki yüz defa” ifadesi, muhtemelen o günkü hesaplamaya veya farklı bir rivayete dayanmaktadır, ancak manadaki nisbet aynıdır.

2. Arz’ın “Yumurtlaması” ve Şecere-i Zakkum:
Metin, “küre-i arz şecere-i zakkum-u Cehennem’in çekirdeğiyle hamiledir” şeklinde son derece beliğ (edebî) bir mecaz kullanır.
• Mana: Nasıl ki bir çekirdek (mesela bir hurma çekirdeği) bir ağacın (şecere) bütün programını ve fihristesini ihtiva eder ve şartlar oluşunca o ağacı netice verirse; aynı şekilde, bu fani dünyanın merkezine yerleştirilen o merkezî ateş ve jeolojik yapı, ebedî âlemdeki Cehennem’in bir “çekirdeği” veya “yumurtası” hükmündedir. Kıyametle birlikte bu âlem değişime uğradığında (tebeddül ettiğinde), o çekirdek açılacak ve kendi âlemine münasip devasa bir Cehennem olarak tezahür edecektir.
• Müradif Kavram: Buna “potansiyelden fiile çıkma” (kuvveden fiile) veya “çekirdekten ağaca” (nüveden şecereye) geçiş nazarıyla bakılabilir.
• Destekleyici Ayet (Zakkum): Metnin “Şecere-i Zakkum” (Zakkum Ağacı) tabirini kullanması tesadüfî değildir. Bu, Cehennem’in tam merkezinde (aslında) biten bir ağaçtır:
$\ اِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ ف۪ٓي اَصْلِ الْجَح۪يمِ$$
Meali: “O, cehennemin tâ dibinde bitip çıkan bir ağaçtır.” (Sâffât, 37/64)

3. Zemherir (Şiddetli Soğuk) Boyutu:
Metin, Cehennem’in sadece ateş olmadığını, “bir kısmı zemherirdir” diyerek soğuk ile azabın da bulunduğunu belirtir. Bu, Hadîs-i Şerif’e dayanır (Buhârî, Mevâkît 9). Metin, bunu “Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için, bürudetle ihrak eder (yakma)” şeklinde izah eder. Bu, mutlak sıfır noktasına yakın aşırı soğuğun da ateş gibi yakıcı olması hakikatine bir işarettir.

4. En Mühim İhtar (Tenbih): Âhiret Ölçüleri:
Metin, tüm bu aklî ve bilimsel yaklaştırmalardan (takrib) sonra en mühim kaideyi koyar:
“Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle (ölçüleriyle) mesaha (ölçümleme) ve muamele olunmaz.”
• İzahı: Yani, Cehennem’in hakiki mahiyeti, bu dünyadaki 6000 derecelik çekirdek sıcaklığı veya mutlak sıfır soğukluğu ile aynı şey değildir. Bunlar sadece, aklımızın idrak ufkuna o dehşetli hakikati yaklaştırmak için kullanılan birer “dürbün” veya “misal”dir. Ahiret âlemi (Cennet ve Cehennem) bu fani âlemin maddesinden değil, farklı ve ebedî bir “esir”den veya “nur”dan yaratılmıştır. Oradaki ateş bu dünyadaki ateşe, oradaki soğuk bu dünyadaki soğuğa benzese de, mahiyetleri ve tesirleri ebedîdir.
İkinci Başlık: Kur’an Tefsirinde Belâgat ve Mecazın Zarureti (Altıncı Mes’ele Tahlili)
Altıncı Mes’ele, Kur’an-ı Kerim’in en büyük mu’cizesinin (i’caz) onun benzersiz belâgatı (edebî üstünlüğü ve yerli yerindeliği) olduğunu belirtir. Bu belâgat ise büyük ölçüde istiare (bir kelimeyi, aralarındaki benzerlik ilgisiyle geçici olarak başka bir manada kullanma sanatı) ve mecaz (sözü hakiki manasının dışında kullanma) üzerine kuruludur.

1. Tenezzülât-ı İlahiye (İlahî Tenezzüller):
Metin, Allahu Teâlâ’nın, insanların anlayış seviyesine (efhâm), his dünyasına (hissiyat) ve zihin yapılarına (ezhan) göre konuşmasını “Tenezzülât-ı İlahiye” olarak tabir eder. Yani, sonsuz ve mücerred (soyut) hakikatleri, insanların dünyasından alınmış somut misallerle (teşbih ve mecazlarla) anlatmasıdır.
• Zarureti: Eğer Allah, dağların jeolojik fonksiyonunu, levha tektoniğini veya su döngüsünü 21. yüzyıl bilim diliyle anlatsaydı, 1400 yıl evvelki insanlar hiçbir şey anlamayacaktı. Eğer sadece onlara hitap etseydi, bu asrın insanları Kur’an’ı basit bulacaktı.
• Kur’an’ın Mu’cizesi: Kur’an öyle bir belâgat kullanır ki, her asrın insanı, kendi idrak seviyesine göre o ayetten hissesini alır. 7. yüzyıldaki bir bedevi “evtad” (kazık) kelimesinden çadırının direğini anlar, 21. yüzyıldaki bir jeolog ise “izostatik dengeyi” anlar. İşte bu, mecazın gücüdür.

2. Misal Tahlili: “Dağları Kazık Yaptık” (Nebe’ Suresi)
Metnin “Birinci Misal” olarak verdiği ayet, bu metodolojinin zirvesidir:
$$وَجَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا $$Meali: “Dağları da birer kazık yapmadık mı?” (Nebe’, 78/7) Metin, bu beliğ mecazın altında yatan dört katmanlı manayı açar: * **Birinci Mana (Sefine/Gemi Mecazı):** Arz (yeryüzü) bir gemi (sefine) gibidir. Hava denizinde (bahr-i muhit-i havaî) veya feza okyanusunda (umman) yüzer. Dağlar ise, bu geminin müvazenetini (dengesini) koruyan “demir” (çapa) veya “direk” hükmündedir. * **İkinci Mana (Sükûnet ve Teneffüs):** Dağlar, yerkürenin “mesamatı” (gözenekleri) gibidir. Yerin “dâhilî inkılabat” (iç patlamalar, volkanik hareketler) ve “ihtizazat” (sarsıntılar, depremler) ile oluşan gazabını ve hiddetini, dağlar vasıtasıyla “teneffüs” ederek (dışarı atarak) sükûnet bulur. * **Destekleyici Ayet (Sarsılma):** Bu mana, Kur’an’daki diğer ayetlerle tam bir uyum içindedir. Dağların vazifesi “sarsıntıyı önlemek” olarak belirtilir:$
$$وَجَعَلْنَا فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَم۪يدَ بِهِمْ
Meali: “Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yerleştirdik…” (Enbiyâ, 21/31)
• Üçüncü Mana (Hayatın Direği): Dağlar, hayatın üç temel şartı olan “mâ’ (su), türab (toprak) ve hava”nın kefilidir:
• Mehazin-i Mâ’: Suların hazineleridir (rezervuarlarıdır). Karları tutar, bulutları çeker, pınarların ve nehirlerin kaynağıdır.
• Havanın Tasfiyesi: Havanın süzgecidir. Rutubeti çeker, hararet ve bürudeti (sıcaklık ve soğukluğu) ta’dil eder (dengeler), muzır (zararlı) gazların teressübüne (çökmesine) sebep olur.
• Toprağın Muhafazası: Toprağı korur. Erozyonu, çamurluğu, bataklığı ve denizin istilasını (tasallutunu) önler.
• Dördüncü Mana (Belâgat ve Çadır İstiaresi): Bu, en edebî yöndür. Metin, “Farazâ bir adam hayal balonuyla… uçarsa” der. Yüksekten bakıldığında, sıradağlar (silsile-i cibal), “direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeleri (çadırları) gibi” görünür. Semanın (gökyüzünün) bir çadır kubbesi (fustat) gibi arzın üzerine kurulduğu ve dağların bu çadırı yere sabitleyen “evtad” (kazıklar) olduğu tasavvur edilir. Bu, Arap belâgatına ve hayal dünyasına en uygun, en muhteşem tasvirdir.
Netice ve İki Meselenin Birleşimi
• Beşinci Mes’ele bize gösterdi ki; Cehennem gibi aklın ve hislerin idrak etmekte zorlandığı gaybî bir hakikati anlamak için, bu dünyadan misallere (merkezî ateş gibi) ihtiyaç vardır.
• Altıncı Mes’ele ise bize gösterdi ki; Kur’an, hem dünyevî (dağlar) hem de uhrevî (Cennet, Cehennem) hakikatleri anlatırken, bu misalleri en yüksek belâgat ve mecaz üslûbuyla kullanır.
Eğer bir müfessir (tefsirci), Altıncı Mes’ele’deki “mecaz ve belâgat” dürbününü kullanmazsa, Beşinci Mes’ele’deki “Cehennem yerin merkezindedir” veya Nebe Suresi’ndeki “Dağlar kazıktır” ifadelerini literal (birebir) ve basit anlar.
• O zaman ya ayeti inkâr eder (Bilim, dağların kazık olmadığını, mantonun üzerindeki levhalar olduğunu söylüyor, der)
• Ya da ayetin mu’cizevî manasını noksan bırakır (Sadece çadır kazığına benzetmiş, der).
Halbuki bu metinlerin ışığında anlıyoruz ki:
Kur’an, “Dağları kazık yaptık” (evtad) derken;
• Bedeviye çadırını,
• Jeoloğa izostatik dengeyi ve sarsıntıyı önlemeyi (Enbiya, 31),
• Meteoroloğa su döngüsünü ve hava tasfiyesini,
• Gemi kaptanına geminin demirini (çapasını)
tek bir kelime ile (evtad) anlatarak “İ’caz” (mu’cizelik) göstermiştir. Aynı şekilde, Cehennem’in merkezî ateş ile olan nisbeti de, o gaybî hakikati bu dünyevî akla kabul ettirmek için kullanılan beliğ bir mecaz ve aklî bir isbattır.

 

===============•-•===============

 

Yedinci Mes’ele

Kur’an’da zikrolunan:

دَحٰيهَا

ve

سُطِحَتْ

ve

فُرِّشَتْ

ve

تَغْرُبُ ﴿الشَّمْسُ﴾ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

ve emsalleri gibi; bazı ehl-i zahir tağlit-ı ezhan için, onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.

وَلٰكِنْ بَكَوْا قَبْل۪ى فَهَيَّجُوا لِىَ الْبُكَاءَ وَ هَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبُكَائ۪ى

Malûmdur: Malûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın. Eğer denilse: Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş. Veyahut nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor. Veyahut nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurub ediyor. Maânî-i âyât kinayetten sarahate çıkmış oluyor… Evet şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.

​— · ⁖ · —

Sekizinci Mes’ele

İşaret:

Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delalet eder. Öyle ise bu vaki’ olmak gerektir…” Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir. Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel ta’ziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.

Dördüncü bela ki,

ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za’f-ı a’sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’iyye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir. Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Farazâ tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz.

Tenbih:

Ben zahirperest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat bazan, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır.

Beşinci Bela:

Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir…

Altıncı Bela:

Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatın imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennet-ül Firdevs gibi olan Delail-ül İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir.
Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.

Yedinci Bela:

Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cariyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu.. ilh… “Miftah-ı Sekkakî”de beyan olunduğu gibi; pek çok yerlerde san’at-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:

وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ ٭ وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

Şu iki âyet gayet şâyan-ı dikkattirler. Zira zahire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zira birinci âyette olan istiare-i bedîa, o derece hararetlidir ki; buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstekar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur. Evvelki âyet,

قَوَار۪يرَ مِنْ فِضَّةٍ

naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bedîayı tazammun eylemiştir. Şöyle ki: Cennet’in evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir.
Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedîanın karinesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennet’in kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki Sâni’-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla Cennet’e müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.

Aynen bunun gibi,

مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ

bir istiare-i bedîa ondan takattur ediyor. O istiarenin zemini ise, zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki; zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatîniyle süslendiği gibi, güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatîni andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar; sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse, teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi, berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O müsahhar sabihalar ise, o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını ra’d ile silâh başına davet ettiği gibi.. “Rahat olun” emriyle herkes yerine gider, gizlenir. Evet çok defa bulut dağın libasını giydiği gibi, heykeli ile teşekkül etmekle beraber bered ve karın beyazıyla televvün ve rutubet ve bürudetiyle tekeyyüf eder. Öyle ise bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti Kur’an’ın çok yerleri gösterir. Zira bazan onu, onun libasında ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de Tenzil’in pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin bir sahifesi olan zeminde muanaka ve musafahaları şahiddir. Zira umman-ı havada iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger-endaz olduklarını görüyoruz…

İkinci âyet:

تَجْر۪ى

Evet

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

bir üslûba işaret ettiği gibi,

لِمُسْتَقَرٍّ

dahi bir hakikatı telvih eder. Demek caizdir ki,

تَجْر۪ى

lafzıyla şöyle bir üslûba işaret olsun. Şöyle: Şems, demiri altundan yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi esîrden olan ve mevc-i mekfuf tabir olunan umman-ı semada seyahat ve yüzüyor. Eğer çendan müstekarrında lenger-endazdır. Lâkin o bahr-i semada o “zeheb-i zâib” cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî ve tebaî ve tefhim için müraat ve ihtiram olunan nazar-ı hissiyledir. Fakat hakikî iki cereyanı vardır. Olmaz ise de olur. Zira maksad, beyan-ı intizamdır. Esalîb-i Arab’da olduğu gibi tebaî ise veya zâtî ise, nizamın nokta-i nazarında birdir.

Sâniyen:

Şems müstekarrında, mihveri üzerinde müteharrik olduğundan o erimiş altun gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zenbereğidir.
Sâlisen:

Şemsin müstekarrı denilen taht-ı revanıyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahra-yı âlemde seyr ü seferi, mukteza-yı hikmet görünüyor. Zira kudret-i İlahiye herşeyi hayy ve müteharrik kılmıştır ve sükûn-u mutlak ile hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atalet-i mutlak ile, rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyle ise Şems de hürdür. Kanun-u İlahiye itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve herbir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır. Evet cereyan hakikî ve zâtî olduğu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasıl hakikîdir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı,

تَجْر۪ى

dir. Üslûbun ukde-i hayatiyesine telvih eden lafız,

لِمُسْتَقَرٍّ

dir.

Elhasıl:

Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise şems gibi parlıyor.

كُلِ الْعَسَلْ وَلَا تَسَلْ

kaidesine binaen, nizamı intac eden hareket-i şems veyahut deveran-ı arz, hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için sebeb-i aslînin taharrisine mecbur değiliz. Meselâ:

قَالَ

nin elifiyle hıffet hasıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.
İşaret:

Bu tasviratla beraber hiss-i zahire istinaden; zahir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasılki belâgatın hararet ve letafetine münafîdir. Öyle de: Delil-i Sâni’ olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şahidi olan istihsan-ı aklîye carih ve muhaliftir. Şöyle meselâ: Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki: Sübhan senin cihat-ı erbaana mukabil gelse veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün, bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete acib bir misali, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir. Şimdi insafla nazar-ı hakikatla bu taassub-u bârideye bak: Nasıl istikra-i tâmmın şehadetiyle sabit olan bir hakikat-ı bahireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur: Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terketmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise; acaba istikra-i tâmmın mecaza karine olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?..

Tenbih:

Eğer istersen Mukaddemata gir. Birinci Mukaddeme’yi suğra ve Üçüncü Mukaddeme’yi kübra yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zâtın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikattan temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zât-ı nekkad, Kürdçe demiş ki:

عَنَاصِرْ چِهَارِنْ ژِوَانِنْ مَلَكْ

Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.” Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları, İslâmiyet’tendir. Acaba.. dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anasırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet’in hâsiyetini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve icma’ ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.

Elhasıl:

Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, “dörttür” dediklerinden murad, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon.. yine dörttür.

Eğer hür-fikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki: Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.

Ey birader!

Vakta ki keşf-i esrar merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsur-ul Belâgat ve i’cazın miftahı olan İkinci Makale’nin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakın o makalenin iğlak-ı üslûbu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve zînet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zâtiyesidir.

Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürd mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım…

تَمَّ تَمَّ

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Muhakemat isimli eserin “Unsur-ul Belâgat” bahsinde yer alan “Yedinci Mes’ele” ve “Sekizinci Mes’ele”dir. Bu bahisler, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizevî belâgatını (ifade harikalığını) tenkit etmeye veya yanlış anlamaya cüret eden “ehl-i zahir” (sadece dış manaya takılanlar) ve sathî (yüzeysel) nazara sahip kimselerin düştükleri vartaları (tehlikeli hataları) izah eden hikmetli bir usûl (metodoloji) dersidir.
Bu mes’elelerin gayesi, Kur’an’ın kâinat nizamı ve modern ilimlerin keşifleri ile zıt gibi görünen bazı ifadelerinin, aslında ne kadar derin bir belâgat, hikmet ve irşad (yol gösterme) maksadı taşıdığını isbat etmektir.

Bölüm 1: Yedinci Mes’ele – Zahiri Mananın İrşad Hikmeti
Bu mes’ele, Kur’an’ın bazı ayetlerini (örneğin Arz’ın “yayılması” veya Güneş’in “balçıklı bir gözede batması”) ele alarak, ehl-i zahirin bu ifadeleri nasıl yanlış anladığını ve hakikatin ne olduğunu tasvir eder.

1. Mesele: Malûmu İ’lam Abestir (Bilineni Bildirmek Gereksizdir)
Metinde, “Malûmdur: Malûmu i’lam bahusus müşahed olursa, abestir” buyrulur. Yani, insanların zaten gözleriyle müşahede ettiği (gördüğü) bir şeyi Kur’an’ın tekrar “haber” olarak vermesi, hikmete ve belâgata aykırıdır.
• İnsanlar, yaşadıkları coğrafyada yeryüzünü zaten “yayılmış” ve “düz” olarak görüyorlardı. Eğer Kur’an, sadece bu görüneni tasdik etseydi, bu bir “malûmu i’lam” olurdu ve içinde bir hikmet veya i’caz (mucizelik) bulunmazdı.
• Hakikat: Kur’an, bu ifadelerle bir nokta-i garabet (hayret verici bir ince nokta) dersini verir.

2. Nokta-i Garabet: Küreviyetle Beraber Musattah Olması
Metnin işaret ettiği o ince nokta şudur: “Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha (düzleştirilmiş) ve size mehd (beşik) olmuştur.”
• Hakikat: Dünya, $kürevî$ (küre şeklinde) bir $cirm-i azîm$ (büyük cisim) olmasına rağmen, hayat sürmemiz için bir beşik (mehd) ve bir sergi (musattaha) gibi yayılmıştır. Asıl mucize budur; küreviyetin, bizim hayatımıza engel olmaması, bilakis en mükemmel $nizam$ ile bize hizmetkâr edilmesidir.
• Kur’an, kozmografya dersi vermez; Allah’ın $nimet$ ve $kudretini$ gösterir. Maksat, Arz’ın geometrik şeklini bildirmek değil, onu insana nasıl $müsahhar$ (boyun eğdirilmiş) kıldığını göstermektir.

3. İlgili Ayetler ve İzahları
Metnin atıfta bulunduğu ayetler ve hikmetleri şunlardır:
• $سُطِحَتْ$ (Sutihat – Yayıldı):
أَفَلَا يَنْظُرُونَ إِلَى الْإِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ ﴿١٧﴾ وَإِلَى السَّمَاءِ كَيْفَ رُفِعَتْ ﴿١٨﴾ وَإِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ ﴿١٩﴾ وَإِلَى الْأَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ ﴿٢٠﴾
( Meali): “Onlar deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiştir! Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne bakmazlar mı, nasıl yayılmıştır!” (Gāşiye 88:17-20)
• İzah: Burada nazar (bakış), devenin acayip yaratılışına, göğün direksiz yükselişine, dağların direk gibi dikilmesine çevrildikten sonra, Arz’a çevrilir. Arz’ın $küre$ olmasına rağmen, üzerinde dağların dikilip hayatın kurulabileceği şekilde “yayılması” ($sutihat$), kudretin azametini gösteren bir $garabet$ noktasıdır.
• $دَحٰيهَا$ (Dahâ-hâ – Döşedi/Yaydı):
وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحٰيهَا ﴿٣٠﴾
( Meali): “Ardından da yeryüzünü döşedi.” (Nâziât 79:30)
• İzah: Bu kelime, devekuşu yumurtası veya yumurtanın konulduğu yer manasına gelen köklerden de gelir ki, Arz’ın $elipsoid$ (geoid) şekline de ince bir işarettir. Aynı zamanda, o kürevî cismin içinden su ve rızık çıkararak hayat için “döşemesi” manasındadır.
• $تَغْرُبُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ$ (Aynin Hami’etin – Balçıklı bir su gözesinde batması):
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا ﴿٨٦﴾
( Meali): “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik.” (Kehf 18:86)
• İzah: Metninizin vurguladığı gibi, “binler sene ile uzak olan şems”in (Güneş’in) hakikatte bir gözede batması $muhal$ (imkânsız) ve abestir. Ayet, Zülkarneyn’in (a.s.) $nazarındaki$ (bakışındaki) $tasviri$ beyan eder. O, ufukta bir okyanus veya büyük bir bataklığın kenarına varmış ve Güneş’i o ufuk çizgisinde, $sanki$ o çamurlu suyun içine batıyormuş gibi görmüştür. Bu, $hissî$ (duyusal) bir müşahedenin $naklidir$, yoksa kozmik bir hakikatin ilanı değildir.

Bölüm 2: Sekizinci Mes’ele – Aklı Teşviş Eden (Karıştıran) Fikrî Belalar
Bu mes’ele, ehl-i zahirin sadece ayetleri değil, kâinat nizamını anlamakta da nasıl hatalara düştüğünü izah eder. Bu hatalar, metinde “Bela” olarak tabir edilen fikrî hastalıklardır.

1. Bela: İmkân-ı Zâtî ile Vukuatı Karıştırmak
• Hata: Ehl-i zahir der ki: “Allah’ın kudretine göre böyle olması $mümkündür$ (imkân-ı zâtî). Hem böyle olması (mesela Güneş’in dönmesi) daha azametli görünür. Öyle ise $vaki’$ (gerçekleşmiş olan) budur.”
• İzah: Metin, “Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir?” diyerek bu fikri tenkit eder. Bir şeyin Allah’ın kudreti dâhilinde $mümkün$ olması, onun $vaki’$ olduğu manasına gelmez. Allah, $hikmet$ ve $iktisat$ ile iş yapar, en $kısa$ ve en $kolay$ yolu tercih eder. (Bu, Sübhan Dağı misaliyle izah edilecektir).
• Bu hata, “imkân-ı zâtî”nin, “yakîn-i ilmî”ye (ilimle sabit olan gerçeğe) zıt olduğunu zannetmektir. Van Denizi’nin bal olması $zâtında$ mümkündür, ama bu $imkân$, onun şu anda $su$ olduğu yolundaki $ilmî$ ve $bedihî$ (apaçık) bilgimizi çürütmez.

2. Bela (Dördüncü Bela): İmkân-ı Vehmi ile İmkân-ı Aklî’yi İltibas Etmek
• İmkân-ı Aklî (Aklî Mümkünlük): Varlığına veya yokluğuna dair kat’i bir delil olmayan bir şey hakkında tereddüt etmektir. Bu, ilmî bir tavırdır.
• İmkân-ı Vehmeî (Vehme Dayalı Mümkünlük): Delilsiz, esassız, “belki”, “ihtimal”, “şekk” (şüphe) gibi vesveselerden doğan $safsata$dır. Metin bunu, “muhakemesizlikten”, “kalbin za’f-ı a’sabından” ve “aklın sinir hastalığından” ileri gelen bir maraz (hastalık) olarak tasvir eder.
• Bu vehme düşenler, $bürhan$ (kat’i delil) ile isbat edilmiş hakikatlere bile “Belki öyle değildir, akıl her şeyi idrak edemez” diye şüphe atarlar.

3. Bela (Beşinci ve Altıncı): Mecazı Hakikat Zannetmek (Kasr-ı Nazar)
• Hata: Her $mecaz$ (metafor) ifadede $hakikat-ı zâtiye$ (bizzat gerçeğin kendisini) aramaktır. Bu kimseler (ehl-i zahir), mecaza ancak hakikatin aklen imkânsız ($imtina$) olduğu yerde mecbur kalırlar.
• İzah: Metin, “Muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir” der. Mecaz, hakikatin ışığını parlatan bir “şişe” gibidir. Bir ifadenin mecaz olduğunu anlamak için $karine$ (ipucu) lazımdır. Bu karine, metnin de dediği gibi, sadece $aklî$ imkânsızlık değil, aynı zamanda $hissî$, $âdî$ (geleneksel) ve $makamî$ (konunun bağlamı) olabilir.

4. Bela (Yedinci): Belâgat-ı Arabiyeyi Bilmemek ve Nizam-ı Kâinatı İnkâr Etmek
Bu, önceki hataların neticesidir ve metin bunu iki mühim ayetle zirveye taşır:
• Misal 1: $وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ$ (Gökten, içinde dolu bulunan dağlardan indirmesi)
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْج۪ي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ۚ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَٓاءُۜ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِۜ﴿٤٣﴾
( Meali): “Görmedin mi ki, Allah bulutları sürer, sonra onları bir araya getirip üst üste yığar. Artık sen onların arasından yağmurun çıktığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ (gibi bulut)lardan dolu indirir. Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar. Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır.” (Nûr 24:43)
• İzah: Metin, buradaki $cibal$ (dağlar) ifadesinin “istiare-i bedîa” (harika bir metafor) olduğunu söyler. Gökyüzü ($âsuman$), yeryüzünün karla kaplı dağlarına $rekabeten$, bulutlardan müteşekkil kendi “dağlarını” gösterir. Bu, zahiri “cümud”u (donukluğu) eriten $hararetli$ bir belâgattır. Yoksa gökte hakikî, taştan dağlar olduğunu iddia etmek $belâgatı cühud$ (inkâr) etmektir.
• Misal 2: وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ﴿٣٨
( Meali): “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın (kader) takdiridir.” (Yâsîn 36:38)
• İzah: Metin, bu ayeti iki katmanlı izah eder:
• Zahiri Mana (Nazar-ı Hissî): $تَجْر۪ى$ (cereyan ediyor/akıyor) lafzı, $üslûba$ (ifade tarzına) işaret eder. Bizim $nazar-ı hissiyemize$ (duyusal bakışımıza) göre Güneş hareket eder ve bu hareket, bizim hayatımızı $tanzim$ eder. Kur’an, bu $görünen$ hareketi esas alarak $intizamı$ (düzeni) ders verir.
• Hakikî Mana (İlmî): $لِمُسْتَقَرٍّ$ (bir karargâh/yörünge için) lafzı ise $hakikate$ telvih (işaret) eder. Metin, bu hakikatin iki yönlü olabileceğini söyler:
• Birincisi (Sâniyen): Güneş’in $mihveri üzerinde$ (kendi ekseninde) dönmesi ($hareke-i hakikiye$).
• İkincisi (Sâlisen): Güneş’in $taht-ı revanıyla$ (tüm sistemiyle, yani seyyaratı/gezegenleri ile) birlikte “sahra-yı âlemde seyr ü seferi” (galaksi içindeki hareketi).
• Elhasıl (Netice): Metin, “Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir” der. Nizamı netice veren şey ister Arz’ın $deveranı$ (dönüşü) olsun, ister (görünen) Güneş’in $hareketi$ olsun, asıl maksat olan $nizamın$ ders verilmesini ihlâl etmez.
Sübhan Dağı Misali:
Metin, bu noktada akla $istihsan$ (güzel bulma) ve $hikmete$ müracaat eder:
“Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan… senin cihat-ı erbaana mukabil gelse… en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi… bir daire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek… bence nizama cinayet etmektir.”
• İzah: Bir dağı dört yönden görmek için, sizin birkaç adım atarak etrafında dönmeniz $en kısa$ ve $hikmetli$ yoldur. Dağın sizin etrafınızda dönmesini beklemek ise $abesiyet$ (saçmalık) ve $israftır$. Hilkatte (yaratılışta) israf ve abes yoktur. Aynen öyle de, gece ve gündüzün oluşumu için, küçücük Arz’ın $devasa$ Güneş’in etrafında (ve kendi ekseninde) dönmesi $hikmet-i ezeliyeye$ uygundur; kâinatın azîm cirmi olan Güneş’in küçük Arz’ın etrafında döndürülmesi ise bu $iktisat$ ve $hikmet$ kanununa aykırıdır.

Bölüm 3: Tenbih – Hatânın Menbaı (Kaynağı): Felsefe-i Yunaniye
Metin, bu zahirperestliğin ve taassubun kaynağını, $felsefe-i Yunaniye$nin (Yunan Felsefesi) hükümlerini, $usûl-ü İslâmiye$ (İslam’ın temel prensipleri) zannetmek olarak teşhis eder.
• Özellikle “anasır-ı erbaa” (dört unsur: hava, su, ateş, toprak) meselesini misal verir. Bazı müfessirler, bu felsefî nazariyeyi İslami bir hakikat zannetmişlerdir.
• Halbuki İslâmiyet’in “anasır-ı erbaası” (Dört Esası) $Kitab$, $Sünnet$, $İcma’$ ve $Kıyas$’tır.
• Metin, felsefenin “anasır-ı erbaa”sının, sonradan “müvellidülma (Hidrojen), müvellidülhumuza (Oksijen), azot ve karbon” olarak bulunsa bile, bunun felsefenin değil, ilmin bir keşfi olduğunu ve Kur’an’ın bu $değişken$ nazariyelere bağlanamayacağını vurgular.

Hulâsa (Genel Netice)
İktibas edilen bu mes’eleler, Kur’an-ı Kerim’in;
• Zahirî (görünen) müşahedelerimizi $kullanarak$ bizi $derûnî$ bir $nizam$ ve $hikmet$ tefekkürüne (düşüncesine) sevk ettiğini,
• Maksadının kozmografya veya jeoloji dersi vermek değil, her seviyeden akla $San’atkârı$ (Yaratıcıyı) ve O’nun $nimet$ ve $intizamını$ göstermek olduğunu,
• Bunu yaparken $belâgat-ı Arabiyenin$ en yüksek $istiare$ (metafor) ve $temsillerini$ kullandığını,
• Kur’an’ı anlamanın anahtarının (miftahının) Yunan felsefesinin donuk kaideleri değil, Arap belâgatının canlı ve hikmetli üslûbu olduğunu kat’i bir surette isbat eder.

 

 

===============•-•===============

 

Unsur-ul Belâgat
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ وَ الصَّلَوَاتُ عَلٰى نَبِيِّهِ

İkinci Makale

Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır.

Birinci Mes’ele

Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa… Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.

Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.

Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…

Tenbih:

Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.

​— · ⁖ · —

İkinci Mes’ele

Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle: Deveran ile tabir olunan vücudda ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe’ zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de manaları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.

Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:

يُنَاج۪ينِىَ اْلاِخْلَافُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ وَ تَخْتَصِمُ اْلاٰمَالُ وَ الْيَاْسُ ف۪ى صَدْر۪ى

Yani: “Mumatala-i hak perdesi altında hulf-ül va’d benimle konuşuyor. Der: Aldanma!.. Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar.” Göreceksin nasıl şâir-i sahir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rü’ya görünüyor. Evet bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.

Veyahut yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte:

تَشَكَّى الْاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ وَ تَرْشَفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ

Yani: Yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla haletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?

Tenbih:

Bu şiiri güzel gösteren içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. Zira yağmur gecikse sonra gelse toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muaşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder.

İşaret:

Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır…

​— · ⁖ · —

Üçüncü Mes’ele

Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemali ve sureti, üslûb iledir. Yani kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki: Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın telakkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülatın hususiyatından teşekkül eden suretlerden terekküb eden istiare-i temsiliyenin parçaları telahuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûb, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemalin madeni ve hulel-i fahirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şâyan olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan manalar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından mahall-i suver olan hayale girerler.

O hazinet-ül hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer, lâakal bir nişan ile çıkar. Hiç olmazsa bir düğme ile veya bir kelime ile kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.

Eğer bir kelâmın -fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın- üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden; mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizac ve san’atını kelâmıyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun. Eğer tereddüd ile senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bür’iyye’den olan

وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ اْمَتَلَاتْ مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ

olan bîmarhaneye git, gör! Nasıl hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakikatın şişesindeki zülal-i mana nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizac etmesini seyretmek ve o zülali içmeye iştihan var ise meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı belig nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:

Kelâm-ı belig, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.

Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle!.. Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda’-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsifini etmiştir.
Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar…” Bak evsaf-ı kemaliye içinde Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.

İşaret:

Üslûbdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka diyorlar. Ve belâgatça faidesi, kıssatın tefarıkını ve perişan olan parçalarını iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssatın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatab kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.

Bak nerede olursa olsun “mübareze” lafzı pencere gibi meydan-ı harbi, içinde harb olarak sana gösterir. Evet çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematoğrafisi denilse caizdir.

Tenbih:

Üslûb meratibi pek mütefavittir. Bazan o kadar latif ve rakiktir ki, nesim-i seherden daha âheste eser. Bazan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desais-i harbiyelerinden daha mesturdur. Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi lâzımdır, tâ istişmam edebilsin.

Ezcümle:

يٰسٓ

suresinde

مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَم۪يمٌ

şive-i ifadeden, Zemahşerî

مَنْ يَبْرُزُ اِلَى الْمَيْدَانِ

üslûbunu istişmam etmiştir. Evet insan isyanla Hâlıkın emrine karşı manen müdafaa ve mübareze eder…

​— · ⁖ · —

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsur-ul Belâgat” bölümünde yer alan “İkinci Makale”dir. Bu makale, belâgatın (söz sanatının, edebiyatın) ruhuna ve hakikatine dair üç mühim mes’eleyi tahlil ve tenkit eder.
Metnin ana gayesi, hakikî belâgatın “lafız” merkezli değil, “mana” merkezli olması gerektiğini isbat etmektir. Belâgatın, zahirî süslemelerden ziyade, derûnî bir hakikatin ve mananın nizamından (düzeninden) kaynaklandığını ortaya koyar.

Makalenin Umumî Tasviri
Bu makale, belâgat sahasında vukû bulan bir “inhirafı (sapmayı) tenkit eder. Bu inhiraf, manayı lafza feda etmektir. Üstad Hazretleri, belâgatın ruhunun şu üç temel üzerine kurulu olduğunu beyan eder:
• Birinci Mes’ele: Belâgatın aslı Nazm-ı Maânî’dir (Manaların Nizamı), Nazm-ı Lafz (Lafızların Nizamı) değil.
• İkinci Mes’ele: Belâgatın hayatı Tecessüm-ü Maânî’dir (Manaların Cisimleşmesi) ve cansızlara ruh üflenmesidir.
• Üçüncü Mes’ele: Belâgatın sureti ve elbisesi Üslûbdur ve bu, mütekellimin (konuşmacının) şahsiyetini aksettiren bir âyinedir.
Şimdi bu mes’eleleri sırasıyla tahlil edelim:
Birinci Mes’ele: Nazm-ı Maânî ve Lafızperestliğin Tenkidi
Bu mes’ele, belâgatın temelindeki tabiî mecranın ne olduğunu ve nasıl bozulduğunu izah eder.
1. Hakikî Belâgat (Nazm-ı Maânî):
• İzahı: Bediüzzaman’a göre, fikirlerin ve hissiyatın tabiî akışı, “manaların nizamı” (Nazm-ı Maânî) iledir. Bu nizam, mantık ile güçlendirilmiştir ve hakikatlere yöneliktir. Hakikatlere giren fikirler, varlıkların mahiyetindeki inceliklere nüfuz eder. Bu incelikler kâinattaki mükemmel nizama (Nizam-ı Ekmel) dayanır. Bu nizamda ise “hüsn-ü mücerred” (soyut güzellik) gizlidir ki, belâgatın bütün çiçekleri bu bostandan neş’et eder.
• Müradifleri:
• Nazm-ı Maânî: Manaların tertibi, derûnî ahenk, fikrî silsile, manevî yapı, muhtevanın önceliği.
• Hüsn-ü Mücerred: Soyut güzellik, manevî güzellik, suretten münezzeh kemâl.
2. Belâgattaki Teşevvüş (Bozulma):
• İzahı: Arap olmayan (a’cam) ve Arapçaya sonradan dâhil olan (dahîl) edipler, bu sahaya girdiklerinde, işin kolayına kaçmışlardır. Mananın derinliklerine dalmak yerine, nazar-ı sathîye (yüzeysel bakışa) daha hoş gelen, avamın nazarını daha çok çeken “lafız” (söz) ile meşgul olmuşlardır.
• Böylece, “lafız manaya hizmet etmek” olan tabiî kaide, “mana lafza hizmet etmek” şekline çevrilmiştir. Bu durum “lafızperestlik” (kelimeye tapma) hastalığını doğurmuştur. Üstad, bu hastalığa misal olarak Harîrî’nin Makamat isimli eserini zikreder; dâhiyane bir edebî eser olmasına rağmen, lafız sevgisi ve sanat gösterme hevesiyle mananın lekedar edildiğini belirtir.
• Tenbih (Uyarı): Bu hastalık sadece lafızperestlik değildir; suretperestlik (şekilcilik), üslûbperestlik, teşbihperestlik (benzetme düşkünlüğü), hayalperestlik ve kafiyeperestlik olarak da tezahür eder. Bunlar, manayı surete feda eden marazlardır.
• Küllî Kaide: “Lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla… suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla…”

3. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an-ı Kerim, daima zahirî şekilcilikten ziyade, derûnî hakikate ve manaya ehemmiyet verir.
• Rûm Suresi, 30:7:
$$يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ$$
• Meali: “Onlar, dünya hayatının sadece görünen (zâhirî) tarafını bilirler. Ahiretten ise gaflet içindedirler.”
• İrtibatı: Lafızperestler, belâgatın “zâhirî” tarafı olan lafızlarla meşgul olup, onun “ahireti” mesabesinde olan hakikî manasından gafil olurlar.
• Bakara Suresi, 2:177:
$لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
• Meali: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren; antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getiren; sıkıntıda, hastalıkta ve savaş zamanlarında sabredenlerin davranışlarıdır. İşte doğru olanlar bunlardır; müttakîler de bunlardır.”
• İrtibatı: Ayet, hakikî faziletin zahirî bir “suret” (yönelme) olmadığını, bilakis derûnî bir “mana” (iman ve amel) olduğunu ders verir. Bu, belâgatta da geçerlidir; asıl olan lafzın süsü değil, imanın ve hikmetin muhtevasıdır.
İkinci Mes’ele: Kelâmın Hayatlanması (Tecessüm-ü Maânî)
Bu mes’ele, sözün nasıl canlı ve tesirli hale getirileceğini izah eder.
1. Sihr-i Beyan (Beyanın Sihri):
• İzahı: Kelâmın (sözün) hayatlanması ve gelişmesi, “manaların tecessüm etmesi” (soyut anlamların cisimleşmesi, somutlaşması) ve “cemadata nefh-i ruh” (cansız varlıklara ruh üflenmesi) ile mümkündür.
• Bu, “sihr-i beyan” (ifadenin sihri) olarak adlandırılır. Edib veya şair, hayal gücünü kullanarak cansız varlıkları (cemadatı) canlandırır, onları konuşturur (intak), aralarına sevgi veya düşmanlık atar. Soyut manalara birer cisim giydirir.
• Misaller: Metinde iki beyit (mısra çifti) zikredilir:
• Ümid (emel) ile ye’sin (ye’s) (iki soyut mana) birbiriyle kavga etmesi (tecessüm).
• Yerin (arz) yağmura (sehab) olan aşkı ve şikâyeti (cemadata nefh-i ruh).
• Müradifleri:
• Tecessüm-ü Maânî: Manayı cisimleştirme, teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), mücerredi müşahhas kılma.
• Nefh-i Ruh: Ruh üfleme, canlandırma, hayat verme.
2. Hayaldeki Hakikat Danesi:
• Tenbih (Uyarı): Bu hayalî tasvirlerin güzel ve tesirli olmasının şartı, içinde “bir dane-i hakikat” (bir hakikat çekirdeği) bulunmasıdır. Tamamen hayalî ve hakikatten kopuk olmamalıdır.
• Misal: Yağmurun gecikip sonra yağdığında topraktan çıkan “vız vız” sesi, toprağın şiddetli ihtiyacını ve iştiyakını gösteren bir “hakikat danesi”dir. Şair, bu hakikat çekirdeğini alır, hayal gücüyle işler ve onu bir “muaşaka” (aşk hikâyesi) suretine ifrağ eder (döker).

3. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an-ı Kerim, bu sanatın zirvesidir. Muhatabın zihninde manayı tecessüm ettirmek için cemadatı ve manaları mütemadiyen konuşturur.
• Haşr Suresi, 59:21:
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
• Meali: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, sen onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
• İrtibatı: Bu ayet, “cemadata nefh-i ruh” sanatının en âlâ misalidir. Cansız ve sert olan “dağ”a (cemadat), “huşû” (derin saygı), “korku” (haşyet) ve “parçalanma” (tefekkürün tesiri) gibi en derin hayatî sıfatlar verilerek Kur’an’ın azameti tecessüm ettirilmiştir.
• İsrâ Suresi, 17:44:
$$تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا$$
• Meali: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”
• İrtibatı: Kâinattaki bütün varlıklara (cemadat dâhil) “tesbih” (bilinçli bir zikir) fiili isnad edilerek, bütün mevcudat canlı ve şuurlu birer zâkir suretine sokulmuştur. Bu, belâgatın en yüksek mertebesidir.
Üçüncü Mes’ele: Üslûb (Kelâmın Kalıbı ve Sureti)
Bu mes’ele, belâgatın zahirî yönü olan üslûbun, manayla olan münasebetini izah eder.
1. Üslûb Nedir?
• İzahı: Üslûb, kelâmın “elbise-i fahiresi” (kıymetli elbisesi), “sureti” ve “kalıbı”dır. Manalar, kalbin derinliklerinde “çıplak” bir haldeyken, “irade”nin sesiyle çağrılırlar. “Hazinet-ül Hayal”e (Hayal Hazinesi) girerler ve orada buldukları suretleri giyerler.
• Üslûb, basit bir lafız yığını değil, mütekellimin (konuşmacının) ruhundan, mizacından ve san’atından süzülen bir surettir. “Bir kelâmın üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslûbun içinde göreceksin.”
• Müradifleri:
• Üslûb: İfade tarzı, beyan kalıbı, mütekellimin şahsiyetinin âyinesi, mananın büründüğü suret.
• Hazinet-ül Hayal: Hayal hazinesi, suretlerin menbaı, tasavvur deposu.

2. Üslûbun Faidesi ve Misalleri:
• Faidesi: Üslûbun en mühim faydası, dağınık parçaları birleştirmesidir (iltiham). Mütekellim, üslûbun bir köşesini göstererek, muhatabın kıssanın tamamını görmesini sağlar (“Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” kaidesince).
• Misaller:
• Kaside-i Bür’iyye misali: İmam Busayrî, günahlardan tevbe etmeyi, bir “bîmarhane” (hastane) üslûbu içinde tasvir eder; gözyaşını “istifrağ” (kusma), pişmanlığı da “perhiz” (diyet) olarak sunar.
• Hüdhüd misali: Süleyman (a.s) Peygamberin Hüdhüd’ü, Sebe’ melikesinden bahsederken, Allah’ı tavsif ederken kendi “hendese”sine (mühendislik/yer bulma sanatı) münasip bir üslûb kullanır: “…göklerde ve yerde olanı ortaya çıkaran…” (Neml, 25).
• Mübareze misali: “Mübareze” (çarpışma) lafzı, tek bir kelime olmasına rağmen, bir “sinematoğraf” gibi bütün bir savaş meydanını hayale gösterir.
3. Üslûb-u Mübareze (Tenbih):
• İzahı: Üslûbların çok farklı mertebeleri vardır. Bazen çok gizli olabilir. Zemahşerî’nin, Yâsîn Suresi’ndeki “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn, 78) ayetindeki sual üslûbundan “Meydana kim çıkacak!” şeklinde bir “mübareze” (meydan okuma) manasını istişmam etmesi (koklayıp çıkarması) buna misaldir. Çünkü bu sual, bilmek için değil, (haşa) Allah’ın kudretine karşı isyan ve meydan okuma makamında sorulmuştur.

4. Ayetler Işığında Mes’ele:
Kur’an’ın üslûbu, Allah’ın isimlerine ve konuşmanın makamına göre mucizevî bir surette tecelli eder.
• Neml Suresi, 27:24-25: (Hüdhüd misali)
$$وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ ﴿24﴾ اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ﴿25﴾$$
• Meali (24-25): “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları doğru yoldan çıkarmış. Bu yüzden de doğru yolu bulamıyorlar. (Şeytan) göklerde ve yerde olanı ortaya çıkaran, gizlediğinizi ve açığa vurduğunuzu bilen Allah’a secde etmesinler diye (onları saptırmış).”
• İrtibatı: Metinde işaret edildiği gibi, Hüdhüd’ün mesleği yerin altındaki gizli suları (mahfiyatı) çıkarmaktır. Allah’ı tavsif ederken, tam da kendi san’atına (hendesesine) muvafık bir üslûb ile “göklerde ve yerdeki gizli olanı (el-hab’e) ortaya çıkaran” vasfını zikretmesi, üslûbun mütekellimin mahiyetini nasıl aksettirdiğine dair harika bir misaldir.
• Yâsîn Suresi, 36:78: (Üslûb-u Mübareze misali)
$$وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ$$
• Meali: “Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?»”
• İrtibatı: İşte bu ayetteki “Kim diriltecek?” suali, cehaletten kaynaklanan bir sual değil, kudret-i İlahiyeye karşı bir istib’ad (akıldan uzak görme) ve isyan üslûbudur. Bu üslûb, manen bir müdafaa ve mübarezedir (meydan okumadır). Cevabı da aynı derecede susturucu ve kudreti isbat edici bir üslûbla gelir (Bkz: Yâsîn, 79).

Hülâsa (Özet)
Bediüzzaman Hazretleri bu “İkinci Makale”de, hakikî belâgatın;
• Lafız ve suret esaretinden kurtulup, mananın nizamına tâbi olması gerektiğini,
• Soyut manalara ve cansız varlıklara hayat vererek tesirini artırması gerektiğini (ancak bunun bir hakikat çekirdeğine dayanması şartıyla),
• Mananın şahsiyetine ve mütekellimin maksadına uygun bir üslûb elbisesi giymesi gerektiğini ders vermektedir.

===============•-•===============

 

Dördüncü Mes’ele

Kelâmın kuvvet ve kudreti ise; kelâmın kuyudatı birbirine cevab vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen karınca kaderince, asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksad üzerine bırakmak ile

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُش۪يرُ

düsturuna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi.. maksad ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir.

Elhasıl:

Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.

İşaret:

Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsn ü cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et… Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azabdan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen

وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ

olan âyete bak. Nasılki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kaide-i beyaniyeye binaen tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor.

Şöyle:

اِنْ

lafzındaki teşkik ile tahfif ve

مَسَّتْ

deki yalnız temas ve

نَفْحَةٌ

maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir.. ve

مِنْ

deki teb’iz ve nekale bedel

عَذَابِ

zikrindeki tehvin ve

رَبِّكَ

deki îma-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zim ve tehvil eder.

Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin…

Tenbih:

Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’aniye bu intizam ve tenasüb ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder.

​— · ⁖ · —

Beşinci Mes’ele

Kelâmın servet ve vüs’ati ise; -nasıl suret-i terkib, nefs-i maksadı gösterir. Öyle de- müstetbeatının telmihatıyla ve esalîbin işaratıyla garazın levazım ve tevabiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zira telmih ve işaret ise, sâkin olan hayalâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyic etmeye büyük bir esastır. Evet telmih ve işaret ise yolun etrafını temaşa ile tenezzüh etmek içindir. Kasd ve taleb ve tasarruf için değildir. Demek mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şâyan noktalar vardır:
İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al kapıları aç, işte:

قَالَتْ كَبِرْتَ وَ شِبْتَ قُلْتُ لَهَا هٰذَا غُبَارُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ

Yani: Dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.”

Hem de:

وَلَا يُرَوِّعْكِ ا۪يمَاضُ الْقَت۪يرِ بِهِ فَاِنَّ ذَاكَ ابْتِسَامُ الرَّاْىِ وَالْاَدَبِ

Yani: Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.

Hem de:

وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَب۪يبَةٍ فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلَّا بِصُبْحِ مَش۪يبٍ

Yani: Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi.

Hem de:

وَكَاَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَب۪ينَهُ فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ ف۪ى اَحْشَائِهِ

Yani: Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzasıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısâsını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.

Hem de:

كَاَنَّ قَلْب۪ى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ
Yani: Kalbim maşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi; kalbim müştak, onun kalbi müstağnidir. Demek hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taş ile vurmuştur.

Hem de:

وَاَلْقٰى بِصَحْرَاءِ الْغَب۪يطِ بَعَاعَهُ نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ

Yani: Tacir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrasına attı. Nasılki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renk ile süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de, sel sahraya yükünü attığı gibi ticaret-i hafiyeye benzer imtizacat-ı kimyeviye ile çiçeklerin nazeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hattâ çiçeklerin çobanı ıtlakına şâyan olan kefne

{1: Dikenli, ihrak edilir bir dağ mahsulüdür.}

başını kırmızılaştırıyor.

Hem de:

غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ

Yani: “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı…”

Uzağa gitmek istemiyorsan bu makalenin bir parça mâkabline nazar et, bu mes’eleye nümune olmak için çok parçaları bulacaksın. Ezcümle: “Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşafı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”>Veyahut makale-i ûlâda olan mes’ele-i ûlânın hâtimesindeki işarete bak. İşte “Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber

اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ

demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”

Şimdi teemmül et! Bu misaller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat hayal-meyal gibi başını çıkarıyor.

​— · ⁖ · —

Bu bahis, kelâmın, yani sözün ve ifadenin tesirini, güzelliğini ve kuvvetini tahlil eden belâgat ilminin derûnî esaslarını izah eder.

Mevzu: Kelâmda Kuvvet ve Servet
İktibas edilen metin, belâgatli bir sözün iki temel rüknünü (direğini) tasvir etmektedir:
• Dördüncü Mes’ele: Kelâmın Kuvvet ve Kudreti (Sözün Dahilî Gücü ve Sağlamlığı).
• Beşinci Mes’ele: Kelâmın Servet ve Vüs’ati (Sözün Haricî Zenginliği ve Genişliği).
Birinci mesele, kelâmın derûnî intizamına (iç düzenine) ve parçalarının tek bir maksada kilitlenmesine bakarken; ikinci mesele, kelâmın zahirî telmihatına (dışa dönük göndermelerine) ve dinleyicinin hayal dünyasını harekete geçirme kabiliyetine nazar vermektedir.

DÖRDÜNCÜ MES’ELE: KELÂMIN KUVVET VE KUDRETİ
Bu mesele, bir sözü “kuvvetli” yapan şeyin, o sözü oluşturan bütün unsurların (kuyudat – kayıtlar, kelimeler, cümleler) birbiriyle tam bir uyum içinde olması olduğunu beyan eder.
1. İzahı (Tecavüb, Teavün ve İstimdad)
Kelâmın kuvveti, tek tek parlak kelimeler seçmekten ziyade, o kelimelerin ve kayıtların bir orkestra gibi ahenk içinde olmasına bağlıdır. Metin, bunu üç mühim düstur ile açıklar:
• Tecavüb (Karşılıklı Cevap Verme): Kelâmın her bir parçası, diğer parçaların ortaya koyduğu manaya veya ihtiyaca cevap vermelidir. Bir kelime, öteki kelimenin manasını teyit etmeli veya tamamlamalıdır.
• Teavün (Karşılıklı Yardımlaşma): Bütün unsurlar, “asıl garaz” yani “temel maksat” için birbirine yardım etmelidir. Hiçbir kelime veya ifade, asıl maksadın haricinde, kendi başına bir mana sergilemek için orada bulunmamalıdır.
• İstimdad (Yardım Alma): Metnin teşbihinde olduğu gibi, bütün unsurlar (dereler veya zenavlar – oluklar) ana maksat olan havuzdan yardım almalı, yani manalarını o ana maksattan çekip çıkarmalı ve yine o havuzu beslemelidir.
Bu üç unsur tesis edildiğinde, kelâmda müşevveş (karmaşık, dağınık) bir suret değil, intizam (düzen) ve tenasüb (oran, uyum) tecelli eder. Bu intizam ve tenasüpten ise hüsn ü cemal (güzellik ve mükemmellik) parlar.
2. Müradif Kelimeler
• Kuvvet-i Kelâm: Sözün sağlamlığı, mantıkî tutarlılığı, tesir gücü.
• Kuyudat: Kayıtlar, şartlar, kelâmı oluşturan unsurlar (sıfatlar, zarflar, harf-i cerler vb.).
• Garaz/Maksad: Hedef, asıl gaye, verilmek istenen temel mesaj.
• İntizam: Düzen, nizam, tertip.
• Tenasüb: Uyum, ahenk, parçalar arası muvazene.
3. Âyet-i Kerime Tahlili (Enbiyâ, 21/46)
Bu mesele, tezi isbat için Kur’an-ı Kerim’den harika bir misal iktibas eder. Maksat, cehennem azabının dehşetini ve büyüklüğünü (tahvif ve tehvil) göstermektir. Fakat Kur’an, bunu azabın büyüklüğünü doğrudan tasvir ederek değil, “azının” dahi ne kadar tesirli olduğunu göstererek, yani zıddıyla ve taklil (azaltma) sanatı ile yapar.
Mealinden ayetin tamamı şöyledir:
وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَٓا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ
“Andolsun, onlara Rabbinin azabından hafif bir esinti dokunsa, muhakkak “Eyvah bize! Gerçekten biz zalimlerdik” diyeceklerdir.” (Enbiyâ 21/46)
Metnin tahlil ettiği üzere, ayetteki “azabın azlığını” göstermek için bütün kuyudat (kayıtlar) nasıl teavün (yardımlaşma) ediyor:
• اِنْ (Eğer): Lafzı, teşkik (şüphe) bildirir. “Mutlaka dokunacak” değil, “eğer dokunursa” diyerek manayı hafifletir (tahfif).
• مَسَّتْ (Dokundu): Lafzı, sadece temas manasındadır. “İsabet etti”, “kuşattı” veya “yaktı” değil, sadece “değdi”.
• نَفْحَةٌ (Bir esinti): Bu kelime hem sîga (kalıp) itibarıyla “bir defacık esinti”, hem de tenkir (belirsizlik) itibarıyla “ehemmiyetsiz, tahkir edilen bir esinti” manasını taşır. Taklil (azaltma) ve tahkir (küçümseme) vardır.
• مِنْ (den): Harfi, teb’iz (parça, bazısı) ifade eder. Azabın tamamı değil, ondan bir parça.
• عَذَابِ (Azab): Kelimesi, nekâl (ibretlik ve şiddetli ceza) veya ikab (cezalandırma) gibi daha şiddetli kelimeler yerine kullanılarak bir tehvin (hafif gösterme) iması taşır.
• رَبِّكَ (Rabbinin): Azabı Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi celalî isimlere değil de, terbiye edici ve şefkat manasını da ihtiva eden “Rab” ismine izafe etmesi, bir îma-i rahmet (rahmet iması) taşır ve azabın şiddetini (görünüşte) hafifletir.
Elhasıl: Ayetteki altı adet kayıt (kelime ve ek), hep birlikte azabın “en azını, en hafifini” göstermek için tecavüb ve teavün etmişlerdir. Neticede mana şu olur: Azabın bu kadar küçültülmüş, hafifletilmiş, ehemmiyetsiz bir parçacığının, şefkatli Rab’den gelen bir dokunuşu bile o mücrimlere “Eyvah bize!” dedirtip feryat ettiriyorsa; o azabın bütününün, Kahhar isminden gelen tecellisinin dehşetini ve azametini (ta’zim ve tehvil) akıl tasavvur edemez. İşte kelâmın kuvveti budur.

BEŞİNCİ MES’ELE: KELÂMIN SERVET VE VÜS’ATİ
Bu mesele, kelâmın zenginliğinin, sadece söylediği sarih (açık) manadan ibaret olmadığını, bilakis zımnî (örtülü) manalarla, işaret ve telmihlerle (göndermelerle) ne kadar geniş bir ufuk açtığıyla ölçüldüğünü beyan eder.
1. İzahı (Telmih, İşaret ve Müstetbeat)
Bir sözün serveti (zenginliği), asıl maksadın (nefs-i maksad) yanı sıra, o maksadın levazımını (gereklerini) ve tevabiini (ona bağlı diğer manaları) da hissettirmesidir.
• Müstetbeatının Telmihatı: Bir söz söylendiğinde, o sözün peşinden tabiî olarak gelen, hatırlattığı başka manalar.
• Esalîbin İşaratı: Kullanılan uslûbun (ifade tarzının) işaret ettiği dolaylı manalar.
Bu telmih ve işaretler, dinleyicinin zihnindeki sâkin hayalâtı (durgun hayalleri) ihtizaza (titreşime, harekete) getirir ve sâkit cevanibini (suskun olan diğer yönlerini) söyletir. Bu, kalbin en uzak köşelerinden bile istihsan (beğeni) ve takdir toplar.
Metnin tabiriyle bu işaretler, yolun aslı değil, yolun etrafını temaşa (seyretme) ve tenezzüh (gezinme) içindir. Mütekellim (konuşan) bu dolaylı manalardan doğrudan mesul değildir, ancak belâgatin serveti bu yan manalarda gizlidir.
2. Müradif Kelimeler
• Servet-i Kelâm: Sözün zenginliği, muhteva derinliği, çok boyutluluğu.
• Vüs’at: Genişlik, kapsam.
• Telmih: Gönderme, hatırlatma, ima etme (meşhur bir kıssaya, ayete, hadise vb.).
• İşaret: Dolaylı olarak gösterme, delâlet etme.
• Levazım ve Tevabi: Bir şeyin gerekleri ve ona bağlı olan neticeler/unsurlar.
3. Âyet-i Kerime Tahlili (Fussilet, 41/11)
Bu mesele, kendi zenginliğini göstermek için evvela Arap şiirinden misaller verir (ihtiyarın sakalını “cihad tozu” olarak tasvir etmesi, sevgilinin kalbini “bilezik” gibi sâkin, kendi kalbini “kemer” gibi hareketli tasvir etmesi vb.).
Ardından, metnin kendi içinden, yani Muhakemat’tan bir misal verir:
“Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”
Buradaki nefs-i maksad (asıl maksat), arzın (dünyanın) nizam-ı kevnîye (evrensel düzene) uyduğunu, güneşin etrafındaki seyrine devam ettiğini bildirmektir.
Fakat cümlenin sonundaki اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ (Biz isteyerek, itaat ederek geldik) ifadesi bir telmihtir. Bu ifade, Fussilet Suresi’ndeki şu ayet-i kerimeye işaret eder:
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًاۜ قَالَتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
“Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, “İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!” buyurdu. “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet 41/11)
Bu telmih ile kelâmın serveti ve vüs’ati şöyle genişler:
• Hayalâtı İhtizaza Getirmek: Arzın hareketi, basit, mekanik bir hadise olmaktan çıkar. Dinleyicinin hayali, kâinatın yaratılış anına, Allah’ın sema ve arza “Gelin!” şeklindeki Emr-i Tekvinîsine (Yaratma Emrine) gider.
• Tevabi ve Levazımı Göstermek:
• Bu itaatin şuurkârane (bilinçli) bir itaat olduğu hissettirilir (“İsteyerek geldik”).
• Arzın bu itaatte yalnız olmadığı, “zevci” (eşi) olan sema (gökler) ile birlikte bir cemaat halinde bu itaati sunduğu manası (ki ayette “ikisi dediler” buyrulur) ortaya çıkar.
• “Taat ise cemaatle daha ahsendir” hükmü, bu kozmik hadiseye bağlanarak hem bir istinbat (çıkarım) yapılır hem de kelâma ayrı bir hüsn (güzellik) katılır.
Basitçe “Dünya döner” demek yerine, bu telmih kullanılarak; yaratılış, emr-i İlahî, şuurkârane itaat, cemaat sırrı gibi birçok başka makam (farklı mana boyutları) hayal-meyal (belli belirsiz) gösterilmiş olur. Bu da kelâmın servetini teşkil eder.

HÜLASA (ÖZET)
• Dördüncü Mes’ele (Kuvvet): Kelâmın dahilî intizamıdır. Bütün parçaların tek bir maksada (havuza) hizmet etmesiyle (tecavüb ve teavün) elde edilen sağlamlıktır. Misali, Enbiyâ 46’da taklil (azaltma) unsurlarının tehvil (dehşet) maksadına yardım etmesidir.
• Beşinci Mes’ele (Servet): Kelâmın haricî zenginliğidir. Asıl maksadın etrafında, telmih ve işaretler yoluyla dinleyicinin hayalini harekete geçirerek başka manalara da kapı açan genişliktir. Misali, Fussilet 11’e yapılan telmih ile arzın hareketine kozmik bir şuur ve cemaat manası katmaktır.
Her iki mesele de Kur’an-ı Kerim’in belâgat ve i’cazının (mucizeliğinin) anlaşılmasında temel birer düsturdur.

===============•-•===============

 

Altıncı Mes’ele

Kelâmın semeratı ise; tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle: Kimya’ya aşina olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altun gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrika ile müteaddid borular ile muhtelif teressübatıyla, mütenevvi’ teşekkülat ile tabakat-ı mütefavitede geçer. En nihayet ondan bir kısım tahassül eder. Kelâm denilen maânî-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi.

Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki, tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulat tevellüd eder. Ondan hevaî manalar bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mana bir kısmı tekasüf etmekle temayülat ve tasavvuratın bir kısmı muallak kalıp bir kısım dahi takattur ettiğinden akıl ona rağbet gösterir. Sonra mayi halindeki kısımdan bir kısım tasallüb ve tahassül ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibden bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir. Demek müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallüb etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassül etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeatına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâm ile refakat eden mütekellimin etvarıyla rabteder.

İşte bu silsilenin borularından ismin müsemması ve fiilin manası ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarünileyhleri ve hitabı teşyi’ eden etvarın muharrikleri, hem de “Dâllün bil-ibare”nin maksudu ve “Dâllün bil-işaret”in medlûlü ve “Dâllün bil-fehva”nın mefhum-u kıyasîsi ve “Dâllün bil-iktiza”nın mana-yı zarurîsi ve daha başka mefahim umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar.

Eğer seyretmek istersen kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun vakta gözünüzün penceresinden şua ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse, o aşk denilen nâr-ı mukade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyulat dahi heyecana gelip birden o âmâller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdad istediklerinden o hazinet-ül hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba’ olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve ta’zim ve te’dib ve iştiyakı sola ve terahhum ve lütfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürrlerini ellerine almakla beraber o

اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ

ıtlakına şâyan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celbeden tavsif-i bil-fezail ile arz-ı hacet ederler.

İşte bak kaç tabakatta bildiğin manadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müdhiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan

غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا حَقٌّ لِطَرْفِى اَنْ يَجْنِىَ الَّذ۪ى غَرَسَا

Hem de

فَلِلْعَيْنِ وَالْاَحْشَاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى تَلَاعَائِدِىَ اْلاٰسِى وَ ثَالِثَ تَبَّتِ

Hem de

صَدٌّ حَمَا ظَمَائ۪ى لُمَاكَ لِمَاذَا وَ هَوَاكَ قَلْب۪ى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا

Hem de

حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا وَ عَيْنَاىَ ف۪ى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ

gör ve dinle ki, çendan gözleri Cennet’te tenezzüh eder, fakat vicdanlarındaki Cehennem tazib eder. Öyle de mehasinine işaret ve istiğnasına remz ve teellüm-ü firaka îma ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celbeden hüsnüne tansis etmekle beraber hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla çok hayalât-ı rakikayı göstermişlerdir.

İşaret:

Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı nisbetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle meratib-i mütefaviteden ihtilat eden manalar ise, garaz-ı küllî olan mesûk-u lehül-kelâmın merkezine kurbiyet nisbetinde ve maksuda hizmet derecesinde herbirine inayet ve ihtimamda hisse ve nasîblerini taksim-i âdil ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki, o muadeletle intizam ve o intizamdan tenasüb ve o tenasübden hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muaşeret ve o hüsn-ü muaşeretten kelâmın kemaline bir mizan-üt ta’dil çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder. Demek kuyudat-ı kelâmın istidadlarını nazara almak gerektir. Evet herşeyi istidadı nisbetinde terfi’ etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki göz, burun gibi bir a’zâ ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.

Tenbih:

Nasıl bazan en küçük bir nefer bir hizmete meselâ düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünki büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik o maânî-i mütezahime içinde bazan bir küçük mana riyaset eder. O kıymetdar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab ile ehemmiyetlidir. Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı karibinin adem-i salahiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lafz ve sevk-i hitab edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî ve malûmdur.. görünüyor veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telakki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatab yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâî olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizac, istimzac edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebi görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid değildir. Demek her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.

Hâtime

Bazı maânî-i muallaka vardır ki, bir şekl-i muayyenesi ve bir vatan-ı hususiyesi yoktur. Müfettiş gibi herbir daireye girer. Bazı kendine hususî bir lafız takıyor. Bu muallakatın bir kısmı ise harfiye ve hevaiye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker. Bazan bir cümleye belki bir kıssate nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirsen ruh gibi o mana takattur eder. Meselâ hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf ilâ âhir.. gibi manalardır…

​— · ⁖ · —

Bu mes’ele, bir mananın kalbde teşekkül etmesinden lisanda zahir olmasına kadar geçtiği mertebeleri ve kelâmın bu manaları nasıl katman katman (tabaka tabaka) ihtiva ettiğini tasvir eder.

Altıncı Mes’ele: Kelâmın Meyveleri ve Mananın Teşekkül Mertebeleri
Bu mes’ele, “Kelâmın semeratı…” yani sözün meyve ve neticelerinin, “tabakat-ı muhtelifede” (farklı katmanlarda) ve “suver-i müteaddidede” (çeşitli suretlerde) teşekkül eden, yani biçimlenen manalar olduğunu beyan ile başlar.

1. Kimya Teşbihi (Benzetmesi): Mananın Damıtılması
Metin, bu karmaşık süreci anlamak için bir kimya fabrikası veya bir altun (altın) imalathanesi teşbihini kullanır. Nasıl ki ham madde (mesela altın cevheri) fabrikada müteaddid (birçok) borudan geçer, muhtelif (çeşitli) teressübat (çökeltiler) bırakır, mütenevvi (türlü türlü) teşekkülâttan (oluşumlardan) süzülür ve farklı tabakalardan geçerek en nihayet saf bir hasıla (ürün) elde edilirse; aynı şekilde mana da, kelâm (söz) haline gelene kadar derûnî bir âlemde benzer bir tasfiye (arıtma, damıtma) sürecinden geçer.
Kelâm, bu sürecin tamamının “fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritası” gibidir. Yani biz sadece son ürünü (sözü) duyarız, fakat o söz, arkasında muazzam bir manevî ve aklî imalat sürecinin bütün izlerini taşır.
• Müradifler:
• Kelâm: Söz, nutuk, beyan, ifade, lafız.
• Semerat: Meyveler, neticeler, hasılalar.
• Tabakat-ı Mütefavite: Farklı katmanlar, değişik mertebeler, dereceler.
• Teşekkül: Biçimlenme, suret alma, oluşum.
• Teressübat: Çökeltiler, posalar, tortular.

2. Mananın Teşekkül Süreci: Kalbden Lisana Yolculuk
Metnin kalbi (merkezi), “Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki…” cümlesiyle başlayan bölümdür. Burada mana, bir buhardan (hevaî) başlayıp katı (mütesallib) bir hale gelene kadar altı mertebede tasvir edilir:
• İhtisas (Hissetme): Tesirat-ı hariciye (dış tesirler, hadiseler) kalbdeki ihtisasatı (hisleri, duyguları) ihtizaza (titreşime) getirir.
• Müyulat (Eğilimler): Bu titreşimden müyulat (meyiller, eğilimler, arzular) doğar (tevellüd eder).
• Hevaî Manalar (Buhar Hali): Bu meyllerden hevaî manalar (havada uçuşan, henüz şekillenmemiş buhar halindeki manalar) tevellüd eder. Bunlar aklın nazarına (bakışına) hafifçe ilişir ve aklı kendine müteveccih eder (yönlendirir).
• Tekasüf (Yoğunlaşma): O buhar halindeki mananın bir kısmı tekasüf eder (yoğunlaşır). Bazı tasavvurat (konseptler) ve temayülat (eğilimler) muallak (askıda) kalır.
• Takattur (Damıtılma – Sıvı Hali): Yoğunlaşan buhar takattur eder (damlar, damıtılır). Mana, buhar halinden mayi (sıvı) haline geçer. Akıl, bu damıtılmış manaya rağbet (ilgi) gösterir.
• Tasallüb ve Tahassül (Katılaşma ve Ürün Olma): O mayi halindeki mananın bir kısmı tasallüb eder (katılaşır, sertleşir) ve tahassül eder (hasıl olur, netice verir, ürün haline gelir).
• Kelâma Bürünme: Akıl, işte bu mütesallib (katılaşmış) ve müteşahhıs (belirginleşmiş, şahıslaşmış) manayı alır, onun kametine (boyuna, yapısına) uygun bir kelâm-ı mahsus (özel bir söz) ile onu gösterir.

3. Kelâmın Manayı Taşıma Seviyeleri
Bu süreç bize, kelâmın manayı sadece tek bir seviyede taşımadığını gösterir. Mananın her bir hali (buhar, sıvı, katı) kelâmın farklı bir unsuru tarafından yüklenilir:
• Katılaşan (Müteşahhıs) Mana: Kelâmın suret-i mahsusası (açık lafzı, net ifadesi) içine alınır. Buna Dâllün bil-ibare (İbare ile delâlet) denir.
• Katılaşmayan (Tasallüb Etmeyen) Mana: Fehva’nın (sözün gelişinden, siyak-sibaktan anlaşılan mana) eline verilir. Buna Dâllün bil-fehva (Fehva ile delâlet) denir.
• Oluşmayan (Tahassül Etmeyen) Mana: İşaret’e ve keyfiyet-i kelâma (sözün söyleniş tarzına, tonlamasına, niteliğine) yüklenir. Buna Dâllün bil-işaret (İşaret ile delâlet) denir.
• Damıtılmayan (Takattur Etmeyen) Mana: Kelâmın müstetbeatına (sözün zihinde bıraktığı takipçi tesirlere, hatırlatmalara) havale edilir.
• Buharlaşmayan (Tebahhur Etmeyen – Kaynaktaki) Mana: Üslûbun ihtizazatına (ifade tarzının titreşimlerine) ve mütekellimin (konuşmacının) etvarına (hal ve tavırlarına) bağlanır. Buna Delâlet-i Hâliye (Hal ile delâlet) de denilebilir.
Metin, bu silsileden ismin müsemması (ismin işaret ettiği varlık), fiilin manası, harfin medlûlü (harfin/edatın delaleti), nazmın mazrufu (dizilişin ihtiva ettiği mana) gibi dil unsurlarının ve Dâllün bil-iktiza (sözün doğruluğu için zarurî olan gizli mana) gibi diğer delâlet seviyelerinin de bu madenden çıktığını belirtir.

4. Vicdanî Tecrübe ve Sevgi Teşbihi
Üstad Hazretleri, bu soyut tahlilin isbatı için “kendi vicdanına bak” der. Bunu izah için sevgi teşbihini kullanır:
• Mahbubun (sevilen varlığın) berk-i hüsnü (güzellik şimşeği) göz penceresinden vicdana girer.
• Aşk denilen nâr-ı mukade (tutuşturulmuş ateş) yanmaya başlar.
• Bu ateş hissiyatı iltihaba (iltihaplandırmaya), âmâl (emeller) ve müyulatı (meyilleri) heyecana getirir.
• Bu emeller, hayal hazinesinden imdad ister.
• Hayaller (mahbubun güzelliklerini tasvir eden suretler) imdada koşar, hayalden lisana kadar inerler.
• Bu iniş esnasında, lisan (söz); zülâl-i visale (kavuşma suyuna) olan meyli, firaktan (ayrılıktan) gelen teellümü (elemi), ta’zim (hürmet) ve iştiyakı (özlemi) hep beraber taşır.
*söz, bu vicdanî cehennemi (aşk ateşini) söndürmek için tavsif-i bil-fezail (faziletleri sayarak) arz-ı hacet (ihtiyacını sunar).
Burada zikredilen “vicdandaki ateş” için kullanılan اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ (Kalbilerin üstüne tırmanan tutuşturulmuş ateş) tabiri, Kur’an-ı Kerim’den bir iktibastır. Bu, Cehennem ateşinin bir vasfıdır; fakat burada müthiş bir belâgatla, aşk ve iştiyak ateşinin de kalbleri nasıl yaktığını tasvir için kullanılmıştır.
• Ayet İktibası ( Meali):
Cenâb-ı Hak, Hümeze Suresi’nde şöyle buyurur:
$$ “O, Allah’ın, (tutuşturulup) kalplerin ta üstüne çıkan (6) tutuşturulmuş ateşidir (7).” (Hümeze, 104/6-7)$$
Bu iktibas, o derûnî tecrübenin şiddetini gösterir.
Metin, İbn-i Fârid veya Ebu Tayyib (Mütenebbî) gibi büyük şairlerin beyitlerine atıf yaparak, onların gözleri zahirî güzellikler cennetinde gezerken, vicdanlarındaki cehennemin (ayrılık acısı, iştiyak) onları nasıl tazib ettiğini ve sözlerinin bu çok katmanlı manaları (işaret, remz, îma, tasrih, telvih) nasıl taşıdığını gösterir.

5. İşaret: Manalar Arasındaki Nizam ve Muadelet (Adalet)
Bu bölümde, kelâmı teşkil eden manalara nasıl muamele edilmesi gerektiği anlatılır. Bir hükûmetin her memura istidadı (kabiliyeti), vazifesi ve hizmeti nisbetinde ücret vermesi gibi; kelâmın garaz-ı küllî’sine (ana gayesine) hizmetleri nisbetinde her manaya inayet (önem) ve ihtimam (özen) hissesi verilmelidir.
• Müradifler:
• Garaz-ı Küllî: Ana gaye, temel maksat.
• Kurbiyet: Yakınlık.
• Taksim-i Âdil: Adaletli bölüştürme, paylaştırma.
Bu muadelet (denklik, adalet) sağlanırsa, kelâmda şu silsile elde edilir:
İntizam (Düzen) → Tenasüb (Orantı, uyum) → Hüsn-ü Vifak (Güzel uyum) → Hüsn-ü Muaşeret (Güzel geçim) → Mizan-üt Ta’dil (Ayarlama/Denge ölçüsü) → Kelâmın Kemali (Sözün mükemmelliği).
Eğer bu denge bozulursa, vazifesi hizmetkârlık (mesela bir edatın manası) olan bir mana, büyük rütbeye (cümlenin asıl gayesiymiş gibi) girerse, tekebbür eder (kibirlenir) ve kelâmın tenasübünü (orantısını) bozar.
Teşbih çok manidardır: “Göz, burun gibi bir a’zâ ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.” Kelâmda da her unsur (mana, lafız) kendi haddini ve makamını bilmelidir.
Bu nizam ve denge, kâinattaki ilahî nizamın bir yansımasıdır. Cenâb-ı Hak her şeyi bir ölçü ile yaratmıştır.
• Ayet İktibası ( Meali):
$$ “…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân, 25/2)$$
$$ “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)$$
Kelâmın belâgati de, bu cihan şümul (evrensel) “ölçü” ve “kader” kanununa riayet etmekle kemal bulur.

6. Tenbih (İkaz): Küçük Mananın Riyaseti (Liderliği)
Belâgatte çok mühim bir sırdır: Bazen en küçük bir nefer, bir müşir’in (mareşalin) yapamadığı bir işi (mesela keşif) yapar. Bazen küçük bir talebe, bir büyük âlim’in yapamadığı bir işi başarır. Zira “Herkes kendi san’atında büyüktür.”
Aynen öyle de, maânî-i mütezahime (birbiriyle itişen, kalabalık manalar) içinde bazen bir küçük mana (açıkça söylenmeyen, işaretle, ima ile verilen bir nüans) riyaset eder (lider olur). Asıl maksat o olur.
Peki, neden sarih hüküm (açık mana) yerine bu küçük mana esas alınır? Metin, bunun sebeplerini (esbabını) sayar:
• Çünkü açık mana zaten bedihî (apaçık) ve malûm’dur (bilinmektedir).
• Veya açık mana hafif ve zayıf’tır, asıl gayede ehemmiyeti yoktur.
• Veya o açık manayı hüsn-ü telakki (güzel karşılayacak) bir muhatab yoktur.
• Veya o açık mana, mütekellimin (konuşmacının) haline muvafık değildir.
• Veya muhatabın şe’n ve haysiyetine (konumuna ve itibarına) uymaz.
• Veya kelâmın makamında ecnebi (yabancı) görünür.
• Veya asıl garazın muhafazasına (gayenin korunmasına) müstaid (kabiliyetli) değildir.
Bu sebeplerden biri veya birkaçı mevcut olduğunda, kelâmın asıl yükü, açıkça söylenen sarih manada değil, gizlenen veya işaret edilen zımnî (örtülü) manadadır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in icazında (mucizevî belâgatinde) da sıkça görülen bir üslûptur.

7. Hâtime (Sonuç): Muallak (Askıdaki) Manalar
Metin, “mananın ruhu” diyebileceğimiz bir kavramla sona erer: Maânî-i muallaka (askıdaki, bir lafza tam bağlanmamış manalar).
• Bunların şekl-i muayyenesi (belirli bir şekli) ve vatan-ı hususiyesi (özel bir yurdu, yani ait olduğu tek bir kelimesi) yoktur.
• Bir müfettiş gibi her daireye (her cümleye, her kelimeye) girerler.
• Bazen bir cümleye, hatta bir kıssaya bütünüyle nüfuz ederler (işlerler).
• O cümleyi veya kıssayı (manen) ezdirirsen (sıkarsan, damıtırsan), bir ruh gibi o mana takattur eder (damlar).
• Misal: Hasret, iştiyak (özlem), temeddüh (övünme), teessüf (üzüntü) gibi manalardır.
Mesela bir şiirin tamamına hasret ruhu sinmiştir; o hasreti tek bir kelimede bulamazsınız, o, beyitlerin tamamından damlayan muallak bir manadır.

Netice
Altıncı Mes’ele, kelâmın sadece lafızlardan ibaret olmadığını; mananın kalbdeki his titreşiminden başlayarak aklın damıtma ve yoğunlaştırma süreçlerinden geçip, en son katılaşarak lafız elbisesini giydiğini gösteren bir derûnî tahlil (iç analiz) haritasıdır. Belâgatli bir söz, bu sürecin bütün tabakalarını (ibareyi, işareti, fehvayı, iktizayı, üslûbu ve hali) bir nizam ve tenasüb içinde taşıyan mükemmel bir yapıdır.

===============•-•===============

 

Yedinci Mes’ele

Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in’ikas eden hakikatın şualarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder. Evet kelâmda hakikat olmaz ise de, en ekall şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sünbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.

İşaret:

Felsefe-i beyaniyeye müşabih, Nahv’in dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü Nahiv’de mezkûr olan, münasebat-ı meşhure üzerine müessestir. Meselâ bir mamule iki âmil dâhil olmaz. Ve “hel” lafzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder. Meselâ, hariç ve kâinatta cari olan kanunların birer aks-i misalîsidir.

Tenbih:

Bu münasebat-ı Nahviye ve Sarfiye olan hikmet-i vâzı’ ise; felsefe-i beyan derecesinde olmaz ise de, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi, ulûm-u akliyenin suretlerine çeviriyor.

— · ⁖ · —

Sekizinci Mes’ele

Maânî-i beyaniyenin aşılaması ve telkîhi ve manaların becayiş ve inkılabları kelimenin mana-yı hakikîsi, ya garaz veyahut mana-yı muallakadan birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zira içine girdiği vakit sahib-ül beyt olan hakikata ve esasa dönüyor. Ve asıl lafzın sahibi olan mana ise bir suret-i hayatiyeye dönüyor. Ona meded verir. Ve müstetbeattan istimdad eder. Bu sırdandır ki kelime-i vâhidenin maânî-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve telkîhat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder…

İşaret:

Bir şey merkeb ve binilmiş ise

عَلٰى

lafzına müstehak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından

فِى

lafzını ister.

تَجْر۪ى فِى الْبَحْرِ

gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan

بَاء

lafzını ister.

سَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ

gibi. Ve mekân ve merkeb olduğundan

فِى

ve

عَلٰى

lafızlarını dahi ister. Hem de gaye olduğundan

اِلٰى

ve

حَتّٰى

lafızlarını ister. İllet ve zarf olduğundan

لَامْ

ve

فِى

lafızlarını dahi ister.

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

gibi. İşte sermeşk; sen de kıyas edebilirsen et!..
Tenbih:

Bu mütedâhil manaların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder ve maksada sıla-i rahm vardır, ileriye sür ve izhar et. Bâkileri ona teşyi’ edici yaptır. Yoksa senin tarz-ı ifaden haşmet ve zînet-i beyaniyeden çıplak olacaktır.

​— · ⁖ · —

Muhakemat’ın “Unsur-u Belâgat” bahsindeki “Yedinci Mes’ele” ve “Sekizinci Mes’ele,” lisanın (dilin) ve beyanın (ifadenin) derûnî yapısını ve gücünü izah eden fevkalâde mühim iki esastır. Bu iki mes’ele, belâgatın sadece süslü söz söylemek olmadığını, bilakis onun köklerinin kâinattaki haricî hakikatlerde ve tabiatın nizamında olduğunu ispat eder.
Mevzuun Taksimi ve Ana Fikri
Bu iki mes’ele birbiriyle tam bir bağlantı (rabıta) içindedir:
• Yedinci Mes’ele: Belâgatın “kaynağını” ve “hikmetini” izah eder. Buna göre belâgat, haricî âlemdeki (kâinattaki) kanunları ve nizamları “temessül etmek” (yansıtmak, temsil etmek) ve “taklit etmektir.”
• Sekizinci Mes’ele: Belâgatın “mekanizmasını” ve “işleyişini” izah eder. Buna göre kelimeler ve manalar, bu haricî kanunlar vasıtasıyla birbirine “aşılanır” (telkîh edilir), birbirinin yerini alır (becayiş) ve böylece bir kelime pek çok manayı ihtiva eden zengin bir yapıya kavuşur.

BİRİNCİ KISIM: YEDİNCİ MES’ELE’NİN İZAHI
(Belâgatın Felsefesi ve Hikmeti: Hakikati Taklit)
Bu mes’ele, belâgatın, yani sözün yerinde, hikmetli ve tesirli olmasının “hayat düğümünün” (ukde-i hayatiyesinin), haricî âlemdeki hakikatlerin kanunlarını (nevamis) ve ölçülerini (mekayis) lisan yoluyla yansıtmak olduğunu beyan eder.
Mühim Mefhumların Müradifleriyle İzahı
• Belâgat: Sözün, halin ve makamın icabına (iktiza-yı hale) tam mutabık olması; en az kelimeyle en derin manayı, en güzel surette ifade etme sanatı.
• Beyanın Felsefesi (Hikmeti): İfade etme sanatının ardındaki temel düşünce, nizam ve kanun.
• Hariciyatın Nevamisi: Dış âlemde, yani tabiatta ve hilkatte (yaratılışta) cari olan kanunlar (namuslar). (Misal: Güneşin çekim kanunu, suyun akış kanunu, tohumun sümbüllenme kanunu).
• Mekayis: Ölçüler, standartlar, kıstaslar.
• Temessül Etmek: Bir şeyi yansıtmak, onun suretini ve mahiyetini kendi içinde göstermek (âyine gibi); temsil etmek.
• Kıyas-ı Temsilî: İki ayrı şey arasındaki benzerlik (vech-i şebih) üzerinden bir hakikati izah etme yolu. (Misal: Kâinatı bir saraya benzetmek).
• Muhakât: Taklit etme, benzerini yapma.
Mes’elenin İzahı: Belâgat Neden Hakikati Taklit Eder?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, belâgatın gücünün “hayalî” veya “uydurma” olgulara değil, “hakikî” olgulara dayanması gerektiğini ifade eder. Bir söz, ne kadar süslü olursa olsun, eğer kâinattaki bir kanuna, bir hakikate dayanmıyorsa, dinleyene “hayretten başka bir faide vermez,” “hurafat” (boş inanç) ve “gul” (efsanevi canavar) gibi tesirsiz kalır.
Belâgat, kâinat kitabını okur ve oradaki kanunları ödünç alır (istimdad eder). Bu kanunları, manevî ve aklî meseleleri (maneviyat ve ahval) izah etmek için bir “dane” (tohum) olarak kullanır ve o tohum üzerinde manayı “sünbüllendirir.”
• Misal: Kâinattaki haricî bir kanun, “bütünlük” kanunudur. Bir ağacın bütün azaları (kök, gövde, dal, yaprak) birbiriyle yardımlaşır ve tek bir gayeye hizmet eder.
• Belâgattaki Temessülü: Bu kanunu alırız ve “İslâm ümmeti, bir vücudun azaları gibidir” deriz. Burada, ağaçtaki veya vücuttaki hakikî nizamı ve kanunu, manevî bir hakikat olan ümmetin vahdetini izah etmek için “kıyas-ı temsilî” yoluyla kullandık. Bu söz, haricî bir hakikate dayandığı için belâgatlı ve tesirlidir.
İşaretin İzahı: Nahvin (Gramerin) Felsefesi
Üstad, bu “hakikati taklit etme” prensibinin sadece belâgatta değil, lisanın iskeleti olan “Nahv”de (gramer) dahi olduğunu söyler. Arapça gramerinin (Kütüb-ü Nahiv) kuralları keyfî değildir; onlar da kâinattaki nizamın birer “aks-i misalîsidir” (yansıyan örnekleridir).
• Misal 1: “Bir mamule iki âmil dâhil olmaz.” Bu bir Nahv kaidesidir. Yani bir kelimeyi (mamul) aynı anda iki farklı âmil (etken) etkileyemez.
• Haricî Hakikati (Taklidi): Tevhid kanunudur. Bir mahlûkun (mamul) iki Hâlıkı (âmil) olamaz. Bir anda iki farklı iradenin tesiri altında bulunamaz. Lisan, bu haricî hakikati taklit eder.
• Misal 2: “Fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder.”
• Haricî Hakikati (Taklidi): Kâinatta fiilin (eylemin) asıl kaynağı fâildir (yapandır). Fâil, fiilin menbaıdır, asıldır ve kuvvetlidir. Mef’ul (etkilenen) ise pasiftir, tesir altında kalandır. Bu sebeple lisan, bu hakikati taklit ederek en kuvvetli hareke olan “zamme”yi (ötre – ُ ) fâile, daha zayıf olan “fetha”yı (üstün – َ ) mef’ule verir.
Tenbihin İzahı: Naklî İlimlerin Aklîleşmesi
Lisanın bu gramer (Nahv ve Sarf) kaideleri, kâinattaki aklî kanunlara dayandığı için, bu lisanla bize ulaşan “naklî ilimler” (Kur’an, Hadis, Tefsir gibi istikra/rivayet ile sabit olan ilimler) de sadece naklî olmakla kalmaz, aynı zamanda “aklî ilimlerin suretlerine” bürünür. Yani lisanın mantıkî yapısı, o lisanla nakledilen ilimlere de mantıkî ve aklî bir temel kazandırır.

İKİNCİ KISIM: SEKİZİNCİ MES’ELE’NİN İZAHI
(Manaların Telkîhi ve Becayişi: Kelimelerin Zenginleşmesi)
Bu mes’ele, Yedinci Mes’ele’de kurulan temelin üzerine bina edilir. Mademki lisan, haricî hakikatleri yansıtır, öyleyse bir kelime, birden fazla hakikatle bağlantı kurarak nasıl zenginleşir? Cevap: “Manaların aşılanması (telkîh)” ve “değiş tokuşu (becayiş)” ile.
Mühim Mefhumların Müradifleriyle İzahı
• Maânî-i Beyaniye: Belâgatlı, ifadeli manalar.
• Telkîh: Aşılama, dölleme. Tıpkı bir ağaca başka bir meyvenin aşılanması gibi, bir kelimenin asıl manasına (sahib-ül beyt) başka bir mananın aşılanması.
• Becayiş: Karşılıklı yer değiştirme, değiş tokuş.
• Mana-yı Hakikî (veya Sahib-ül Beyt): Bir kelimenin asıl, temel, ilk akla gelen “ev sahibi” manası.
• Garaz: Maksat, gaye, konuşmacının (mütekellim) niyeti.
• Mana-yı Muallaka: Asıl manaya bağlı, onunla ilgili “askıdaki” ikinci mana.
• Teşerrüb: İçmek, emmek, massetmek, bünyesine almak.
• Müstetbeat: Bir sözün doğrudan değil, dolaylı olarak ifade ettiği, peşinden sürüklediği manalar; lazımı olan mana, imalar.
Mes’elenin İzahı: Bir Kelime Nasıl Bin Mana Taşır?
Bir kelimenin bir “mana-yı hakikîsi” (ev sahibi) vardır. Fakat mütekellim (konuşan), bir “garaz” (maksat) ile o kelimeyi kullandığında, o maksat veya o maksatla ilgili “mana-yı muallaka” (askıdaki mana), asıl mananın içine girer ve onu “teşerrüb eder” (emer).
Bu durumda “ev sahibi” olan asıl mana, yeni giren manaya hizmet eden, onu destekleyen bir “hayat suretine” dönüşür. Asıl mana ölmez, lakin yeni manaya meded verir, ona kuvvet katar.
• Misal: “Aslan” kelimesi.
• Mana-yı Hakikî (Sahib-ül Beyt): Malum yırtıcı hayvan.
• Garaz (Maksat): Bir askerin cesaretini övmek.
• Mana-yı Muallaka (Aşılanan Mana): Şecaat (cesaret).
• Becayiş/Telkîh: “Asker” kelimesine “şecaat” manasını aşılamak için, o mananın haricî âlemdeki en bariz temsilcisi (temessülü) olan “Aslan”ı kullanırız. “Asker kükredi” dediğimizde, “Aslan” manası (hayvan) “Asker” manasına (insan) aşılanmıştır. Askerin hakikî manası (insan) kaybolmaz, lakin “şecaat” manası için bir suret (kabuk) vazifesi görür.
Bu sır sebebiyledir ki “kelime-i vâhide” (tek bir kelime) “maânî-i müteaddide” (çoklu manalar) kazanır.
İşaretin İzahı: Harf-i Cerler ve Aşılanan Manalar
Üstad, bu “mana aşılama” ve “becayiş”in en bariz misallerinin Arapçadaki harf-i cerlerde (edatlarda) görüldüğünü beyan eder. Bir harf-i cer, bağlandığı fiil veya isimle birlikte, haricî hakikatlerden ödünç aldığı pek çok manayı aynı anda ihtiva eder.
Metindeki misaller ve ayetlerle izahı:
• Harf: فِى (fî)
• Mana-yı Hakikî (Sahib-ül Beyt): Zarfiyet (içindelik, mekânsal kapsama).
• Metindeki Misal: تَجْر۪ى فِى الْبَحْرِ (Denizde akıp gider). Gemi denizin içindedir.
• Aşılanan Mana (Garaz): Bazen “illet” (sebebiyet) manası aşılanır.
• Ayetten Misal: Peygamber Efendimiz (sav) buyurur: “Bir kadın, hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme girdi.” (Hadis metninde: …دَخَلَتِ النَّارَ ف۪ى هِرَّةٍ – … fî hirretin). Buradaki “fî”, “kedi içinde” değil, “kedi sebebiyle” manasındadır. “Zarfiyet” manası, “sebebiyet” manasını teşerrüb etmiştir.
• Harf: عَلٰى (‘alâ)
• Mana-yı Hakikî: İsti’lâ (üstünlük, fiziksel olarak üzerinde olma).
• Aşılanan Mana: Bu fizikî “üstünlük” hakikati, manevî “üstünlük” veya “sorumluluk yüklenme” manasını aşılamak için kullanılır.
• Ayetten Misal: Sûre-i Bakara, 286.
• Meali: “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir…” (Bakara 2:286)
• İzah: Ayetin devamında “…لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ…” (…lehâ mâ kesebet ve ‘aleyhâ mektesebet) buyrulur. İyilik için “lehâ” (onun lehine), kötülük için “‘aleyhâ” (onun aleyhine) kullanılır. Neden? Çünkü “‘alâ” harfi, “üstünlük” ve “baskı” manası taşır. Kötülük (şer), nefsin üzerinde bir yüktür, onu ezen bir baskıdır. Lisan, bu haricî hakikati (yükün ağırlık yapması) taklit ederek, manevî bir yük olan günahı ifade etmek için “‘alâ” harfini kullanır. Bu, Sekizinci Mes’ele’nin mükemmel bir misalidir.
• Harf: لَامْ (lâm)
• Mana-yı Hakikî: Tahsis (özelleme, aitlik).
• Metindeki Misal: وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ (Güneş, onun için belirlenen bir müstakarra (durağa) doğru akar).
• Ayetten Misal: Sûre-i Yâsîn, 38.
• Meali: “Güneş de kendisi için belirlenen bir akışta yoluna devam eder. Bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn 36:38)
• İzah: Buradaki “lâm” ( لِ ), hem “gaye” (ona doğru) hem de “illet” (o durağın gerektirdiği nizam için) manalarını aşılamıştır. Güneş sadece bir yere doğru (اِلٰى – ilâ) gitmez, o yerin gerektirdiği ve kendisine tahsis edilen bir kanun için ( لِ – lâm) akar.
• Harf: بَاء (bâ)
• Mana-yı Hakikî: İlsak (bitişme, yapışma).
• Metindeki Misal: سَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ (Dama merdiven ile çıktım). Çıkma fiili, “merdiven” aleti ile bitişerek gerçekleşti.
• Aşılanan Mana (Garaz): İstiâne (yardım dileme), Musâhabe (beraberlik), Teberrük (bereket umma).
• Ayetten Misal: Sûre-i Fâtiha, 1.
• Meali: “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla.” (Fâtiha 1:1)
• İzah: “Bismillâh” ( بِسْمِ اللّٰهِ ) kelimesindeki “bâ” ( بِ ) harfi, bu telkîh ve becayişin zirvesidir. Asıl manası “bitişme” iken, mütekellimin (bizim) garazına (niyetine) göre pek çok manayı teşerrüb eder:
• “Allah’ın adıyla yardım dileyerek (istiâne) başlarım.”
• “Allah’ın adıyla birlikte (musâhabe) başlarım.”
• “Allah’ın adıyla bereketlenerek (teberrük) başlarım.”
Bu tek harf, bu “mütedâhil manaların” (iç içe geçmiş manaların) tamamını ihtiva eder.
Tenbihin İzahı: Beyanın Haşmet ve Zîneti
Son Tenbih, bu ilmi bilmenin “faidesini” gösterir: Eğer bu iç içe geçmiş manalardan hangisinin senin “garazına” (maksadına) daha çok temas ettiğini bilirsen, o manayı “ileri sürer ve izhar edersin.” Diğer manalar (bâkileri) ise o asıl maksadı “teşyi’ edici” (uğurlayıcı, destekleyici) olarak geri planda kalır.
Eğer Bismillâh derken maksadımız (garazımız) acziyetimizi izhar edip yardım dilemek ise, “istiâne” manası öne çıkar; diğer manalar onu destekler. Bu şuurla yapılan ifade, “haşmet ve zînet-i beyaniyeden” nasibini alır. Bu sırdan gafil olanın ifadesi ise “çıplak” kalır.

Hülasa (Netice)
Bu iki mes’ele, Kur’an-ı Kerim’in neden mu’cizü’l-beyan olduğunun felsefî ve lisanî temelini kurar:
• Yedinci Mes’ele ispat eder ki: Kur’an’ın belâgatı, haricî âlemdeki hakikatleri ve kâinat kanunlarını (tevhid, nizam, kuvvet, vb.) lisan suretinde “temessül” ettiği için kuvvetlidir. O, hurafat değil, hakikatin ta kendisidir.
• Sekizinci Mes’ele ispat eder ki: Kur’an’ın kelimeleri (ve hatta harfleri), bu temessül yoluyla, birbiri içine aşılanmış (telkîh edilmiş) sonsuz manaları ihtiva eder.
Bu sebeple Kur’an lisanı, kâinattaki nizam gibi hem sağlam bir mantığa (Nahvin felsefesi) hem de sonsuz bir zenginliğe (manaların telkîhi) maliktir.

 

Dokuzuncu Mes’ele

İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki: Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vâhideyi tevlid eden asılların içtimaı ve her biri ayrı ayrı semere veren füru’-u kesîrenin istinbatına istidad veya tazammunu iledir. Şöyle ki:

Maksad-ül makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksadlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda herbir maksad, tesavir-i mütedâhileden müşterek-ün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa; o nokta birinin gözü ötekisinin yüzünün hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.
İkinci Nokta:

Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim o metalibin beka ve tenasülünün bir tarih-i tabiîsine işaret eder. Meselâ âlem güzeldir. Demek sâni’i, hakîmdir. Abes yaratmaz, israf etmez, istidadatı mühmel bırakmaz. Demek intizamı daima tekmil edecek. Ciğerşikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü bütün kemalâtı zîr ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek saadet-i ebediye olacaktır. Üçüncü Makale’nin ikinci şehadetinin mukaddemesinde nübüvvet-i mutlakanın mebhasinde insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir misaldir.

Üçüncü Nokta:

Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir. Zira herbir aslın yüksek netice ile kasden ve bizzât irtibatı olmaz ise, lâakal bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir. Güya usûl denilen mezahir ve âyinelerin ihtilafıyla ve netice ve mütecellinin vahdetiyle maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umumî tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yâd edilen hakikatıyla kelâmın kuvve-i hayatiyesinin ittisaline işarettir. Üçüncü Makale’nin âhirindeki üçüncü maksadda olan birinci maksad buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makale’de Dördüncü Mes’ele ve meslekten olan işaret ve irşad ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

Evet Rabb-i İzzet’in kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında içtima edip zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zahirperestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar.

Dördüncü Nokta:

Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delalet etmektir. Güya bu istidadı tazammun ile kelâmın kuvve-i nâmiyesinin kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini gösterir. Sanki o füru’ ve vücuhların mahşeri olan mes’elede cem’eder, tâ ki mezaya ve mehasinini müvazenet edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir vechi bir vazifeye tayin eder.

فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهَا الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ

Evet kıssa-i Musa meşhur darb-ı meseldeki tefarik-ul asâdan daha nâfi’dir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Musa dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur’an yed-i beyza-i mu’ciz-ül beyaniyle o kıssayı aldı. Ve suver-i müteaddidede gösterdi. Herbir ciheti hüsn-ü istimal etti. Fenn-i beyanın seharesi, belâgatına secde ber zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.

Ey birader! Bu mes’elede olan hayal-meyal belâgat, bu esalîb ile sana öyle bir şecereyi tersim eder ki; cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları mütenasika ve müteşaib dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakikat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Mes’ele’ye temaşa et. Zira çendan müşevveş ise bir derece bu mes’elenin bir parçasına misal olabilir.

Tenbih ve İtizar:

Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlak görünüyor. Fakat ne çare mukaddemenin şe’ni icmal ve îcazdır. Kütüb-ü Sâlise’de sana tecelli edecektir.

​— · ⁖ · —

Bu meselenin ana gayesi, “kelâmın yüksek tabakası” olarak tabir edilen ve hususiyetle Kur’an-ı Kerim’in i’câzını (mu’cizeliğini) ve belâgatını (üstün fesahatini) teşkil eden derûnî yapısını izah etmektir. Bu yüksek kelâmın, “irade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti” yani insanın sınırlı anlama kabiliyetini ve sathî (yüzeysel) bakışını nasıl âciz bıraktığını dört temel “Nokta” üzerinden tasvir etmektedir.
Mes’elenin İzahı: Kelâm-ı Âlînin Dört Esası
Metnin izah ettiği bu yüksek kelâm, Kur’an-ı Kerim’dir. Onun her bir cümlesi ve kıssası, basit bir bakışla anlaşılamayacak kadar çok katmanlı gayeler, mantıkî silsileler, tevhîdî neticeler ve fıkhî/hükmî tohumlar ihtiva eder.
Birinci Nokta: Mütedâhil (İç İçe Geçmiş) ve Müteselsil (Zincirleme) Gayelerin Çokluğu
Metin, yüksek kelâmın birinci hususiyetini şöyle tasvir eder: “Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü…”

İzahı:
Kelâm-ı âlî (Yüce Söz), tek bir gayeye matuf değildir. Bir cümle veya bir ifade, aynı anda pek çok gayeyi (maksadı) takip eder. Bu gayeler birbiri içine girmiş (mütedâhil) ve birbiri ardına sıralanarak bir zincir (müteselsil) oluşturmuştur. En uzaktaki asıl hedef (Maksad-ül Makasıd) ile en yakındaki hedef birbirine bağlıdır. Bir gayeyi ifade ederken, o gayenin komşusu olan diğer gayelerin de hakkını verir, onları tekmil eder.
Bu yapı, kelâma muazzam bir vüs’at (genişlik) ve azamet (büyüklük) verir. Metnin tabiriyle, mütekellim (sözü söyleyen) sanki pek çok aklı kendi aklına yardımcı kılmış gibidir.
Verilen “mütedâhil tasvirler” (iç içe geçmiş resimler) misali çok mühimdir: Bir ressamın koyduğu tek bir “siyah nokta”, bir tasvirde “göz” olurken, bir diğerinde “ben”, bir başkasında “burun deliği”, ötekinde “ağız” olabilir. Tıpkı bunun gibi, Kur’an-ı Kerim’deki bir lafız veya cümle, bulunduğu siyak ve sibak (sözün öncesi ve sonrası) içinde bir manaya gelirken, başka bir açıdan (bağlantıdan) bakıldığında farklı bir hakikate, bir hükme veya bir hikmete işaret eder.
Müradifler (Eş Anlamlı/Yakın Anlamlı Kelimeler):
• Mütedâhil: İç içe geçmiş, birbirine girmiş.
• Müteselsil: Zincirleme, ardı ardına gelen, teselsül eden.
• Makasıd: (Maksad’ın çoğulu) Gayeler, hedefler, niyetler.
• Taaddüd: Çokluk, birden fazla olma.
• Vüs’at: Genişlik, kapsamlılık.
• Kasr-ı müşeyyede: Yüksek ve sanatkârane inşa edilmiş köşk, saray.
• Müşterek-ün fîh: Kendisinde ortak olunan (cüz, parça).
Ayet İktibası:
Bu çok katmanlı mana yapısına, Kur’an’ın verdiği misaller en güzel numunedir. Basit görünen bir misal, sayısız hakikati ihtiva eder:
“Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğruya iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.”
(Bakara 2/26 )
Bu ayetteki “sivrisinek” misali, zahirî bakışta basit bir mahluktur. Fakat bu tek “nokta”;
• Allah’ın en küçük mahluktaki sanatını (Maksad-ı Sanat),
• Kâfirlerin itirazını (Maksad-ı İmtihan),
• Mü’minlerin imanının artmasını (Maksad-ı Hidayet),
• Fasıkların sapkınlığını (Maksad-ı Dalalet)
aynı anda bünyesinde barındıran mütedâhil makasıda misaldir.
İkinci Nokta: Kıyas-ı Mürekkeb (Bileşik Çıkarım) ile Hakikatlerin Birbirini Doğurması
Metin, ikinci hususiyeti şöyle tasvir eder: “Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir.”

İzahı:
Kelâm-ı âlîde, bir hakikat (matlab) diğer bir hakikati mantıkî bir silsile ile doğurur (tenasül). Bu, basit bir kıyas (A=B, B=C ise A=C) değil, “kıyas-ı mürekkeb” (bileşik, katmanlı kıyas) ve “müteşaab” (dallanıp budaklanan) bir yapı arz eder. Bir hakikati kabul ettiğinizde, o hakikat sizi mantıken ikinci bir hakikati kabule, o da üçüncüsünü kabule mecbur eder.
Metnin verdiği misal bu silsileyi mükemmel tasvir eder:
• Öncül: Âlem güzeldir (sanatlıdır).
• Netice 1 : Demek Sâni’i (Sanatkârı) Hakîm’dir.
• Netice 2 : (Madem Hakîm’dir) Abes (manasız) iş yapmaz, israf etmez.
• Netice 3 : (Madem israf etmez) İnsandaki kabiliyetleri (istidadatı) ihmal etmez, mühmel bırakmaz.
• Netice 4 : (Madem ihmal etmez) Dünyadaki nizamı daima tekmil edecektir.
• Netice 5 : (Madem tekmil edecektir) Bütün kemalâtı ve emelleri yıkan ebedî ayrılığı (hicran-ı ebedî) ve yokluğu (adem) insana musallat etmez.
• Nihâî Netice : Demek, saadet-i ebediye (Ahiret hayatı) olacaktır.
Görüldüğü üzere, kâinatın güzelliğinden yola çıkarak saadet-i ebediyeye kadar uzanan müteselsil (zincirleme) bir mantıkî isbat yapılmıştır.
Müradifler:
• Kıyas-ı mürekkeb: Bileşik kıyas, birden fazla mantıksal önermeye dayanan katmanlı çıkarım.
• Müteşaab: Şubelere ayrılan, dallanıp budaklanan.
• Metalib: (Matlab’ın çoğulu) Talepler, gayeler, isbatı istenen hakikatler.
• Tenasül: Üreme, çoğalma, nesil verme, doğurma.
• Teselsül: Zincirleme devam etme.
• İstidadat: Kabiliyetler, potansiyeller.
• Mühmel: İhmal edilmiş, başıboş bırakılmış.
Ayet İktibası:
Kur’an-ı Kerim, bilhassa haşri (yeniden dirilişi) isbat ederken bu “kıyas-ı mürekkeb” silsilesini sıkça kullanır. İlk yaratılışı, ikinci yaratılışa delil getirir:
“O, ilkin yaratmayı başlatan, sonra onu tekrar edecek olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Rum 30/27 )
Buradaki kıyas silsilesi şöyledir:
• Öncül: Allah ilk yaratmayı (insanı ve kâinatı) başlatandır (Matlab 1).
• Netice 1: Onu tekrar edecektir (Matlab 2 – Tenasül).
• Netice 2: Bu (tekrar yaratma), O’na göre ilkten daha kolaydır (Matlab 3 – Kıyas-ı evleviyet).
• Nihâî Netice: O, en yüce sıfatlara sahiptir, Azîz’dir, Hakîm’dir (Matlab 4).

Üçüncü Nokta: Tek Bir Neticeye Götüren Çok Sayıda Usûlün Toplanması
Metin, üçüncü hususiyeti şöyle tasvir eder: “Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir.”

İzahı:
Bu nokta, İkinci Nokta’nın bir nevi zıddı veya tamamlayıcısıdır. İkincisi “birden çoka” (bir delilden çok neticeye) giderken, bu nokta “çoktan bire” (birçok delilden tek bir neticeye) gitmeyi ifade eder.
Kelâm-ı âlî, tek bir büyük hakikati (netice-i vâhide), mesela Tevhîd’i veya Haşr’i isbat etmek için, birbirinden farklı pek çok yolu, delili, esası (usûl-ü müteaddide) bir araya getirir. Bu delillerin her biri, o yüce netice ile doğrudan bağlantılı olmasa bile, o hakikati “ihtizaza ve inkişafa getirir” (titretir ve açığa çıkmasına yardımcı olur).
Metnin tabiriyle, bu farklı deliller (usûl), farklı “mezahir” (tecelli yerleri) ve “âyineler” (aynalar) gibidir. Aynaların farklı renk ve şekillerde olması (delillerin çeşitliliği), onlarda tecelli edenin (mütecelli) tek olduğunu (vahdet) ve o aynalara muhtaç olmadığını (tecerrüd ve ulviyet) gösterir. Kâinattaki her bir mahluk, ayrı bir delil (usûl) olarak, tek bir neticeye (Vahdaniyet’e) işaret eder.
Müradifler:
• Netice-i vâhide: Tek bir netice, bir olan sonuç.
• Tenatüc etmek: Netice vermek, sonuçlanmak.
• Usûl-ü müteaddide: Birden çok usûl, çeşitli yollar, farklı esaslar.
• Mezahir: (Mazhar’ın çoğulu) Görünüm yerleri, tecelli noktaları.
• Âyineler: Aynalar, yansıtıcılar.
• Mütecelli: Tecelli eden, görünen (Allah’ın sıfatları veya isimleri).
• Tecerrüd: Soyutlanmışlık, maddeden ve kayıtlardan münezzeh olma, aşkınlık.
• Deveran-ı umumî: Umumî dönüş, kâinatın döngüsü (Hayat-ı külliye).
Ayet İktibası:
Tevhîd delillerinin toplandığı ayetler bu noktaya tam misaldir. Pek çok farklı “usûl” (gök, yer, içindekiler) tek bir “netice-i vâhide”ye (Allah’ı tesbih etmeye) hizmet eder:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
(İsra 17/44 )
Burada “yedi gök”, “yer” ve “bunların içinde bulunanlar”ın tamamı “usûl-ü müteaddide”dir (farklı yollar/delillerdir). Hepsinin vardığı “netice-i vâhide” (tek sonuç) ise Allah’ı “tesbih” etmektir.
Dördüncü Nokta: Pek Çok Dala (Hükme) Tohumluk Eden İstidat (Potansiyel)
Metin, dördüncü hususiyeti şöyle tasvir eder: “Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidad vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz…”

İzahı:
Kelâm-ı âlî, bir tohum gibidir. Zahirde küçüktür (icmalî, özet), fakat derûnunda (dahilinde) koca bir ağacın programını taşır. O kelâm, “kuvve-i nâmiye” (büyüme ve gelişme kuvveti) sahibidir.
Bir ayet veya bir cümle, aynı anda;
• Pek çok “füru'” (dallar, teferruatlar, detaylar) için bir “tohum”dur.
• Pek çok “ahkâm” (hükümler, şer’î kurallar) için bir “me’haz” (kaynak) olur.
• Pek çok “maânî” (manalar) ve “vücuh-u muhtelife” (farklı vecihler, yönler) barındırır.
Metin, buna Kur’an-ı Kerim’deki “Kıssa-i Musa (a.s.)” misalini verir. Bu kıssa, meşhur “tefarik-ul asâ” (Hz. Musa’nın asâsının parçaları) gibidir; nasıl ki o asânın her bir parçası bir işe yaramaya devam ediyorsa, Kıssa-i Musa da öyledir. Kur’an, bu tek kıssayı alır, “yed-i beyza-i mu’ciz-ül beyaniyle” (beyan mu’cizesinin parlak eliyle) farklı surelerde, farklı siyaklarda (bağlantılarda) tekrar eder. Her tekrarda, kıssanın farklı bir cihetini öne çıkarır ve o makama münasip bir hisse, hüküm veya hikmet istinbat eder (çıkarır).
Bu durum, zahirperestlerin (yüzeysel bakanların) zannettiği gibi bir “tekrar” değil, tam aksine belâgatın zirvesi ve kelâmın ne kadar bereketli bir “tohum” olduğunun isbatıdır.
Müradifler:
• İfrağ etmek: (Kalıba) dökmek, şekil vermek, biçimlendirmek.
• İstidad: Kabiliyet, potansiyel.
• Füru’: (Fer’in çoğulu) Dallar, kollar, teferruatlar, asıldan neş’et eden ikincil meseleler.
• Mutazammın: İçeren, kapsayan, ihtiva eden.
• Ahkâm: (Hükm’ün çoğulu) Hükümler.
• Me’haz: Kaynak, alındığı yer.
• Kuvve-i nâmiye: Büyüme, gelişme kuvveti, artma potansiyeli.
• Tefarik-ul asâ: Asânın parçaları, kısımları.
• Yed-i beyza: Parlak, beyaz el (Hz. Musa’nın bir mu’cizesi).
• Sehare-i beyan: Beyan (hitabet, belâgat) sihirbazları.
Ayet İktibası:
Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin bu “tohum” ve “me’haz” (kaynak) olma vasfı, şu ayetle en güzel şekilde ifade edilir:
“…O gün her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğiz. Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şey için bir açıklama, bir hidayet rehberi, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
(Nahl 16/89 )
“Her şey için bir açıklama (tibyanen li-külli şey’)” ifadesi, Kur’an’ın nasıl bir “me’haz” olduğunu ve hidayet, rahmet, müjde gibi sayısız “füru'” (dal) için nasıl bir “tohum” vazifesi gördüğünü gösterir.

Netice ve Tenbih
“Dokuzuncu Mes’ele”, bu dört nokta ile Kur’an-ı Kerim’in neden sathî bir nazarla (yüzeysel bir bakışla) anlaşılamayacağını, onun yüzeysel bakanların zannettiği gibi “tekrar”larla dolu olmadığını, bilakis her bir ifadesinin ne kadar derin, katmanlı, mantıkî ve bereketli olduğunu isbat eder.
Metnin sonundaki “Nefrin o zahirperestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar” cümlesi, bu dört noktadan gafil olanların, Kur’an’ın bu mu’cizevî üslubunu anlayamayıp onu “tekrar” zannetmelerine şiddetli bir tenkittir.


Onuncu Mes’ele

Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek ve tabiatı taklid ve harice temessül ve mesîl-i garazda sedad ve maksad ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki: Kelâmda hissiyatta tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezcetmek, selasetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maânî-i müteselsileden tederrüc lâzımdır.

Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirdlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini onun san’atında in’ikas edebilsin.

Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak ve neseblerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar benim” veyahut keennehu veyahut benim veledimdir…

Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe {1: Bu kelime Kürdçedir.} temayül etmemektir. Tâ canibler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdad ve kuvvet vermek gerektir.

Hem de kasdın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek, selasetin selâmetine lâzımdır.

​— · ⁖ · —

Onbirinci Mes’ele

Beyanın selâmet ve sıhhatı ise; hükmü, levazım ve mebadisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla isbat etmektir. Şöyle ki: Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadisinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevab olan kuyudatıyla tekallüd etmek gerektir. Demek kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pekçok muhakematın zübdesi olduğundan, gayet ulvî olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler; eğri nazar ile bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp, etrafına bir sur çekmiştir. Yani mevzu veyahut mahmulü takyid ile.. veyahut tavsif ile.. veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsaid noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevab hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir. Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.

* * *

Bu mes’eleler, belâgat ilminin, yani sözün hem güzel, hem doğru, hem de tesirli olmasının kaidelerini tesbit etmektedir. Hususan Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzının (mucizeliğinin) ve Risale-i Nur’un ifade tarzının daha iyi anlaşılması için temel düsturlardır.
Bu iki mes’elenin, (eş anlamlıları), tafsilatlı izahı ve Kur’ân-ı Kerîm’den ayetlerle bağlantıları aşağıda takdim edilmiştir:

Onuncu Mes’ele: Kelâmın Selâseti (İfadenin Akıcılığı)
Bu mes’ele, bir sözün veya yazının “selîs” olmasının, yani pürüzsüz, kolay anlaşılır ve su gibi akıcı olmasının şartlarını tasvir eder.
Müradifleri:
• Selâset: Akıcılık, pürüzsüzlük, ifadenin kolay ve takılmadan akması, üslupta tutarlılık.
• Tafralık: (Konu dışına) atlamak, sıçramak.
• İştibak: (Fikirlerin) iç içe geçmesi, karmaşıklık, düzensizlik.
• Temessül: Benzemek, bir surete bürünmek.
• Mesîl-i Garaz: Gayenin aktığı yol, maksadın mecrası.
• Sedad: Doğruluk, hedeften şaşmamak, istikamet.
• Müstekar: Karar kılınan yer, ana hedef, sonuç.
• Temeyyüz: Seçilmek, belirginleşmek.

Tafsilatlı İzahı:
Metne göre, bir kelâmın (ifadenin) selîs ve akıcı olabilmesi için beş temel şarta riayet etmesi lazımdır:
• Hissiyattan Tafralık ve İştibak Etmemek (Duygusal Tutarlılık):
İfade, hisleri ve duyguları tasvir ederken, bir his tam olgunlaşmadan başka bir hisse ani bir sıçrama (tafralık) yapmamalıdır. Fikirler ve hisler birbirine nizamsızca (düzensizce) dolaşmamalı (iştibak), aksine birbiriyle alakalı manalar arasında tertipli bir geçiş (tederrüc) olmalıdır. Aksi halde, mananın akıcılığı kaybolur.
• Tabiatı Taklid (Tabiata ve Fıtrata Uygunluk):
Kelâmın hayal gücü unsuru (san’at-ı hayaliye), tabiata bir talebe (şakird) olmalıdır. Yani ifade, tabiatta câri olan nizam, intizam ve mantık kanunlarına aykırı olmamalıdır. İfadenin kurgusu, tabiat kanunları gibi mantıklı ve fıtrî olmalıdır ki, dinleyenin veya okuyanın aklı ve kalbi onu kabulde zorlanmasın.
• Harice Temessül (Gerçeklikle Uyumluluk):
İfadede kullanılan tasavvurlar (düşünceler, hayaller), dış dünyaya (hariciyata) o kadar uygun ve benzer (muhâkî ve müşakil) olmalıdır ki, şayet o düşünceler dimağdan çıkıp dışarıda bir cisim kazansaydı (tecessüm etse), dış dünya (yani hakikat) onları yadırgamamalı, “Bunlar bendendir, benim fıtratıma uygundur” diyerek kabul etmeli, nesebini inkâr etmemelidir. Bu, ifadenin gerçekçi ve hayatla barışık olması demektir.
• Mesîl-i Garazda Sedad (Maksattan Sapmamak):
Her kelâmın bir ana gayesi (garaz) ve maksadı vardır. İfade, bu ana gayenin mecrasında istikametle (sedad) ilerlemeli, dağılmamalı (teferruk etmemek), lüzumsuz tafsilata veya konu dışı yerlere sapmamalıdır (çeleçepe temayül etmemek). Eğer yan fikirler (canibler) ana gayenin kuvvetini emerse (teşerrüb), ana maksat ehemmiyetsizleşir. Bilakis, köşelerdeki (yan unsurlardaki) güzellikler (taravet ve letafet), ana gayeye kuvvet ve yardım (imdad) vermelidir.
• Müstekarrın Temeyyüzü (Ana Hedefin Netliği):
Maksadın nihai olarak varacağı yer (müstekar) ve gayelerin buluştuğu nokta (mülteka) net ve belirgin (temeyyüz ve taayyün) olmalıdır. Dinleyici veya okuyucu, ifadenin sonunda “Peki, ne denmek istendi?” diye bir şüpheye düşmemeli, ana fikir açıkça ortaya çıkmalıdır.
Onbirinci Mes’ele: Beyanın Selâmet ve Sıhhatı (İfadenin Sağlamlığı ve Doğruluğu)
Bu mes’ele, bir ifadenin (beyanın) sadece akıcı değil, aynı zamanda selîm (sağlam, kusursuz) ve sahih (doğru, çürüksüz) olmasının şartlarını beyan eder. Bu, ifadenin mantıksal ve delilsel gücüdür.
Müradifleri:
• Beyan: Açıklama, ifade etme, meramı ortaya koyma.
• Selâmet: Sağlamlık, kusursuzluk, çürüklükten emin olma.
• Sıhhat: Doğruluk, hastalıksız (delil yönüyle zayıf) olmama.
• Levazım: Gerekler, bir şeyin olmazsa olmazları, zorunlu sonuçları.
• Mebadi: Başlangıçlar, temeller, dayanak noktaları, prensipler.
• Âlât-ı Müdafaa: Savunma aletleri, deliller, muhtemel itirazları def edici unsurlar.
• Kuyudat: Kayıtlar, şartlar, sınırlamalar (bir manayı netleştiren veya yanlış anlaşılmasını engelleyen ekler).
• Tekallüd: Kuşanmak, takınmak (zırh gibi).
• İctina: Meyve toplama, (burada) manayı izinsiz alma veya bozma.

Tafsilatlı İzahı:
Bir beyanın sağlam ve sıhhatli olması, bir hükmün (ana iddianın) üç unsurla birlikte ispat edilmesine bağlıdır:
• Levazımı ile İspat (Gerekleriyle Sunmak):
Bir hükmü ortaya koyarken, o hükmün zorunlu gereklerini (levazım) ihmal etmemek, onları dikkate (nazar) almak lazımdır. Bir iddia, kendisini zorunlu kılan sebeplerle birlikte sunulmalıdır.
• Mebadisi ile İspat (Temelleriyle Sunmak):
Hüküm, havada kalmamalı; hayat ve kuvvet aldığı temellere (mebadi) dayanmalıdır. İfade, o temellere müracaat ederek gücünü oradan almalıdır.
• Âlât-ı Müdafaasıyla İspat (Savunma Araçlarıyla Sunmak):
Bu, beyan sıhhatinin en mühim noktasıdır. İfade, dışarıdan hücum edebilecek şüphelere, vehimlere ve itirazlara karşı savunma mekanizmalarıyla donatılmalıdır. Bu savunma, “mukadder sualler” (yani, dinleyicinin aklına gelmesi muhtemel sorular) için peşin cevaplar hükmünde olan “kayıtlar” (kuyudat) ile yapılır.

Teşbih ve Netice:
Üstad Hazretleri, böyle sağlam bir kelâmı “meyvedar bir ağaca” benzetir.
• Meyve: Kelâmın taşıdığı ana mana ve hükümdür.
• Dikenler ve Süngüler: O manayı, yanlış anlamadan, tahrifattan veya hırsızlıktan (cinayet ve ictina) koruyan (himayet) o kayıtlardır (kuyudat).
Böyle bir kelâm, sanki birçok ilmî tartışmanın (münazarat) ve aklî muhakemenin (muhakemat) özeti (zübdesi) gibidir. O kadar yüce (ulvî) ve sağlamdır ki, vehim şeytanları (evhamın şeyatîni) ona kulak hırsızlığı (istirak-ı sem’) yapamaz, eğri bir nazarla bakıp kusur bulamaz.
Bunu yapan mütekellim (konuşmacı), sanki altı cihetini (ön, arka, sağ, sol, alt, üst; yani her yönü) nazara alarak ifadesinin etrafına sağlam bir sur çekmiştir. Bunu da ya konuyu (mevzu) veya hükmü (mahmul) bazı kayıtlarla (takyid) veya vasıflarla (tavsif) sınırlayarak, vehmin hücum edebileceği zayıf noktalara birer savunmacı (müdafi) yerleştirerek yapar.
Nitekim metnin sonunda, “Eğer buna misal istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, Unsuru’l-Belâgat, Onbirinci Mes’ele) denilerek, Muhakemat eserinin ve bilhassa oradaki Üçüncü Makale’nin, bu mukadder suallere cevap veren ve vehimleri defeden kayıtlarla (kuyudat) nasıl donatıldığını misal vermiştir.

Âyetler ile İzahı
Bu iki mes’ele, Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatindeki i’câzın (mucizelik) iki mühim cihetini izah eder. Kur’ân-ı Kerîm, hem “selâset” (Onuncu Mes’ele) sahibidir; yani fıtrata uygun, akıcı ve kolaydır. Hem de “selâmet ve sıhhat” (Onbirinci Mes’ele) sahibidir; yani her türlü zıtlıktan, aykırılıktan, çelişkiden ve vehimlerin hücumundan korunmuş, sağlam ve sıhhatli bir beyana sahiptir.

1. Selâset (Akıcılık, Fıtrata Uygunluk ve Kolaylık) Açısından:
Onuncu Mes’ele’de zikredilen “tabiatı taklid” ve “harice temessül” (fıtrata ve gerçekliğe uygunluk) ile ifadenin akıcılığı, Kur’ân’ın defaatle vurguladığı “kolaylaştırılma” vasfına ve “fıtrat” ile olan mutabakatına işaret eder.
• TDV Meali (Kamer Suresi, 17. Ayet):
$ {وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ}$
“Andolsun biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mudur?”
• TDV Meali (Rum Suresi, 30. Ayet):
$$ {فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ}$$
“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak dine çevir; Allah’ın fıtratına, ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratışı değiştirilemez. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Kur’an’ın beyanı, bu fıtrata tam muvafık olduğu için selîstir.)

2. Selâmet ve Sıhhat (Sağlamlık, Çelişkisizlik ve Korunmuşluk) Açısından:
Onbirinci Mes’ele’de bahsedilen “levazım”, “mebadi” ve “âlât-ı müdafaa” (kuyudat) ile kelâmın korunması, Kur’ân-ı Kerîm’in hiçbir aykırılık (ihtilaf) ve eğrilik (ivec) taşımamasına tam olarak mutabıktır. Kur’an, gelebilecek her türlü mukadder suale ve vehme karşı en sağlam delillerle ve kayıtlarla mücehhezdir.
• Meali (Nisa Suresi, 82. Ayet):
$$ {اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافاً كَث۪يراً}$$
“Onlar hâlâ Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”
• Meali (Zümer Suresi, 28. Ayet):
$$ {قُرْاٰناً عَرَبِياًّ غَيْرَ ذ۪ي عِوَجٍ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ}$$
“Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, hiçbir eğriliği (çelişkisi) bulunmayan Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”
(İşte bu “eğriliği bulunmayan” vasfı, beyanın tam sıhhat ve selâmetine işarettir.)
• Meali (Hicr Suresi, 9. Ayet):
$$ {اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ}$$
“Şüphe yok ki o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da elbette biziz.”
(Bu koruma, sadece lafızda değil, aynı zamanda mananın her türlü tahrifattan, vehimlerin hücumundan ve bâtıl itirazlardan korunmasını da ihtiva eder ki, bu da Onbirinci Mes’ele’nin tam bir misalidir.)

Onikinci Mes’ele

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi:

Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…

İkincisi:

Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sındaki müşa’şa’ ve parlak kelâmı gibi…

Üçüncüsü:

Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lâsiyyema Makale-i Sâlise’deki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın tesiri cüz’îdir.

Elhasıl:

Eğer İlahiyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zînet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.

Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemal-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.

Bu mes’elenin hâtimesi:

Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise makamın haricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki: Mananın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından lâakal kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya san’atın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tabir hata olmasa, harice boykotaj etmek ile elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek mana ve makam ve san’at ise, kelâmın delalet-i vaz’iyesine yardım edebilir. Nasıl kelâm, delalet-i vaz’iye ile manayı gösterir, öyle de böyle üslûb ise tabiatıyla manaya işaret eder. Eğer bir nümune istersen Dokuzuncu Mes’eledeki Arabî parçalarına bak. İşte:

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

فَاِنْ شِئْتَ فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِالْيَدِ الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ مَحَبَّةً وَحَيْرَةً سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ

Eğer istersen ulûm-u âliyenin

آلِيَه

kitablarının dibacelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu san’at-ı belâgat çok dakik ve latif olmazsa da; fakat ondaki beraat-ül istihlal, bu hakikata bir beraat-ül istihlaldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu’cizata işaret yolunda Peygamberimizin zâtı, nübüvvetine mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makale’nin dibacesinde kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirine şahid gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddeme’de, inşikak-ı Kamer’e yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini münhasif ve Şems gibi bürhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebeb oldunuz. Buna kıyasen şu hakikate, şu kitabda birçok nümune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice boykotajdır. Hattâ zaruret olmazsa, efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalîbde harice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır olabilir. Zira hakikat birdir. Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.

Hâtime

Söylenene bak, söyleyene bakma; söylenilmiştir… Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.
İşaret:

Malûm olsun ki; fenn-i maânî ve beyanın mezayasının belâgatça mühim bir şartı, kasden ve amden garazın cihetine emarat ile işaret ve alâmatın nasbıyla kasd ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez.

Fenn-i bedîin ve tezyinat-ı lafziyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesadüfî gibi tabiat-ı manaya yakın olmaktır.

Telvih: Pûşide olmasın ki tabiata ve hakikat-ı hariciyeye delalet eden ve hükm-ü zihnîyi kanun-u haricî ile rabteden; tabir caiz ise perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkabı

اِنَّ

-i tahkikiyedir. Evet şu

اِنَّ

nin şu hâsiyetine binaendir ki Kur’anda kesretle istimal olunmuştur.

Tenbih:

Ey birader! Bu makaledeki kavanin-i latife şu perişan esalîbden teberri ve nefret etmesi seni tağlit etmesin. Meselâ: Eğer bu kanunlar iyi olsaydılar, onları vaz’ edene iyi bir ders-i belâgatı verecekler idi. Hem de güzel bir üslûbu giyecekler idi. Halbuki onları vaz’ eden ise ümmidir. Üslûbları dahi perişandır, gibi bir vehme zâhib olma. Yahu! Bu vehme ehemmiyet verme. Zira bir fende herbir ilim sahibi onda san’atkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye olan kuvve-i cazibe, an-il merkeziye olan kuvve-i dafiaya galibdir. Çünki kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır. Halbuki maden-i kelâm olan kalb ise, lisandan uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok defa lisan, kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lâsiyyema kalb bazan mes’elenin derin yerlerinden -kuyu dibinde gibi- bir tıntın eder ise lisan işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?..

Elhasıl:

Fehim ifhamdan daha esheldir vesselâm!..

İtizar:

Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benim ile arkadaşlık eden sabırlı ve metanetli zât! Zannediyorum bu İkinci Makale’de yalnız hayretle seyirci oldun, müstemi’ olmadın. Çünki anlamadın. Hakkınız var, zira mesail gayet derin ve ırkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş ve vaktim dahi dar.. ben de acele.. sıhhatım muhtel.. başım nezlelidir. Şu karışık zeminde ancak şöyle bir varakpare çıkabilir.

وَالْعُذْرُ عِنْدَ كِرَامِ النَّاسِ مَقْبُولٌ

Ey birader! “Unsur-u Hakikat”ı kübra gibi ve “Unsur-u Belâgat”ı suğra gibi mezcet. Elektrik şuaı gibi olan hads-i sadıkı geçir. Tâ gayet hararetli ve parlak ziyalı olan “Unsur-u Akide”yi netice vermek için senin zihnine istidadat verebilsin.

İşte “Unsur-u Akide”yi Üçüncü Makale’de arayacağız.

İşte başlıyorum: “Nahu”… {1: Kürdçedir.}

​— · ⁖ · —

Muhakemat eserinin “Unsur-ul Belâgat” bahsinin “Onikinci Mes’elesi,” belâgatin ruhunu ve kelâmın (sözün) kıymetini tayin eden temel düsturları ihtiva eden son derece mühim bir metindir. Bu mesele, “sözün kıymeti, üslûbundadır” hakikatini izah ederken, üslûbun nasıl olması gerektiğini üç esas ve bir hâtime ile tasvir etmektedir.
İşte bu derin meselenin, talep ettiğiniz veçhile geniş, tafsilatlı ve ayetler ışığında izahı:
Giriş: Kelâmın Selâmeti ve İtidal-i Mizaç
Metnin hemen başında, bir kelâmın (sözün veya metnin) selâmeti (kâmil manada sağlamlığı, hatadan âri olması) ve rendeçlenmesi (pürüzlerinin giderilip cilalanması) için temel şartın itidal-i mizaç (dengeli bir yapı/karakter) olduğu belirtilir.
Bu itidal (denge) nedir? Üstad Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle izah eder: Kelâmın muhtevasındaki her bir unsura, her bir kayda (istihkak ve istidadına göre) gereken ehemmiyeti vermek ve her manaya münasip üslûp hil’atini (üslûp elbisesini) giydirmektir.
Bu, belâgatte adalet demektir. Mananın hakkını vermeyen bir üslûp, ne kadar parlak olursa olsun, selâmetli (sağlam) addedilmez.
Metin, bu adaleti iki sahada tasvir eder:
• Hikâye (Başkalarını Tasvir) Hâlinde: Eğer mütekellim (konuşan), başkasının hissiyatını veya fikirlerini naklediyorsa, kendini o mahkiyyun anh (hakkında konuşulan kişi) yerine koymalı, adeta onun kalbine hulûl etmeli (nüfuz etmeli) ve onun lisanıyla konuşmalıdır. Bu, kelâmda empati ve sadakatin zirvesidir.
• Kendi Malında Tasarruf (Kendi Fikirlerini Beyan) Hâlinde: Eğer kendi manalarını ifade ediyorsa, itibar (kıymet verme) ve ihtimamı (özeni) taksim ederken, her bir mananın istihkak (hak ettiği değer), istidat (taşıyabildiği kabiliyet) ve rütbesini (ehemmiyet sırasını) nazara almalıdır.
Netice şudur: Üslûp, mananın kametine (boyuna) göre kesilmelidir ki, her maksat (gayet), o manaya en münasip üslûptan cilveger olabilsin (parlayabilsin).
Bu girizgâhtan sonra, Üstad Hazretleri üslûbun üç temel esasını beyan eder:

Birinci Bölüm: Üslûbun Üç Esası ve Kur’ân-ı Kerim’deki Tecellîleri
Metin, üslûbu üç ana kategoriye ayırır ve her birinin nerede kullanılması gerektiğini belirtir. Kur’ân-ı Kerim, bu üç üslûbu da i’caz (mucizelik) derecesinde, tam makamında kullanarak belâgatin zirvesini temsil eder.
1. Üslûb-u Mücerred (Yalın ve Sade Üslûp)
• İzahı: Sade, san’at ve tezyinattan (süslemeden) ziyade, manayı en selis (akıcı) ve ihtisarlı (kısa) yoldan ifade etmeye odaklanan üslûptur. Metinde Seyyid Şerif ve Nasıruddin-i Tûsî’nin metinleri misal verilir.
• Kullanım Yeri: Muamelât (insanlar arası hukukî/ticârî ilişkiler), muhaverat (günlük konuşmalar, diyaloglar) ve âlet olan ilimler (nahiv, mantık gibi gayeye vasıta olan ilimler).
• Gayesi: Vefa (manaya sadakat), ihtisar (kısalık), selâmet (sağlamlık), selaset (akıcılık) ve tabiîliği (yapmacıksızlığı) temin etmektir.
• Müradifleri: Sadelik, vuzuh (açıklık), beyan-ı tabiî, îcaz (vecizlik).
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, bilhassa hukukî ahkâmı ve muamelâtı beyan ederken bu üslûbu kullanır. Zira burada maksat, edebî san’at göstermek değil, hükmü en açık ve hatasız şekilde tebliğ etmektir. Medine’de nâzil olan ve ahkâm ihtiva eden ayetlerde bu üslûp hâkimdir.
• Ayet ( Meali): Bakara Sûresi, 2:282 (Müdayene Ayeti)
$$ {يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِۖ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْۚ وَلْيُمْلِلِ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـًٔاۜ فَاِنْ كَانَ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَف۪يهًا اَوْ ضَع۪يفًا اَوْ لَا يَسْتَط۪يعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِۜ. …}$$
“Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip doğru bir şekilde yazsın. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan da yazdırsın, rabbi olan Allah’tan korksun ve borcunu asla eksik ödemesin. Eğer borçlu, aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise yahut yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın…”
• Bu ayet-i kerime, borçlanma hukukunu hiçbir teşbihe, istiareye veya edebî süse yer vermeden, tam bir selâmet ve vuzuh ile beyan eden üslûb-u mücerredin şâhikasıdır.

2. Üslûb-u Müzeyyen (Süslü ve Parlak Üslûp)
• İzahı: Müşa’şa’ (parlak, ışıklı) ve zînetli olan üslûptur. Manayı daha tesirli kılmak, kalbi ve hisleri harekete geçirmek için kullanılır. Abdülkahir-i Cürcanî’nin eserleri misal verilir.
• Kullanım Yeri: Hitabiyat (hitabet, etkili konuşma) ve iknaiyat (ikna etme gayesi güden bahisler).
• Gayesi: Zînet (süs), parlaklık (celbedicilik), tergib (teşvik etme, rağbet uyandırma) ve terhibi (sakındırma, korkutma) ihtiva eder.
• Müradifleri: Tezyin-i kelâm, beyan-ı hissî, parlaklık, teşvik, tenkit (sakındırma).
• Mühim Tenkit: Metin, bu üslûpta gösteriş, tasannu’ (yapmacıklık) ve avamperestane nümayiş (halkın hoşuna gitmek için yapılan sunî gösteri) olmaması gerektiğini şiddetle tenbih eder.
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, cennet nimetlerini tasvir ederek tergib (teşvik) ettiğinde veya cehennem azabını tasvir ederek terhib (sakındırma) yaptığında, hislere hitap eden bu parlak üslûbu kullanır.
• Ayet ( Meali) – Tergib: Rahman Sûresi, 55:46-48
$$ {وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ جَنَّتَانِۚ ﴿٤٦﴾ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ ﴿٤٧﴾ ذَوَاتَٓا اَفْنَانٍۚ ﴿٤٨﴾}$$
“Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır. (46) O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? (47) O iki cennet, çeşitli ağaçlar ve meyvelerle doludur. (48)”
• Ayet ( Meali) – Terhib: Kâria Sûresi, 101:8-11
$$ {وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُۙ ﴿٨﴾ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌۜ ﴿٩﴾ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْۜ ﴿١٠﴾ نَارٌ حَامِيَةٌ ﴿١١﴾}$$
“Kimin de tartıları hafif gelirse, (8) işte onun anası (varacağı yer) Hâviye’dir. (9) Nedir o (Hâviye) bilir misin? (10) O, kızgın bir ateştir! (11)”
• Her iki misalde de mana, müzeyyen ve parlak bir üslûpla, hisleri derinden sarsacak şekilde ifade edilmiştir.
3. Üslûb-u Âlî (Yüce ve Haşmetli Üslûp)
• İzahı: Muhteşem, ulvî (yüce) ve heybetli üslûptur. Mananın azametini ve yüksekliğini aksettirir. Sekkâkî, Zemahşerî ve İbn-i Sina misal verilir. Üstad, bu Muhakemat eserinin de konusunun ulviyeti (yüceliği) sebebiyle bu üslûba ifrağ edildiğini (döküldüğünü) belirtir.
• Kullanım Yeri: İlahiyat (Allah’ı, sıfatlarını ve zatını anlatan bahisler) ve usûl (dinin ve ilimlerin temellerini anlatan metodolojik bahisler).
• Gayesi: Şiddet (etkideki yoğunluk), kuvvet (metanet) ve heybeti (azamet ve haşyeti) tazammun etmektir (içermektir).
• Müradifleri: Üslûb-u celâlî, ulviyet, haşmet-i beyan, heybet-i kelâm.
• Kur’ân’dan Misal: Kur’ân-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı Akdes’ini, Vahdaniyetini, Rubûbiyetinin azametini ve kâinattaki mutlak hâkimiyetini beyan ederken bu üslûb-u âlîyi kullanır.
• Ayet ( Meali): Haşr Sûresi, 59:22-24
$$ {هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ﴿٢٢﴾ هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٢٣﴾ هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٤﴾}$$
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. (22) O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten uzaktır, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır. (23) O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (24)”
• Bu ayetler, İlahiyat bahsinde üslûb-u âlînin; heybet, kuvvet ve ulviyetin zirvesidir. Kelimeler, mananın azameti altında adeta secde etmektedir.

İkinci Bölüm: Kelâmın Kanaati ve “Harice Boykotaj” Hakikati
Bu meselenin belki de en orijinal ve en mühim tespiti burasıdır. Üstad, kelâmın kanaat ve istiğnası (tokgözlülüğü, başkasına muhtaç olmaması) ve asabiyeti (kendi köklerine bağlılığı) olduğunu belirtir.
Bu nedir? Makamın (kontekstin) haricinde üslûbu aramamak.
• İzahı: Bir manaya üslûp elbisesi dikmek istediğin vakit, o üslûbun kumaşını dışarıdan (başka metinlerden, sunî san’atlardan) getirmemelisin. Bilakis, dâhil-i makamda (konunun kendi içinde) olan menbadan, mevzuun fabrikasından almalısın.
• Harice Boykotaj: Üslûp, o konunun levazımının (gereklerinin) parçalarından, tevabiinin (bağlı unsurlarının) kıt’alarından dikilmelidir. Zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek (dışarıya gözünü çevirmemek), tabiri câizse “harice boykotaj etmek” gerekir.
• Neticesi: Kelâmın kuvveti artar ve serveti (manevî zenginliği) dağılmaz.
• Mühim Tespit: Nasıl ki kelâm (sözcükler), delalet-i vaz’iye (konvansiyonel/sözlük anlamı) ile manayı gösterir; işte mevzuun kendi içinden doğan böyle bir üslûp da tabiatıyla manaya işaret eder.
• Misal: Üstad, Dokuzuncu Mesele’deki Arabî parçalara (Hz. Musa (as) kıssasının belâgati) ve bu kitabın (Muhakemat) kendi dibacesindeki (önsöz) beraat-ül istihlal (konuyu özetleyen parlak başlangıç) san’atına atıf yapar. Ve Risale-i Nur mesleğinin de bu olduğunu, zaruret olmadıkça fikirlerde, misallerde ve üslûplarda “harice boykotaj” ettiğini belirtir.
Bu prensip, Kur’ân-ı Kerim’in i’cazının da (mucizeliğinin) bir sırrıdır. Kur’ân, bir manayı ifade ederken, kullandığı kelimeler, ses âhengi ve cümle yapısı (yani üslûbu), bizzat o mananın bir parçası hâline gelir.

Üçüncü Bölüm: Hâtime ve Tenbihler
1. Hâtime: Belâgatin Şartı (Kim? Kime? Niçin? Nerede?)
Üstad, “Söylenene bak, söyleyene bakma” sözünü belâgat açısından nâkıs (eksik) bulur ve şöyle bir tashih yapar:
“Ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”
Bu, belâgatin “mutabakat-ı mukteza-yı hâl” (sözün, hâlin gerektirdiği duruma uygun olması) tarifinin ta kendisidir. Sözün değeri, sadece lügat manasında değil, kimin (Mütekellim), kime (Muhatap), niçin (Garaz) ve hangi bağlamda (Makam/Siyak) söylediğinde gizlidir.
2. İşaret, Telvih ve Tenbihler
• Fenn-i Maânî ve Beyan (Mana ve İfade Sanatları): Bu sanatlarda (teşbih, istiare, mecaz) kıymet, kasden ve amden (kasıtlı olarak) gayeye işaret edilmesindedir. Tesadüf burada bir para etmez.
• Fenn-i Bedî’ (Sözü Süsleme Sanatı): Cinas, seci gibi tezyinat-ı lafziye (lafzî süsler) ise, tesadüfî gibi durmalı, adem-i kasd (kasıtsızlık) hissi vermelidir. Yani san’at, tasannu’ (yapmacıklık) derecesine varmamalı, tabiî olmalıdır.
• اِنَّ (İnne) Harfinin Sırrı: Bu harfin “perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren” en keskin âlet olduğunu belirtir. Zihnî bir hükmü, hâricî bir kanun (gerçeklik) ile rabteder (bağlar). Kur’ân’da bu kadar çok “Şüphesiz ki…” diye başlamasının hikmeti, zihindeki şüpheyi izale edip, hakikati tahkik ederek kalbe ve akla perçinlemektir.
• Tenbih ve İtizar (Uyarı ve Özür): Üstad, bu yüksek belâgat kaidelerini anlatırken, kendi üslûbunun perişan görünmesinin kimseyi tağlit etmemesini (yanıltmamasını) söyler.
• Bir fende âlim olmak, o fende san’atkâr olmayı gerektirmez.
• Asıl mühim olan: Kalb (mananın madeni) ile lisan (ifade âleti) arasındaki mesafedir. Bazen kalb, “kuyu dibinde gibi bir tıntın eder ise lisan işitemez.”
• Bunun neticesinde: “Fehim ifhamdan daha esheldir” (Anlamak, anlatmaktan daha kolaydır).
• Ve bir itizar (özür beyanı): Meselenin derinliği, ibarenin muğlaklığı (kapalı), Türkçesinin noksanlığı, vaktin darlığı ve sıhhatinin bozukluğu gibi sebeplerle bu “karışık zeminde” ancak böyle bir “varakpare” (kâğıt parçası) çıkabildiğini tevazu ile beyan eder.

Netice
“Onikinci Mes’ele,” belâgatin sadece lafzî bir süsleme değil, manevî bir adalet olduğunu ders verir. Üslûp; mücerred (yalın), müzeyyen (süslü) veya âlî (yüce) olabilir. Mühim olan, bu üslûplardan hangisinin, hangi makamda, hangi muhataba ve hangi gayeyle kullanılacağını bilmektir.
En kâmil üslûp ise, mananın dışından ithal edilen değil, mevzuun fabrikasından ve mananın dâhilî yapısından neş’et eden (kaynaklanan) üslûptur. Kur’ân-ı Kerim, bu üç üslûbu ve “harice boykotaj” prensibini en mükemmel surette cem ederek, belâgatte kıyamete kadar bir mu’cize olarak kalmıştır.

 

 

Unsur-ul Akide

Üçüncü Makale
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

Bu kelime-i âliye, üss-ül esas-ı İslâmiyet olduğu gibi kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyetin en nuranî ve en ulvî bayrağıdır. Evet misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu kelimenin ayn-ül hayatından nebean eder. Evet ebede namzed olan nev’-i beşer içinde saadet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir. Evet kalb denilen avalim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latife-i Rabbaniyenin fotoğrafıyla alınan timsal-i nuranîyle Sultan-ı Ezel’i ilân eden harita-i nuraniyesidir ve tercüman-ı beligidir. Evet vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliganesini cem’iyet-i kâinata karşı vekaleten inşad eden hatib-i fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezel’i ilân eden imanın mübelliğ-i beligi olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.

İşaret:

Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet uluhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni’-i Zülcelal’e zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir…

Tenbih:

Hakaik-i akaid-i İslâmiye, bütün teferruatıyla kütüb-ü İslâmiyede mufassalan müberhene ve musarrahadır, görünebilir. Ve görülen şeyi göstermek, zahirin hafasına veya muhatabın gabavetine işaret ve techil olduğundan, akidenin yalnız üç-dört unsurunu beyan edeceğim. Diğer hakaikini fuhûl-ü ülemanın kitablarına havale ederim. Zira bana hacet bırakmamışlar.

Mukaddeme

Ehl-i dikkatin malûmudur ki: Makasıd-ı Kur’aniyenin fezlekesi dörttür: Sâni’-i Vâhid’in isbatı ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adldir.

Birinci Maksad:

Delail-i Sâni’ beyanındadır. Bir bürhanı da Muhammed’dir (Aleyhisselâm). Sâni’in vücud ve vahdeti, isbata ihtiyaçtan müstağnidir. Lâsiyyema Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. Binaenaleyh hitabımı ecanibe, bahusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zira onlar eskide bazı sualler etmiştiler, ben de cevab vermiştim. Şimdi ihtisar ile yalnız bir-iki suallerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim. Onlardan bir sual:

مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذ۪ى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ وَالْخَلْقُ مِنْ اَىِّ شَيْءٍ اَمِنَ الْعَدَمِ اَوِ الْمَادَّةِ اَوْ ذَاتِهِ اِلٰى اٰخِرِ سُؤَالَاتِهِمُ الْمُرَدَّدَةِ

Yani: Vücud-u Sâni’e delil-i vâzıh nedir?
İşaret:

Gayr-ı mütenahî olan marifetullah, böyle mahdud olan kelâma sığışmaz. Binaenaleyh kelâmımdaki iğlakın mazur tutulması mercûdur.

Tenbih:

Bervech-i âti kelâmdan maksad: Muhakeme ve müvazenenin tarîkını göstermektir. Tâ ki, mecmuunda hakikat tecelli etsin. Yoksa zihnin cüz’iyeti sebebiyle o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharri etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikatı evham içinde setretmektir.

Mukaddeme

Hakikatın keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca’ etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecrid ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalb ile dinle:

Birinci Maksad

Cemi’ zerrat-ı kâinat, birer birer zât ve sıfât ve sair vücuh ile gayr-ı mahdude olan imkânat mabeyninde mütereddid iken, bir ciheti takib, hayretbahşa mesalihi intac etmekle Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbaniyeden ilân-ı Sâni’ eden itikadın misbahını ışıklandırıyorlar. Evet herbir zerre kendi başıyla Sâni’i ilân ettiği gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kâinatın herbir makam ve herbir nisbetinde herbir zerre müvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhar ve kıraat ettikleri için Sâni’in delaili, zerrattan kat kat ziyadedir.

Eğer desen:

Neden herkes aklıyla görmüyor?

Elcevab:

Kemal-i zuhurundan… Evet şiddet-i zuhurdan görünmemek derecesine gelenler vardır. Cirm-i şems gibi.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ الْمََ۫لاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَٓائِلُ

Yani: Eb’ad-ı vasia-i âlemin sahifesinde Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatla sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan gelen selasil-i resail seni a’lâ-yı illiyyîn-i yakîne çıkarsın.

İşaret:

Kalbinde nokta-i istimdad, nokta-i istinad ile vicdan-ı beşer Sâni’i unutmamaktadır. Eğer çendan dimağ ta’til-i eşgal etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mühimme ile meşguldür. Şöyle ki: Vicdana müracaat olunsa, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi.. kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’ dahi; cesed gibi istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad…

Hem de bununla beraber kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinad marifet-i Sâni’dir…
Evet herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve alel-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğerşikâfta kaldığından eşref ve ahsen-i mahluk olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatına muhalif oluyor. İşte nokta-i istinad… Evet melce’ yalnız marifet-i Sâni’dir.

Demek şu iki nokta ile bu derece nizam-ı âlemde hükümfermalık, hakikat-ı nefs-ül emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni’ tecelli ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor… Vicdan nezzardır, kalb penceresidir.

Tenbih:

Arş-ı kemalât olan marifet-i Sâni’in mi’raclarının usûlü dörttür:

Birincisi:

Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi:

İmkân ve hudûsa mebni olan mütekellimînin tarîkidir. Bu iki asıl, filvaki’ Kur’an’dan teşa’ub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, tavîl-üz zeyl ve müşkilleşmiştir.

Üçüncüsü:

Hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masun değildirler…

Dördüncüsü ki,

belâgat-ı Kur’aniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anî’dir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:
Birincisi:

“Delil-i inayet”tir ki; menafi’-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’aniye bu delile îma ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise: Sâni’in kasd ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.

Mukaddeme:

Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikra-i tâm edemez ve ihata edemez. Fakat nev’-i beşerdeki telahuk-u efkâr sayesinde, kâinatın herbir nev’ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.

Bununla beraber bir emirde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için, kaidenin külliyeti nev’in hüsn-ü intizamına delildir. Demek cemi’-i fünun-u ekvan kaidelerin külliyetlerine binaen, istikra-i tâmla nizam-ı ekmeli intac eden birer bürhandırlar. Evet fünun-u kâinat bitamamiha mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermek ile Sâni’in kasd ve hikmetine parmak ile şehadet ve işaret ettikleri gibi şeyatîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıbdır.

İşaret:

Cehl-i mürekkebi intac eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyanı olan mümaresat-ı elzemiyattan nefsini tahliye etsen; hurdebînî bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlahiyenin şuursuz, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatında evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husul-pezir ve o destgâhın masnuu olduğunu kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemiyorsun. Meğer herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat ettikten sonra zerrat-ı saire ile vasıtasız muhabereyi itikad ve esbab-ı tabiiyenin üss-ül esası hükmünde olan cüz’-i lâ-yetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen…

Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir. Fakat caizdir ki: Herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikata ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.

Tenbih:

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ… Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola. İstersen Kur’an’a müracaat et. Delil-i inayeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zira Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri ta’dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inayete mezahirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlahiye taalluk ederse âyât-ı âfâkıye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nın mühim eserlerinden olan Muhakemat’ın “Unsur-ul Akide” bölümündeki “Üçüncü Makale”dir. Bu makale, İslâm akaidinin (inanç esaslarının) temel rüknü olan Kelime-i Şehadet’i merkezine alarak, Kur’an-ı Kerim’in Sâni’-i Vâhid’in (Bir olan Sanatkâr’ın) varlığını ve birliğini isbat etme metodunu, hususan “Delil-i İnayet”i tafsilatlı bir surette izah etmektedir.

Giriş: Akaidin Üss-ül Esası
Metin, İslâm’ın temeli olan şu mübarek kelime ile başlamaktadır:
$اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ$
“Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed (Aleyhisselâm) O’nun Resûlüdür.”
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu kelimenin sadece bir söz olmadığını, belki “üss-ül esas-ı İslâmiyet” (İslâmiyet’in temelinin temeli) ve “en nuranî ve en ulvî bayrağı” olduğunu beyan eder. Bu kelime, ezelî misakta verdiğimiz sözümüzün ve imanımızın mukaddes bir menşurudur (ilanıdır). Bütün bir İslâmî hayat, bu kelimenin “ayn-ül hayatından” (hayat pınarından) fışkırmaktadır.

1. Uluhiyet ve Nübüvvet Arasındaki Tevafuk (Bürhan-ı Limmî ve İnnî)
Metin, Kelime-i Şehadet’in iki rüknü (Tevhid ve Risalet) arasındaki kuvvetli münasebeti “birbirine şahid-i sadıktır” diyerek tasvir eder:
• Uluhiyet, Nübüvvete Bürhan-ı Limmîdir: “Bürhan-ı limmî,” felsefî bir ıstılahtır; “illetten (sebepten) ma’lûle (sonuca)” giden delil demektir. Yani, “Madem ki böyle bir Sâni’-i Zülcelâl vardır; elbette Kendi san’atının güzelliğini ve iradesinin maksadlarını göstermek, kullarıyla konuşmak isteyecektir.” Allah’ın varlığı ve kemâl-i mutlak (mutlak mükemmellik) sahibi oluşu, peygamber göndermesini (nübüvveti) zarurî kılar.
• Muhammed (A.S.), Sâni’e Bürhan-ı İnnîdir: “Bürhan-ı innî” ise, “ma’lûlden (sonuçtan) illete (sebebe)” giden delildir. Yani, “Kâinatta böyle müstesna bir zât (Hz. Muhammed A.S.), böyle bir hakikat (Kur’an) ve böyle bir mu’cizevî tebliğ vardır. Bu zâtın gösterdiği Sâni’den başka bu işi yapacak kimse olamaz.” O Zât’ın (A.S.) varlığı, sıfatları, ahlâkı ve getirdiği nur, Sâni’-i Zülcelâl’in varlığına ve birliğine en parlak delildir.

2. Makasıd-ı Kur’aniye (Kur’an’ın Dört Temel Maksadı)
Müellif, bütün İslâmî kitapların bu hakaiki (hakikatleri) isbat ettiğini, kendisinin ise sadece “üç-dört unsurunu” beyan edeceğini belirttikten sonra, Kur’an-ı Kerim’in dört temel maksadını şöyle sıralar:
• Sâni’-i Vâhid’in İsbatı (Tevhid): Bir olan Sanatkâr’ın varlığını ve birliğini isbat etmek.
• Nübüvvet: Peygamberliğin hakikatini ve lüzumunu isbat etmek.
• Haşr-i Cismanî: İnsanın cismiyle birlikte yeniden diriltileceğini isbat etmek.
• Adl: İbadet ve adaleti tesis etmek.
Bu makalenin “Birinci Maksad”ı, bu dördünden birincisi olan “Delail-i Sâni’ beyanındadır.”

3. Sâni’in Varlığına Dair Deliller ve “Japonya Suali”
Müellif, bu delillerin Müslümanlar için “eclâ ve azhar” (çok açık ve parlak) olduğunu, lâkin kendisinin hitabını “ecanibe, bahusus Japonya’ya” tevcih ettiğini (yönelttiğini) söyler. Onların sorduğu sual şudur: “Bizi davet ettiğiniz Allah’ın varlığına dair açık delil nedir? Ve mahlûkat neden yaratılmıştır; ademden (yokluktan) mı, maddeden mi, yoksa O’nun zâtından mı?”
Müellif, bu suale cevap olarak kâinatın ve vicdanın şehadetini sunar:

A. Zerratın Şehadeti (Atomların Tanıklığı)
Bu, “hudûs” (sonradan olma) ve “imkân” (olup olmamasının eşit olması) delillerinin hassas bir tasviridir. İzahı şöyledir:
• Kâinattaki her bir zerre (atom), var olmadan evvel “gayr-ı mahdude olan imkânat” (sınırsız ihtimaller) karşısındadır. Varlığa çıkmak, belirli bir şekil almak, belirli bir yerde durmak, belirli bir vazifeyi görmek gibi sonsuz yoldan sadece birini seçmiştir.
• Bu seçimin neticesinde “hayretbahşa mesalihi intac etmekle” (hayret verici faydalar ve gayeler üretmekle), mesela bir göz hücresi olmakla veya bir su molekülü olarak hayatı taşımakla, kör bir tesadüfün değil, sonsuz bir ilim ve iradenin eseri olduğunu ilan eder.
• Her bir zerre, hem kendi başına hem de kâinatın umumî nizamı (“müvazene-i cereyan-ı umumî”) içindeki vazifesiyle, Sâni’in “kasd ve hikmetini izhar” eder.
Bu delile rağmen neden herkesin görmediği sualine verilen cevap ise manidardır: “Kemal-i zuhurundan…” Yani, Allah’ın varlığı o kadar aşikârdır ki, şiddetli görünmekten dolayı gizlenmiştir; “Cirm-i şems gibi” (güneşin parlaklığından dolayı diskinin görülememesi gibi).

B. Vicdanın Şehadeti (İnsanın Fıtratının Tanıklığı)
Müellif, “Akıl görmezse de fıtrat görüyor” der. İnsan vicdanında (fıtratında) Sâni’i gösteren iki “pencere” veya “nokta” olduğunu belirtir:
• Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan, “dağdağa-i hayat” (hayatın keşmekeşi) içinde binler “musibet ve mezahimlere” (musibetlere ve zorluklara) maruzdur. Kendi kudreti ise bunlara karşı “adem-i kifayet” (yetersiz) içindedir. Eğer her şeyi hikmetle gören bir Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse, her şeyi “alel-amyâ tesadüfe” (körü körüne tesadüfe) havale ederse; “tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun” (vahşet, dehşet, telaş ve korkudan müteşekkil cehennemvârî bir halet) içine düşer. İnsanı bu perişanlıktan kurtaran yegâne “melce'” (sığınak) ve dayanak noktası, Allah’a imandır.
• Nokta-i İstidat (Yardım İsteme Noktası): İnsan, fıtraten “istidadat-ı gayr-ı mahdude” (sınırsız kabiliyetler) ve “âmâl ve müyul-ü müteşaibe” (iç içe geçmiş emeller ve meyller) sahibidir. Ebediyeti arzular, sonsuz nimeti ister, sonsuz kemâlâtı arzular. Bu sonsuz arzulara “neşr-i hayat eden”, onlara “lezzet” ve “kıymet” veren, onları “bast ve temdid” eden (açan ve uzatan) tek şey “marifet-i Sâni'”dir (Allah’ı tanımaktır).
Bu iki nokta, Fâtiha Suresi’nde mükemmel bir surette ifade edilir:
$”Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz…”$
Bu, mahlûkata karşı bir istiğna ve Sâni’e karşı bir teslimiyet olup, Nokta-i İstinad’a işaret eder.
$”…ve yalnız senden yardım dileriz.”$
Bu ise, insanın sonsuz ihtiyaçları için yegâne merci olarak O’nu bilmek olup, Nokta-i İstidat’a bakar. (Fâtiha 1:5)

4. Marifet Yolları ve “Mi’rac-ı Kur’anî”
Müellif, Allah’ı tanımanın (marifet-i Sâni’) dört temel yolu (usûlü) olduğunu söyler:
• Sofiyenin Minhacı (Tasfiye): Kalbi temizleyerek işrak (aydınlanma) ve keşfe mazhar olma yolu.
• Mütekellimînin Tarîki (İmkân ve Hudûs): Âlemin “mümkin” (olup olmamasının eşit) ve “hâdis” (sonradan yaratılmış) olmasından yola çıkarak bir Yaratıcı’yı (Vâcib-ül Vücud’u) isbat etme yolu.
• Hükemanın (Feylesofların) Mesleği: Maddeden veya akıldan yola çıkan düşünce sistemleri.
• Mi’rac-ı Kur’anî: Kur’an’ın belâgatinden çıkan, en kısa, en açık, en selâmetli ve “beşerin umumuna en eşmel” (tüm insanları en çok kapsayan) yol.
Müellif, bu dördüncü yolu ihtiyar ettiğini (seçtiğini) beyan eder. Bu Kur’anî yolun da iki esası vardır. Metin, bunlardan en mühimi olan birincisini izah eder:

5. Delil-i İnayet (İnayet ve Hikmet Delili)
Bu, makalenin zirve noktasıdır. “Delil-i İnayet,” kâinattaki faydaları, hikmetleri ve nizamı esas alan bir isbat metodudur.
• Zübdesi (Özü): “Kâinatın nizam-ı ekmelinde (en mükemmel düzeninde) riayet-i mesalih ve hikemdir.” Yani, kâinatta var olan mükemmel düzende, her şeyin belirli faydalara (mesalih) ve hikmetlere (hikem) riayet ederek yerleştirilmiş olmasıdır.
• Neticesi: Bu durum, “Sâni’in kasd ve hikmetini isbat” eder ve “tesadüf vehmini ortadan nefyeder.”
Müellif, bir insanın tek başına bütün kâinattaki bu faydaları “istikra-i tâm” (tümden tarama) edemeyeceğini, fakat “fünun-u ekvan”ın (kâinat ilimlerinin, yani bugünkü fen bilimlerinin) bu işi yaptığını söyler. Her bir fen (ilim), kâinattaki varlıkların “kavaid-i külliye-i muntazama”sını (düzenli küllî kaidelerini/kanunlarını) keşfeder. Bir şeyde “kaidenin külliyeti” (kanunun genelliği) varsa, orada “hüsn-ü intizam” (güzel bir düzen) var demektir.
Demek ki, bütün fen ilimleri (fizik, kimya, biyoloji, astronomi vs.) bu kâinattaki “mesalih ve semeratı” (faydaları ve neticeleri) ve “hikem ve fevaidi” (hikmetleri ve yararları) göstermekle, Sâni’-i Zülcelâl’in “kasd ve hikmetine parmak ile şehadet” ederler.
Delil-i İnayet’e Kur’an’dan Misaller
Metnin kendisi, Kur’an’ın bu delile nasıl işaret ettiğini şu ayetle gösterir:
$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?”$
(Mülk 67:3)
Kur’an-ı Kerim, baştan sona bu “Delil-i İnayet” ile doludur. İnsanları, nimetleri saymaya (ta’dad) ve faydaları düşünmeye (tezkâr) davet eder. Mesela Nahl Suresi bunun parlak bir misalidir:
$”Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Hem onlardan yersiniz. Akşamleyin getirir, sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik (ve zevk) vardır. Onlar ağırlıklarınızı, sizin ancak zorlukla varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Atları, katırları ve merkepleri binmeniz ve süs için (yarattı). Allah, (daha) nice bilmediğiniz şeyleri de yaratır. O, gökten su indirendir. Ondan hem içecek suyunuz vardır, hem de (hayvanlarınızı) otlattığınız bitkiler.”$
(Nahl 16:5-8, 10)
Bu ayetler, varlıkların sadece “olmasını” değil, aynı zamanda insanın “faydasına” ve “hikmetlere” uygun olmasını vurgulayarak Delil-i İnayet’i ders verir.

6. Esbab-ı Tabiiyenin Reddi (Tabii Sebeplerin İnkârı)
Makale, bu mükemmel inayet ve nizamı gördükten sonra, bunu kör, sağır, şuursuz “esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden” (basit, cansız, tabii sebeplerden) bilmenin “muhaliyetini” (imkânsızlığını) kuvvetle vurgular:
• Bir “hurdebînî hayvanın” (mikroskobik bir canlının) bedeni, “makine-i dakika-i bedîa-i İlahiye”dir (Allah’ın harika ve ince san’atlı makinesidir).
• Bunu, şuursuz sebeplere ve tabiata havale etmek; “herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat etmekle” ancak mümkün olabilir ki, bu da binlerce defa imkânsızdır.
Müellif, tabiat kanunları denilen “cezb” (çekim), “def'” (itim) ve “hareket” gibi şeylerin “âdâtullahın kanunlarına birer isim” olmasını kabul eder. Ancak şu şartla: Bu kanunlar “âletiyetten müessiriyete” (araç olmaktan çıkıp gerçek etki sahibi olmaya) ve “zihnîlikten haricîliğe” (zihinsel bir kavram olmaktan çıkıp dışarıda bağımsız bir varlık olmaya) geçmemelidir. Yani, “yerçekimi kanunu” çeker demez, “Allah, yerçekimi kanunu ile çeker” denilmelidir.

Netice
“Üçüncü Makale,” Kelime-i Şehadet’in hakikatini, kâinatın her bir zerresinden en mükemmel nizamına kadar, insanın vicdanındaki en derin ihtiyaçlara kadar her şeyin Sâni’-i Vâhid’e, O’nun kasd, hikmet ve inayetine şehadet ettiğini isbat eden Kur’anî bir tefekkür dersidir.

 

İkinci Delil-i Kur’anî:

“Delil-i ihtira'”dır. Bunun hülâsası: Mahlukatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesidir. Zira hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir. İmkân bırakmaz. Hem de bizzarure bazının “hudûs”u nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.

Vehim ve tenbih:

İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev’-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakaikin gayrısıdır.

İşaret:

Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet hikmet, fenn-i tabakat-ül arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva’ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin tasni’ ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi’, müstakillen Sâni’-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet Sâni’-i Zülcelal herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.

Tenbih:

Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva’ gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fasidesini tebaî nazarıyla adem-i derkinden neş’et eder. Evet nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa, muhaliyet ve adem-i makuliyetine hükmedecektir. Farazâ kabul etse de “tegafül-ü ani’s-Sâni'” sebebiyle hasıl olan ızdırar ile kabul edebilir.

Tenbih:

Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri itibariyle daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikatı arıyor ve daima maksadı saadettir. Fakat bâtıl ve dalal ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatın madenini kazarken ihtiyarsız bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikatı bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri; muhal ve gayr-ı makul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebaî ile kabulüne mecbur oluyor.

İşte bu hakikatı pîş-i nazara al! Göreceksin ki: Bütün nizam-ı âlemden eser-i gaflet olarak tevehhüm ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakş ve san’at-ı bedîada tahayyül ettikleri tesadüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehadatına rağmen esbab-ı camideden itikad ettikleri tesir-i hakikî ve nefislerine mugalata edip vehmin -istimrara istinaden- iğvasıyla tecessüm ve tahayyül olunan tabiat-ı mevhumeyi merci’ yapmakla teselli ettikleri; elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakka teveccüh ve hakikata kasd ettikleri için şu evham-ı bâtıla davetsiz olarak yolun canibinden taarruz ettikleri için, elbette hedef-i garazına nazarını dikmiş olan adam o evhama tebaî ve sathî bir nazar ile bakıyor. Onun için, müzahref olan içine nüfuz edemez… Fakat ne vakit rağbet ve kasd ve satın almak nazarıyla baksa; almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez!..
Evet şu kadar çirkin bir şeyi vicdan ve akıl muhal görüyor. Kalb dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip herbir zerreye hükemanın akıllarını ve hükkamın siyasetlerini verip, tâ herbir zerre ehavatıyla ittifak ve intizam mes’elesinde müşavere ve muhabere etsinler. Evet bu surette bir mesleği, insan değil hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise, bu suretten başka birşey ile tasvir edilmez. Evet bâtılın şe’ni şöyledir: Ne vakit tebaî bir nazar ile bakılırsa, sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im’an-ı nazar eyledikçe, ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.

İşaret:

Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır. Feya acaba! Sâni’-i Vâcib-ül Vücud’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten cây-ı taaccübdür… Evet insan düşündükçe, cemi’ sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olan Sâni’den istiğrab ve istinkâr ettikleri şu hayret-efza masnuatı tesadüf-ü amyâya ve hareket-i zerrata isnad ettikleri için, insanı insaniyetten pişman eder.

Telvih:

Harekât-ı zerrattan husulü dava olunan kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle enva’daki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek bütün enva’ın fasılları ve umum a’razın havass-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhtera’dırlar. Tenasül, teselsülde şerait-i âdiye-i itibariyedendir.
İşte delil-i ihtiraînin icmali… Eğer açık olarak mufassalan istersen Kur’anın firdevsine gir. Zira hiçbir ratb ve yabis yoktur ki; o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsaid ve meşiet taalluk ve tevfik refik olursa, elfaz-ı Kur’aniyenin esdafında şu bürhanı tezyin eden cevherleri, gelecek kütübde tafsil edilecektir.

Vehim ve Tenbih:

Eğer sual etsen: “Nedir şu tabiat ki daima onun ile tın tın ediyorlar? Nedir şu kavanin ve kuva ki daima onlar ile mütedemdimdirler?” Cevab vereceğiz ki: Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve a’zâsının ef’allerini intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, “Tabiat” veya “Matbaa-i İlahiye” ile müsemmadır. Evet tabiat, hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu’ ve muhassalasından ibarettir. İşte kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes’elesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın istimrarına istinaden… Hem de hayali hakikat suretinde gören ve gösteren nüfusun istidadları bir zemin-i şûre müheyya etmesiyle vehim ve hayal tasallut ederek tazyik edip şu tabiat-ı hevaiye tavazzu’ ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden misal suretine girmiştir. Evet şunun gibi, vehmin çok hileleri vardır.

İşaret:

Şu tabiat ve kuva-yı umumiye tesmiye ettikleri emirler, kat’iyyen aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve şu kâinata illet ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, mahza Sâni’den tegafül ve intizamın ilcaından tevellüd eden yalnız ızdırar ile veleh-resan-ı ukûl olan kudretin âsârını şu matbaa-misal olan tabiatın san’atından görmek, tabiatı mistar iken masdar tahayyül etmek; lâzım-ı eammın vücuduyla, melzum-u ehassın vücudunu intaca çalışan akîm bir kıyasın neticesidir. Evet şu kıyas-ı akîm, dalalet ve hayret vâdilerine çok yolları açmıştır.

Tenvir:

Ef’al-i ihtiyariyenin nazzamı olan şeriat ve kanun şu kadar hark ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye; âdeta şeriatı bir hâkim-i ruhanî ve nizamı bir sultan-ı manevî tevehhüm edip, bir tesiri tahayyül eder. Evet bir taburun veya askerin muttarid olan harekâtını ve yeknesak olan etvarlarını ve birbiriyle rabtolunan ahvallerini müşahede eden vahşi bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut heyet-i askeriyeyi, manevî bir iple merbut zannederse; acaba garib görünecek midir? Veyahut bir bedevi veya bir şâir-üt tab’, nâsı bir vaz’-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini te’lif eden nizamı bir mevcud-u manevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül ederse, çok görünecek midir? Öyle ise kâinatın ahvaline taalluk eden ve tabiat tesmiye olunan ve tasdik-i enbiya veya tekrim-i evliyadan başka hark olunmayan ve müstemirre olan şu şeriat-ı fıtriye-i İlahiye, evhamda tecessüm etsin, neden taaccüb olunsun?

Vehim ve Tenbih:

İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i; cüz’î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise, maksad ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya “fena fi-l maksad” oluyor. İşte şu noktaya binaen hasis bir emir veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya müvazenet bozulur. Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vâcib-ül Vücud’u tefekkür etse; yine kuvve-i vâhimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dûrbîn yapmak istiyor. Halbuki Sâni’-i Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhisar yoktur. Ziya-yı şems gibi, kudret ve ilim ve iradesi şamile ve âmmedir, münhasır olmaz, müvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır. Herbir cüz’ü mikyas olamaz. İşte Vâcib-ül Vücud’u mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hata-yı mahzdır.

İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakikî olduklarına; ve Mu’tezile hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlahînin nefyine; ve Mecusiler, halk-ı şerr başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader! Şu vehim itikad tarîkıyla olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.
İşaret:

Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’ta-i vücuddur. İ’ta-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis’âbınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibda-i İlahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.

Elhasıl:

İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsâr-ı İlahiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umûr-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sâni’i farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.

İşaret:

Birinin âsârı muhakeme olunursa, onun hâssasını nazara almak lâzımdır. İşte şu mes’elede, edilmemiştir. Zira bu mes’eleye, acz-i abdin arkasında kudret-i mümkinatın tarafında kıyas-ı temsilînin perdesi altında temaşa ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde bir kısmını maddesiz ibda’ ve bir kısmı dahi maddeden inşa ile şu kadar hayret-feza âsâr-ı mu’cize ile kudret-i kâmile-i İlahiyeyi göstermekle beraber ondan sarf-ı nazar etmek, gaibi şahid suretinde görmek olan kıyas-ı hâdi’ ile ve ebna-yı cinsini muhakeme ettiği gibi; bir kaide-i mahdude ile Vâcib-ül Vücud’a nazar ederler. Hattâ çok mes’eleyi akl-ı selim makul gördüğü halde, onlar gayr-ı makul tevehhüm ederler.

Tenbih:

Muhtereattan kat’-ı nazar; masnuatın en zahir ve münevver ve “ziya” dedikleri olan nur-u ayn-ı âlemin kavanin-i acibesi ve onun semeresi ve misal-i musaggarı olan nur-u basarın nevamis-i bedîasıyla münevver ve musavver olan kemal-i kudret-i İlahiyenin canibinden; müvazene nokta-i nazarında gayr-ı makul ve uzak tevehhüm olunan mesaile temaşa edilirse, me’nus ve ayn-ı aklın kirpikleri ortasında görülecektir.

Tenbih:

Nasılki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni’in zaruriyatı, mahfiyat-ı san’atına bürhandır. İkisi beraber bu mes’eleyi isbat eder.

Telvih:

Acaba nizam-ı âlemdeki san’attan daha dakik, daha acib, daha garib, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zira fünun; gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni’in kasd ve san’at ve hikmetine şehadet ettiklerinden ukûlü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakikatı, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.

Evet zemin ve âsumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecram-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zât-ı Akdes’ten neden istiğrab olunsun ki; ondan derecatla eshel ve ehaff olanı hamletsin. Evet bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi, bazı sutûru arkalarındaki san’at ve hikmeti tefsir eder.

İşaret:

Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki: Bazı maddiyyunun mesleği olan vahdet-ül vücuda bir münasebet gösterir.

Elcevab:

Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki: Vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani âlemden Sâni’i müşahede etmek tarîkıyla takib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfâtı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettikleri hakaikı başkalar anlamadılar… Sû’-i tefehhüm ile kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına!.. Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, sera derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin dûçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki; insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla

كَلَّا وَاللّٰهِ اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ

demeye mecbur oluyor.

​— · ⁖ · —

Bu metin, Sâni’-i Hakîm’in (Her şeyi hikmetle yapan Sanatkâr’ın) varlığını ve birliğini “ihtira” yani “yoktan, bir örneği olmaksızın icad etme” delili üzerinden isbat etmeye çalışmaktadır.
Aynı zamanda bu delil, materyalist (maddiyyun) düşüncenin ve tabiatperestliğin (natüralizm) temellerini teşkil eden “ezeliyet-i madde” (maddenin ezelî olması), “hareket-i zerrat” (zerrelerin tesadüfî hareketiyle varlıkların oluşması) ve “tabiat”ın yaratıcı bir kuvvet olarak kabul edilmesi gibi batıl nazariyeleri aklî delillerle çürütmektedir.

İkinci Delil-i Kur’anî: “Delil-i İhtira”nın Tahlil ve İzahı
Metnin ana fikri, kâinattaki hiçbir varlığın (nevin veya ferdin) ezelî olmadığını, her birinin sonradan (hâdis) ve muayyen bir gaye (kemal) için hususi bir vücud ile icad edildiğini (ihtira edildiğini) isbat etmektir.

1. Delil-i İhtira’nın Tarifi ve Esası
Metnin hülasası şudur: Her mahlûka, kendisine terettüp eden hususi neticeleri (âsâr-ı mahsusa) verebilecek ve kendi kemal istidadına (potansiyeline) münasip bir vücud verilmiştir.
• İhtira (Müradifleri: İbda’, Tekvin, İnşa): Bir şeyi örneksiz, modelsiz, yoktan ve sanatkârane bir surette var etme. Bu, basit bir birleştirme (terkib) değil, bir “vücud verme” fiilidir.
• Hudûs (Müradifleri: Sonradan Olma, Yaratılmışlık): Varlığının bir başlangıcı olma hali. Ezelî olmama. Metin, “hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir” diyerek, ne türlerin ne de fertlerin sonsuzdan beri var olmadığını, hepsinin bir “mebde-i evvel” (ilk başlangıç) noktasının bulunduğunu vurgular.
Bu delil, her bir varlığın yapısının (fıtratının), o varlığın hayat gayesiyle tam bir uyum içinde olmasının, kör bir tesadüf veya şuursuz bir tabiat ile izah edilemeyeceğini, ancak Alîm ve Hakîm bir Sâni’in (Yaratıcı’nın) kasıtlı bir “ihtira” fiili ile mümkün olabileceğini savunur.

Kur’anî Dayanakları:
Allah-u Teâlâ’nın bu “ihtira” ve “ibda'” sıfatı, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
• Meali (Bakara 2:117): “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.”
• İzah: Ayette geçen “Bedî'” (eşsiz yaratıcı) sıfatı, “ihtira” ve “ibda'” manasını tam olarak karşılar. Kâinatı, bir örneği (misli) olmadan, yoktan var etmiştir.
• Meali (Secde 32:7): “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”
• İzah: “Yarattığı her şeyi güzel yaptı” (ahsene külle şey’in halakahu) ifadesi, metindeki “istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesi” fikrine tam mutabıktır. Her varlık, en güzel, en münasip ve en hikmetli surette icad edilmiştir.

2. Materyalist Nazariyelerin Reddi (Vehim ve Tenbihler)
Metin, Delil-i İhtira’yı kuvvetlendirmek için, bu delilin zıddı olan ve Sâni’i inkâr etmek için öne sürülen üç temel batıl fikri tenkit ve reddeder:

A. “Ezeliyet-i Madde” Vehminin Reddi:
Metin, maddenin ezelî olduğu fikrini “umûr-u bâtıla” (batıl işler) olarak niteler. Madde ezelî olamaz, zira kendisi “suret-i mütegayyire” (sürekli değişen suretler) ve “hareket-i zâile-i hâdise” (sonradan olan ve geçici hareket) halindedir. Değişime ve harekete (yani hudûsa) tabi olan bir şey, ezelî (kıdem) olamaz.
Metin, şu hayret verici zıtlığa işaret eder: “Sâni’-i Vâcib-ül Vücud’un… ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?”

Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Hadîd 57:3): “O, ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
• İzah: “el-Evvel” (İlk) O’dur. O’ndan evvel hiçbir şey yoktur. Madde dahil, var olan her şeyin mebdei (başlangıcı) O’dur.

B. “Tesadüf” ve “Esbab” (Sebepler) Vehminin Reddi:
Metin, “tesadüf-ü amyâ” (kör tesadüf) ve “esbab-ı camide” (cansız sebepler) gibi “şuursuz” unsurların, kâinattaki “dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin” (Allah’ın hayret verici, sınırsız ve acib makineleri olan varlıkların) yaratıcısı olamayacağını belirtir. Bu kadar hassas nizam ve san’at, ancak ilim, irade ve kudret sahibi bir Sâni’-i Hakîm’i gösterir.

Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Ahkâf 46:4): “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenler iseniz, bundan önceki bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin bana.'”
• İzah: Bu ayet, Allah’tan başka (ister put, ister tabiat, ister sebepler olsun) hiçbir şeyin “yaratma” fiiline kabiliyeti olmadığına dair meydan okur.

C. “Tabiat” Yanılmasının Hakikati (En Mühim Tenbih):
Metin, inkârcıların sığındığı “tabiat” kavramının hakikatini çok net bir şekilde izah eder:
• Tabiat Nedir? Tabiat, yaratıcı bir kuvvet değildir. O, “cesed-i hilkatin” (yaratılış bedeninin) ef’allerini (fiillerini) intizam altına alan “Şeriat-ı Fıtriye-i İlahiye”dir (Allah’ın fıtrî kanunlar bütünüdür).
• Müradifleri: Metin onu “Matbaa-i İlahiye” (İlahi Matbaa) olarak da isimlendirir.
• Kuva (Kuvvetler) Nedir? “Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür.”
• Kavanin (Kanunlar) Nedir? “Kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes’elesidir.”
Hata şuradadır: İnsanlar, bu kanunların sürekli (istimrar) devam ettiğini görerek, bu soyut (itibarî) kanunlar mecmuasına “vehim ve hayal” ile haricî bir vücud (tecessüm) verirler. Onu “mistar” (ölçü cetveli, şablon) iken “masdar” (kaynak, yaratıcı) zannederler. Bu, “akîm bir kıyas” (sonuçsuz, verimsiz bir kıyas) olarak nitelenir.

Kur’anî Dayanağı:
• Meali (Furkân 25:2): “Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’nundur. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.”
• İzah: Ayetteki “bir ölçüye göre takdir etmiştir” (fe kadderahu takdîran) ifadesi, “tabiat” denilen o “Şeriat-ı Fıtriye”yi, yani her şeye konulan nizam ve ölçüyü tasvir eder. Bu ölçü (kanun), yaratıcının kendisi değil, O’nun icraatının tasviridir.

3. Aklî Hatalar ve Kıyas-ı Maalfârık (Hatalı Kıyas)
Metin, Sâni’in icadını anlamaktaki zorluğun iki temel aklî hatadan kaynaklandığını belirtir:

A. İcad-ı Sırf (Yoktan Yaratma) Meselesi:
İnsan aklı, “adem-i sırf”tan (mutlak yokluktan) “vücud”u ve “vücud-u mahz”dan (mutlak varlıktan) “adem-i sırf”a (mutlak yokluğa) gidişi tasavvur etmekte zorlanır.
Metin bunun sebebini “kıyas-ı hâdi'” (aldatıcı kıyas) olarak açıklar:
• İnsan, “icad ve ibda-i İlahîyi, abdin (kulun) san’at ve kesbine kıyas eder.”
• Hâlbuki kulun (abd) elinden “bir zerreyi imate (öldürmek) veyahut icad etmek gelmez.” Kulun fiili, sadece “umûr-u itibariye ve terkibiyede”dir (mevcut maddeleri birleştirmek ve itibari işler yapmaktır).
• Çözüm: Bu meseleye “acz-i abdin arkasında” (kulun acizliği noktasından) değil, “Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından” bakmak gerekir. “Bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir.”

B. “Umûr-u Hasise” (Bayağı ve Cüz’î İşler) Vehmi:
İkinci aklî hata, bazı felsefecilerin (Mu’tezile, Hükema, Mecusiler) düştüğü hatadır. Onlar, “Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye (basit, değersiz işlere) ve cüz’iyeye (küçük teferruata) tenezzül edip iştigal etsin?” demişlerdir.
Metin, bunun “hata-i bîedebane” (edepsizce bir hata) ve “vehm-i bâtıl” olduğunu söyler. Zira:
• Bu, Sâni’i insana kıyas etmektir. İnsanın “himmeti” (gayreti) cüz’îdir, aynı anda ancak bir şeye teveccüh eder.
• Hâlbuki Sâni’-i Zülcelal’in kudretine “inhisar yoktur” (sınırlama yoktur).
• O’nun kudreti, ilmi ve iradesi “ziya-yı şems gibi” (güneş ışığı gibi) “şamile ve âmmedir” (her şeyi kaplar). En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük şeye de taalluk eder.

Kur’anî Dayanakları:
• Meali (Bakara 2:26): “Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.”
• İzah: Bu ayet, “umûr-u hasise” vehmine (sivrisinek gibi küçük bir şeyi yaratmaya tenezzül etmez) doğrudan ve net bir cevaptır.
• Meali (Sebe’ 34:3): “İnkâr edenler, ‘Kıyamet bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır! Gaybı bilen Rabbime andolsun ki, o, size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey, O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.'”
• İzah: Allah’ın ilmi ve kudreti, “zerre”den daha küçük olanı dahi ihata eder. “Cüz’iyat” O’nun nazarından kaçamaz.

4. “Vahdet-ül Vücud” Meselesine İşaret
Metin, son kısmında mühim bir tefrike (ayrıma) gider. Bazı mutasavvıfların (muhakkikîn-i sofiye) kelamındaki “ittisal, ittihad, hulûl” gibi görünen “şatahat” (manevî istiğrak halinde söylenen sözler) ile maddiyyunun (materyalistlerin) “vahdet-ül vücud” (varlığın birliği) mesleğini karıştıranlara cevap verir:
• Sofiyenin Mesleği: Onlar, “vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar” (nazarlarını sadece Allah’ın Kutsal Varlığına odaklama) ve “istiğrak” (manevî sarhoşluk, derin tefekkür) halinde, “âlemden Sâni’i müşahede etmek” yolundadırlar. Gördükleri şey, eşyanın melekûtiyetinde (iç yüzünde) gezen tecelliyat ve feyizdir. Buna “dîk-ul elfaz” (ifade darlığı) sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye” (her şeye sirayet etmiş bir ilahlık) gibi tabirler kullanmışlardır.
• Maddiyyunun Mesleği: Onlar ise, Sâni’i inkâr edip, maddeye ve tabiata yaratıcılık atfederler.
Metin, bu ikisinin arasının “Süreyya derecesinde” (Ülker yıldızı kadar yüksek) olan muhakkikînin fikri ile “sera derekesinde” (yer, toprak kadar alçak) olan maddiyyunun fikri kadar uzak olduğunu belirterek, bu ikisini karıştırmanın büyük bir cehalet olduğunu ifade eder.

Hülâsa (Netice)
“Delil-i İhtira”, her bir varlığın, kasıtlı bir san’atla ve hikmetli bir gayeye münasip olarak, örneksiz bir surette icad edilmesinin, ancak ve ancak “Sâni’-i Hakîm” olan Vâcib-ül Vücud’un varlığı ile izah edilebileceğini ortaya koyan bir bürhandır (delildir). Bu delil, maddenin ezelîliğini, sebeplerin yaratıcılığını, tesadüfün müessiriyetini ve tabiatın kaynak (masdar) oluşunu kat’î bir surette reddeder.

 

İşaret:

Şunlar, ehl-i vahdet-üş şuhuddurlar. Fakat vahdet-ül vücud ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.

Tenbih:

Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder.

İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; herşeyi maddede görmek, hattâ uluhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdet-üş şuhud olan muhakkikîn-i sofiye o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. “Bir vardır” derler… El’insaf… Sera Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ enva’ ve eşkâliyle halkeden Hâlık-ı Zülcelal’e kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re’y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re’y yoktur.

Tenvir:

Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa herbiri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelirse, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.

آنْ خَيَالَات۪ى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت

Fakat ehl-i vahdet-üş şuhudun meşrebi, ehl-i mahv ve sekrin meşrebidir. Safi meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

حَق۪يقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ هُوَ الَّذ۪ى اَبْدَعَ الْاَشْيَٓاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ

Tenbih:

İşte vücud-u Sâni’in delail-i icmalîsi… Tafsili ise kütüb-ü selâsede gelecektir. Eğer desen: “Delail-i tevhidin burada velev icmalen olsun beyanını isterim.” Derim ki: Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler. İşte

لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin sadefinde meknûn olan bürhan-üt temanü’, bu minhaca bir menar-ı neyyirdir. Evet istiklal, uluhiyetin hâssa-i zâtiyesidir ve lâzıme-i zaruriyesidir.
Tenvir:

Kâinattaki teşabüh-ü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savab ve birbirinin nida-yı ihtiyacına lebbeyk cevabı vermek ve bir nokta-i vâhideye temaşa etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor. Evet, bir makinenin sâni’i ve muhterii bir olur.

وَ ف۪ى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

Sutur-u kâinat-ı dehrdir a’sar-ı nâma’dud

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta

Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.

Hoca Tahsin’in nâma’dud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakikî lâ-yetenahîlik değildir.

İşaret:

Sâni’-i Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnu’da olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni’ muttasıftır. Evet ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir. Hem de Sâni’-i Zülcelal, cemi’ nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.

لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ

​— · ⁖ · —

Bu metin, Vâcib-ül Vücud (Allah Teâlâ) ile mümkünat (yaratılmışlar) arasındaki münasebeti, ehl-i tasavvufun iki mühim meşrebi olan Vahdet-ül Vücud ve Vahdet-üş Şuhud zaviyesinden ve aynı zamanda maddiyyunun (materyalistlerin) sapkın mesleğiyle mukayese ederek tenkit ve izah etmektedir.

1. Vahdet-üş Şuhud ve Vahdet-ül Vücud Mesleklerinin Tasviri
Metnin “İşaret” ve “Tenbih” kısımları, tasavvuftaki iki meşrebi birbirinden ayırır:

a. Vahdet-ül Vücud (Varlığın Birliği):
Bu meşrep, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka mevcut yoktur) esasına dayanır. Bu meşrepte olanlar, Allah’ın varlığında o derece istiğrak ederler ki, kâinatın ve eşyanın (mümkünatın) varlığını O’nun varlığı yanında bir “gölge” veya “vehmi” bir varlık olarak görürler.
Metin, bu meşrebin iki cihetine dikkat çeker:
• Mecazî Tabir: Ehl-i tasavvufun istiğrak halinde söylediği “Vahdet-ül Vücud”, mecazidir. Onlar, Kâinatın Hâlık’ına olan derin muhabbet ve istiğrakları sebebiyle, masivayı (Allah dışındaki her şeyi) unutma, yok sayma makamındadırlar. Bu, bir haldir, hakikat-i mutlaka değildir.
• Batıl Meslek: “Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.” Burada tenkit edilen, Panteizm (Kamuilahcılık) veya Monizm (Tekçilik)dir. Bu felsefî görüş, Hâlık ile mahlûku bir sayar, kâinatın kendisinin (hâşâ) ilah olduğunu veya ilahın kâinattan ibaret olduğunu iddia eder. Bu, İslâm akidesine tamamen zıttır.

b. Vahdet-üş Şuhud (Şahitliğin Birliği):
Bu meşrep ise “Lâ meşhûde illâ Hû” (O’ndan başka şahit olunan yoktur) esasına dayanır. Bu meşreptekiler (metinde “ehl-i vahdet-üş şuhud” ve “muhakkikîn-i sofiye” olarak anılır), kâinata baktıklarında eşyayı kendi namına değil, doğrudan Allah’ın isimlerinin tecellileri ve sanat eserleri olarak müşahede ederler. Onlar için kâinat, varlığı kendinden olan bir mevcud değil, varlığı Vâcib-ül Vücud’a delalet eden bir “delil”, bir “ayna”dır.
Metin, “o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır” derken, onların nazarında eşyanın “zatî” bir kıymetinin kalmadığını, tüm kıymetin Sâni’den (Sanatkâr’dan) geldiğini ifade eder.

2. İttisal, İttihad ve Hulûl İddialarının Reddi
Metnin “Tenbih” kısmı, İslâm akidesinin en mühim bir esasını, yani Allah’ın “Tenezzüh”ünü (her türlü noksanlıktan, mahlûkata benzemekten münezzeh ve mukaddes oluşunu) müdafaa eder:
• İttisal (Bitişme): Mümkünün (yaratılmışın) Vâcib (Allah) ile bitişmesi.
• İttihad (Birleşme): İkisinin tek bir varlık haline gelmesi.
• Hulûl (İçine Girme): Vâcib’in, mümkünün içine girmesi (Hristiyanlıktaki “enkarnasyon” veya batınî fırkalardaki “hulûl” inancı gibi).
Metin, bu iddiaları “Kellâ!” (Asla!) diyerek şiddetle reddeder. Zira “mümkün” (varlığı ve yokluğu eşit olan, var olmak için bir sebebe muhtaç olan) ile “Vâcib” (varlığı zorunlu olan, varlığı kendinden olan, ezelî ve ebedî olan) arasında zatî bir “tenasüp” (denklik) yoktur. Mümkünün Vâcib ile birleşmesi veya Vâcib’in mümküne hulûl etmesi aklen ve naklen muhaldir.
Bunun yerine metin, doğru münasebeti “füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder” cümlesiyle kurar. Yani, Allah mahlûkatıyla “tecelli” yoluyla münasebet kurar. İsim ve sıfatlarının feyizlerini, yansımalarını eşyada gösterir.

3. Tenvir: Güneş ve Renkli Cam Parçaları Misali (Tecelli ve Tenezzüh)
Metin, bu girift meseleyi “Tenvir” başlığı altında harika bir misal ile izah eder:
Kâinat ve eşya (küçük, parça parça, rengârenk cam parçaları) farz edilirse; Güneş (Allah’ın Zâtı değil, isimlerinin nuru) bu camlara vurur.
• Tecelli: Her cam parçası, kendi “levnine (rengine), cirmine (büyüklüğüne) ve şekline nisbetle” Güneş’ten bir feyz (ışık, yansıma) alır. Bu feyz, Güneş’in Zâtı değildir, “ayn-ı ziyası” (ışığının aynısı) da değildir. Sadece bir “temasül” (yansıma), bir “tecelli”dir.
• Tenezzüh: O yansıma, Güneş değildir. Aynadaki güneşin, hakiki güneş olmaması gibi.
• İddianın Hatası: O küçük cam parçaları (“rengârenk çiçeklerin elvanı”) dile gelse, kabiliyetlerinin darlığından dolayı aldıkları cüz’î yansımayı Güneş zannederek “Güneş benim” veya “Güneş benim gibidir” diyeceklerdir. İşte Vahdet-ül Vücud mesleğindeki bazı hatalı iddialar veya maddiyyunun yanılgıları bu misaldeki cam parçasının iddiasına benzer.
Bu misal, Farsça beyit ile de desteklenir: “Evliyaların tuzağı olan o hayaller (görüntüler), Allah’ın (kudret) bahçesindeki ay yüzlü (güzellik) tecellilerinin yansımasından ibarettir.”

4. İki Zıt Uç: Maddiyyun ve Ehl-i Şuhud
Metin, iki ifrat ve tefrit (aşırı) ucu karşılaştırır:
• Maddiyyun (Materyalistler): Bunlar, nazarlarını tamamen maddeye hasretmişlerdir. O kadar maddeye gömülmüşlerdir ki (“istiğrak ettiklerinden”), ulûhiyeti idrakten uzaklaşmışlar (“efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip”). Hatta işi, maddeye kıymet verip “uluhiyeti onda mezcetmek” (Allah’ı maddede eritmek, maddeye dahil etmek) gibi “müteassife” (kokuşmuş, bozulmuş) bir yola girmişlerdir. Bu, batıl Vahdet-ül Vücud’un (Panteizmin) bir nevidir.
• Ehl-i Vahdet-üş Şuhud: Bunlar ise tam zıt kutuptadır. Nazarlarını o kadar Vâcib’e hasretmişlerdir ki, mümkünatın varlığını (kendi hesabına olan varlığını) inkâr edecek bir noktaya gelmişlerdir. Bu, “mahv” (kendinden geçme) ve “sekr” (manevî sarhoşluk) halidir.
Safi Meşrep (Ehl-i Sahv ve Fark):
Metin, bu iki ucun dışında, en salim ve safi yolu “ehl-i fark ve sahv” (ayıklık ve fark gözetme) meşrebi olarak tasvir eder. Bu, Kur’an’ın ve Sahabe-i Kiram’ın meşrebidir. Bu meşrepte:
• Ne maddeye dalıp Hâlık unutulur (Maddiyyun gibi).
• Ne de Hâlık’a dalıp (istiğrak halinde) mahlûkatın haricî varlığı inkâr edilir (Ehl-i Sekr gibi).
Bilakis, Hâlık (Vâcib-ül Vücud) ve mahlûk (mümkün-ül vücud) “fark” edilir. Mahlûkatın, Hâlık’ın eseri, sanatı ve O’nun isimlerinin tecelligâhı olduğu “sahv” (ayıklık) halinde idrak edilir.

5. Tevhidin Delilleri: Bürhan-üt Temanü’ ve Kâinatın Nizamı
Metin, Allah’ın varlığının (“vücud-u Sâni'”) delillerinin icmalinden sonra, Tevhidin (birliğinin) delillerine geçer:

a. Bürhan-üt Temanü’ (İki İlahın İmkânsızlığı Delili):
Metin, “Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler” dedikten sonra, en mühim delile işaret eder ve şu ayeti iktibas eder:
﴿لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾
Meali : “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ Sûresi, 21/22)

İzahı: Metnin dediği gibi, “istiklal (bağımsızlık), uluhiyetin hâssa-i zâtiyesidir”. Eğer birden fazla ilah olsaydı, her biri bağımsız olmak isteyecekti. Kâinattaki bir işe dair iradeleri ya aynı olacaktı (o zaman biri atıl kalır, ilah olamaz) ya da farklı olacaktı (o zaman çekişme çıkar, nizam “fesada” uğrar). Kâinattaki bu muazzam nizam ve intizam, Hâkim’in tek (“Vâhid”) olduğunun isbatıdır.

b. Kâinatın Nizam ve İntizamı (İkinci Tenvir):
Metin, kâinattaki Tevhidi gösteren diğer delilleri şöyle sıralar:
• Teşabüh-ü âsâr: Eserlerin (sanatların) birbirine benzemesi (aynı kalemin, aynı ilmin eseri olduğunu göstermesi).
• Muanaka ve el ele tutmuş: Kâinattaki unsurların birbiriyle kucaklaşması, dayanışma içinde olması (Tesanüd).
• Birbirinin sualine karşı cevab-ı savab: Birbirlerinin ihtiyacına tam cevap verilmesi (bulutun bitkilerin imdadına yetişmesi gibi).
• Bir nokta-i vâhideye temaşa etmek: Her şeyin, tek bir Sâni’in isimlerine bakması.
• Bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek: Bütün kâinatın tek bir nizam ekseninde dönmesi.
Bütün bu noktalar, “Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor.” (Yani Allah’ın birliğine işaret, hatta açıkça beyan ediyor).

6. Allah’ın Sıfatları: Mutlak Kemal ve Mutlak Tenezzüh
Metnin sonundaki “İşaret” bölümü, Allah’ın sıfatlarının iki temel esasını özetler:

a. Evsaf-ı Kemaliye (Kemal Sıfatları ile Mutlak Sıfatlanma):
Allah, “ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır.” Delili nedir? Delil, “masnu”dur (sanat eseridir).
• “Masnu’da olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir.” Yani, bu kâinatta gördüğümüz güzellik (hüsün), mükemmellik (kemal), cömertlik (ihsan), yaratıcılık (icad) gibi bütün kemaller, onların Yaratıcısının sonsuz kemalinden süzülmüş “çok zayıf bir gölgedir.”
• Metnin getirdiği kaide: “Evet ihsan servetin, icad vücudun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir.”
• Yani: İkram etmek, bir servetin varlığını gösterir.
• Yaratmak (icad), bir Vücud’un (varlığın) varlığını gösterir.
• Gereklilik (îcab), bir Vâcib-ül Vücud’un (Zorunlu Varlık) varlığını gösterir.
• Güzelleştirmek (tahsin), bir Hüsn’ün (Güzellik sahibinin) varlığını gösterir.
• Madem gölgede bu kadar kemal var, o halde Zât’ta “lâyuhad derecede yüksek tabakada” kemal sıfatları vardır.

b. Nekaisten Tenezzüh ve Münezzehiyet (Noksan Sıfatlardan Uzak Olma):
Allah, “cemi’ nekaisten münezzehtir.” O’nun Zâtı ve sıfatları, mahlûkatın noksanlıklarından mukaddestir.
• Noksanlıklar nereden kaynaklanır? Metin, “Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından” ve “Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından” kaynaklandığını belirtir.
• Yani: Noksanlık, acizlik, fakirlik, fanilik, değişmek, hastalanmak, mekâna muhtaç olmak gibi vasıflar; “mümkün” (yaratılmış) ve “maddî” olmanın gereğidir. Allah ise Vâcib’dir, maddeden münezzehtir. Dolayısıyla O, mahlûkata ait bu noksan vasıflardan da mukaddestir.
Bu iki esası (Mutlak Kemal ve Mutlak Tenezzüh) cem eden, Kur’an’ın Tevhid akidesinin özeti olan şu ayetle metin tamamlanır:
﴿…لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ﴾
Meali : “…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/11 ‘in bir kısmı)
Bu ayetin;
• لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) kısmı, Allah’ın Tenezzühünü (münezzehiyetini) ve mahlûkata benzemediğini (muhalefetün li’l-havâdis) ifade eder.
• وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ (O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir) kısmı ise, O’nun Kemal Sıfatlarını (işitme, görme, ilim, kudret vb.) isbat eder.

Hülâsa (Netice):
İktibas ettiğiniz bu metin, İslâm akidesinin merkezinde yer alan “Tevhid”i; yani Allah’ın hem Zâtında (Vahdet-ül Vücud’un batıl manasını reddederek) hem de Rububiyetinde (Bürhan-üt Temanü’ ile) tek olduğunu isbat eder. Aynı zamanda, O’nun mahlûkatla olan münasebetinin “hulûl” veya “ittihad” değil, “tecelli” ve “feyz” suretinde olduğunu; Zât’ının ise her türlü kemal ile muttasıf, her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ayetler ve aklî delillerle ortaya koyan veciz ve derin bir tahlildir.

 

 

İkinci Maksad

Mukaddeme

Eğer desen:

Dibacede demiş idin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı birincisine şahid ve meşhuddur.

Elcevab:

Neam, evet. Marifetullah denilen kâ’be-i kemalâta giden minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere Aleyhisselâm’ın yaptığı tarîk-i hadîd-i beyzasıdır ki; ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed Aleyhisselâm, avalim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin ma’kes ve tercümanı makamında olan lisan-ı sadıkı, berahin-i Sâni’in en sadık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir. Evet hem zâtı, hem lisanı birer bürhan-ı neyyirdir. Neam, hilkat tarafından Zât-ı Muhammed bürhan-ı bahirdir. Hakikat canibinden lisanı, şahid-i sadıktır. Evet Muhammed Aleyhisselâm hem Sâni’e, hem nübüvvete, hem haşre, hem hakka, hem hakikata bir hüccet-i katıadır. Tafsili gelecektir.

Tenbih:

Devir lâzım gelmez. Zira sıdkının delaili, Sâni’in delailine tevakkuf etmez.

Temhid:

Peygamberimiz (A.M.) Sâni’in bir bürhanıdır. Öyleyse şu bürhanın isbat-ı sıdkını ve intacını ve sureten ve maddeten sıhhatini isbat etmek gerektir… Nahu:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ ßالَّذ۪ى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ

Emma ba’dü:

Ey hakikatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca’ etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za’fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir.

{1: Dikkat lâzımdır.}

Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’atı taskil ve tasfiye et, müvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezahür eden hakikatın şu’le-i cevvalesini karine-i münevvire et; tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def’ edebilesin… Hem de munsıfane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle…

Tenbih:

Şu bürhanın suğrası, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İşte başlıyoruz:
İşaret:

Sâni’in hikmeti ve ef’alindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev’-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev’-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat’an istilzam ederler…

Eğer desen:

Bu icmaldeki manayı anlamadım, tafsil et…

Derim: İşte dinle, görüyorsun ki; maddiye ve maneviye olan nev’-i beşerdeki nizamatın, hem de hâsiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok enva’ın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir:

Birincisi:

“Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle: Nur-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve irca’ etmekle hasıl olan kabiliyet-i ilim ve terkib dedikleri kavanin-i cariyeyi istimal edip, san’atıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i san’attan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin müvazenesi muhafaza olunsun.

İkincisi:

Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir…

İşaret:

Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye ve her cihetten tasallut-u tâm verildiği halde.. istidadındaki lâ-yetenahîliğin hükmünce bir “âh.. âh.. leyte”yi çekecektir. Güya o adem-i rıza ile remz ve işaret ediyor ki: İnsan ebede namzeddir ve saadet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.

Tenbih:

Adem-i abesiyet ve hakaik-i eşyanın sübutiyetleri îma ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve herbir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle keşmekeş ve tehasüdden hâlî olmayan şu dünya-yı deniye içinde kemalât-ı insaniye yerleşmez. Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sünbüllensin ve ahval ve kemalâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hemdest-i vifak olabilsin.

Tenbih ve İşaret:

İstitradî olarak haşre îma olundu. İleride zâten bürhan-ı kat’îyle isbat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidad ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve nâtıkıyetin kıymetine ve istidadın muktezasına teemmül ve tedkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör… Yanına git ve de: “Ey hayal ağa!.. Beşaret sana!. Dünya ve mâfîhanın saltanatı milyonlar sene ömür ile beraber sana verilecektir, fakat akibetin dönmemeksizin fena ve ademdir.” Acaba hayal sana nasıl mukabele edecek? Âyâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevab verecektir? Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a’mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ.. saadet-i ebediyenin fıkdanına!..” diyecektir. Hayale zecr ve ta’nif ederek: “Yahu! Bu dünya-yı fâniye ile razı olma!” İşte ey birader, hîna bu saltanat-ı fâniye, sultan-ı insaniyetin en hakir hizmetkârı veyahut şâiri veyahut san’atkâr ve tasvircisini işba’ ve razı edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti işba’ edebilir? Kellâ!.. Neam.. onu işba’ edecek yalnız haşr-i cismanînin sadefinde meknun olan saadet-i ebediyedir.

Üçüncüsü:

İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab’ı ve zînete olan meylidir. Yani: İnsanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir. Neam, insan hayvan gibi yaşamamalıdır ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münasib bir kemal ile yaşamak gerektir. Binaenaleyh beşere mesken ve melbes ve me’keli, sanayi-i kesîre ile taltif etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebna-yı cinsiyle imtizac etmek.. o da, iştirak etmek.. o da, teavün etmek.. o da, sa’yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber kuva-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç.. o da, her aklın adalete adem-i kifayetine binaen onu muhafaza edecek kavanin-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç.. o da, tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine.. o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve manen tefevvuka.. hem de Sâni’-i Âlem’in tarafından bazı umûr ile muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nisbete, hem de evamirine olan itaatı temin ve tesis eden azamet-i Sâni’in tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâni’in canibine efkârı tevcih eder.
O teveccüh ise inkıyadı tesis, o inkıyad dahi, nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi adem-ül abesiyeti ve Sâni’in hikmeti, masnu’daki teennuku kendine şahid gösterir.

İşte eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâse ile olan temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev’-i beşerde kutub, belki merkez ve bir mihverdir ki; ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:

Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevk-ül insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarîk-ı akıldaki evhamın ihtilatı, nasıl nev’-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid Peygamberdir.

İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâ-yetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü’ edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir. İşte şeriatı getiren Peygamberdir.

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nın derin ve hikmetli bahislerinden birini teşkil etmekte ve “İkinci Maksad” başlığı altında, Nübüvvet-i Mutlaka’nın (peygamberliğin bir müessese olarak zaruretinin) ve hususan Nübüvvet-i Ahmediye’nin (Aleyhissalâtü Vesselâm) kâinatın ve Sâni’-i Zülcelal’in en büyük bir bürhanı (delili) olduğunu aklî ve mantıkî delillerle isbat etmektedir.
Metnin ruhu, Kelime-i Şehadet’in ikinci rüknü olan “Muhammedün Resûlullah” hakikatinin, birinci rüknü olan “Lâ ilâhe illâllah” hakikatinin en parlak şahidi ve delili olduğunu izah etmektir.

İkinci Maksad’ın İzahı: Nübüvvetin Lüzumu ve Hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
Metniniz, Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğinin (Vücub-u Vücud) isbatında en metin, en müstakim yolun, Medine-i Münevvere Sahibi’nin (A.S.M.) yolu olduğunu beyan ile başlar. O Zât (A.S.M.), bizzat kendi zâtı (şahsiyeti, hilkati) ve lisanı (tebliği, Kur’an’ı) ile Sâni’in (Yaradan’ın) varlığına iki parlak bürhandır.
Metin, bu davanın isbatını iki mertebede ele alır:
• Suğra (Küçük Önerme): Nübüvvet-i Mutlaka’nın, yani peygamberlik müessesesinin, nev-i beşer için zarurî bir ihtiyaç olduğunun isbatı.
• Kübra (Büyük Önerme): Nübüvvet-i Muhammed’in (A.S.M.), bu zarurî ihtiyaca en mükemmel ve cihan şümul cevap olduğunun isbatı.
Metin, Nübüvvet-i Mutlaka’nın lüzumunu, insanın hayvandan ayrıldığı üç temel terakki (yükseliş, farklılaşma) noktası üzerinden izah eder.
Birinci Nokta: İnsanın Fikrî Yapısı ve Mürşide Olan Zarurî İhtiyacı
Metnin, insanın ilk terakkisini, “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” kaidesiyle izah eder.

İzahı:
İnsan, hayvandan farklı olarak, nazar (bakış, tefekkür) nuruyla hadiselerin ardındaki ilel-i müterettibe-i müteselsileyi (birbirine bağlı ve zincirleme sebepleri) keşfeder. Kâinattaki mürekkebatı (bileşikleri) besaite (basit unsurlara) tahlil (analiz) eder ve bu unsurları terkib (sentez) ederek ilim ve san’atı ortaya koyar. İnsan, san’atıyla tabiatı muhakât (taklit) etmeye çalışır.
Fakat metin, bu kabiliyete rağmen insanın dört mühim zaafına işaret eder:
• Nazarının kusuru: Aklın her hakikati tek başına ihata edememesi.
• Evhamın müzahameti: Vehimlerin, şüphelerin hakikati bulandırması.
• Sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti: İnsanı idare eden derûnî sevklerin ve hislerin, hakikate vasıl olmakta yetersiz kalışı.
Bu zaaflar sebebiyle insan, kâinattaki nizam-ı ekmelin (en mükemmel düzenin) müvazenesini (dengesini) tek başına anlayamaz ve koruyamaz. İşte bu noktada, aklı ve nazarı kusursuz, vehimlerden arınmış, doğrudan doğruya Sâni’-i Âlem’den ders alan bir Mürşid-i Nebi’ye (Peygamber olan yol göstericiye) şiddetle ve zaruretle muhtaçtır.
Müradifler:
• Mürşid: Doğru yolu gösteren, irşad eden, rehber.
• Muallim: Talim eden, öğreten.
• Nizam-ı Ekmel: En mükemmel düzen, kusursuz intizam.
• Tahlil ve Terkib: Analiz ve sentez.
Ayet-i Kerime ( Meali):
Peygamberlerin gönderiliş hikmeti, insanların ihtilaflarını çözmek ve onlara yolu göstermektir:
${كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ ف۪يمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ …}$
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. Onlarla birlikte, insanların aralarında ayrılığa düştükleri konularda hüküm vermeleri için gerçeği içeren kitabı indirdi. …” (Bakara, 2/213)

İkinci Nokta: İnsanın Gayr-ı Mütenahî İstidadı ve Ebede Olan İhtiyacı
Metin, insanın ikinci farkını, gayr-ı mütenahî (sonsuz) olan istidadı, emelleri, tasavvurları ve kuvveleri (şehvet ve gazap) olarak tasvir eder.

İzahı:
İnsanın yapısına (doğasına) dercedilen kabiliyetler, arzular, emeller ve duygular sonsuz bir açlık içindedir. Metnin bu hakikati, “Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye… verildiği halde.. bir ‘âh.. âh.. leyte’yi çekecektir” cümlesiyle tasvir eder.
Bu adem-i rıza (kanaat etmeme, tatmin olmama) hali, insanın bu fâni dünyaya sığmadığının ve ebede namzed (sonsuzluğa aday) olduğunun en büyük delilidir. İnsan, saadet-i ebediye (sonsuz mutluluk) için halk olunmuştur.
Metin, bu noktada haşre (yeniden dirilişe) dair istitrâdî (konu dışı gibi görünen ama bağlantılı) bir îma yapar: İnsanın en hakir hizmetkârı olan hayal dahi, sonu adem (yokluk) olan fâni bir saltanata razı olmazken, nasıl olur da bütün bu duyguların ve kabiliyetlerin sultanı olan cevher-i insaniyet (insanlık cevheri) yoklukla tatmin olabilir? Kellâ! (Asla!)
İnsanı ancak haşr-i cismanînin (bedensel dirilişin) sadefinde saklı olan saadet-i ebediye tatmin edebilir. İşte nev-i beşeri bu ebedî hayata hazırlayacak ve o hayatın varlığını ders verecek bir Muallim-i Ebedî olan peygambere ihtiyaç zarurîdir.
Müradifler:
• Gayr-ı Mütenahî: Sonsuz, nihayetsiz, bitimsiz.
• İstidat: Kabiliyet, potansiyel, yatkınlık.
• Âmâl: Emeller, uzun vadeli arzular.
• Adem-i Rıza: Razı olmama, tatminsizlik.
Ayet-i Kerime ( Meali):
İnsanın yaratılışının bir gayesi olduğunu ve başıboş bırakılmadığını (yani ebedî bir hayata namzed olduğunu) belirten şu ayet, metnin ruhuna tam mutabıktır:
${اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ}$
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115)

Üçüncü Nokta: İnsanın Medenî Tabiatı ve Nizam-ı Adalete Olan İhtiyacı
Metin, insanın üçüncü farkını, itidal-i mizacı (dengeli yaratılışı), letafe-i tab’ı (ince yapısı) ve zînete olan meyli olarak belirtir. Bu, insanın medenî bir hayata olan fıtrî meylidir.

İzahı:
İnsan, hayvan gibi tek başına yaşayamaz. İnsaniyete layık bir suret-i taayyüş (hayat sürme biçimi) için medeniyete muhtaçtır. Bu medeniyet; mesken (barınak), melbes (giyim) ve me’kel (yiyecek) gibi ihtiyaçların sanayi-i kesîre (pek çok sanat ve endüstri) ile karşılanmasını gerektirir.
Metin, burada bir zaruretler zinciri kurar:
• San’at için insanın gücü yetmez; ebna-yı cinsiyle (insan türünün diğer fertleriyle) imtizac (birlikte yaşamaya) muhtaçtır.
• Bu birliktelik iştirak (ortaklık) ve teavün (yardımlaşma) gerektirir.
• Teavün, sa’yin semeratını (emeğin ürünlerini) mübadele etmeyi (değiş tokuş) iktiza eder.
• Ancak insandaki inhimak ve tecavüz (aşırı hırs ve başkasının hakkına tecavüz etme) meyli sebebiyle adalete ihtiyaç vardır.
• Her aklın adalet anlayışı farklı olduğundan, kavanin-i külliyeye (herkesi bağlayan küllî kanunlara) ihtiyaç duyulur.
• Bu kanunların tesirini muhafaza etmek için bir mukannine (kanun koyucuya) ihtiyaç vardır.
• Bu mukanninin (kanun koyucunun) Sâni’-i Âlem tarafından imtiyaz (üstünlük) ve kuvvet-i nisbet (Allah’a dayanan bir güç) ile muhassas (özelleştirilmiş) olması gerekir ki, insanlar ona itaat etsin.
• Bu itaati temin etmek için, Sâni’in azametini kalplerde idame edecek (canlı tutacak) mükerrer bir müzekkire (tekrarlanan bir hatırlatıcı) olan ibadete muhtaçtır.
• İbadet, fikirleri Allah’a yöneltir (teveccüh), bu da inkıyadı (boyun eğmeyi) tesis eder ve bu da nizam-ı ekmele (mükemmel düzene) ulaştırır.
Bu zincirin tamamı, ancak ve ancak Sâni’-i Âlem tarafından gönderilen, O’nun namına konuşan ve O’nun şeriatını getiren bir Peygamber ile mümkündür.
Müradifler:
• Taayyüş: Birlikte yaşama, geçinme.
• Teavün: Yardımlaşma.
• Kavanin-i Külliye: Genel/tümel kanunlar.
• Mukannin: Kanun koyucu, yasa yapıcı.
• İnkıyad: İtaat etme, boyun eğme.
Ayet-i Kerime ( Meali):
Peygamberlerin adalet (mizan) ve kitap ile gönderilmesi, tam da metnin bu üçüncü noktasını isbat eder:
$\text{لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ …}$
“Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. …” (Hadîd, 57/25)

Netice ve Hâtime
Metnin, bu üç cihet (fikrî yapı, ebedî istidat, medenî tabiat) ile Nübüvvet-i Mutlaka’nın, nev-i beşerin kutbu ve merkezi olduğunu, bütün insanlık tarihinin bu mihver üzerinde döndüğünü isbat eder.
• Birinci cihet, bir Muallim ve Mürşid’i (Hz. Muhammed A.S.M.)
• İkinci cihet, ebedî istidatlara cevap verecek zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeyi (Kur’an-ı Kerim’i)
• Üçüncü cihet, adaleti tesis edecek bir Sahib-i Şeriat’ı (Hz. Muhammed A.S.M.)
Zarurî kılar.
İşte bu zarurî olan Nübüvvet-i Mutlaka (Suğra/küçük önerme), en kâmil mertebede Nübüvvet-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) (Kübra/büyük önerme) suretinde tezahür etmiştir. O Zât (A.S.M.), hem Sâni’in varlığına, hem kendi nübüvvetine, hem haşre, hem de bütün hakikatlere en kat’î hüccettir.
Metindeki “Devir lâzım gelmez” tenbihi ise; “Allah’ı isbat için Peygamber’i (A.S.M.) delil getiriyorsun, Peygamber’i (A.S.M.) isbat için de Allah’ı delil getiriyorsun” şeklindeki muhtemel bir itiraza cevaptır. Cevabı şudur: Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sıdkının (doğruluğunun) delilleri (ahlâkı, mucizeleri, getirdiği nizam vs.) Allah’ın varlığının delillerine tevakkuf etmez (ona bağlı değildir). Bilakis, O Zât (A.S.M.), kendi doğruluğu ve mükemmelliği ile Sâni’in varlığına ayrıca ve müstakil bir delildir.

 

Eğer desen:

“Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzamadırlar.”
Elcevab:

O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani: Ne kadar sureten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve maneviyaten ve manen faside ve muhtelledir.

Ey birader!.. İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise; kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır.

Vehim ve Tenbih:

“Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.

İşaret:

Binlerce enbiya, nev’-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mu’cizatla müddeayı isbat etmişlerdir. İşte o enbiyanın cemi’ mu’cizatları lisan-ı vâhid ile nübüvvet-i mutlakayı ilân eder. Bizim şu suğramıza dahi bir bürhan-ı katı’dır. Buna tevatür-ü bilmana veya ne tabir ile diyorsanız deyiniz, metin bir delildir.

Tenbih:

Şu muhakematın cihet-ül vahdeti budur ki: Eğer cemi’ fünun ele alınırsa ve fünunların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve intizama temaşa edilirse, hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın mayesi ve ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âheri içine atılmakla -ekl ve nikâhtaki gibi- perişan olan umûr ve ef’al o maye ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inayet-i İlahiye nokta-i nazarında nazar-ı dikkate alınırsa; hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet ve adem-i ihmali mütalaaya alınırsa, istikra-i tâmla netice veriyor ki: Mesalih-i külliyenin kutub ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev’-i beşerde zarurîdir… Farazâ olmazsa, perişan olan nev’-i beşer; güya muhtel bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa, biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?..

Tenbih:

Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâni’in suğrası senin sahife-i zihninde intikaş etmiş ise, hazır ol!. Kübrası olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine geçiyoruz:
İşaret ve İrşad:

Kübra sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyayı mütalaa etsen ve lisan-ı tarihte cereyan eden ahvallerini dinlersen ve hakikatı, yani cihet-ül vahdeti tesir-i zaman ve mekân ile girdiği suretlerden tecrid edebilirsen göreceksin ki: İnayet-i İlahiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin şu’lesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı; enbiya, düstur-u hareket ettiklerini ve nev’-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telakkileri ve ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi’-i şahsiye ve sair umûrlar ki onlara nebi dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise; evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziret-ül Arab’da menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan Zât-ı Muhammed’de daha ekmel ve daha azhar bulunur.

Demek oluyor ki: İstikra-i tâm ile, hususan nev’-i vâhidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin ianesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i netice vermekle beraber, tenkih-ül menat denilen hususiyattan tecrid nokta-i nazardan cemi’ enbiya lisan-ı mu’cizatlarıyla vücud-u Sâni’in bir bürhan-ı bahiresi olan Muhammed’in sıdkına şehadet ederler.

İtizar:

Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlakça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mes’ele uzunlaşıyor. Suret-i mes’eleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikatı incitmek istemiyorum. Hem de hakikatın etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız, febiha… Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. Keyfinize…

​— · ⁖ · —

Bu metin, Nübüvvetin (Peygamberliğin) insan hayatı ve kâinat nizamı için aklî ve mantıkî bir zaruret olduğunu isbat etmeye matuf derûnî bir muhakemedir.

Giriş: Davanın Esası
Metnin temel davası şudur: İnsan nev’inin hakiki saadeti, ahlâkî tekâmülü ve içtimaî nizamı, ancak ve ancak Nübüvvetin tesis ettiği esaslara (Şeriat-ı İlahiye) ittiba ile mümkündür. Felsefenin veya beşerî tecrübelerin ürettiği “ahlâk nazariyeleri” bu gayeyi teminde kâfi değildir.

1. Zahirî Nizamın Aldatıcılığı ve Nübüvvetin Tesisi
Metin, muhtemel bir itirazı (“desen”) cevaplayarak başlar: “Dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri (halleri, durumları) muaddele (âdil) ve munazzamadırlar (düzenlidirler).”
Elcevab (Cevap):
Metin bu iddiayı temelden tenkit eder:
• Menşe (Kaynak) Meselesi: O toplumlarda görülen zahirî adalet ve intizam, aslında ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır (uyarı ve doğru yolu göstermeleriyledir). Yani, o medeniyetin temelindeki ahlâkî kodlar ve fazilet esasları, tarih boyunca enbiyanın (nebilerin, peygamberlerin) tesisleriyledir. Beşeriyet, bu ilahî menşeli esasları (maddeyi) almış, kendi hayatlarına tatbik etmişlerdir. Onların nizamı, aslî değil, iktibasîdir (alıntıdır).
• Mahiyet (Nitelik) Meselesi: Bu nizam ve saadet muvakkattır (geçicidir). Bir cihetten kaime (ayakta) ise, çok cihattan mâile (eğri) ve münhaniyedir (bükülmüştür).
• Müradif İzahı: Yani, zahiren (dışsal olarak), maddeten (materyal olarak) ve lafzen (sözde) muntazam görünse de; hakikatte sîreten (ahlâken), maneviyaten ve manen faside (bozuk) ve muhtelledir (düzensiz, karmaşıktır). Derûnî bir çürümüşlük söz konusudur.

2. Ahlâkî İfsad ve Kâinatın Hikmetine Zıddiyeti
Metin, Nübüvvet rehberliği olmadığında ahlâkın nasıl ifsad olduğunu izah eder:
• İfrat ve Tefrit: Rehbersiz kalan ahlâk, ifrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) arasında savrulur. Bu savrulma, insanın istidadatını (kabiliyetlerini) ifsad ediyor (bozuyor).
• Abesiyet (Anlamsızlık): Bozulan bu kabiliyetler, hayatı abesiyeti intac eder (netice verir). İnsan, gayesiz ve manasız bir varlık haline gelir.
• Hikmet-i İlahiyeye Münakızlık (Aykırılık): Bu abesiyet (anlamsızlık) ise, kâinatın en küçük… şeylerinde… riayetiyle, âlemde hükümferma… olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır (zıttır). Zira tabiat, zerrelerden güneşlere kadar, bir gaye ve intizam ile hareket ederken, en şerefli mahlûk olan insanın gayesiz kalması, bu cihan şümul hikmete aykırı düşer.
Cenâb-ı Hak, bu hikmeti ve abesiyetin reddini şöyle beyan eder:
$”Biz, göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$
(Sâd Suresi, 38/27 )

3. “Meleke-i Hukuk” Yanılması ve Şeriatın Lüzumu
Metin, (“Vehim ve Tenbih” başlığı altında) modern felsefenin “Şeriata ihtiyaç yoktur, insanlar zamanla ‘hukuk melekesi’ kazanarak kendi nizamlarını kurarlar” şeklindeki iddiasını çürütür:
• Teşhis: Bu iddia, yani “meleke-i marifet-i hukuk” (hukuk bilgisi yetisi) veya “meleke-i riayet-i hukuk” (hukuka uyma yeteneği) denilen emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak görmek, bir tevehhüm-ü bâtıldır (asılsız bir kuruntudur).
• Deliller:
• Tarihî Delil: Dünya ihtiyarlamış (insanlık tarihi çok ilerlemiş) olmasına rağmen, böyle bir melekenin (Şeriattan müstağni) mukaddematı (gerekli ön koşulları) dahi zahir olmadı.
• Vakıa Delili: Mehasinin (iyiliklerin) terakkisiyle (ilerlemesiyle) beraber mesavi (kötülükler) dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Teknoloji ilerlerken, zulmün ve aldatmanın da şekil değiştirmesi gibi.
• Kıyas Delili: Nasıl ki nevamis-i hikmet (kâinattaki hikmet kanunları, yani fizik/kimya kanunları), desatir-i hükûmetten (devletin idarî kanunlarından) müstağni (bağımsız) değilse; öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat (ilahi kanunlar) ve fazilete eşedd-i ihtiyaç (en şiddetli ihtiyaç) vardır. Yani, tabiat kanunları nasıl bir nizamı gösteriyorsa, insan vicdanı da o nizamın tamamlayıcısı olan ilahî kanunlara muhtaçtır.
• Netice: Beşerin kendi kendine oluşturduğu bu mevhume (vehmedilen, hayalî) ahlâk melekesi, insanın kuva-yı selâsesini (üç temel gücünü: akıl, gazap, şehvet) itidalde, yani hikmet, şecaat ve iffette muhafaza etmeye kâfi değildir.
• Zaruret: Binaenaleyh (bundan dolayı) insan bizzarure… mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.
Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bu “mizanı” (ölçüyü, adaleti) getirme vazifesine şöyle işaret eder:
$”Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar…”$
(Hadîd Suresi, 57/25 )

4. Nübüvvet-i Mutlaka’nın (Genel Peygamberliğin) İsbatı
Metin, Nübüvvetin lüzumunu isbat ettikten sonra, “Nübüvvet-i Mutlaka”nın (peygamberlik mefhumunun) kendisinin hakikat olduğunu isbat eder:
• Delil (İşaret): Binlerce enbiya, Nübüvveti iddia etmiş ve bunu binlerce mu’cizatla (mucizelerle) isbat etmişlerdir.
• Hüküm: Bütün bu enbiyanın bütün mucizeleri, lisan-ı vâhid ile (tek bir dille) “Nübüvvet” mefhumunun hakkaniyetini ilan eder.
• İstidlâl (Delil Çıkarma): Buna tevatür-ü bilmana (manevî tevatür) denir. Yani, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan binlerce sadık zatın (enbiyanın) aynı davada (tevhid ve nübüvvet) ittifak etmeleri, bu davanın hakkaniyetine metin bir delildir.
Metnin “Tenbih” başlığı altındaki muhakemesi ise, Nübüvvetin kâinat nizamı içindeki yerini gösteren bir istikra-i tâm (tam tümevarım) delilidir:
• Cemi’ fünun (bütün fenler, bilimler) kavaidinin (kurallarının) gösterdiği ittisak ve intizam (uyum ve düzen),
• Mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın (dağınık cüz’î faydaların), ekl ve nikâh (yeme ve evlenme) misalindeki gibi bir lezzet veya muhabbet mayesiyle büyük bir gayeye bağlandığını gösteren inayet-i İlahiye nazarı,
• Hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet (abesiyetsizlik, anlamsızlığın olmaması),
Bütün bu deliller birlikte mütalaa edilirse şu netice çıkar:
Nübüvvet, mesalih-i külliyenin (bütün insanlığın ortak faydalarının) kutub ve mihveri (kutbu ve ekseni) ve maden-i hayatı hükmündedir. Nübüvvet, insan nev’i için zarurîdir.
Farazâ olmazsa, insan nev’i, bu muntazam âleme düşmüş muhtel (bozuk) bir âlem gibi olur ve kâinatın umumî ahengini bozar.

5. Nübüvvet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) Hususî İsbatı
Metin, “Nübüvvet lazımdır” olan suğrayı (küçük öncül) isbat ettikten sonra, “Muhammed (A.S.M.) Nebidir” olan kübraya (büyük öncül) geçer:
• Delil (İşaret ve İrşad): Tarih boyunca âsâr-ı enbiyayı (peygamberlerin eserlerini) mütalaa edip, tesir-i zaman ve mekândan tecrid ederek (soyutlayarak) hakikate bakarsan, şunu görürsün:
• Enbiyanın düstur-u hareket ettiği mehasin-i mücerrede (soyut iyilikler), hukukullah (Allah’ın hakları) ve hukuk-u ibâd (kulların hakları)…
• Ve onları “nebi” yapan terk-i menafi’-i şahsiye (şahsî menfaatleri terk etme) gibi esaslar…
• Bütün bu esaslar, Zât-ı Muhammed’de (A.S.M.) daha ekmel (daha mükemmel) ve daha azhar (daha açık, parlak) bulunur.
Kur’an-ı Kerim, O Zât’ın (A.S.M.) bu cihan şümul ve ekmel vazifesini şöyle tasvir eder:
$”Biz seni, bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”$
(Sebe’ Suresi, 34/28 )
• Netice:
• İstikra-i tâm (tam tümevarım) ve kıyas-ı evlevî (evleviyet yoluyla yapılan kıyas), Nübüvvet-i Muhammed’i (A.S.M.) netice verir. (Yani: Madem ki o esaslara sahip olanlar Nebi oldular; o esasların en mükemmeline sahip olan O Zât (A.S.M.), evleviyetle Nebidir.)
• Tenkih-ül menat (hükmün gerekçesini netleştirme) yoluyla bakıldığında, cemi’ enbiya (bütün peygamberler), lisan-ı mu’cizatlarıyla… Muhammed’in (A.S.M.) sıdkına (doğruluğuna) şehadet ederler.
Hulasâ ve İtizar (Özet ve Özür)
Metnin hülasası şudur: İnsan hayatı ve medeniyeti için ahlâk, adalet ve nizam elzemdir. Bu nizamı, beşerin kendi aklı veya tecrübesi (meleke-i hukuk) tam ve kâfi seviyede tesis edemez; zira bu, ya ifrat ve tefrite düşer ya da zahirde kalır, derûnî fesadı tedavi edemez. Bu durum, kâinattaki cihan şümul hikmete zıttır.
O halde, bu nizamı ve ahlâkî mizanı tesis edecek ilahî bir rehber (Nübüvvet) zarurîdir. Bütün peygamberlerin mucizeleriyle isbat ettiği bu Nübüvvet müessesesi, en kâmil, en parlak ve cihan şümul suretini, kendisinden evvelki bütün peygamberlerin de bir nevi tasdik ettiği Zât-ı Muhammed’de (A.S.M.) bulmuştur.
Metnin sonundaki “İtizar” (özür) bahsi ise, bu hakaikin (hakikatlerin) her tarafa derin köklerini attıklarından dolayı, meselelerin kısa cümlelerle ifade edilmesinin zorluğunu, hakikati incitmemek ve tam manasıyla mahsur kalıp kaçmaması için meseleyi bütüncül bir daire içinde izah etme mecburiyetini beyan etmektedir.

 

Mukaddeme

Peygamberin delil-i sıdkı; herbir hareket, herbir halidir… Evet herbir hareketinde adem-i tereddüd ve mu’terizlere adem-i iltifat ve muarızlara adem-i mübalât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatın ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir.

Elhasıl:

Tahavvüf ve tereddüd ve telaş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı îma eden umûrlardan müberra iken, bilâ-perva ve kuvvet-i itminanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat kaideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan yani bidayet ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. Bahusus mecmu’-u harekâtının imtizacından ciddiyet ve hakkıyet şu’le-i cevvale gibi ve in’ikasatından ve müvazenatından sıdk ve isabet, berk-i lâmi’ gibi tezahür ve tecelli ediyor.

İşaret:

Zaman-ı mazi ve zaman-ı hal, yani Asr-ı Saadet ve zaman-ı istikbal tazammun ettikleri berahin-i nübüvvet lisan-ı vâhid ile maden-i ahlâk-ı âliye olan Zât-ı Muhammed’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâî-yi sıdkı ve dellâl-ı nübüvveti olan bürhan-ı zâtînin nidasına cevab ve hemdest-i vifak olarak nübüvvetini i’lâ ve ilân ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu halde kitab-ı âlemden olan fasl-ı zamanın sahife-i selâsesini mütalaa edeceğiz. Hem de o kitabdan mes’ele-i uzma ve münevvere olan Zât-ı Muhammed’i (A.M.) temaşa ve ziyaret edeceğiz. Müddeamız olan bürhanın kübrasını onun ile isbat edeceğiz.

İşte bu noktaya binaen mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur.

Birinci Meslek

Yani, mes’ele-i âliye-i zâtiyeyi temaşa etmekte dört nükteyi bilmek lâzımdır:

Birincisi:

لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ

kaidesine binaen sun’î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından heyetinin feletatı, müzahrefiyeti îma edecektir.

İkincisi:

Ahlâk-ı âliyenin, hakikatın zeminiyle olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idame eden ve imtizaclarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren, heyet-i mecmuasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.

Üçüncüsü:

Umûr-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezâdde olan eşyalarda tenafür ve tedafü’ kaide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; maneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.
Dördüncüsü:

لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ

Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr ve siyer ve tarih-i hayatı… Hattâ a’danın şehadetleriyle, Zât-ı Peygamber’de vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihata ve tecemmu’ ve imtizacından tevellüd eden izzet ve haysiyetten neş’et eden şeref ve vakar ve izzet-i nefs ile ferişteler, devlerin ihtilat ve istiraklarından tenezzühleri gibi sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu’ ve tenezzüh ve teberri ederler. Hem de hayat ve mayeleri makamında olan sıdk ve hakkıyeti tazammun ettiklerinden, şu’le-i cevvale gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.

Tenbih:

Ey birader! Görüyorsun ki: Bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa, o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemi’ ahlâk-ı âliye birden tecemmu’ ede…

Evet mecmu’da bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.

İşaret ve Tenbih:

Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat herbir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda asr-ı saadet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki: Sıdk kendi hüsn-ü hakikîsini kemal-i haşmetle izhar ve onun ile temessük eden Muhammed’i (A.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe i’lâ ve âlemde inkılab-ı azîmi îka ettiğinde şarktan garba kadar kizbden bu’d derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini i’lâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gayet nâfık ve râic etmiştir.

{1: Şimdiki hürriyet gibi.}

Ve kizb ise: Teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhar ve onun ile temessük eden Müseylime ve emsali, esfel-i safilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesad etmiştir.

{2: Menfur casusluk gibi.}

İşte ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arab’ın tabiatlarındaki meyl-ür râic saikasıyla müsabaka ederek o kâsid kizbi terkedip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte sahabelerin aklen olan adaletleri bu sırdan neş’et eder.

İrşad ve İşaret:

Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe’ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat ve müvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve hiçbir hali mesturiyeti muhafaza etmeyen -lâsiyyema öyle ehl-i inada karşı- bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılab-ı azîm nazara alınırsa; haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levmetsin… Zira zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır. Hem de en hatarlı makamlarda -gar’da gibi- tarîk-i halâsı mefkud iken ve hayt-ul emel bihasebi’l-âde kesilirken, gayet metanet ve kemal-i vüsuk ve nihayet-i itminan ile olan hareket ve hal ve tavrı, nübüvvet ve ciddiyetine şahid-i kâfidir ve hak ile temessük ettiğine delildir.

İkinci Meslek

Yani: Sahife-i ûlâ, zaman-ı mazidir. İşte şu sahifede dört nükteyi nazar-ı dikkate almak lâzımdır:

Birincisi:

Bir fende veyahut kısasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse, o fende hazakat ve meharetini gösterir.

İkincisi:

Ey birader!.. Eğer tabiat-ı beşere ârif isen; küçük bir haysiyetle, küçük bir davada, küçük bir kavimde, küçük bir hilafın serbestiyetle irtikâb olunmadığına nazar edersen; gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesîm bir davada, hasra gelmeyen bir kavimde, hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmiliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil olmayan mes’elelerde, tam serbestiyetle bilâ-perva ve kemal-i vüsuk ile alâ ruûs-il eşhad zikir ve nakilden güneş gibi sıdkın tulû’ edeceğini göreceksin.

Üçüncüsü:

Bedevilere nisbet çok ulûm-u nazariye vardır; medenîlere nisbeten lisan-ı âdât ve ef’alin telkinatıyla, ulûm-u mütearifenin hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye binaen bedevilerin hallerini muhakeme etmek için, kendini o bâdiyede farzetmek gerektir. Eğer istersen İkinci Mukaddeme’ye müracaat et, zira şu nükteyi izah etmiştir.

Dördüncüsü:

Bir ümmi, ülema meyanında mütedavil bir fende beyan-ı fikir ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefün-fîha olan noktalarda muhalefet edip, musahhihane olan söylemesi, onun tefevvukunu ve kesbî olmadığını isbat eder.
Şu nüktelere binaen deriz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.

Teznib:

Cemi’ enbiyanın delail-i nübüvvetleri, sıdk-ı Muhammed’e (A.M.) delildir ve cemi’ mu’cizatları, Muhammed’in bir mu’cize-i maneviyesidir (Aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.

İşaret:

Ey birader!.. Bazan kasem, bürhanın yerini tutar. Zira bürhanı tazammun eder. Öyle ise:

وَالَّذ۪ى قَصَّ عَلَيْهِ الْقِصَصَ لِلْحِصَصِ وَسَيَّرَ رُوحَهُ ف۪ى اَعْمَاقِ الْمَاض۪ى وَ ف۪ى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ الْاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَيْهِ وَ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ
Evet, neam. Onun nur-u nazarına hayal, kendini hakikat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten müstağnidir.

​— · ⁖ · —

Bu metin, Peygamber Efendimiz’in (A.M.) nübüvvet davasındaki sıdkını (doğruluğunu) ve hakkıyetini (haklılığını), O’nun (A.M.) zâtına, ahlâkına ve ahvaline (hallerine) bakarak nasıl isbat edileceğini aklî ve mantıkî burhanlar (deliller) ile tasvir etmektedir.

Metnin Umumî Maksadı: Bürhan-ı Zâtî
Metnin tamamı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peygamberliğinin en büyük delilinin, O’nun (A.M.) bizzat kendi zâtı, şahsiyet-i maneviyesi ve ahlâk-ı âliyesi olduğunu isbat etmeye odaklanır. Haricî mucizelerden ziyade, O’nun (A.M.) her halinin bir “mucize” hükmünde olduğunu beyan eder.
Mukaddemenin İzahı: Tereddütsüz İtminan
Metin Özeti: Peygamberin (A.M.) her hareketi, O’nun (A.M.) sıdkının delilidir. Zira en tehlikeli anlarda dahi tereddüt etmemesi, muarızlarına iltifat etmemesi ve muhaliflerinden korkmaması (adem-i tahavvüf), O’nun (A.M.) davasındaki ciddiyetini ve Allah’a olan kâmil itminanını (tam güvenini) gösterir.

İzah:
Bir davanın hak olup olmadığını anlamanın en mühim ölçülerinden biri, o davayı süren şahsın halleridir.
• Adem-i Tereddüd ve Adem-i Tahavvüf (Tereddütsüzlük ve Korkusuzluk): Bir insan, eğer bir hile veya şahsî bir menfaat üzerine bir iddiada bulunuyorsa, en küçük bir tehlike veya muhalefet karşısında tereddüt eder, telaşlanır ve korkuya kapılır. Zira dayandığı nokta çürüktür.
• Resul-i Ekrem’in (A.M.) Hali: O (A.M.) ise, davasının ilk gününden itibaren en hatarlı (tehlikeli) makamlarda bulunmuştur.
• Mekke’de tek başına bütün dünyaya meydan okumuştur.
• Hicret esnasında Sevr Mağarası’nda (Gar’da), düşmanları tam mağaranın ağzındayken, arkadaşı Hz. Ebubekir’e (R.A.) gösterdiği kemal-i vüsuk (tam güven) ve nihayet-i itminan (sonsuz huzur), O’nun (A.M.) beşerî bir korkunun fevkinde (üstünde), ilahî bir muhafazaya dayandığını isbat eder.

Ayet Desteği ( Meali):
O’nun (A.M.) bu kâmil itminanını Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir eder:
“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu Mekke’den çıkardıklarında, mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimledir’ diyordu. Allah da onun üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusunu) indirmiş, sizin görmediğiniz ordularla onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/40)
Bu ayet, metindeki “en hatarlı makamlarda” ve “adem-i tahavvüf” (korkmama) haline en parlak misaldir.
Birinci Meslek: Ahlâk-ı Âliyenin Şehadeti
Metin Özeti: Bu meslek, O’nun (A.M.) zâtında toplanan yüce ahlâkın (ahlâk-ı âliye), O’nun (A.M.) sıdkına nasıl delil olduğunu dört nükte ile izah eder.
Nüktelerin İzahı:
• Birinci Nükte (Tabiîlik): لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ (Sürme çekmek, sürmelenmek gibi değildir). Yani, tasannu (yapmacıklık) ile elde edilen bir vasıf, tabiî (doğal) olanın yerini tutmaz. Bir insan, cesur olmadığı halde cesur görünmeye (tasannu) çalışsa, en kritik anda korkaklığı (feletatı) ortaya çıkar. Peygamber Efendimiz’in (A.M.) ahlâkı ise 40 sene boyunca (nübüvvet öncesi) ve 23 sene (nübüvvet sonrası) hiçbir zıtlık göstermeden devam etmiştir. Bu, O’nun (A.M.) ahlâkının sonradan kazanılmış bir yapmacıklık değil, fıtrî (tabiî) ve Allah vergisi olduğunun isbatıdır.
• İkinci Nükte (Sıdk ve Ciddiyet): Yüce ahlâkın (iffet, şecaat, hikmet, adalet) hayat damarı sıdk (doğruluk) ve ciddiyettir. Eğer bir şahısta kizb (yalan) bulunursa, o yalan, o şahsın bütün ahlâkî faziletlerini kurutur ve “hebaen” (boşa gitmiş) hale getirir. Bir insanın hem “son derece güvenilir” (Muhammedü’l-Emîn) hem de (haşa) Allah adına “yalancı” olması aklen ve mantıken mümkün değildir. Bu ikisi zıttır.
• Üçüncü Nükte (Tecazüb ve Tenafür): Maneviyatta da maddiyattaki gibi bir kanun vardır. Mütenasip (uygun) olanlar birbirini çeker (tecazüb), mütezâd (zıt) olanlar birbirini iter (tenafür). Sıdk ile kizb (yalan) birbirine zıttır. Ahlâk-ı âliye ile hile birbirine zıttır.
• Dördüncü Nükte (Küll’ün Hükmü): لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ (Bütünün, parçada olmayan bir hükmü vardır). Metnin verdiği misal (Tenbih) çok manidardır: Sadece şecaat (cesaret) ile meşhur bir adam, bu şöhretin ona verdiği haysiyeti ( itibarı) korumak için yalandan çekinir. Nerede kaldı ki, bir zâtta sadece şecaat değil; iffet, emanet, adalet, hikmet, merhamet gibi bütün ahlâk-ı âliye (cemi’ ahlâk-ı âliye) toplansın!
• Netice: İşte bu bütün (mecmu) ahlâkın birleşimi (imtizacı), o zâtta öyle bir izzet-i nefs ve vakar meydana getirir ki, bu yüce ahlâk, sırr-ı tezat (zıtlık sırrı) ile hileden ve yalandan tenezzüh eder (uzak durur, kendini arındırır).
Ayet Desteği:
Allah-u Teâlâ, O’nun (A.M.) bu zâtî ahlâkını en büyük delil olarak sunar:
“Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
“Müminler, Ahzâb (düşman birlikleri)ni görünce, ‘İşte bu, Allah’ın ve resulünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve resulü doğru söylemişlerdir’ dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22) (Bu ayet, müminlerin dahi O’nun sıdkına nasıl kâmil bir imanla bağlandıklarını gösterir.)
Tenbih’in İzahı (Sıdk ve Kizbin Mesafesi):
Asr-ı Saadet, sıdk ile kizbin arasının en fazla açıldığı bir zamandır.
• Sıdk (Doğruluk): Peygamber Efendimiz’i (A.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe (şereflilerin en yükseğine) çıkardı ve O’nun (A.M.) eliyle cihan şümul bir inkılab (dönüşüm) yaptı.
• Kizb (Yalan): Müseylime-i Kezzab gibi yalancı peygamberleri esfel-i safilîn-i hıssete (alçakların en aşağısına) düşürdü.
Bu durum, izzet ve şeref ehli olan Arap kavmini, kıymeti düşen (kâsid) yalanı terk edip, kıymeti yükselen (râic) doğruluğa (sıdk) sevk etmiştir. Sahabelerin adaletinin (doğruluk ve güvenilirliklerinin) sırrı da budur.
İkinci Meslek: Zaman-ı Mazinin ve Ümmiyetin Şehadeti
Metin Özeti: Bu meslek, O’nun (A.M.) ümmî (okuma-yazma bilmeyen) olmasına rağmen, geçmiş zamanlara (zaman-ı mazi) ve peygamberlerin (enbiya-yı salife) ahvaline dair verdiği haberlerin, O’nun (A.M.) sıdkının delili olduğunu dört nükte ile izah eder.
Nüktelerin İzahı:
• Birinci ve Dördüncü Nükte (Ümmîlik ve Musahhihlik): Bir ümmî (okuma-yazma bilmeyen), alimlerin (ulema) tartıştığı derin bir fende (ilimde) fikir beyan etse; o ilmin ittifak edilen (üzerinde anlaşılan) noktalarını tasdik etse (muvafık) ve ihtilaflı (muhtelefün-fîh) noktalarında ise düzeltici (musahhih) bir tavırla konuşsa, bu durum o şahsın tefevvukunu (üstünlüğünü) ve bu ilminin kesbî (çalışarak kazanılmış) olmadığını, vehbî (Allah vergisi) olduğunu isbat eder.
• Netice: Resul-i Ekrem (A.M.), ümmiyetiyle beraber, sanki zamanı aşarak (tayy-ı zaman) geçmişin derinliklerine (a’mak-ı hafa) girmiş ve hadiseleri hazır ve müşahid gibi (görerek) anlatmıştır.
• O (A.M.), geçmiş peygamberlerin kıssalarını (kısas) anlatırken, Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hristiyanların) tahrif ettiği kütüb-ü salifenin (eski kitapların) ihtilaf noktalarını düzeltmiş (musahhih) ve doğru olan kısımlarını tasdik etmiştir (musaddık).
• Bunu, akıl ile müstakil olarak bilinemeyecek konularda, bütün dünyanın enzarı (nazarları) önünde, bilâ-perva (pervasızca) ve nihayet vüsuk (tam bir güven) ile yapmıştır.

Ayet Desteği:
Kur’an-ı Kerim, O’nun (A.S.M.) bu halini açıkça beyan eder:
“(Ey Muhammed!) Bunlar, bizim sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Hûd, 11/49)
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya)…” (A’râf, 7/157’den bir bölüm) (Ümmî olduğunu tasdik eder.)
“(Ey Muhammed!) İşte bu, (Meryem’in) gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Meryem’i kim himayesine alacak diye kur’a çekerlerken sen onların yanında değildin; onlar (bu konuda) çekişirlerken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 3/44)
Mühim Istılahlar ve Müradifleri (Anahtar Kelimeler)
Metinde geçen ve izahı kuvvetlendiren bazı mühim tabirler:
• Delil-i Sıdk: Doğruluğun delili, isbatı.
• Adem-i Tereddüd: Tereddütsüzlük, şüphesizlik.
• Adem-i Mübalât: Aldırış etmeme, ehemmiyet vermeme.
• Adem-i Tahavvüf: Korkusuzluk, havf (korku) duymama.
• Vüsuk: Kuvvetli güven, itimat.
• İtminan: Kalbî huzur, tam kanaat.
• Tasannuî: Yapmacık, sun’î, sonradan yapılma.
• Tabiî: Fıtrî, doğal, yapısı gereği olan.
• Feletat: Sürçmeler, hatalar, yapmacıklığın kendini ele vermesi.
• Müzahrefiyet: Sahtelik, yaldızlı aldatmaca.
• Ahlâk-ı Âliye: Yüce ahlâk, faziletler.
• Rabıta-i İttisal: Bağlantı noktası, bir arada tutan bağ.
• Tecazüb: Birbirini çekme, cezb etme.
• Tenafür / Tedafü’: Birbirini itme, defetme.
• Kizb: Yalan, sıdkın zıddı.
• Tereffu’ / Tenezzüh / Teberri: Yücelme, uzak durma, arınma, beri olma.
• Şu’le-i Cevvale: Sürekli hareket eden, yerinde durmayan parlak alev.
• Berk-i Lâmi’: Parlayan, çakan şimşek.
• A’lâ-yı İlliyyîn: Yücelerin en yücesi.
• Esfel-i Sâfilîn: Alçakların en alçağı.
• Râic / Nâfık: Geçerli, revaçta olan (meta, mal).
• Kâsid / Muattal: Geçersiz, kıymetsiz, işlemiyor olan.
• Ümmî: Okuma yazma bilmeyen (ancak bu, cehalet manasında değil, ilmini doğrudan Allah’tan (C.C.) alan, beşerî bir hocadan ders almayan manasındadır).
• Ukde: Düğüm noktası, işin esası.
• Musaddık: Tasdik edici, doğrulayıcı.
• Musahhih: Tashih edici, düzeltici.

Netice
İktibas edilen metin, Nübüvvet-i Ahmediye’nin (A.M.) isbatında iki temel direk ortaya koymaktadır:
• Zâtî Burhan (Birinci Meslek): O’nun (A.M.) zâtında cemedilen (toplanan) bütün yüce ahlâkın birleşimi (imtizacı), mantıken yalan ve hileyi (kizb ve hile) dışarı atar. Sıdk, O’nun (A.M.) ahlâkının ayrılmaz bir vasfı ve hayatıdır.
• Haberî Burhan (İkinci Meslek): O’nun (A.M.) ümmî olmasına rağmen, geçmişin gaybî (gizli) sırlarını, kâmil bir vüsuk ve itminan ile, üstelik önceki kitapları düzelterek (musahhih) haber vermesi, O’nun (A.M.) kaynağının Vahiy olduğunu aklen isbat eder.
Her iki meslek de, O Zât’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm) sıdkına ve nübüvvetine şahid-i kâfi (yeterli şahit) ve delil-i kat’îdir (kesin delildir).

 

Üçüncü Meslek

Yani: Zaman-ı halin, yani asr-ı saadetin sahifesinde dört nükte, bir noktayı nazar-ı dikkate almak gerektir:

Birincisi:

Küçük bir âdet, küçük bir kavimde veya zayıf bir haslet, kalil bir taifede; büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan; acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’luf ve çok da mütenevvia, tamamen rasiha olan âdât ve ahlâk, nihayet kesîr ve me’lufatına gayet mutaassıb ve şedid-üş şekîme olan bir kavmin a’mak-ı ervahından az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal’ u ref’ ettiğini ve o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi ve def’aten nihayet derecede tekemmül ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, hârikulâde olduğunu tasdik etmezsen; seni sofestaî defterinde yazacağım.

İkincisi:

Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümuvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi -ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için- tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def’î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.
Üçüncüsü:

Tahakküm-ü zahirî, kahr ve cebr ile mümkündür. Fakat efkâra galebe etmek, hem de ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek; hakikatın hâssa-i farikasıdır. Bu hâssayı bilmezsen, hakikattan bîganesin.

Dördüncüsü:

Tergib veya terhib hilesiyle ancak yalnız bir tesir-i sathî edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu halde a’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şua-ı hakikatın hâssasıdır. Evet kasavet-i mücessemenin misal-i müşahhası olan “ve’d-i benat” gibi umûrlardan kalblerini taskil etmesi ve rikkat-i letafetin lem’ası olan hayvanata merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyin etmesi; öyle bir inkılab-ı azîmdir -hususan öyle akvam-ı bedevide- ki, hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmadığından, hârikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basirettir. Basiretin varsa tasdik edeceksin.

Şimdi Nokta’yı dinle: İşte tarih-i âlem şehadet eder ki: En büyük dâhî odur ki; bir veya iki hissin ve seciyenin ve istidadın inkişafına ve ikazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim ikaz edilmezse, sa’y hebaen gider ve muvakkat olur. İşte en büyük dâhî ancak bir veya iki hissin ikazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve hamiyet ve muhabbet…

Bu noktaya binaen Ceziret-ül Arab sahra-i vesiasında olan akvam-ı bedevide kâmine ve nâime ve mesture olan hissiyat-ı âliye -ki, binlere baliğdir- birden inkişaf, birden ikaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatın, ziya-i şu’lefeşanın hâssasıdır. Bu noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziret-ül Arab’ı gözüne sokacağız. İşte Ceziret-ül Arab… Onüç asır beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?..

İşaret:

Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavanin-i amîka-i dakika -ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez- hakaik-i şeriat ne derecede müraat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin müvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu a’sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakaikını muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.

Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm ümmiyeti ve adem-i kuvvet-i zahiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyl-i saltanat ile beraber, gayet hatarlı mevâki’de kemal-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, gayet kesîre ve müstemirre ve râsiha ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi gayet metin bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zaviye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic… Evet, hissiyat-ı âliyeyi ikaz ve cevher-i insaniyetlerini izhar etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasirde is’ad ederek, şark ve garbda oturmuş bir devlet-i cesîmeyi bir zaman-ı kalilde teşkil edip, ateş-i cevval gibi belki nur-u nevvar gibi veyahut asâ-yı Musa gibi sair devletleri bel’ ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hakk ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanların defterinden sildirecektir.

Dördüncü Meslek

Sahife-i müstakbelden, lâsiyyema mes’ele-i şeriattır. İşte dört nükteyi nazar-ı dikkatten dûr etmemelisin.

Birincisi:

Bir şahıs dört veya beş fende meleke sahibi ve mütehassıs olmaz. Meğer hârika ola…

İkincisi:

Mes’ele-i vâhide, iki mütekellimden sudûr eder. Birisi, mebde’ ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nisbetini ve mevzi-i münasibde istimalini, yani münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için o fende olan meharetine ve melekesine ve ilmine delalet ettiği halde; öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delalet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu farketmezse, ruhun hisseder.

Üçüncüsü:

İkinci Mukaddeme’de geçtiği gibi bir-iki asır evvel hârika sayılan keşif bu zamana kadar mestur kalsaydı, tekemmül-ü mebadi cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al. Onüç asır geri git, o zamanların tesiratından kendini tecrid et, dehşet-engiz olan Ceziret-ül Arab’da otur, dikkatle temaşa et, görürsün ki: Ümmi, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki; yalnız zekâya değil, belki gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun kavaniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki: İstidad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şeriat dahi tevessü’ ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelî’den geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev’-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarf’ını

{1: Dikkat lâzımdır.}

çürütmüş ola…

Dördüncüsü:

Onuncu Mukaddeme’de geçtiği gibi, hem de ikinci nokta-i itirazın cevabında da geleceği gibi şudur ki: Cumhurun istidad-ı efkârı derecesinde şeriatın irşad etmesidir. Şöyle ki: Cumhurun âmiliği için, hakaik-i mücerredeyi; me’lufları vasıta olmaksızın adem-i telakkileri sebebiyle, müteşabihat ve teşbihat ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda cumhurun, hiss-i zahir sebebiyle hilaf-ı vaki’i zarurî telakki etmekle beraber, mebadi basamakları adem-i in’ikad ve tekemmülünden, mağlataların vartalarına düşmemek için, şeriat öyle mesailde ibham etti ve mutlak bıraktı; lâkin hakikatı îmadan hâlî bırakmadı.

​— · ⁖ · —

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Muhakemat isimli eserinin “Unsur-u Akîde” bölümünde yer alan “Üçüncü Meslek” ve “Dördüncü Meslek” başlıklarını ihtiva etmektedir. Bu bahisler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (ASM) nübüvvetinin hakkaniyetini ve getirdiği Şeriat-ı Garrâ’nın semavî olduğunu, akla ve tarihe dayanarak isbat eden son derece mühim ve derinlikli bir tahlildir.

Konunun Hülâsası: İnkılab-ı Azîm ile İsbat-ı Nübüvvet
Bu metnin ana gayesi, Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (ASM) zâtında ve getirdiği dinde (İslâmiyet’te) tezahür eden hârikulâde inkılabı (olağanüstü devrimi) bir isbat vasıtası olarak kullanmaktır.
Üstad Bediüzzaman, kâinatta cari olan fıtrat kanunlarını (âdetullah) ve içtimaî hayatın (sosyolojinin) tabiî seyrini nazar-ı dikkate alarak, Resul-i Ekrem’in (ASM) yaptıklarının bu tabiî kanunların ve beşerî dehanın çok fevkinde (üstünde) olduğunu, dolayısıyla bunun ancak Hâlık-ı Kâinat’ın (Kâinat’ın Yaratıcısı’nın) bir mucizesi olabileceğini aklî delillerle ortaya koyar.
Metin, bu isbatı iki ana sahife üzerinden yapar:
• Üçüncü Meslek: Zaman-ı Hâl (Asr-ı Saadet) Sahifesi. Peygamber Efendimiz’in (ASM) bizzat kendi asrında, o vahşî ve bedevî kavim üzerinde gerçekleştirdiği sosyal, ahlâkî ve siyasî inkılabın beşer takatinin haricinde olduğunu gösterir.
• Dördüncü Meslek: Sahife-i Müstakbel (Gelecek Sayfası). Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği Şeriat’ın, asırlar sonrasını dahi kucaklayan, fıtrata mutabık, ebedî ve cihan şümul yapısının, O’nun (ASM) ilminin Ezelî bir ilimden geldiğini isbat ettiğini gösterir.

ÜÇÜNCÜ MESLEK: Asr-ı Saadet’teki Hârikulâde İnkılabın Tahlili
Bu meslek, o zamanki Arap Yarımadası’nın (Ceziret-ül Arab) içtimaî ve ahlâkî yapısını nazar-ı dikkate alarak, yapılan değişimin bir mucize olduğunu dört nükte ile tasvir eder:
Birinci Nükte: Ahlâkî İnkılab (Ahlâkî Devrim)
• Mesele: Küçük bir âdetin (örneğin sigara içmek gibi) zayıf bir kavimden bile, büyük bir hâkimin himmetiyle zorla kaldırılabildiği (veya kaldırılamadığı) bir vakıadır.
• Hârika: Resul-i Ekrem (ASM) ise, gayet çok (nihayet kesîr), tamamen yerleşmiş (müstemirre, râsiha), çeşitli (mütenevvia) ve kendisine şiddetle taassup gösterilen (gayet mutaassıb) âdetleri (kan davası, kabilecilik, içki, kumar, zina, vahşet vb.) o vahşî kavmin ruhunun derinliklerinden (a’mak-ı ervahından) kısa bir zamanda ve az bir fedakârlıkla söküp atmıştır (kal’ u ref’ etmiştir).
• Daha da Ötesi: Sadece kötü ahlâkı sökmekle kalmamış, onların yerine en yüksek ahlâk fidanlarını (ahlâk-ı âliye) dikmiş (gars etmiş) ve anında mükemmel (tekemmül) hale getirmiştir.
• Netice: Bu, âdetullahın ve içtimaî kanunların tamamen fevkinde, hârikulâde bir hadisedir. Bunu tasdik etmeyen, hakikatleri inkâr eden bir “sofestaî” (sofist) olur.
• Müradifler:
• Müstemirre: Sürekli, devamlı.
• Me’luf: Alışılmış, ülfet edilmiş.
• Râsiha: Kökleşmiş, sağlamca yerleşmiş.
• Şedid-üş şekîme: Hiddetli, asabî, inadına bağlı.
• Kal’ u ref’: Söküp kaldırma, temelden yok etme.
• Gars etmek: Dikmek (fidan dikmek).
İkinci Nükte: Siyasî ve İdarî İnkılab
• Mesele: Bir devletin tabiî şekilde büyümesi (nümuvv-ü tabiî) yavaş (mütemehhil) olur. Köklü bir devlete (devlet-i atîka) galebe etmek ise ancak tedricî (yavaş yavaş) mümkündür.
• Hârika: Resul-i Ekrem (ASM) ise, hem maddeten hem de manen hâkim olan çok büyük bir devleti (devlet-i cesîm) kısa bir zamanda teşkil etmiştir. Dahası, o zamanın süper güçleri olan Sasani ve Bizans gibi köklü devletlere (düvel-i râsiha) ânî bir şekilde (def’î gibi) galebe çalmıştır.
• Netice: Bu durum, tarihin ve siyasetin bilinen kanunlarına aykırıdır (âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen). Bunu göremeyen, manen kördür.
• Müradifler:
• Nümuvv-ü tabiî: Doğal büyüme, gelişme.
• Mütemehhil: Yavaş ilerleyen, zaman isteyen.
• Tedricî: Aşamalı, peyderpey.
• Düvel-i râsiha: Köklü, yerleşik devletler (imparatorluklar).
Üçüncü Nükte: Derûnî Hâkimiyet (Kalpler ve Akıllar Üzerindeki Otorite)
• Mesele: Dışsal baskı (tahakküm-ü zahirî), zorbalık (kahr) ve cebir ile mümkündür. Lâkin bu, geçicidir ve sadece bedene hükmeder.
• Hârika: Peygamber Efendimiz’in (ASM) hâkimiyeti ise;
• Efkâra galebe etmek: Düşünceleri ikna ederek onlara üstün gelmek.
• Ervaha tahabbüb: Kendini ruhlara sevdirmek.
• Tabayia tasallut: İnsanların tabiatlarına (huylarına) hükmetmek.
• Vicdanlar üzerine hâkimiyet: Otoritesini insanların vicdanları üzerine kurup orada daima muhafaza etmek.
• Netice: Bu dört özellik, kaba kuvvetin değil, ancak ve ancak Hakikat’ın (Hakk’ın) ayırt edici bir hassasıdır (hâssa-i farikasıdır).
• Müradifler:
• Tahakküm-ü zahirî: Dış, görünürdeki baskı ve hükmetme.
• Kahr ve cebr: Zorbalık ve zor kullanma.
• Tahabbüb: Sevdirme, muhabbet kazanma.
• Tasallut: Musallat olma, hükmü altına alma.
• Hâssa-i farika: Ayırt edici temel özellik.
Dördüncü Nükte: Terbiyevî İnkılab (Eğitimsel Devrim) ve İstidatların İnkişafı
• Mesele: Korkutma (terhib) veya menfaat vaadi (tergib) gibi hileler ile ancak yüzeysel bir tesir (tesir-i sathî) bırakılır ve aklın yolunu kapatır.
• Hârika: Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği hakikat ışığı (şua-ı hakikat) ise;
• A’mak-ı kulûbe nüfuz: Kalplerin en derinliklerine işler.
• Erakk-ı hissiyatı tehyic: En ince, en hassas duyguları harekete geçirir.
• İstidadatı inkişaf ettirmek: İnsanlardaki çiçek misali gizli kabiliyetleri açtırır.
• Seciyeleri ikaz: Uyuyan (nâime) ve gizli (kâmine) olan güzel karakterleri, faziletleri uyandırır.
• Cevher-i insaniyeti feverana getirmek: İnsanlık cevherini fışkırtır.
• Misal: Cisimleşmiş katılık (kasavet-i mücesseme) olan “kız çocuklarını diri diri gömme” (ve’d-i benat) vahşetinden, karıncaya dahi şefkat (hayvanata merhamet) gibi en ince bir letâfet ve rikkat seviyesine çıkarması.
• Netice: Bu, hiçbir tabiî kanunla izahı mümkün olmayan (hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmayan) büyük bir inkılaptır (inkılab-ı azîmdir).
• Müradifler:
• Tesir-i sathî: Yüzeysel etki.
• A’mak-ı kulûb: Kalplerin derinlikleri.
• Erakk-ı hissiyat: En ince duygular.
• Tehyic: Heyecana getirme, harekete geçirme.
• Şükûfe-misal: Çiçek misali.
• Kâmine / Nâime: Gizli / Uyuyan.
• Ve’d-i benat: Kız çocuklarını diri diri gömme âdeti.
• Kasavet-i mücesseme: Cisimleşmiş kalp katılığı.
Nokta (Üçüncü Mesleğin Neticesi)
En büyük dâhî bile, bir millette ancak bir veya iki hissi (hürriyet, hamiyet gibi) uyandırabilir. Peygamber Efendimiz (ASM) ise, o bedevî kavimdeki binlerce (binlere baliğ) yüksek hissiyatı (hissiyat-ı âliye) birden uyandırmış, inkişaf ettirmiş ve feverana getirmiştir. Bu, dehanın değil, ancak Şems-i Hakikat’in (Hakikat Güneşi’nin) bir hassasıdır.

DÖRDÜNCÜ MESLEK: Şeriat’ın Hârikulâde Yapısı ve İstikbali Kuşatması
Bu meslek, Peygamber Efendimiz’in (ASM) getirdiği nizamın (Şeriat’ın), O’nun (ASM) Ezelî bir Kaynaktan haber verdiğinin isbatı olduğunu dört nükte ile açıklar.
Birinci Nükte: İlimde Hârikulâdelik
• Mesele: Bir şahıs, dört veya beş farklı ilim dalında (fende) aynı anda uzman (mütehassıs) ve tam yetkin (meleke sahibi) olamaz. Olursa, o bir hârika (olağanüstü) sayılır.
• İşaret: Peygamber Efendimiz (ASM), bir ümmî (okuma yazma bilmeyen) olduğu halde; hukuk, içtimaiyat (sosyoloji), ahlâk, siyaset, iktisat, ibadet, maneviyat gibi hayatın tüm şubelerinde en mükemmel kanunları ve esasları vaz’ etmiştir. Bu durum, O’nun (ASM) hârika olduğunun ve ilminin kendinden olmadığının delilidir.
İkinci Nükte: İlimdeki Derinlik (Sathî Olmayış)
• Mesele: İki kişi aynı sözü söyler. Biri, sözün başını (mebde’), sonunu (münteha), içinde bulunduğu bağlamı (siyak ve sibak), diğer meselelerle ilişkisini (ehavatıyla nisbet) ve doğru yerde (münbit bir zeminde) kullanımını bilir. Bu, onun ilmine ve uzmanlığına (melekesine) delâlet eder. Diğeri ise bunları bilmez; bu da onun yüzeyselliğine (sathiyetine) ve taklitçiliğine (taklidiyetine) delâlet eder.
• İşaret: Kur’ân’ın ve Şeriat’ın her bir hükmü, kâinatla, fıtratla, diğer hükümlerle, meselenin evveli ve ahiri ile tam bir uyum (mülâyemet) içindedir. Bu, o kelâmın sathî bir taklit değil, her şeyi ihata eden bir İlm-i Ezelî’den geldiğini gösterir.
Üçüncü Nükte: Beşer Üstü Nizam ve Ebedîlik
• Mesele: Yüz yıl önce hârika sayılan bir keşif, eğer ilkeleri (mebadi) bugün olgunlaşmış olsaydı, bir çocuk tarafından bile keşfedilebilirdi.
• Hârika: Şimdi on üç asır geriye, o dehşet verici Arap Yarımadası’na gidilsin. Okuma yazması olmayan (ümmî), tecrübesi olmayan (tecrübe görmemiş), zaman ve zeminin yardım etmediği tek bir Zât (ASM); sadece zekâya değil, ancak pek çok tecrübenin ve ilmin (gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun) kanunlarıyla kurulabilecek bir nizam ve adaleti tesis ediyor.
• Daha da Ötesi: Bu Şeriat, öyle bir yapıdadır ki, beşeriyetin düşüncesi (efkârı) ve istidadı (kabiliyeti) ne kadar ilerlerse ilerlesin, o Şeriat da genişleyerek (tevessü’ ederek) ebediyete yönelir (ebede teveccüh eder).
• Netice: Bu, insan türünün kapasitesinin dışındadır (nev’-i beşerin tavkı haricindedir).
Dördüncü Nükte: İrşadda (Yol Göstermede) Muvazene ve Metod
• Mesele: Şeriat, avam halkın (cumhur) anlayış seviyesine (istidad-ı efkârı) göre irşad eder.
• Metod 1 (Maneviyat): Avam, soyut hakikatleri (hakaik-i mücerrede) doğrudan kavrayamaz. Bu sebeple Şeriat, onlara bu hakikatleri müteşabihat (manası kapalı, benzetmeli ayetler), teşbihat (benzetmeler) ve istiarat (eğretilemeler) yoluyla, onların alışık olduğu (me’lufları) tasvirler içinde anlatır.
• Metod 2 (Kevnî Meseleler): Kâinat ilimlerinde (fünun-u ekvan), avamın dış duyusu (hiss-i zahir) (mesela Güneş’in “doğduğunu” görmesi gibi) hakikatin hilafına olan şeyi zarurî zannettiği yerlerde, Şeriat o meseleyi kapalı bırakmış (ibham etti) ve mutlak (detay vermeden) ifade etmiştir.
• Gayesi: İlimlerin temellerinin (mebadi) henüz gelişmediği o çağda, insanları felsefî safsataların (mağlataların) çukurlarına düşürmemektir.
• Netice: Lâkin bunu yaparken, hakikate ima etmekten (îmadan) de geri durmamıştır. Bu dengeli irşad metodu, O’nun (ASM) rehberliğinin İlâhî olduğunu gösterir.

Konuyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm Ayetleri ( Meali)
Metinde bahsedilen bu hârikulâde inkılabın ve Peygamber Efendimiz’in (ASM) vazifesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı yansımaları şöyledir:
• Ahlâkî İnkılab ve Ümmî Oluşu (Üçüncü Meslek 1, 4 ve Dördüncü Meslek 3):
“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
(Âl-i İmrân, 3/164)
“Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor, onu sağ elinle de yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) bâtıla sapanlar şüpheye düşerlerdi.”
(Ankebût, 29/48)
• Kalplerin Birleşmesi ve Vahşetten Medeniyete Geçiş (Üçüncü Meslek 2, 4):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/103)
• Hâkimiyetin Vicdanlara ve Kalplere Olması (Üçüncü Meslek 3):
“(Ey Muhammed!) Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…”
(Âl-i İmrân, 3/159)
• Şeriat’ın Mükemmelliği ve Cihan Şümul Olması (Dördüncü Meslek 3):
“…Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…”
(Mâide, 5/3)

Hulâsa (Netice)
Bu iki “Meslek”, Peygamber Efendimiz’in (ASM) nübüvvetinin, tarihin ve içtimaiyatın (sosyolojinin) şaşmaz kanunlarını dahi kendisine musahhar kılan (boyun eğdiren) bir mucize-i kübrâ olduğunu aklî bir surette isbat etmektedir. O’nun (ASM) yaptığı iş, beşerî bir dehanın veya zamanın şartlarının bir neticesi değil, ancak Ezelî bir Kudret’in ve Sonsuz bir Hikmet’in eseri olabilir.

 

 

Vehim ve Tenbih:

Resul-i Ekrem’in herbir fiil ve herbir halinde sıdk lemaan eder. Fakat her fiili ve her hali hârika olmak lâzım değildir. Zira izhar-ı hârika tasdik-i müddea içindir. Hacet olmadığı veya münasib olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye mutâbaatla, kavanin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.

Ey birader!.. Şu Tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddemesi’nin taifesindendir. Nisyanın hatasıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri tut. İşte neticeye giriyoruz:

Bak ey birader! Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir. Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazet-ül kalb ve terbiyet-ül vicdan ve tedbir-ül cesed ve tedvir-ül menzil ve siyaset-ül medeniye ve nizamat-ül âlem ve fenn-ül hukuk ve saire… Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz’ ederek tenmiye ve tefri’ini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki; bu fünunun mecmuuna değil, belki ekalline onüç asır terakkiden sonra en medenî yerlerde en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde -bahusus o zamanda- olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni menedemiyor.

İşte fazl odur ki; a’da ona şehadet ede. Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî…

Evet onüç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakaikını muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş; hakikat-ı İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafayı terkik ve tahfif ediyor. Neam, vücud ve hal-i âlem buna şahiddir. Makale-i ûlâdaki mukaddematı nazara almak gerektir.

Vehim ve Tenbih:

Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür…

Elcevab:

Neam, lâ!.. Zira öyle bir fezleke ki: Hüsn-ü isabet ve mevki-i münasibde ve münbit bir zeminde istimal gibi.. sâbıkan mezkûr sair noktalar ile cam gibi mâverasından ıttıla-ı tâm ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden çıkarsa; birinin cehline ve ötekisinin ilmine bazı umûr-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delalet eder.

İşaret ve irşad ve tenbih:

Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve müvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da “Mukaddemat-ı isna aşer”den müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et! İşte:
Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünun, mürur-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mazide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin malûmu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de maziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta’ eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül etmişler… Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?

İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zamanın olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saadet olan adaya çık. İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki: Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev’-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: O şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümuvvü derecesinde tevessü’ edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev’-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.

Hâtime

Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri’den ve efkârın istidadları nisbetinde olan irşaddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur’anda üç nokta vardır:

Birincisi:

Kur’an’ın mâbih-il imtiyazı ve vuzuh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafîdir ki, vücud-u müteşabihat ve müşkilâttır.

İkincisi:

Şeriatın maksud-u hakikîsi olan irşad ve talime münafîdir ki, fünun-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.

Üçüncüsü:

Tarîk-ı Kur’an olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına imale edip, hilaf-ı vakıa ihtimalidir.

Ey birader!.. Tevfik Allah’tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta, tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’caz-ı Kur’an’ın en sadık şahidleridir. İşte:
Birinci noktaya cevab:

Zâten iki defa şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı Şâri’de ekall, eksere tâbidir. Zira avama müvecceh olan hitabı, havass fehm ve istifade ediyorlar. Bilakis olursa olamaz. İşte cumhur-u avam ise, me’luf ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve makulat-ı sırfeyi temaşa edemezler. Meğer mütehayyelatlarını dûrbîn gibi tevsit etseler… Fakat mütehayyelatın suretlerine hasr ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaikı görüyor. Meselâ: Kâinattaki tasarruf-u İlahîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler.

اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى

gibi… İşte hissiyat-ı cumhur şu merkezde olduklarından, elbette irşad ve belâgat iktiza eder ki: Onların hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşat ve ihtiram edilsin. İşte riayet ve ihtiram; ukûl-ü beşere karşı olan tenezzülat-ı İlahiye ile tesmiye olunur. Evet o tenezzülat, te’nis-i ezhan içindir. Onuncu Mukaddeme’ye müracaat et.

İşte bunun içindir ki: Hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dûrbîn vaz’ edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maânî-i amîka veya müteferrikayı bir suret-i sehl ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında istiarat-ı kesîreyi îrad ederler. Demek müteşabihat dahi, istiaratın en ağmaz olan kısmıdır. Zira en hafî hakaikın suver-i misaliyesidir.
Demek işkal ise mananın dikkatindendir, lafzın iğlakından değildir.

Ey mu’teriz! İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin bahusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakaikı, şöyle bir tarîk ile takrib etmek, acaba tarîk-i belâgat olan mukteza-yı halin mutabakatına muvafık ve makamın nisbetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol…

İkinci noktaya cevab:

İkinci Mukaddeme’de mufassalan geçmiştir. Âlemde meyl-ül istikmalin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin semeratı ve tecarüb-ü kesîre ile ve netaic-i efkârın telahukuyla teşekkül eden ve merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise; müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet müteahhirin in’ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vâbestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddeme olabilir.

Bu sırra binaendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin farazâ on asır evvel bir adam tefhim ve talimine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Meselâ, denilse idi: “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâni’in azametini bilesiniz.” Cumhur-u avam ise; hiss-i zahir veya galat-ı hissin sebebiyle hilaflarını zarurî bildikleri için ya tekzib veya nefislerine mugalata veya mahsûs olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. Teşviş ise; bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle; sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.

Tenbih:

Şu gibi mes’eleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zahir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi tasrih etmektir. Lâkin hîna ki hissin galatı bizim “mâ nahnü fih”imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise; ibham ve ıtlaktır. Tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikata telvih ve remz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasılki Şeriat-ı Garra öyle yapmıştır.

Yahu.. ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakikat böyle midir ki: Sen irşad-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi, irşada münafî ve mübayin tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemal olan şeyi noksan tahayyül edesin? Ya eyyühel hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki, ezhanı tağlit ve efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i’dadından ezhan müstaid olmadıkları için ukûle tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ.

كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ

bir düstur-u hikmettir. İstersen mukaddemata müracaat et… Bahusus Birinci Mukaddeme’de iyi tefekkür et!..

İşte bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına göstermek olan Üçüncü Nokta’ya cevab:
Birinci Mukaddeme’de tedebbür et, sonra bunu da dinle ki; Şâri’in irşad-ı cumhurdan maksud-u aslîsi: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyle ise: Kur’an’daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlal içindir. Cumhurun efhâmına göre san’atta zahir olan nizam-ı bedî’ ile nazzam-ı hakikî olan Sâni’-i Zülcelal’e istidlal etmek içindir. Halbuki san’atın eseri ve nizamı herşeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taalluk etmez.

Tenbih:

Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki; bazı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve istînas-ı efkâr için cumhurun mu’tekadat-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delalet etmek için değildir. Zira Kur’an, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki; o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatları ehl-i tahkika parmakla gösterir ve işaret eder. Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübin’in bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. Yani bazı âyâtı, ehavatının mâ-fiz-zamirlerini izhar eder. Öyle ise bazıları diğer bir ba’za karine olabilir ki; mana-yı zahirî murad değildir.

Vehim ve Tenbih:

Eğer istidlalin makamında denilse idi ki: Elektriğin acaibi ve cazibe-i umumiyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anasırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber suriye olan hareketini nazara alınız, tâ Sâni’i bilesiniz! İşte o vakit delil olan san’at, marifet-i Sâni’ olan neticeden daha hafî ve daha gamız ve kaide-i istidlale münafî olduğundan bazı zevahiri, efkâra göre imale olunmuştur. Bu ise: Ya müstetbe-üt terakib kabîlesinden veya kinaî nev’inden olduğu için medar-ı sıdk ve kizb olmaz. Meselâ:

قَالَ

lafzındaki elif eliftir. Aslı vav olsa, kâf olsa, ne olursa olsun tesir etmez.

Ey birader! İnsaf et… Acaba şu üç nokta-i itiraz cemi’ a’sarda cemi’ insanların irşadları için inzal olunan Kur’an’ın i’cazına en zahir delil değil midir? Evet..

وَالَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَش۪يرِ النَّذ۪يرِ وَ بَص۪يرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَ اَجَلُّ وَ اَجْلٰى وَ اَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَق۪يقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَ اَعْلٰى وَ اَنْزَهُ وَ اَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ

{1: Şu Arabiyy-ül ibare iki mezheb-i bâtılın reddine işarettir.}

Neam.. hayalin ne haddi vardır ki; nurefşan olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin. Evet, mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdktır. Hak ise, tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir.

​— · ⁖ · —

Kur’an-ı Kerim’in i’câzını (mu’cizeliğini) inkâr veya tenkit niyetiyle ortaya atılan üç esaslı şüpheye (şübehat ve şükûk) karşı verilen son derece hikmetli ve derûnî cevapları ihtiva etmektedir.
Bu metin, mezkûr üç tenkit noktasının, zannedildiği gibi bir noksanlık veya zâfiyet değil, bilakis Kur’an’ın i’câzının (beşer takatinin fevkinde olmasının) ve belâgatının (yerine, muhatabına ve maksada en uygun sözü söyleme sanatının) en parlak isbatları olduğunu tafsilatlı bir surette ortaya koymaktadır.

Konunun İzahı: Üç Şüphe ve İ’câz Delillerine Dönüşmesi
Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul (evrensel) irşadına karşı yöneltilen üç temel tenkit ve bu tenkitlerin nasıl birer mu’cize nişanı olduğuna dair izahat şöyledir:
Birinci Nokta: Müteşâbihat ve Belâgat
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın en mühim vasfı, beyanındaki vuzuh (açıklık) ve belâgattır. Hal böyleyken, içinde müteşâbihat (manası kapalı, birden çok manaya gelebilen, teşbihli ve temsili) ayetlerin bulunması, iddia edilen bu vuzuh ve belâgata aykırı (münafî) değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu bir noksanlık değil, ayn-ı belâgattır.
• Belâgatın Tarifi: Belâgat, “mukteza-yı hale mutabakat”tır. Yani, sözü, muhatabın durumuna, seviyesine ve maksadın icabına tam uygun olarak söylemektir.
• Muhatap Kitle: Kur’an, sadece yüksek seviyeli âlimlere (havass) değil, aynı zamanda beşeriyetin ekseriyetini teşkil eden cumhur-u avama (genel halk tabakasına) da hitap eder.
• Avamın İdrak Seviyesi: Avam tabakası, hakaik-i mücerredeyi (soyut, manevî hakikatleri) doğrudan idrak edemez. Onların zihinleri, alıştıkları ve gördükleri mütehayyelat (hayalî, somut tasvirler) ve me’lufat (alışılmış şeyler) ile çalışır.
• Tenezzülât-ı İlahiye: İşte Cenâb-ı Hak, bu kullarına olan sonsuz rahmet ve hikmetiyle, onların zihinlerini ürkütmemek (te’nis-i ezhan) için “tenezzülât-ı İlahiye” ile muamele eder. Yani, o pek yüce ve mücerred hakikatleri, avamın anlayabileceği somut misaller, teşbihler ve temsiller (metaforlar) suretinde onlara takdim eder.
• Misal: Metinde zikredildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki sonsuz tasarrufunu (hâkimiyetini) idrak edemeyen birine, bu hakikati, bir sultanın tahtındaki (serir-i saltanatındaki) tasarrufu suretinde göstermek bir takrib (yaklaştırma) sanatıdır. “اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى” (Allah Arş’a istivâ etti) ayeti bu kabildendir.
• Netice: Müteşâbihat, avamın nazarında bir dürbîn (dürbün) vazifesi görür; o somut suretten geçerek asıl mücerred hakikati görmelerini temin eder. En derin hakikatleri, en basit bir zihne dahi hissettirebilmek, belâgatın noksanı değil, tam aksine kemâlidir.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Müteşâbihatın Varlığı ve Hikmeti:
“Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun (âyetlerinin) bir kısmı muhkemlerdir ki; bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kendilerine göre) yorumlamak için müteşâbih olanlara uyarlar. Oysa onun yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)
• İzah: Bu ayet, müteşâbihatın varlığını ve buna karşı iki farklı tavrı (fitne arayanlar ve ilimde derinleşenler) açıkça belirtir.
• Misal Getirme Sanatı (Temsil):
“Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisineği ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirlere gelince, ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçok kimseyi de doğru yola iletir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara, 2/26)
• İzah: Bu ayet, Allah Teâlâ’nın, hakikati vazıh kılmak için en basit varlıkları dahi misal (temsil) olarak kullanmaktan çekinmediğini, bunun da hikmet gereği olduğunu gösterir.
İkinci Nokta: Kevnî İlimler (Fünun) ve İrşad
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın asıl maksadı irşad (doğru yolu gösterme) ve talim (öğretme) ise, neden fünun-u ekvanda (kâinat ilimlerinde, tabiat bilimlerinde) tafsilata girmemiş, bu konularda ibham (kapalılık, müphemlik) ve ıtlakat (genel ifadeler) kullanmıştır? Bu durum, irşad maksadına aykırı değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu durum noksanlık değil, ayn-ı irşad ve hikmettir.
• Kur’an’ın Aslî Maksadı: Kur’an bir fen (bilim) kitabı değil, bir hidayet kitabıdır. Onun gayesi, insanlara fizik, kimya veya astronomi dersi vermek değil, onlara Hâlık’larını (Yaratıcılarını) ve ubûdiyet (kulluk) vazifelerini talim etmektir.
• İlimlerin Yapısı (Doğası): Fünun (ilimler), terakki (ilerleme), tedric (derece derece gelişme) ve telahuk-u efkâr (fikirlerin birikimli olarak birbirini takip etmesi) ile teşekkül eder. Bugünkü bir ilmî hakikat (mesela arzın hareketi, mikropların varlığı), asırlar önce bedihiyat-ı hissiyenin (duyularla elde edilen ve doğruluğu apaçık kabul edilen bilgilerin) tam zıddı idi.
• Hikmet-i İrşad: Eğer Kur’an, 14 asır önce, insanların “gözleriyle gördükleri” hakikatlerin (güneşin döndüğü, arzın sabit olduğu) zıddını sarahaten (açıkça) söyleseydi; bu durum teşviş-i ezhan (zihinleri karıştırmak) ve safsata (mugalata) olarak algılanırdı. İnsanlar, asıl olan hidayet mesajını (Tevhid, Nübüvvet, Haşir) kabul etmeden önce, o gün isbatı mümkün olmayan bu ilmî detaylarda boğulur ve inkâra saparlardı.
• Düstur: Hikmetli irşadın düsturu şudur: “كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ” (İnsanlara akıllarının seviyesine/kapasitesine göre konuşunuz).
• Netice: Kur’an, bu ilmî hakikatleri inkâr etmemiş; fakat ibham (kapalılık) perdesiyle örtmüş, ıtlak (genel) ifadeler kullanmış ve o ifadelerin derûnuna (içine) remz (işaret) ve îma ile ehl-i tahkik için kapılar açmıştır. Bu, hem avamı teşvişten korumuş hem de havassı (âlimleri) o remizlerden istifadeye davet etmiştir. Bu da belâgatın ve irşadın zirvesidir.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Kur’an’ın Aslî Gayesi (Hidayet):
“Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet rehberidir.” (Bakara, 2/2)
“(Bu,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrâhîm, 14/1)
• İzah: Ayetler, Kur’an’ın bir fen kitabı değil, bir “hidayet rehberi” (hüden) olduğunu net olarak ortaya koyar.
• İlmî Hakikatlere Remz (İşaret):
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47)
• İzah: “Genişletmekteyiz” (lâ mûsiûn) tabiri, 14 asır sonra keşfedilen evrenin genişlemesi hakikatine açık bir remizdir.
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir hâlde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ, 21/30)
• İzah: Göklerin ve yerin “bitişik” (ratkan) olup “ayrılması” (fetkanâ), modern kozmolojinin “Büyük Patlama” (Big Bang) nazariyesine kuvvetle işaret eder.
Üçüncü Nokta: Zâhirî İfadeler ve Aklî Delil
• Şüphe (Vehim): Kur’an’ın yolu tahkik (hakikati araştırma) ve hidayet iken, neden bazı zâhirî (dış, lafzî) ifadeleri, delil-i aklînin (aklî isbatın) veya vakıanın (gerçeğin) hilafına (zıddına) imale (meylettirilmiş) görünmektedir? (Mesela Güneş’in “akıp gitmesinden” bahsetmesi gibi). Bu durum, hakikate aykırı değil midir?
• Cevap (Hakikat): Bu durum, hakikate aykırı olmak şöyle dursun, istidlal (delil getirme) metodunun ve mantık kaidesinin tam gereğidir.
• İstidlal Kaidesi: Mantıkta “delil, müddeadan (iddia edilen şeyden) daha açık (evzah) ve daha malûm (bilinir) olmalıdır.”
• Kur’an’ın Maksadı: Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi (zikr-i ekvan), istitradîdir (asıl konu arasında yeri gelmişken bahsedilen ikincil konudur). Asıl maksat, kâinattaki san’atı ve nizamı (düzeni) gösterip, o nizamdan Nazzâm-ı Hakikî olan Sâni’-i Zülcelal’e (Yaratıcı’ya) istidlal etmek, yani O’nun varlığını ve birliğini isbat etmektir.
• Muhatabın Durumu: O günün insanı için “Sâni’in (Yaratıcının) varlığı” müddea (isbatlanacak iddia) idi, yani meçhul (bilinmeyen) veya şüpheli idi. Arzın döndüğü, güneşin sabit olduğu ise bütün bütün meçhul ve hissin hilafına (duyunun zıddına) bir iddia idi.
• Batıl İstidlal: Eğer Kur’an deseydi ki: “Ey insanlar! Bakın, arz dönüyor ve güneş sabittir (o gün için en hafî/gizli mesele); öyleyse (bu bilinmeyen şeye dayanarak) bilin ki, Allah vardır (diğer bilinmeyen).” Bu, delili müddeadan daha hafî (gizli) kılmak olurdu ki, bu bâtıl bir istidlal yoludur.
• Doğru İstidlal: Kur’an ise şöyle der: “Ey insanlar! Gözünüzle gördüğünüze bakın: Güneş (size göre) akıp gidiyor, gece gündüz peş peşe geliyor. Bu gördüğünüz nizam ve san’at, bir Nazzâm’ı (Düzenleyici’yi) gösterir.”
• Netice: Kur’an, maksad-ı aslî olan Sâni’in isbatı için, delil olan nizamı, cumhurun hissine ve hissî telakkilerine (duyusal kabullerine) göre imale ederek (o yöne meylettirerek) ifade etmiştir. Bu, o ifadenin hakikatinin o olduğunu tasdik etmek değil, o görünen nizamı delil olarak kullanmaktır. Bu, müstetbe-üt terakib (cümlenin yapısından anlaşılan dolaylı mana) veya kinaî (üstü kapalı söz) kabîlindendir; sıdk (doğruluk) ve kizb (yalan) ile vasıflanamaz. Tıpkı “Güneş doğdu” demek gibi.
• Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler (TDV Meali):
• Görünen Nizamı Delil Getirme:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
• İzah: Ayet, Sâni’in varlığına delil olarak, o günkü insanların gözlemledikleri (nazar ettikleri) ve malûmları olan nizamı (gece-gündüz, gemi, yağmur, rüzgâr) delil getirir.
• Görünüşe Göre İfade (İmale):
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn, 36/38)
• İzah: Burada insanların gözlemlediği (Güneş’in akışı) zikredilerek, bu görünen düzenin bir “Takdir-i Aziz-i Alîm” (Allah’ın takdiri) olduğu belirtilir. Maksat astronomi dersi değil, bu nizamdan Sâni’e intikaldir.
• Hakikate İşaret (Remz):
“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 36/40)
• İzah: İki ayet sonra, “her biri” (küllün fî felekin) diyerek, sadece Güneş’in değil, Ay’ın ve (zımnen) Arz’ın da bir “felek”te (yörüngede) “yüzdüğüne” (yesbehûn) işaret ederek, ehl-i tahkike hakikatin kapısını açar.

Netice-i Kelâm
İktibas edilen metnin tamamı, bu üç noktanın (Müteşâbihat, Fünundaki İbham, Zâhirî İfadeler) Kur’an-ı Kerim için bir noksanlık değil, bilakis onun ayn-ı i’câzı (mu’cizeliğinin ta kendisi), ayn-ı belâgatı (fesahatin zirvesi) ve ayn-ı hikmeti (hikmetin ta kendisi) olduğunu isbat etmektedir.
Zira Kur’an, beşerî bir kelâm gibi sadece bir asra veya bir zümreye değil; bütün asırlara ve bütün insan tabakalarına (avamdan havassa) aynı anda hitap eden, cihan şümul ve ebedî bir Kelâm-ı Ezelî’dir. Bu üç nokta, bu cihan şümul irşadın nasıl mu’cizâne bir surette yapıldığının en parlak delilleridir.

 

Beşinci Meslek

Marufe ve meşhure olan havarik-ı zahire ve mu’cizat-ı mahsusedir. Siyer ve tarihin kitabları onlar ile meşhundur. Ülema-yı kiram (Cezahümüllahu hayran) hakkıyla tefsir ve tedvin etmişlerdir. Malûmun talimi lâzım gelmemek için biz tafsilinden kat’-ı nazar ettik.

İşaret:

Şu havarık-ı zahirenin herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir, mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır. O havarık birkaç nev’ üzerindedir. İşte:

Bir nev’i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır Peygamber’den (A.M.) istifade ve istifaza ederek, keramet sahibi olduğundan, kalb-i hassasından hiss-i kabl-el vukua binaen irhasatla Fahr-i Âlem’in geleceğini ihbar etmiştir.

Bir nev’i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıdlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.

Bir kısmı dahi: Tahaddi vaktinde izhar olunan havarik-ı hissiyedir. Bine karib ta’dad olunmuştur. Demek söylediğimiz gibi herbir ferdi, âhâdî de olursa mecmuu mütevatir-i bilmanadır.

Birisi: Mübarek olan parmaklarından suyun nebeanıdır. Güya maden-i sehavet olan yed-i mübarekesinden maye-i hayat olan suyun nebeanıyla menba-ı hidayet olan lisanından, maye-i ervah olan zülâl-i hidayetin feveranını hissen tasvir ediyor.

Biri de: Tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvandır. Güya hidayetindeki hayat-ı maneviye, cemadat ve hayvanata dahi sirayet ederek nutka getirmiştir.

Biri de: İnşikak-ı Kamer’dir. Güya kalb-i sema hükmünde olan Kamer, mübarek olan kalbiyle inşikakta bir münasebet peyda etmek için sine-i saf ve berrakını mübarek parmağın işaretiyle iştiyakan şakk u çâk etmiştir.

Tenbih:

İnşikak-ı Kamer mütevatir-i bilmanadır.

وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ

olan âyet-i kerime ile sabittir. Zira hattâ Kur’an’ı inkâr eden dahi, bu âyetin manasına ilişmemiştir. Hem de ihtimal vermeye şâyan olmayan bir tevil-i zaîften başka tevil ve tahvil edilmemiştir.

Vehim ve Tenbih:

İnşikak, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem şu zaman gibi âsumana adem-i tarassud, hem vücud-u sehab, hem ihtilaf-ı metali’ cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir. Hem de hem-matla’ olanlarda sabittir ki, görülmüştür. Birisi ve en birincisi ve en kübrası olan Kur’an-ı Mübin’dir. İşte sâbıkan bir nebzesine îma olunan yedi cihetle i’cazı müberhendir. İlââhirihî… Sair mu’cizatı kütüb-ü mutebereye havale ediyorum.
Hâtime

Ey benim kelâmımı mütalaa eden zevat! Geniş bir fikir ile ve müteyakkız bir nazar ile ve müvazeneli bir basiretle mecmu-u kelâmımı yani mesalik-i hamseyi muhit bir daire veya müstedir bir sur gibi nazara alınız, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetine merkez gibi temaşa ediniz. Veyahut sultanın etrafına halka tutmuş olan asakir-i müteavinenin nazarıyla bakınız! Tâ ki bir taraftan hücum eden evhamı, mütecavibe ve müteavine olan cevanib-i saire def’ edebilsin. İşte şu halde Japonların suali olan

مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ اْلاِلٰهِ الَّذ۪ى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ

ye karşı derim: İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…

İşaret ve irşad ve tenbih:

Vakta kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat canibinden müstantık ve sâil sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, istikbale teveccüh eden nev’-i beşerin talîalarına rastgelmiş; birden fenn-i hikmet şöyle bir takım sualleri îrad etmiş ki: “Ey insan evlâdları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle? Ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz nereden? Ve müntehanız nereyedir?” O vakit nev’-i beşerin hatib ve mürşid ve reisi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat canibinden gelen fenn-i hikmete şöyle cevab vermiştir ki: “Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i mevcudat, Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu hulle-i vücudu bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet olan istidadatı veren, cemi’-i evsaf-ı kemaliye ile muttasıf ve Vâcib-ül Vücud olan Hâkim-i Ezel’dir. Biz maaşir-i beşer dahi, şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra birden ebede müteveccihen şehristan-ı ebed-ül âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.

İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!..”

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nda Peygamber Efendimiz’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) nübüvvetinin isbatına dair “Beşinci Meslek” olarak zikredilen Mucizat-ı Mahsuse ve Havarık-ı Zahire bahsidir. Bu bölümde, Efendimiz’in (A.S.M.) peygamberliğini tasdik eden harikulâde haller ve hissi mucizeler tafsilatlı bir nazarla ele alınmaktadır.

Giriş: Beşinci Meslek’in Mahiyeti
Metnin başında ifade edildiği gibi, nübüvvetin isbatında “Beşinci Meslek”, bizzat Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) zâtında ve elinde zahir olan, siyer ve tarih kitaplarının teferruatıyla kaydettiği harikulâde haller, yani mucizelerdir.
Bu mucizeler, O’nun (A.S.M.) davasında sadık olduğunun ve doğrudan doğruya Kâinatın Hâlıkı (C.C.) tarafından vazifelendirildiğinin en zahirî ve en kat’î delilleridir. Bir padişahın elçisinin, o padişahın hususi mührünü veya alametini taşıması gibi, Peygamber Efendimiz (A.S.M.) de Hâlık-ı Kâinat’ın “tasdik mührünü”, yani O’nun (C.C.) kudretine mahsus olan harikulâde fiilleri göstermiştir.

1. Mucizelerin İsbat Kuvveti: Tevatür-ü Manevî
Metninizde zikredilen en mühim noktalardan biri, bu mucizelerin isbat kuvvetidir.
• Tasnif: Metin, “herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir” buyurur. Yani, tek tek her bir mucize hadisesi (mesela bir hurma kütüğünün inlemesi veya bir avuç yemeğin yüzlerce kişiyi doyurması), rivayet ilmi açısından âhadî (tekil raviler zinciriyle gelen) olabilir.
• Katiyet: Lakin, “mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır.”
• Müradifi (İzahı): Tevatür-ü bilmana (manevî tevatür), bir hadisenin lafzen birebir aynı olmasa da, manasının ve vuku bulduğunun yalan üzerine ittifak etmesi aklen imkânsız olan bir cemaat tarafından kat’î surette nakledilmesidir.
Misal olarak: “Peygamberimiz (A.S.M.) az yemeği bereketlendirerek çok kişiyi doyurmuştur.” haberi, belki yirmi farklı ve zayıf hadisle gelmiştir. Ancak bu yirmi rivayetin hepsi birden aynı manayı (bereket mucizesini) teyit ediyorsa, bu rivayetler birbirini kuvvetlendirir ve hadisenin cinsi (bereket mucizesi) mütevatir-i bilmana derecesine çıkar. Tek tek iplikler zayıf olsa da, bir araya geldiklerinde kopmaz bir halat teşkil ederler.
Metniniz, bu mucizelerin bine karib (bine yakın) olduğunu zikrederek, bu mucize “halatının” ne kadar kuvvetli olduğunu ifade eder.

2. Mucizatın Nevileri (Çeşitleri)
Metin, bu bin’e yakın mucizeyi üç ana başlıkta tasnif etmektedir:

A. İrhasat-ı Mütenevvia (Çeşitli İrhasat)
• Müradifi (İzahı): İrhasat, peygamberlik vazifesi verilmeden evvel zuhur eden harikulâde hallerdir. Bunlar, o zâtın gelecekteki büyük vazifesine bir “hazırlık” ve “işaret” mahiyetindedir.
• Metnin Yorumu: Metin, bu hadiseleri sadece Efendimiz’in (A.S.M.) şahsıyla sınırlı tutmaz. Güya bütün bir asrın, O’nun (A.S.M.) gelişini “hiss-i kabl-el vuku” (olaydan önce hissetme) ile haber verdiğini, o asrın O’ndan (A.S.M.) istifade ederek keramet sahibi olduğunu beyan eder. Bu, O’nun (A.S.M.) nurunun, daha dünyaya teşrifinden evvel kâinata tesir ettiğini gösterir.

B. İhbarat-ı Gaybiye (Gaybdan Haber Vermeler)
• Müradifi (İzahı): Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) ne maziden (geçmişten) ne de istikbalden (gelecekten) haberi olmadığı halde, Vahy-i İlahî ile bildirmesi neticesinde verdiği haberlerdir.
• Metnin Yorumu: Metin, bu durumu O’nun (A.S.M.) “tayyar olan ruh-u mücerredi”nin (uçucu, maddeden mücerred ruhunun) zaman ve mekân kayıtlarını kırıp mazi ve müstakbeli temaşa etmesi şeklinde tasvir eder. Bu, O’nun (A.S.M.) ruhunun, vazifesi icabı, madde âleminin kayıtlarından âzâde kılındığını gösterir.
• Ayet ile Misal (İstikbal): Kur’an-ı Kerim, O’nun (A.S.M.) lisanıyla Rumların (Bizans) yakın bir zamanda Farslara (Sasaniler) galip geleceğini, Müslümanların da o gün sevineceğini haber vermiştir:
$ {غُلِبَتِ الرُّومُ ﴿٢﴾ ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ ﴿٣﴾ ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ ﴿٤﴾}$
Meali: “Romalılar (Rumlar) yenilgiye uğradı. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir (mutlak hükümranlık) Allah’ındır. O gün mü’minler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.” (Rum, 30/2-4)

C. Havarık-ı Hissiye (Hissî Mucizeler)
• Müradifi (İzahı): Tahaddi (meydan okuma) vaktinde, inkârcıların talebi veya bir ihtiyaca binaen, insanların hisleriyle (göz, kulak vb.) müşahede ettikleri harikulâde hallerdir. Metin, bu neviden üç mühim misal zikreder:
• Parmaklarından Suyun Nebeanı (Akması): Metin, bu hadiseyi sadece fizikî bir mucize olarak değil, manevî bir tasvir olarak da izah eder:
• O’nun (A.S.M.) mübarek eli, “maden-i sehavet” (cömertlik kaynağı)dır.
• O elden maye-i hayat (hayat mayası) olan suyun akması; O’nun (A.S.M.) mübarek lisanının “menba-ı hidayet” (hidayet pınarı) olduğunu ve o lisandan maye-i ervah (ruhların mayası/hayatı) olan “zülâl-i hidayet”in (saf hidayet suyunun) aktığını hissen tasvir eder. Yani maddi mucize, manevî hakikate işaret eder.
• Tekellüm-ü Şecer ve Hacer (Ağaç ve Taşın Konuşması):
• Metnin Yorumu: O’nun (A.S.M.) getirdiği hidayetin verdiği “hayat-ı maneviye” (manevî hayat), sadece insanlara ve cinlere değil, cemadat (cansız varlıklar) ve hayvanata dahi sirayet etmiş, onları nutka getirmiştir. Bu, O’nun (A.S.M.) risaletinin ne kadar cihan şümul (evrensel) olduğunu gösterir.
• İnşikak-ı Kamer (Ay’ın Yarılması): Metnin üzerinde en çok durduğu hissî mucizedir.

3. İnşikak-ı Kamer ve Ayet Delili
Metin, bu mucizenin mütevatir-i bilmana olduğunu ve Kur’an ayetiyle sabit olduğunu vurgular.
• Ayet: Metnin zikrettiği (وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ) ifadesinin geçtiği ayet-i kerime şöyledir:
$ {اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ﴿١﴾}$
Meali: “Saat yaklaştı, ay yarıldı.” (Kamer, 54/1)
• Metnin Yorumu (Tasvir): Bu hadise, sadece Kureyş’e bir delil değil, kâinat çapında bir tasdiktir. Metin bunu şöyle tasvir eder: “Kalb-i sema hükmünde olan Kamer” (Göğün kalbi hükmündeki Ay), Efendimiz’in (A.S.M.) “mübarek olan kalbiyle” bir münasebet peyda ederek, O’nun (A.S.M.) parmağının işaretiyle “sine-i saf ve berrakını” (saf ve berrak göğsünü) iştiyakla (özlemle) “şakk u çâk etmiştir” (yarıp parçalamıştır).
• Vehim ve Tenbih (Şüpheye Cevap): Metin, “Neden bütün dünya bu hadiseyi görmedi?” şeklindeki felsefî bir tenkide (eleştiriye) cevap verir. Görmenin lazım gelmemesinin sebepleri:
• Âni olması (çok kısa bir sürede gerçekleşmesi).
• Gece ve vakt-i gaflet olması (insanların uykuda veya meşgul olması).
• Adem-i tarassud (O zamanlar astronomik gözlem alışkanlığının yaygın olmaması).
• Vücud-u sehab (Bulutların varlığı, manî olması).
• İhtilaf-ı metali’ (Ay’ın doğuş vakitlerinin ve saat dilimlerinin farklı olması. Bir yerde gece iken, diğer yerde gündüz olması).

4. Mucizelerin En Kübrası: Kur’an-ı Mübin
Metin, hissî mucizeleri saydıktan sonra “en birincisi ve en kübrası” (en büyüğü) olan Kur’an-ı Mübin’e (Apaçık Kur’an) işaret eder.
Diğer mucizeler, o asırda yaşayanlara hitap eden hissî ve muvakkat (geçici) delillerdi. Kur’an ise, akla hitap eden, manevî ve ebedî bir mucizedir. Onun mucizeliği (i’cazı) metinde “yedi cihetle müberhendir (isbatlıdır)” şeklinde ifade edilir. Bu yedi cihet, Risale-i Nur’un başka bahislerinde (bilhassa 25. Söz’de) tafsil edilir (Lafzındaki belagatı, manasındaki derinliği, gaybî ihbaratı, ilmî hakikatleri, içtimaî ve hukukî nizamı vb.).
• Ayet ile Tahaddi (Meydan Okuma): Kur’an’ın mucizeliğinin delili, tahaddi etmesi, yani inkârcılara “Eğer şüpheniz varsa, haydi bir benzerini getirin” diye meydan okumasıdır:
$ {وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٢٣﴾}$
Meali: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (Bakara, 2/23)
Hâtime ve İşaret: Nübüvvetin Küllî Manası
Metnin sonundaki “Hâtime” ve “İşaret” kısımları, bu Beşinci Meslek’in ve diğer dört mesleğin (Peygamberlik delillerinin) gayesini ortaya koyar:
• Müdafaa Metodu (Hâtime): Tüm bu deliller (mesalik-i hamse), tek başlarına değil, “mecmu-u kelâmı” yani bir bütün olarak ele alınmalıdır. Bir “daire” veya “sur” gibi, Hz. Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetini merkeze alıp O’nu (A.S.M.) müdafaa ederler. “Asakir-i müteavine” (birbirine yardım eden askerler) gibi, bir taraftan hücum eden şüpheleri (evhamı), diğer cephedeki deliller def’ eder.
• Allah’ın Varlığına Delil Olması (Hâtime): Japonların suali (مَا الدَّل۪يلُ الْوَاضِحُ… “Sizin bizi davet ettiğiniz İlah’ın varlığına dair açık delil nedir?”) sorusuna verilen cevap, felsefî bir isbat değil, canlı bir bürhandır: “İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm…”
• Çünkü böyle bir zât (A.S.M.), ancak böyle bir Allah’ın (C.C.) Resûlü olabilir. O’nun (A.S.M.) ahlakı, getirdiği nizam, gösterdiği mucizeler ve O’nu (A.S.M.) tasdik eden Kur’an, kendisini gönderen Sâni’in (C.C.) varlığına ve kemal sıfatlarına en büyük delildir.
• Beşeriyetin Suallerine Cevap Olması (İşaret): Metnin sonundaki temsilde:
• Fenn-i Hikmet (Bilim ve Felsefe): Kâinat namına insana en temel sualleri sorar: “Nereden geliyorsunuz? (Mebdeiniz neresi?)”, “Ne edeceksiniz? (Vazifeniz nedir?)”, “Nereye gideceksiniz? (Müntehanız neresidir?)”.
• Muhammed (A.S.M.): Beşeriyetin hatibi olarak, Hükûmet-i Hilkat (Yaratılış Hükümeti) namına bu felsefî suallere yegâne kat’î cevabı verir:
• Nereden? “Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz.” (Biz tesadüfen gelmedik, memuruz).
• Ne Edeceksiniz? “Şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz.” (Hayatın gayesi, ebedî saadeti kazanmaktır).
• Nereye? “Ebede müteveccihen şehristan-ı ebed-ül âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.” (Yolculuk, cismanî dirilişe doğrudur).
Sonuç olarak bu “Beşinci Meslek”, sadece hissî mucizeleri saymakla kalmaz; bu mucizelerin manevî tevatür kuvvetini, sembolik manalarını ve en nihayetinde bu mucizelerin sahibi olan Zât’ın (A.S.M.), kâinatın en büyük suallerine cevap veren yegâne mürşid ve Allah’ın (C.C.) varlığına en parlak delil olduğunu isbat eder.

 

Üçüncü Maksad

Haşr-i cismanîdir. Evet, hilkat onsuz olmaz ve abestir. Neam, haşir haktır ve doğrudur. Bürhanın en vâzıhı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Mukaddeme

Kur’an-ı Mübin, haşr-i cismanîyi o derece izah etmiştir ki; edna bir şübheyi bırakmamış. İşte biz de kuvvetimize göre onun berahinini bir derece tefsir için birkaç makasıd ve mevakıfına işaret edeceğiz.

Birinci Maksad:

Evet kâinattaki nizam-ı ekmel, hem de hilkatteki hikmet-i tâmme, hem de âlemdeki adem-i abesiyet, hem de fıtrattaki adem-i israf, hem de cemi’ fünun ile sabit olan istikra-i tâmm, hem de yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere, hem de istidad-ı beşerin cevheri, hem de insanın lâ-yetenahî olan âmâli, hem de Sâni’-i Hakîm’in rahmeti, hem de Resul-i Sadık’ın lisanı, hem de Kur’an-ı Mu’ciz’in beyanı; haşr-i cismanîye sadık şahidler ve hak ve hakikî bürhanlardır.
Mevkıf ve İşaret:

1- Evet saadet-i ebediye olmazsa nizam, bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Cemi’ maneviyat ve revabıt ve niseb, hebaen gider. Demek nazzamı, saadet-i ebediyedir.

2- Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinattaki riayet-i mesalih ve hikem ile mücehhez olduğundan, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Zira saadet-i ebediye olmazsa, kâinatta bilbedahe sabit olan hikem ve fevaide karşı mükâbere edilecektir.

3- Neam, akıl ve hikmet ve istikra’ın şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeye işaret, belki delalet eder. Zira adem-i sırf, herşeyi abes eder.

4- Evet fıtratta, ezcümle âlem-i suğra olan insanda, fenn-i menafi’-ül a’zânın şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösterir ki: İnsanda olan istidadat-ı maneviye ve âmâl ve efkâr ve müyulatının adem-i israfını isbat eder. O ise, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu ilân eder.

5- Evet öyle olmazsa umumen kurur, hebaen gider. Feya lil’aceb!. Bir cevher-i cihanbahanın kılıfına nihayet derece dikkat ve itina edilirse, hattâ gubarın konmasından muhafaza edilirse, nasıl ve ne suretle o cevher-i yegâneyi kırarak mahvedecektir? Kellâ!.. Ona itina, onun hatırası içindir.

6- Evet sâbıkan beyan olunduğu gibi cemi’ fünunla hasıl olan, istikra-i tâmla sabit olan intizam-ı kâmil, o intizamı ihtilâlden halâs eyleyen ve tekemmül ve ömr-ü ebedîye mazhar eden haşr-i cismanînin sadefinde olan saadet-i ebediyeyi bizzarure iktiza eder.
7- Evet, saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra kıyamet dahi o destgâhtan çıkacağını haber veriyorlar. Evet insanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; bütün ezmanı yutsa tok olmaz. Sair enva’ın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir. Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i nev’iye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye remz ve işaret, belki şehadet eder.

8- Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur istidadatında mündemiç olan gayr-ı mahdud olan kabiliyattan neş’et eden müyulattan hasıl olan lâ-yetenahî âmâlinden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvuratı; mâvera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış ve medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur.

9- Neam, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmeti ise; cemi’ niamı nimet eden ve nıkmetlikten halâs eden ve kâinatı firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan halâs eyleyen saadet-i ebediyeyi nev’-i beşere verecektir. Zira şu herbir nimetin reisi olan saadet-i ebediyeyi vermezse, cemi’ nimetler nıkmete tahavvül ederek, bizzarure ve bilbedahe ve umum kâinatın şehadetiyle sabit olan rahmeti inkâr etmek lâzım gelir.

İşte ey birader!.. Mütenevvi olan nimetlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîyi nazara al! Nasıl o muhabbet, en büyük musibet olur! Demek hicran-ı ebedî, muhabbete karşı çıkamaz. İşte saadet-i ebediye, o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.

10- Neam, sâbık olan beş mesleği ile sıdk ve hakkaniyeti müberhen olan Peygamberimizin lisanı, haşr-i cismanînin definesindeki saadet-i ebediyenin anahtarıdır.

11- Neam, yedi cihetle onüç asırda i’cazı musaddak olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve fettahıdır ve besmelekeşidir.

İkinci Maksad:

Kur’an’da işaret olunan haşre dair iki delilin beyanındadır. İşte, Nahu Bismillahirrahmanirrahîm

* * *

Bu risalenin müellifi Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu risalenin te’lifinden 30 sene sonra te’lif ettiği Risale-i Nur Külliyatından “Dokuzuncu Şua”ın başında diyor ki:

“Latif bir inayet-i Rabbaniyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said yazdığı tefsir mukaddemesi “Muhakemat” namındaki eserin âhirinde, “İkinci Maksad: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. Nahu Bismillahirrahmanirrahîm” deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîmime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.”

​— · ⁖ · —

Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin “Eski Said” devresi eserlerinden olan Muhakemat’ın “Unsuru’l-Akîde” bölümünde yer alan “Üçüncü Maksad”dır. Bu metin, haşr-i cismanî (cesetlerin diriltilmesi) akidesinin zaruretini ve hakkaniyetini on bir esas üzerinden isbat etmeye çalışan bir “icmal” yani hülasa mahiyetindedir.

Giriş: Haşr-i Cismanînin Hilkatteki Yeri
Üstad Hazretleri, haşr-i cismanîyi “hilkat onsuz olmaz ve abestir” diyerek, onu kâinatın varlık sebebinin merkezine yerleştirir. Eğer haşir, yani ahiret hayatı olmasa, bütün bu muazzam kâinat nizamı manasız, gayesiz ve abes (boş, lüzumsuz) bir hale düşer. Bu davanın en vâzıh (açık) bürhanının (delilinin) ise Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu beyan eder. Zira O’nun (SAS) getirdiği din ve haber verdiği hakikatler, kâinatın manasını izah eden yegâne nurdur.
Metinde zikredilen on bir “sadık şahidler ve hak ve hakikî bürhanlar”ı, kâinatın nizamından, insanın fıtratından, İlahî sıfatlardan ve naklî delillerden hareketle şu ana başlıklar altında tahlil edebiliriz:

1. Kâinattaki Nizam, Hikmet ve Gayelilik (İşaret: 1, 2, 3, 6)
Metin, kâinattaki nizam-ı ekmel (en mükemmel düzen), hikmet-i tâmme (tam ve eksiksiz hikmet) ve adem-i abesiyet (abesiyete, manasızlığa yer olmaması) üzerine bina edilmiştir.

İzahı:
Kâinata nazar ettiğimizde (baktığımızda), atomlardan galaksilere kadar her şeyin hassas bir Mîzan (ölçü) ve intizam içinde hareket ettiğini görürüz. Bu nizam, varlıkların bir gayeye hizmet ettiğini gösteren bir hikmeti ihtiva eder. Metnin ifadesiyle, eğer bu muazzam nizamın neticesi bir saadet-i ebediye (ebedî mutluluk) olmazsa, bütün bu düzen “bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır.” Yani, geçici, çürük ve aldatıcı bir görüntüden ibaret olur. Bütün manevî bağlar (revabıt) ve nisbetler “hebaen gider” (boşa gider).
Zira kâinatta varlığı bilbedahe sabit (apaçık ortada) olan hikmet ve faydalar, ancak ebedî bir hayata namzet (aday) olduklarında gerçek kıymetini bulur. Aksi takdirde, en kıymetli varlık olan insanın, en aşağı bir varlıktan daha bedbaht bir akıbete uğraması, kâinattaki bu şaşmaz hikmete ve adalete aykırı düşer.
Müradifler (Alakalı Kavramlar):
Gaye-i Hilkat (Yaratılışın Gayesi), Sırr-ı Tenzim (Düzenin Sırrı), Mîzan (Denge), Adalet-i Mutlaka (Mutlak Adalet), Sünnetullah (Allah’ın tabiatta işleyen kanunları).

Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Adem-i Abesiyet:
“Biz, göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!” (Sâd 38/27)
• Hikmet ve Gaye:
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115)
• Adalet ve Haşrin Bağlantısı:
“Yoksa biz, iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?” (Sâd 38/28)

2. Fıtrattaki İktisat ve İnsanın Cevheri (İşaret: 4, 5)
Metin, fıtrattaki adem-i israf (tabiattaki israfsızlık) prensibini delil getirir.

İzahı:
Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyi israf etmez. Metnin “fenn-i menafi’-ül a’zânın şehadetiyle” (organların faydaları ilminin/fizyolojinin şahitliğiyle) dediği gibi, bedendeki her azanın, her hücrenin bir vazifesi vardır; lüzumsuz hiçbir şey yaratılmamıştır.
Bu prensip, âlem-i suğra (küçük âlem) olan insana tatbik edildiğinde: İnsana verilen istidadat-ı maneviye (manevî kabiliyetler), âmâl (emeller), efkâr (fikirler) ve müyulat (meyiller) eğer sadece bu kısa ve fani hayat için verilmişse, bu, en büyük israf olur. Üstad’ın 5. İşaret’teki “cevher-i cihanbaha” (dünya değerinde kıymetli mücevher) teşbihi (benzetmesi) harikadır: Değersiz bir kılıfa (insanın bedeni veya dünya hayatı) bu kadar itina gösterilip gubarın (tozun) konmasından muhafaza edilirken, onun içindeki cevher-i yegâne (insanın ruhu, kalbi, istidadı) nasıl olur da kırılarak mahvedilebilir? Bu, Sâni’-i Hakîm’in hikmetine ve iktisadına zıttır.
Müradifler:
İktisat, Ahsen-i Takvim (En güzel suret), Zübde-i Kâinat (Kâinatın özü), Ehemmiyet-i İnsaniye.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
• İnsanın Kıymeti:
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)
3. Haşr-i Baharî ve Kıyamet Nümuneleri (İşaret: 7)
Metin, haşrin isbatı için “yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere”yi (gün ve yıl gibi türlerde tekrarlanan küçük kıyametleri) delil gösterir.

İzahı:
Kâinat, bir saat fabrikası gibi işler. “Saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene…” teşbihi, bu düzenin bir gayeye doğru aktığını gösterir. Geceden sonra sabahın gelmesi, kıştan sonra baharın gelmesi, ölmüş yeryüzünün yeniden diriltilmesi; bütün bunlar “o destgâhtan” (o fabrikadan) mevtten sonra kıyametin de çıkacağını haber veren misallerdir.
Bahar mevsiminde yüz binlerce nevi bitki ve hayvanatın yeniden yaratılması, tek bir insanın yaratılmasından daha zor değildir. Bunu her sene yapan Kudret-i Ezeliye, elbette insanın “kıyamet-i şahsiye-i umumiyesine” (şahsî ve umumî kıyametine) de muktedirdir.
Müradifler:
Haşr-i Baharî (Bahar dirilişi), Teceddüd-i mahlûkat (Varlıkların yenilenmesi), Devridaim, Kudret-i Ezeliye.

Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Baharın Dirilişi:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm 30/50)
• İlk Yaratılışın Delil Olması:
“İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratılış konusunda şüphe içindedirler.” (Kâf 50/15)

4. İnsanın Derûnî Yapısı ve Ebediyet Arzusu (İşaret: 7, 8)
Metin, insanın fıtratına dercedilen (yerleştirilen) “lâ-yetenahî olan âmâli” (sonsuz emelleri) ve “gayr-ı mahsur istidadatı” (sınırsız kabiliyetleri) delil gösterir.

İzahı:
Diğer canlıların nazarı (bakışı), lezzeti ve elemi cüz’î (parçaya ait) ve ânî (o ana ait) iken; insanın fıtratına “nur-u fikir” (düşünce nuru) verilmiştir. Bu nur, onun emellerine öyle bir vüs’at (genişlik) vermiştir ki, “bütün ezmanı yutsa tok olmaz.” İnsan, fıtraten ebediyeti ister. Sadece bu dünya ile tatmin olmaz.
Bu gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat (sonsuz fikirler ve tasavvurlar), elini “mâvera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış”tır. Eğer bu ebedî saadet yoksa, insanın bu sonsuz istidadı ve arzusu bir abesiyet ve en büyük israf olur.
Müradifler:
Ebed Arzusu, Câmiiyyet-i İnsaniye (İnsanın toplayıcılığı), Fıtrat-ı Beşer.

Konuyla Alakalı Ayet ( Meali):
• İnsanın Rabbine Olan Yolculuğu:
“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O’na varacaksın.” (İnşikâk 84/6)

5. İlahî Sıfatların Tecellisi: Rahmet (İşaret: 9)
Metin, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmetini en kuvvetli delillerden biri olarak sunar.

İzahı:
Haşir, her şeyden evvel Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin bir gereğidir. Eğer saadet-i ebediye olmazsa, dünyadaki cemi’ nimetler nıkmete tahavvül eder (bütün nimetler azaba dönüşür). Metnin vurguladığı gibi, muhabbet (sevgi) ve şefkat dahi, firak-ı ebedî (sonsuz ayrılık) ve hicran-ı lâyezalî (bitimsiz ayrılık acısı) nazara alındığında, “en büyük musibet olur.”
Sevdiklerimizden ebediyen ayrılacaksak, onlara duyduğumuz sevgi ve şefkat, daimi bir azap kaynağına dönüşür. Kâinatın şahitliğiyle sabit olan bu sonsuz İlahî rahmet, bu azaba müsaade etmez. Rahmet, hicran-ı ebedîye “öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.”
Müradifler:
Rahmet-i Vâsia (Geniş rahmet), Vedûd (Çok seven), Adalet-i İlahiye, Hikmet-i Rabbaniye.
Konuyla Alakalı Ayetler ( Meali):
• Rahmetin Kuşatıcılığı:
“O da, ‘Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım’ dedi.” (A’râf 7/156)
• Rahmetin Eseri:
“Kendi rahmetinden olmak üzere, içinde dinlenesiniz ve lutfundan isteyesiniz diye sizin için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.” (Kasas 28/73)

6. Naklî ve Nübüvvet Delilleri (İşaret: 10, 11)
Metin, aklî delillerden sonra en kuvvetli bürhanlar olan Nübüvvet ve Kur’an’ı zikreder.

İzahı:
10. İşaret, Resul-i Sadık’ın (SAS) lisanıdır. O’nun (SAS) sıdkı ve hakkaniyeti, beş mesleği (Üstad’ın başka eserlerinde izah ettiği gibi peygamberliğinin delilleri) ile müberhen (ispatlanmış) olan bir Zat, hayatı boyunca en çok haşirden bahsetmiştir. O’nun lisanı, “saadet-i ebediyenin anahtarıdır.”
• İşaret, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. “Yedi cihetle” (veya RNK’da zikredildiği gibi kırk vecihle) i’cazı (mucizeliği) musaddak (tasdik edilmiş) olan Kur’an’ın beyanlarının üçte birinden fazlası doğrudan veya dolaylı olarak ahiret ve haşir hakkındadır. Kur’an, bu hakikatin “keşşafıdır ve fettahıdır.”
Müradifler:
Vahiy, Nübüvvet, İcma-ı Enbiya (Peygamberlerin ittifakı), İ’caz-ı Kur’an.

Konuyla Alakalı Ayetler (TDV Meali):
• Kur’an’ın Hakkaniyeti:
“Elif Lâm Mîm. İşte bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/1-2)
• Peygamberin Sıdkı:
“O, nefis arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (Necm 53/3-4)
• Haşrin Kesinliği:
“Allah, O’ndan başka ilah yoktur. Andolsun sizi, hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisâ 4/87)

Netice: “İkinci Maksad” ve “Dokuzuncu Şua” Bağlantısı
Metnin sonundaki dipnot, bu tahlilin en mühim noktalarından biridir. Bu dipnot, Muhakemat’ı (Eski Said dönemi) doğrudan Risale-i Nur Külliyatı’na (Yeni Said dönemi) bağlayan bir köprüdür.
• Üstad Hazretleri, bu metni yazdığı “Eski Said” devrinde, “İkinci Maksad” başlığı altında Kur’an’dan haşre dair iki ayeti tefsir etmeyi murad etmiş, “Nahu Bismillahirrahmanirrahîm” diyerek başlamış, fakat (muhtemelen o dönemin şartları veya başka bir İlahî hikmetle) daha yazamamış.
• Bu dipnotta, bundan tam “otuz sene sonra” Hâlık-ı Rahîm’in kendisine tevfik ihsan eylediğini ve o İkinci Maksad’ın tefsirini “Dokuzuncu Şua” olarak telif ettiğini beyan eder.
• Dokuzuncu Şua, metinde sadece başlanıp bırakılan o İkinci Maksad’ın tam ve mükemmel bir tefsiridir. Hususan, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn 36/78) sualine cevap veren ayetleri ve “İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik?” (Kâf 50/15) ayetini esas alarak, haşrin Dokuz Âlî Makam’da isbatını yapar.
• Ayrıca, Risale-i Nur’un temel esaslarından olan Onuncu Söz (Haşir Risalesi), bu Muhakemat’taki 11 bürhanın çok daha geniş, detaylı ve temsilî bir surette izahıdır.

Hülasa, elinizdeki metin, haşr-i cismanî davasının hem kâinat (nizam, hikmet, israfsızlık, bahar) hem insan (istidat, ebed arzusu) hem de İlahî sıfatlar (rahmet, adalet) ve nakil (Peygamber, Kitap) cihetlerinden isbatının çekirdek bir programıdır ki, bu program 30 sene sonra Risale-i Nur suretinde tam bir ağaç olarak tezahür etmiştir.

 

(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى آله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ

وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج الى سماء الحقائق، ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق، ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق، ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق، وجنة يروض فيها جياد الأفكار، وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار، ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار: فعليه يتدرس وتدريس هذا الكتاب.. لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب، وأصلى تصقيل الاسلامية عن الوهميات التى بها تعاب، وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب.. كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات، وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات. فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه

و ان شككت فيما أقول فيه، انظر الى الفرائد الساقطة من فيه

ويحق أن يقال في تأليفه

بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا

كتابًا باللآلي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا

مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين

ولذي الدين والأحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين

يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا

محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول

جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور

خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق

على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور

على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا

صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال

كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق

هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود

و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا

وقد أنشاه رازيّ الأوان ٭ مجيد للبديع في الزمان

وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام

Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır

Hakikat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur

Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir

Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır

Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir

Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır

Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikattan

Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır

Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta

Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.

Abdülmecid

​— · ⁖ · —

Risale-i Nur Külliyatı’nın mühim eserlerinden olan İşaratü’l-İ’caz’ın başında yer alan, müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin küçük biraderi Abdülmecid Nursi (Ünlükul) tarafından kaleme alınmış meşhur takrizdir (övgü, sunuş yazısı).
Bu metin, hem Arapça belağatının yüksek bir numunesini hem de eserin (İşaratü’l-İ’caz’ın) kıymetini ve muhtevasını ortaya koyan edebî bir tahlildir.
Aşağıda metnin tercümesi ve izahı tafsilatlı olarak sunulmuştur:
Metnin Tercümesi
(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla)
أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى آله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ
(Cenab-ı Hakk’a hadsiz (sınırsız) hamd ederim. Ve O’nun Resulü, Efendimiz Muhammed’e (sav) ve O’nun Âline ve en doğru yolu (tarik-i esedd) takip eden Ashabına salât ederim.)
وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج الى سماء الحقائق،
(İmdi (bundan sonra): Bil ki, her kim hakikatlerin semasına yükselmeyi murad ederse,)
ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق،
(Ve fikrini, (en derin) inceliklerin bahçelerinde gezdirmeyi dilerse,)
ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق،
(Ve yalancıyı (kâzib) doğrudan (sâdık) ayırmak için bir ölçü (mizan) ararsa,)
ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق،
(Ve hakikatlerin (şakâiklerin) yüzünden vehimlerin tozunu süpürecek bir süpürge (miknese) ararsa,)
وجنة يروض فيها جياد الأفكار،
(Ve fikirlerin asil atlarını (ciyad-ı efkâr) terbiye edeceği bir bahçe (cennet) ararsa,)
وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار،
(Ve hayırlı kimselerden (gelen) hastalıklı (sapkın) fikirlerin oklarına (nidal) karşı müdafaa edeceği bir kalkan (cünne) ararsa,)
ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار:
(Ve zorba (cebbar) kahramanlarla (ebtal) mücadele edeceği (onlara meydan okuyacağı) bir meydan (mıdmar) ararsa:)
فعليه يتدرس وتدريس هذا الكتاب..
(İşte bu kitabı ders alması (tetebbü etmesi) ve ders vermesi (tedris etmesi) gerekir..)
لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب،
(Çünkü bu kitap, hatayı yıkmak (tehdim-i hata) ve doğruyu inşa etmek (tamir-i sevab) olmak üzere iki esas üzerine bina edilmiştir.)
وأصلى تصقيل الاسلامية عن الوهميات التى بها تعاب،
(Ve İslamiyet’i, kendisiyle ayıplandığı vehimlerden (asılsız düşüncelerden) parlatmayı (tasfiyeyi) esas almıştır,)
وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب..
(Ve (İslam) akidelerini, içine karışmış olan hurafelerden süzmeyi (tasfiyeyi) gaye edinmiştir..)
كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات،
(Nasıl böyle olmasın ki? Bu kitap, (fikrî) bozuklukların (habalat) açtığı çukurlara diri diri gömülmüş (mev’ûde) olan o hakikatleri çıkarmıştır.)
وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات.
(Ve o (derin) nüktelerin (nükât) hazineleri (meknûnât) üzerindeki vehimlerin ağızlarını (kapaklarını) parçalayıp açmıştır.)
فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول
(Böylece zihinleri çözmüş (anlayışlı kılmış), en yetkin âlimleri (fuhûl) dahi hayrete düşürmüş (zihinlerini açmış), keskin fikirlerin (sâkıb efkâr) önünü açmış ve akılları tefekküre sevk etmiştir.)
وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه
(Hasılı, o (kitap) hakkında söylenecek her türlü vasfın fevkindedir (üstündedir); vasfeden (övmek isteyen) kişi onu övmek (itrasında bulunmak) için tüm takatini (tavkını) harcasa bile!)
و ان شككت فيما أقول فيه، انظر الى الفرائد الساقطة من فيه
(Eğer onun hakkındaki bu sözlerimden şüphe edersen, onun ağzından (ifadelerinden) dökülen eşsiz incilere (ferâid) bak!)
ويحق أن يقال في تأليfe
(Onun telifi (bu eserin yazılışı) hakkında şöyle denilmesi haktır:)
بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا
(Dokuması ve örgüsü eşsiz (bedî) bir şekilde inşa edilmiştir. ٭ Ayıplanmaktan ve (asılsız) değiştirmeden münezzehtir (uzaktır).)
كتابًا باللآلي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا
(İncilerle (leâlî) süslenmiş bir kitaptır. ٭ Nasların (ayet ve hadislerin) özüyle (insan gözbebeği gibi değerli muhtevasıyla) dolmuştur.)
مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين
(Apaçık hakkın ve sıdkın (doğruluğun) aynasıdır (mir’at). ٭ Ve (bilinmezlik) bulutunun (ğayn) altındaki hazinelere işaret eder (îmâ eder).)
ولذي الدين والأحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين
(Din sahibi ve dostlar (ahbab) için bir ziynettir. ٭ Düşmanlık eden (kâlî) ve hasetçiler için ise (bir utanç vesilesi) bir ayıptır (şeyn).)
يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا
(Hakkın yüzündeki yalan (meyn) perdesini yırtar atar. ٭ Mülhidlerin (ilhad ehlinin) gözünü kör eder.)
محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول
(Nakillerden (aktarılanlardan) sızan (asılsız) iddialar (nihûl) için bir mihenk taşıdır (mahekk). ٭ Ve (en büyük) âlimlerin (fuhûl) akılları için bir bağ (kayd) (yani onları hayrette bırakan bir seviyededir).)
جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور
(Sınırları ve gedikleri (suğûr) muhafaza etmek için ٭ (Mücahidlerin) göğüslerine (boyunlarına) takılmaya (bir nişan gibi) layıktır (cedîr).)
خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق
(Nifakın başındaki ayrılığı (farkı) vurmak (yok etmek) için ٭ Boyunlara (gönüllere) takılmaya (sarılmaya) müstahaktır (halîk).)
على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور
(Onun satırları ne zaman göze (taraf) yazılsa (bakılsa), ٭ Uzun zaman (dehr) boyunca o göze körlük (avar) ârız olmaz.)
على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا
(Onun (satırlarının) kalbe yazılması daha evlâdır. ٭ Ve mürekkep yerine eritilmiş saf altının (tibr) kullanılması (daha layıktır).)
صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال
(Cismi (hacmi) küçük, fakat (tesirde) benzeri olmayan (tebrâ el-misal) (altın gibi kıymetli) ٭ Kemâlin (mükemmelliğin) zirvesine (evc) yükselten bir merdiven (mirkât) gibidir.)
كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق
(İşaretleri (rumûz) çok, manası derindir (dakik). ٭ Onu tenkit eden (ta’n eden), onu idrak etmekten çok uzaktır (sahîk).)
هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود
(Onun manası (hakikatleri) şek (şüphe) hilâlini kararttı (sona erdirdi). ٭ Sen de (şüpheyi gideren) zıddının sürmesiyle gözünü sürmele ve onu (hakikati) ara.)
و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا
(O nasıl böyle (yüce) olmasın ki? ٭ Oysa Süreyya yıldızı (Simâk) onun omuzlarıyla (ulaştığı mertebeyle) iftihar eder (çekişir).)
وقد أنشاه رازيّ الأوان ٭ مجيد للبديع في الزمان
(Onu, devrin Râzî’si (Fahreddin er-Râzî’ye benzeyen, tefsir âlimi) inşa etmiştir. ٭ O, bu zamanda (emsalsiz) eşsiz (bedî’) olanı ortaya koyan (Mücîd) zattır.)
وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام
(Ve bu asır, onunla (bu eserle) bir şeref nişanı (visâm) olarak yücelir. ٭ (Şu mısra:) “لذا التأليف تاريخ تمام” (Bu telifin tam tarihidir) (Ebced hesabıyla H. 1334).)
(Osmanlıca Nazım / Manzum Parça)
Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır
(Manası: (Bu eser) Şüphesiz bilginin (yakîn) kaşifidir (açığa çıkarıcısıdır) ve bu vasfıyla belağatın (söz sanatının) anahtarıdır. – Ebced değeri: Hicri 1331)
Hakikat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur
(Manası: Hakikatin ne olduğunu gösteren, hidayete (doğru yola) eriştiren bir nur menfezidir (menâr-ı ihtida).)
Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir
(Manası: Hakk’ı (hakikati) keşfeden (açan) olmasıyla beraber, belağat (ifade güzelliği) cihetinde de eşsizdir (misalsizdir). – Ebced değeri: Hicri 1332)
Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır
(Manası: Belağat ilmindeki (gizli) sırlara (esrar) ışık tutan, çok parlak (vehhâc) bir lambadır.)
Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir
(Manası: Meselelerden (konulardan) hangisi müşkil (zor, anlaşılmaz) ise, bu eserde o (açıkça) görünür (zahir olur).)
Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır
(Manası: Bütün lafız sedeflerinin (kelimelerin) içinde (gizlenmiş olan), belağat sırları (bu eserde) mevcuttur.)
Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikattan
(Manası: Hakk’ın yüce cevherinden ve hakikat elmasından…)
Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır
(Manası: (Bu eser) Şüphelere (şükûk) karşı (çekilmiş) keskin bir kılıçtır (seyf-i katı’).)
Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta
(Manası: Yaldızlı (müzehheb) basamakları olan şu kemâlat (mükemmellik) semalarına…)
Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.
(Manası: Yükselmek (urûc) için hakkıyla (layıkıyla) nuranî bir merdivendir (mirkât). – Ebced değeri: Hicri 1334)
Abdülmecid

Tahlil ve İzah
Bu takriz, hem edebî kıymeti hem de muhtevası itibarıyla derin manalar taşımaktadır.
• Takrizin Mahiyeti:
“Takriz”, genellikle bir eserin başına konulan, eseri ve müellifini (yazarını) öven, onun kıymetini takdir eden yazılardır. Abdülmecid Nursi’nin bu takrizi, ağabeyi olan müellifin (Bediüzzaman Said Nursi) şahsından ziyade, doğrudan doğruya eserin (İşaratü’l-İ’caz’ın) ilmî ve imânî cephesine odaklanır.
• Eserin (İşaratü’l-İ’caz) Vasfedilmesi:
Abdülmecid Nursi, bu eserin hangi ihtiyaçlara cevap verdiğini (izah bölümünün başında) maddeler halinde sıralar:
• Hakikat semasına yükselmek (manevî terakki) isteyenler,
• Fikrini derin (dakik) meselelerde gezdirmek (tefekkür) isteyenler,
• Doğruyu yanlıştan ayıracak bir mizan (ölçü) arayanlar,
• Akla gelen vehimlerin tozunu temizleyecek bir miknese (süpürge) arayanlar,
• Fikirlerini terbiye edecek bir cennet (bahçe) arayanlar,
• Sapkın fikirlere karşı bir cünne (kalkan) arayanlar,
• İnkârcı (cebbar) fikir sahipleriyle mücadele edecek bir mıdmar (meydan) arayanlar…
…işte bu eseri okumalıdır.
• Eserin Temel Gayesi:
Takrize göre eser iki temel üzerine kuruludur:
• Tehdim-i Hata (Hatayı Yıkmak): İslam’a yöneltilen tenkitleri, vehimleri, şüpheleri ve hurafeleri (Arapça metinde “el-vehmiyyât” ve “el-hurâfât”) temelinden çürütmek.
• Tamir-i Sevab (Doğruyu İnşa Etmek): Yıkılan yanlışların yerine, sarsılmaz ve safi (arı-duru) iman hakikatlerini ve Kur’an’ın icazını (mucizeliğini) koymak.
• Müellife İşaret (Devrin Râzî’si):
Arapça şiirin sonlarına doğru yer alan “وقد أنشاه رازيّ الأوان” (Onu, devrin Râzî’si inşa etmiştir) ifadesi çok mühimdir. Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb) adlı eseriyle tanınan, aklî ve ilmî delillere ağırlık veren büyük bir müfessirdir. Abdülmecid Nursi, bu benzetmeyle, ağabeyi Bediüzzaman Hazretleri’nin de İşaratü’l-İ’caz eseriyle, bu asrın şüphelerine ve felsefî akımlarına karşı aynı kuvvette aklî ve ilmî bir tefsir ortaya koyduğunu belirtmektedir.
• Tarih Düşürme (Ebced Hesabı):
Bu takrizin en mühim hususiyetlerinden biri, eserin telif (yazılış) tarihini ebced hesabıyla kaydetmesidir.
• Hicri 1331 (Miladi 1913): Osmanlıca nazmın ilk mısraı olan “Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır” cümlesi, ebced hesabıyla 1331 tarihini verir. Bu, eserin yazılmaya başlandığı tarihtir.
• Hicri 1332 (Miladi 1914): Üçüncü mısra olan “Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misalsizdir” cümlesi 1332 tarihini verir. Bu, eserin Birinci Dünya Harbi esnasında, cephede yazılmaya devam ettiğini gösterir.
• Hicri 1334 (Miladi 1916): Son beyit olan “Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta / Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.” cümlesi ve Arapça nazmın son mısraı olan “لذا التأليف تاريخ تمام” (Bu telifin tam tarihidir) cümlesi, ayrı ayrı ebced hesabıyla 1334 tarihini verir. Bu da eserin tamamlandığı tarihtir.
Bu takriz, İşaratü’l-İ’caz gibi belağat ve icaz ağırlıklı bir esere, yine o derece yüksek bir belağatla ve ilmî bir vukufiyetle (ebced hesabını da ihtiva ederek) yazılmış, eserin kıymetini en başta teslim eden bir anahtar metin hükmündedir.
(İktibas için kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, İşaratü’l-İ’caz, RNK Neşriyat, Takriz Bölümü)

 

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
08/11/2025




A H İ R E T A H V A L İ – HÜLASASI

A   H   İ   R   E   T     A   H   V   A   L   İ – HÜLASASI –

 

 

Ahiret Ahvali” başlıklı bitirme tezinin önemli noktalarını ihtiva eden bir hülasası aşağıdadır:

Giriş ve Önsöz:

  • Eser, Allah’a hamd ve Resulullah’a (SAV) salat ile başlamaktadır.
  • Kur’an-ı Kerim’in dört temel esasından (Tevhid, Nübüvvet, Ahiret, Muamelat) birinin Ahiret olduğu vurgulanmaktadır1.
  • Ahiret inancının, başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere sem’î delillere dayandığı, 124 bin peygamberin ittifakıyla sabit olduğu belirtilmektedir.
  • Ahiret hayatı, dünya hayatından sonra ölümle başlayıp kabir, berzah, haşir, hesap, mizan, sırat gibi merhalelerden geçerek cennet veya cehennemle neticelenen ebedî hayat olarak tarif edilmektedir.
  • Ahiret imanının, mü’minlere saadet ve musibetlere karşı metanet verdiği, inanmayanların ise her an yokluğa gittiklerini düşünerek elem içinde oldukları ifade edilmektedir.
  1. Ahiretin İsbatı:
  • Aklî ve Mantıkî Deliller:
    • İnsanın yaratılışındaki gaye ve kâinattaki nizam, adaletin tecellisi için bir ahiret hayatını zorunlu kılar. Zulmün cezasız, iyiliğin mükâfatsız kalması Allah’ın hikmet ve rahmetine aykırıdır.
    • İlk yaratılışın (Neş’e-i Üla), ikinci yaratılıştan (Neş’e-i Uhra) daha zor olduğu, ilkini yapanın ikinciyi daha kolay yapacağı belirtilir. Dağılmış bir ordunun toplanması misali verilir.
    • İnsanın bedeninin temelini oluşturan “Acb-uz Zeneb” üzerine yeniden inşa edileceği ifade edilir.
    • Kâinattaki her şeyin (çekirdekler, yıldızlar, bahar, uyanış) ölümden sonra dirilişin misalleri ve şahitleri olduğu vurgulanır.
    • İnsanın fıtratındaki ebediyet arzusu, bu dünyanın fâniliğinin bu arzuya cevap verememesi, ahiretin varlığına işaret eder.
  • Naklî Deliller:
    • Peygamberlerin İcmaı: Bütün peygamberler, Allah’ın varlığından sonra en önemli esas olarak ahiretin varlığını ittifakla haber vermişlerdir. Hz. Muhammed’in (SAV) “Asıl hayat ahiret hayatıdır” sözü nakledilir.
    • Kur’an Açısından: Kur’an’ın dörtte birinin ahiret konularına ayrıldığı belirtilir. Ahiretin varlığını, yeniden dirilişi (haşri) kesin olarak bildiren ayetler zikredilir. Müşriklerin itirazları ve onlara verilen cevaplar (çürümüş kemik misali) anlatılır. Ahirete inanmayanların dalalette olduğu ayetle desteklenir.
    • İmanın Rükünleriyle Münasebeti: Ahiret imanı, imanın altı rüknünden biridir ve diğer rükünlerle sıkı bir bağlantısı vardır. Allah’a iman, O’nun adalet, rahmet, hikmet gibi sıfatları ahireti gerektirir. Meleklere iman (onların gayb alemlerine şahitliği) ve Kadere iman (her şeyin kaydedilmesinin bir hesabı gerektirmesi) ahireti isbat eder.
  • Ahiret İmanının Faydaları:
    • Ruhî teselli sağlar, ölüm korkusunu hafifletir, ayrılıkları ebedi visale dönüştürür.
    • Hayata ve ilişkilere anlam katar, ahlakı güzelleştirir (hesap verme şuuruyla).
    • Toplumun farklı kesimleri (çocuklar, yaşlılar, gençler) için teselli, ümit ve ahlaki denge kaynağıdır.
  1. Hayat ve Ölüm:
  • Hayat:
    • Kâinatın en önemli gayesi, neticesi, nuru, mayesi, hülasası, meyvesi olarak tarif edilir. Allah’ın varlığına ve birliğine en parlak delildir. Pek çok Esma-i Hüsna’nın tecelligahıdır. Kâinatı temizleyen, nurlandıran bir makinedir. Doğrudan Allah’ın kudret elinden çıktığı için vasıtasızdır. Amacı ebedi hayata hazırlanmak ve Allah’a şükür, ibadet ve muhabbettir.
    • Hayatın diğer iman esaslarıyla (Allah, Melekler, Kitaplar, Peygamberler, Kader) bağlantısı izah edilir.
    • Hayatın mahluk olduğu Kur’an ayetiyle (Mülk, 2) isbat edilir.
    • Canlıların (arı misali) cansızlardan (dağ misali) üstünlüğü hayat sırrıyla açıklanır.
    • Hayatın beş tabakası (insan, Hızır-İlyas, İdris-İsa, Şehitler, Kabir ehli) anlatılır.
  • Ölüm:
    • Yokluk değil, bir mekân değişikliği, vazifeden terhis, ebedî hayata geçiş, sevgiliye kavuşma olarak tanımlanır.
    • Hem hayat gibi mahluktur hem de intizamlı bir sanat eseridir (çekirdeğin ölümü misali).
    • İçtimaî hayatta en büyük nasihatçi ve düzenleyici roldedir (hesap şuuru verir).
    • Hatırlanması teşvik edilir, ölümü sık anmanın faydaları hadislerle belirtilir. Ölümden gafletin büyük bir musibet olduğu vurgulanır.
  1. Kabir:
  • Ahiret menzillerinin ilki, dünya ile ahiret arasında bir kapıdır.
  • Kabir Suali: Münker ve Nekir meleklerinin Rab, din, peygamber hakkındaki suali haktır. Mü’min cevap verir, kâfir veremez. Keyfiyeti (ruhun cesede iadesi) ve istisnaları (peygamberler, çocuklar, şehitler) açıklanır.
  • Kabir Azabı: Kâfirler ve bazı günahkâr mü’minler için azap, itaatkârlar için nimetlenme haktır. Kabir ya cennet bahçesi ya cehennem çukurudur. Azabın hak olduğuna dair ayetler ve hadisler zikredilir. Devamlı veya geçici olabilir. Salih ameller azabı engelleyebilir. Kabir ehlinin halleri (namaz, ziyaret vs.) anlatılır.
  1. Berzah Alemi:
  • Ölümle kıyamet arasındaki âlemdir. İki şey arasındaki engel manasındadır. Kur’an’daki tatlı ve tuzlu sular arasındaki berzah misali (Furkan 53, Rahman 19-20) açıklanır. Bu misalin coğrafî (Cebelitarık, nehir ağızları), manevî (iman-küfür, havf-reca) ve ilmî (Kaptan Kusto’nun tesbiti) yönleri ele alınır .
  • Berzah, varlıklar ve alemler arasındaki ayrım ve geçişi sağlayan umumi bir kanundur. Alem-i Misal, ruh ile şehadet alemi arasında bir berzahtır.
  1. Kıyamet:
  • Fâni dünyanın bâki bir surete girmek üzere yıkılmasıdır. Aklen, naklen ve ilmen sabittir.
  • Alametleri: Büyük (Duhan, Deccal, Dabbetü’l-arz, Güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın nüzulü, Ye’cüc-Me’cüc, Üç hasf, Ateşin çıkması) ve küçük (ilmin kalkması, cehaletin artması, zinanın yayılması vs.)  alametler sayılır ve bazıları tefsir edilir (Deccal, Süfyan, Mehdi, Dabbetü’l-arz, Ye’cüc-Me’cüc). “Allah Allah diyen kalmayacak” hadisinin tevili yapılır.
  • Kopması: Kur’an’da dehşeti tasvir edilir (zelzele, dağların yürümesi, denizlerin kaynaması, insanların sarhoş gibi olması). Arz ve semanın tebdili (değiştirilmesi) anlatılır.
  • Sur: İsrafil’in (AS) üfleyeceği borudur. İki veya üç nefhadan bahsedilir (Feza’/Saik- korku/ölüm; Kıyam- diriliş). Keyfiyeti ve dehşeti hadislerle anlatılır.
  1. Haşir:
  • Öldükten sonra hesap için tekrar diriltilip toplanmadır.
  • İsbatı: Aklen ve naklen isbatı tekrar vurgulanır (ilk yaratılış, bahar misali, adalet gereği) .
  • Dünyevi Haşirler: Her baharda yüzbinlerce türün diriltilmesi, gece-gündüz değişimi gibi misallerle haşrin numunelerinin sürekli yaşandığı belirtilir.
  • Keyfiyeti: İnsanların bizzat kendi bedenleriyle (aynen) diriltileceği vurgulanır. Bedenin dağılan parçalarının (Acb-uz Zeneb esas alınarak) toplanıp iade edileceği, başkasını yiyen insanın durumu gibi itirazlara cevap verilir. Haşrin Allah’ın kudretiyle bir anda (“Kün feyekün”) gerçekleşeceği ifade edilir. Cismani haşrin hikmeti (cismin de nimet ve azaba muhatap olması, Esma tecellilerine en geniş ayna olması) açıklanır. İnsanların çıplak, yalınayak, sünnetsiz haşrolacağı, dehşetten kimsenin kimseye bakamayacağı hadislerle belirtilir. Haşir meydanının yeri ve keyfiyeti hakkında izahlar yapılır.
  1. Mizan:
  • Amellerin tartılacağı ilahi adalet terazisidir. Kur’an’da (A’raf 8-9, Enbiya 47) zikredilmiştir.
  • Hikmeti, ilahi adaleti izhar etmek ve kullara amellerinin karşılığını göstermektir.
  • Keyfiyeti tam bilinmemekle birlikte, iki kefeli olduğu, nur ve zulmetten veya amellerin yazıldığı defterlerin tartılacağı rivayet edilir. İhlasla yapılan küçük amellerin (Kelime-i Tevhid misali) ağır basabileceği hadisle anlatılır.
  • Mu’tezile’nin inkârı ve Ehl-i Sünnet’in cevapları zikredilir.
  1. Muaheze (Hesaplaşma):
  • İnsanın ömründen, gençliğinden, malından, ilminden ve bütün azalarının yaptıklarından hesaba çekilmesidir. Azaların şahitlik edeceği ayetle (Yasin 65) belirtilir. Dehşetinden kişinin en yakınlarından kaçacağı (Abese 34-36) ifade edilir.
  1. Şefaat:
  • Allah’ın izniyle, başta Peygamberimiz (SAV) olmak üzere peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin ve salihlerin günahkâr mü’minler için bağışlanma dilemesidir. Rahmetin tecellisidir.
  • Mu’tezile’nin büyük günah işleyenler için şefaati inkârı ve Ehl-i Sünnet’in delillerle isbatı anlatılır.
  • Şefaatin kısımları (mahşerde genel rahatlama, hesapsız cennete girme, cehennemden kurtulma, cehennemden çıkma, cennette derece yükselmesi) belirtilir.
  • Kimlerin şefaat edeceği ve kimlere (şirk koşanlar hariç) edileceği hadislerle açıklanır.
  1. Sırat:
  • Cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince, kılıçtan keskin köprüdür. Dünyadaki istikamet üzere yaşamanın ahiretteki yansımasıdır89. Varlığı Kur’an (Meryem 71-72) ve Sünnetle sabittir.
  • Geçişin amellere göre farklı hızlarda (şimşek, rüzgâr, at koşusu, yaya…) olacağı, üzerinde sorgu durakları (iman, namaz, zekât vs.) bulunduğu rivayet edilir. Dehşetli bir geçiş olduğu vurgulanır.
  1. Cennet:
  • Mükafat ve ebedi saadet yurdudur. Yaratılmıştır ve şu an mevcuttur. Tabakaları (Adn, Firdevs, Naim vs.) ve dereceleri vardır.
  • Nimetleri: Akla hayale gelmez, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği güzellikler. Ağaçları, meyveleri, köşkleri, hurileri, hizmetçileri, elbiseleri, yiyecek ve içecekleri (Kevser dahil), kuşları, binekleri vs. hadislerle tasvir edilir. En büyük nimeti Allah’ı görmek (Rü’yetullah) ve O’nun rızasıdır (Rıdvan). Cennet ehlinin vasıfları (yaşları, temizlikleri vs.) anlatılır.
  • Rü’yetullah: Ehl-i Sünnet’e göre cennette mü’minlerin Allah’ı görmesi haktır ve en büyük nimettir. Aklen caiz, naklen sabittir. Keyfiyetsiz, cihetsiz, ihata etmeksizin gerçekleşecektir. Mu’tezile’nin inkârı ve delilleri çürütülür. Dünyada ve rüyada görme konuları da tartışılır.
  1. Cehennem:
  • Azap yurdudur. Yaratılmıştır ve şu an mevcuttur. Yedi tabakası (Cehennem, Leza, Hutame, Sair, Sakar, Cahim, Haviye) vardır.
  • Azabı: Küfür ve günahın derecesine göredir. Şiddeti ve çeşitleri ayet ve hadislerle tasvir edilir. Azap hem ruha hem bedenedir.
  • Yeri: Yerin altında (merkezinde) olduğu rivayet edilir. Bediüzzaman’ın Cehennem-i Suğra (yerin merkezi) ve Cehennem-i Kübra izahı nakledilir.
  • Ehli Küfür ve Âsi Mü’minler: Kâfirler cehennemde ebedi kalacaktır. Ebedi cezanın adalet ve hikmete uygunluğu izah edilir (sonsuz cinayete sonsuz ceza). Âsi mü’minler ise günahları kadar ceza çektikten sonra şefaatle veya Allah’ın rahmetiyle cennete gireceklerdir.
  1. Fetret Ehli:
  • Peygamber gönderilmeyen veya peygamberin davetinin ulaşmadığı dönemde yaşayanlardır. Teklifin ulaşmaması sebebiyle azaptan muaf oldukları (İmam Şafii ve Eş’ari görüşü) veya ahirette imtihan edilecekleri belirtilir. Kâfirlerin çocuklarının durumu ve Peygamberimizin (SAV) ebeveyninin durumu (necat ehli oldukları) da ele alınır. Günümüzdeki fetret benzeri durumlar ve mazlumların durumu hakkında Bediüzzaman’ın görüşleri aktarılır.

Sonuç:

  • Ahiret ahvali, imanın temel direklerinden olup, akıl ve nakille sabit, son derece önemli bir konudur.
  • Dünya hayatı bir gemi yolculuğu gibidir; kaptanı (Allah’ı) ve varış limanını (ahireti) bilmek huzur verirken, inkâr felakete sürükler.
  • Peygamberlerin ve alimlerin ittifakla haber verdiği ahiret gerçeği karşısında ihtiyatlı davranmak aklın gereğidir. Ebedi hayatı riske atmamak için dünyada hazırlık yapmak en akıllıca iştir.

Bu hülasa, tezin ana başlıklarını ve her bölümde sunulan temel argümanları, delilleri ve neticeleri özetlemeyi amaçlamaktadır.

 

NOT:

A   H   İ   R   E   T     A   H   V   A   L   İ

https://tesbitler.com/2015/01/01/a-h-i-r-e-t-a-h-v-a-l-i/

 




ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir

Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesnde istilzam edip isterler.

* Birinci Hakikat, ulûhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması; ve sâir zîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü ulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.

************

Giriş: Ulûhiyet-i Mutlaka Kavramı
İktibas edilen mebhasın merkezinde “Ulûhiyet-i Mutlaka” hakikati yer alır.
• Ulûhiyet: “İlâhlık” demektir. Bir varlığın İlâh olması, onun “Mâbud” (kendisine ibadet edilen) olmasını icab ettirir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, sınırsız ve mutlak demektir.
• Ulûhiyet-i Mutlaka: Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan, kâinatın her noktasında hükmü cari olan, kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir varlığın bulunmadığı, yegâne ve mutlak Mâbudiyet makamıdır.
Metin, bu mutlak İlâhlığın varlığını dört büyük ve “kudsi” hakikat ile isbat eder. Bu dört hakikat, kâinatı bir ağ gibi kaplamıştır ve hepsi birden, şüpheye yer bırakmayacak bir derecede (bedahetle), bu Ulûhiyetin “Bir” (Vâhid) olmasını ister (istilzam eder).

Mebhasın Tahlili: Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Dört Delili
Metin, “Birinci Hakikat” olarak Ulûhiyet-i Mutlaka’nın tahakkukunu (gerçekleşmiş ve sabit olduğunu) isbat için dört cihan şümul (evrensel) delil sunar:
• Nev-i Beşerin Fıtrî İbadeti:
• İzahı: İnsanlık tarihi (beşerin her taifesi) incelendiğinde, dinsiz bir milletin dahi bulunamadığı görülür. İnsan, yapısı (fıtratı) itibarıyla bir “Mâbud” arar. Bu arayış, bazen hakiki Mâbud’u bulmakla (Tevhid), bazen de putlara, tabiat kuvvetlerine veya başka varlıklara tapmakla (Şirk) neticelense de, “ibadet etme ihtiyacı” fıtrîdir, doğuştandır. Bu cihan şümul fıtrî ihtiyaç, bir “Mâbud-u Mutlak”ın varlığına en büyük delildir.
• Müradifi: Fıtrat-ı selîme, vicdanın tasdiki.
• Sâir Zîhayat ve Cemâdâtın Fıtrî Hizmetleri:
• İzahı: Sadece insanlar değil, diğer canlılar (zîhayat) ve cansız varlıklar (cemâdât) dahi fıtrî hizmetleriyle bir nevi ibadet halindedir. Bir arının bal yapması, güneşin ışık vermesi, atomun nizamlı hareketi; bunların hepsi, kendilerine tayin edilen vazifeyi (hizmet-i fıtrîyye) harfiyen yerine getirmektir. Bu vazife şuuru, bir “Âmir”in (emir verenin) emrine itaati gösterir ki, bu da bir ibadet nevidir. Kâinattaki bu topyekûn itaat, o “Âmir-i Mutlak”ın Ulûhiyetini ilân eder.
• Müradifi: Tesbih, zikir, itaat, evâmir-i tekvîniyyeye (yaratılış emirlerine) inkıyâd.
• Maddî ve Mânevî Nimetlerin İbadete Daveti:
• İzahı: Kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz (maddî ve mânevî) bütün nimetler ve ihsanlar, bir “Mun’im”i (nimet vereni) gösterir. Nimet, karşılığında şükür ister. Şükür ise, ibadetin özüdür. Bize ikram edilen bir elma, göz nimeti, akıl ihsanı; her biri, o nimeti verene karşı minnettarlık (şükür) ve O’nu yüceltme (perestiş) hissini tahrik eder. Kâinatı dolduran bu sonsuz nimetler, o nimetleri veren “Mâbud-u Mutlak”a ibadet edilmesi için birer davetiyedir.
• Müradifi: Şükür, hamd, perestiş, minnettarlık, Mun’im-i Hakikî.
• Tereşşuhat-ı Gaybiye’nin (Vahiy ve İlham) Şehadeti:
• İzahı: Gayb âleminden gelen sızıntılar, tezahürler (tereşşuhat-ı gaybiye) olan vahiy (Peygamberlere gelen) ve ilham (Evliyalara ve hatta diğer varlıklara gelen), istisnasız bir şekilde “birtek İlâhın mâbudiyetini” ilân ederler. Bütün peygamberlerin ve mukaddes kitapların ittifakla “Allah Birdir” demesi, bu Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Vahdetine (Birliğine) dair en kudsî ve sarsılmaz delildir.
• Müradifi: Vahiy, ilham, rüya-yı sâdıka, icma-ı enbiya (Peygamberlerin görüş birliği).
Ulûhiyetin Mahiyeti ve Şirkin Reddi (Metnin Kilit Noktası)
Metnin ikinci paragrafı, bu dört delille varlığı isbat edilen “Ulûhiyet-i Mutlaka”nın, neden “iştirakı” yani şirki (ortaklığı) asla kabul edemeyeceğini izah eder. Bu, Tevhid akidesinin mantıksal ve zarurî bir neticesidir.
• Zîşuur Meyveler (İnsan): İbadet ve şükürle mükellef olanlar, kâinat ağacının en şuurlu ve en son meyveleri olan insanlardır. Ulûhiyetin (İlâhlığın) gayesi, bu şuurlu meyvelerin “dikkatlerini” ve “ibadetlerini” kendine celb etmektir.
• Şirkin Zıddiyeti: Şirk, yani Allah’tan başka varlıklara (sebeplere, putlara, tabiat kuvvetlerine, şahıslara ve hatta kişinin kendi “ene”sine) bir pay vermek, bu gayeye taban tabana zıttır.
• Dikkatleri Dağıtmak: Metnin ifadesiyle, başka (sahte) mâbudların ortaya çıkması, o şuurlu meyvelerin (insanların) yüzlerini “hakikî mâbudlarından” çevirip kendilerine (o sahte ilâhlara) döndürmesidir.
• Unutturma Tehlikesi: Hakikî Mâbud, perdenin arkasındadır (“görünmediğinden”). Sebepler (mesela rızkı getiren patron, yağmuru yağdıran bulut) ise zahirdedir (görünürdedir). İnsan, zahire aldanarak, görünmeyen asıl Yaratıcı’yı “çabuk unutturulabilen” bir konuma düşürebilir.
• Netice: İşte şirk, Allah’ın kâinattaki en kudsî maksadı olan “tanınmak” ve “ibadet edilmek” arzusuna (iradesine) karşı bir cinayettir. Ulûhiyetin mahiyetine (yapısına) ve kudsî maksatlarına (ibadet, şükür, muhabbet) aykırı (zıt) olan bu duruma, Ulûhiyet-i Mutlaka’nın müsaade etmesi düşünülemez.
• Kur’ân’ın Tehdidi: Metin, Kur’ân-ı Kerîm’in şirki neden bu kadar şiddetle reddettiğini (“Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red”) ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesini bu hakikate bağlar. Çünkü şirk, kâinatın yaratılış gayesini temelden sarsan bir zulümdür.

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali)
İktibas edilen mebhasta zikredilen hakikatler, Kur’ân-ı Kerîm’in temel mesajlarıdır:
• Fıtrat ve Tevhid: (Metindeki “nev-i beşerin fıtrî ibadeti” deliline mukabil)
• $$\{الرُّوم 30:30}$$
$${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$$
• “Artık sen yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30:30)
• Kâinatın Tesbihatı (Fıtrî Hizmet): (Metindeki “zîhayat ve cemâdâtın hizmetleri” deliline mukabil)
• $${الإسراء 17:44}$$
$${تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يماً غَفُوراً}$$
• “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. 1O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ 17:44)
• Nimet ve Şükür (İbadet): (Metindeki “nimetlerin ibadete vesile olması” deliline mukabil)
• $${النحل 16:114}$$
$${فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ}$$
• “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl 16:114)
• Vahyin Tevhid Üzere İcmaı: (Metindeki “vahiy ve ilhamların ilânı” deliline mukabil)
• $${الأنبياء 21:25}$$
$${وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓي اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ}$$
• “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona, ‘Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ 21:25)
• Şirkin Reddi ve Ulûhiyetin Gayesi: (Metindeki “iştirakı kabul etmez” bahsine mukabil)
• $${الزمر 39:3}$$
$${اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يه۪ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ}$$
• “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:3)
• Şirkin Şiddetle Reddi ve Tehdit: (Metnin son cümlesine mukabil)
• $${النساء 4:48}$$
$${اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْfِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً عَظ۪يماً}$$
• “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, büyük bir günah işlemiş olur.” (Nisâ 4:48)
• $${لقمان 31:13}$$
$${وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۘ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ}$$
• “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân 31:13)

Hülâsa (Netice)
İktibas edilen bu mebhas, kâinattaki her şeyin (fıtratın, hizmetin, nimetin ve vahyin) varlığının, “Mutlak Mâbud” olan Allah’ın varlığını isbat ettiğini; Mâbud olmanın (Ulûhiyet) en temel gayesinin ise “tanınmak” (marifet) ve “ibadet edilmek” (ubudiyet) olduğunu ortaya koyar.
Şirk ise, bu tanınma ve ibadeti, sebepler perdesine veya sahte ilâhlara taksim ederek, Ulûhiyetin en kudsî gayesini akamete uğratma teşebbüsüdür. Mutlak olan bir Ulûhiyet, kendi gayesine zıt olan bu iştirakı asla kabul etmez. Bu sebeple Tevhid, Ulûhiyetin zarurî ve ayrılmaz bir vasfıdır.

 

 

 

İkinci Hakikat , rububiyet-i mutlakadır.
Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.
Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

**********

Giriş: Rububiyet-i Mutlaka Kavramı

İktibas edilen metnin temel taşı “Rububiyet-i Mutlaka” tabiridir.
• Rububiyet: Rabblık, terbiye edicilik, bir şeyi kademe kademe kemâline eriştirme, idare etme, besleyip büyütme ve sahip olma manalarına gelir. Kâinattaki her bir mevcudun, zerrelerden yıldızlara kadar, hususiyetle hayat sahiplerinin (zîhayatların) her türlü ihtiyacının görülmesi ve idaresidir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, hudutsuz, cihan şümul ve her şeyi ihata eden demektir. Hiçbir şeyin ve hiçbir mekânın O’nun idaresinin ve terbiyesinin haricinde kalmamasıdır.
Dolayısıyla Rububiyet-i Mutlaka, bütün kâinatı, en küçük parçacığından en büyük galaksiye kadar, bir saray gibi nizam ve intizam içinde idare eden, her bir mahlûkun her türlü ihtiyacını hikmet ve merhametle karşılayan mutlak ve hudutsuz Rabblıktır.
Müradif ve Alakalı Kavramlar:
• Ulûhiyet: İlahlık. İbadete layık yegâne Zat olma sıfatı. Rububiyet, Ulûhiyet’in fiilî bir tecellisidir; yani, Madem Rab (terbiye edici) O’dur, o halde İlâh (ma’bud) da O olmalıdır.
• Hâkimiyet: Mutlak egemenlik. Kâinatta O’nun emir ve iradesi dışında hiçbir şeyin vuku bulmaması.
• Kayyûmiyet: Bütün mahlûkatın varlığının ve devamının O’nun varlığına bağlı olması. Her şey O’nunla kaimdir.
Birinci Kısım: Rububiyet-i Mutlaka’nın Delilleri ve Tasviri
Metin, bu mutlak idarenin delilini “bütün kâinatta… her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette… hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm” olarak tasvir ediyor.
• Tasarruf-u Âmm (Cihan Şümul İdare): Nazarımızı (bakışımızı) nereye çevirirsek çevirelim, bir idare fiilini görürüz. Bir çiçeğin açmasından bir kuzunun iaşesine (beslenmesine), bir hücrenin bölünmesinden gezegenlerin yörüngede dönmesine kadar her hadise, bir plan ve nizam dâhilindedir.
• Hakîmâne (Hikmetli) Tasarruf: Hiçbir fiilde abesiyet, israf veya gayesizlik yoktur. Her şey en sanatlı, en faydalı ve en kısa yoldan en mükemmel surette yapılır.
• Rahîmâne (Merhametli) Tasarruf: Hususiyetle hayat sahiplerine (zîhayatlara) ve onların yavrularına gösterilen şefkat, en muhtaç oldukları anda rızıklarının “umulmadık bir surette” (mesela anne memesinden süt veya ağaçtan meyve gibi) gönderilmesi, bu idarenin sonsuz bir merhametle yapıldığının isbatıdır.
• Dest-i Gaybî (Gizli El): Bu fiillerin faili, maddî sebeplerin (zahiri nedenlerin) arkasında işleyen manevî, gizli ve kudretli bir eldir. Sebepler (mesela bulut) acizdir, şuursuzdur (mesela arı); ancak neticeler (mesela yağmur, bal) son derece hikmetli ve sanatlıdır. Bu durum, failin sebeplerin ötesinde olduğunu gösterir.
Bu tasarruf, o Rububiyet-i Mutlaka’nın bir “tereşşuhu” (sızıntısı, yansıması) ve “ziyasıdır” (ışığıdır). Kâinattaki bu muazzam faaliyet, O’nun varlığını ve Rabblığını güneş gibi gösteren bir bürhan-ı kat’îdir (kesin delildir).

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• İaşe ve Terbiyenin Kapsayıcılığı:
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (levh-i mahfûzda) dır.” (Hûd, 11/6)
• Tasarrufun Nizamı ve Hikmeti:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk, 67/3)
İkinci Kısım: Rububiyet’in Yapısı ve Şirki Reddetmesi
Metnin can damarı burasıdır: “Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez.”
Neden kabul etmez? Çünkü “mutlak” olan, “ortaklı” olamaz. Mutlak hâkimiyet, zıddını ve ortağını reddeder. Eğer bir ülkede iki mutlak padişah iddiası olsa, o ülke fesada gider. Kâinat sarayında da durum böyledir. Bu, mantıkî bir zarurettir.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Mümanaat Delili (Şirkin İmkânsızlığı):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
“Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. 1Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır.” (Mü’minûn, 23/91)
Üçüncü Kısım: Şirkin, Rububiyet’in Gayelerini Bozması
Metin, şirkin reddedilmesinin daha derûnî bir hikmetini açıklıyor. Mesele sadece bir “hâkimiyet” kavgası değil, “sanatın ve gayenin” bozulması meselesidir.
Rububiyetin mühim gayeleri vardır:
• Cemâlini İzhar: Kendi manevî güzelliğini, sanatındaki estetikle göstermek.
• Kemâlâtını İlân: Kendi kusursuz sıfatlarını (sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet) kâinat kitabıyla ilan etmek.
• Kıymetli San’atlarını Teşhir: Her biri birer mucize olan eserlerini (bir kelebek, bir göz, bir yaprak) sergilemek.
• Gizli Hünerlerini Göstermek: Mahlûkatın yapısına (doğasına) yerleştirdiği ince sanatları ve hikmetleri açığa çıkarmak.
Bu yüce gayeler, “cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ” eder. Yani, Allah’ın sanatının ve kemâlinin en parlak aynası, en küçük bir mahlûktur (cüz’î). Bir mikrop veya bir sinek, galaksiler kadar harika bir sanat ve kemâl sergisidir.
Şirk bu gayeyi nasıl bozar?
Eğer “en cüz’î birşeye” (mesela bir hücreye veya bir atoma) “kendi başıyla müdahale eden bir şirk” (yani Allah’tan bağımsız hareket edebilen bir ortak, bir tabiat kanunu, bir sebep) kabul edilirse:
• O sanat eseri kıymetten düşer. Sanat, Sanatkârına (Sâni) nisbet edildiği ölçüde kıymetlidir. Eğer o eser “tesadüfe”, “tabiata” veya “sebeplere” verilirse, o yüksek sanat ve hikmet perdelenir.
• “O gayeler bozulur ve o maksatlar harap olur.” Sergi, gayesinden sapar.
• En mühimi: “Zîşuurun (insanın) yüzlerini o gayelerden… çevirip esbaba saldığından.” İnsan, Allah’ın sanatını ve merhametini görmek yerine, kör sebeplere (esbaba) takılır. Güneşe tapanlar, ineğe tapanlar veya ilacı şifa verici zannedenler bu duruma düşer. Şükrü ve hayreti Allah’a değil, sebeplere yöneltirler.
Bu vaziyet, “rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet”tir. Bir sanatçı, eserinin başkasına mal edilmesine nasıl rıza göstermezse; Sâni-i Zülcemâl de, Rububiyetinin gayesi olan sanatını, kemâlini ve cemâlini izhar ederken, araya şuursuz sebepleri veya aciz ortakları sokarak bu sergiyi bozmak ve perdelemek isteyen şirke asla müsaade etmez.

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Sanatın Güzelliği ve Gayesi:
“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
• Sebeplere Takılıp Gayeyi Unutmak (Yüz Çevirmek):
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirerek geçip giderler.” (Yûsuf, 12/105)
Dördüncü Kısım: Kur’ân’ın Tevhid Vurgusunun Sırrı
Metin, bu izahı Kur’ân-ı Kerîm’e bağlayarak son noktayı koyar:
“Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı… mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.”
• Takdis: Allah’ı her türlü noksandan, aczden, şerikten (ortaktan) ve kâinatın işlerine müdahale edememekten tenzih etmek, O’nun pek yüce ve münezzeh olduğunu ilan etmek (Sübhanallah).
• Tesbih: Bütün kâinatın, O’nun emir ve nizamı altında hareket ederek O’nu zikrettiğini, O’nun kusursuzluğunu ilan ettiğini bildirmek.
• Tevhide İrşad: Kur’an’ın her ayetinin, hatta harflerinin ve heyetlerinin (duruşlarının) bile dolaylı veya doğrudan Allah’ın birliğini göstermesi.
Kur’an’ın bu kadar ısrarla “Tevhid” demesi ve “Şirk”i reddetmesinin temel sebebi, şirkin sadece bir inanç hatası değil, aynı zamanda kâinatın varlık gayesini, Rububiyetin maksatlarını ve mahlûkatın sanat kıymetini temelden yıkan, bozan ve harap eden bir “adâvet” (düşmanlık) olmasıdır.

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Kâinatın Tesbihi:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
• Takdis ve Şirkin Reddi:
“De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde o ilâhlar Arş’ın sahibine (Allah’a) ulaşmak için bir yol ararlardı.” (İsrâ, 17/42)
“O, onların dediklerinden çok münezzehtir, pek yücedir.” (İsrâ, 17/43)

Hülasa (Netice)
İkinci Hakikat, kâinattaki mükemmel idareye (Rububiyet-i Mutlaka) nazar ederek, bu idarenin temel gayesinin “Sanatın ve Kemâlin İlanı” olduğunu tespit eder. Bu ilan ve sergi, en küçük zerrede ve hayat sahibinde odaklanmıştır. Şirk (ortak koşmak), bu ilanı perdeler, sanatı kıymetsizleştirir ve şuurlu varlıkların yüzünü Sanatkâr’dan alıp sebeplere çevirir. Bu durum, Rububiyetin gayesine taban tabana zıt ve aykırı olduğundan, Rububiyet-i Mutlaka, yapısı gereği şirkin en küçüğüne dahi müsaade etmez. Kur’an’ın ısrarlı Tevhid dersinin sırrı da budur.

 

 

 

 

Üçüncü Hakikat, kemâlâttır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.
Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad eden Hâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat’î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

*********

Konunun Tafsilatlı İzahı: Hakikat, Kemâlâttır
Bu “Üçüncü Hakikat,” kâinat, insan ve Hâlık (Yaratıcı) arasındaki derûnî ve zarurî bir bağlantıyı “Kemâl” kavramı üzerinden kurar. Varlığın hakikati kemâldir; noksanlık ve abesiyet (anlamsızlık) ise hakikatin zıddıdır. Şirk, bu temel kemâlâtı inkâr ettiği için hakikatsizdir.
Bu metni dört ana başlık altında tahlil edebiliriz:
1. Kâinatın Şehadeti: Varlığın Gayesi Kemâldir
• Temel Istılah/Deyim: Hakikat-ı Kemâlâtın Vücudu (Kemâlât Hakikatinin Varlığı)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tekâmül, nizam, intizam, mizan (ölçü), hikmet, gaye, hüsn (güzellik), cemâl, sanat-ı İlâhiyye.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, hakikatin kemâl olduğunu beyan ettikten sonra, bu davanın isbatı için nazarlarımızı (bakışlarımızı) kâinata çevirir. Kâinata baktığımızda tesadüfî, anlamsız veya çirkin bir yapı görmeyiz. Bilakis:
• Ulvî Hikmetler: Her varlığın bir gayesi, bir vazifesi vardır. Hiçbir şey abes (boşuna) yaratılmamıştır.
• Harika Güzellikler (Cemâl): Bir çiçeğin simetrisinden galaksilerin ihtişamına kadar her şeyde gözü okşayan bir sanat ve güzellik vardır.
• Âdilâne Kanunlar: Fizik, kimya, biyoloji kanunları gibi cihan şümul yasalar, kâinatın adaletle ve şaşmaz bir ölçüyle idare edildiğini gösterir.
• Hakîmâne Gayeler: Her varlık, kendinden daha büyük bir gayeye hizmet eder.
Bu dört unsur (hikmet, güzellik, adalet, gaye), kâinatın temelinde “noksanlık” veya “abesiyet” değil, “kemâl” olduğunu bedahetle (apaçık) gösterir. Varlık (vücud) kemâldir; yokluk (adem) ise noksanlıktır.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Yaratılıştaki Kemâl ve Nizam:
$$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir de bir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”$$
(Mülk 67/3-4)
• Her Şeyin Güzel Yaratılması:
$$”O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”$$
(Secde 32/7)
• Varlığın Abes Olmayışı:
$$”Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$$
(Sâd 38/27)

2. Hâlıkın Kemâlâtı: Sanat, Sanatkârın Kemâline Delildir
• Temel Istılah/Deyim: Hâlıkın Kemâlâtı (Yaratıcının Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Esmâ-i Hüsnâ (En Güzel İsimler), Sıfât-ı Kudsiyye (Kutsal Sıfatlar), Zât-ı Akdes, Kudret-i Ezeliye, İlm-i Muhît (kuşatıcı ilim).
• İzahı (Açıklaması):
Madem kâinat (eser/sanat) bu derece kemâldedir; elbette o eseri hiçten icad eden Sâni’in (Sanatkârın) kemâlâtı zarurîdir. Metin, Hâlıkı “her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden” olarak tasvir eder. Eserdeki kemâl, sanatkârdaki kemâlden süzülüp gelir.
Kâinattaki sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet ve cemâl tecellileri, bu sıfatların menbaı (kaynağı) olan Zât’ın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi” bulunduğunu isbat eder. Bütün mevcudât, O’nun bu kemâlâtına birer şahittir.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• En Yüce Sıfatlar (Kemâlât):
$$”O, göklerde ve yerde tektir. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.”$$
(En’âm 6/3)
$$”…Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Rum 30/27)
• Esmâ-i Hüsna:
$$”O, Allah’tır, yaratandır, yoktan var edendir, şekil verendir. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Haşr 59/24)

3. İnsanın Kemâlâtı: Âyine-i Zîşuurun Hakikati
• Temel Istılah/Deyim: İnsanın Kemâlâtı (İnsanın Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Ahsen-i takvîm (en güzel biçim), Halife-i arz (yeryüzünün halifesi), Ene (Benlik), Marifetullah (Allah’ı tanıma), Ubûdiyet (Kulluk), Fazilet.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, Hâlıkın kemâlinden sonra insanın kemâline geçer. Çünkü insan sıradan bir varlık değildir. O:
• Kâinatın en mühim meyvesidir: Bütün kâinat ağacının neticesi, şuurlu bir meyve olan insandır.
• Arzın halifesidir: Yeryüzünde tasarruf etme, idare etme ve Allah’ın isimlerini gösterme vazifesi verilmiştir.
• Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu (sanat eseri) ve sevgilisidir: Ona “ahsen-i takvîm” sıfatı verilmiş, hitabına muhatap kılınmıştır.
• Hâlıkın âyine-i zîşuurudur (şuurlu aynasıdır): İnsana verilen “ene” (benlik), Hâlıkın sonsuz sıfatlarını (kendi cüz’î ilmiyle O’nun küllî ilmini, kendi cüz’î iradesiyle O’nun küllî iradesini) anlamak için bir ölçü birimidir.
İşte bu vasıflara sahip insanın da bir “kemâlât hakikati” vardır. Bu kemâl, Hâlıkını tanıması (marifet) ve O’na kulluk etmesidir (ubûdiyet). İnsanın hakikati budur.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Ahsen-i Takvîm:
$$”Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”$$
(Tîn 95/4)
• Halifelik:
$$”Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti…”$$
(Bakara 2/30)
• İnsanın Gayesi (Kemâli):
$$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$$
(Zâriyât 51/56)

4. Şirkin Reddi: Kemâlâtın Zıddı Olarak Hakikatsizlik
• Temel Istılah/Deyim: Şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tesadüf, tabiat (fâil olarak), abesiyet (anlamsızlık), fena (yok oluş), zeval (kayboluş), noksaniyet (eksiklik), zulm (haksızlık), butlan (bâtıllık).
• İzahı (Açıklaması):
Metin, ilk üç adımda Hâlık’ın, kâinatın ve insanın “kemâlât hakikati”ni isbat ettikten sonra, mantıkî bir neticeye varır: Bu üç kemâli birden inkâr eden veya bozan “şirk” (Allah’a ortak koşmak, sebepleri veya tabiatı yaratıcı kabul etmek) hakikat olamaz.
Metne göre şirk, bu kemâlâtı nasıl bozar?
• Kâinatın Kemâlini Bozar: Şirk nazarıyla bakıldığında, hikmetli ve sanatlı kâinat; “fena ve zevalde yuvarlanan” (sürekli yok olan), “neticesiz”, “tesadüfün oyuncağı”, “tabiatın mel’abegâhı (oyun alanı)” ve en acısı “zîhayatın (canlıların) zâlimâne mezbahası” suretine çevrilir. Kemâl, anlamsız bir kaosa (abesiyete) dönüşür.
• İnsanın Kemâlini Bozar: Şirk, “ahsen-i takvîm”deki, “halife-i arz” olan şuurlu insanı; gayesiz, sahipsiz, “en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine” indirir. Çünkü ebedî bir kemâle değil, fâni bir yok oluşa gittiğini vehmeder.
• Hâlıkın Kemâlini Bozar (Setreder): Bütün mevcudâtın şehadetiyle sabit olan Hâlıkın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi”ni perdeler. O’nun yaratıcılığının (hallâkıyetinin) neticesini (yani hikmetli eserlerini) iptal eder, tesadüfe ve tabiata havale eder.
• Netice: Şirk; Hâlık’ın, kâinatın ve insanın kemâlâtına taban tabana zıt olduğu için, varlığın temel hakikati olan “kemâl” ile çeliştiği için, “elbette olamaz ve hakikatsizdir.”
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Şirkin Büyük Zulüm Olması (Kemâle Zıddiyeti):
$$”Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.””$$
(Lokmân 31/13)
• Şirkin Amelleri İptal Etmesi (Kemâli Bozması):
$$”…Eğer O’na ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”$$
(En’âm 6/88)
• Sebeplerin Yaratıcı Olamaması (Kemâlsizliği):
$$”Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyler hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”$$
(Nahl 16/20-21)

Hülasa (Özet):
“Üçüncü Hakikat,” varoluşun bir “kemâl” süreci olduğunu, bu kemâlin kâinatta sanat olarak, Hâlıkta mutlak sıfatlar olarak ve insanda marifet ve ubûdiyet olarak tezahür ettiğini ortaya koyar. Tevhid, bu üçlü kemâli tasdik etmektir. Şirk ise, bu üç kemâli de aynı anda inkâr eden, kâinatı abesiyete, insanı esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) ve Hâlıkın sanatını tesadüfe havale eden en büyük bir “hakikatsizlik”tir.

 

 

 

Dördüncü Hakikat , hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur.  âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusunda ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü -1- âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.
İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi şuhud derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle  — dedi.

*************

1. Kelime ve Kavram Tahlili: Hâkimiyet ve Müradifleri

Metnin temelini teşkil eden “Hâkimiyet” kelimesi, bu bahsin anahtarıdır.
• Hâkimiyet (الْحَاكِمِيَّةُ): Hükmetme, emretme, idare etme ve mutlak otorite sahibi olma. Bu, sadece bir “idare” değil, aynı zamanda “hüküm koyma” (yasama), “icra etme” (yürütme) ve “muhakeme etme” (yargılama) kudretlerinin tamamını ihtiva eden kâmil bir tasarruftur.
• Mülk (الْمُلْكُ): Hâkimiyetin en yakın müradifidir. “Mülk” ve “Hâkimiyet” birbirinden ayrılmaz. Mülk, sahip olmaktır; hâkimiyet ise o mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf etmektir. Allah Teâlâ “Mâlikü’l-Mülk”tür (Mülkün Sahibi).
• Emir (الْأَمْرُ): Komuta, buyruk. Metinde geçen “tekvinî emirler” ve “âmirâne hükümler”, Hâkim’in iradesinin kâinatta nasıl cereyan ettiğini gösterir. Kâinattaki her hadise, bu Emr’in bir neticesidir.
• Musahhar (مُسَخَّر): Boyun eğdirilmiş, bir vazife ile görevlendirilmiş. Metin, zerrâttan yıldızlara kadar her şeyin “musahharâne meşgul” olduğunu söyler. Bu, hiçbir şeyin başıboş olmadığını, Hâkim’in emri altında hizmet ettiğini gösterir.

2. Metnin Tahlili ve İzahı: Kâinatın Şehadeti

Metin, Hâkimiyet hakikatini isbat etmek için kâinatı bir “delil” olarak sunar ve mantıkî bir silsile takip eder:
a) Kâinat: Haşmetli Bir Memleket Tasviri
Metin, kâinata “geniş bir dikkatle” bakmayı teklif eder. Bu nazar (bakış), kâinatı şu şekilde gösterir:
• Haşmetli ve Faaliyetli Bir Memleket: Kâinat, başıboş bir atom yığını değil, muazzam bir faaliyete sahip, idaresi gayet hikmetli bir “memleket” veya “şehir” gibidir.
• Vazife ve Musahhariyet: Bu memleketin (kâinatın) her bir ferdi (zerrâttan nebâtâta, hayvânâttan yıldızlara kadar) başıboş değildir. Her biri, “birer vazife ile musahharâne meşgul”dür. Güneşin ışık vermesi, ağacın meyve vermesi, bulutun yağmur getirmesi birer “vazife”dir.
• Cünûd-u Rabbâniye (Rabbin Orduları): Metin, bu vazifeli varlıkları “askerlik mânâsı” ile “cünûd-u Rabbâniye” (Rabbin orduları) olarak tasvir eder. Zerreler bir ordu, bitkiler bir fırka, hayvanlar bir tabur, yıldızlar bir ordu gibidir.
Bu tasvir, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir “âmir” tarafından idare edildiğini gösterir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bu “asker” (cünûd) tabirini kullanarak Allah’ın hâkimiyetini tasdik eder.
(Fetih, 48:4) “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Fetih, 48:7) “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayetler, kâinattaki bütün kuvvetlerin ve varlıkların, o Hâkim’in emrinde birer asker olduğunu açıkça beyan eder.

b) Hâkimiyet-i Mutlaka ve Şirkin İmkansızlığı (Burhân-ı Temânu)

Metnin ikinci kısmı, bu mutlak hâkimiyetin “şirk”i (ortaklığı) nasıl temelden reddettiğini izah eder. Bu, Kelâm ilminde “Burhân-ı Temânu” (Tevhidin, birden fazla ilahın birbirine mani olacağı delili) olarak bilinen delilin bir tasviridir.
• Mantıkî Esas: Metin der ki: “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz.”
• Delil: “müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar.”
• Misal: “Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur.”
Hâkimiyet, yapısı (doğası) gereği “tek”liği gerektirir. İki ayrı irade, aynı anda aynı şey üzerinde farklı hükümler verirse, “fesat” (bozulma) kaçınılmaz olur.
Metin, bu mantıkî delili, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetine dayandırır (metinde işaret edilen ayet):
(Enbiyâ, 21:22) “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”
Metin, bu ayetin hakikatini kâinattaki intizam ile isbat eder: “Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar… öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.”
Kâinatta gözlenen bu kusursuz nizam, emrin tek bir merkezden geldiğinin, Hâkim’in “Bir” olduğunun en büyük delilidir.

c) İzzet ve Hâkimiyet: Rakip Kabul Etmemek

Metin, şirkin imkansızlığına dair ikinci bir delil sunar: Hâkimiyetin izzeti.
• Hâkimiyet, Makam-ı İzzettir: Hâkimiyet, bir “izzet” (şeref, onur, yücelik) makamıdır. Rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.
• Beşerî Misal (Aciz İnsan): Metin, bu hakikati beşerî hayattan bir misalle somutlaştırır: “aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez.” Tarihteki taht kavgaları bu hakikatin acı bir isbatıdır.
• Kıyas (Kadîr-i Mutlak): Mantıkî kıyas şudur: Eğer aciz, cüz’î ve muvakkat (geçici) bir hâkimiyet için insan böyle bir rekabeti kaldıramazsa; elbette, “bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın”, “hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine” başkasını ortak (şerik) etmesi ve buna müsaade etmesi “hiçbir cihetle mümkün olamaz.”
Allah’ın hâkimiyeti, O’nun Rubûbiyet (terbiye edicilik) ve Ulûhiyetinin (ilahlığının) temelidir. Bu temele ortak kabul etmek, O’nun Kudsî (mukaddes) Zât’ının izzetine zıttır.

3. Hâkimiyet Hakikatini Pekiştiren Ayet-i Kerimeler

Metnin ruhuna ve muhtevasına uygun olarak, Hâkimiyet-i İlâhiyye’yi ve şirkin imkansızlığını beyan eden bazı ayetler:

a) Hâkimiyet ve Mülkün Tek Sahibi Olması:
(Âl-i İmrân, 3:189) “Göklerin ve yerin mülkü (hâkimiyeti) Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”
(Mülk, 67:1) “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.”
(Yâsîn, 36:83) “Her şeyin mülkü (hükümranlığı) elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.”

b) Hükmün Yalnızca Allah’a Ait Olması:
(Yûsuf, 12:40) “Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

c) Mülkünde ve Hâkimiyetinde Ortağı (Şerik) Bulunmaması:
(İsrâ, 17:111) “De ki: “Hamd, çocuk edinmemiş olan, mülkünde (hâkimiyetinde) ortağı bulunmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya da ihtiyacı olmayan Allah’a mahsustur.” Ve O’nu tekbir ile yücelt.”
(Fâtır, 35:13) “O, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. Güneş’i ve Ay’ı da buyruğu altına almıştır. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnızca O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.”
Bu ayetler, metinde “Hâkimiyet-i Mutlaka” olarak ifade edilen hakikatin Kur’ânî temellerini oluşturur.

4. Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
İktibas edilen metin, kâinata bakan bir “yolcu”nun (yani hakikati arayan insanın) müşahedesini tasvir eder. Bu yolcu:
• Kâinattaki muazzam faaliyeti ve haşmeti görür.
• Bu faaliyetin başıboş olmadığını, “cünûd-u Rabbâniye” misali “tekvinî emirler” ile idare edildiğini fark eder.
• Bu idarenin, “Hâkimiyet-i Mutlaka”yı isbat ettiğini anlar.
• Bu mutlak hâkimiyetin (gerek “Burhân-ı Temânu” ile gerekse “Hâkimiyetin İzzeti” ile) şirki ve rakibi imkânsız kıldığını idrak eder.
İşte bu dört hakikati (ve metinden önceki diğer üç hakikati) müşahede eden yolcunun imanı, taklitten tahkike, ilimden “şuhud” (görür gibi inanma) derecesine yükselir. Kalbi ve aklı, kâinatın her zerresinden gelen tevhid sedâsını işitir.
Bu şuhudun neticesi olarak, bütün kuvvetiyle metnin sonunda zikredilen kelime-i tevhidi ilan eder:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ
(Lâ ilâhe illâ Hû)
(O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.)

 

 

 

 

Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:
“Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyleyse, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyleyse haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl ve âsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, Kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

Birincisi:
Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden, hem  yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acip bir hadiseyi, hazır ve göz önünde bir hadiseyle ispat etmek ve onun gibi acip bir tanzir olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat tâifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizanla iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden, hem  -1- âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sayfalarını yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.
İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan azîm tehditle ferman ediyor.

**********

Risale-i Nur Külliyatı’nda (hususan Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nda) yer alan “sükûnetsiz misafir”in, yani hakikat arayışındaki seyyahın, tevhid-i hakikî mertebelerindeki seyr ü sülûkunu tasvir etmektedir. Bu misafir, tevhidi sadece zihnî bir tasavvur (konsept) olarak değil, kâinatın her zerresinde Rabbini bulan, hiçbir şeyin O’nun huzuruna mâni olmadığı bir tasdik, ilim ve iz’an (kesin kanaat) seviyesinde anlamak istemektedir.
Bu maksatla, “kibriya ve azamet kapısını” çalmış, yani Allah-u Zülcelâl’in fiil (ef’âl) ve eserlerinin (âsâr) tecelli ettiği icad ve ibdâ âlemine nazar etmiştir.
Metninize konu olan Birinci Hakikat, kâinatı ihata etmiş olan Kibriya ve Azamet Hakikatinin, tevhidi nasıl bedahetle (apaçık bir surette) isbat ettiğinin izahıdır.

1. Kibriya ve Azamet: Manası ve Müradifleri

Metnin merkezinde yer alan Kibriya ve Azamet kelimeleri, Cenâb-ı Hakk’ın ululuğunu ve büyüklüğünü ifade eder.
• Kibriya (اَلْكِبْرِيَاءُ): Allah’ın (c.c.) Zât’ının her türlü noksanlıktan münezzeh, her türlü kemâl ile muttasıf olmasını ifade eden mutlak büyüklüktür. O’nun büyüklüğü, mahlûkatınki gibi izâfî (göreceli) değil, Zâtî’dir. Hiçbir varlık O’nun Zât’ının hakikatine yanaşamaz. Esma-i Hüsna’dan “el-Kebîr” (en büyük) ve “el-Mütekebbir” (azameti, ululuğu fiilen gösteren) isimleri bu hakikate işaret eder.
• Azamet (اَلْعَظَمَةُ): Kibriya daha çok Zât’ın ululuğuna bakarken, Azamet ekseriyetle Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin ve fiillerinin büyüklüğünü, eserlerinin (âsâr) ihtişamını ifade eder. Kâinatın haşmeti, O’nun Azamet’inin bir tecellisidir. Esma-i Hüsna’dan “el-Azîm” (pek azametli) ismi bu sıfata bakar.
Bu iki kelimenin müradifleri veya alâkalı olduğu diğer kavramlar şunlardır:
• Celâl: Haşmet, ululuk. Genellikle kahır ve gazap tecellileriyle birlikte anılsa da, esasen Kibriya ile yakın manadadır.
• İzzet (اَلْعِزَّةُ): Üstünlük, şeref, mağlup edilemez mutlak güç. Metinde “celâlin izzetine dokundurması” ifadesi, şirkin bu mutlak İzzet’e karşı bir tecavüz olduğunu belirtir.
• Kudret (اَلْقُدْرَةُ): Mutlak güç. Azamet ve Kibriya, bu kudretin haşmetli tecellileridir.
• Vâhidiyet (اَلْوَاحِدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin kâinatın bütününde, büyük cirmlerde tecelli etmesi.
• Ehadiyet (اَلْأَحَدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin her bir zerrede, her bir cüz’î varlıkta hususî bir mühür (hâtem) olarak tecelli etmesi.

2. Kibriya ve Azamet’in Tevhid-i Hakikîyi İsbatı

Metin, Kibriya ve Azamet’in tevhidi nasıl isbat ettiğini, “birtek fiil” mantığı üzerine kurar. Bu, tevhidin en kuvvetli isbatlarından biridir. İzahı şöyledir:
A. İhata (Kuşatma) ve Birlikte Tasarruf:
Metin, aklın nazarını üç sahaya çevirir:
• Makro Âlem (Âfâk): “Binlerle sene birbirlerinden uzak… yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden…”
• İzahı: Milyarlarca ışık yılı mesafedeki galaksileri, yıldızları aynı anda ve aynı fizik kanunlarıyla (aynı tarzda) idare eden bir kudret, bölünme ve ortaklık kabul etmez. Eğer birden fazla fâil (fail) olsaydı, ya aralarında yetki karmaşası (mümanaat) çıkar ya da kâinat farklı kanunların işlediği bölgelere ayrılırdı. Hâlbuki kâinattaki cihan şümul (evrensel) kanun birliği, Fâil’in Vâhid (Bir) olduğunu gösterir.
• Mikro Âlem (Enfüs): “…aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden…”
• İzahı: Aynı kudret, o muazzam yıldızları idare ederken, aynı anda yeryüzünün farklı köşelerindeki (şark, garp, cenup, şimal) aynı çiçeğin milyarlarca ferdini, aynı plân (genetik kod), aynı suret ve aynı hikmetlerle (mesela aynı koku, aynı renk pigmenti) yaratır. Bu, Vâhidiyet içinde Ehadiyet mührüdür.
• Derûnî Âlem (Kalb): “…aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.”
• İzahı: Fiilin azameti zirveye ulaşır. O Fâil, hem en uzağı (yıldızlar) hem en küçüğü (çiçek) hem de en gizliyi (kalbdeki hatıratı) aynı anda bilir ve idare eder.

B. “Birtek Fiil” Delili:

Metnin kilit cümlesi şudur: “Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid…”
• İzahı: Kâinattaki bütün bu fiiller (yaratma, idare etme, rızık verme, bilme) o kadar birbiri içine girmiştir ki (mütedâhil), onları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kalbin hatıratını bilmek, beynin kimyasını bilmeyi; beynin kimyası, alınan gıdayı; gıda, baharı ve güneşi; güneş ise galaksiyi… velhasıl her şey her şeye bağlıdır. Kâinat, devâsa bir “birtek fiil” hükmündedir. Bu bölünemez, tek fiil, zarurî olarak Fâil’inin de birtek Vâhid olmasını iktiza eder.
İşte bu, Kibriya ve Azamet’in tecellisidir. Öyle bir Kibriya ki, kudreti her şeyi ihata etmiştir; öyle bir Azamet ki, en büyükten en küçüğe kadar her şeye aynı anda hükmeder.

3. Kibriya ve Azamet Karşısında Şirkin İmkânsızlığı

Metin, bu Kibriya ve Azamet’in “hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor” der.
• İzahı: Şirk, yani ortak koşmak, mantıken iki suretle olabilir:
• Acz (Acizlik): Fâil’in gücü yetmez, yardımcıya (şerik) ihtiyaç duyar.
• Hudut (Sınır): Fâil’in mülkünün bir sınırı vardır, o sınırın ötesine başka bir “ilâh” hükmeder.
Metnin ortaya koyduğu Kibriya ve Azamet delili, bu iki ihtimali de kökünden keser:
• Yıldızlardan kalblerin hatıratına kadar her şeyi aynı anda ve noksansız (kusursuz) idare eden bir kudrette acz tasavvur edilemez.
• En uzaktaki yıldız ile en gizli hatıratı birlikte bilen bir ilimde ve kudrette sınır (hudut) tasavvur edilemez.
Dolayısıyla şirk, bu Kibriya ve Azamet’in “izzetine dokunan”, O’nun mutlak kemâline ve ihatasına noksaniyet isnat eden, O’nun sonsuzluğuna nihayet (son) vermek isteyen bir cinayettir. Bu, sadece bir inanç hatası değil, aklın ve fıtratın kabul edemeyeceği zıt ve aykırı bir durumdur.

4. Kur’ân-ı Kerim Nazarında Kibriya, Tevhid ve Şirk

Metin, bu izahlarını Kur’ân-ı Kerim’in fermanlarıyla da teyit etmektedir.
Metinde işareti bulunan ve konuyu aydınlatan ayetlerin ( Meali) tam metinleri:

A. Kâinatın Yaratılışı ve İdaresindeki Azamet (Metindeki İşaretleri):

Metin, (خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ) (Gökleri ve yeri altı günde yarattı) hakikatine ve bahar mevsimindeki haşir misallerine atıf yapar. Bu Azamet-i Fiil, şu ayette beyan edilir:
A’râf Sûresi, 7:54:
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir. Geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyen, güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş (olarak yaratan) Allah’tır. Biliniz ki, yaratma da emretme de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”
Metin, gece ve gündüzün çevrilmesine (يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَي النَّهَ..) şu ayetle işaret eder:
Zümer Sûresi, 39:5:
“O, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”

B. Kibriya’nın Yalnızca O’na Mahsus Oluşu:

Kibriya’nın (büyüklüğün) şirki ve ortağı reddettiği, Kur’ân’ın pek çok yerinde vurgulanır:
Haşr Sûresi, 59:23:
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır (el-Mütekebbir). Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
Câsiye Sûresi, 45:37:
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

C. Şirkin, Kibriya’ya Karşı Cinayet ve Affedilmezlik Sebebi :
Metin, şirkin Kibriya’ya dokunması cihetiyle kabil-i af olmadığını (اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪) ayetiyle belirtir. Bu ferman, Kur’ân-ı Kerim’de iki defa, net bir şekilde zikredilir:
Nisâ Sûresi, 4:48:
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”
Nisâ Sûresi, 4:116:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.”

Netice
İktibas edilen metin, Tevhid-i Hakikî’nin, kâinatın azametli fiillerine ve bu fiillerdeki mutlak Kibriya tecellisine nazar ederek ulaşılabilecek bir tasdik ve iz’an olduğunu isbat etmektedir. Kâinattaki bütün icraatın “birtek fiil” suretinde, noksansız, aczsiz ve ihata ile cereyan etmesi, Fâil’inin birtek Vâhid olduğunu bedahetle gösterir. Bu mutlak Kibriya ve Azamet, şirkin her türlü ihtimalini (imkânını) aklen ve fıtraten reddeder. Bu sebepledir ki şirk, O Mutlak Azamet’in İzzet’ine karşı işlenmiş en büyük cinayet olarak “büyük bir günah” (Nisâ 4:48) ve “derin bir sapıklık” (Nisâ 4:116) olarak ferman edilmiştir.

 

 

 

 

İkinci Hakikat:
Kâinatta tasarrufları görünen ef’âl-i Rabbâniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdit eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne ve hayattarâne ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar. Belki, Fâil-i Zülcelâlin emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl olunuyorlar.
Hadsiz misâllerden üç misâli: Sûre-i Nahl’in bir sayfasında, birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.
Birincisi:  -1- (ilâ âhir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mucize-i kudrettir ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.
İşte, bu üç cihetle mucizeli bu san’at-ı İlâhiyenin ve bu fiil-i Rabbâniyenin bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtası, bedahetle vahdeti ispat eder.
İkinci âyet
-2- âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştı rmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.
İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.
Üçüncü âyet

Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.”
Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir” demeye mecburdur.
Çünkü, meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.
Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilâcı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbânî ile istihdam olunuyorlar.
İşte, bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi, hadsiz ef’âl-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.

*******

1. Hakikatin Esası: Ef’âl-i Rabbâniyenin Itlak ve İhatası
Metnin esası, kâinatta görünen fiillerin iki temel vasfına dayanır: $$ (mutlaklık, sınırsızlık) ve ${İhata}$ (kuşatıcılık, her şeyi kaplama).
• Itlak ve İhata: Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri (yaratma, rızık verme, hayat verme, suret verme gibi) kâinatın bir köşesinde olup diğer köşesinde olmayan, cüz’î ve sınırlı fiiller değildir. O fiiller, ${mutlak}$tır; yani hiçbir kayıt altına girmez, bir mekâna veya zamana münhasır kalmaz. Ve ${ihata}$lıdır; yani aynı anda bütün kâinatı, bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Bir baharı icat etmesiyle bir çiçeği icat etmesi, O’nun kudretine nisbetle birdir.
• Müradifleri: Bu ${ıtlak}$ ve ${ihata}$, O Zât’ın ${Kudret-i Ezeliye}’sinin$ nihayetsizliğini, ${ilm-i Muhît}’inin$ (kuşatıcı ilminin) her şeyi kapsadığını gösterir. Bu, ${Vâcibü’l-Vücud}$ (varlığı zorunlu) olmasının bir neticesidir.
2. Fiilleri Takyid Eden (Sınırlayan) Sebepler: Hikmet ve İrade
Metin, bu mutlak fiillerin tezahürde (görünüşte) sınırlı gibi görünmesinin sebebini açıklar. Bu sınırlama, bir acz veya noksanlıktan değil, tam tersine mükemmel bir plandan kaynaklanır.
• Hikmet ve İrade: Bir fiil, ${mutlak}$ iken, neden ${muayyen}$ (belirli) bir surette zuhur eder? Çünkü ${İlâhî Hikmet}$ (sebepler ve neticelerdeki mükemmel gaye) ve ${İlâhî İrade}$ (dileme, tercih etme) o fiilin tam da o şekilde, o ölçüde olmasına hükmetmiştir. Bir insana iki el verilip on parmak takılması, kudretin noksanlığından değil, hikmetin tam da bunu gerektirmesindendir.
• Mazharların Kabiliyetleri: Fiilin tezahür edeceği yerin (mazharın), yani mahlûkun “kabiliyet-i isti’dâdı” (potansiyel kapasitesi) o fiilin nasıl görüneceğini belirler. Bir çekirdek, bir ağaç olma kabiliyetini taşır; elmas kömürü ise yanma kabiliyetini. Aynı kudret fiili, mazharın kabiliyetine göre farklı bir sanat olarak tecellî eder.

3. Batıl Nazariyelerin Reddi: Tesadüf, Tabiat ve Esbab

Bu hakikat, kâinatı izah etmekte acze düşen felsefî akımları temelden reddeder:
• Serseri Tesadüf ve Şuursuz Tabiat: Metnin vurguladığı gibi, fiiller “gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne (görerek) ve hayattarâne (hayat vererek)” icra edilmektedir. Tesadüf ise kör, hedefsiz ve mizansızdır. Tabiat, şuursuz bir kanunlar bütünüdür; ilmi, iradesi, görmesi yoktur. Şuurlu, hikmetli ve sanatlı bir fiili, şuursuz tesadüfe ve kör tabiata havale etmek, aklen muhaldir.
• Câmid Esbab (Cansız Sebepler) ve Kör Kuvvet: Sebepler, fiilin ${Fâil}$’i (yapanı) değil, kudretin önündeki ${zâhirî perde}$sidir. Cenâb-ı Hak, ${İzzet}$ ve ${Azamet}$’i gereği, sebepleri bir perde-i kudret (${Perde-i İzzet}$) olarak “istimâl” eder (kullanır). Su hayata sebep olur, ama suyu ve hayatı yaratan O’dur. Sebepler, fiili icat edemez; onlar da yaratılmış ve memurdurlar.

4. Tevhidin İsbâtı: Sûre-i Nahl’den Üç Misal
Metin, bu ${Tevhid-i Ef’âl}$ hakikatini, Sûre-i Nahl’de peş peşe gelen üç ayetin işaret ettiği üç harika fiil ile isbat eder:
Birinci Misal: Bal Arısı (Mucize-i Kudret)
Bu misal, küçücük bir mahlûka yüklenen büyük vazifeyi ve onun ${sevk-i İlâhî}$ (İlâhî sevk, yönlendirme) ile hareket ettiğini gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿٦٨﴾}$$
$$ {ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٦٩﴾}$$
(Nahl, 16/68-69)
“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları bal kovanlarından kendin için evler edin.’ (68) ‘Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!’ Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamında bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadı1r. (69)”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği üç mucizevî cihet:
• Başındaki Program: Arının zerrecik başında, yön bulma (sevk-i Rabbânî), petek inşâ etme (hendese-i İlâhiyye) ve vazifesini şaşırmadan yapma (isyan etmeme) programı yerleştirilmiştir. Bu, ${İlham-ı Rabbânî}$’dir.
• Karnındaki Fabrika: Çiçeklerden topladığı basit usareyi, karnında kimyevî bir muameleden geçirerek şifa deposu olan bala dönüştürmesi, bir ${Kudret-i Mutlaka}$’nın fiilidir.
• Süngücüğündeki Zehir: Aynı bedende hem şifa (bal) hem de helâk edici zehiri (iğne) barındırması ve o zehrin arının kendi cismine zarar vermemesi, ${Muvazene-i Hakîmâne}$’yi (Hikmetli Denge) gösterir.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda” yapılması, ${Fâil}$’in (Sanatkârın) ${Vâhid-i Ehad}$ (Tek ve Bir) olduğunu isbat eder.
İkinci Misal: Süt (Mucize-i Rahmet)
Bu misal, en lâtif bir gıdanın, en kaba ve bulaşık maddeler arasından çıkarılmasını ve buna eşlik eden şefkati gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ ﴿٦٦﴾}$$
(Nahl, 16/66)
“Sizin için sağmal hayvanlarda da kesin olarak ibret vardır. Nitekim size hayvanın karnında, besin artıklarıyla kan arasında (oluşan), içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz.”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği iki harika cihet:
• Hâlis, Temiz Süt: Hayvanın bedeninde kan ve fışkı (sindirilmiş atıklar) gibi iki bulaşık madde arasında, onlara zerre kadar bulaşmadan, onların rengini, kokusunu, tadını almadan saf, beyaz, temiz ve mugaddî (besleyici) bir sütü ayırıp çıkarmak, ${Kudret-i Kâmile}$’nin ve ${İlm-i Muhît}$’in fiilidir. Bu, ${Rahmâniyet}$ ve ${Rezzâkiyet}$’in (Rızık Vericiliğin) en lâtif bir tecellîsidir.
• Şefkat ve Fedakârlık: Maddî sütten daha lâtif olan, annenin kalbine yerleştirilen ${şefkat}$ fiilidir. O şefkat ki, yavrusu için annenin hayatını fedâ etmesine sebep olur. Bu manevî fiil, kaba tesadüfün ve kör kuvvetin asla işi olamaz.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin, “yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi,” bütün bu validelerin ve kalplerin ${Müdebbir}$’inin (İdare Edeninin) bir olduğunu isbat eder.
Üçüncü Misal: Hurma ve Üzüm (Mucize-i Sanat)
Bu misal, kupkuru ve basit bir topraktan, son derece sanatlı, lezzetli ve çeşitli gıdaların çıkarılmasını gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخ۪يلِ وَالْاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾}$$
(Nahl, 16/67)
“Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.” (Ayet, içkinin haram kılınmasından önce, bu maddelerin potansiyeline işaret etmiştir.)
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği harika cihetler:
• Basit Menşe, Mükemmel Mahsul: “Susuz bir kum ve kuru bir toprak” gibi basit, câmid (cansız) ve ilimsiz bir maddeden; “helvalı şeker fabrikası” (hurma) ve “ballı şurup makinesi” (üzüm) gibi sanat harikalarını çıkarmak.
• Sanatın İnceliği: Üzüm tanesinin “lâtif mahfazası” (kabuğu), içindeki “cennet helvası” (lezzeti) ve en mühimi, o nazik kalbinde ağacın bütün programını (${kuvve-i hafıza}$) taşıyan “sert kabuklu çekirdekleri” yerleştirmek.
• Hassas Mizan ve İntizam: Bu fiiller, o kadar hassas bir ölçü (${mizan}$) ve intizamla yapılır ki, “zerre kadar aklı bulunan bir adam, ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir’ demeye mecburdur.”
• Vahdete Delâleti: Bu sanat fiilinin, “bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak,” bu fiilin ancak ${Hâlık-ı Kâinat}$ (Kâinatın Yaratıcısı) olan ${Nakkaş-ı Ezelî}$’ye ait olabileceğini isbat eder.

Netice
“İkinci Hakikat,” kâinattaki her bir fiilin (araya, süte, meyveye dair) üzerinde ${Vahdet Mührü}$ bulunduğunu gösterir. Fiillerdeki bu ${ıtlak}$ (sınırsızlık), ${ihata}$ (kuşatıcılık), ${hikmet}$ (bilgelik), ${intizam}$ (düzen) ve ${mizan}$ (ölçü); kör tesadüfe, şuursuz tabiata ve câmid sebeplere hiçbir pay bırakmaz.
Hadsiz fiillerin tamamı, “ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.”

 

 

 

Üçüncü Hakikat:
Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka içinde kasret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at ve maharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilât-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.
Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san’atkârâne ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid Zâtın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir¦tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.
İşte, bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve ispat etmekle Kur’ân’ın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrâkinden âciz bırakan muamması bilinir.
Hâlık-ı Rahîmime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletü’n-Nur bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun âhirlerinde  bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözün “Fâil muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin Allahu ekber mertebelerinden kudret-i İlâhiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.
Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, hem maddî, hem mânevî iki kuvvetli mâni, beni şimdilik mütebakisinden vazgeçirdiler.
Birinci Sır:
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir.
İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.
Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve
hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.
Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.
Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i âzamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizâtlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.
Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san’atça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkûr sırra binaendir ki, gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.
İkinci Sır:
Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zâtiyenin bir cilvesiyle, birtek güneş, birtek aynaya ziyalı akis verdiği gibi, hadsiz aynalara ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlâhî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.
Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, fark etmez.
Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî, tecellî-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin kemâl-i vüs’atinden, birtek yere suhuletle baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlâhiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.
Aynen öyle de, Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ayna gibi parlak olduğundan; ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zâtiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derece mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mâni olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.
Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi, intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.
Hem bir âmir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve mutî bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.
Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.
Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî olan kudret-i Rabbâniyede ve beraberinde bütün intizamâtın ve nizamların ve muvazenelerin menşe-i, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlâhiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük herşey ve bütün eşya o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.
Ve baharda, bir emirle suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi, bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.
Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli, adâletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.
Ve bir emr-i tekvînî ile arzı dirilttiği gibi,  -1- fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emirle yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem  -2- ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.
Hem  -3- âyetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” meâlinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanî ve ruhânî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı âzamın önüne getirir. Bir iş bir işe mâni olmaz.

*********

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT’İN ANA FİKRİ: KESRET İÇİNDE VAHİYET

Bu hakikat, kâinatta nazarımıza (bakışımıza) çarpan ve aklı hayrette bırakan zâhirî (dışsal) bir zıddiyeti (karşıtlığı) ele alır:
• Sür’at-i Mutlaka İçinde Kasret-i Mutlaka ve İntizam-ı Mutlak:
• İzahı: Mutlak bir hız (sür’at) içinde, mutlak bir çokluğun (kasret) ve aynı zamanda mükemmel bir düzenin (intizam) bir arada bulunması.
• Misal: Bahar mevsiminde, çok kısa bir zamanda (sür’at), hadsiz nebatat ve hayvanat (kasret) türü, hiçbiri diğerine karışmadan, mükemmel bir nizam (intizam) ile icad edilmektedir.
• Sühulet-i Mutlaka İçinde Gayet Hüsn-ü San’at ve İttikan:
• İzahı: Mutlak bir kolaylık (sühulet) içinde, gayet yüksek bir sanat güzelliği (hüsn-ü san’at) ve mükemmelliğin (ittikan) sergilenmesi.
• Misal: Bir sineğin kanadındaki sanat, en mahir sanatkârların yapamayacağı bir inceliktedir (hüsn-ü san’at), ancak bu sanatlı eser, mutlak bir kolaylıkla (sühulet) ve sayısız (mebzul) miktarda yaratılmaktadır.
• Mebzuliyet-i Mutlaka ve İhtilât-ı Mutlak İçinde Gayet Kıymettarlık ve Tam İmtiyaz:
• İzahı: Mutlak bir bolluk (mebzuliyet) ve mutlak bir karışıklık (ihtilât) içinde, her bir ferdin gayet kıymetli olması ve tam bir ayırt ediciliğe (imtiyaz) sahip olması.
• Misal: Toprak unsuru, binlerce nebatat tohumu ile karışıktır (ihtilât) ve bu tohumlar çok boldur (mebzuliyet). Buna rağmen, her bir tohumdan çıkan bitki, kendi hususî yapısını, tadını, kokusunu (imtiyaz) mükemmelen muhafaza eder ve her biri (mesela bir elma) çok kıymetlidir.

Netice: Metnin ifade ettiği gibi, bu zâhiren zıt görünen (çokluk, hız, kolaylık, bolluk ile sanat, intizam, kıymet, seçkinlik) vasıfları bir arada, “bulaşmadan ve bulaştırmadan” yapmak, ancak ve ancak birtek Vâhid Zâtın (Allah’ın) öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez.
Bu hakikat, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) en derin sırrıdır: Allah’ın kudretine nisbeten, en büyük bir küll (bütün), en küçük bir cüz’î (parça) gibidir. Yıldızları yaratmak ile zerreleri yaratmak; bütün yeryüzünü (koca zemini) diriltmek ile bir ağacı diriltmek; bir ağacı inşa etmek ile bir çekirdeği açmak arasında O’nun kudreti için hiçbir fark yoktur.
Bu muammayı (sırrı) halleden ve isbat eden iki sırra işaret edilmiştir:

BİRİNCİ SIR: KUDRET-İ ZÂTİYEDE MERTEBELERİN BULUNMAMASI

Bu sır, Allah’ın kudretinin neden her şeye eşit nisbette olduğunu aklî bir temel ile izah eder:
• “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.”
• İzahı: Zâtî (İng. intrinsic, essential), bir varlığın bizzat kendinden olan, varlığı için başkasına muhtaç olmayan, o şeyin hakikatini teşkil eden demektir. Bir sıfat zâtî ise, onun zıddı olan sıfat o varlıkta bulunamaz. Zira bu, içtimaü’z-zıddeyn (iki zıddın bir arada bulunması) olur ki, bu muhâldir (imkânsızdır).
• Uygulama: Cenâb-ı Hakk’ın Kudreti zâtiyedir; O’nun Zât-ı Akdesinin zarurî bir lazımıdır. Kudretin zıddı ise aczdir (âcizlik, güç yetirememek). Madem kudret zâtîdir, öyleyse zıddı olan acz, O Zât-ı Kadîr’e hiçbir surette ârız olamaz (ilişemez, O’nda bulunamaz).
• “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir.”
• İzahı: Mertebeler (dereceler, seviyeler), bir sıfatın zayıf, kuvvetli, az, çok gibi derecelere ayrılmasıdır. Metne göre bu derecelenme, ancak o sıfatın içine zıddının karışmasıyla (tedahülüyle) mümkündür.
• Misaller:
• Ziya (Işık): Ziyanın “kavî” (güçlü) ve “zayıf” mertebeleri, zulmetin (karanlığın) müdahalesi ile ortaya çıkar.
• Hararet (Sıcaklık): Hararetin “ziyade” (yüksek) ve “aşağı” dereceleri, soğuğun (bürûdetin) karışması ile ölçülür.
• Kuvvet: Kuvvetin “şiddet” ve “noksan” miktarları, mukavemetin (direncin) karşılaması ile belli olur.
• Netice: Kudret-i Zâtiyede Mertebe Yoktur.
• İzahı: Madem Allah’ın kudreti zâtiyedir ve zıddı olan acz O’na ârız olamaz; ve madem mertebeler zıddın müdahalesiyle olur; öyleyse Allah’ın kudret-i zâtiyesinde mertebeler bulunmaz.
• O’nun kudreti bölünmez, derecelenmez, zayıflamaz. Bu sebeple O’nun kudretine nisbetle:
• Hiçbir mâni O’nu karşılayamaz.
• Hiçbir icad O’na ağır gelmez.
• Haşr-i âzamı (büyük dirilişi) bir bahar kadar kolay,
• Bir baharı bir ağaç kadar suhuletli (kolay),
• Bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad eder.
Bu sır, metnin başında zikredilen “sür’at”, “sühulet” ve “mebzuliyet” (hız, kolaylık, bolluk) ile “hüsn-ü san’at” ve “kıymettarlığın” nasıl birleştiğini gösterir. Eğer kudret zâtî olmasaydı ve mertebeleri olsaydı (yani esbaba dağıtılsaydı), “bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı” olurdu.

İKİNCİ SIR: NURANİYET, ŞEFFAFİYET VE İTAAT SIRRI

Bu sır, kudret-i zâtiyenin mertebesizliğinin kâinatta nasıl fiilen göründüğünü üç temel prensip ve misallerle açıklar:
A. Nuraniyet ve Şeffafiyet Prensibi
• İzahı: Nuraniyet, maddî kesafetten (yoğunluktan) ve kayıtlardan âzâde olmak, latif (ince, şeffaf) olmaktır. Şeffafiyet ise, hakikatleri ve iç yüzü (melekûtiyeti) gösteren aynalardır.
• Misaller:
• Güneş (Nuraniyet): Birtek güneş, nuraniyeti sayesinde, birtek aynaya ışığını (ziyalı akis) verdiği aynı kolaylıkla, hadsiz (sınırsız) aynalara ve su katrelerine de ışığını verir. Birine aksetmesi, milyonlarcasına aksetmesine mâni olmaz. Az ve çok birdir.
• Kelime (Nuraniyet): Birtek kelime, bir adamın kulağına girdiği zahmetsizlikle, bir milyon kulağa da aynı anda girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir (eşittir).
• Ruhanî (Nuraniyet): Cebrail (a.s.) gibi nuranî bir ruhanî, birtek yerde suhuletle (kolaylıkla) bulunduğu gibi, kudret-i İlâhiye ile binler yerlerde de bulunabilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, “en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru”dur.
• Eşyanın melekûtiyet vecihleri (yani kâinatın Allah’a bakan iç yüzü, hakikatleri) “şeffaf ayna” gibi parlaktır.
• Bu sebeple, o Zâtî Nur olan Kudret, bütün eşyanın içinde ve yanında bir anda bulunur; “hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder.” Bir iş bir işe mâni olmaz.

B. İntizam, Muvazene ve İtaat Prensibi
• İzahı: Kâinattaki her şey, Allah’ın kudretine ve emrine gayet derecede itaatli, inkıyadlı, mutî ve musahhardır (boyun eğmiştir). Bu itaat, intizam (düzen) ve muvazene (denge) kanunlarıyla tezahür eder. Bu intizam ve muvazene, en büyük işleri en küçük bir kuvvetle (zâhirî sebeple) yaptırır.
• Misaller:
• Gemi (İntizam/Muvazene): Yüz hane kadar büyük bir sefine (gemi), intizam ve muvazene sırrıyla (yani dümen mekanizmasıyla), bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirmesi gibi kolayca döndürülür.
• Ordu (İntizam/İtaat): Muntazam ve mutî bir ordu, bir âmirin birtek “arş” emriyle, birtek nefer gibi hücuma geçer.
• Mizan (Muvazene): Hassas bir terazinin (mizan) kefesinde iki dağ dengede dursa, bir “kanun-u hikmetle” (yani bir tetikleme mekanizmasıyla), bir ceviz tanesi o dengeyi bozup bir dağı yukarı, diğerini aşağı indirebilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Allah’ın kudret-i Rabbâniyesi “kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî”dir.
• Bu kudretle beraber, bütün intizamât (düzenlemelerin) ve muvazenelerin (dengelerin) menbaı (kaynağı) olan nihayetsiz bir hikmet ve hassas bir adalet-i İlâhiye vardır.
• Bütün eşya (cüz’î ve küllî) O’nun emrine musahhar (boyun eğmiş) ve münkaddır (itaat etmiştir).
• Netice (Haşirle Bağlantı):
• Bu intizam, hikmet ve itaat sırrıyla, Cenâb-ı Hak, zerreleri kolayca hareket ettirdiği (tedvir ve tahrik) gibi, yıldızları da aynı kolaylıkla döndürür.
• Baharda bir sineği ihya ettiği (dirilttiği) aynı emirle, bütün sinek taifelerini ve nebatat ordularını aynı kolaylıkla diriltir.
• Bir ağacı dirilttiği kolaylıkla, koca arzı ve zemin cenazesini (bütün yeryüzünü) baharda ihya eder; yüz bin haşir (diriliş) misalini gösterir.

KONUNUN AYETLERLE İSBATI

Metnin sonunda işaret edilen ve bu hakikati te’yid eden (doğrulayan) ayetler, kudretin bu mertebesizliğini ve haşrin kolaylığını kat’î (kesin) olarak beyan eder:

1. Haşrin (Dirilişin) Tek Bir Emirle Olacağı (İtaat ve Sür’at):

Metin bu ayete atıf yapar (Yâsîn Suresi, 53. ayet):
$${اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ}$$
( Meali): “Sadece korkunç bir ses olur, birdenbire hepsi de huzurumuzda divan dururlar.” (Yâsîn 36:53)
Bu ayet, kasret-i mutlakada (bütün insanların çokluğunda) olan haşrin, sür’at-i mutlaka ile (tek bir sayha/ses ile) ve intizam-ı mutlak ile (hepsinin bir anda hazır olmasıyla) gerçekleşeceğini gösterir.

2. Haşrin Sür’ati (Az ve Çoğun Müsâvî Olması):

Metin bu ayetlere atıf yapar:
$${وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ}$$
( Meali): “…Kıyamet olayının gerçekleşmesi ise, ancak göz açıp kapayıncaya kadar, yahut daha da yakındır. Şüphe yok ki Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Nahl 16:77)
Ve ayrıca:
$${وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}$$
( Meali): “Bizim emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir tek emirdir.” (Kamer 54:50)
Bu ayetler, kudret-i zâtiye için en büyük iş olan kıyametin ve haşrin, en sür’atli iş olan “göz açıp kapama” (kelamhi’l-basar) kadar kolay olduğunu, hatta “daha yakın” olduğunu belirterek, kudrette mertebe olmadığını isbat eder.

3. Bütün İnsanların Yaratılışının Tek Bir Nefis Gibi Olması:

Metnin “Üçüncü Hakikat”in esası olarak zikrettiği en mühim ayet budur:
$${مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ}$$
( Meali): “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokmân 31:28)
Bu ayet, “Üçüncü Hakikat”in tam bir hülâsasıdır (özetidir). Kesret-i mutlaka ile vahdet (tek bir nefis) arasında, Allah’ın halk (yaratma) ve ba’s (diriltme) kudreti açısından hiçbir fark olmadığını ilan eder.

4. Kudrete Hiçbir Şeyin Ağır Gelmemesi (Aczin Ârız Olamaması):

Birinci Sır’da izah edilen “kudretin zâtî” olup “aczin ârız olamaması” hakikati, şu ayetlerde ifadesini bulur:
$${وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعْجِزَهُ مِنْ شَيْءٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ عَل۪يمًا قَد۪يرًا}$$
( Meali): “…Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (Fâtır 35:44)
$${اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ}$$
( Meali): “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
“Kün” (Ol) emri, sühulet-i mutlakayı (mutlak kolaylığı) ve kudretin icraatında hiçbir dirence (mukavemete) maruz kalmadığını gösterir.

HÜLÂSA (ÖZET)

“Üçüncü Hakikat,” kâinattaki mevcudatın yaratılışındaki zâhirî zıtlıkların (çokluk ile sür’at, bolluk ile sanat, karışıklık ile seçkinlik) ancak ve ancak Vahdet (Allah’ın birliği) ile mümkün olduğunu isbat eder.
Bu Vahdet’in temeli, Allah’ın Kudretinin Zâtî olmasıdır. Zâtî olduğu için zıddı olan acz O’na karışamaz. Acz karışamadığı için kudrette mertebeler (dereceler) bulunmaz. Kudrette mertebeler bulunmadığı için, O’na nisbetle az ile çok, büyük ile küçük, zerre ile güneş, bir çiçek ile bütün bir bahar, bir bahar ile bütün bir haşir (diriliş) arasında hiçbir fark yoktur. Hepsi “birtek şey gibi” kolaydır.
Bu mertebesiz kudretin kâinattaki icraatı ise Nuraniyet (Kudretin bir nur gibi her yeri ihata etmesi), Şeffafiyet (Eşyanın melekûtî yüzünün O’na ayna olması) ve İtaat (Bütün mevcudatın O’nun emrine, intizam ve muvazene kanunlarıyla tam boyun eğmesi) sırlarıyla gerçekleşir.
Bu hakikat, Haşr-i A’zamın (Büyük Dirilişin) icadının, gözümüzün önünde her baharda icad edilen bir ağaç veya bir çiçek kadar O’na kolay olduğunu aklî ve Kur’ânî delillerle isbat eder.

 

 

 

Dördüncü Hakikat:
Mevcudatın vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misâl-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı san’atta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihetü’l-vahdet noktalarında, bedahet derecesinde tevhidi ilân ve Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.
Evet, meselâ her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet ve hüsn-ü san’atla icad etmek ve idare ve iaşe etmek; hem kuşların misâl-i musağğarları olan sineklerden tâ nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at ve cisimlerinde müdebbirâne birer hâtem-i hikmet ve mâhiyetlerinde mürebbiyâne birer turra-i ehadiyet koymak; hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak, göndermek; hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden, tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil dâireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san’at ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; herşeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem, güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.
Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hâriç kalmaz.
Hem herşey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san’atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve san’atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir.

**********

Dördüncü Hakikat’in Geniş ve Detaylı İzahı

Bu hakikat, kâinatın bir bütün olarak, tecezzî ve inkısam kabul etmez (bölünmez ve parçalanmaz) bir “küll” olduğunu ve bu bütünün her bir cüz’ünün, o küllü yaratan Sâni’in Vâhid (Bir) olduğunu ilân ettiğini isbat eder. Metnin temelini “vahdet” (birlik) delilleri oluşturur.

1. Kâinattaki Vahdet Cihetleri (Birliğin Yönleri)

Metin, Tevhid’i isbat eden çok cihetli bir birlikten (cihetü’l-vahdet) bahseder. Bu birlik noktaları, kâinatta birden fazla müdebbir (idareci) ve sâniin (sanatkâr) bulunmasının imkânsız olduğunu gösterir:
• Beraberlik ve Birbiri İçinde Birlik: Mahlukat, mekân ve zaman itibarıyla beraber ve iç içedir. Atmosfer birdir, güneş birdir, rızık kanunları birdir. Bir çiçeğin yaratılışı, bütün bir baharın ve güneş sisteminin nizamıyla alakadardır. Bu, idarenin tek bir merkezden yapıldığını gösterir.
• Müşabehet ve Münasebet (Benzemeklik ve İlişki): Metinde “sikke-i fıtratta müşabehet” (yaratılış mühründe benzerlik) ve “nakş-ı san’atta münasebet” (sanat işlemeciliğinde ilişki) olarak ifade edilir. Bir sineğin kanadındaki sanat ile bir kartalın kanadındaki sanat, temelde aynı nizamı ve hikmeti gösterir. Bir yaprağın damarlarındaki tevziat (dağıtım) ile insan bedenindeki damar sistemi, aynı Rezzâk’ın (Rızık Veren) ve Hakîm’in (Hikmet Sahibi) eseridir. Bu, mührün tek olduğunu (Hâtem-i Vahdet) isbat eder.
• Misâl-i Musağğar ve Nümune-i Ekber (Küçültülmüş Misal ve Büyütülmüş Numune): Bu, mikro-kozmos (küçük âlem) ve makro-kozmos (büyük âlem) münasebetidir. Bir çekirdek, koca bir ağacın fihristesidir (misâl-i musağğar); bir ağaç ise o çekirdekteki programın açılmış halidir (nümune-i ekber). Aynı şekilde, insan “âlem-i sağîr” (küçük âlem), kâinat ise “insan-ı kebîr” (büyük insan) gibidir. Birini yapan, elbette diğerini de yapandır.
• Küll ve Cüz Münasebeti (Bütün ve Parça İlişkisi): Kâinat, her bir parçası (cüz) bütünün (küll) varlığına ve nizamına hizmet eden devasa bir makine veya tek bir saray hükmündedir. Göz, bedenden; beden, kâinattan ayrı düşünülemez. Bu, kâinatın idaresinin “tecezzî ve inkısam kabul etmez” olduğunu gösterir. Bir cüz’ü yaratan, ancak küllü yaratandır.
• Tesanüd ve Yardımlaşma (Dayanışma ve Birbirinin Vazifesini Tamamlama): Metnin en kuvvetli delillerinden biri, mahlukat arasındaki umumî yardımlaşmadır. Nebatat (bitkiler) hayvanatın, hayvanat insanların imdadına; hava, su, güneş bütün zîhayatların (canlıların) imdadına koşar. Bu şuurlu, hikmetli ve rahmetli yardımlaşma, perdenin arkasında tek bir Müdebbir-i Rahîm’in (Merhametli İdareci) varlığını bedahetle gösterir.

2. Vahdetin Tecellîsine Dair Misaller

Metin, bu nazarî tespiti (vahdet cihetlerini) müşahhas (gözlemlenebilir) misallerle kuvvetlendirir:
• Bahar İcadı: Her baharda “dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını” bir anda, beraber, hatasız ve mükemmel bir sanatla icad etmek, idare ve iaşe etmek, ancak kudreti sonsuz, ilmi her şeyi ihâta eden bir Zât’a (Vâhid-i Ehad) mahsus olabilir. Bu, haşrin (dirilişin) küçük bir misalidir.
• Kuşlar ve Sinekler: “Misâl-i musağğar” olan sineklerden “nümune-i ekber” olan kartallara kadar bütün kuş nevilerine, havada seyahat etmeleri için en münasip cihazatı (kanatlar, akciğerler vb.) vermek ve her birinin yüzüne “sikke-i san’at” (sanat mührü), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i ehadiyet” (birlik nişanı) koymak, Sâni’in birliğini gösterir.
• Umumî İmdad ve İaşe: Zerrât-ı taamiyenin (gıda zerrelerinin) hüceyrat-ı bedene (beden hücrelerine) şuurlu bir asker gibi yardıma gitmesi; annelerin iktidarsız yavrularına karşı şefkatle sevk edilmesi, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin Rahmân ve Rahîm bir Rabbin idaresinde olduğunu isbat eder.
• Mütedâhil Dâireler (İç İçe Daireler): Kehkeşan (Samanyolu Galaksisi) gibi devasa bir sistemdeki nizam ile bir gül goncasının yapraklarındaki veya bir mısır sümbülünün gömleklerindeki intizam aynı mükemmelliktedir. “Göz hadekasının perdeleri” gibi en hassas bir sanattan, “kavunun çekirdekleri” gibi bir fihristeye kadar her şeyde aynı fiil, aynı sanat ve aynı hikmetin tasarrufu görünür. Bu, fiilin fâilinin (işi yapanın) Vâhid olduğunu gösterir.

3. Metnin Vardığı Bedahet Derecesindeki Neticeler

Bu delillerden yola çıkarak metin, Sâni-i Kâinat hakkında şu neticelere ulaşır:
• O, Vâhiddir (Birdir): Her şeyde O’nun sikkesi (mührü) vardır. Bir eserde iki ayrı mühür olamaz.
• Mekândan Münezzehtir, Ama Her Yerde Hâzırdır: “Hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.” Zira mekânı da O yaratmıştır. Fakat ilmi, kudreti ve iradesiyle her şeyin yanında, üstünde ve içindedir.
• Akrebiyet ve İhâta (Yakınlık ve Kuşatma): “Güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.” Biz Zâtından (mahiyetinden) uzağız, O ise isim ve sıfatlarının tecellisiyle bize şah damarımızdan daha yakındır.
• Kudretine Nisbetle Az-Çok, Büyük-Küçük Birdir: “Daire-i kehkeşan… Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez.” Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar O’na kolaydır. Bu, O’nun kudretinin zâtî (kendinden) olduğunu ve acziyetin O’na ârız olamayacağını gösterir.
• Nimetin Fiyatı: Bismillah ve Elhamdülillâh: Bu kadar kıymettar, sanatlı ve hikmetli nimetleri “çok ucuz verir.” İstediği fiyat, O’nun namına başlamak (Bismillah) ve O’na minnettarlık ve medih ile hamd etmektir (Elhamdülillâh). Bu, nimetin kıymetini bilmek ve vereni tanımaktır.

Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı
Metinde ileri sürülen her bir hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleriyle tam bir mutabakat içindedir.

1. Vahdet-i Kâinat ve Tevhid-i Sâni (Kâinatın Birliği ve Sanatkâr’ın Birliği)
• Müradifi: Nizam-ı Küllî, Hâtem-i Vahdet, Şirk’in İmkânsızlığı.
• Metindeki “kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll” olması ve “Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek” ifadeleri şu ayetlere bakar:
• Ayet ( Meali):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz, âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
• İzah: Metindeki “nakş-ı san’atta münasebet” ve “intizam,” bu ayetteki “uyumsuzluk göremezsin” (tefâvüt) hakikatiyle aynıdır. Kâinattaki bu mükemmel nizam ve zerre miktar bir “bozukluk” (fütûr) olmaması, Sâni’in Vâhid ve Ehad olduğunu bedahetle isbat eder.
• Ayet ( Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22)
• İzah: Metindeki “beraberlik ve birbiri içinde birlik” ve “birbirine yardım etmek” delilleri, bu ayetin isbatıdır. Eğer birden fazla idareci olsaydı, bu mükemmel yardımlaşma ve nizam olmaz, “düzeni bozulurdu” (fesâd).

2. Sikk-i Fıtrat ve Hâtem-i Hikmet (Yaratılış Mührü ve Hikmet Mührü)
• Müradifi: Fıtratullah, Ehadiyet Turrası, Sanat-ı İlâhiyye.
• Metindeki “sikke-i fıtratta müşabehet” ve “yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at” ifadeleri, her mahlukun, yaratıcısını gösteren bir mühür taşıdığını belirtir.
• Ayet ( Meali):
“O halde sen, Allah’ı birleyen (hanîf) olarak yüzünü dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum 30/30)
• İzah: “Allah’ın fıtratı” (fıtratallah), bütün mahlukat üzerine vurulan o tevhid mührüdür. Metindeki “sikke-i fıtrat” bu ayete işaret eder. Bütün insanların ve mahlukatın aynı temel “yazılım” (fıtrat) ile yaratılması, Yaratıcı’nın bir olduğunu gösterir.

3. Akrebiyet-i İlâhiyye (Allah’ın Yakınlığı) ve İhâta (Kuşatma)
• Müradifi: Her Yerde Hâzır ve Nâzır Olma, Mekândan Münezzehiyet.
• Metindeki “hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır” ve “O ise herşeye yakındır” hakikatleri şu ayetlerle izah edilir:
• Ayet ( Meali):
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
• Ayet ( Meali):
“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid 57/4)
• İzah: Metin, Zât-ı Akdes’in mekândan münezzeh olduğunu, ancak ilmiyle, kudretiyle ve görmesiyle her an her yerde hâzır ve nâzır olduğunu belirtir. Bu, Hadid Suresi’ndeki “maiyet” (beraberlik) ve Kaf Suresi’ndeki “akrebiyet” (yakınlık) sırrıdır.

4. Kudret-i Mutlaka (Büyük-Küçük Farkı Olmaması)
• Müradifi: Suhulet-i İcad (Yaratma Kolaylığı), Emr-i “Kün fe Yekûn”.
• Metindeki “en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi… en küçük… birşey gibi ona kolaydır” ve “sineği kartal sisteminde… suhuletle icad eder” ifadeleri, Allah’ın kudretinin zâtî olduğunu, O’na nisbetle hiçbir şeyin zor olmadığını anlatır.
• Ayet ( Meali):
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn 36/82)
• Ayet ( Meali):
“…(İlk) yaratılışınız ve diriltilişiniz, ancak tek bir kişinin (yaratılışı ve diriltilişi) gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokman 31/28)
• İzah: Milyarlarca insanı diriltmek (haşir), tek bir insanı diriltmek gibidir. Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak gibidir. Metindeki “bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder” ifadesi, bu ayetlerin bir tefsiridir. Kudret-i Ezeliye için zerre ile güneş, az ile çok arasında fark yoktur.

5. Nimetlere Mukabil Şükür (Bismillah ve Elhamdülillah)
• Müradifi: Hamd, Zikir, Ubudiyetin Esası.
• Metin, bu muazzam sanatlı nimetlerin fiyatının “Bismillah” ve “Elhamdülillah” olduğunu söyler.
• Ayet ( Meali):
“Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.’ ” (İbrahim 14/7)
• İzah: “Bismillah,” nimeti Allah namına almak ve O’ndan bilmektir. “Elhamdülillâh” ise o nimete karşı kalben, lisanen ve fiilen teşekkür etmektir. Bu ikisi, ayette emredilen “şükrün” ta kendisidir ve nimetin devamının (artırılmasının) yegâne vesilesidir.

Netice
“Dördüncü Hakikat,” kâinat kitabını bir tefekkür ve nazar dersi olarak okur. Varlıkların sadece var olmalarını değil, aynı zamanda “nasıl” var olduklarını (beraber, benzer, yardımlaşarak, nizam içinde) tahlil eder. Bu tahlil neticesinde, bütün bu fiillerin tek bir Fâil’e, bütün bu sanatların tek bir Sâni’e, bütün bu rızıkların tek bir Rezzâk’a ait olduğu “bedahet derecesinde” isbat edilir. Bu metin, imanı taklitten (körü körüne inanma) tahkike (araştırarak, delillerle inanma) çıkaran mühim bir tefekkür usûlü sunmaktadır.

 

 

 

Beşinci Hakikat:
Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taallûk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümûlleri, ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber, zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihâta etmeleri, elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki, bu kâinatın Sânii ve Müdebbiri ve bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi ve bu sarayın Sahibi ve Bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve nazîri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz. Aczi ve kusuru yoktur.
Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.
Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz’î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadîr-i Mutlaktan ve bir Hakîm-i Mutlaktan başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.
Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverâne intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârâne çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlûkat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın Hâlıkı ve Müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.
Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lâmbası birdir ve rûznâmeli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himâyetli tarlası birdir. Bir, bir, bir¦tâ bin birler kadar… Elbette, bu bir birler bedahetle şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sânii ve Sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlarına çalıştırıyor.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet gibi şe’nler ve tasvir ve tedvir ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle şehadet eder ki, o ihatalı isimlerin müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümûllü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. âmennâ ve saddaknâ.
Hem madem masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlûkattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin herbiri bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki, o unsurlar müştemilâtıyla ve o neviler efradıyla birtek Zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîrin masnuları ve hizmetkârlarıdır ki, o koca istilâcı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Hüdâ, nur ile tahrir eylemiş.
Hem bil ki:
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud,
Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd.
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud.
Hem dinle:

Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor ve Yâ Hak, Yâ Hay diye haykırıyorlar.
Neam,  diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

***********

BEŞİNCİ HAKİKAT’İN İZAH VE TAHLİLİ

Bu hakikat, Vahdâniyet’in (Allah’ın birliğinin) isbatını dört temel delil üzerine bina eder:
• Kâinattaki Mükemmel Nizam (İntizam-ı Ekmel).
• İdare ve Tedbirdeki Birlik (Misafirhane-i Dünya Temsili).
• İsimlerin (Esmâ) ve Fiillerin (Ef’âl) Birliği ve Birlikteliği.
• Temel Maddelerin (Anâsır) ve Canlı Türlerinin (Neviler) Birliği.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Metindeki Esas Mefhumlar)
• İntizam-ı Ekmel: Kusursuz, noksansız ve mükemmel düzen. Kâinattaki her şeyin, galaksilerden atom altı parçacıklara kadar, bir gaye ve hikmetle, şaşmaz bir mizan (ölçü) ile yerleştirilmesi.
• Tedvir ve İdare: Bir memleketin sultanı gibi, kâinatın sevk ve idaresi, her mevcudun ihtiyacının görülmesi ve işlerinin yürütülmesi.
• Vâhid ve Ehad: Her ikisi de Allah’ın birliğini ifade eder. Vâhid (Bir), Allah’ın sıfatlarında ve fiillerinde şeriki (ortağı) olmadığını, kâinatın idaresinde O’ndan başka Fâil (iş gören) bulunmadığını ifade eder (bütün kâinatın aynı idare altında olması). Ehad (Tek), Allah’ın Zât’ında bir olduğunu, cüzlere (parçalara) ve kısımlara ayrılmaktan münezzeh (uzak) olduğunu ifade eder (her bir mevcudun bizzat O’nun eseri olması).
• Bedahetle ve Zaruretle: Delile ihtiyaç duyulmayacak kadar apaçık ve zihnen kabul edilmesi zorunlu olan.
• Mazhar ve Münfail: Mevcudatın (varlıkların) kendi başlarına “Fâil” (yaratıcı, işi yapan) olmadıklarını; bilakis, Allah’ın isimlerinin tecellisine “mazhar” (görünme yeri) ve O’nun kudretinin tesiriyle “münfail” (etkilenen, o fiili kabul eden) olduklarını ifade eder.

2. Metnin Şerhi ve İzahı
Metin, bir “yolcunun” kâinata nazar ederek (bakarak) elde ettiği müşahedeleri aktarır. Bu yolcunun nazarında kâinat, Sanatkâr’ını gösteren delillerle doludur.
Birinci Esas: İntizam-ı Ekmel ve Vahdet (Mükemmel Düzen ve Birlik)
Metin, kâinatın bütününde (“mecmuunda”), temel unsurlarında (“erkânında”) ve en küçük parçasında (“eczasında”) mükemmel bir nizamın varlığına dikkat çeker.
“Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.”
Bu cümle, delilin temelidir. Düzen, bir düzenleyiciyi (Nazzâm) gerektirir. Eğer birden fazla irade (ilah) işe karışsaydı, bu zıtlık ve kargaşaya (fesada) yol açardı. Arzın dönüşünden (“yevmî ve senevî devranı”), insanın simasındaki ahenkten, kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvarların) nizamlı hareketine kadar her seviyedeki bu şaşmaz düzen, tek bir Kadîr-i Mutlak (Mutlak Güç Sahibi) ve tek bir Hakîm-i Mutlak (Mutlak Hikmet Sahibi) tarafından yapıldığını “bedahetle” gösterir.
Mahlûkatın (yaratılmışların) bu nizama müdahalesi yoktur; onlar “yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.” Yani, Güneş yakmayı kendi seçmez, o Muhrik (yakan) ismine mazhardır; toprak yeşertmeyi kendi irade etmez, o Fâtır (yaratan) ismine münfail bir aynadır.
İkinci Esas: İdarede Vahdet (Misafirhane-i Dünya Temsili)
Bu kısım, kâinatın idaresindeki birliğe odaklanır. Dünya, bir “misafirhane” olarak tasvir edilir ve bu misafirhanenin temel ihtiyaçları tek bir merkezden karşılanır:
• “sobalı lâmbası birdir” (Güneş)
• “rûznâmeli kandili birdir” (Ay)
• “rahmetli süngeri birdir” (Bulutlar ve yağmur)
• “ateşli aşçısı birdir” (Güneşin harareti ve yerin altındaki ateş)
• “hayatlı şurubu birdir” (Su)
• “himâyetli tarlası birdir” (Toprak)
Bütün zîhayat (canlı) yolculara hizmet eden bu temel unsurların “bir” olması, yani her yerde aynı Güneş’in ısıtması, aynı suyun hayat vermesi, bu misafirhanenin Sahibinin de “birdir” olduğunu isbat eder. Bu Sahib, “gayet kerîm ve misafirperverdir.”
Üçüncü Esas: Esmâ (İsimler) ve Ef’âlin (Fiiller) Birliği
Bu delil, daha derûnî bir tevhidi gösterir. Kâinatta görünen fiiller (tasvir, tedvir, terbiye) ve bu fiillerin menşei olan isimler (Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî) her yerde “bir”dir ve “birbiri içinde”dir.
“…güya o isimler ve o fiiller ittihad edip (birleşip), kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.”
Misal olarak: Bir çiçeğin yaratılışında (fiil), o anda hem Musavvir (en güzel şekli veren), hem Rezzâk (rızkını hazırlayan), hem Muhyî (hayat veren), hem Hakîm (hikmetle donatan) isimleri aynı anda, aynı sistemle ve tam bir birlik içinde tecelli eder. Bir ismi diğerinden ayırmak mümkün değildir. Bu iç içe geçmişlik ve birlik, bu isimlerin sahibinin (Müsemmâ) ve bu fiillerin failinin (Fâil) “birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir” olduğunu zarurî kılar.
Dördüncü Esas: Anâsır (Unsurlar) ve Nevilerin (Türler) Birliği
Son delil, yaratılışın ham maddelerine ve neticelerine bakar:
• Anâsır (Elementler): “masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar” (oksijen, hidrojen, karbon vb.) tektir. Sahra’daki oksijen ile okyanustaki oksijen aynıdır. Bu tek tip unsurlar, bütün yeryüzünü (“zemini ihata ederler”) kaplar ve bütün canlıların hizmetinde “gayet itaatli bir hizmetçi” gibi çalışırlar.
• Neviler (Türler): Her bir tür (insan türü, kedi türü, buğday türü), kendine has bir birlik mührü (“vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan”) taşır. Hepsi “bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler” (yeryüzüne yayılırlar).
Bu unsurların ve türlerin, tek bir şablon ve mühürle her yerde bulunması, onların “birtek Zâtın malı, mülküdür” olduğunu ve O Vâhid-i Kadîr tarafından “gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam” edildiklerini gösterir.

3. Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı

Metinde ileri sürülen tevhid delilleri, Kur’an-ı Kerim’in kâinata nazar etme (bakma) ve tefekkür etme davetiyle tam bir uyum içindedir.
Müradif Kavramlar (İlgili Mefhumlar):
• Tevhid: Allah’ı birlemek. (Metnin ana gayesi)
• Vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu.
• Nizam ve Mizan: Kâinattaki mükemmel düzen ve ölçü. (Metnin “intizam-ı ekmel” dediği)
• Sünnetullah: Allah’ın kâinata koyduğu, değişmez tabiat kanunları. (Metnin “aynı isim ve aynı fiil” ile işaret ettiği)
• Tasarruf: Allah’ın mülkünde (kâinatta) dilediği gibi idare ve icraatta bulunması.
• Fıtrat: Yaratılış, varlığa kodlanan yapı.
• Tefekkür: Kâinattaki sanat ve nizam üzerinden Sanatkâr’ı (Sâni’) düşünmek. (Metnin “yolcu”sunun yaptığı eylem)

Konu ile İlgili Ayet-i Kerimeler (Meali İktibasları):

1. İntizam ve Nizamdaki Kusursuzluk (İntizam-ı Ekmel):
Metnin “kâinatın mecmuunda… bir intizam-ı ekmelin bulunması” ve “Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına” mısraına en muvafık ayetler:
$${“Gökleri yedi kat yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak! Bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”}$$
(Mülk, 67/3-4)
Bu ayetler, kâinatta “intizamsızlık” veya “kusur” (metindeki “muzlim nokta”) olmadığını, nazar edildikçe Sâni’in kemalinin görüleceğini belirtir.

2. Şirkin İmkânsızlığı ve İdarenin Birliği (Tedvirde Vahdet):

Metnin “intizam tam bir vahdettir… Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz” hakikatinin Kur’an’daki en net ifadesi:
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)
Bu ayet, “Beşinci Hakikat”in temel mantığını (birden fazla fail olsa nizam bozulur) Kur’anî bir delil ile teyit eder.

3. Yaratılışın Hikmeti ve Gaye (Hikmetperverâne İntizam):

Metin, bu nizamın “ilim ve hikmetle” ve “maslahatları gözeterek” yapıldığını vurgular. Bu, abesiyetsizliği (boş yere olmama) ifade eder:
$${“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”}$$
(Duhân, 44/38-39)

4. Kâinatın İdaresi ve Rabliğin Vahdeti (Tedvir ve Terbiye):

Metnin “bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi birdir” hükmü ile “misafirhane” temsilindeki idare birliği:
$${“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”}$$
(Fâtiha, 1/2)
$${“De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim hükmediyor? Diriyi ölüden kim çıkarıyor, ölüyü diriden kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?’ Onlar: ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’”}$$
(Yûnus, 10/31)
Bu ayet, metindeki “tedvir” (işleri yürütme) fiilinin tek bir Fâil’e (Allah’a) ait olduğunu ikrar ettirir.

4. Hülâsa ve Netice
“Beşinci Hakikat,” kâinatın her bir parçasının ve bütününün, lisan-ı hal (hal dili) ile “Lâilâhe İllallah” zikrini nasıl ilan ettiğini gösteren bir tefekkür dersidir.
Yolcu, bu hakikatten aldığı “feyz-i imanî” ile kâinat kitabına baktığında, kudret kaleminin nur ile yazdığı ayetleri okur. Anlar ki:
• “Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud”: Bu âlem kitabının sayfaları, sonsuz boyutlardır.
• “Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd”: Zamandaki hadiselerin satırları, sayısız eserlerdir.
• “Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud”: Âlemdeki her bir varlık, hakikat levh-i mahfuzunda yazılmış, manası olan, cisim giymiş bir kelimedir.
Netice olarak, bu nizamlı varlıkların hepsi, metnin sonunda ifade edildiği gibi, “Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor” ve “Yâ Hak, Yâ Hay” diye haykırıyor. Bu sesi duyan yolcunun nefsi dahi, kalbiyle beraber “Neam” (Evet) diyerek bu cihan şümul (evrensel) tevhidi tasdik eder.

 

 

 

Birinci Hakikat:
“Fettâhiyet” hakikatıdır.
Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.
Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; ve umum rû-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.

*****

1. Giriş: Fettâhiyet Hakikatı ve Vahdet Delili
“Fettâhiyet”, lügat manasıyla “açmak, fethetmek, kapalılığı gidermek, hüküm vermek” manalarına gelen “feth” kökünden türemiştir. Allah’ın Esma-i Hüsna’sından olan el-Fettâh (ٱلْفَتَّاحُ) ismi, her türlü kapalılığı açan, müşkilatları halleden, rızık kapılarını açan ve en mühimi, mahlukata varlık sahasında münasip suretler ve şekiller “açan” Zât demektir.
İktibas edilen metin, kâinattaki en hayret verici hadisenin, yani “feth-i suver”in (suretlerin açılmasının) nasıl olup da el-Fettâh isminin Vahdet’ine (birliğine) şaşmaz bir delil olduğunu izah eder.

2. Temel Kavramların Tahlili
Metnin daha iyi anlaşılabilmesi için temel kavramların izahı elzemdir:
• el-Fettâh (Müradifleri: el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir):
• el-Fettâh: “Açan.” Bu isim, yokluk karanlığını varlık nuruyla açar; basit, şekilsiz bir maddeyi (bir tohumu, bir nutfeyi) açarak içinden muntazam, sanatlı bir suret çıkarır.
• el-Hâlık: “Takdir eden, yaratan.” Henüz var olmayan bir şeyin nasıl olacağını, hangi ölçülerde var olacağını takdir edendir.
• el-Bâri’: “Yoktan var eden, inşa eden.” Takdir edileni, modele uygun şekilde, kusursuzca ve uyum içinde var edendir.
• el-Musavvir: “Suret ve şekil veren.” Varlığa getirdiğine, onu diğerlerinden ayıran hususi, mizanlı (ölçülü) ve müzeyyen (süslü) bir suret giydirendir.
• Fettâhiyet hakikatı, bu üç ismin (Hâlık, Bâri’, Musavvir) manasını da derûnî bir surette ihtiva eder.
• Feth-i Suver (Suretlerin Açılması):
Metnin merkezi tabiridir. Bu, iki manaya gelir:
• İcmalden Tafsile Geçiş: Bir çekirdek veya yumurta gibi “icmali” (özet, program) bir halde bulunan basit bir maddeden; ağaç, çiçek veya kuş gibi “tafsilatlı” (detaylı) bir suretin açılıp çıkarılmasıdır.
• Basit Maddeden Sanatlı Surete Geçiş: Toprak, su, hava gibi “basit” ve “unsurî” maddelerden; elma, kiraz, insan sureti gibi hadsiz derecede farklı ve sanatlı suretlerin yaratılmasıdır.
• Basit Bir Madde:
Bu tabir, sureti ve şekli olmayan, tek düze görünen hammaddeyi ifade eder. Misal: Bir damla su (nutfe) veya bir avuç toprak. Fettâhiyet tecellîsi, bu “bir” ve “basit” olan maddeden, “binlerce” farklı ve “muntazam” sureti açıp göstermesidir.
• İhata ve Şümul (Kapsamlılık):
Metnin vahdet delili olarak sunduğu kilit kavramdır. “Feth-i suver” fiili, kâinatın her köşesinde (her tarafta), her an (bir anda) ve hadsiz çeşitlilikte (ayrı ayrı, çeşit çeşit) icra edilmektedir. Bir fiilin, kâinatı bütünüyle ihata etmesi (kuşatması), o fiilin failinin de kâinatın tamamına hükmeden, her şeyi bir anda gören, bilen ve idare eden Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olmasını zaruri kılar. Eğer zerre kadar şirk (ortaklık) olsaydı, bu ihatada ve intizamda mutlaka karışıklık ve noksanlık olurdu.

3. Metnin Paragraf Paragraf İzahı
Paragraf 1 (Tanım):
“Fettâhiyet” hakikatıdır. Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Burada fiilin altı vasfı zikredilir:
• Kaynak: Fettâh isminin tecellîsi.
• Hammadde: Basit bir madde.
• Netice: Ayrı, çeşitli, hadsiz ve muntazam suretler.
• Zamanlama: Beraber ve bir anda.
• Mekân: Her tarafta.
• Keyfiyet: Bir fiil ile.
Bu altı vasıf, fiilin failinin Vahdet’ini (birliğini) ve Ehadiyet’ini (her bir şeydeki mührünü) isbat eder. Bir anda, her tarafta, basit bir şeyden bu kadar çok çeşidi hatasız yapmak, ancak her şeyi birlikte idare eden bir Zât’a mahsustur.
Paragraf 2 (Misaller):
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında… Fettâh ismiyle… açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata… suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
Metin, bu hakikati iki misal ile tasvir eder:
• Umum Kâinat (Makro Âlem): Galaksiler, yıldızlar, sistemler gibi “kâinat bağistanı”nın her bir çiçeği (mevcudatı), Fettâh ismiyle açılmıştır.
• Zemin Bahçesi (Mikro Âlem): Yeryüzü, bu tecellînin daha mucizeli bir sahasıdır. Zira “basit” bir toprak perdesi altında “dört yüz bin” (o günkü tesbitle, şimdi milyonlarca) farklı canlı türüne (enva-ı zîhayat), her birine hususi, “mevzune” (ölçülü), “müzeyyene” (süslü) ve “mümtâze” (seçkin) bir suret verilmektedir.
Paragraf 3 (Ayetlere Atıf ve Delil):
…âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır.
Metnin atıfta bulunduğu (-1- ve -2- diye işaretlenen) ayetler, hususan insanın “üç karanlık” içindeki yaratılışından bahseden Zümer Suresi 6. ayet ve insanın suret verilmesinden bahseden diğer ayetlerdir. (Bu ayetler aşağıda “Ayetler ve Müradifleri” bahsinde gelecektir.)
Paragraf 4 ve 5 (Delilin İzahı ve Netice):
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle… bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden… başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz.
…üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini… açmak ve yaratmak olan fettâhiyet… vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz.
Burada, modern bilimlerin (Botanik ve Zooloji) vardığı neticelerin, bu Fettâhiyet hakikatini tasdik ettiği belirtilir. Bir damla sudan (nutfe), “üç karanlık” (batın-rahim-meşîme) içinde, milyarlarca farklı insan suretini şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir ölçü ve sanatla “açmak” (yaratmak); ve aynı fiili yeryüzündeki bütün canlılara aynı anda tatbik etmek…
İşte bu “ihata” (kuşatıcılık), Vahdet’in (birliğin) isbatıdır. Zira bu fiil bölünme, parçalanma kabul etmez. Bir insanın suretini açan Zât, aynı anda güneşi idare eden, rızkı taksim eden Zât olmak zorundadır. Çünkü suret verilirken göz verilir, göz ise güneşi ister; mide verilir, mide rızkı ister. Bu, failin Kadîr-i Mutlak olduğunu gösterir ve şirkin (ortak koşmanın) imkânsızlığını isbat eder.

4. Konuyla İlgili Ayetler ve Müradifleri

Metnin ruhuna ve doğrudan atıflarına binaen, Fettâhiyet hakikatini tasvir eden ayetler:

1. el-Fettâh ve el-Musavvir İsimlerinin Tecellîsi (Metnin Atıf Yaptığı Ana Konu):
Metin, “üç karanlık içinde” suretlerin açılmasından bahseder. Bu, doğrudan Zümer Suresi’ne bir işarettir:
﴿خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقاً مِنْ بَعْدِ خَلْqٍ ف۪ي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ﴾
“O, sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan da eşini var etti. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra diğerine çevirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk yalnızca O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) döndürülüyorsunuz?”
(Zümer Suresi, 39/6 – Meali)
Bu ayet, Fettâh isminin, rahimlerdeki “feth-i suver” mucizesini net bir şekilde ortaya koyar.

2. el-Fettâh İsminin Doğrudan Zikri:

el-Fettâh ismi, mutlak adaletle hükmeden ve her türlü kapalılığı açan manasında kullanılır:
﴿قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ﴾
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), her şeyi bilendir.'”
(Sebe’ Suresi, 34/26 – Meali)

3. Suret Verme (Musavvir) ve Mükemmellik:

Metnin “suret-i mevzune ve müzeyyene” (ölçülü ve süslü suret) tabiri, doğrudan şu ayetlerin manasını yansıtır:
﴿خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ وَصَوَّرَكُمْ فَاَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ﴾
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Size şekil verdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş de ancak O’nadır.”
(Teğâbün Suresi, 64/3 – Meali)
Ve Fettâhiyet hakikatinin müradifi olan Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimlerinin bir arada zikredildiği ayet:
﴿هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَwِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴾
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Haşr Suresi, 59/24 – Meali)

4. Basit Maddeden Yaratılış:

Metindeki “basit bir madde” vurgusu, Kur’an-ı Kerim’in insanın “basit” bir sudan (nutfe) veya topraktan (tîn) yaratıldığına dair vurgularıyla aynıdır:
﴿اَلَمْ نَخْلُقْكُمْ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۙ ﴿٢٠﴾ فَجَعَلْنَاهُ ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۙ ﴿٢١﴾ اِلٰى قَدَرٍ مَعْلُومٍۙ ﴿٢٢﴾ فَقَدَرْنَا فَنِعْمَ الْقَادِرُونَ﴾
“Biz, sizi basit bir sudan yaratmadık mı? İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere (rahme) yerleştirdik. Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. Biz ne güzel biçim verenleriz!”
(Mürselât Suresi, 77/20-23 – Meali)

5. Hülasa ve Netice

İktibas edilen bu “Birinci Hakikat”, Fettâh isminin tecellîsinin, yani “suretleri açma” fiilinin, Vahdâniyet için nasıl müstesna bir delil olduğunu ortaya koyar.
Netice şudur:
• Fiildeki İhata: Yeryüzündeki milyonlarca türün milyarlarca ferdine, her an, her yerde, hatasız, karıştırmadan, mükemmel bir sanat ve ölçüyle suret vermek (feth-i suver), kâinatı bütünüyle kuşatan (ihata eden) bir fiildir.
• İhatadan Vahdete: İhata etmek ise “vahdet”i (birliği) gerektirir. Eğer birden fazla fail, ilah veya “tabiat” gibi şuursuz vasıtalar işe karışsaydı, bu mutlak intizam, sanat ve ihata mümkün olmaz, her şey kaos ve kargaşaya dönerdi.
• Delilin Kuvveti: Bu sebeple “feth-i suver” hakikatı, “tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi”dir. Her bir çiçek, her bir böcek, her bir insan siması, el-Fettâh, el-Musavvir olan Allah’ın Vahdet mührünü taşır.

 

 

Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İkinci Hakikat:
Rahmâniyet hakikatıdır
Yani, gözümüzle görüyoruz: Birisi var ki, bize, zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş; ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen yapmış; ve zemini, devr-i senevîsinde, bir ticaret gemisi hükmünde, her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir, bizi gayet rahîmâne beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.
Evet, âyet-i Hasbiyeye dair olan Dördüncü Şuâda izah ve ispat edildiği gibi, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır.
Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.
Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleriyle hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.
Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki, âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.
Ve öyle bir iman hidâyet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.
Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.
İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet¦elbette o rahmet vâhidiyet içinde ehadiyetin cilvesidir.
Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesiyle vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf herbir şey dahi, kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan, elbette o ihatalı ziyayı gören adam “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla herşeyin yanındadır ve herşeyin âyine-i kalbindedir diye bilir.
Aynen öyle de, Rahmân-ı Zülcemalin geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihâtası o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi herşeyde, hususan herbir zîhayatta ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmân’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmân’ın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu ispat eder.
Evet, nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ herbir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zât, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.
Aynen öyle de, Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.
Elhâsıl, nasıl ki ihatalı olan fettâhiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de, herşeyi ihâta eden Rahmâniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

************

1. Giriş: Rahmâniyet Hakikati’nin Merkeziyeti

Metin, bir yolcunun (âlemi tefekkürle gezen bir seyyahın) nazarında, kâinatın en parlak hakikatinin “Rahmâniyet” olduğunu tesbit etmesiyle başlar. Rahmâniyet, Allah’ın “Rahmân” isminin tecellîsidir. Bu isim, O’nun bu dünyada mü’min-kâfir, zîhayat-cansız ayırt etmeksizin bütün mahlûkatı kuşatan, rızıklandıran ve idare eden cihan şümul (evrensel) merhametini ifade eder.
Metnin ana gayesi, bu ihâtalı (kuşatıcı) merhametin, perdesiz bir şekilde hem Vâhidiyet’i (bütün kâinatın tek bir İdareciye ait olduğunu) hem de Ehadiyet’i (o tek İdarecinin, bölünmeksizin, bizzat her bir şeyin yanında hazır ve nâzır olduğunu) nasıl gösterdiğini ortaya koymaktır.

2. Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifler ve Alakalı Mefhumlar)
• Rahmâniyet: “Rahmân” isminden gelir. Bu, “Rahîm” isminden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Rahmâniyet, varlık sahasına çıkan her şeye şâmil olan merhamettir. Rızkın verilmesi, hayatın bahşedilmesi, tabiatın nizamı bu ismin tecellîsidir.
• Rahîmiyet: Genellikle “Rahîm” ismiyle bağlantılı olup, daha hususî, daha şefkatli ve ekseriyetle mü’minlere yönelik ebedî ve uhrevî merhameti ifade eder. Metin, zeminin içindeki kıymetli ihsanları “rahîmiyet ve hakîmiyetin” mahzeni olarak tasvir eder.
• Vâhidiyet (Birlik): Cenâb-ı Hakk’ın birliğini, isim ve sıfatlarının bütün kâinatı bir bütün olarak kuşatması cihetiyle ifade eder. Kâinata bir bütün olarak nazar edildiğinde, her yerde aynı nizamın, aynı idarenin ve aynı merhametin hâkim olması, Sâni’in (Sanatkâr’ın) vâhid (bir) olduğunu gösterir. Güneşin bütün yeryüzünü aydınlatması gibidir.
• Ehadiyet (Teklik): Cenâb-ı Hakk’ın Zât olarak birliğini ve tekliğini ifade eder. O’nun, kâinatın bütünüyle meşgul olurken, her bir fertle bizzat, vasıtasız ve bölünmeksizin meşgul olmasıdır. O’nun Zâtı her şeyin yanında hazırdır. Güneşin, bütün yeryüzünü aydınlatırken aynı anda her bir parlak zerrede ve su katresinde aksiyle, ısısıyla ve yedi rengiyle bulunması gibidir.
• Ziyafetgâh: İçinde ziyafet verilen yer, mükellef bir sofra. Metin, dünyayı Rahmân’ın bir ziyafetgâhı olarak tasvir eder.
• Cilve: Yansıma, tecellî, görünüm.
• Bedahet: Apaçıklık, delile ihtiyaç duymayacak derecede âşikâr olma.

3. Metnin Şerhi ve Tahlili
Metin, Rahmâniyet hakikatini iki ana açıdan ele alır:
A. Rahmetin Umûmî Tecellîsi (Vâhidiyet’in İsbatı)
Metin, Vâhidiyet’in isbatı için kâinatın geneline, yani âfâkî (dışsal) delillere nazar ettirir:
• Zemin Yüzü (Ziyafetgâh): Yeryüzü, “rahmetin binlerle hediyeleriyle” donatılmış bir “ziyafetgâh” ve “sofra” olarak tasvir edilir. Bu sofrada “yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamlar” dizilmiştir. Bu umûmî ziyafet, tek bir Kerîm Zât’ın (Rahmân’ın) eseridir.
• Zemin İçi (Mahzen): Yerin altı, “rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen”dir. Madenler, sular, tohumların muhafazası bu mahzenin hediyeleridir.
• Zeminin Hareketi (Ticaret Gemisi): Dünyanın mevsimler ve senevî devirleri, “âlem-i gaybdan” rızıkları getiren bir “ticaret gemisi” veya “şimendifer” (tren) olarak tasvir edilir. “Her bahar” bu geminin/trenin “erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagonu” hükmündedir.
Bu üç tasvir, bütün yeryüzünde, bütün canlıları (zîhayatları) besleyen, giydiren ve idare eden bu ihâtalı (kuşatıcı) fiilin, ancak Vâhid (Bir) olan bir Zât tarafından yapılabileceğini gösterir. Bu devasa ziyafetgâhı idare etmeye ve bu gemiyi gayb âleminden göndermeye birden fazla ilahın gücü yetmez ve müdahalesi olamaz; olsa, nizam bozulurdu.

B. Rahmetin Husûsî Tecellîsi (Ehadiyet’in İsbatı)

Metin, Vâhidiyet’i âfâkta (dış âlemde) gösterdikten sonra, Ehadiyet’in isbatı için enfüsî (iç) delile, yani bizzat insanın yapısına (fıtratına) odaklanır. Rahmân, sadece nimetleri yaratmakla kalmamış, o nimetlerden istifade edecek cihazları da insana vermiştir:
• Mide: “Hadsiz taamlardan lezzet alır.”
• Hayat: “Duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.”
• İnsaniyet (Akıl ve Kalb): “Hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.”
• İslâmiyet: “Âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.”
• İman: “Dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.”
İnsanın fıtratına dercedilen bu “yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler”, kâinattaki o ziyafete tam bir karşılıktır. Kâinat bir saray ise, anahtarlar insanın eline verilmiştir.
İşte bu nokta, Ehadiyet’in delilidir: Bütün kâinatı yaratan Zât, aynı anda her bir insanın midesini, kalbini, aklını ve hislerini de o kâinata uygun şekilde yaratmıştır. Bütün nimetlerin nümunelerini o tek fertte toplamıştır. Bu, O Zât’ın bizzat (ehadiyet cilvesiyle) her bir ferdin yanında hazır olduğunu, onun her bir cihazatını tanzim ettiğini gösterir.

4. Temsillerin İzahı

Metin, bu derin hakikati (Vâhidiyet içinde Ehadiyet) iki kuvvetli temsil ile akla yaklaştırır:
A. Güneş Temsili
• Vâhidiyet Misali: Güneşin ziyasının (ışığının) “mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi” (karşısındaki bütün eşyayı kaplaması), güneşin bir (vâhid) olduğunu gösterir. Yeryüzünü kaplayan bu tek ışıktan, “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” hükmü çıkar.
• Ehadiyet Misali: Aynı güneşin, “parlak ve şeffaf herbir şey dahi” (mesela su katreleri) içinde, o şeyin kabiliyetine göre “hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini” göstermesi, güneşin ehadiyetini (bizzat sıfatlarıyla her şeyin yanında olduğunu) gösterir.
• Hakikate Tatbiki: Aynen öyle de, Rahmân’ın rahmetinin bütün kâinatı bir ziyafetgâh gibi kuşatması (ihâtası), O’nun Vâhidiyet’ini (Birliğini) gösterir. Aynı rahmetin ve Rahmân’ın ekser isimlerinin her bir zîhayatta, bilhassa insanda temerküz etmesi (toplanması), O’nun Ehadiyet’ini (her şeyin yanında bizzat hazır olduğunu) isbat eder.

B. Kavun Çekirdeği Temsili
• Misal: Bir kavunun “herbir çekirdeğinde” o kavunun bütün hususiyetlerinin programı (DNA’sı) temerküz etmiştir.
• Hüküm: O çekirdeği yapan Zât, ancak o kavunun tamamını yapan Zât olabilir. Başka hiçbir şey, o çekirdeği o kavundan “sağamaz, toplayamaz.”
• Hakikate Tatbiki: Kâinat bir ağaç, zemin (dünya) bir meyve (kavun) ve insan (veya her bir zîhayat) o meyvenin çekirdeği hükmündedir.
• Netice: En küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi (onu terbiye edip besleyeni), ancak bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı ve Rabbi olabilir. Tek bir çekirdeği (insanı) yaratmak, bütün bir ağacı (kâinatı) yaratmak kadar kudret ister ve aynı Zât’a ait olduğunu gösterir.

5. Konunun Ayetler ile Bağlantısı

Metinde izah edilen Rahmâniyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet hakikatleri, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinin tefsiri mahiyetindedir.
• Rahmetin İhatası (Kuşatıcılığı – Vâhidiyet):
• A’râf Sûresi, 7:156: “…(Allah şöyle buyurdu:) “Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.””
• İzah: Metnin “herşeyi kaplamış bir rahmet” olarak bahsettiği hakikat, bu ayette “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” ifadesiyle teyit edilir.
• Zeminin Ziyafetgâh ve Mahzen Olması (Rahmâniyet):
• Mülk Sûresi, 67:15: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.”
• Bakara Sûresi, 2:22: “O, yeryüzünü sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
• İzah: Bu ayetler, metindeki “ziyafetgâh”, “sofra” ve “mahzen” tasvirlerinin Kur’ânî temelidir.
• Her Canlının Rızkının Verilmesi (Ehadiyet ve Vahdet):
• Hûd Sûresi, 11:6: “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”
• İzah: Bu ayet, metnin “hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle” ifade ettiği hakikati tam olarak karşılar. “Bütün canlıların rızkı” Vâhidiyet’i, her birinin “yurdunu” ve “durduğu yeri” bilmesi ise Ehadiyet’i (tek tek her şeye ilminin ve kudretinin yetişmesini) gösterir.
• İnsanın Hususî Yaratılışı (Ehadiyet’in Tecellîsi):
• Zâriyât Sûresi, 51:21: “Kendi içinizde de (nice deliller) vardır. Hâlâ görmez misiniz?”
• İzah: Metnin, mide, hayat, akıl, kalb, iman gibi insana verilen binlerce cihazdan bahsetmesi, bu ayetin işaret ettiği “kendi içinizdeki delillerin” bir tefsiridir. Bu derûnî cihazlar, Rahmân’ın Ehadiyet cilvesinin en parlak âyineleridir.

Netice
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu kısım, “Fettâhiyet” (her şeye muntazam suretini açan) hakikati gibi, “Rahmâniyet” hakikatinin de Tevhid’in en parlak bir bürhanı olduğunu isbat eder.
• Rahmetin ihâtası (bütün kâinatı kuşatması), nizamı ve umûmîliği Vahdet’i (Birliği) gösterir.
• Rahmetin temerküzü (her bir fertte hususî olarak toplanması, hiçbirinin unutulmaması, her birine kâinatın anahtarlarını verecek cihazların takılması) ise Ehadiyet’i (Tekliği ve her şeyle bizzat meşgul olmayı) gösterir.
Böylece, en küçük bir canlının rızkını veren ve onu besleyen Zât, ancak bütün kâinatın rızık ve idare gemisini yürüten Zât olabilir. Bu ise, şirke (ortak koşmaya) hiçbir açı bırakmayan, bedahet derecesinde parlak bir Tevhid dersidir.

 

 

 

Üçüncü Hakikat:
Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.
Yani, gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semâviyeyi ve gayet istilâcı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli mahlûkat-ı arziyeyi kemâl-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârâne idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatıdır.
İşte bu cebbârâne ve Rahmânâne idarenin büyük dâirelerini bırakıp yalnız, baharda, zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sayfa ve safhasını, Risaletü’n-Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsille göstereceğiz. Şöyle ki:
Meselâ ve faraza, harika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem talimat, hem terhisatlarını, hem hidematlarını birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan, kemâl-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizâtlı kumandan verse, elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o harika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa, muvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki, bir dest-i gaybî her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre nümune olan baharda haşr-i âzamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemâl-i intizamla inşa edip, hattâ birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envâa bâliğ olan ordu-yu Sübhânînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silâhlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemâl-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdâniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sayfasında, kalem-i kaderle yazar.
Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sayfasını okuduktan sonra, nefsine dedi ki:
Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garip binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazât için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini, umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’ân’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbârın, bir Kahhâr-ı Zülcelâlin o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâp edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “âmenna” dedi.

***********

“Üçüncü Hakikat: Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” başlıklı bu mühim parça, Risale-i Nur Külliyatı’nın temel rüknü olan Tevhid ve Haşir hakikatlerini, kâinatın idaresindeki nizam ve intizam delilleriyle isbat eden son derece hikmetli bir bahistir.
Bu hakikat, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Müdebbir” (Bütün işleri tedbir edip idare eden) ism-i şerifinin kâinattaki cihan şümul tecellîsini nazarımıza sunmaktadır.

1. Hakikatin Mâhiyeti: Müdebbiriyet ve İdare

Metnin “Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” diye başlaması, varlığın temelinde bir “Tedbir” ve “İdare” elinin bulunduğunu, hiçbir şeyin başıboş (abes) veya tesadüfün oyuncağı olmadığını beyan eder.
Müradif ve Alakalı Mefhumlar:
• Tedbir (Müdebbiriyet): Her şeyin akıbetini, neticesini ve hikmetini görerek, ona göre en münasip vaziyeti ve cihazatı takdir etmektir. Kâinatta zerrelerden yıldızlara kadar her şey, bu tedbir ile hareket eder.
• İdare: Tedbiri icra etmek, nizamı muhafaza etmek, her mahlûka vazifesini yaptırmak ve ihtiyaçlarını (levazımatını) vaktinde vermektir.
• Rububiyet: Bu idare ve tedbirin en mühim tecellîsidir. Rab, terbiye eden, besleyen, idare eden demektir. Kâinatın idaresi, O’nun Rububiyetinin (Rabliğinin) saltanatını gösterir.
• Hakîmiyet: Bu idarenin hikmetle yapılmasıdır. Hiçbir işte abesiyet (boşluk, manasızlık) yoktur.
• Nizam ve İntizam: İdarenin en zahirî meyvesidir.
• Muvazene: İdarenin adaletini ve hassasiyetini gösterir. Kâinattaki ekolojik, fizikî ve kimyevî denge bu muvazenedendir.
Metin, bu cihan şümul idareyi üç sahada tasvir etmektedir:
• Ecram-ı Semâviye (Gök Cisimleri): “Dehşetli ve sür’atli” olmalarına rağmen (milyarlarca tonluk kütlelerin saniyede binlerce kilometre hızla hareketi), “kemâl-i intizam ve muvazene” ile idare edilmeleri. Birbirlerine çarpmazlar, yörüngelerinden (medar) sapmazlar. Bu, tesadüfün ve kör kuvvetin değil, sonsuz bir Kudret ve Hikmet’in idaresini isbat eder.
• Ayet :
$$“Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”}$$
(Yâsîn, 36/40)
• Ayet :
$${“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”}$$
(Mülk, 67/3)
• Unsurlar (Elementler): “İstilâcı ve karıştırıcı” (ateşin yakması, suyun boğması, havanın fırtınaya dönüşmesi) yapıda olmalarına rağmen, “imtizaçkârâne” (birbiriyle uyumlu ve karışık) idare edilmeleri. O zıt unsurlar, hayatın devamı için “muavenettar” (yardımcı) kılınmıştır. Toprak, su, hava ve ateş; hayatın hizmetkârı olmuştur.
• Mahlûkat-ı Arziye (Yeryüzü Mahlukları): “Gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli” olmalarına rağmen, bütün “tedbirlerini görmek” suretiyle idare edilmeleri. En âciz mahlûkun dahi rızkı ve cihazatı unutulmaz.
• Ayet :
$${“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”}$$
(Hûd, 11/6)
Bu idare, kâinatı “mükemmel bir memleket, muhteşem bir şehir, müzeyyen bir saray” hükmüne getirir ki, bu da bir Sâni-i Hakîm’i ve Müdebbir-i Küll’ü âşikâre gösterir.

2. Temsil: Cihangir Kumandan ve Dört Yüz Bin Milletli Ordu

Bu dehşetli hakikati akla yaklaştırmak için “cihangir bir zat” temsili getirilir. Bu temsildeki kilit noktalar şunlardır:
• Kesret ve Çeşitlilik: Dört yüz bin ayrı ayrı milletten bir ordu.
• İhtiyaçların Farklılığı: Her milletin elbisesi, silahı, yemeği, talimatı, terhisatı birbirinden ayrı ayrı.
• İdarenin Mükemmeliyeti: Bu muhtelif cihazatın noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan verilmesi.
• Netice: Bu idareye, o kumandanın “fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz.” Eğer uzatsa (yani şirk olsa), “muvazeneyi bozar ve karıştırır.”
Bu temsil, kâinattaki idarenin Vahdâniyet’e (Birliğe) olan delâletini vurgular. Nasıl ki bir orduyu ancak bir kumandan idare edebilir; iki kumandan olsa nizam bozulur. Aynen öyle de, zerrelerden yıldızlara kadar bu mükemmel idare, Müdebbir’in (Allah’ın) Bir olduğunu, ortağı (şeriki) olmadığını isbat eder.
• Ayet :
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)

3. Tatbik: Bahar Mevsimi ve Dört Yüz Bin Nev’in İdaresi

Bu temsilin kâinattaki tatbiki, yani hakikatin bizzat kendisi, her bahar mevsiminde gözümüzün önünde cereyan eder.
• Ordu-yu Sübhânî: Baharda icad edilen “dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep” (bitki ve hayvan türleri) ordu.
• İdare-i Rabbâniye: Temsildeki kumandanın idaresinden sonsuz derece daha mükemmel bir idare. Her bir nevi (tür), hatta her bir ferdin (bireyin) bütün levazımatı (rızık, silah, libas, talim, terhis) “kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine” verilir.
Bu bahar safhası, Allah’ın şu vasıflarını isbat eden canlı bir fermandır:
• Kemâl-i Rububiyet (Kusursuz Terbiye ve İdare)
• Hâkimiyet ve Hikmet
• Vahdâniyet, Ehadiyet, Ferdiyet (Birliği, Tekliği)
• Nihayetsiz İktidar ve Hadsiz Rahmet

4. Netice: Müdebbiriyet Hakikatinden Haşir Hakikatine Geçiş

Metnin ulaştığı zirve noktası, bu “Müdebbiriyet Hakikati”nin, aynı zamanda “Haşir (Diriliş) Hakikati”nin en parlak isbatı olduğudur.
İstidlâl (Delil Çıkarma) Şöyledir:
• Güz (Sonbahar) Kıyameti: Güz mevsiminde, o dört yüz bin neviden üç yüz bininin (hususan nebatat ve haşeratın) “vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edilmesi,” küçük bir kıyamet nümunesidir.
• Bahar (İlkbahar) Haşri: Baharda o ölmüş, çürümüş köklerin ve tohumların aynısıyla (veya misliyle) yeniden diriltilmesi, “haşir ve neşre nümune”dir. Bu, “haşr-i âzamın üç yüz bin misalini” gözümüze gösteren bir mucizedir. Hatta bir ağacın her baharda yaprak, çiçek ve meyve vermesi, “dört küçük haşir” hükmündedir.
• Kudretin Mukayesesi: Gözümüzün önünde her baharda bu kadar harika, bu kadar girift, bu kadar sonsuz nevileri ve fertleri icad eden, idare eden ve dirilten bir Kudret…
• İnsanın Haşri: Bu Kudret’e nisbeten, sadece bir tek nev’ olan insanın, vefatından sonra tekrar diriltilmesi, bir baharı yaratmaktan “daha kolay”dır.
• Ayet :
$${“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”}$$
(Lokmân, 31/28)
• Ayet :
$${“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”}$$
(Rûm, 30/50)
Hüküm:
Seyyahın (yani hakikat yolcusunun) vardığı hüküm katîdir:
• Böyle bir Kudret Sahibi (Kadîr-i Cebbâr), kıyameti ve haşri yapacağını “umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdetmiş”tir.
• Kur’ân’da “bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd” etmiştir.
• Bu durumda “inkâr-ı haşir” (dirilişi inkâr etmek), sadece bir fikir hatası değil;
• Bütün bu vaadleri “tekzip” (yalanlamak),
• Her baharda görülen bu sonsuz “kudretini inkâr etmek” hükmündedir.
• Böylesine âşikâr bir hakikati ve sonsuz bir kudreti inkâr eden ve vaadlerini yalanlayanlara verilecek “cehennem azabı,” zulüm değil, “ayn-ı adalettir.”

Hülâsa (Özetle):
Kâinattaki “Müdebbiriyet ve İdare Hakikati,” varlıkların intizam ve muvazenesine bakarak, bir “Müdebbir-i Vâhid”in (Bir olan İdare Edici’nin) varlığını isbat eder. Bu idarenin her baharda “ölüm ve diriliş” şeklinde tecellî etmesi ise, o Müdebbir’in vaad ettiği “Haşr-i Ekber”in (Büyük Diriliş) vuku bulacağına dair en katî delildir.

 

 

Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat:
Olan Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet ve rezzâkıyet hakikatıdır.
Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.
Evet,  -1- âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği gibi,
-2- âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı, hem  -3- âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi, pek çok âyât-ı Kur’âniye ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil’ittifak herbir zîhayatın birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilâne dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve  darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsan edilir. Fakat, rızık ikidir.
Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.
Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak, iştah ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek, hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.
Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.
İsm-i Rahîm ve Rezzâkın cemallerini ve vahdâniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün’imâne veren, yalnız öyle bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.
Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdâniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.
Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîmin mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatının çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden hâlimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.
İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillâh, her yerde aradığım ve herşeyden sorduğum Hâlıkımın ve Mâlikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz. Dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sâir erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber, mecmuu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten taklitten tah-kike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmel-yakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblâğ ediyor. Elhamdülillâhi hâzâ min fadli Rabbî.

***********

Rahîmiyet ve Rezzâkıyet Hakikatinin İzahı

Bu mertebe, Cenâb-ı Hakk’ın er-Rahîm (merhameti her şeyi kuşatan) ve er-Rezzâk (bütün mahlukatın rızkını veren) isimlerinin kâinattaki cihanşümul (evrensel) tecellîlerini müşahede etmektir. Bu müşahede, zerrelerden güneşlere kadar her şeyin O’nun merhamet elinden ve kudret hazinesinden beslendiğini idrak etmektir.

1. Rezzâkıyetin Küllî Tecellîsi: Zayıf ve Âcizlerin İmdadı

Metnin başında dikkat çekildiği gibi, Rezzâkıyet hakikatinin en parlak delili, en âciz ve zayıf olanlara, en umulmadık yerlerden rızkın yetiştirilmesidir.
• Kuru Toprak ve Câmid Odunlar: Basit, kuru bir topraktan ve kemik gibi cansız odun parçalarından (ağaçlardan) binlerce çeşit lezzetli, renkli, kokulu ve şifalı rızıkların (meyve ve sebzelerin) çıkarılması, tesadüfün ve kör esbabın (sebeplerin) işi olamaz. Bu, ancak sonsuz bir ilim, irade, kudret ve merhamet sahibinin fiilidir.
• Kan ve Fışkı Arasından Gelen Lâtif Rızık: En lâtif, en temiz ve en muvafık gıda olan sütün, hayvanın bedeninde kan ve fışkı gibi iki necis madde arasından safi, temiz ve berrak bir surette yavrulara gönderilmesi, Rahîm-i Zülcemâl’in şefkatinin en âşikâr bir tecellîsidir.
• Hiçbirini Unutmamak: Zemin yüzündeki, denizlerin dibindeki, havadaki sayısız zîhayatın hiçbirini unutmayarak, karıştırmayarak, tam vaktinde ve münasip bir surette rızıklarını veren bir “Dest-i Gaybî” (gizli el), Rezzâk-ı Hakikî’nin varlığını ve birliğini güneş gibi ispat eder.

2. Kur’ânî Temeller ve Rabbânî Taahhüd

Metinde işaret edilen üç ayet-i kerime, bu hakikatin temelini ve Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki taahhüdünü sarahaten beyan eder:
• Ayet -1- (Rızkı Hasretme): Metnin “iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
(Zâriyât, 51:58 – Meali)
Bu ayet, hasr (sınırlama) ifade eder. Rızkı veren, “er-Rezzâk” olan yalnızca Allah’tır. Sebepler (insanın çalışması, bulut, toprak vs.) sadece birer perdedir. Rızkı yaratan ve gönderen sebepler değil, Müsebbibü’l-Esbab olan Allah’tır.
• Ayet -2- (Küllî Taahhüd): Metnin “bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların nerede duracaklarını ve nerede emanet edileceklerini bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Hûd, 11:6 – Meali)
Bu ayet, “taahhüd-ü Rabbânî”nin (Allah’ın üzerine almasının) ne kadar küllî ve şümullü olduğunu gösterir. Karada, denizde, havada bilinen ve bilinmeyen ne kadar “dâbbe” (canlı) varsa, istisnasız hepsinin rızkı “alellah” (Allah’ın üzerinedir).
• Ayet -3- (Âcizlerin Rızkı): Metnin “rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden… vermekle” işaret ettiği ayet:
“Nice canlılar var ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(Ankebût, 29:60 – Meali)
Bu ayet, rızık ve iktidar arasındaki zıt (ters) münasebetin Kur’ânî delilidir. Rızkını tedarik edemeyen (lâ tahmilü rizqahâ) en âciz mahlukların (deniz dibindeki böceklerin, anne karnındaki ceninin, yeni doğmuş yavruların) rızkı, mükemmel bir surette verilir. Bu durum, rızkın iktidar ve kuvvetle değil, Rahmet ve Şefkat ile gönderildiğini ispat eder.

3. Rızık, İktidar, Hırs ve Tevekkül

Metin, rızık bahsindeki en mühim bir yanılgıyı düzeltir: Rızkın, kişinin kendi iktidarı, zekâveti ve çalışmasıyla elde edildiği zannı.
• Ters Münasebet: “Helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir.” Bu, çok mühim bir sırdır.
• Ağaçlar: İktidarsız ve ihtiyarsızdır, yerlerinde “mütevekkilâne” dururlar; rızıkları (su, hava, gıda) onlara koşup gelir.
• Yavrular: Acz-i mutlaktadırlar; en lâtif rızık olan süt, “hayret-nümun tulumbacıklardan” (validelerin göğüslerinden) ağızlarına akıtılır. Yavru kedi, dünyaya gelir gelmez annesinin memelerine yönelir ve rızkı hazır bulur. Ne zaman ki o yavrulara “bir parça iktidar” gelir (avlanmaya başlarlar), o memelerden süt kesilir.
• Hırs (Açgözlülük) Sebeb-i Hüsrandır: Hırs, Rezzâk-ı Hakikî’nin taahhüdüne karşı bir nevi ittiham (suçlama) ve merhametine karşı bir hürmetsizliktir. Bu sebeple hırs, mahrumiyete sebeptir. Metnin dediği gibi, zekâvetine güvenip hırsla dünyaya saldıran nice edipler “dilenciliğe” düşerken; iktidarsızlığını bilip tevekkül eden nice “kaba, çok âmî adamlar” zenginliğe ulaşmıştır.
• Netice: Rızk-ı helâl, kuvvetle kazanılmaz; o, merhametle verilir, şefkatle ihsan edilir. Çalışmak (sa’y) ise, rızkı celp etmek için değil, Rezzâk-ı Kerîm’in âdetullah kanununa bir hürmet, bir fiilî dua ve bir ibadettir.

4. Rızkın İki Kısmı: Hakikî ve Mecazî

Bu ayrım, hayatı saadetle geçirmek için bir düsturdur:
• Rızk-ı Hakikî (Fıtrî): Hayatı idame ettirecek (yaşatacak) kadar olan zarurî rızıktır. Bu, “taahhüd-ü Rabbânî altındadır.” Cenâb-ı Hak, her zîhayatın bu rızkına kefildir. Hatta bedende depolanan yağlar dahi bu fıtrî rızka dahildir ki, insanı 20-30 gün yaşatabilir. Bu rızık bitmeden ölenler, rızıksızlıktan değil, “sû-i itiyattan” (kötü alışkanlıklardan) veya “terk-i âdetten” (düzenin bozulmasından) kaynaklanan bir hastalıktan ölürler.
• Rızk-ı Mecazî (Sun’î): İtiyat (alışkanlık, tiryakilik), israf ve sû-i istimâlât (kötüye kullanma) ile zaruret hükmüne geçen, aslında ihtiyaç dışı olan rızıklardır (örneğin lüks tüketim, sigara, gereksiz harcamalar). Bu kısım, “taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir.” Kâh verilir, kâh verilmez.
İnsanların rızık endişesiyle düştükleri sıkıntıların tamamı, bu ikinci kısım mecazî rızık yüzündendir. Bahtiyar odur ki, fıtrî rızka kanaat eder, mecazî rızkı da iktisat ile talep eder. Bedbaht odur ki, hırs ile mecazî rızkın peşinde koşar, sa’y-i helâli bırakır ve hayatını elemler içinde geçirir.

5. Mânevî Rızıklar ve Hilkatin Gayesi

Rızık sadece mideye mahsus değildir. İnsanın her bir âzâsı ve lâtifesi (duygusu) Rezzâk-ı Rahîm’den kendi rızkını ister:
• Göz: Manzaraları, güzellikleri (hüsün ve cemal) rızık olarak ister.
• Kulak: Sesleri, nağmeleri, manaları ister.
• Akıl: İlim ve hikmeti rızık olarak ister.
• Kalb ve Ruh: Mârifetullah (Allah’ı tanıma) ve Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile tatmin olur.
Bu lâtifeler, “hazine-i rahmetinin birer anahtarı” hükmündedir. Göz, kâinat yüzündeki cemal hazinelerinin anahtarıdır.
Cenâb-ı Hak, rızkı kâinatın en mühim bir gayesi kılmıştır. Çünkü rızkın neticesinde “daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişle” O’nun Rububiyetine mukabele edilir. Rızıktaki lezzet, şükre sevk eden bir davetiyedir.
Ayrıca rızıktaki “iştah ihtiyacı ve zevk-i rızkî,” mahlukatı atâletten (tembellikten) kurtaran “kuvvetli bir kamçı” olur. Bu kamçı ile hayvanlar ve insanlar rızık peşinde koşarak arzı şenlendirir.

6. Vahdet Delili: Bir Elmanın İspat Ettiği Hakikat

Metnin sonunda zikredilen “birtek elma” misali, Rezzâkıyetin Vahdet (Birlik) delilini tamamlar.
Bir elmayı hakikî rızık olarak yaratıp bir adama veren Zât, ancak şu vasıflara sahip olabilir:
• O elmanın tezgâhı olan mevsimleri (baharı, yazı) çeviren olmalıdır.
• O elmanın fabrikası olan ağacı yaratan olmalıdır.
• O elmanın bahçesi olan küre-i arzı bir sefine gibi döndüren olmalıdır.
• O elmanın terbiyegâhı olan güneşi, havayı, suyu, toprağı terbiye eden olmalıdır.
Çünkü o tek elmanın üzerindeki “sikke-i fıtrat” (yaratılış damgası), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i samediyet” (her şeyin O’na muhtaç olduğunu gösteren nişan), bütün elmalarda, bütün meyvelerde ve bütün mahlukatta aynıdır.
Demek, bir elmayı yaratamayan, kâinatı yaratamaz. Ve bir elmayı hakikî mâlikiyetle yaratan, elbette ve her halde bütün kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli olmak zorundadır.

Hülâsa:
Dünya yolcusunun müşahede ettiği bu Dördüncü Hakikat (Rahîmiyet ve Rezzâkıyet), imanımızı taklitten tahkike çıkarır. Etrafımızdaki her bir rızık tanesi, her bir meyve, ağızlara akan her bir damla süt; Rezzâk-ı Rahîm’in varlığına, birliğine, sonsuz merhametine ve şefkatine parlak birer delil ve sarsılmaz birer isbattır.

 

 

 

Dördüncü Şua

[Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.]

İHTAR: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede, “Birinci Mertebe” çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.

* * *

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.

Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim.

Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.

Me’yusane başımı eğdim; birden

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Çünki onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.

Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlak’ın varlığı bilinmekle, şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev’-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.

Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisab ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem o şuur-u imaniyle ve intisab ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.

Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir.

Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın -ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum- onların mes’udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendim de hissedebilir gördüm. Çünki bir samimî dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ü ashabı olarak umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevkettim.

Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünki hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim başta pederlerim ve vâlidelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakikî’nin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve i’dam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imaniyle hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir vâlide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün şefkat ettiğim zâtların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatlarıyla zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resail-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhâssa Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdardır bildim.

İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi isbat eden herbir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal’in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber “Hasbünallahü ve ni’melvekil, Onun bekası bize yeter” dedim.

Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzât ve sebebsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemal-i zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken; sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve beka feda edilmeğe lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla “Hasbünallahü ve ni’melvekil” diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasını arayan ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-u imanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem…”ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber dedim:

حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

**************

Dördüncü Şua, “Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye” İzahı

Metnin tamamı, bir “ihtar” ile başladığı üzere, müellifin “gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî” ve “gayet ruhlu bir muamele-i imanî” olarak vasıflandırdığı derûnî bir tecrübeye dayanır. Bu tecrübenin merkezinde, insanın fıtratına (yapısına) dercedilmiş olan “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı, kalıcı olma arzusu) bulunmaktadır.

1. Meselenin Teşhisi: Derûnî Sancı ve Fıtrî İhtiyaçlar

Bediüzzaman Hazretleri, beş çeşit gurbet ve beş nevi hastalık içinde, sıkıntıdan gelen bir gafletle doğrudan kalbine ve ruhuna nazar ettiğinde, kendisinde hükmeden beş temel ve sarsılmaz hakikat tesbit eder:
• Aşk-ı Beka: Şiddetli bir ebediyet aşkı.
• Muhabbet-i Vücud: Var olmaya karşı kuvvetli bir sevgi.
• İştiyak-ı Hayat: Hayata karşı büyük bir arzu.
• Hadsiz Acz: Sınırsız bir güçsüzlük.
• Nihayetsiz Fakr: Sonsuz bir muhtaçlık.

İnsanın derûnî yapısındaki bu en temel arzular (beka, vücud, hayat), tam zıddı olan “müdhiş bir fena” (korkunç bir yok oluş) tehdidi altındadır. Bu zıtlık, insan ruhunda “bir devasız dert” meydana getirir.
Bu halet, insanın en temel açmazıdır: Fıtratı ebediyeti ister, fakat zahirî hali ve kainatın işleyişi ona sürekli ölümü ve yok oluşu gösterir.

2. Kurtuluş Reçetesi: “Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl”

Tam bu me’yusiyet (ümitsizlik) anında, “حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ” ayeti (Âl-i İmrân, 173) imdada yetişir. Müellif, bu ayeti günde beş yüz defa okuyarak, bu zikrin nuruyla perdelerin kalktığını ve hakikatin inkişaf ettiğini belirtir.

Ayet-i Kerime ve Muradı:
Bu ayet-i kerime, Uhud Savaşı sonrası müminlerin içinde bulunduğu zor duruma işaret eder.
• (Âl-i İmrân, 3/173):
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”
Bu ayet, tam bir teslimiyetin, acz ve fakrın idrakinden sonra mutlak kudret ve gınâ (zenginlik) sahibi olan Allah’a sığınmanın ve O’nu vekil tayin etmenin zirvesidir. “Allah bize yeter” manası, insanın kendi aczini ve fakrını; “O ne güzel vekildir” manası ise, sığınılan Zat’ın mutlak kudretini ve her şeye kâfi geldiğini ilan eder.

3. Hakikatin İnkişafı: Aşkın Gerçek Yönünü Bulması

Müellif, “Hasbünallâh” zikrinin nuruyla şu hakikati hakkalyakîn (bizzat yaşayarak ve tadarak) zevk eder:
İnsandaki “aşk-ı beka,” insanın kendi fanî (geçici) zatına ve şahsî bekasına ait değildir. İnsanın fıtratı, “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi” olan Allah’a (Zât-ı Zülkemal’e) karşı fıtrî bir muhabbet duymak üzere programlanmıştır.
İnsanın mahiyeti (özü), Allah’ın bâki bir isminin “bir cilvesinin” ve “bir gölgesi” mesabesindedir. Fıtratımızdaki bu ebediyet aşkı, aslında o ismin sahibi olan Bâki-i Zülkemal’e aittir.
Ancak “gaflet yüzünden” bu muhabbet “yolunu şaşırmış,” asıl ve kaynak yerine “gölgeye yapışmış” ve “âyinenin bekasına âşık” olmuştur. Yani insan, Allah’ın ebedî güzelliğinin bir yansıması olan kendi hayatına ve varlığına âşık olmuştur.
“Hasbünallâh” zikri bu perdeyi kaldırır. İnsan anlar ki:
“Bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır.”
Bu, bir devrimdir. Kişi, kendi şahsî bekasını aramaktan vazgeçip, Allah’ın bekasına iman etmekle ve O’na intisab etmekle (bağlanmakla) hakikî bekayı bulur.

Müradif Ayetler (Fena ve Beka):

Bu manayı teyit eden ayetler, her şeyin fanî, yalnız Allah’ın Zat’ının bâki olduğunu vurgular:
• (Rahmân, 55/26-27):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
• (Kasas, 28/88):
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.”

4. Birinci Mertebenin Meyveleri (Dokuz “Hem…”)

Bu imanın ve intisabın (bağlantının) neticesinde elde edilen dokuz büyük manevî kazanç ve saadet, “Hem…” ile başlayan dokuz madde halinde sıralanır. Bu meyveler, başlangıçta zikredilen “aşk-ı beka, muhabbet-i vücud, iştiyak-ı hayat” gibi fıtrî arzuların nasıl tatmin olduğunu izah eder:
• Şahsî Beka: İnsanın mahiyeti, Allah’ın “bâki, sermedî bir isminin gölgesi” olur. Bu intisab ile “daha ölmez.” Fanî gölge, bâki asla bağlanarak ebedîleşir.
• Kemal Aşkının Tatmini: “Mahbub-u mutlak” (mutlak sevgili) olan Allah’ın varlığı bilinince, fıtrattaki “muhabbet-i zâtî” (zatî sevgi) tatmin olur.
• Mülke Mâlikiyet: Allah’a intisab, O’nun “umum mülküne bir münasebet” peyda eder. İman gözüyle bakan kişi, bütün kâinata “bir nevi mâlikiyet” nazarıyla bakar, fanî mülkü yerine bâki bir mülkten manen istifade eder.
• Vücudun Genişlemesi: Bu intisab ile “umum mevcudata bir alâka” kurulur. İnsan, “vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud” kazanır. Varlığa karşı olan fıtrî aşkı, kendi dar varlığı yerine, bütün mevcudatın varlığıyla teskin edilir.
• Ehl-i Kemal ile Uhuvvet: Bütün “ehl-i kemal” (peygamberler, evliyalar) ile bir kardeşlik bağı kurulur. Onların Allah’ın bekasıyla “mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını” bilmek, o şahsa “ulvî bir zevk” verir.
• Dostların Saadetiyle Saadetlenme: Başta Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) olmak üzere, bütün “sâdâtım ve ahbabım” dediği enbiya, evliya ve dostlarının “i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu” ve “saadet-i sermediyeye” mazhar olduklarını bilmekle, onların saadeti imana yansır (in’ikas eder) ve o kişiyi de saadetlendirir.
• Akraba Şefkatinin Tatmini: “Rikkat-i cinsiye” (insanlık şefkati) ve “şefkat-i akraba” (akraba şefkati) yüzünden gelen elemlerden kurtulur. Başta ebeveyni olmak üzere bütün akrabalarının, Allah’ın “nihayetsiz bir rahmet” himayesi altında yok olmaktan kurtulduğunu hissetmekle, cüz’î şefkatinin eleminden kurtulup, rahmetin tecellisiyle ferahlar.
• Hizmetin (Risale-i Nur’un) Bekası: Hayatının neticesi olan Risale-i Nur’un (veya herhangi bir salih amelin) zayi olmaktan, “faidesiz kalmasından” kurtulduğunu anlar. Allah bâki olduğu için, O’nun rızası dairesinde yapılan hizmetler de bâkileşir. Onlar sadece insanların hafızalarında değil, “Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek” bâki kalır.
• A’mal-i Sâlihanın Bekası: Bu fani hayatın “bâki meyveleri” olan iman ve “a’mal-i sâliha” (salih ameller), ebedî bir bekanın vesileleri olur. Bu dünyevî bekanın “kabuğunu” bırakıp, bâki meyveleri vermek için ölümü bir “çekirdek” gibi kabul eder.

5. Netice ve Hülâsa (Özet)

Müellif, bu tecrübenin sonunda anlar ki, fıtratındaki o şiddetli “aşk-ı beka,” aslında bizzat Allah’ın “Kemal-i Zâtı”na yöneliktir. Fakat “enaniyetin perde çekmesiyle” bu aşk yolunu şaşırmış, “mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş” (sevgilisini kaybetmiş, onun yansıdığı aynaya tapınmış) bir hale gelmiştir.
Bu “Hasbî” tefekkür, yani her şeyi Allah’a (Hasbünallâh’a) havale etmek, bu perdeyi yırtar. İnsan anlar ki, “O’nun bekası bize yeter.”
Metnin sonundaki Arapça ibare bu hakikatin bir özetidir:
“حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ”
(Beka cihetinde lezzet ve saadet olarak, O’nun benim Bâki İlahım olduğuna dair imanım, şuurum ve iz’anım (kesin kanaatim) bana kâfidir. Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir.)
İzahın Özeti
“Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye,” insanın fanî varlığına yönelttiği ebediyet aşkının (aşk-ı beka) bir aldanma olduğunu; bu aşkın hakikî sahibinin Bâki-i Zülkemal olan Allah olduğunu izah eder.
“Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl” ayeti, bu aldanma perdesini kaldıran bir nur ve anahtardır. Bu anahtarla insan, kendi fanî bekası için çırpınmayı bırakır. Bunun yerine, Allah’ın Bâki olduğuna iman eder ve O’na intisab eder (bağlanır).
Bu intisab neticesinde:
• Kendi varlığı, Bâki’ye bağlandığı için ebedîleşir.
• Bütün sevdikleri (ehl-i iman, akrabalar, dostlar), Allah’ın bekası ve rahmeti sayesinde ebedî yok oluştan kurtulur; onların saadetiyle saadet bulur.
• Yaptığı salih ameller ve hizmetler, Allah rızası için olduğundan, zayi olmayıp bâkileşir.
Böylece, başlangıçtaki “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı), “muhabbet-i vücud” (varlık sevgisi) ve “iştiyak-ı hayat” (hayat arzusu), fanî ve elemlerle dolu bir dünyadan, bâki ve saadet dolu bir âleme yönelmiş ve hakikî tatminini bulmuş olur.

 

 

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı “Kâf-Nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.” Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki: “Sen memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerim’e mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.” Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur.” deyip mütevekkilane “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “of! of!”tan vazgeçtim, “oh! oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim; dedi ki: ”

حَسْبُنَا

daki

نَا

ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile kimler

حَسْبُنَا

yı söylüyorlar, dinle!” emretti.

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesabsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil”in manasını yâdediyorlar ve yâda getiriyorlar ki; bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüzbin çeşitlerini ve hayvanların yüzbin tarzlarını, nebatatın yüzbin nev’ini, ağaçların yüzbin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkeder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.

Sonra

حَسْبُنَا

daki

نَا

da bulunan “ene”ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.

Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a’zâ ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü’minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musaggar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nev’ine talib bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatab yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.

Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem iman-ı tahkikîyi in’am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı. Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidad vermiş.

Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’aniyenin nassı ile- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi’ olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak bahasına saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i vereceğini kat’î bir surette çok tekrar ile va’d ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.

Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini “Fettah” ismiyle mahdud ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zât-ı Zülcelal Ve’l-ikram olan rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cennet’i ihsan ve saadet-i ebediyeyi halkedeceğini bu Âyet-i Hasbiye’den ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukat dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.

**********

Bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ (“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!”) ayet-i kerimesinin (Âl-i İmrân, 3/173) derûnî manalarına ve imanın hayata bakan cihetlerine dair bir tefekkür ve tefsir-i manevîdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu mertebelerde, insanın en temel iki zaafı olan hadsiz acz ve hadsiz fakr karşısında, imanın nasıl bir nokta-i istinad (dayanak noktası) ve nokta-i istimdad (yardım isteme noktası) teşkil ettiğini izah etmektedir.

Metnin Tahlili ve İzahı

Metnin ana fikri, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin, mü’minin iki temel ihtiyacına nasıl kâfi geldiğini göstermektir:
• İkinci Mertebe: İnsanın hadsiz aczine karşı bir $nokta-i istinad$ (Kudret-i İlâhiyeye dayanma) ve hadsiz fakrına karşı bir $nokta-i istimdad$ (Gınâ-yı İlâhiyeden yardım isteme).
• Üçüncü Mertebe: İnsanın $saadet-i ebediye$ (ebedî mutluluk) arzusunun tahakkuku için zarurî olan iki esası (Allah’ın mutlak kudreti ve insanın O’nun nazarındaki ehemmiyeti) $isbat$ etme.

1. İkinci Mertebe-i Nuriye: Aczden Kudrete, Fakrdan Gınâya

Bu mertebe, müellifin $ihtiyarlık, gurbet, kimsesizlik$ ve $tecrid$ gibi en zorlu haller içinde, düşmanların hücumuna maruz kaldığı bir hengâmda, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetine müracaatını anlatır.
a) Acze Karşı Nokta-i İstinad (Dayanma Noktası): Kadîr-i Mutlak
Müellif, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) tezkeresiyle, öyle bir $Kadîr-i Mutlak$ Sultana dayandığını idrak eder ki, O Sultan:
• Kudretinin Haşmeti: Her baharda $dörtyüzbin milletten mürekkeb$ (bitki ve hayvan türleri) orduları yaratıp, mükemmelen teçhiz eder.
• İsimlerinin Tecellisi (Fettâh, Musavvir, Müzeyyin): Ağaç ($eşcar$) ve kuş ($tuyur$) ordularının elbiselerini (yapraklarını, tüylerini) tazelendirir. Dağların libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.
• Rubûbiyetin İhtişamı (Rezzâk, Kerîm): Bütün mahlukatın rızkını, medenî hülâsalardan (modern gıda özleri) $yüz derece daha mükemmel$ olan $Rahmanî hülâsalar$ (tohumlar ve çekirdekler) içine yerleştirir.
• Kaderî İlim (Hakîm, Mukaddir): Bu tohumlara $kaderî tarifeleri$ (genetik kodları ve büyüme planları) derceder.
• Sürat-i İcad (Kâf-Nun Fabrikası): Bu icraatlar, $كُن فَيَكُونُ$ (Ol der, oluverir) sırrıyla, $bir emir ile yapılır$.
Netice: Bu tefekkür, müellife $öyle bir kuvve-i maneviye$ (manevî kuvvet) verir ki, değil mevcut düşmanlarına, $dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî$ hisseder. Acz, kudrete dayanmakla kuvvete dönüşür.
b) Fakra Karşı Nokta-i İstimdad (Yardım Noktası): Ganiyy-i Mutlak
Müellif, $hadsiz fakrı ve ihtiyacı$ cihetinde yine aynı ayete müracaat eder. Ayet ona der ki:
• İntisab-ı Ubudiyet (Kulluk Bağı): Sen, bir $Mâlik-i Kerîm$’in $iaşe defterinde mukayyed$ (kayıtlı) bir memluk (köle) ve abdisin (kulsun).
• Gınâ ve Kerem (Ganiyy, Kerîm): O Mâlik, her bahar ve yazda $gaybdan ve hiçten$ ve $kuru bir topraktan$ zemin sofrasını $yüz defa$ tezyin eder (süsler) ve serer.
• Rahmetin Sürekliliği (Rahmân, Rezzâk): Zamanın seneleri ve günleri, O $Rezzâk-ı Rahîm$’in ihsan meyvelerine birer kap ve meşherdir (sergi).
Netice: $Abdiyetine şuurun varsa$ (kulluğunun bilincindeysen), senin $elîm fakrın$ (elem verici fakirliğin), o $Ganiyy-i Mutlak$’ın rahmet sofralarına karşı $leziz bir iştiha$ (lezzetli bir iştah) haline gelir. Fakr, rahmete iltica etmekle zenginliğe (gınâ) dönüşür.

2. Üçüncü Mertebe-i Nuriye: İnsanın Ehemmiyeti ve Haşrin İsbatı

Bu mertebe, $saadet-i ebediye$ arzusunun mantıkî temelini arar. Bu saadet, ancak iki şeye bağlıdır:
• Bütün mahlukatın $bütün harekât ve sekenatlarını$ (hareket ve duruşlarını) bilen ve kaydeden bir $Kadîr-i Mutlak$.
• Bu $âciz-i mutlak$ olan insana $nihayetsiz inayet ve ehemmiyet$ verilmesi.
Müellif, bu iki noktada $imanın inkişafını$ ve $kalbin itminanını$ ister. Ayet ona $حَسْبُنَا$ (bize yeter) kelimesindeki $نَا$ (‘biz’) zamirine dikkat etmesini emreder: “Seninle beraber kimler $حَسْبُنَا$ diyor, dinle!”
a) Kâinatın Tasdiki (نَا Zamirinin Küllî Manası)
Müellif $nazar$ ettiğinde (baktığında) görür ki; $hadsiz kuşlar, sinekler, hayvanlar, nebatlar, ağaçlar$ dahi $lisan-ı hal$ (hal dili) ile $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ manasını yâd ediyorlar.
• Tevhid ve Vahdet Delili: Birbirine benzeyen $yumurtalar, katreler, habbeler, çekirdekler$ gibi basit ve aynı maddelerden; $yüzbin çeşit$ mahlukatın $yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı$ bir surette halkedilmesi (yaratılması).
• Haşmet-i Kudret: Bu icraatın $gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede$ yapılması.
• Ehadiyet Mührü: Mahlukatın $beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde$ yapılmaları, Allah’ın $vahdetini ve ehadiyetini$ (birliğini ve benzersizliğini) gösterir.
• Şirkin İmkansızlığı: Böyle $hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete$ (Rab’lık fiiline) $müdahale ve iştirak mümkün olmadığını$ bildirir.
b) İnsanın Ehemmiyeti (نَا içindeki ‘Ene’nin Manası)
Müellif, kâinatın bu küllî zikrinden sonra $نَا$ (‘biz’) içindeki $ene$ye (kendi nefsine) bakar:
• Hilkat-i İnsaniye (İnsanın Yaratılışı): Bir $katre sudan$ mu’cizane yaratılmış; $dimağ, kalb, dil$ gibi azalar verilmiş.
• Câmiiyet-i İnsaniye (İnsanın Kapsayıcılığı): İnsana, $rahmetin umum hazinelerini$ tartacak $mizancıklar$ (ölçücükler) ve $esma-i hüsnanın definelerini$ açacak $binler âletler$ (duygular, latifeler) verilmiştir.
• İnsanın Vazifesi (Maksad-ı Hilkat): İnsan, bu $cihazat$ ile nimetlerin bütün nevilerini $tattırsın$, esmanın tecelliyatını $bildirsin, zevkettirsin$ diye yaratılmıştır.
• İnsanın Mahiyeti: Bu $hakir vücud$; kâinata bir $güzel takvim$ (en güzel ölçü), $nüsha-i enver$ (en nurlu kopya), $misal-i musaggar$ (küçültülmüş misal), $mu’cize-i azhar$ (en aşikâr mu’cize), $anlayışlı bir muhatab$ olarak yaratılmıştır.
• Merâtib-i Vücud (Varlığın Mertebeleri): Bu vücuda $hayat, insaniyet, İslâmiyet, iman-ı tahkikî, marifet ve muhabbet$ verilerek, $daire-i mümkinattan$ (mümkün olanlar âlemi) $âlem-i vücuba$ (zorunlu varlık âlemi) ve $daire-i esma-i İlahiyeye$ kadar $istifade$ mertebesi ihsan edilmiştir.
• İnsanın Ehemmiyetinin Zirvesi (Ticaret-i Uzmâ): Enbiya ve evliyanın $icmaı$ (görüş birliği) ve Kur’an’ın $nassı$ ile, Allah (c.c.) bu $vücud, hayat ve nefsi$ $faidesiz zayi’ olmasın$ diye kulundan $satın alıyor$ ve bahasına $saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i$ va’d ediyor.

Netice: $Fettah$ ismiyle basit çekirdeklerden yüzbinler suretleri açan ve insana $sâbıkan beyan ettiğimiz gibi$ bu kadar ehemmiyet veren bir Zât-ı Zülcelal, $gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î$ bir surette $haşri icad ve Cennet’i ihsan edecektir$.
Müellif, bu dersi aldıktan sonra, $bütün mahlukat dilleriyle$ $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ der ve bunu $ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek$ ister.

Konunun Ayetler ve Mürâdif Kavramlarla İzahı

Metnin tamamı, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin bir tefsiridir. Bu ayetin geçtiği bağlam, tam da müellifin içinde bulunduğu hale mutabıktır.
1. Anahtar Ayet: Tevekkül ve Kifayet
Metnin $nokta-i istinad$ ve $nokta-i istimdad$ olarak dayandığı ayet-i kerime şudur:
• Ayet: $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$
• (Âl-i İmrân, 3/173): “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!’ dediler.”
Mürâdif Kavramlar:
• Tevekkül: Sebeplere riayet ettikten sonra, neticeyi Allah’tan beklemek, O’na güvenmek ve dayanmak. Metin, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) ile $tevekkül$e ulaşır.
• Vekîl: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilen, koruyan ve yöneten. Metin, bu $Vekîl$’in $Kadîr-i Mutlak$ ve $Ganiyy-i Mutlak$ olduğunu isbat eder.
• Kifâyet (Hasbünâ): Yeterli gelmek. İmanın, hem $acz$ hem de $fakr$ için kâfi bir sermaye olduğunu gösterir.

2. Kudret, Rızık ve “Kâf-Nûn” Fabrikası (İkinci Mertebe)

Metin, Allah’ın kudretini ve rızık vericiliğini, tohumlar ($Rahmanî hülâsalar$) ve $Kâf-Nûn$ (Ol emri) üzerinden izah eder.
• Ayet (Ol Emri):
• (Yâsîn, 36/82): “O, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun buyruğu sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.”
• Ayet (Rızık):
• Meali (Zâriyât, 51/58): “Şüphesiz rızık veren, güçlü ve sarsılmaz kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• Ayet (Tevekkül ve Rızık İlişkisi):
• Meali (Talâk, 65/3): “Onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a dayanıp güvenirse Allah ona yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”

3. Kâinatın Tesbihi ve Tevhidi (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İlk Manası)

Metin, bütün mahlukatın $lisan-ı hal$ ile $Hasbünallah$ dediğini, yani O’nun $Vekîl$ olduğunu ilan ettiğini belirtir.
• Ayet (Tesbih-i Küllî):
• Meali (İsrâ, 17/44): “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”
• Ayet (Tevhid ve Kudret):
• Meali (Mülk, 67/3-4): “O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Metindeki $yanlışsız, noksansız, iltibassız$ ifadesine işaret eder.)

4. İnsanın Ehemmiyeti ve Hilkati (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İkinci Manası)

Metin, insanın bir $katre sudan$ yaratılıp $câmiiyet$ (kapsayıcılık) verilerek $en güzel takvim$de halk edildiğini vurgular.
• Ayet (Hilkat):
• Meali (Mürselât, 77/20-21): “Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yere yerleştirmedik mi?”
• Ayet (Ahsen-i Takvîm):
• Meali (Tîn, 95/4): “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
• Ayet (Câmiiyet ve Muhataplık):
• Meali (Bakara, 2/31): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.” (İnsanın $Esma-i Hüsna$’nın definelerini açacak âletlere sahip olmasına işaret eder.)

5. Ticaret-i Uzmâ ve Haşrin İsbatı (Üçüncü Mertebe – Netice)

Metin, Allah’ın insana verdiği bu ehemmiyetin en büyük delilinin, onun $nefsini ve malını Cennet mukabilinde satın alması$ olduğunu ve bu ehemmiyetin $haşri$ (dirilişi) zarurî kıldığını belirtir.
• Ayet (Ticaret-i Uzmâ):
• Meali (Tevbe, 9/111): “Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti onlara vermek üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine gerçek bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük kazançtır.”
• Ayet (Haşrin Kolaylığı):
• Meali (Rûm, 30/27): “O, ilkin mahlûkunu yaratıp sonra onu diriltecek olandır ki, bu O’na göre daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Metindeki “gelecek baharın icadı gibi kolay” ifadesi bu ayetin manasını yansıtır.)

Hülâsa
İktibas edilen bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ ayetinin, mü’minin hayatındaki iki temel boşluğu nasıl doldurduğunu gösteren bir $tefekkür-ü imanî$dir:
• Dünyevî Hayat İçin: $Acz$ ve $Fakr$ içindeki insana, $Kadîr$ ve $Ganiyy$ olan bir $Vekîl$’e dayanma ve O’ndan isteme şuuru vererek, $hadsiz bir kuvve-i maneviye$ ve $leziz bir iştiha$ (zenginlik) kazandırır.
• Uhrevî Hayat İçin: $Saadet-i ebediye$ arzusundaki insana, kâinatın $lisan-ı hal$ ile yaptığı $vahdet$ şahitliğini ve insanın $câmiiyeti$ ile isbatlanan $ehemmiyetini$ gösterir. Allah’ın kudretinin ve insana verdiği değerin $Haşr$i ve $Cennet$i $kat’î ve muhakkak$ kıldığını isbat eder.
Neticede bu ayet, hem dünyaya hem de ahirete bakan cihetleriyle, mü’min için tam bir $kifayet$ ve $itminan$ kaynağıdır.

 

 

 

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek.

İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber -Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen kat’î isbat edildiği gibi- her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikatı gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymetdar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.

İşte iman ve imandaki şuur ve intisab ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahib olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi’ olur.

Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nazeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-ı imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-ı nev’iyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, bârekâllah” dedim.

İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat san’atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir san’atkârın eser-i san’atı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

************

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye’nin İzahı

Bu mertebe, “Hasbünallahü ve ni’melvekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) ayet-i kerimesinin, insanın en derin ve en elîm endişelerinden biri olan “yokluk” (adem) ve “fanilik” (fena) korkusuna karşı nasıl bir nur ve teselli menbaı olduğunu tasvir eder.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu tefekkürü tetikleyen hali şöyle tasvir eder: İhtiyarlık, gurbet, hastalık ve (manevî) mağlubiyet gibi vücudu sarsan ve insanın acziyetini hissettiren arızalar. Bu haller, bir gaflet anına denk geldiğinde, insanın şiddetle alâkadar ve meftun olduğu kendi vücudunun ve sevdiği diğer mahlukatın yokluğa gittiği fikri, dehşetli bir endişeye sebep olur.
Bu mertebenin izahı, bu endişeden kurtuluşun ancak “iman dürbîni” ile bakmakla mümkün olacağını ortaya koyar.

1. Ana Mesele: Vücudun Faniliği ve Adem Endişesi

İnsanın “ene” (benlik) yapısı, enaniyet cihetiyle, kendi vücudunu sahiplenir ve onu ebedî arzu eder. İhtiyarlık ve hastalık gibi haller, bu zahirî vücudun elden gitmekte olduğunu isbat eder. Gaflet nazarı (bakışı), yani her şeyi kendi nefsine ve sebeplere isnad eden bakış, bu zeval ve firakı (ayrılığı) “ebedî bir yokluk” (adem) olarak görür. Bu, vahşi evhamın (kuruntuların) hadsiz karanlıklarıdır.

2. Çözüm: “Hasbünallahü ve Ni’melvekil” Müracaatı ve İman Nazarı

Bu dehşetli endişeye karşı “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayetine müracaat, bir zikirden öte, bir bakış açısı (nazar) değişikliğidir. Bu ayet, “Vekil” olarak Allah’ı bilmektir. Yani, “Benim vücudum bana ait değil, bir Vekil’e aittir; O (cc) Vâcib-ül Vücud’dur (Varlığı zorunlu olandır).”
Bu nazarla bakıldığında, iman dürbîni şu hakikatleri gösterir:

a) Vücudun Âyinedarlığı ve Mensubiyet Kıymeti

İnsanın “zerrecik vücudu”, yani bu fani ve küçük cismi, bizatihi (kendi başına) bir kıymet taşımaz. Onun kıymeti, “mensubiyet” (birine bağlı olma) cihetiyledir.
• Hakikat: Bu vücud, Vâcib-ül Vücud’un (Allah’ın) eseri, san’atı ve cilvesidir. Bir zerre değil, bir âyinedir.
• Kıymet: Bir âyinenin kıymeti, kendi maddesinde değil, gösterdiği şahıstadadır. Bu vücut âyinesi $Sâni-i Ezelî$’yi (Ezelî Sanatkâr’ı) gösterdiği için, o $intisab$ (bağlılık) ile “ebedî bir vücud kadar” kıymet kazanır. Fani bir an yaşaması, o âyinedarlık vazifesi cihetiyle ebedîleşir.

b) Muvakkat Firak İçinde Daimî Visal (Geçici Ayrılıkta Sürekli Vuslat)
Gaflet nazarı, her ölümü bir “firak” (ayrılık) olarak görür. İman nazarı ise, bütün mevcudatın $Sâni$’i (Sanatkâr’ı) bir olduğu için, O’nun $Esma-i İlahiye$’si (İlahî İsimleri) adedince $uhuvvet rabıtaları$ (kardeşlik bağları) olduğunu gösterir.
• Misal (Kumandan): Aynı kumandanın askerleri veya aynı üstadın talebeleri, birbirleriyle dost ve arkadaştır.
• Tatbik: Bütün zîhayatlar (canlılar) ve mevcudat, aynı $Sâni-i Zülcelâl$’in eseridir. İman ile bu $intisab$ı anlayan bir mü’min, bir mevcuttan ayrılsa bile (muvakkat firak), o mevcudun $Sâni$’i ile olan daimî $rabıta$sı (bağlantısı) sebebiyle onunla “daimî bir visal” (sürekli bir beraberlik) halinde olduğunu bilir.
c) Zahirî Vücuda Bedel Kazanılan Müteaddid Bâki Vücudlar
Metnin en mühim noktası burasıdır: İman, fani olan bir vücuda bedel, müteaddid (çok sayıda) ve bâki (kalıcı) vücudlar kazandırır. Zahirî vücud (cisim) gitse bile, şu vücudlar bâkidir:
• Ruh Vücudu: Zîruh (ruh sahibi) olanların ruhu bâkidir.
• Mana Vücudu: Her zîhayat, bir “kelime-i hikmet”tir (hikmetli söz). Cisim gider, ama ifade ettiği $mana$ bâkidir.
• Hakikat Vücudu: Her şeyin $Sâni$’in ilminde ve $Esma$sında sabit olan bir $hakikat$ı vardır.
• Misalî Vücud (Hüviyet-i Misaliye): Vücudun $suret$i ve $hüviyet$i (kimliği), hafızalarda, $Âlem-i Misal$’de ve $Elvah-ı Mahfuza$’da (Korunmuş Levhalar) saklanır. Metinde “sermedî manzaraların film şeritleri” olarak tasvir edilen budur.
• Netice Vücudu: Vücudun hayattayken yaptığı işlerin $neticeleri$ (dünyevî) ve $semereleri$ (uhrevî meyveler, sevaplar) bâkidir.
• Tesbihat Vücudu: O vücudun $fıtrî$ (yapısal) vazifesi olan $tesbihat$ı, $defter-i a’mal$ine (amel defterine) kaydolur ve bâkidir.
• Âyinedarlık Vücudu: O vücudun, $Esma-i İlahiye$’nin cilvelerine yaptığı $âyinedarlık$ ve $mukabele$ (karşılık verme) vazifesi, $daire-i esmada$ (isimler dairesinde) bâkidir.
İman ve $şuur-u iman$ (iman şuuru), bu sayılan manevî ve bâki vücudlara sahip olmayı sağlar. İman olmazsa, kişi bu vücudların tamamından mahrum kalır; zahirî vücudu da onun hakkında tam bir $adem$e (yokluğa) gider.
d) Bahar Çiçekleri Misali: Zeval Değil, Tazelenme
Müellif, bu hakikati “bahar çiçekleri” misaliyle somutlaştırır:
• Gaflet Nazarı: Çiçeklerin çabuk mahvolmasına acır (“yazıklar”).
• İman Nazarı: Bu çiçeklerin zahirî vücudları bir “libas” (elbise), bir “suret”tir. Onlar aslında $âlem-i mana$da (mana âleminde) $çekirdekler$ hükmündedir.
• Hakikat-ı Nev’iye: Ölen, ferttir; fakat $nev’$ (tür) bâkidir. Geçen bahardaki çiçek ile bu bahardaki çiçek $misli$dir (benzeridir). $Hakikat-ı nev’iye$ (türün hakikati) bâkidir; suretler ise o hakikatin $tazelenen$ (yenilenen) cilveleridir.
• Gayesi: Bu itibarî (göreceli) fark ve tazelenme, $Sâni$’in kudret harflerine, hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine $müteaddid$ (çeşitli) manalar verdirmek içindir.
• Netice: “Yazıklar” yerine “$Mâşâallah, bârekâllah$” (Allah ne güzel yaratmış, ne mübarek kılmış) denir.

3. Netice: İntisab Şerefi ve Küllî Teslimiyet
İmanın ve $intisab$ın (San’atkâr’a bağlı olmanın) verdiği son netice şudur:
• Şeref: İnsan, arz ve semavatın $San’atkâr$’ının (Allah’ın) $eser-i san’atı$ (sanat eseri) olduğunu idrak eder. Bu, en büyük $şeref$tir.
• Hülâsa-i Kâinat (Kâinatın Özeti): O $San’atkâr$, koca kâinat kitabını, insan denilen küçük bir $nüsha$da yazmış; insanı o kitabın $mükemmel bir hülâsa$sı yapmıştır.
• Küllî “Hasbünallah”: Bu şerefe, kemale ve kıymete ancak $iman$, $şuur$ ve $intisab$ ile mazhar olunur. Bu idrakin neticesinde Müellif, sadece kendi lisanıyla değil, “bütün mevcudatın dilleriyle” “$Hasbünallahü ve ni’melvekil$” der. Yani, “Madem O’nun eseriyiz, O’nun san’atıyız ve O’na intisab ile bâkiyiz; O bize yeter. Faniliğimizin, aczimizin, ihtiyarlığımızın hiçbir ehemmiyeti yoktur. O ne güzel Vekil’dir.”

Konunun Ayetler ve Müradifleri ile İzahı

Metinde işlenen $intisab$, $beka$ (kalıcılık), $adem$ (yokluk) ve $tevekkül$ (vekil kılma) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’in temel esaslarıdır.

1. Müradif: Tevekkül ve Hasb (Allah’ın Yetmesi)
Metnin temel dayanağı olan “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti, tevekkülün zirvesidir. Bu, acz ve fakrını anlayan insanın, kudreti ve gınası sonsuz olan Allah’a dayanmasıdır.
• Ayet ( Meali):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3:173)
Bu ayet, nasıl ki zahirî düşmanlara (orduya) karşı bir kalkan ise, Dördüncü Mertebe’de izah edildiği üzere, $ihtiyarlık, hastalık$ ve $adem$ (yokluk) gibi derûnî ve manevî düşmanlara karşı da en metin kal’adır.

2. Müradif: Beka Billah (Allah ile Bâki Olmak) ve Fena (Yokluk)
Metnin çözdüğü “adem endişesi”, her şeyin fani olduğu hakikatinden kaynaklanır. Ancak iman, bu faniliğin $mutlak$ bir yokluk olmadığını, $zahirî$ bir vazife bitimi olduğunu öğretir. Gerçek $beka$ (kalıcılık), ancak Bâki olan Allah’a $intisab$ ile mümkündür.
• Ayetler ( Meali):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55:26-27)
“Onunla beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28:88)
Bu ayetler, $fena$yı (yok oluşu) isbat ederken, $beka$nın (kalıcılığın) da ancak O’nun $Zât$’ına ait olduğunu ve O’na $intisab$ eden (O’na dönen) şeylerin de O’nun $beka$sından bir hisse alacağını (misalî, manevî, ruhî vücudlar gibi) ders verir.

3. Müradif: İntisabın Kazandırdığı Şeref (Ahsen-i Takvîm)

Metinde insanın “mükemmel bir hülâsa” ve $intisab$ ile “büyük bir şeref” kazanması vurgulanır. Bu, insanın “Ahsen-i Takvîm” (en güzel biçim) sırrıdır. Bu kıymet, insanın maddesinde değil, $iman$ ve $intisab$ ile kazandığı $mana$dadır.
• Ayetler ( Meali):
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95:4-6)
$Ahsen-i takvîm$ (en güzel biçim), kâinatın $hülâsa$sı olmasıdır. $İman$ ile bu şerefi korur. İmansızlık (intisabsızlık) ise onu $esfel-i sâfilîn$e (aşağıların aşağısına), yani sadece fani bir cisim olmanın kıymetsizliğine düşürür.

4. Müradif: Her Şeyin Mahfuz Olması (Kitâb-ı Mübîn)

Metinde bahsi geçen “zahirî vücudun” kaybolmadığı, $suret$inin, $mana$sının ve $netice$lerinin “saklandığı” ve “Elvah-ı Mahfuza”da (Korunmuş Levhalar) ve “ilm-i ezelînin meşherlerinde” (ezelî ilmin sergilerinde) muhafaza edildiği hakikati, şu ayetle tam bir $rabıta$ (bağlantı) içindedir:
• Ayet ( Meali):
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).” (En’âm, 6:59)
Bu ayet, fani görünen bahar çiçeklerinin veya insanın vücudunun hiçbir $zerre$sinin, $mana$sının veya $amel$inin zayi olmadığını, “apaçık bir kitapta” (Levh-i Mahfuz) kaydedildiğini ve bâkileştirildiğini $isbat$ eder.

 

 

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeğe yüz tutmuş. Halbuki “Hayy” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri, böyle çabuk sönmeğe değil, belki pek uzun yaşamağa lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!” Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden burada dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.

Birinci Mes’ele:

Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-u Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-u Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.

İkinci Mes’ele:

Hayatın hakikî hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kal ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-u Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir. İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.

Üçüncü Mes’ele:

Hayatımın Hâlıkıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faidelerine baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlıkına üç cihetle âyinedarlık ediyor:

Birinci Vecih:

Hayatım, acz ve za’fıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat’ın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasılki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def’etmek noktasında Hâlıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.

İkinci Vecih:

Hayatımdaki cüz’î ilim ve irade ve sem’ ve basar gibi manalarıyla, Hâlıkımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.

Üçüncü Vecih:

Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, san’atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san’atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta’zim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata müsahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım.

Dördüncü Mes’ele:

Dünyadaki bu hayatımın hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabbim, hem İlahım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.

İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes’ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

************

Giriş: Hayatın Tazyikatı ve “Hasbünallah” Kalesi

Metnin girişinde, müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), hayatının çok ağır şartlar altında sarsıldığını, ömrünün süratle geçtiğini ve hayatının tazyikat altında sönmeye yüz tuttuğunu fark ederek müteellim olduğunu (acı duyduğunu) belirtir. Bu, her insanın fani hayatın ve karşılaşılan musibetlerin verdiği sıkıntıyla hissettiği derûnî bir ızdırabın tasviridir.
Bu ızdıraba karşı sığınılan “üstad” ise şu ayet-i kerimedir:
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3/173)
Bu ayet, müellife şu dersi vermiştir: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!”
Bu bakış açısı değişikliği (tebdil-i nazar), hayatın kıymetini şahsî, fani ve cüz’î neticelerinden; İlahî, bâki ve küllî gayelere çevirir. Hayatın şahsa bakan ciheti “bir” ise, Yaratıcı’ya (Hâlık’a) bakan ciheti “bin”dir. Bu İlahî cihet ise zamanın darlığına bakmaz; bir anlık yaşam, bu vazifeleri ifa etmek için kâfidir.

Aşağıdaki dört mesele, bu yeni bakış açısının tafsilatıdır:
Birinci Mesele: Hayatın Mahiyeti (Anahtar, Harita, Fihriste)
Bu mesele, hayatın ne olduğunu Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Veren ve Ebedî Diri Olan’a) bakan cihetiyle tasvir eder:
• Esma-i İlahiyenin Definelerini Açan Anahtarların Mahzeni:
Hayat, Allah’ın isimlerinin gizli hazinelerini açan anahtarların saklandığı bir depodur. İnsan hayatı, cüz’î ilmiyle Allah’ın $Alîm$ isminin, cüz’î kudretiyle $Kadîr$ isminin, cüz’î iradesiyle $Mürîd$ isminin tecellilerini anlar. Hayat olmasaydı, bu isimlerin manaları meçhul kalırdı.
• Nakışlarının Bir Küçük Haritası ve Cilvelerinin Bir Fihristesi:
Kâinat, Allah’ın isimlerinin ve sanatının ($San’at-ı Rabbaniye$) muhteşem bir tablosudur. İnsan hayatı ise, bu devasa tablonun küçültülmüş bir haritası, bir “nüsha-i suğra”sıdır (küçük nüsha). Kâinattaki $Rahîm$ isminin tecellisi olan şefkat, hayatta; $Hakîm$ isminin tecellisi olan nizam, hayatta; $Adl$ isminin tecellisi olan denge, hayattaki azaların yerleştirilişinde okunur. Hayat, bütün kâinattaki tecellilerin bir fihristesi gibidir.
• Kâinatın Büyük Hakikatlarına İnce Bir Mikyas (Ölçek):
İnsan, “Ben” (Ene) diyerek, Allah’ın rububiyetinin (terbiye ediciliğinin) ve sıfatlarının cihan şümul (evrensel) tecellilerini anlayacak bir ölçüye sahip olur. Kendi cüz’î sahiplenmesiyle (“Benim malım”), Allah’ın kâinat üzerindeki mutlak mülkiyetini ($Mâlikü’l-Mülk$) anlar. Kendi cüz’î yaratıcılığı (sanatkârlığı) ile Allah’ın mutlak Hâlıkıyetini (Yaratıcılığını) idrak eder.
• Manidar ve Kıymetdar İsimleri Bilen, Bildiren Bir Kelime-i Hikmet:
Hayat, cansız varlıklar gibi manasız değildir. Allah tarafından yazılmış, hikmet dolu bir “kelime”dir. Bu kelimenin (hayatın) vazifesi, hem kendi Yaratıcısını isimleriyle ($Bâsîr$, $Semî$, $Alîm$) bilmek, hem de bu bilişi başkalarına (diğer mahlukata ve meleklere) bildirmektir.
Ayetler ve Müradifler:
• Hayatın Kıymeti: Hayatın Allah’a ait oluşu, onun en büyük sermaye olduğunu gösterir.
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 9/111)
• Mikyas (Ölçek) Olma: İnsanın kendi yapısına bakarak Yaratıcı’yı bilmesi.
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr, 82/6-8)
“Size kendi içinizden bir misal verdi:…” (Rûm, 30/28)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, hayat, esma-i hüsnanın bütün cilvelerini gösteren bir fihristedir. Ve kâinat denilen âlem-i ekberin bir nüsha-i musağğarası ve şecere-i hilkatin bir semere-i münevveresidir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 301)
Bu açıdan bakıldığında, hayatın bir saniyesi dahi, bu ulvî vazifeleri yerine getirdiği için bir ömür kadar kıymetlidir.
İkinci Mesele: Hayatın Hukuku (Vazifeleri)
Bu mesele, hayatın ne yaptığını ve Yaratıcı’ya karşı yerine getirmesi gereken vazifeleri (hukukunu) ele alır:
• Rabbanî Bir Mektub (Mütalaagâh):
Hayat, Allah tarafından diğer şuur sahibi varlıklara (melekler, ruhaniler ve diğer insanlar) yazılmış bir mektuptur. Onlar bu mektubu okuyarak (mütalaa ederek) Yaratıcı’yı tanırlar. İnsanın üzerindeki sanat ve hikmet, okuyanlara “Bunu kim yazdı? Kim böyle süsledi?” sualini sordurur.
• Hâlık’ın Kemalâtını Teşhir Eden Bir İlanname:
Hayat, Allah’ın kusursuz kemalini sergileyen bir ilandır. Bir sarayın mükemmelliği mimarının kemalini gösterdiği gibi, hayat denilen bu muazzam ve mükemmel saray da Yaratıcı’sının sonsuz kemalâtını ($Kuddûs$, $Hakîm$, $Musavvir$) ilan eder.
• Resm-i Küşadda Padişah’a Arz-ı Ubudiyet:
Hayat, Allah’ın verdiği kıymetli hediyeler ve nişanlarla (ilim, irade, şuur, sevgi gibi) süslenmektir. Her gün başlayan yeni hayat (sabah uyanmak), bir “resm-i küşad” (açılış merasimi) gibidir. İnsan bu merasimde, kendisine takılan bu nişanları, imanla, şuurla, şükürle ve minnetle, o nişanları veren Padişah-ı Bîmisal’e (Benzersiz Sultan’a) sunar. “Ya Rab! Bana verdiğin göz nişanıyla Senin sanatını görüyorum. Dil nişanıyla Seni zikrediyorum.” demektir.
• Diğer Zîhayatların Tesbihatına Şehadet:
İnsan, sadece kendi ibadetinden mesul değildir. Kendi hayatı sayesinde, diğer canlıların ($zîhayatların$) lisan-ı hal (durum dili) ile yaptıkları tahiyyatı (selamlamaları) ve tesbihatı (Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmelerini) anlar, müşahede eder ve onların namına “Evet, Ya Rab! Bu kuş da Seni takdis ediyor, bu çiçek de Sana şükrediyor!” diyerek şehadetle ilan eder.
• Rububiyetin Güzelliklerini İzhar:
Hayat; lisan-ı kal (konuşma dili), lisan-ı hal (vücudun duruşu) ve lisan-ı ubudiyet (kulluk dili) ile Allah’ın terbiye ediciliğinin güzelliklerini ($mehasin-i rububiyet$) gösterir. Acıktığında rızıklandırılması $Rezzâk$’ın güzelliğini, hastalandığında şifa bulması $Şâfî$’nin güzelliğini izhar etmektir (göstermektir).
Bu vazifeler için de uzun bir ömür gerekmez. İmanın girdiği bir anlık hayat, bu şuurla yaşanırsa, fani hayatı bâki bir hayata dönüştürür.
Ayetler ve Müradifler:
• Şehadet Vazifesi:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
“İşte böylece, siz insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Ve o hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Muhyî’ye karşı hayatın pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hukukları var. O hukukların ve vazifelerin bir hülâsası şudur ki:.. Kendi Hâlıkının mehasin-i rububiyetini ve kemâlât-ı kudsiyetini (lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile) ilân etmektir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 302)
Üçüncü Mesele: Hayatın Fıtrî Vazifesi (Âyinedarlık – Aynalık)
Bu mesele, hayatın nasıl Allah’a (c.c.) ayna (âyine) olduğunu üç vecih (yön) ile izah eder. Hayat, Allah’ı bize “zıddıyla”, “cüz’î ölçüsüyle” ve “nakışlarıyla” bildirir.
Birinci Vecih: Acz ve Fakr ile Kudret ve Rahmete Âyinedarlık
Hayatın kendisi hadsiz bir acz (güçsüzlük) ve fakr (ihtiyaç) içindedir. Bir mikrobun öldürebildiği kadar $aciz$, havadan suya, gıdadan sevgiye kadar her şeye $muhtaçtır$.
Bu zıtlık prensibidir: Karanlığın dereceleri ışığın mertebelerini, soğuğun dereceleri sıcaklığın derecelerini gösterdiği gibi, hayattaki bu sonsuz acz ve fakr da; bizi ayakta tutan, hadsiz düşmanlarımızı defeden ve hadsiz ihtiyaçlarımızı gideren Zât’ın sonsuz $Kudret$ ve $Rahmet$ine ayna olur.
Bu aynadarlık, insana “sual (isteme), dua, iltica (sığınma), tezellül (kendi küçüklüğünü hissetme) ve ubudiyet (kulluk)” vazifesini yaptırır.
İkinci Vecih: Cüz’î Sıfatlarla Küllî Sıfatlara Âyinedarlık
Hayat, şuurlu fiilleriyle (bilmek, görmek, istemek vb.) Hâlık’ın küllî (her şeyi kuşatan) sıfatlarına ayna olur.
Ben, bu küçük odamdaki eşyayı biliyorum; demek bu kâinatı bütün zerreleriyle bilen bir $Alîm$ var.
Ben, şu bardağı kaldırmayı irade ediyorum; demek şu gezegenleri muazzam yörüngelerinde gezdiren bir $Mürîd$ (İrade Sahibi) var.
Ben, cüz’î bir ses işitiyorum; demek kâinattaki bütün mahlukatın dualarını ve tesbihatını bir anda işiten $Semî$ var.
Ben, kendi cüz’î hayatımla O’nun küllî $Hayat$ sıfatını, kendi şefkatimle O’nun $Şefkat$ ve $Rahmet$ini anlarım. Bu, bir marifet (Allah’ı tanıma) yoludur.
Üçüncü Vecih: Esma-i İlahiyenin Nakışlarına Âyinedarlık
Hayat ve cisim, Allah’ın isimlerinin ($Esma-i İlahiye$) doğrudan tecelli ettiği, mucizevî nakışlar ve sanatlarla dolu bir sergidir.
İnsan kendi vücuduna ve hayatının devamlılığına baktığında, oradaki fevkalade sanatı görerek $Sanî$ (Sanatkâr) ismini, şefkatle beslendiğini görerek $Rahîm$ ve $Kerîm$ (İkram Eden) isimlerini, her işin hikmetle yapıldığını görerek $Hakîm$ ismini, her detayın bilindiğini görerek $Alîm$ ve $Habîr$ isimlerini okur.
Bu okuma, insana hilkatin (yaratılışın) gayesi olan “tesbih, takdis, hamd, şükür, tekbir, ta’zim ve tevhid” gibi fıtrat vazifelerini yaptırır.
Ayetler ve Müradifler:
• Acz ve Fakr (Birinci Vecih):
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fâtır, 35/15)
“İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• Cüz’î Sıfatlar (İkinci Vecih):
“Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Hac, 22/75)
“Bilmez misin ki, kuşkusuz Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Kuşkusuz bunların hepsi bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.” (Hac, 22/70)
• Esma Nakışları (Üçüncü Vecih):
“O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
“Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Dördüncü Mesele: Hayatın Hakiki Lezzeti (İman)
Önceki üç mesele hayatın mahiyetini ve vazifesini izah etti. Bu son mesele ise, bu fani hayattaki hakiki lezzetin ve saadetin ne olduğunu izah eder.
Müellif, bu sualin cevabını yine “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” ayetinden alarak “imandadır” diye cevap verir.
Hayatın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti şudur:
Kişinin, kendisini yaratan ve yaşatan bir $Rabb-ı Rahîm$’in (Merhametli Terbiye Edici’nin) $mahluku$ (yaratığı), $masnuu$ (sanat eseri), $memlukü$ (mülkü) ve $terbiyegerdesi$ (terbiyesi altında olanı) olduğunu kat’î bir imanla bilmesidir.
Bu iman, şu lezzetleri ihtiva eder:
• Sahipsizlik Korkusundan Kurtuluş: İnsan “memluk” olduğunu bilince, sahipsiz olmadığını anlar. Kâinat içinde kaybolmuş, tesadüflerin oyuncağı olmadığını idrak eder.
• Vazifeyi Yapanın Huzuru: “Masnu” olduğunu bilen, kendisinin bir Sanatkâr’ın eseri olduğunu ve O’nun nazarı altında bulunduğunu bilir. Vazifesini O’nun namına yapar.
• Mutlak İhtiyacın Karşılanması: Her vakit O’na muhtaç olduğunu bilmek bir zafiyet değil, bir kuvvettir. Çünkü muhtaç olduğu Zât, hem $Rabb$ (Terbiye eden), hem $İlah$tır (Kudret sahibi) ve aynı zamanda $Merhametli$ ve $Şefkatli$dir. Sonsuz acz içindeyken, sonsuz bir kudrete dayanmanın ($istinat$) ve sonsuz fakr içindeyken, sonsuz bir rahmetten istemenin ($istimdat$) lezzetidir.
Bu, dünyevî, geçici ve elemlerle karışık lezzetlerin aksine; kâfi, vâfi (yeterli), elemsiz ve daimî bir lezzettir. Bu yüzden “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” (İman nimeti üzerine Allah’a hamdolsun) denir.
Ayetler ve Müradifler:
• İmanın Lezzeti ve Saadeti:
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
“İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (En’âm, 6/82)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, iman, bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır.” (Sözler, İkinci Söz, s. 19)

Netice
Bu dört mesele şunu isbat eder: Hayat, eğer Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a (Varlığı ebedi olan, her an diri ve her şeyi ayakta tutan Allah’a) bakarsa ve O’nun namına yaşanırsa kıymet kazanır.
İman, hayata hayat ve ruh olduğu zaman, o fani hayat şu üç neticeyi kazanır:
• Beka Bulur: Fani ömür, Allah’a ait olduğu için ebedileşir.
• Bâki Meyveler Verir: Yapılan her amel, Cennet meyvesi hükmüne geçer.
• Sermediyet Cilvesi Alır: Allah’ın ebedi oluşunun bir yansımasını kazanır. Artık ömrün kısa veya uzun olmasının bir ehemmiyeti kalmaz. Bir anı, binlerce sene hükmüne geçer.
İşte “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” diyen bir mü’min, hayatın tazyikatı altında ezilmek yerine, bütün hayatların ve canlıların namına Allah’a tevekkül eder ve O’nun sonsuz kudretine ve rahmetine sığınarak hakiki saadeti bulur.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de, Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip imanın dûrbîniyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:

Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:

Birinci Bürhan:

Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san’attan gelen ünvanının güzelliğine ve ustadaki san’atkârlık ünvanının güzelliği o san’atkârın o san’ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zâtının ve hakikatının güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de: Bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsn ü cemal dahi San’atkâr-ı Zülcelal’deki fiillerinin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve ef’alindeki hüsn ü cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsn ü cemaline şübhesiz delalet ve isimlerin hüsn ü cemali ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve sıfatların hüsn ü cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemali ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtının hüsn ü cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’î bir surette şehadet eder. Demek Sâni’-i Zülcemal’in kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsn ü cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsn ü cemal lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.

Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir san’atın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve ünvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın -fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder.

Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni’ ve fâillerinin vücud-u ef’aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni’-i Zülcelal’de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve zâtının kendilerine mahsus münasib ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delalet ederler.

İkinci Bürhan’ın

beş noktası var:
Birinci Nokta:

Meşreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma’ ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki; bütün mevcudattaki hüsn ü cemal, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’da bulunan mukaddes hüsn ü cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.

İkinci Nokta:

Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.

Üçüncü Nokta:

Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

Dördüncü Nokta:

Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î isbat edilmiştir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.

Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi.. kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.

Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.

İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.

Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.

Hem bütün kâinatı enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bâb, her bâbı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.

Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin müvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.

Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.

Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.

Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar sîmalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör.

İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet’i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.

Beşinci Nokta:

Nasılki yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.

Üçüncü Bürhan’ın

üç nüktesi var:

Birinci Nükte:

Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız; şöyle ki:

Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet ve âlî zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san’atkâr var ki, herbir san’atıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister. Hem zîşuur mahlukları minnetdar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor. Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerimane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor. Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemal kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf -yani kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zînetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.

İkinci Nükte:

Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.

Üçüncü Nükte:

Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücuddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler -hattâ masiyetler- ademe raci’ olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen:

Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?

Elcevab:

Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.

Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi, Vâcib-ül Vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ışık verir.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلا۪يمَانِ ٭ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

İhtar:

Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe te’hir edildi.

Tenbih:

Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.

* * *

Mevzuun Özeti ve Derûnî Tahlili

Bu metin, İkinci Lem’a’da yer alan ve “Âyet-i Hasbiye” (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ) ile “Âyet-i Nur”un (Nur Suresi, 35. Ayet) tefsirini ihtiva eden mertebelerden altıncısıdır. Metnin merkezinde, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” (güzellik sevgisi) ve “kemalâta meftuniyet” (mükemmelliğe hayranlık) hislerinin, kâinattaki “zeval” (geçicilik), “fena” (yokluk), “mevt” (ölüm) ve “adem” (hiçlik) hakikatleri ile çarpışmasından doğan derûnî ızdırap ve bu ızdıraba karşı bulunan teselli yolu tasvir edilmektedir.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), ihtiyarlık ve âhir ömür vaktinde bu zeval ve fena hakikatinin, güzel dünyayı ve mahlukatı nasıl hırpaladığını fevkalâde bir hassasiyetle müşahede ettiğini belirtir. Fıtratındaki “aşk-ı mecazî” (yaratılana duyulan sevgi), bu tahribatçı hale karşı galeyan ve isyan eder. Teselli arayışıyla Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğinde, imanın dûrbîni (dürbünü) ve şuur-u imanî hurdebîni (mikroskobu) ile kâinata bakar.
Gördüğü hakikat şudur: Kâinattaki bütün bu güzellikler (hüsün ve cemal), geçici olan mahlukatın (masnuların) kendi malı değildir. Onlar, Şems-i Ezel ve Ebed (Ezelî ve Ebedî Güneş) olan Cemil-i Zülcelal’in (Allah) mukaddes cemalinin ve sonsuz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî (ebedî) güzelliklerinin birer “âyinedarı”dırlar.
Mahlukatın durmadan gelip gitmesi, yani zeval bulması; güneş ışığının su kabarcıkları veya şeffaf camlar üzerinde teceddüd etmesi (yenilenmesi) gibidir. Âyinenin (mahlukun) değişmesi veya kırılması (inkisarat), o âyinede görünen güzelliğin (cilvenin) tazelenmesine ve asıl güzellik sahibinin (Allah’ın) gizli güzelliklerinin daha parlak bir surette izhar edilmesine (gösterilmesine) hizmet eder.
Dolayısıyla, “zeval” ve “fena”, bir “adem” (yokluk) ve “tahribat” değil, bir “tazelendirme” (tecdid) ve “izhar” (gösterme) vazifesidir. Aşk-ı mecazî, bu hakikati idrak ettiğinde aşk-ı hakikîye inkılab eder ve ızdırap yerine lezzet alır.

Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifleri ve Bağlantıları)

Metnin doğru anlaşılması için bazı kilit mefhumların izahı elzemdir:
• Cemal ve Hüsün (Güzellik):
• Cemal: Daha ziyade Zât-ı İlahî’nin lütuf, merhamet ve keremini yansıtan “celbedici” ve “sevdirici” güzelliktir. Ruhun ve kalbin haz aldığı güzelliktir.
• Hüsün: Daha ziyade eserin (masnunun) kendisinde görünen tenasüp, intizam ve san’atlı yapıya verilen isimdir. Gözün ve aklın takdir ettiği güzelliktir.
• Metinde bu iki kelime, hem mahlukatın zahirî ve bâtınî güzelliklerini hem de bu güzelliklerin kaynağı olan Esma-i Hüsna’nın ve Zât-ı Akdes’in kudsî güzelliğini ifade etmek için kullanılır.
• Zeval, Fena, Mevt ve Adem (Geçicilik ve Yokluk):
• Zeval ve Fena: Varlığın görünürden kaybolması, geçicilik.
• Mevt ve Adem: Hayatın sönmesi ve mutlak yokluk (İslamî düşüncede mutlak adem yoktur, varlığın bir halden başka bir hale intikalidir).
• Metin, bu mefhumların zahirî yüzünün “tahribatçı” ve “dehşetli” olduğunu, fakat hakikatinin (iç yüzünün) “tecdid-i cilve” (yansımanın yenilenmesi) olduğunu isbat eder.
• Âyinedarlık, Tecelli ve Cilve (Yansıtma ve Görünme):
• Âyinedarlık: Mahlukatın vazifesidir. Kendi başlarına bir “vücud-u hakikîleri” (gerçek varlıkları) yoktur; onlar, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren birer aynadır.
• Tecelli: Allah’ın isim ve sıfatlarının kâinatta görünür hale gelmesidir. Bir fiildir.
• Cilve: O tecellinin âyinede beliren yansıması, parıltısıdır. Eserdir.
• Misal: Güneş (Zât), ışığı (Sıfat/Nur), ışığın vurması (Tecelli), kabarcıktaki parıltı (Cilve/Güzellik), kabarcık (Âyine/Mahluk).
• Şems-i Ezel ve Ebed (Ezel ve Ebed Güneşi):
• Varlığı zatından olan, başlangıcı (ezel) ve sonu (ebed) olmayan Vâcib-ül Vücud’u (Allah’ı) tasvir eden bir teşbihtir. Kâinattaki bütün güzellikler, nurlar ve kemaller O’nun Zât ve Sıfatlarının ışığından gelir.

Bürhanların (Delillerin) Geniş İzahı
Metin, “kâinattaki güzelliğin Allah’ın cemalinden geldiği” hakikatini üç kuvvetli bürhan (delil) ile isbat eder:
Birinci Bürhan: Eserden Müessire İntikal
Bu bürhan, mantıkî bir silsiledir; eserden (sanat) sanatkâra (fâil) ve onun sıfatlarına geçişi isbat eder.
• Eserin Güzelliği (Masnu): Kâinatta gördüğümüz bir çiçek, bir yıldız, bir insan sîmasındaki güzellik.
• Fiilin Güzelliği (İşlemek): O eseri yapan fiilin (mesela “yaratma”, “şekil verme” fiilinin) güzelliğine delalet eder. (Örn: Fettahiyet, Musavviriyet).
• İsmin Güzelliği (Ünvan): Fiil, o fiili yapan “fâilin” bir ismine (ünvanına) dayanır. (Örn: el-Fettâh, el-Musavvir).
• Sıfatın Güzelliği: İsim, o ismin menşei (kaynağı) olan bir sıfata dayanır. (Örn: Kudret, İlim, İrade sıfatları).
• Şuunat-ı Zâtiye’nin Güzelliği: Sıfatlar, Zât’ın mahiyetindeki kabiliyetlere, mehillere (şuunata) dayanır. (Örn: Yaratmayı sevmek, güzelliği izhar etmeyi istemek).
• Zât’ın Güzelliği: Şuunat ise, Fâil’in (Allah’ın) bizzat kendi Zât-ı Akdes’inin kemaline ve kudsî güzelliğine delalet eder.
Netice: Bu kâinatı baştan başa güzelleştiren şey, Sâni’-i Zülcemal’in (Güzelliği sonsuz Sanatkâr) kendi Zât-ı Akdes’ine lâyık olan “hadsiz hüsn ü cemalinin” sadece “bir gölgesi” veya “bir cilvesidir.”
İkinci Bürhan: Hakikat Ehlinin İcmaı ve Gözlem
Bu bürhan, beş ayrı noktadan hakikati teyid eder:
• Ehl-i Hakikatin İcmaı (Görüş Birliği): Meşrebleri ve yolları ayrı da olsa, bütün maneviyat büyükleri (evliyalar, asfiyalar) zevk ve keşif yoluyla “bütün mevcudattaki güzelliğin, Vâcib-ül Vücud’un mukaddes cemalinin bir gölgesi (zılâl) ve parıltısı (lemaat) olduğunu” ittifakla tasdik etmişlerdir.
• Güzellerin Geçiciliği (Zeval): Güzellik atfedilen mahluklar (çiçekler, insanlar, mevsimler) sürekli gelip gitmekte, fenaya kaybolmaktadır. Fakat “güzellik” mefhumu tecelli etmeye, görünmeye devam etmektedir. Bu durum kat’î olarak gösterir ki, güzellik o geçici varlıklara (âyinelere) ait değildir; Ebedî bir Cemal’in (Sermedî bir cemalin) ışıklarıdır.
• Mantıkî Lüzum (Kaynak): Sebebin, neticeden daha kâmil olması gerekir. Nur, nuranî bir kaynaktan; vücud (varlık), mevcud (var olan) bir kaynaktan; ihsan, gına (zenginlik) sahibi birinden gelir. Aynı mantıkla, “hüsün vermek” (güzelleştirme fiili) mutlaka “hasen” (güzel) olandan; “cemal vermek”, “Cemil” olandan gelir.
• Alem-i Şehadet ve Alem-i Gayb Bağlantısı: Bu görünen (maddî) âlem (âlem-i şehadet), bir cesed, bir lafız, bir suret gibidir. Ruhsuz cesed, manasız lafız, hakikatsiz suret kıymetsizdir. Bu maddî âlem, kıymetini ve güzelliğini, perdenin arkasındaki “âlem-i gayb”dan, yani “Esma-i İlahiye”den alır. Maddî güzellikler, manevî hakikatlerin; o hakikatler de Esma-i İlahiye’nin gölgeleridir.
• Saray Teşbihi: Muhteşem bir saray (kâinat) görüyoruz. Bu sarayın bir emsali (benzeri) yoktur ki, güzellikleri oradan taklid edilmiş olsun. O halde, bu sarayın Ustası (Allah), kendi Zâtında ve Esmasında bulunan ve bu saray ile tezahür ettirdiği sonsuz güzelliklere ve kemalâta sahiptir. Kâinat, O’nun manevî kemallerinin tecessüm etmiş (cisimleşmiş) halidir.
Üçüncü Bürhan: Kâinattaki Gaye (Tanıttırmak ve Sevdirmek)
Bu bürhan, kâinattaki fiillerin gayesini tahlil ederek Zât-ı Cemil’in varlığını isbat eder:
• Birinci Nükte (Tanıttırmak ve Sevdirmek): Kâinatta (hususan bitki ve hayvanlarda) tesadüfe imkân vermeyen kasıtlı bir “tezyin” (süsleme) ve “tanzim” (düzene koyma) görüyoruz. Bu fiillerin gayesi açıktır: Perde arkasındaki Sanatkâr, kendini zîşuurlara (şuur sahiplerine) “bildirmek”, “tanıttırmak”, “sevdirmek” ve “medh ü senasını” (övgüsünü) ettirmek istiyor. Bu “sevdirmek” ve “tanıttırmak” arzusu ise, ancak “nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal” (benzersiz bir güzellik) ve “ezelî bir hüsn-ü lâyezalî” (sonsuz bir güzellik) sahibi olanda bulunur. Zira güzellik, mahiyeti icabı, görünmek ve gösterilmek ister.
• İkinci Nükte (Aşk-ı Lahutî): İnsan nevinin yüksek tabakalarında (enbiyalar, evliyalar) görülen şiddetli “aşk-ı lahutî” (İlahî aşk) ve “muhabbet-i Rabbaniye”, bilbedahe (apaçık) bir “misilsiz cemale” (Maşuk-u Ezelî’ye) işaret eder. Âşık varsa, maşuk da vardır. Böyle ulvî bir aşk, ancak böyle kudsî bir cemale teveccüh edebilir.
• Üçüncü Nükte (Vücud ve Adem): Vücud (varlık) hayr-ı mahzdır (sırf iyilik) ve nurdur. Adem (yokluk) ise şerr-i mahzdır (sırf kötülük) ve zulmettir (karanlık). Bütün güzellikler, iyilikler, lezzetler tahlil edildiğinde “vücuda” (var olmaya); bütün çirkinlikler, şerler “ademe” (yokluğa veya varlığın eksikliğine) racidir. Madem güzelliğin menbaı vücuddur; vücudun en kuvvetli, en parlak, en mükemmel ve ademden en uzak mertebesi olan “Vâcib-ül Vücud” (varlığı zorunlu olan Allah), elbette “en kuvvetli, en yüksek ve en parlak” bir cemal sahibi olmalıdır.
Konunun Ayet-i Kerimeler ile İzahı ve Bağlantısı
Metnin dayandığı derûnî hakikatler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan veya dolaylı olarak isbat edilmektedir.
• Metnin Sığınağı Olan Ayet (Âyet-i Hasbiye):
Müellif, fena ve zeval karşısındaki ızdırabına teselliyi bu ayette bulur:
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” ( Meali, Âl-i İmrân, 3/173)
• Bağlantısı: Zeval, fena ve âhirzaman hadisatının dehşeti karşısında mü’min, “Allah bana yeter (Hasbunallah)” der. Neden yeter? Çünkü O, “Ni’mel Vekîl”dir (en güzel vekildir). Bu metin, O’nun neden en güzel vekil olduğunu izah eder: Çünkü O, Cemil-i Zülcelal’dir. Bütün güzelliklerin kaynağı O’dur ve zeval bulanlar sadece O’nun güzelliğinin âyineleridir. Âyineler kırılsa da vekil olan Zât (ve cemali) Bâkî’dir.
• Metnin Dayandığı Hakikat (Âyet-i Nur):
Metin, “Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip” baktığını söyler. Bu ayet, kâinatın âyinedarlığını en güzel tasvir eden ayettir:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّ1ٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Bu kandil, ne doğuya ne de batıya ait, bereketi bol bir zeytin ağacından tutuşturulur. O ağacın yağı, neredeyse ateş değmese bile ışık verecek. Nûr üstüne nûr. Allah, nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Meali, Nûr, 24/35)
• Bağlantısı: Allah, Zâtı itibarıyla “Nur”dur (Nur’un yaratıcısı ve kâinatı aydınlatanı). Mahlukat ise o Nûr’u gösteren “mişkat” (hücre), “misbah” (kandil) ve “zücace” (cam fanus) gibidir. Metindeki “âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar” teşbihi, doğrudan bu ayetin hakikatine dayanır.
• Esma-i Hüsna’nın Güzelliği (Birinci Bürhan):
Metin, güzelliğin Esma’dan geldiğini söyler.
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (Meali, A’râf, 7/180)
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Meali, Haşr, 59/24)
• Bağlantısı: Güzellik (Hüsün), O’nun isimlerindedir (Hüsnâ). O isimlerin cilvesi, mahlukatı güzel kılar. Özellikle “el-Musavvir” (şekil veren, suretleri en güzel şekilde tasvir eden) ismi, metindeki “fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemali” bahsiyle tam bir mutabakat içindedir.
• Fiillerin Güzelliği (Üçüncü Bürhan):
Metin, yaratılıştaki tezyin (süsleme) ve tanzimin (nizam) O’nun fiillerinin güzelliğini gösterdiğini belirtir.
اَلَّذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍ
“O ki, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Meali, Secde, 32/7)
…صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍۜ…
“…Bu, her şeyi sağlam ve yerli yerince (etkane) yapan Allah’ın sanatıdır…” (Meali, Neml, 27/88)
• Bağlantısı: Ayetler, Allah’ın fiilinin (yaratma – halk) “hüsün” (güzellik) ve “itkan” (sağlamlık, san’atlılık) üzere olduğunu beyan eder. Bu, Birinci Bürhan’daki “işlemenin güzelliği” ve Üçüncü Bürhan’daki “tanzim” mefhumlarının tam karşılığıdır.
• Zeval ve Beka (Metnin Ana Problemi):
Metnin çözmeye çalıştığı “fena”ya karşı “beka” arayışı, şu ayetlerde mükemmel bir surette ifade edilir:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ﴿٢٧﴾
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak (fân). Ancak azamet (Celâl) ve ikram (İkrâm) sahibi Rabbinin zâtı (Vech) bâki kalacaktır.” (Meali, Rahmân, 26-27)
• Bağlantısı: Bu ayetler, metnin hülasasıdır. “Küllü men aleyhâ fân” (Her şey fanidir), metindeki ızdırabın sebebidir. “Ve yebkâ vechu rabbike” (Rabbinin vechi bâkidir) ise tesellinin kaynağıdır. Metin, bu “Vech”in (Allah’ın Zâtı’nın), “Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Celal ve İkram sahibi) olduğunu vurgular. “Cemal” ve “Güzellik”, “İkram” sıfatının bir cilvesidir. Fani olan âyineler değil, o âyinelerde görünen Bâkî olanın Cemal-i Vech’i sevilmelidir.
Hâtime (Netice)
“Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye”, imanın kâinata bakışını nasıl değiştirdiğini gösteren muazzam bir tefekkür metnidir. İman nazarıyla bakılmadığında, kâinattaki “zeval” ve “fena”, bir ızdırap, bir “müfarakat-ı umumiye” (genel ayrılık) ve dehşet kaynağıdır.
Fakat Âyet-i Hasbiye’nin teslimiyeti ve Âyet-i Nur’un keşfiyle bakıldığında, her şey mana değiştirir:
• Mahlukattaki güzellik, fani olanın kendi malı değil, Bâkî olan Cemil-i Zülcelal’in ebedî cemalinin parıltılarıdır.
• Zeval ve fena, bir yok oluş ve çirkinleşme değil; o ebedî güzelliğin cilvelerinin tazelenmesi, âyinelerin değişmesiyle farklı isimlerin (Rahman, Rahîm, Musavvir, Hakîm) güzelliklerinin peş peşe gösterilmesidir.
• Ölüm ve ayrılık, bir hiçlik değil; âyinenin vazifesinin bitmesi ve Sâni’ine (Sanatkârına) intikalidir.
Bu bakış açısı, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” hissini, fani mahlukata takılmaktan kurtarır, “Ma’bud-u Lemyezel” ve “Mahbub-u Lâyezal” (Zeval bulmayan Sevgili ve İbadet Edilen) olan Allah’a yöneltir. Böylece, zevalin verdiği elem, tecellinin tazelenmesinden (teceddüd-ü cilveden) gelen bir lezzete inkılab eder.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
03/11/2025

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




SÜNUHAT’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

SÜNUHAT’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

{(1): Yalnız ıtlakın nüktesini beyan eder.}

Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.

Meselâ: Cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir.
Meselâ: Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zaîfe karşı tevazuu, zaîfte tezellül olur.

Meselâ: Bir ulü-l emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.

Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tenbelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir.

Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanet olur.

Meselâ: Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et.

Madem ki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sârda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Sâlihattaki ıtlakı, belîgane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.

* * *********

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Kur’an-ı Kerim’in “الصَّالِحَاتِ” (sâlihat – salih ameller) tabirini neden “mutlak” yani umumî ve mübhem (belirsiz) bıraktığının hikmetini izah etmektedir. Metne göre bunun temel sebebi, “hayr” (iyilik) ve “fazilet” kavramlarının çoğunun “nisbî” (göreceli) olmasıdır.
Bir fiilin “salih amel” olup olmaması; şahsa (ferd), topluluğa (cemaat), makama (sınıf), yere (mahal) ve duruma (cihet) göre değişiklik arz eder. Metinde verilen misaller (kavînin tevazuu ile zaîfin tezellülü, ulü-l emrin makamındaki ciddiyeti ile hanesindeki ciddiyeti vb.) bu nisbîliği açıkça ortaya koyar.
Kur’an’ın “sâlihat”ı tarif etmeyip mutlak bırakması, onun hitabının ezelî ve cihan şümul olmasının bir gereğidir. Bu “belîgane sükût” (beliğ bir suskunluk), her çağa, her sınıfa ve her duruma uygun olan “salih amel”in idrak edilmesine imkân tanıyan bir “îcaz-ı mutneb”dir (geniş manalar ihtiva eden veciz bir ifade).
İşte, Kur’an-ı Kerim’de bu üslûba benzer şekilde, umumî ve mutlak bırakılarak her duruma ve şarta şamil olması hedeflenen başka kavramlar ve bunlarla ilgili ayet-i kerimeler:

1. “el-Ma’rûf” (المَعْرُوفُ – İyilik, Akla ve Örfe Uygun Olan)
Kur’an-ı Kerim, “sâlihat” gibi “ma’rûf”u da mutlak bırakır. “Ma’rûf”, kelime manasıyla “bilinen, tanınan (iyilik)” demektir. Bu, onun tarifinin şeriata, selim akla ve cemiyetin muteber örfüne bırakıldığını gösterir. Bu durum, metinde zikredilen nisbîliğin (göreceliliğin) tam bir misalidir.
Ayet :
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (ma’rûf) emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmrân, 3/104)
İzahı:
Ayet, neyin “ma’rûf” olduğunu tek tek saymaz. Zira bir tüccar için “ma’rûf” olan (örn: ticarette dürüstlük), bir âlim için “ma’rûf” olan (örn: ilmi yaymak) veya bir idareci için “ma’rûf” olan (örn: adaletle hükmetmek) fiillerin tatbik şekli farklıdır. Aynı şekilde, bir beldede “ma’rûf” (örf) olan bir âdet, başka bir beldede “münker” (kötü) sayılabilir. Bu ıtlak, İslam’ın her zamana ve mekâna hitap etmesini sağlar.

2. “el-Hayr” (الْخَيْرُ – Hayır)
“Sâlihat”ın temelinde “hayr” vardır. Metin de “hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler” diyerek buna işaret eder. Kur’an, “hayr”ı da mutlak bırakarak en küçüğünden en büyüğüne kadar her türlü iyiliği kapsamasını murad etmiştir.
Ayet ( Meali):
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿٧﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿٨﴾
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)
İzahı:
Burada “hayr”ın ne olduğu listelenmemiştir. “Zerre ağırlığınca” denilerek, en küçük “hayr” fiiline dahi kapı açılmıştır. Bu, metindeki misallere tam mutabakat eder. Mesela, “kavînin zaîfe tevazuu” bir “hayr”dır; ancak aynı fiil (tevazu) “zaîfin kavîye karşı” olduğunda “tezellül” olup “hayr” olmaktan çıkabilir. Veya “terettüb-ü neticede tevekkül” bir “hayr” iken, “tertib-i mukaddematta tefviz” (aynı fiilin farklı bir ciheti) “tenbellik” olup “şer” olabilir. “Hayr”ın mutlak bırakılması, bu ince farkların ve nisbî durumların tamamını kuşatır.

3. “el-İhsân” (الْإِحْسَانُ – İyilik Etmek, Mükemmellik)
“İhsân”, “sâlihat”ın en yüksek mertebelerinden biridir. Adaletin (farzların) ötesinde, bir işi en güzel şekilde yapmak veya fazladan iyilikte bulunmaktır. Kur’an, “ihsân”ı da mutlak bırakarak, her duruma uygun en mükemmel davranışı hedefler.
Ayet (Meali):
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı (ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90)
İzahı:
Ayet “adalet”i (her hak sahibine hakkını vermek) emrettikten sonra, ondan daha geniş ve duruma göre değişen “ihsân”ı emreder. “İhsân”ın şekli, muhataba göre değişir. Anne-babaya “ihsân” (İsrâ, 17/23), onlara “öf” bile dememektir. Borçluya “ihsân” (Bakara, 2/280), ona mühlet vermek veya borcu bağışlamaktır. Metindeki misale dönersek; bir “ulü-l emr”in (idareci) “ihsân”ı, makamında (adaletle birlikte) vakar göstermesi, hanesinde ise (adaletle birlikte) tevazu göstermesidir. “İhsân”ın mutlak bırakılması, her ferdin kendi makamına, durumuna ve muhatabına göre en faziletli davranışı bulmasına imkân verir.
Netice:
Tıpkı “sâlihat” gibi, “ma’rûf”, “hayr” ve “ihsân” kelimelerinin de Kur’an’da mutlak bırakılması, bu kavramların nisbî (göreceli) yapılarını ve farklı durumlara (ahvâl), sınıflara (tabakat) ve zamanlara (a’sâr) göre tebeddül eden (değişen) mahiyetlerini dikkate alan bir belâgat harikasıdır.

 

 

 

 

وَ جَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَ قَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا

اَىْ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا لَا لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا

Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.

Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsiye ile intiaşe gelir ki, tearüfle teavüne sebebdir. Veya menfîdir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.

* * *
وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

Rızık hayat kadar, kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Kudret-i ezeliye dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, âlem-i latife kalb ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için edna bir sebeb ile, bir bahane ile kemal-i ehemmiyetle hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle mebsuten mütenasib, rızkı dahi ihzar ediyor.

Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.

Bir nokta-i nazarda denilebilir: “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm vesair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür. Rızıksızlık değil.

* * *
وَ اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

{(*): Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.}

Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek mi?

Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki a’zâ, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor.

Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?… Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latifesidir.

Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.

İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.

* * ********

1. Bölüm: Tearüf (Tanışma), Teavün (Yardımlaşma) ve Unsuriyet
Verilen metin, Hucurât Suresi’ndeki …لِتَعَارَفُوا (“…tanışasınız diye…”) ayet-i kerimesinin hikmetini, “tanışmanın” (تَعَارُف) “yardımlaşmaya” (تَعَاوُن) ve “sevişmeye” (تَحَابُّ), aksi olan “yabancılaşmanın” (تَنَاكُر) ise “inatlaşmaya” (تَعَانُد) ve “düşmanlığa” (تَعَادُّ) sebep olacağını belirterek izah etmektedir. Ayrıca içtimaî hayattaki vazifelerin muayyen olmasının ehemmiyetine ve İslamiyet’in menfî ırkçılığı (عُنْصُرِيَّة) reddettiğine dikkat çekilmektedir.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (Hucurât, 49:13)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Teavün (Yardımlaşma) Hakkında:
Metinde geçen فَتَعَاوَنُوا (yardımlaşasınız) hedefi, Maide Suresi’nde açıkça emredilmektedir. Bu ayet, içtimaî yardımlaşmanın hangi açılardan olması gerektiğini de tasvir eder:
…İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir. (Mâide, 5:2)
• Tefrikadan (Ayrılıkçılıktan) Sakınma Hakkında:
Metnin tenkit ettiği تَنَاكُر (yabancılaşma) ve تَعَانُد (inatlaşma), Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin arasını bozan birer fitne olarak zikredilir. Birlik ve beraberlik esastır:
Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. (Âl-i İmrân, 3:103)
• Mü’minlerin Kardeşliği Hakkında:
Metindeki فَتَحَابُّوا (birbirinizi sevesiniz) emrinin temeli, ırk veya kabile birliğinden öte, iman kardeşliğidir. Hucurât Suresi, bu bahsi şöyle pekiştirir:
Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin. (Hucurât, 49:10)

2. Bölüm: Rızık Meselesi
Verilen metin, Hûd Suresi’ndeki وَمَا مِنْ دَابَّةٍ… (“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki…”) ayet-i kerimesini esas alarak, rızkın hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetli olduğunu belirtir. Rızkın, kudret-i ezeliye tarafından “ihzar edildiğini” (hazırlandığını) ve “açlıktan ölmek” diye bir şeyin hakikatte olmadığını, zira ölümün rızıksızlıktan değil, bedenin “terk-i âdetten neş’et eden marazından” (alışkanlıklarını terk etmekten kaynaklanan hastalıktan) ileri geldiğini izah eder.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır. (Hûd, 11:6)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Rezzâk İsminin Tecellisi Hakkında:
Metnin vurguladığı “rızkın ihzar edilmesi” (hazırlanması) fikri, Allah-u Teâlâ’nın Rezzâk (Rızık Veren) isminin mutlak tecellisine dayanır:
Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir. (Zâriyât, 51:58)
• Rızkın Tevekküle Bağlantısı Hakkında:
Rızkın ehemmiyeti ve Allah’ın inayeti altında olması, aynı zamanda tevekkülü de gerektirir. Rızık, kulun beklemediği yerden de gelebilir:
Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur. (Talâk, 65:3)
• Bütün Canlıların Rızkı Hakkında:
Metnin rızkı hayat ile bir tutan bakış açısı, Allah’ın sadece insanı değil, rızkını biriktiremeyen en aciz canlıları dahi rızıklandırdığını belirten şu ayetle desteklenir:
Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşıyamazlar (yiyeceklerini biriktiremezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Ankebût, 29:60)

3. Bölüm: Hayat-ı Hakikiye ve Hayat-ı Umumiye (Kâinatın Hayatı)
Verilen metin, Ankebût Suresi’ndeki …لَهِىَ الْحَيَوَانُ (“…işte asıl hayat odur…”) ayet-i kerimesinden yola çıkarak “hakikî hayatın” ahiret hayatı olduğunu izah eder. الْحَيَوَان kelimesinin mübalağa sîgası olduğuna, yani ahiretin “hayatın ta kendisi” (عَيْنِ حَيَات) olduğuna işaret eder. Bu noktadan hareketle, küremizin (dünyanın) de bir hayvana benzediği, âsâr-ı hayat gösterdiği ve bir ruhu olabileceği tefekkür edilir. Kâinatı “insan-ı ekber” (büyük insan) olarak tasvir eder ve zerratlar arasındaki cazibe-i umumiyeye (genel çekim kuvvetine) kıyasla, kâinatta da bir “hayat-ı umumiye” (genel hayat) ve buna bağlı bir “ruh” olması gerektiğini belirtir. Bu “hayat-ı sâriye” (her şeye sirayet eden hayat), Hayat-ı Ezeliyye’nin (Allah’ın ezelî hayatının) bir tecellisidir.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi! (Ankebût, 29:64)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Hayy-ı Kayyûm ve Hayat-ı Sâriye Hakkında:
Metinde “Hayat-ı Ezeliyye’nin tecellisi” olarak belirtilen ve kâinatı ayakta tutan “hayat-ı umumiye” ve “ruh” mefhumlarının mebdei (kaynağı), Allah-u Teâlâ’nın “Hayy” (Diri) ve “Kayyûm” (Her şeyi ayakta tutan) isimleridir. Âyetü’l-Kürsî bu hakikati ders verir:
Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır (kayyûmdur). Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, dilediği müstesna, hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. (Bakara, 2:255)
• Dünya Hayatının Geçiciliği Hakkında:
Metnin “hakikî hayatın” ahiret olduğu vurgusu, dünya hayatının geçici bir meta ve aldanış olduğunu belirten birçok ayetle desteklenir:
Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (A’lâ, 87:16-17)
• Yeryüzünün Hayatı (Diriltilmesi) Hakkında:
Metindeki “Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor” şeklindeki nazar ve bakış, Kur’an-ı Kerim’in sıkça yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesini zikretmesiyle bağlantılıdır. Bu, hem ahirete bir isbattır hem de yeryüzünün bir nevi “hayat” sahibi olduğuna bir işarettir:
Allah, rüzgârları gönderendir. Onlar da bulutu harekete geçirir. Biz de onu ölü bir toprağa süreriz. Onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir. (Fâtır, 35:9)

 

 

 

 

وَ لَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَ لٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ

اَىْ وَلٰكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا

Şehid kendini hayy bilir.

{(*): Acib bir vakıa, şu manaya bana kat’î kanaat vermiştir.}

Feda ettiği hayatı sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rü’yada lezaizin enva’ına câmi’ bir bahçede geziyorlar. Biri rü’ya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakikî mütelezziz olur.

Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.

* * *
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا

قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا

Şu âyet haktır. Akla münafî olamaz. Hakikattır. Mücazefe, mübalağa içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.

BİRİNCİ CÜMLE:

Adalet-i mahzanın en büyük düsturunu vaz’ediyor. Der ki: Bir masumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nisbeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nisbettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.

Lâkin adalet-i izafiye cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… (Ene)ler (nahnü)ye inkılab edip, mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için ferd zımnen rızadade olabilir. Bazan (nur), (nar) göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalağa görünür.

Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküb ediyor:

Birincisi:

Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.

İkincisi:

İstidad-ı fıtrînin haricde derece-i kuvvetini izharla, mümkini vaki’ suretinde göstererek, nefsi zecr edip -demek o damar-ı gadr ve isyan çekirdeği güya bilkuvveden bilfiile çıkıp, imkânatı vukuata inkılab ederek, müstaid olduğu semeratı verip, bir şecere-i zakkum suretinde hayalin nasb-ül aynına vaz’eder- tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat böyle olur.

Üçüncüsü:

Kaziye-i mutlaka bazan külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazan daime suretinde görünür. Halbuki bir ferd, bir zamanda hükme mazhar olsa, kaziyenin mantıkan sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemmiyet olsa, örfen dahi doğrudur. Nasılki her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir ferd veya her ferd için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki; sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.

Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zahiren külliye ise, fakat daime değildir. Fakat beşere katilliğin zaman cihetiyle en müdhiş ferdini nazara vaz’ediyor.

Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur. Nasılki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.

Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib ferdler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.
Meselâ: İnsanlarda (veli), cum’ada (dakika-i icabe), ramazanda (leyle-i kadir), esma-ül hüsnada (ism-i a’zam), ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.

Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrüb gibidir.

TENBİH:

Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.

Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş’et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neş’et edebilir. Sıfatın delaletinde (şekk) var. İmanın vücudunda da (yakîn) var. Şekk ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!..

İKİNCİ CÜMLE:

اَىْ مَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا

İhya, mana-yı zahiriyy-i mecazî itibariyle, hasenenin gayr-ı mahdud tezauf düsturunu gösterir. Mana-yı aslî itibariyle halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla (hedm) eden bir bürhana remizdir. Zira bu cümle ile beraber

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

tarafeyndeki teşbih, iktidar manasını ifham ettiğini dahi nazara alınsa, mantıkan aks-i nakîz kaidesiyle istilzam ediyor ki,

مَنْ لَا يَقْتَدِرُ عَلٰٓى اِحْيَاءِ النَّاسِ جَم۪يعًا

لَا يَقْتَدِرُ عَلٰٓى اِحْيَٓاءِ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ

demek işareten delalet ediyor.
Madem ki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz.

Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.

Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta cari olan nevamis-i İlahînin sereyanlarını keşf ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmektir.

İşte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklık Kur’anın rumuz-u i’cazındandır. Gelecek âyet bunu isbat edecektir.

* * *******

1. Bölüm: Şehadet ve Hayat (Bakara 154 İzahı)
Metindeki İzah:
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz hissetmezsiniz.” (Bakara 2/154 – Meali)
Metinde bu ayet, “اَىْ وَلٰكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا” (Yani, lâkin onlar kendilerinin diri olduklarını, ölmediklerini hissederler) şeklinde tefsir edilmiş ve “Şehid kendini hayy bilir” denilerek, şehidin kendi hayatını inkıtaa uğramamış, sadece daha nezih bir seviyeye intikal etmiş olarak gördüğü belirtilmiştir. Bu durum, rü’yada olduğunu bilmeyen ve hakiki lezzet alan kimsenin haline benzetilmiştir.
Benzer Ayetler ve İzahı:
Bu manayı en açık şekilde teyit eden ve şehitlerin berzah alemindeki hallerini tasvir eden ayetler Âl-i İmrân suresindedir. Bu ayetler, Bakara 154’teki “lâkin siz hissetmezsiniz” kısmının şehitlerin kendi hissetmeleriyle (şuur) nasıl zıt olmadığını, aksine onların Rableri katında nasıl bir hayat içinde olduklarını beyan eder:
Âl-i İmrân Suresi, 169-170. Ayetler (Meali):
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.”
• İzahı: Bu ayetler, tefsirdeki “Şehid kendini hayy bilir” ve “Feda ettiği hayatı… bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor” manasını birebir destekler. Ayetteki “rızıklanmaktadırlar” (يُرْزَقُونَ) ve “sevinç yaşayarak” (فَرِح۪ينَ) ifadeleri, onların şuurlu, his sahibi ve lezzet alan bir hayat içinde olduklarını gösterir. Bu, metindeki “hakikî mütelezziz olur” (hakiki lezzet alır) tespitiyle tam bir mutabakat içindedir.

2. Bölüm: Bir Canı Öldürmek ve İhya Etmek (Maide 32 İzahı)
Metindeki İzah:
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا
“…Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Maide 5/32 -Meali)
Metin, bu ayeti iki cümlede incelemiştir:

A. Birinci Cümle (Katl fiili): Adalet-i Mahza ve İsyanın Sınırsızlığı
Metin, bu cümlenin “adalet-i mahza” (mutlak adalet) düsturunu vaz ettiğini, bir masumun hakkının umum beşer için dahi heder edilemeyeceğini belirtir. Ayrıca bu ayetteki şiddetli ifadenin (bütün insanları öldürmüş gibi), insanın fıtratındaki sınırsız şer kabiliyetini (istidad-ı isyan) göstermek ve bu potansiyeli fiile çıkmış gibi tasvir ederek nefsi şiddetle menetmek (zecr) için kullanılan bir “nükte-i belâgat” olduğunu izah eder.
Benzer Ayetler ve İzahı:
• Hayatın Dokunulmazlığı (Adalet-i Mahza):
Metnin vurguladığı “bir masumun hayatı… heder olmaz” prensibi, Kur’an’ın birçok yerinde teyit edilen temel bir haktır:
İsrâ Suresi, 33. Ayet (Meali):
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. O da öldürme işinde sınırı aşmasın. Çünkü ona (veliye) yardım edilmiştir.”
• İzahı: Bu ayet, Maide 32’deki hükmü pekiştirerek, can almanın ancak “haklı bir sebep” (bi’l-hakk) ile mümkün olabileceğini, bunun dışında mutlak surette haram kılındığını belirtir. Bu, metindeki “adalet-i mahza”nın bir yansımasıdır; zira adalet, hakkın teslimidir ve en büyük hak, hayat hakkıdır.
• İnsanın Derûnî Yapısı (Şer İstidadı):
Metnin “Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir” tespiti, insanın bu zafiyetine işaret eden ayetlerle desteklenir:
Asr Suresi, 2-3. Ayetler (Meali):
“İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.”
• İzahı: İnsanın fıtraten “ziyanda” (خُسْرٍ) olması, onun müdahaleye (iman ve salih amel) muhtaç bir yapıda olduğunu gösterir. Metindeki “hodgâmlık ile… dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister” ifadesi, bu “hüsran” potansiyelinin, yani ene ve enaniyetin (egonun) kontrolsüz bırakıldığında ne derece büyük bir şerre kabiliyetli olduğunu tasvir eder. Maide 32’deki şiddetli ifade, bu potansiyel şer kapısını kapatmak içindir.
• Mübhem (Belirsiz) Olanın Hikmeti:
Metin, ayetin bir “kaziye-i mutlaka” olduğunu, bazen müthiş bir ferdin veya zamanın hükmü temsil ettiğini söylerken; Veli, Leyle-i Kadir, İsm-i A’zam ve Ecel’in gizli (mübhem) bırakılmasındaki hikmete işaret eder.
Lokmân Suresi, 34. Ayet (Meali):
“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) haberdardır.”
• İzahı: Metnin “ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır” tespiti, bu ayetle tam örtüşür. Ecelin ve yarın ne olacağının bilinmemesi, insanın her anını dikkatle ve ehemmiyetle geçirmesi için bir ilahî tedbirdir. Aynı hikmetle, Maide 32’de bir canın katli “bütün insanlar” gibi gösterilerek, her bir ferdin hayatı “bütün nev-i beşer” kadar kıymetli bir mevkiye çıkarılmıştır.

B. İkinci Cümle (İhya fiili): Yaratılışta Tevhid ve Şirkin Reddi
Metin, “men ahyâhâ” (kim onu ihya ederse) cümlesinin mecazî manada iyiliğin sınırsız mükafatını gösterdiğini; aslî mana (hakiki yaratma) itibariyle ise yaratılışta şirki (ortaklığı) temelden yıkan bir “bürhan” (delil) olduğunu belirtir. Bu delili de “aks-i nakîz” (mantıkta bir önermenin tersini alıp olumsuzlamak) kaidesiyle şöyle açıklar: “Bütün insanları ihya etmeye muktedir olmayan, bir tek nefsi dahi ihya etmeye muktedir olamaz.”
Benzer Ayetler ve İzahı:
• Tevhid-i E’fâl (Fiillerde Birlik):
Metnin bizzat atıf yaptığı ve bu mantıkî delilin temelini oluşturan ayet şudur:
Lokmân Suresi, 28. Ayet (Meali):
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
• İzahı: Bu ayet, Kudret-i İlahiye nazarında bir kişi ile bütün insanları yaratmak arasında hiçbir fark olmadığını beyan eder. Metnin “aks-i nakîz” ile çıkardığı “Bütününü yapamayan, bir tekini de yapamaz” neticesi, bu ayete dayanır. Eğer bir tek nefsi yaratmakta zerre kadar acziyet veya iştirak (ortaklık) bulunsaydı, bu, Allah’ın kudretinin (hâşâ) sınırlı olduğunu gösterirdi ki; bu kudret ile bütün insanları yaratmak da imkânsız olurdu. Halbuki Allah için bir ile bütün, zerre ile güneş birdir.
• Kâinatın Bütünlüğü ve Şirkin İmkânsızlığı:
Metnin “arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak… bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez” delili, kâinatın bölünmez bir bütün olduğunu ve ancak tamamına hükmedenin bir parçasına da hükmedebileceğini ispat eder.
Enbiyâ Suresi, 22. Ayet (Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”
• İzahı: Bu ayet, metindeki tevhid bürhanının tam bir dayanağıdır. Kâinatta mükemmel bir nizam vardır. Eğer bir tek nefsi (canı) yaratan “başka” bir ilah olsaydı, o nefsin hayatı için gereken havayı, suyu, rızkı ve kâinatla olan binlerce bağını da o ilahın tedarik etmesi gerekirdi. Bu ise kâinatta “ikinci bir ilah” olması demektir ki, ayetin belirttiği gibi bu durum nizamın bozulmasına (لَفَسَدَتَا) sebep olurdu. Madem nizam bozulmamıştır, öyleyse bir tek nefsi ihya eden de, bütün kâinatı idare eden Zât-ı Vâhid’den başkası olamaz. Bu, Maide 32’nin “men ahyâhâ” ifadesinin derûnî tevhid manasıdır.

 

 

 

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

Zira kudret zâtiyedir. Acz tahallül edemez. Melekûtiyete taalluk eder. Mevani’ tedahül edemez. Nisbeti kanunîdir. Cüz ve küll, cüz’î ve küllî hükmüne geçer.

BİRİNCİ NOKTA:

Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes’e lâzıme-i zaruriye-i naşie-i zâtiyedir. (Acz) zıddı olduğundan bizzarure, zaruriye-i zâtiye ile, zıddının melzumu olan zâta ârız olmaz. Madem zâta ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez. Madem ki tahallül edemez, kudrette meratib bizzarure olamaz. Zira meratibin vücudu, ezdadın tedahülüyledir. Meselâ hararette meratib, bürudetin tahallülüyledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülüyledir.

وَ هَلُمَّ جَرًّا

Mümkinatta hakikî lüzum-u zâtî-i tabiî olmadığından, kâinatta ezdad birbirine girebilmiş. Meratib tevellüd edip, ihtilafat ile tegayyürat neş’et etmiştir.
Madem ki kudrette meratib olamaz, makdurat dahi bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi, zerrat yıldızlara emsal olur.

İKİNCİ NOKTA:

Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayr şer, sıgar kibr gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz’edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlık’a müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet ma’luliyet giremez. İ’vicacatı yoktur. Avaik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüchanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

**********

Lokman Suresi, 28. Ayet:
“مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍؕ اِنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ بَصٖيرٌ”
Meali: “Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphe yok ki Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.” (Lokmân 31:28)
İktibas Edilen Metnin Özeti (Risale-i Nur İzahı):
Bu mühim parça, “Neden bütün insanları yaratmak ve diriltmek, Allah’ın kudretine bir tek nefsi yaratmak gibi kolay gelir?” sualinin hikmetini izah etmektedir. Cevap şu esaslara dayanır:
• Kudret Zâtiyedir, Meratibi Yoktur: Allah’ın kudreti, O’nun Zât-ı Akdes’inin zaruri bir lazımesidir. Zıddı olan acz (âcizlik), Zât’a ârız olamadığı için kudrete de tahallül edemez (içine giremez, karışamaz). Bir şeye zıddı karıştığı zaman onda dereceler (meratib) meydana gelir (sıcağa soğuğun karışmasıyla ılıklığın oluşması gibi). Madem ki Kudret-i İlâhiye’ye acz karışamaz, o halde O’nun kudretinde mertebeler yoktur. Kudret, sonsuz ve mutlaktır.
• Müsavat (Eşitlik): Kudrette mertebe olmayınca, O’na nisbetle bütün makdurat (kudretin taalluk ettiği, yarattığı şeyler) müsavi (eşit) olur. En küçük zerre ile en büyük yıldız, bir fert ile bütün insanlık, o kudrete nisbeten farksızdır.
• Mülk ve Melekûtiyet Ciheti: Kâinatın iki yüzü vardır. Mülk yüzü (görünen, zahiri yüz), zıtların, sebeplerin (esbab) ve engellerin (mevani’) olduğu yerdir. Allah’ın izzet ve azameti, kudret elinin zahiren bu sebeplerle ve umûr-u hasise (basit, küçük işler) ile mübaşeret etmemesini iktiza eder. Lakin bu sebeplerin hakiki tesiri yoktur. Melekûtiyet yüzü ise (perde arkası, hakikî yüz) şeffaftır, vasıtasızdır, engel (avaik) giremez. Kudret bu cihette her şeye doğrudan taalluk eder. Bu cihette zerre, güneşe kardeş olur; ikisi de kudrete aynı nisbettedir.

Konuyla İlgili Benzer Muhtevadaki Ayet-i Kerimeler
Bu ulvî hakikati (yani Kudret-i İlâhiye’nin mutlaklığını, O’na nisbetle az ile çoğun, küçük ile büyüğün bir olduğunu) teyit eden ve bu açıdan Lokman Suresi 28. ayet ile bağlantılı olan diğer ayet-i kerimelerden bazı misaller:

1. Emrin Tekliği ve Sürati (Kamer Suresi)
Risale-i Nur’daki izahın “Melekûtiyet cihetinde terettüb, teselsül yoktur” (yani bir işi yapmak için sıralama, vakit alma, aşama yoktur) hakikatine en güzel misallerden biri, Allah’ın emrinin süratidir.
“وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ”
Meali: “Bizim buyruğumuz, bir göz kırpması gibi bir anlıktır.” (Kamer 54:50)
İzahı: Bu ayet, Allah’ın emrinin “vâhide” (tek bir emir) olduğunu ve “göz açıp kapama” kadar süratli, hatta ondan da süratli olduğunu beyan eder. Bu, Kudret-i Zâtiye’nin iş görmek için zamana veya aşamalara muhtaç olmadığını gösterir. Tıpkı Lokman 28’de bütün insanları diriltmenin “bir tek nefis gibi” olması gibi, burada da en büyük hadiselerin icadı “tek bir emir” ile olmaktadır.

2. “Ol” Emri (Yâsîn Suresi)
Kudretin Mülk cihetindeki sebeplere değil, Melekûtiyet cihetindeki vasıtasız taallukuna işaret eden en meşhur ayet-i kerimedir.
“اِنَّـمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـٔاً اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ”
Meali: “O, bir şey dilediğinde buyruğu sadece, “Ol!” demektir, hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
İzahı: Bu ayet, Kudret-i Zâtiye’nin karşısında “zorluk” veya “kolaylık” gibi nisbî mefhumların olmadığını isbat eder. Risale-i Nur metninde zikredilen “Kudret basit, nâmütenahî (sonsuz), zâtîdir” hakikatinin tefsiridir. Kudret, sebeplerle bağlı değildir. İradesi “Kün” (Ol) dediği anda, Melekûtiyet cihetinden o şey hemen vücut bulur. Bir zerreyi “Kün” ile icat etmekle, kâinatı “Kün” ile icat etmek arasında fark yoktur.

3. Kudretin Kapsayıcılığı (Bakara Suresi)
Allah’ın kudretinin Zâtî olduğunu ve “Acz tahallül edemez” kaidesini teyit eden ve bu kudretin hem diriltmeye hem de her şeye yettiğini vurgulayan bir ayettir.
“اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍ”
Meali: “Göklerin ve yerin mülk ve hâkimiyetinin yalnız Allah’a ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne bir yardımcı vardır.” (Bakara 2:107)
Ve devamındaki şu ayet ile bağlantılı düşünülebilir:
“اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ”
Meali: “Allah’ın her şeye kādir olduğunu bilmez misin?” (Bakara 2:106 – Kısmi iktibas, ayetin sonu)
İzahı: Özellikle “Allah’ın her şeye kādir olması” ( عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ ) ifadesi, O’nun kudretinde mertebe olmadığını, kudretin her şeyi kuşattığını gösterir. Risale’deki izahın “kudrette meratib bizzarure olamaz” hükmünü tasdik eder. Eğer kudrette mertebe olsaydı, bazı şeylere gücü yeterken bazılarına yetmemesi (acz) gerekirdi. Hâlbuki O, her şeye kādirdir.

4. Yaratmada Yorgunluk Olmaması (Kāf Suresi)
Risale-i Nur metnindeki “Acz zıddı olduğundan bizzarure… zâta ârız olmaz… Madem zâta ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez” deliline Kur’an’dan sarih bir isbattır.
“وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فٖي سِتَّةِ اَيَّامٍؗ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ”
Meali: “Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.” (Kāf 50:38)
İzahı: “Luğûb” (yorgunluk, bitkinlik), aczin bir neticesidir. Kudret-i Ezeliye’nin kâinatı (en büyüğü) yaratırken dahi zerre kadar yorgunluk hissetmemesi, O’nun kudretinin Zâtî olduğunun ve aczden münezzeh olduğunun delilidir. Eğer kudrette azalma veya zorlanma (mertebe) olsaydı, en büyük iş olan kâinatın yaratılışı bir yorgunluğa sebep olurdu. “Bize bir yorgunluk dokunmadı” beyanı, kudretin sonsuzluğunu ve Lokman 28’deki “bir nefis ile hepinizin” yaratılmasının O’na göre eşit olduğunu isbat eder.

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ٭ وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى

Temsil, tasviri teshil ettiğinden, temsilatla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.

Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ: Kâinat hailsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farzedilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. İşte (şeffafiyet sırrı).

Meselâ: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmin nokta-i merkeziyenin elinde bir (mum) ve muhitteki noktaların ellerinde birer (âyine) farzedilse; nokta-i merkeziyenin verdiği feyz, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte (mukabele sırrı).

Meselâ: Hakikî bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i ferd hangisi bulunursa bulunsun, sarfolunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya’ya, bir kefesi seraya inebilir. İşte (müvazene sırrı).

Meselâ: En azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte (intizamın sırrı).

Meselâ: Bir mahiyet-i mücerrede bütün cüz’iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzisiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte (tecerrüdün sırrı).

Meselâ: Bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte (itaat sırrı).

Zira herşeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlaka kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur. Bütün kâinatın (Kün) emrine itaatı, bir zerre neferi itaatı gibidir. (Kün) emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.
Nikat-ı selâse hususan üçüncü noktadaki esrar-ı sitte ile, mülk ve mümkin canibinde değil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib’ad zâil ve nefs mutmainne olur.

Şöyle: Madem ki kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahiyedir, zâtiyedir, zaruriyedir. Herşeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, ona mukabildir. İmkân itibariyle mütesavi, mütevazin-üt tarafeyndir. Şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizama muti’dir. Avaik ve hususiyat-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Küll-ü a’zam, cüz’-ü asgara nisbeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevil-ervah ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz. Mezkûr üç nokta dikkat-i nazara alınsa görünür ki;

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

mübalağasız, mücazefesiz doğrudur, haktır, hakikattır.

* * *******

Bu metnin gayesi, aklın imkânsız gördüğü veya akıldan uzak saydığı (istib’âd ettiği) haşir (yeniden diriliş) gibi gamız (anlaşılması zor) hakikatlerin, Cenâb-ı Hakk’ın Kudret-i Ezeliyesi cihetinden bakıldığında ne kadar kolay ve basit olduğunu altı ayrı “sır” (şeffafiyet, mukabele, müvazene, intizam, tecerrüd, itaat) temsiliyle tefhim etmektir (anlatmaktır).
Metnin ana fikri, mahlûkatın yaratılışı ve yeniden diriltilişi meselesine, mülk (görünen, zahirî âlem) cihetinden değil, melekûtiyet (her şeyin iç yüzü, hakikati) ve Kudret-i Ezeliye cihetinden nazar edilmesi (bakılması) gerektiğidir. Bu bakış açısıyla, “bir” ile “çok”, “küçük” ile “büyük” arasında kudret-i İlahîye nisbetle bir fark kalmaz.
İşte bu derin hakikatleri isbat eden ve metindeki ruh ile bağlantılı olan bazı ayet-i kerimeler ve izahları:

1. Kudretin Vahidiyeti ve Temsilden Münezzeh Oluşu
Metin, “لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ” (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) ayetiyle başlamaktadır. Bu, bütün meselenin temelidir. Bizim aklımızın bir şeyi zor görmesi, kendi aciz kudretimiz ve fâni ölçülerimizle kıyas etmemizden kaynaklanan bir yanılmadır.
• Ayet-i Kerime (Şûrâ, 42:11):
“O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu ayet, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının, sıfatlarının ve fiillerinin mahlûkatınkine benzemediğini bildirir. Dolayısıyla, metindeki “şems” (güneş) veya “mizan” (terazi) temsilleri, hakikatin kendisi değil, sadece O’nun kudretinin azametini akla yaklaştırmak için birer vasıtadır.

2. Emr-i “Kün” (Ol) ve “Sırr-ı İtaat”
Metinde zikredilen “itaat sırrı” ve “Kün” (Ol) emrine bütün kâinatın bir zerre gibi itaat etmesi, Kur’an-ı Kerim’de defaatle vurgulanan bir hakikattir.
• Ayet-i Kerime (Yâsîn, 36:82):
“Bir şey dilediği zaman, O’nun emri yalnızca ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.”
• Ayet-i Kerime (Nahl, 16:40):
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona söyleyeceğimiz söz sadece ‘Ol!’ dememizdir. O da hemen oluverir.”
Bu ayetler, “sırr-ı itaat”in temelini teşkil eder. Nasıl ki bir kumandanın “Arş!” emri bir neferi ve bir orduyu aynı anda harekete geçiriyorsa (metindeki temsil), Cenâb-ı Hakk’ın “Kün!” emri de bir zerrenin icadından bütün bir kâinatın yaratılışına kadar her şey için aynı kolaylıktadır. Kudret-i Ezeliye için zorluk, zaman, mekân veya vasıta söz konusu değildir.

3. “Bir” ile “Milyon” Arasındaki Farksızlık (Metnin Esas Gayesi)
Metnin tamamı, esasen “مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ” ayetini tefsir etmekte ve isbat etmektedir. “Şeffafiyet sırrı” (güneşin timsalinin denizde ve katresinde aynı olması), “mukabele sırrı” (merkezdeki mumun bütün aynalarda aynı anda görünmesi) ve “müvazene sırrı” (hassas terazide iki dağ ile iki yumurtanın fark etmemesi) hep bu hakikati teyit eder.
• Ayet-i Kerime (Lokmân, 31:28):
“Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu ayet, metnin vardığı neticenin ta kendisidir. İstib’âdı (akıldan uzak görmeyi) tamamen ortadan kaldırır. İnsanların “Milyarlarca insanı tek tek, aynı anda yeniden diriltmek nasıl mümkün olur?” şeklindeki şüphesine karşı, Kudret-i Ezeliye’ye nisbetle bir kişiyi diriltmekle milyarlarca kişiyi diriltmek arasında hiçbir fark olmadığını beyan eder.
• Ayet-i Kerime (Kamer, 54:50):
“Emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir ‘tek’ emirdir.”
Bu ayet de, fiilin süratini ve vahidiyetini (tekliğini) gösterir. Haşir, ne kadar azîm (büyük) olursa olsun, Allah’ın “tek bir emri” ile “göz açıp kapayıncaya kadar” süratli vukû bulacaktır. Bu, “sırr-ı intizam” (büyük gemiyi çocuğun çevirmesi) ve “sırr-ı itaat”e de işaret eder.

4. Haşrin (Dirilişin) Kolaylığı ve “Tecerrüd Sırrı”
Metin, bütün bu delillerin neticesini haşre bağlar ve “Haşirde bütün zevil-ervah ihyası… bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz” der. Bu, ilk yaratılışa nazaran ikinci yaratılışın daha kolay olması gerektiği (aslında ikisi de O’na göre kolaydır) hakikatine dayanır.
• Ayet-i Kerime (Rûm, 30:27):
“O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce ve eşsiz sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayet, insanların istib’âdını (akıldan uzak görmesini) kendi dar ölçüleriyle yaptığını gösterir. İnsan için bir şeyi tekrar yapmak, ilk yapmaktan kolaydır. Ayet, bu insani ölçüyle dahi bakılsa, yeniden diriltmenin Allah için (haşa) zor olamayacağını, bilakis “daha kolay” olduğunu belirterek aklı ikna eder.
Metindeki “tecerrüd sırrı” (mahiyet-i mücerredenin bütün cüz’iyatına aynı anda bakması), Cenâb-ı Hakk’ın ilminin ve kudretinin mahlûkata sirayetini, tecezzi (bölünme) ve tenakus (eksilme) etmeden her şeyi ihata etmesini (kuşatmasını) tasvir eder. Kudret tecerrüd ettiği (maddeden ve mekândan münezzeh olduğu) için, bir atomla ilgilenmesi, bütün bir galaksiyle ilgilenmesine mani olmaz.
Netice olarak; “Üçüncü Nokta,” Kur’an-ı Kerim’in (hususen Lokmân 28, Yâsîn 82 ve Rûm 27 gibi) ayetlerinde beyan edilen haşir hakikatinin ve Kudret-i Ezeliye’nin azametinin, akla yaklaştırılması için altı muazzam temsil ile izah edildiği bir tefekkür metnidir.

 

 

 

وَلَا يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ

Binler nüktesinden bir nükte: Sofiye meşrebinden kat’-ı nazar, İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder. Başka din, vasıtayı kabul eder. Bu sırra binaendir ki; Hristiyanda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyette avam ise, servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan, ne derece dinde mütesallib ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez. Belki kazanır.

Bir Müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hattâ izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir.

Öyle ise, kendini havas zanneden zalimlere, mazlumîn ve avamın hücumu ile, Hristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan, esasat itibariyle müteessir olmamak gerektir.

* * *
يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ يُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ

Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. Yalnız ekserî düsturların mâsadakatından bir-iki misal zikredeceğiz:

Lâkayd Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.

Hem zalime karşı miskinliği esas tutan Hristiyanlık, nihayet tecellüd, cebbarlıkta; ve zalime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet eyvah nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei taassub derecesinde azimet olsa nihayeti müsaheleye, ruhsata tarafdarsa nihayeti salabete müncer olan bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi.
Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıblar mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha, dostluk; ve lâkayd Jönler husumet ve salabet tarafdarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.

İki âlim; bazan nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya bakiyye-i iştiha ve şevki, tevarüsle velede geçiyor. Öteki kaza-i vatar ettiğinden, veledinden ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor.

Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese; meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar.

* * *******

1. Nükte: “Birbirimizi Allah’tan Başka Rabler Edinmeyelim” (Âl-i İmrân, 3/64)
Verdiğiniz ilk iktibas, Âl-i İmrân Suresi’nin 64. ayetinin bir kısmını (…وَلَا يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ…) esas alarak, İslâmiyet ile Hristiyanlık arasındaki temel bir farkı izah etmektedir. Bu fark; İslâmiyet’in “vasıtayı red, delili kabul” etmesi, yani aracıları (ruhbanları, âlimleri) ilahlaştırmayıp sadece birer rehber (imam, delil) olarak görmesidir. Hristiyanlığın ise “vasıtayı kabul” etmesi, yani din adamlarına ilahî bir otorite atfetmesidir.
Bu nükteye göre, Hristiyanlıkta yüksek rütbeli (zîrütbe) ve enaniyetli kimseler, dinî vasıtaları kabul ettikçe mevkilerini ve kibirlerini muhafaza ederler. İslâmiyet’te ise dine temessük eden (bağlanan) bir Müslüman’ın, kibrinden ve rütbesinin izzetinden fedakârlık etmesi gerekir.
Bu mühim sırrı ve Tevhid akidesinin bu cihetini izah eden benzer ayet-i kerimeler şunlardır:

1. Tevbe Suresi, 9/31. Ayet:
Bu ayet-i kerime, Âl-i İmrân 64. ayetinde zikredilen “erbab” (rabler) kelimesinin kimler olduğunu doğrudan tasvir eder:
اَتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهًا وَاحِدًاۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Meali: “(Yahudiler) âlimlerini, (hıristiyanlar) rahiplerini Allah’ı bırakıp rab edindiler, Meryem oğlu Mesîh’i de. Oysa onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolunmuştu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
İzahı: Bu ayet, iktibastaki “vasıtayı kabul eder” hükmünün temelini teşkil eder. Burada “ahbâr” (âlimler) ve “ruhbân” (rahipler), Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helali haram, haramı helal kıldıklarında, onlara itaat edenler tarafından “rab” mevkiine yükseltilmişlerdir. İktibastaki Hristiyanlık tenkidi (eleştirisi) tam olarak bu noktaya dayanır. İslâmiyet ise “imamı isbat eder”, yani âlimi bir “delil” ve “rehber” olarak kabul eder, fakat ona “rab” gibi mutlak itaat ve hüküm koyma yetkisi vermez.

2. Yûsuf Suresi, 12/40. Ayet:
Bu ayet, hükmün ve otoritenin yalnızca Allah’a ait olduğunu, “vasıta”ların bu hükmü ancak tebliğ edebileceğini beyan eder:
…اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ اَمَرَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Meali: “…Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 12/40)
İzahı: İktibasta belirtildiği gibi, “zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan” mevkiini dindarlığı ile pekiştirir. Fakat “hükmün ancak Allah’a ait olduğunu” kabul eden bir Müslim, “ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden… fedakârlık etmek” zorundadır. Zira kendi rütbesinin veya mevkisinin, Allah’ın hükmü karşısında hiçbir kıymeti olmadığını bilir. Bu ayet, dünyevî rütbelerin ve enaniyetin Allah’ın hükmü karşısında nasıl erimesi gerektiğini gösteren bir Tevhid dersidir.

3. Zümer Suresi, 39/3. Ayet:
Bu ayet, “vasıta” veya “vesile” edinmenin ardındaki zihniyeti ve bu zihniyetin nasıl şirke dönüştüğünü ortaya koyar:
…وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ…
Meali: “…O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Bizi Allah’a yaklaştırmaları için onlara kulluk ediyoruz’ derler…” (Zümer, 39/3 – Ayetin ilgili kısmı)
İzahı: İktibasta “İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder” denilmektedir. Buradaki “vesileyi nefiy” (aracılığı reddetme), aracıların ilahlaştırılmasını reddetmektir. Bu ayet, müşriklerin dahi “Bizi Allah’a yaklaştırsınlar” diyerek, yani bir “vasıta” ve “vesile” gayesiyle başkalarına kulluk ettiklerini beyan eder. İslâmiyet ise “delili” (Kur’an’ı ve Sünnet’i öğreten imamı) kabul eder, fakat o delilin kendisini “yaklaştırıcı bir rab” olarak görmeyi şiddetle reddeder.

2. Nükte: “Ölüden Diriyi Çıkarır, Diriden de Ölüyü Çıkarır” (Rûm, 30/19)
Verdiğiniz ikinci iktibas, Rûm Suresi’nin 19. ayetindeki (يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ يُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ) ilahî kanunu, içtimaî (sosyolojik) ve ferdî hadiselere tatbik etmektedir. Bu, “desatir-i külliye”den (küllî düsturlardan) biridir.
İktibas, bu düsturun tecellilerini (görünümlerini) şöyle sıralar:
• Lâkayd Emevîlikten, salabetli (sağlam) Sünnet Cemaatinin çıkması.
• Salabetli Alevîlikten, (aşırıya giden) Râfızîliğin çıkması.
• Miskinliği esas tutan Hristiyanlıktan, cebbarlığın (zorbalığın) çıkması.
• Cihadı ve izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet’ten, (sonraki dönemlerde) miskinliğin çıkması.
• Taassub (aşırı bağlılık) ile başlayanların müsamahaya (hoşgörüye), müsamaha ile başlayanların taassuba kayması.
• Âlimin oğlunun nâkıs, nâkısın oğlunun kâmil olabilmesi.
Bu hadiselerin sırrı (sebebi) ise “Beşerde meyl-i teceddüd var” (İnsanda yenilenme meyli vardır) cümlesiyle açıklanır. Halef (sonra gelen), selefi (önce geleni) kâmil görse, ona bir şey ekleyemeyeceğini anlayınca, bu “teceddüd meylini” tatmin için “aks-ül amel” (zıt tepki) yapar.
Cenâb-ı Hakk’ın bu “tebeddül ve tehavvül” (değişim ve dönüşüm) kanununu, yani zıtları birbirinden çıkarma (ihrâc) kudretini gösteren benzer ayet-i kerimeler şunlardır:

1. Âl-i İmrân Suresi, 3/27. Ayet:
Bu ayet, “ölüden diriyi çıkarma” kanununun içtimaî ve siyasî sahadaki en net tecellisidir:
تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Meali: “Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26. ayetin devamı olan 27. ayet)
(Not: Bu ayet, 26. ayetle birlikte mütalaa edildiğinde mana tamamlanır. 26. Ayet: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'”)1
İzahı: Âl-i İmrân 26-27, Sünnetullah’ın bu devri daimisini tam olarak tasvir eder. “Mülkü vermek” ve “mülkü almak”, “aziz etmek” ve “zelil etmek”; iktibasta bahsedilen “zalime karşı cihadı esas tutan İslâmiyet’in miskinlikte karar kılması” veya “miskinliği esas tutan Hristiyanlığın cebbarlıkta (zorbalıkta) karar kılması” gibi içtimaî dönüşümlerin tam karşılığıdır. Allah, izzetli (diri) bir kavimden zilleti (ölümü), zelil (ölü) bir kavimden izzeti (diriliği) çıkarabilir.

2. Hadîd Suresi, 57/17. Ayet:
Bu ayet, “ölüden diriyi çıkarma” düsturunun sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevî ve içtimaî bir diriliş olduğunu da gösterir:
اِعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Meali: “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz, düşünüp akledesiniz diye size âyetleri açıkladık.” (Hadîd, 57/17)
İzahı: “Yeryüzünün ölümü”, sadece kuraklık değil, aynı zamanda cehalet, gaflet, miskinlik ve zulüm ile manen ölmesidir. Allah’ın onu “diriltmesi” ise ilim, hidayet, adalet ve izzet ile (yani “hayat” ile) yeniden canlandırmasıdır. İktibastaki “Lâkayd Emevîlik” (ölüm) içinden “Sünnet Cemaatinin” (diriliş) çıkması veya “nâkısın oğlu kâmil” (ölüden diri) olması, bu küllî düsturun tecellileridir.

3. Ra’d Suresi, 13/11. Ayet:
Bu ayet, iktibasta bahsedilen “meyl-i teceddüd” (yenilenme meyli) ve “aks-ül amel” (zıt tepki) gibi derûnî (içsel) saiklerin, zahirî (dışsal) neticeleri nasıl doğurduğunu açıklayan Sünnetullah’ı beyan eder:
…اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ…
Meali: “…Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Ra’d, 13/11 – Ayetin ilgili kısmı)
İzahı: Bu ayet, değişimin (hem müspet hem menfi) başlangıcının insanın “enfüsü” (kendi derûnî yapısı) olduğunu belirtir. İktibasta, “Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese (arttırmasa); meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar” denilerek, bu derûnî değişim (meyl-i teceddüd) tasvir edilir. Bir kavim (mesela Hristiyanlar) miskinliği esas alarak “kendi durumunu” (nefsindeki izzet hissini) değiştirince, Allah da onların zahirî durumunu “cebbarlık” ile değiştirmiştir. Veya Müslümanlar cihadı (izzeti) terk edip “kendi durumlarını” değiştirince, Allah da onları “miskinlik” ile imtihan etmiştir. Bu ayet, “ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarma” kanununun, irade-i cüziyye (insan iradesi) ile olan bağlantısını kurar.

 

 

 

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى

İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’anî.

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

İşte mahiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm sırrı şudur: Beşerde hayvanın aksine olarak, kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.

Evet ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Evvelâ şahıs itibariyle: Bir şahıs çok evsafa câmi’dir. Onların içinde bir sıfat adaveti celbetse, birinci âyetteki kanun-u İlahî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin; mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.

Halbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zalimane ile, bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet; hattâ onda da iktifa etmiyor, akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddid esbabı olduğundan, olabilir o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki haric bir sebebin neticesidir. O halde sıfat câniye değil, kâfire de olsa, o zât câni olamaz.

Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.

Medeniyet-i hazıra itibariyle görüyoruz ki; şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın

اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ

deki endişelerinin sırrını gösteriyor.

İşte bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zalimanesine serfüru etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harab etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veriyor.

Acaba bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin veya bir cemaatin binlerle masumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilalciden hâlî kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o masumlar mes’ul, belki ifna ediliyor.

* * *******

İktibas edilen metin, temel olarak üç ana noktaya odaklanmaktadır:

• Mesuliyetin Şahsîliği: وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَىٰ (Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez) ayetiyle ifade edilen, suçun ve cezanın sadece fiili işleyene ait olduğu prensibi.
• Beşerin Zulüm Kabiliyeti: إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا (O, çok zalim, çok cahildir) ayetiyle işaret edilen, insandaki ene, enaniyet ve tahdid edilmemiş (sınırlandırılmamış) kuvvelerin, haddi aşan bir zulüm potansiyeli taşıdığı hakikati.
• Kolektif Zulüm Tenkidi: Metnin “medeniyet-i meş’ume” (uğursuz medeniyet) olarak tasvir ettiği yapının, bir suçluya mukabil masumları da helâk etmesi ve meleklerin أَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ (Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?) endişesini haklı çıkarması.
İşte bu noktalara ışık tutan benzer ayet-i kerimeler:

1. Mesuliyetin ve Cürmün Şahsîliği Prensibi
Metnin “en âdil bir düstur-u Kur’anî” olarak belirttiği bu prensip, Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde teyit edilir. Bu düstur, metindeki “bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip… akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder” şeklindeki beşerî zulmün tam zıddıdır.
• En’âm Sûresi, 6:164
Mealinden İktibas:
$$ قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍۜ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَاۚ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۚ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ$$
“De ki: “O, her şeyin Rabbi iken ben Allah’tan başka bir rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metindeki ana ayeti tekrar etmekle kalmaz, وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلَّا عَلَيْهَا (Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir) hükmüyle mesuliyetin şahsîliğini perçinler.
• Necm Sûresi, 53:38-41
Mealinden İktibas:
اَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۙ ﴿٣٨﴾ وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ﴿٣٩﴾ وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۙ ﴿٤٠﴾ ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ ﴿٤١﴾
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (38) İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (39) Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. (40) Sonra çalışmasının karşılığı ona tastamam verilecektir. (41)”
• Bağlantısı: Bu ayetler, sadece günahın değil, çabanın (sa’y) ve mükâfatın da şahsî olduğunu, herkesin kendi amelinin karşılığını göreceğini belirterek ilahî adaletin temelini vaz’eder.
• Bakara Sûresi, 2:286 (Kısmî İktibas)
TDV Mealinden İktibas:
… لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ …
“…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…”
• Bağlantısı: Bu meşhur ayetin ilgili kısmı, lehte ve aleyhte olan her şeyin “kesb”e, yani şahsın kendi iradî fiiline bağlı olduğunu net bir şekilde ortaya koyar.

2. İnsanın “Zalûm” (Çok Zalim) ve “Cehûl” (Çok Cahil) Yapısı
Metin, insanın bu yapısını, “kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş” olmasıyla ve “ene ve enaniyetin” bu meyle inzimam etmesiyle (katılmasıyla) izah eder.
• İbrahim Sûresi, 14:34
TDV Mealinden İktibas:
وَاٰتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُۜ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ ﴿٣٤﴾
“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.”
• Bağlantısı: Bu ayet, insanın “zalûm” (çok zalim) sıfatını, “keffâr” (çok nankör) sıfatıyla birleştirir. Metindeki “hubb-u nefis” (nefsini sevme) ve “hodgâmlık” (bencillik), nimetin sahibini unutup nankörlük etmenin ve böylece kendine ve başkalarına zulmetmenin temel sebeplerindendir.
• Hucurât Sûresi, 49:6
Mealinden İktibas:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ جَٓاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَاٍ فَتَبَيَّنُٓوا اَنْ تُص۪يبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰى مَا فَعَلْتُمْ نَادِم۪ينَ
“Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip de yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metindeki cehûl (cahil) sıfatının tehlikeli neticesini gösterir. İnsan, “cehâlet” sebebiyle, yani hakikati araştırmadan, cahilce hareket ederek bir “kavme” (topluluğa) zulmedebilir. Bu, metindeki “bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip” hükmünün nasıl işlediğini gösteren bir misaldir.

3. Masumların Haksız Yere Katledilmesi ve Kolektif Zulüm

Metin, “medeniyet-i meş’ume”nin “bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek” gibi gaddar bir düsturu benimsediğini belirterek bunu tenkit eder. Kur’an-ı Kerim ise bir masumun haksız yere katlini, bütün insanlığın katli gibi değerlendirir.
• Mâide Sûresi, 5:32
Mealinden İktibas:
مِنْ اَجْلِ ذٰلِكَ كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪يلَ اَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِي الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اِنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِي الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“Bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim, bir insanı, bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metinde tenkit edilen “vahşet”in tam zıddı olan ilahî adalet ölçüsünü koyar. “Bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmaksızın” (yani suçun şahsî karşılığı olmaksızın) bir nefsi öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Metindeki medeniyetin yaptığı ise, bir cana karşılık binlerce masumu imha etmektir. Bu ayet, metindeki اَتَجْعَلُ ف۪يهَا… وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ (kan dökecek) endişesinin de bir tefsiridir.
Bu ayetler, iktibas edilen metnin dayandığı Kur’anî temellerin ne kadar sağlam olduğunu ve beşerin “zalûm ve cehûl” sıfatlarıyla bu adaletten saptığında ne dehşetli zulümlere fetva verebildiğini açıkça göstermektedir.

 

 

 

وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ٭ الٓمٓ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ

Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası

Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:

Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?

Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.

Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cümudet peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.
Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç tarîkledir:

1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti, tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.

2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi.

Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.

3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.

Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.

Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur’ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

Bununla beraber zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tâbi’ gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin

{(*): “Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder.” diyenlere, İlm-i Usûl ıstılahınca “Musavvibe” denir.}

muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam, mezhebde imtizac etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtie’yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden “inhisar zihniyeti” illetiyle ma’luldür. Ve Kur’anın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.

Hem Tahtiecilik fikri, sû’-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.
Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur’ana ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.

Bilâhere bu rü’yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”

* * ******

Metinde işlenen temel fikirler; Kur’an’ın bizzat esas ve hakim olması, zaruriyat-ı diniyenin (muhkemât) %90’lık kısmının ihmal edilip, içtihadî ve hilafî meselelerin (%10) öne çıkarılmasıyla ümmetin teseyyübe (ihmalkârlığa) düşmesi, fıkıh ve şeriat kitaplarının Kur’an’a şeffaf bir cam (tefsir) olması gerekirken zamanla paslanıp hicab (perde) hükmüne geçmesi ve bu durumun vicdanlardaki kudsiyet hissini zayıflatmasıdır.
İşte bu noktalara temas eden benzer ayet-i kerimeler:

1. Kur’an’ın Hakimiyeti ve Anlaşmazlıklarda Yegâne Hakem Oluşu

Metinde, Kur’an’ın “Hâkimiyet-i Mutlakası” ve hükümlerin me’hazı (kaynağı) olduğu vurgulanmaktadır. Şeriat kitaplarının “vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermesi” gerektiği belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim, kendisinin insanlar arasındaki ihtilafları çözmek için indirildiğini beyan eder:
Ayet-i Kerime:
إِنَّآ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ بِٱلْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ ٱلنَّاسِ بِمَآ أَرَىٰكَ ٱللَّهُ ۚ وَلَا تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا
Meali :
“Biz, sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisâ, 4/105)
İrtibatı:
Bu ayet, metindeki “Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası” fikrinin temel isbatıdır. Hükmün, bizzat Allah’ın vahyettiği Kitap ile verilmesi emredilmektedir. Metindeki tenkit, zamanla hükmün me’hazı olan Kur’an yerine, “vekil” ve “gölge” hükmüne geçen içtihadî kitapların merkeze alınmasıdır. Ayet ise asıl hakemin ve hüküm kaynağının doğrudan Kur’an olduğunu tasrih eder.

2. Dinin Esasları (Muhkemât) ve Teferruatı (Müteşâbihât)

Metin, dinin %90’ını “erkân ve ahkâm-ı zaruriye” (elmas sütunlar) ve %10’unu “mesail-i hilafiye” (altun) olarak tasvir eder. Ümmetin hatasını, %90’ı %10’un himayesine vermek olarak belirtir. Bu, Kur’an’daki muhkem (temel esaslar) ve müteşâbih (yoruma açık) ayrımını hatıra getirir:
Ayet-i Kerime:
هُوَ ٱلَّذِىٓ أَنزَلَ عَلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ مِنْهُ ءَايَٰتٌ مُّحْكَمَٰتٌ هُنَّ أُمُّ ٱلْكِتَٰبِ وَأُخَرُ مُتَشَٰبِهَٰتٌ ۖ فَأَمَّا ٱلَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَٰبَهَ مِنْهُ ٱبْتِغَآءَ ٱلْفِتْنَةِ وَٱبْتِغَآءَ تَأْوِيلِهِۦ ۗ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُۥٓ إِلَّا ٱللَّهُ ۗ وَٱلرَّٰسِخُونَ فِى ٱلْعِلْمِ يَقُولُونَ ءَامَنَّا بِهِۦ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّآ أُوْلُوا۟ ٱlْأَلْبَٰبِ
Meali :
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkem (açık ve kesin)dir. Diğerleri de müteşâbihtir (yoruma açık). Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu (keyfî) yorumlamak için müteşâbih olanlara uyarlar. Onun yorumunu ise ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)
İrtibatı:
Bu ayet, metindeki %90 (zaruriyat) / %10 (içtihadî) ayrımının Kur’an’daki temelini gösterir. “Muhkemât”, metindeki “elmas sütunlar” olan “erkân ve ahkâm-ı zaruriye”ye tekabül eder; bunlar “Kitab’ın anası” (أُمُّ ٱلْكِتَٰبِ) yani temelidir. Metnin tenkit ettiği “mesail-i hilafiye”ye dalıp aslı unutmak ise, ayette belirtilen kalplerinde eğrilik olanların fitne arzusuyla müteşâbih olana tâbi olmasına benzer bir hali tasvir eder.

3. Tefrika ve Bölünmenin Sebebi Olarak Asıldan Uzaklaşmak

Metin, “Tahtieci” (kendi mezhebini mutlak hak, diğerlerini mutlak hata gören) zihniyetin “İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabbüb ve teavüne büyük rahneler açtığını” belirtir. Bu, Kur’an’ın vahdet (birlik) emrine zıt bir durumdur.
Ayet-i Kerime:
إِنَّ هَٰذِهِۦٓ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَٰحِدَةً وَأَنَا۠ رَبُّكُمْ فَٱعْبُدُونِ. وَتَقَطَّعُوٓا۟ أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ ۖ كُلٌّ إِلَيْنَا رَٰجِعُونَ
Meali :
“Şüphesiz bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin. (İnsanlar) işlerini kendi aralarında parça parça ettiler. Hepsi de ancak bize döneceklerdir.” (Enbiyâ, 21/92-93)
İrtibatı:
Allah Tealâ ümmetin “tek bir ümmet” (أُمَّةً وَٰحِدَةً) olduğunu bildirirken, insanların (metindeki “Tahtieci” zihniyet ve tarafgirlik hissi gibi sebeplerle) işlerini parça parça ettiklerini (وَتَقَطَّعُوٓا۟) beyan eder. Bu, metnin başında iktibas edilen “vela teferraku” (bölünmeyin) emrinin çiğnenmesinin neticesidir ve metnin tenkit ettiği “inhisar zihniyeti”nin (tekelcilik) ümmette açtığı yarayı tasvir eder.

4. Kur’an’ı Terk Edilmiş (Mehcur) Bırakmak

Metin, cumhurun (halkın) nazarının doğrudan Kur’an’a çevrilmemesinin bir neticesi olarak, Kur’an’ın “yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde” kaldığını, nüfuz edici hâkimiyetini kaybettiğini ifade eder. Bu durum, Kur’an’ın “mehcur” (terk edilmiş) bırakılması halidir.
Ayet-i Kerime:
وَقَالَ ٱلرَّسُولُ يَٰرَبِّ إِنَّ قَوْمِى ٱتَّخَذُوا۟ هَٰذَا ٱلْقُرْءَانَ مَهْجُورًا
Meali :
“Peygamber der ki: ‘Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi.'” (Furkân, 25/30)
İrtibatı:
Bu ayet, metinde tasvir edilen vaziyetin en acı neticesini ifade eder. Kur’an’ın “hâkimiyet-i mutlakası”nın kaybolması, onun bizzat ahkâmının ve ruhunun değil, sadece lafzının tilavetine (teberrüken) indirgenmesi, bir nevi “terk edilme” (mehcur) halidir. Metin, “teseyyüb ve ihmal”in sebebini, Kur’an’ın doğrudan muhatap alınmayıp “hicab” olan kitapların arkasında bırakılması olarak teşhis eder ki, bu da ayetteki şikayetin bir tezahürüdür.

5. Kur’an’a Tâbi Olmanın Gerekliliği ve Kudsiyeti

Metin, eğer nazar doğrudan Kur’an’a çevrilse, zihnin “müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan” (itaate teşvik edici ve vicdanı uyandırıcı) olan “kudsiyet”e intikal edeceğini belirtir. Kur’an, kendisinin bu vasıflara sahip olduğunu beyan eder:
Ayet-i Kerime:
وَهَٰذَا كِتَٰبٌ أَنزَلْنَٰهُ مُبَارَكٌ فَٱتَّبِعُوهُ وَٱتَّقُوا۟ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Meali :
“Bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin.” (En’âm, 6/155)
İrtibatı:
Metin, cumhurun bürhandan (delilden) ziyade “me’hazdeki kudsiyet” ile imtisale (itaate) sevk olduğunu söyler. Bu ayet, Kur’an’ın hem “mübarek” (kudsiyet ve bereket kaynağı) olduğunu, hem de asıl gayenin ona “tâbi olmak” (فَٱتَّبِعُوهُ) olduğunu emreder. Metnin ısrarla vurguladığı gibi, Kur’an sadece teberrük edilecek bir metin değil, bizzat uyulacak (hâkimiyeti kabul edilecek) bir kitaptır.

 

 

 

وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ ٭ وَ شَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ

{(*): Bidayet-i Hürriyette şu fikri jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arzediyorum.}

Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.

Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.

Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir hususiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.

Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk, müttehid-i bizzâttır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır.

Saltanat itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâh ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.

Sadaret üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müdhiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terkedilmiş.

Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?

Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünki haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâm’ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.

Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima cma’ ve re’y-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.

Sadaret, Meşihat iki cenahtır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.

İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir.

Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-ı İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan a’yan ve meb’usanın vazife-i resmiyeleri itibariyle, bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.
Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın a’zâ-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş-yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu mes’ele-i uzmanın esasını teşkil eder.

Vehham olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin za’fiyeti bahanesine olan müzahref medeniyete lanet. Havf ve za’f, tesirat-ı hariciyeyi teşci’ eder. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.

وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ

* * *******

Metin, İslâm âleminin idarî ve ilmî hayatında “şûrâ” (danışma) ve “meşveret” esasının ne derece hayatî bir ehemmiyet taşıdığını, bilhassa Hilafet ve Meşihat makamının “cemaat zamanı” olarak tasvir edilen yeni devrin icaplarına göre yeniden tanzim edilmesi zaruretini kuvvetli delillerle ortaya koymaktadır.
Metnin hülasası, ferdî içtihadın ve idarenin, tesirat-ı hariciyeye (dış tesirlere) karşı mukavemetsiz kaldığı ve İslâm âlemindeki “efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt” (İslâmî fikirlerdeki dağınıklık) ile “içtihadattaki müdhiş fevza”yı (içtihadlardaki korkunç başıbozukluğu) önleyemediğidir. Çare olarak, Meşihat makamının ferdî bir yapıdan kurtarılıp, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’yi ve âlem-i İslâm’dan müntehab (seçkin) ülemayı ihtiva eden “bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî” haline getirilmesi teklif edilmektedir.
Metnin hemen başında iktibas edilen iki ayet-i kerime, bu davanın temelini ve Kur’anî isbatını teşkil etmektedir.
• وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ (Onların işleri, aralarında danışma (şûrâ) yoluyladır.)
Bu ifade, Şûrâ Suresi’nin 38. ayet-i kerimesinin bir kısmıdır. Ayetin tamamı şöyledir (Meali):
“Onlar, rablerinin çağrısına uyarlar, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri de aralarında danışma (şûrâ) yoluyladır. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” (Şûrâ 42:38)
• İzahı: Bu ayet-i kerime, “şûrâ”yı, kâmil mü’minlerin temel vasıflarından biri olarak zikretmektedir. İman, namaz ve infak gibi en temel esasların yanında “işlerinin aralarında şûrâ ile olması” şartının getirilmesi, İslâm cemaatinin hiçbir mühim meselesinin istişaresiz, ferdî bir re’y (görüş) ile karara bağlanamayacağını göstermektedir. Metindeki teklif, tam da bu ayetin emrettiği “kolektif idare” prensibinin, İslâm’ın en yüksek ilmî makamı olan Meşihat’ta tesis edilmesini istemektedir.
• وَ شَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ (İş konusunda onlara danış.)
Bu ifade, Âl-i İmrân Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinin bir kısmıdır. Ayetin tamamı şöyledir (Meali):
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet, onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlara danış (şâvirhum fi’l-emr). Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân 3:159)
• İzahı: Bu ayet, doğrudan doğruya Resûlullah Efendimize (s.a.v.) hitap etmektedir. Vahiy ile müeyyed (desteklenmiş) olmasına rağmen, bizzat Peygamber’e (s.a.v.) ashabıyla “meşveret etmesi” emredilmiştir. Bu emir, meşveretin bir lütuf değil, idarenin temel bir rüknü (direği) olduğunu isbat eder. Metin, bu ayetten hareketle şu güçlü mantığı kurar: Peygamber (s.a.v.) dahi meşveretle memur iken, “ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavim” olan ve “dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalan” bir şahsın (mesela Şeyhülislâm’ın) istişaresiz hareket etmesi veya bu makamın bir ferde bırakılması nasıl kâfi gelebilir?

Şûrâ Prensibini Destekleyen Benzer Ayet-i Kerimeler
Metnin ruhuna ve şûrâ esasına temas eden diğer bazı ayet-i kerimeler de mevcuttur:

1. İdarecilere (Ulû’l-Emr) İtaat ve İhtilafın Çözümü
Metin, “hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış” bir “şahs-ı manevîdir” demekle, idarecilerin (ulû’l-emr) artık kolektif bir yapı olduğunu belirtir. Bu kolektif yapının nasıl hareket etmesi gerektiğine dair şu ayet işaret eder (Meali):
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu, daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ 4:59)
• İzahı: Metnin tenkit ettiği “içtihadattaki fevza” (içtihadlardaki başıbozukluk), tam da bu ayette zikredilen “anlaşmazlığa düşme” halidir. Metnin teklif ettiği “Şûra-yı Âliye-i İlmiye”, İslâm âleminin “ulû’l-emr”i (ilmî otoritesi) olarak, meseleleri “Allah’a ve Resûl’e götürme” (yani Kur’an ve Sünnet ışığında kolektif bir içtihad ile karara bağlama) vazifesini görecek bir müessesedir. Böyle bir şûrâ, “re’y-i cumhur” (çoğunluğun görüşü) ve “bir nevi icma'” (konsensüs benzeri) bir yapı oluşturarak ihtilafları asgariye indirecektir.

2. Birlik ve Beraberlik Emri, Tefrikadan Nehiy

Metin, mevcut vaziyeti “İslâmın ukde-i hayatiyesini (hayat düğümünü) tehlikeye maruz bırakmak” olarak tasvir eder ve “teşettüt”ten (dağınıklıktan) şikâyet eder. Şûrâ, bu dağınıklığı önleyen en mühim ilâçtır (Meali):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân 3:103)
• İzahı: “Allah’ın ipine hep birlikte sarılmak”, ancak “emruhum şûrâ beynehum” (işleri aralarında danışma iledir) prensibiyle mümkündür. Ferdî re’yler, cemaati “parçalanıp bölünmeye” sevk eder. Metnin teklif ettiği şûrâ, âlem-i İslâm’ın “hep birlikte” sarılacağı o “Allah’ın ipi”nin müessesevî bir tezahürüdür. Bu şûrâ, kalpleri birleştirecek ve metnin “müdhiş tedenni” (korkunç alçalma) olarak belirttiği “ateş çukuru”ndan kurtuluşa vesile olacaktır.

3. Bilenlere Sorma (Zikir Ehline Müracaat) Esası
Metin, “müntehab ülemasını celbeylemek” (seçkin âlimleri davet etmek) suretiyle, Meşihat’ın “menba’ hem ma’kes” (kaynak ve yansıtıcı) olmasını teklif eder. Bu, ferdî aklın yerine kolektif ilme ve “ehl-i zikr”e müracaat etmektir (Meali):
“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz ancak erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere (zikir ehline) sorun.” (Nahl 16:43)
• İzahı: “Zaman cemaat zamanı” olduğunda ve meseleler “besatetten çıkmış” (basitlikten çıkmış, karmaşıklaşmış) olduğunda, “bilmiyorsanız” hitabı sadece avama değil, idarecilere de yöneliktir. Bir “ferd” (kişi), ne kadar dâhî de olsa, zamanın bütün karmaşık meselelerini bilemez. Öyleyse çözüm, en üst seviyedeki “bilenlere” yani “zikir ehline” (İslâm âleminin en muktedir âlimlerine) sormaktır. Metnin teklif ettiği şûrâ, tam da bu ayetin emrettiği “bilenlere sorma” fiilinin en yüksek seviyede icra edileceği “Şûra-yı Âliye-i İlmiye”dir.

Hülasa
Netice olarak, Kur’an-ı Kerim, Müslümanların idarî, içtimaî ve bilhassa ilmî meselelerini ferdî re’ylere ve içtihadlara değil, “şûrâ”, “meşveret” ve “ehl-i zikr”e müracaat esasına dayanan kolektif bir akla tevdi etmelerini emretmektedir. Takdim edilen metin, bu cihan şümul Kur’anî prensibin, “zaman cemaat zamanı olduğu” için, İslâm’ın hayat düğümü olan Hilafet ve Meşihat müessesesinde nasıl tatbik edilmesi gerektiğine dair derin bir nazar ve kuvvetli bir teklif arz etmektedir.
وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ

 

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

 www.tesbitler.com
01/11/2025




DECCAL VE SÜFYAN

DECCAL VE SÜFYAN

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda Deccal ve Süfyan konularını çok dikkat çekici ve derinlikli bir şekilde ele alır. Bu iki kavramı hem imanî bir bakışla, hem de sosyopolitik bir perspektifle değerlendirir.

1. DECCAL:

Bediüzzaman, Deccal’i bir şahıs olarak kabul etmekle birlikte, onun temsil ettiği fikrî ve ideolojik sistemi esas alır. Deccal, daha çok inkârı, dinsizliği ve maddeperestliği temsil eder.

> “Âhir zamanda çıkacak olan Deccal, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen alt üst eder, din-i mübîni yıkar, mukaddesâtı mahveder…”
(Şuâlar, 5. Şuâ)

> “O Deccal, kendi zatını mabud ittihaz eder, herkesi kendine taptırır.”
(Şuâlar, 5. Şuâ)

Deccal’in alametleri:

Harikulade işler göstermesi
Dini tahrif etmesi veya tamamen yok sayması
Kendi aklını ve şahsını ilah gibi göstermesi.

***********

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda âhir zaman hadiseleri, hususan Deccal ve Süfyan mevzularını, klasik şerhlerden farklı bir usûl ile, zamanın anlayışına ve hadiselerin seyrine muvafık bir surette tahlil eder. Bu tahliller, bu şahısların sadece ferdî (şahsî) cihetlerini değil, daha ziyade temsil ettikleri dehşetli “şahs-ı manevî”lerini ve küfrî sistemlerini hedef alır.
Bu iki kavram hem imanî bir bakışla hem de içtimaî-siyasî (sosyopolitik) bir zaviyeden (açıdan) değerlendirilir. Tahlilleri, hadis rivayetlerindeki müteşabih (sembolik) ifadelerin te’viline (yorumlanmasına) dayanır.

1. DECCAL (BÜYÜK DECCAL)

Risale-i Nur’da Deccal Kimdir, Neyi Temsil Eder?
Bediüzzaman, Deccal’i bir şahıs olarak kabul etmekle birlikte, onun temsil ettiği fikrî ve ideolojik sistemi esas alır. Deccal, daha çok inkârı, dinsizliği ve maddeperestliği (materyalizmi) temsil eder.
“Âhir zamanda çıkacak olan Deccal, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen alt üst eder, din-i mübîni yıkar, mukaddesâtı mahveder…”
(Şuâlar, 5. Şuâ)
“O Deccal, kendi zatını mabud ittihaz eder, herkesi kendine taptırır.”
(Şuâlar, 5. Şuâ)
Bediüzzaman’ın nazarında Deccal, Allah’ı inkâr (inkâr-ı ulûhiyet) üzerine kurulu, tabiatperest ve maddeci düşüncenin (felsefenin) tecessüm etmiş hâlidir. Bu, Bolşevizm veya komünizm suretinde tezahür eden ve beşeriyetin manevî hayatını hedef alan cihan şümul bir sistemdir.
Deccal’in Alametleri ve Faaliyetlerinin Te’vili
Risale-i Nur’da genişçe te’vil edilir:
a. Harikulade İşler Göstermesi (İstidrac):
Deccal’in göstereceği harikalar, bir mucize veya keramet değil, “istidrac”dır. İstidrac, kâfir veya fâsık bir kimseden, imtihan sırrına binaen zuhur eden olağanüstü hâllerdir. Bediüzzaman, bu istidracı modern teknolojinin, sihrin ve propagandanın kötüye kullanılması olarak tasvir eder:
• Teshir Edici Kabiliyetleri: Deccal’in “ispirtizma” (ruh çağırma) ve “manyetizma” (hipnotizma) gibi aldatıcı kabiliyetleri olacaktır. Bu, kitleleri aldatan propaganda gücüne ve medyanın teshir edici (büyüleyici) tesirine de işarettir.
• Rivayetlerdeki “Merkebi” (Bineği): Deccal’in “bir günde dünyayı dolaşan” bineği (eşeği) hakkındaki rivayetler, şimendifer (tren), tayyare (uçak) ve otomobil gibi modern ulaşım vasıtalarına bir işarettir. (Şuâlar, Beşinci Şuâ)
• “Cenneti ve Cehennemi”: Deccal’in “yanında cenneti ve cehennemi vardır” rivayeti, onun “cenneti”nin, medeniyetin sefih ve cazibedar eğlenceleri, lüks hayatı; “cehennemi”nin ise muhaliflerine reva gördüğü zindanlar ve işkenceler olduğuna te’vil edilir.
b. Dini Tahrif Etmesi veya Tamamen Yok Sayması:
Büyük Deccal, dini ve mukaddesatı tamamen inkâr eder. İnsanın maneviyatını kurutarak onu sadece madde ve menfaate tapan bir varlığa dönüştürmeye çalışır.
c. Kendi Aklını ve Şahsını İlah Gibi Göstermesi (Rububiyet İddiası):
Deccal, fen ve teknolojideki terakkiye dayanarak, insanın tabiat üzerinde hâkimiyet kurduğunu iddia eder. Bu hâkimiyeti, Firavun gibi, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât Sûresi, 24) demeye benzer bir rububiyet (terbiye edicilik ve idare edicilik) davasına dönüştürür.
“Ve şahs-ı Deccal’in, kutb-u şimalî yakınında veya Sibirya tarafında zuhur edeceğine dair rivayetler var. Ve ‘bir merkebi vardır.’ diye hadiste varit olmuş. Bu rivayetler dahi, onun şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyanının, şimalden, Rusya’dan zuhur edeceğine ve o cereyanın bir bineği, bir vasıtası olan şimendiferin icadına ve sür’atle yayılmasına işaret eder.”
(RNK, Şuâlar, Envar Neşriyat, s. 696 – [Beşinci Şuâ])

d. “Tek Gözlü” Olması:
Hadislerde Deccal’in “tek gözlü” (a’ver) olması, onun maneviyata tamamen kör olduğuna işarettir. Sadece maddeyi gören, âhireti ve derûnî hakikatleri göremeyen “maddî” bir bakışa sahiptir.

2. SÜFYAN (İSLÂM DECCALI)
Bediüzzaman Said Nursî’nin Deccal konusundaki en mühim tesbitlerinden biri, rivayetlerde geçen Deccal’in iki farklı şahsiyet olduğuna dair yaptığı ayrımdır: Büyük Deccal (cihan şümul dinsizlik) ve Süfyan (İslâm Deccalı).
“Rivayetlerde, Deccal’in dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş (Allah’a sığınmış)…
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
(Gaybı ancak Allah bilir.)
Bunun bir te’vili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyan’dır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.”
(RNK, Şuâlar, Envar Neşriyat, s. 718 – [Beşinci Şuâ, İkinci Makam])

Süfyan’ın Hususiyetleri
Bediüzzaman, Süfyan’ın fitnesinin Büyük Deccal’den daha aldatıcı ve İslâm âlemi için daha tehlikeli olduğunu belirtir:
• Müslümanlar İçinde Çıkması: Süfyan, İslâm âlemi içinden çıkacak ve “münafıkane” bir siyaset takip edecektir.
• Aldatmakla İş Görmesi: Büyük Deccal gibi açıktan inkâr ve cebir yoluna değil, daha ziyade hile, nifak ve aldatma yoluna sapacaktır.
• Şeâir-i İslâmiyeyi (İslâm’ın Sembollerini) Hedef Alması: Dini “modernleştirme” veya “hurafelerden arındırma” perdesi altında, Ezan, tesettür, mukaddes mekânlar gibi İslâm’ın şeâirini (sembollerini) tahribe çalışacaktır.

• Âlimleri Kullanması: Zeki ve siyasî dehasıyla, bazı âlimleri (ehl-i ilmi) aldatarak kendi yıkıcı faaliyetlerine fetva bulduracaktır.
• Milliyetçiliği Kullanması: İslâm kardeşliği yerine ırkçılık ve milliyetçilik (unsuriyet) fikrini kullanarak Müslümanlar arasındaki birliği parçalayacaktır.
Bediüzzaman, Süfyan’ın bu faaliyetleriyle İslâm âleminin manevî direncini kıracağını ve bu zafiyetin, Büyük Deccal’in (komünizm ve materyalizm) İslâm dünyasına nüfuz etmesine zemin hazırlayacağını belirtir.

3. DECCALİYETLE MÜCADELE USÛLÜ

Bediüzzaman’ın tahlillerine göre, bu iki dehşetli şahs-ı manevî (Süfyanizm ve Deccaliyet) ile mücadele, siyasî, askerî veya maddî bir mücadele değildir. Onların dayandığı temel nokta “inkâr” ve “şüphe” olduğu için, onlara karşı ancak manevî ve fikrî bir mücadele verilebilir.
Bu mücadelenin esası, “iman-ı tahkikî”dir (tahkike, isbata dayalı iman). Risale-i Nur’un vazifesi, bu tahkikî imanı ders vererek Deccal’in ve Süfyan’ın yaydığı şüphelere ve inkâra karşı manevî bir sed (set) oluşturmaktır.

Hz. İsa’nın (a.s.) âhir zamanda nüzûlü (inişi) ve Deccal’i öldürmesi rivayetini de bu zaviyeden te’vil eder: Hz. İsa’nın (a.s.) şahs-ı manevîsi olan hakikî Hristiyanlık (teslis kirinden arınmış tevhidî düşünce), İslâmiyet’in hakikatleri (Hz. Mehdi’nin temsil ettiği manevî cereyan) ile ittifak ederek, Deccal’in temsil ettiği inkâr-ı ulûhiyet ve materyalizm fikrini fikren öldürecek, yani isbatlarıyla çürütecektir.

*************

2. SÜFYAN:

Süfyan, Deccal’in İslâm ümmeti içindeki versiyonu gibidir. Bediüzzaman, Süfyan’ın “dinsizliği İslâm kisvesiyle yayacağını” ve daha tehlikeli olduğunu belirtir.

> O Süfyan, ahir zamanda zuhur eder. Ehl-i dalaleti arkasına takar. Hatta, Zümre-i İslam’ı sarsar. Şeair-i İslamiye’yi tahrip eder. Din namına, dini yıkar.

> Süfyanın ehemmiyetli bir vazifesi, şeriatı kaldırmak ve yerine la-dinî bir sistem kurmaktır.

Süfyan’ın Dört Büyük Fitnesi:

1. Dinin temel esaslarını yok etme teşebbüsü

2. Şeair-i İslamiye’yi (İslam’ın alametlerini) kaldırma

3. Din adamlarını etkisizleştirme

4. Kendisini dinî bir lider gibi gösterip sahte mesihlik

3. Bediüzzaman’ın Bu Konudaki Tavrı:

> Biz Hizmet-i İmaniye yapıyoruz. Bu zamanda en büyük cihad, iman kurtarmaktır,der.

Bediüzzaman açıkça şiddetle değil, iman hizmetiyle ve ilimle bu tür fitnelerle mücadele edilmesi gerektiğini söyler.

*************

Külliyat’ta bu mevzu, bilhassa Beşinci Şuâ’da etraflıca tahlil edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, âhir zaman fitnesinin iki dehşetli şahsı olan Deccal ve Süfyan’ı, hadis-i şeriflerin ışığında tevil ve tasvir eder.

1. Süfyan’ın Mahiyeti: İslâm Deccalı
Bediüzzaman’ın en mühim tesbiti, rivayetlerde geçen “Büyük Deccal” (Kâfirlerin Deccalı) ile “İslâm Deccalı” (Süfyan) arasında bir tefrik yapmasıdır. Süfyan, İslâm âlemi içinde zuhur edecek ve tahribatı dâhilî olacaktır.
Onun en tehlikeli cephesi, nifak (münafıklık) perdesi altında hareket etmesidir. Kâfirlerin Deccalı alenen dinsizlik, cebir ve kuvvet ile hücum ederken, Süfyan “aldatmakla” iş görecektir.
• Tahlil: Süfyan, İslâm kisvesine bürünerek, hatta kendini bir nevi müceddid veya kurtarıcı gibi göstererek, dinin temellerini sarsmaya çalışır. Bu sebeple onun fitnesi, Müslümanlar için daha aldatıcı ve daha tehlikelidir. Bediüzzaman, onun “din namına dini yıkacağını” belirtir. Bu, onun şeriatı ve şeairi (İslâm’ın sembollerini) “bid’alar ihdas ederek” veya “tecdid” (yenileme) adı altında tahrif ederek ortadan kaldırmaya çalışacağı manasındadır.

2. Süfyan’ın Dehşetli Vazife ve Tahribatları
Risale-i Nur’daki tahlillere göre Süfyan’ın şahs-ı manevîsinin (komitesinin) yapacağı başlıca tahribatlar şunlardır:

a. Şeriat-ı İslâmiyeyi ve Ahkâm-ı Kur’aniyeyi Kaldırmak:
Süfyan’ın en ehemmiyetli vazifesi, İslâm hukukunu ve hayat nizamını (Şeriatı) ilga etmek ve yerine beşerî, la-dinî (din dışı) bir sistem ikame etmektir.
İktibas: “Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır.”1
(Şuâlar, Beşinci Şuâ, İkinci Makam)

b. Şeair-i İslâmiyeyi Tağyir ve Tahrip Etmek:
İslâm’ın alametleri olan ezan, namaz, tesettür, mukaddes mekânlar ve İslâmî takvim gibi şeairi ortadan kaldırmaya veya değiştirmeye (tağyir etmeye) çalışır. Hadis rivayetlerinde gelen “Allah Allah diyen kalmayacak” ifadesini Bediüzzaman, “zikirhâneler, tekkeler, medreseler kapanacak ve ezan ve kāmet gibi şeâirde İsmullâh yerine, başka isim konulacak” şeklinde tevil eder (Beşinci Şuâ).

c. Aldatmak, Nifak ve Ulemâ-i Sû’ (Kötü Âlimler) Kullanmak:
Süfyan, tahribatını alenen “din düşmanlığı” şeklinde değil, “dini hurafelerden temizlemek” veya “modernleştirmek” gibi aldatıcı sloganlarla yapar. Bu iş için de en çok, dünyaya meftun olan, makam ve mevki sahibi “ulemâ-i sû'” denilen kötü âlimleri kullanır. Onlara resmî vazifeler vererek, onun dine aykırı icraatlarına fetva bulmalarını temin eder.

d. İsrafı ve Sefaheti Teşvik Ederek Ahlâkı Bozmak:
Bediüzzaman, Süfyan’la ilgili bir hadis rivayetinde geçen “eli delik olacak” ifadesini, onun israfı şiddetle teşvik edeceği şeklinde tahlil eder.
İktibas: “İşte Süfyân, israfı teşvîk etmekle şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak, insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder…”
(Şuâlar, Beşinci Şuâ, İkinci Makam’ın Zeyli)
Bu yolla, helal kazancın yetmediği bir cemiyet yapısı oluşturarak, insanları harama, sefahete ve ahlâksızlığa sevk eder, böylece derûnî ve manevî hayatı çökertir.

3. Süfyaniyetin Bir Şahs-ı Manevî (Komite) Olması
Bediüzzaman’ın mühim bir tesbiti de, Süfyaniyetin tek bir şahıstan ziyade, dehşetli bir şahs-ı manevî (tüzel kişilik, komite) olduğudur. Bu komitenin “dört rüknü” (dört temel direği/lideri) ve dört devresi olacağını ve bu şahısların sırayla veya aynı anda fitneye kumandanlık edeceğini belirtir. Bu tahlil, Süfyaniyetin uzun süreli ve planlı bir tahribat programı olduğunu gösterir.

4. Bediüzzaman’ın Mücadele Tavrı: Müsbet Hareket
Bediüzzaman, bu dehşetli âhir zaman fitnesine karşı mücadele metodunun “menfî” (yıkıcı, siyasî, anarşist) olamayacağını kat’î bir surette beyan eder. Süfyan dâhilî bir fitne olduğu ve içerde asayişi bozmaya çalıştığı için, ona karşı verilecek cevap, imanı kurtarmak ve asayişi muhafaza etmek temelli “müsbet hareket” olmalıdır.
Fitnenin temel hedefi imanı sarsmak olduğundan, en büyük cihad, tahkikî iman dersleriyle imanları kurtarmak ve şüphelere cevap vermektir.
İktibas: “Bizim vazifemiz, müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”
(Emirdağ Lâhikası-I, 26. Mektup)
Ona göre Süfyan’ın ve Deccal’in maddî kılıcını kıracak olan, Hz. İsa (a.s.) ve Mehdi (r.a.) şahs-ı manevîlerinin temsil ettiği semavî ve nuranî hakikatlerdir. Risale-i Nur şakirtlerinin vazifesi ise, o gelecek olan zâtlara zemin hazırlamak, yani iman hizmetiyle meşgul olmaktır.

Hülasa :
Netice olarak, Risale-i Nur’daki Süfyan tahlili; onun İslâm âlemi içinde çıkacak, münafıkane ve aldatma yoluyla hareket eden, şeriatı ilga edip şeairi tahrip etmeyi hedefleyen ve bir komite (şahs-ı manevî) yapısında olan bir fitne cereyanı olduğudur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

 www.tesbitler.com
29/10/2025




KUR’AN-IN KIRK VECHİ İ’CAZI

KUR’AN-IN KIRK VECHİ İ’CAZI

 

“Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karşı bir nevi i’câzını gösterdiği kerametli ve harikalı On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu’cizâtıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î ispat edilen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni-i Sermedînin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!”
Asa-yı Musa.52

******

* Mu’cizât-ı Ahmediyye (A.S.M.) delili: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hakkaniyeti, (On Dokuzuncu Mektup’ta izah edildiği üzere) “kırk taife-i nâs”ın şahit olduğu binlerce mucizesiyle ispatlanmıştır. Kur’ân ise, O’nun (A.S.M.) en büyük, ebedî ve cihan şümul mucizesidir.
* Mu’cizât-ı Kur’âniyye delili: Kur’ân, Peygamber’in (A.S.M.) bir mucizesi olmakla beraber, kendi başına da (Yirmi Beşinci Söz’de izah edildiği üzere) “kırk vech-i i’câzı” bulunan bir Kelâmullah harikasıdır.
İktibasdaki “kırk taifeye bir nevi i’câzını göstermesi” ifadesi, bu iki delili birleştirir: Nasıl ki Peygamber (A.S.M.) her bir zümreye onların anlayacağı dilden bir mucize göstermişse, O’nun en büyük mucizesi olan Kur’ân da, aynı “kırk taifeye” ve onlardan kıyamete kadar gelecek her tabakaya, kendi istidatlarına ve anlayışlarına münasip bir i’câz penceresi açar.
Risale-i Nur Külliyatı’nın ilgili bahisleri (hususan 19. Mektup ve 25. Söz) muvacehesinde verdiğimiz cevaplar aşağıdadır:
1. Kur’ân’ın ‘Kırk Vech-i İ’câzı’ Nedir?
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Yirmi Beşinci Söz (Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi)’nde, Kur’ân’ın i’câzını “kırk pencereli bir saraya” benzetir. Her bir pencere, onun Allah kelâmı (Kelâmullah) olduğuna dair farklı bir isbatı, farklı bir parlaklığı gösterir. Bu “kırk vecih” (yön, cihet), esasta Kur’ân’ın mucizeviliğinin kırk farklı boyutudur.
Bunların tamamını tek tek saymak yerine, Risale-i Nur’da zikredilen en küllî (bütüncül) ve temel vecihleri şöyle tasnif edebiliriz:
* Belâgatındaki İ’câz: Kur’ân’ın nazmı (dizilişi), üslubu ve lafzındaki harika selâset (akıcılık), fesâhat (açıklık) ve belâgat (edebî üstünlük). En büyük Arap edip ve şairlerini taklitten âciz bırakması.
* Manasındaki Câmiiyet ve İ’câz: Bir tek cümlesi veya kıssası ile aynı anda farklı asırlara, farklı anlayış seviyelerine (avamdan en derin âlimlere kadar) hitap edebilmesi ve her birinin kendi hissesini alabilmesi.
* İhbarât-ı Gaybiye (Gaybdan Haber Vermesi):
* Geçmişe Dair İhbarât: Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin hallerini, Tevrat ve İncil’deki ihtilafları düzelterek, en doğru ve net surette haber vermesi.
* Geleceğe Dair İhbarât: Rumların galibiyeti, Mekke’nin fethi gibi vuku bulmadan önce haber verdiği hadiselerin aynen tahakkuk etmesi.
* Hakâik-i İlahî ve Kevniyedeki İ’câz: Tevhid, nübüvvet, haşir gibi en derin ve en mühim hakikatleri, en basit bir insana dahi kabul ettirecek bir katiyet ve açıklıkla beyan etmesi.
* Şebâbeti (Gençliği): Asırlar geçtikçe ihtiyarlamak yerine, bilakis tefsir ilimlerinin ve fenlerin (bilimlerin) inkişafıyla manasının daha da parlaması ve gençleşmesi.
* Ümmiyye-i Sadıka’dan (Okuma yazma bilmeyen, sadık Zât’tan) Zuhûru: Beşerî hiçbir tahsili olmayan bir Zât’ın (A.S.M.) lisanından, cihan şümul bir inkılabı yapacak ve kıyamete kadar gelecek bütün ilimlere ve tabakalara rehber olacak böyle bir kitabın zuhûr etmesi.

2. ‘Kırk Taife ve Tabaka-i Nâs’ Kimlerdir?
Bu “kırk taife,” On Dokuzuncu Mektup (Mu’cizât-ı Ahmediyye Risalesi)’nde, Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) risâletini (peygamberliğini) tasdik eden ve O’nun mucizelerine şahit olan gruplardır. Buradaki “kırk” sayısı, kesretten (çokluktan) kinayedir ve mevcudâtın (varlıkların) ve insanların hemen her sınıfını ihtiva ettiğini gösterir.
Kur’ân, bu taifelerin tamamına hitap eden en büyük mucizedir. Bu taifeleri, 19. Mektup’taki tasnife göre şöyle gruplandırabiliriz:
A. İnsan Taifeleri:
* Ehl-i İlim ve Ulemâ: (Âlimler, filozoflar/hikmet ehli)
* Ehl-i Belâgat ve Şuarâ: (Şairler, hatipler, edebiyatçılar)
* Ehl-i Siyaset ve Hükümdârlar: (Devlet reisleri, idareciler)
* Askerler ve Kumandanlar: (Savaş ve strateji ehli)
* Avam-ı Nâs: (Halkın geneli)
* Çocuklar, Kadınlar, Hastalar, Zayıflar: (Toplumun farklı hassas kesimleri)
* Kâhinler ve Gaybdan Haber Verenler: (O devrin mâneviyat ve gayb haberlerine aşina olanları)

B. Diğer Mahlûkat Taifeleri: (Bunlar da Kur’ân’ın davetine ve Peygamber’in (A.S.M.) risâletine şahittir)
* Cinler
* Melekler (Melâike)
* Hayvanât (Hayvanlar)
* Nebâtât (Bitkiler, ağaçlar)
* Cemâdât (Cansız varlıklar, taşlar, ay, güneş)
3. Herbir Tabakaya Gösterilen İ’câz ve Kur’ân’dan Misaller
Kur’ân’ın bu farklı taifelere kendi “dillerinden” nasıl bir i’câz gösterdiğine dair bazı misaller ve ayetler:
Taife 1: Ehl-i Belâgat ve Şairler (Edebiyat Ustaları)
* Gösterilen İ’câz Vech-i: Belâgattaki İ’câzı (Edebî Mucizeviliği).
* İzahı: Kur’ân, şiir ve hitabetin zirvede olduğu bir dönemde, en büyük ediplere meydan okumuş (tehaddî etmiş) ve onları bir tek sûresinin benzerini getirmekten âciz bırakmıştır. Bu acziyet, onun beşer kelâmı olmadığını, ancak Kelâmullah olduğunu ispat etmiştir.
* Misal Ayet (Meydan Okuma):
> Bakara 2:23 : “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içinde iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin; eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.”
>
* Mürâdif Ayet (Acziyetin İlanı):
> İsrâ 17:88 : “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini getiremezler.'”
>
Taife 2: Kâhinler ve Gaybdan Haber Verenler
* Gösterilen İ’câz Vech-i: İhbarât-ı Gaybiye (Gelecekten Haber Vermesi).
* İzahı: O dönemin kâhinleri, eksik ve yalanla karışık (çoğunlukla cinlerden alınan) gaybî haberler verirken; Kur’ân, katiyetle, net ve şüphesiz bir surette gelecekte yaşanacak hadiseleri haber vermiş ve bu haberler aynen vuku bulmuştur. Bu durum, Kur’ân’ın haber kaynağının, gaybı bilen Allâmu’l-Guyûb olduğunu göstermiştir.
* Misal Ayet (Rumların Galibiyeti):
> Rûm 30:2-4 : “Romalılar, yenilgiye uğradılar. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler, Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.”
>
* Mürâdif Ayet (Mekke’nin Fethi):
> Fetih 48:27 : “Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde, başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi, bunun dışında size yakın bir fetih de verdi.”
>
Taife 3: Ehl-i İlim ve Ulemâ (Âlimler ve Hikmet Ehli)
* Gösterilen İ’câz Vech-i: Hakâik-i İlahî ve Kevnî Câmiiyeti (İlmî ve Tevhîdî Hakikatler).
* İzahı: Felsefenin (hikmetin) ve ilmin çözemediği, varlığın aslı, hayatın gayesi, ölümden sonraki hayat (haşir) ve kâinatın Sâni’i (Yaratıcısı) gibi en derin meseleleri, en âmi bir insana dahi bir sayfada (misal: Haşr Sûresi’nin son ayetleri) veya bir sûrede (misal: İhlâs Sûresi) tam bir vuzûhiyetle ders vermesi, onun ilmî i’câzıdır.
* Misal Ayet (Tevhîd’in Özü):
> İhlâs 112:1-4 : “De ki: O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.”
>
* Mürâdif Ayet (Kâinatın Yaratılışına İşaret):
> Enbiyâ 21:30 : “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?”
>
Taife 4: Avam-ı Nâs ve Ehl-i İhtiyaç (Halk ve İhtiyaç Sahipleri)
* Gösterilen İ’câz Vech-i: Her Seviyeye Hitap Etmesi ve Tesellisi (Manevî Rehberlik).
* İzahı: Kur’ân, sadece yüksek tabakalara değil, hayatın zorluklarıyla boğuşan, okuma yazması olmayan, teselliye ve rehberliğe muhtaç olan avam tabakasına da en mükemmel bir rehber, en tesirli bir şifa olmuştur. Onun ayetlerindeki merhamet, ümit ve kolaylık vaadi, bu tabakanın ruhunu fethetmiştir.
* Misal Ayet (Rahmetin Genişliği):
> Zümer 39:53 : “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'”
>
* Mürâdif Ayet (Kolaylık Vaadi):
> İnşirâh 94:5-6 : “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
>
Netice olarak, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan; belâgat ehline belâgatıyla, âlimlere hakikatleriyle, kâhinlere gaybî haberleriyle, idarecilere adalet düsturlarıyla, avama teselli ve rehberliğiyle… kısacası “kırk taifenin” her birine, onların anlayacağı ve teslim olacağı bir cihetten mucizeliğini göstermiş ve ispat etmiştir.
Bu vaziyet, onun Mütekellim-i Ezelî olan Allah’ın kelâmı olduğunu güneş gibi âşikâr kılar.

***********

Kur’ân-ı Kerîm’in, hitap ettiği taifelerin en genişini ve en temelini teşkil eden “avam-ı nâs”a (genel halk tabakasına) bakan i’câz vecihini (mucizevilik yönünü) de tahlil edelim:

5. Avam-ı Nâs, Hastalar, Zayıflar ve Ehl-i İhtiyaç (Halk, İhtiyaç Sahipleri ve Kalbi Kırıklar)
* Onlara Gösterdiği İ’câz Vech-i: Manevî Şifâ, Kapsayıcı Rahmet, Tam Teselli ve Kolaylaştırıcı Rehberlik.
* İzahı ve Tahlili: Bu geniş tabaka, ekseriyetle nazarî (teorik) ilimlerin derinliklerinde, belâgatın inceliklerinde veya siyasetin karmaşık düsturlarında değildir. Onların hayatı; korku, endişe, hüzün, hastalık, fakirlik, ölüm, ayrılık ve adalet arayışı gibi en temel insani tecrübelerle doludur.
Bu taifeye Kur’ân’ın gösterdiği i’câz şudur: Felsefenin (hikmetin) ve psikolojinin asırlarca uğraşıp tam manasıyla tatmin edemediği insan ruhunun en derin yaralarına, en basit ve en avamî bir ferdin dahi anlayacağı bir surette, doğrudan ve tam bir şifa ile merhem olmasıdır.
Kur’ân, en büyük musibet olan “ölüm”ü bir “hiçlik” olmaktan çıkarıp “ebedî bir hayata geçiş” olarak tasvir eder. Fakirliği bir “zillet” değil, “sabırla ebedî bir zenginliği kazanma vesilesi” olarak gösterir. Hastalığı bir “azap” değil, “günahlara kefaret ve mânevî bir terakki” olarak tanımlar. Zalimin zulmünü “karşılıksız” bırakmayıp, “Mahkeme-i Kübrâ”yı (Büyük Mahkeme) ilân ederek mazlumun kalbini teselli eder.
Bu, beşerî bir telkinin, bir felsefî tesellinin çok fevkindedir. Zira Kur’ân, bunu sadece bir “tavsiye” olarak değil, kâinatın Sahibi namına “vaad” ve “emir” olarak yapar. İşte bu sarsılmaz dayanak noktası, en âmi bir mü’minin dahi, en büyük bir musibet karşısında, en büyük bir filozoftan daha metanetli durmasını sağlar. Bu “mânevî kuvvet” ve “şifa”, Kur’ân’ın bu tabakaya gösterdiği en parlak i’câzıdır.
* Misal Ayetler ve İzahları:
* Günahkârlara ve Ümitsizlere Teselli:
> Zümer 39:53 : “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'”
>
* İzah: Geçmişin hataları altında ezilen ve kurtuluş ümidi kalmadığını düşünen bir insana, beşerî hiçbir söz, bu ayetin verdiği genişlikte bir ümit ve teselli veremez. Kâinatın Sahibinin (C.C.) af kapısını bizzat açtığını ve “bütün günahları” kapsadığını ilân etmesi, ruh için tam bir şifadır.
* Musibetzedelere ve Dertlilere Teselli:
> Bakara 2:155-156 : “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele! Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.”
>
* İzah: Bu ayetler, hayatın kaçınılmaz imtihanları (korku, açlık, mal ve can kaybı) karşısında insana bir “duruş” ve “mânâ” kazandırır. Musibeti bir “isyan” vesilesi değil, “inâ lillâh…” (Biz Allah’a aidiz) diyerek “sabır” ve “teslimiyet” ile müjdelenme vesilesi kılar. Bu, acıyı dindiren değil, acıyı “mânâlandıran” ve “sevaba” çeviren bir i’câzdır.
* Hayatın Zorlukları ve Sıkıntılar İçindekilere Teselli:
> İnşirâh 94:5-6 : “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
>
* İzah: En âmi bir insanın dahi ezberinde olan bu ayetler, en karanlık anda bir ümit ışığıdır. Zorluğun “içinde” veya “hemen ardından” bir kolaylığın geleceğini, kâinatın Rabbi namına iki defa te’kid ederek (pekiştirerek) vaad etmesi, ruhun direncini ayakta tutan en kuvvetli bir mânevî ilaçtır.
* Yalnızlara ve Kendini Çaresiz Hissedenlere Teselli:
> Bakara 2:186 : “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana inansınlar.”
>
* İzah: İnsanın en temel ihtiyacı “duyulmak”tır. Bu ayet, Allah (C.C.) ile kul arasına hiçbir vasıta koymadan, “Ben yakınım” ve “duaya cevap veririm” diyerek, en zayıf, en kimsesiz kulun dahi sesinin doğrudan Arş-ı A’lâ’da işitildiğini ve O’nunla muhatap olabildiğini ilân eder. Bu, avam-ı nâs için en büyük bir kuvvet ve şereftir.
Netice olarak Kur’ân; âlime ilmiyle, edibe belâgatıyla hitap ettiği gibi; en geniş taife olan avama da onların en temel ihtiyacı olan “rahmet”, “şifa”, “teselli” ve “ümit” diliyle hitap etmiş, onların ruh dünyalarında en büyük inkılabı yaparak mucizeliğini her an, her fert üzerinde göstermiş ve göstermektedir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

 www.tesbitler.com
30/10/2025




LEM’ALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

LEM’ALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

İÇİNDEKİLER:

  • ÜÇÜNCÜ LEM’A
  • ONİKİNCİ LEM’A
  • OTUZUNCU LEM’A

 

 

Üçüncü Lem’a

(Bu Lem’aya bir derece hiss ve zevk karışmış. Hiss ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem’a mantık mizanları ile tartılmamalı.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetinin mealini ifade eden

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى ٭ يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

iki cümlesi mühim iki hakikatı ifade ediyorlar. Ondandır ki: Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-ı mühimmenin birkaç nüktesini beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE:

Birinci defa

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivadan tecrid ediyor, kesiyor. Şöyle ki: İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibariyle mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennet’e bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azab çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan sû’-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor, kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat’-ı alâka etmek, o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek cihetiyle Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

olan birinci cümlesi: “Bâki-i Hakikî yalnız sensin. Masiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller.” demektir. İşte bu halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani:

يَا بَاق۪ى

“Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var.” Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.

**********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Üçüncü Lem’a, bizzat müellifinin de işaret ettiği gibi, “hiss ve zevk” cihetinin ağır bastığı, kalbin derûnî tefekkürlerini ve manevî bir seyr-i sülûkun esaslarını tasvir eden mühim bir bahistir. Bu Lem’a, insanın ebede uzanan arzularıyla fâni bir âlemde yaşamasının getirdiği zıtlığın (çelişkinin) hallini “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” (Ey Bâkî olan! Bâkî ancak Sensin!) cümlesinin tefsiriyle sunar.

Giriş: Fena ve Beka Meseelesi
Üçüncü Lem’a’nın temel meselesi, insanın mahiyetine dercedilmiş olan “hadsiz bir istidad-ı muhabbet” ile bu muhabbetin yöneldiği “fâni mevcudat” arasındaki derin aykırılıktır. İnsan, yapısı (doğası) icabı güzele, mükemmele ve ihsana meftundur. Gördüğü her güzelliği sevmek ister. Ancak bu âlemdeki güzellikler, kemaller ve ihsanlar fânidir; zevâle (yok olmaya) mahkûmdur.
İnsan bu fâni sevgililerden (mahbublardan) ayrıldıkça, kalbi “hadsiz cerihalar” (sınırsız yaralar) alır. İşte “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” zikri, bu fânilik yarasının hem teşhisi hem de tedavisidir.
Dayandığı Âyet-i Kerime: “Küllü Şey’in Hâlikün İllâ Vecheh”
Lem’a’nın başında zikredilen ve bu tefekkürün temelini teşkil eden âyet-i kerime, Kasas Sûresi’nin 88. âyetinin son kısmıdır. Bu âyetin tamamı, meselenin hem “fena” hem de “beka” cihetini kâmil manada ortaya koyar:
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk edip yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88)
Bu âyet, “Bâkî-i Hakikî”nin (Gerçek ve Ebedî Olan’ın) yalnızca Allah olduğunu, O’nun Zât’ı (vecheh) haricindeki her şeyin “hâlik” (helâk olucu, fâni) olduğunu hükme bağlar.

Birinci Nükte: “Ameliyat-ı Cerrahiye” (Mâsivâdan Tecrid)
Birinci defa söylenen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî”, bir teşhis ve bir ameliyattır.
• Teşhis (Fâniliğin İdrakı): İnsan, kalbindeki sınırsız sevme kabiliyetini yanlış kullanarak (sû’-i istimal ederek) fâni mevcudata sarf eder. Dünyayı bir “hane”, sevdiklerini “ebedî bir yoldaş” zanneder. Halbuki bu mevcudat durmayıp gitmektedir. Bu durum, “firaktan” (ayrılıktan) kaynaklanan “hadsiz bir manevî azaba” sebep olur.
• Ameliyat (Kat’-ı Alâka): Birinci cümle, kalbe cerrah neşteri vurur. Der ki: “Madem Bâkî olan yalnız Sensin, öyleyse mâsivâ (Senden gayrı her şey) fânidir.” Fâni olan ise, ebed için yaratılan bir kalbin hakikî sevgisine, aşkına ve alâkasına medar olamaz.
Bu ameliyat, sevgiyi fâniden kesip Bâkî’ye yöneltmektir. Bu, “o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek” manasındadır.
Müradif (Alakalı) Mefhumlar:
• Tevhid-i Mahbûb: Sevgide tevhidi sağlamak. Nasıl ki “Lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) denilerek rubûbiyette şirk reddedilir; burada da “Lâ mahbûbe illallah” (Allah’tan başka [hakikî] sevgili yoktur) manasıyla muhabbetteki gizli şirk (şirk-i hafî) reddedilir.
• Fena-i Âlem: Âlemin bizâtihî fâniliğini, kendi başına bir kıymeti olmadığını idrak etmek.
Destekleyen Diğer Âyetler (Fena Ciheti):
Fâniliği vurgulayan ve insanın bu dünyaya aldanmaması gerektiğini belirten pek çok âyet, bu birinci nüktedeki “ameliyat-ı cerrahiye”yi destekler:
“(26) Yeryüzünde bulunan herkes fânidir. (27) Sadece kerem sahibi ve yüce olan rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

İkinci Nükte: “Merhem ve Tiryak” (Beka ile Teselli)
Birinci cümle kalbi mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) kestiğinde, ortaya “hadsiz cerihalar” (sınırsız yaralar) çıkar. Zira insan sevdiği her şeyden yüz çevirmiştir. Bu, büyük bir boşluk ve acı verir.
İkinci defa söylenen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” cümlesi, bu yaralara hem merhem hem de tiryak (panzehir) olur.
• Merhem (Teselli): Bu cümle der ki: “Yâ Bâkî! Madem Sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin.” Evet, bütün fâni sevgililer gitse de, Bâkî olan Allah mevcuttur. O’nun varlığı, giden her şeyin yerini doldurur.
• Tiryak (Hakikati Görmek): Bu cümle, fânilere bakışı değiştirir. Der ki: “Madem Sen varsın, herşey var.” Bu şu demektir: Fâni mevcudatta gördüğümüz ve sevdiğimiz hüsün (güzellik), ihsan (iyilik) ve kemal (mükemmellik), aslında onların kendi malı değildir. Onlar, Bâkî-i Hakikî’nin hüsün, ihsan ve kemalâtının “işaratı” ve “çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir.”
Müradif (Alakalı) Mefhumlar:
• Beka Billah (Allah ile Beka Bulmak): Mevcudatın fâniliğini (fena) idrak ettikten sonra, onların ancak Allah’ın “ibkası” (beka vermesi) ile varlıklarını sürdürdüklerini, O’nun isimlerinin bir “cilvesi” olduklarını anlamak.
• Mir’ât-ı Esmâ (İsimlerin Aynası): Yaratılmış her şey, Sâni-i Bâkî’nin isimlerine bir ayna olur. Artık sevgi, fâni olan aynanın zâtına değil, onda görünen Bâkî Zât’ın güzelliğine yönelir.
• Muhabbet li-Vechillah (Allah Namına Sevmek): Artık mevcudat, “senin muhabbetinle onlar sevilir” sırrına mazhar olur. Bir çiçek, Allah’ın Musavvir (şekil veren) ve Cemîl (güzel) isimlerinin bir tecellisi olduğu için sevilir. Bir anne, Allah’ın Rahîm isminin bir cilvesini taşıdığı için sevilir. Bu sevgi, fâniye değil, Bâkî’yedir.
Destekleyen Diğer Âyetler (Beka Ciheti):
Bu ikinci nükte, her şeyin kıymetini Allah’tan aldığını ve hakikî varlığın O’na ait olduğunu belirten âyetlere dayanır:
“Sizde olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir. Elbette sabredenlere, yapmakta olduklarının daha güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl 16/96)
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Âl-i İmrân 3/189)
Netice ve Hülâsa
Üçüncü Lem’a’da tasvir edilen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” zikri, kalbin seyr-i sülûkudur (manevî yolculuğudur):
• Birinci Adım (Fena idrakı): Kalp, fânilere yönelttiği sevgiden (şirk-i hafîden) tevbe eder. Bu, bir “tecrid” (soyutlanma) ve “kat’-ı alâka”dır (ilişiği kesmektir). Bu, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka hakikî varlık yoktur) hakikatine yaklaşmaktır.
• İkinci Adım (Beka idrakı): Kalp, Bâkî olan Allah’ın varlığının her şeye bedel olduğunu anlar. Artık fânilere, O’nun sanatı, O’nun isimlerinin aynası ve O’nun mahlûku nazarıyla bakar.
Böylece, insanın “hadsiz istidad-ı muhabbeti”, fânilerde boğulup ebedî azap çekmek yerine, Bâkî-i Zülcelâl’e yönelerek ebedî bir lezzet ve saadet kazanmış olur.

 

İKİNCİ NÜKTE:

İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Bâki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halketmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva’-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev’-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tâbi’dir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife; o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

cümlesi bu hakikatı ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasılki saatin sâniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli madum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer. Evet Bâki-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir. Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir sâniye hükmüne geçer. Meşhur böyle bir söz var ki:

سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ

yani: “Firakın bir sâniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir sâniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki: Visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir sâniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir.
Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir sâniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

hükmümüzü teyid ediyor.

Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir sâniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir sâniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise sâniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünki firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir sâniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar. Çünki hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

Şu mes’ele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî’nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu Nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi’rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünki o Mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman”

{(Haşiye):

قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ

âyetiyle,

وَلَبِثُوا ف۪ى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا

âyeti “tayy-ı zaman”ı gösterdiği gibi,

وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

âyeti de “bast-ı zaman”ı gösterir.}

hakikatını aynen müşahede ettikleri medar-ı şübhe olamaz. Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rü’yada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zâtın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir. Öyle ise böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi “Hüve-l Bâki, Hüve-l Ezeliyy-ül Ebedî, Hüve-s Sermedî, Hüve-d Daim, Hüve-l Matlub, Hüve-l Mahbub, Hüve-l Maksud, Hüve-l Mabud” demeli.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

***********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen bu “İkinci Nükte” ve “Üçüncü Nükte”, insanın en derûnî ve cihan şümul bir meselesini, yani “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı) hakikatini ve bu fıtrî (doğuştan gelen) şiddetli arzunun nasıl tatmin edileceğini, fâni (ölümlü) hayatın nasıl bâki (ebedî) bir hayata tebdil edilebileceğini (dönüştürülebileceğini) hikmetli bir surette izah etmektedir.

Konunun Esası: İnsanın Fıtratındaki Beka Aşkı
Her iki nüktenin de temel aldığı nokta, insanın fıtratına (yaratılışına) yerleştirilmiş olan o “gayet şedid” (çok şiddetli) ebediyet aşkıdır. İnsan, yapısı itibariyle yokluğa (adem) değil, varlığa (vücud) ve devamlılığa (beka) meftundur.

BİRİNCİ BÖLÜM: AŞK-I BEKA VE MANTIKÎ NETİCELERİ (İKİNCİ NÜKTE’NİN TAHLİLİ)

İkinci Nükte, bu şiddetli arzunun varlığından yola çıkarak, ebedî bir âlemin (ahiretin) varlığının zarurî bir isbatını sunar.
1. Muhabbetin Kaynağı: Tevehhüm-ü Beka
Metin, insanın sevdiği (muhabbet ettiği) her şeyde, vehim kuvvetiyle (kuvve-i vâhime) dahi olsa, bir nevi ebediyet vehmettiğini, ancak o şeyin zevalini (yok oluşunu) düşündüğünde veya gördüğünde derinden feryat ettiğini belirtir.
• İzahı: İnsanın bir çiçeği, bir dostunu veya gençliğini sevmesi, aslında onlardaki güzelliğin ve kemalin daimî olmasını arzu etmesindendir. “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” cümlesi, ayrılık acısının temelinde, sevilen şeyin fâniliğine karşı duyulan bir isyan ve ebediyet arzusunun fıtrî bir çığlığı olduğunu gösterir.

2. Arzu-yu Beka’dan Alem-i Beka’ya Delil (İsbat)
Nükte, bu cihan şümul ve fıtrî arzuyu, “umumî bir dua” olarak nitelendirir ve bu duanın kabul edilmemesinin mümkün olmadığını beyan eder.
• Kıyas (Analoji): Nasıl ki Fâtır-ı Kerîm (ikramı sonsuz Yaratıcı), “küçük midenin cüz’î arzusunu” ve muvakkat (geçici) bir beka (hayatta kalma) duasını, hadsiz lezzetli yiyeceklerin (enva’-ı mat’umat-ı leziziye) yaratılmasıyla kabul etmiştir;
• Netice (Hüküm): Öyle de, bütün insanlığın (umum nev’-i beşer) “pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu” ve ebedî bekaya dair “gayet kuvvetli duasını” kabul etmemesi, O’nun hikmet, adalet, rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
• Müradifi: Bu, bir “ihtiyac-ı fıtrî”dir. Nasıl ki balığın hayatı suyu iktiza eder (gerektirir), insanın ebediyet arzusu da ebedî bir âlemi iktiza eder. Allah (c.c.), fıtrata bu ihtiyacı koymuşsa, cevabını da halk etmiştir.

3. Tedavi ve Vazife: Bâkî’ye Teveccüh
Madem insan bekaya âşıktır ve madem beka ancak Bâkî-i Zülcelal’e (azamet sahibi ve ebedî olan Allah’a) mahsustur; öyleyse fâni insanın vazifesi, Bâkî’ye yönelmektir.
• Formül: “Bâki’nin esması bâkiyedir.” İnsan, O’nun Bâkî, Evvel, Ahir, Zahir, Batın gibi ebedî isimlerine (esmasına) yapışarak ve O’nun âyinesi olarak O’nun rengini (sıbgatullah) alarak bir nevi bekaya mazhar olur.
• Müradifi: “Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur.” Bu, fâni olanı ebedîleştirmenin sırrıdır.
• Nida: “يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى” (Ey Bâkî! Gerçek Bâkî ancak Sensin!) nidası, insanın bu hadsiz manevî yaralarını tedavi eden ve fıtratındaki o şiddetli arzuyu tatmin eden bir ilticadır (sığınmadır).

4. Konuyla İlgili Ayetler (Fena ve Beka)
Bu nüktenin temel aldığı “fena” (fânilik) ve “beka” (ebedîlik) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’de müteaddit defalar vurgulanır:
• Meali (Rahmân, 55/26-27):
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِۚ ﴿٢٧﴾
“Yeryüzünde bulunanların hepsi fânidir. Azamet ve kerem sahibi rabbinin zâtı ise bâki kalır.”
• Meali (Kasas, 28/88):
… لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ۠ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٨﴾
“…O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”
Bu ayetler, hakikî bekanın ancak Allah’a ait olduğunu, O’na yönelmeyen her şeyin (O’nun vechi/zâtı/rızası dışında olan her şeyin) “hâlik” (yok olucu) olduğunu tasdik eder.

İKİNCİ BÖLÜM: FÂNİ ÖMRÜ BÂKİ KILMAK (ÜÇÜNCÜ NÜKTE’NİN TAHLİLİ)

Üçüncü Nükte, İkinci Nükte’de tesis edilen “Bâkî’ye yönelme” vazifesinin, bu fâni dünyada nasıl gerçekleştirileceğini ve zamanın izafî (göreceli) yapısı itibariyle kısa bir ömrün nasıl ebedî bir ömür hükmüne geçebileceğini izah eder.

1. Zamanın İzafiyeti ve İnsanın Mahiyeti
Metin, zamanın tesirinin mahlukata göre farklı olduğunu (muhtelif) ve insanın “mütedâhil daireler” (iç içe geçmiş daireler) gibi olduğunu belirtir:
• Cisim (Beden): Hayatı ve vücudu sadece “hazır bir saat” ile sınırlıdır. Geçmişi ve geleceği ölüdür (meyyit) veya yoktur (madum).
• Kalb (Gönül): Dairesi daha geniştir; geçmiş ve gelecek zamanlara uzanır.
• Ruh: Dairesi çok daha geniştir (daire-i azîme); seneler öncesi ve sonrasını idrak sahasına dâhil edebilir.

2. Fâni Ömrü Bâkîleştirmenin Sırrı: “Lillah” (Allah İçin)
İnsanın bu ruhî ve kalbî genişliğine (istidadına) binaen, fâni ömrü ebedî bir ömre dönüştürmenin çaresi gösterilir:
• Vasıtalar: Marifet-i İlahiye (Allah’ı tanımak), Muhabbet-i Rabbaniye (Allah’ı sevmek), Ubudiyet-i Sübhaniye (Allah’a kulluk etmek) ve Marziyat-ı Rahmaniye (Allah’ın rızasını aramak).
• Netice: Bu yolda geçirilen bir fâni ömür, “bâki bir ömrü tazammun eder” (ihtiva eder) ve “ebedî bir ömrü intac eder” (netice verir).
• Formül: “Bâki-i Hakikî’nin… yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir.”

3. Meşhur Sözün Tashih Edilmesi (Düzeltilmesi)
Metin, “Firakın (ayrılığın) bir sâniyesi bir senedir; visalin (kavuşmanın) bir senesi bir sâniyedir” sözünü, hakikat noktasında tashih eder:
• Fâni Visal: Dünyevî ve fâni bir kavuşma (visal) ne kadar uzun olursa olsun, zevale mahkûm olduğu için kısa hükmündedir (“bir sâniye gibi geçer”) ve geriye sadece “hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya” bırakır.
• Bâkî Visal: “Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah (Allah için) bir sâniye visal,” bir senelik fâni visalden çok ötedir; “daimî bir pencere-i visaldir.”
• Gaflet Firakı: Gaflet ve dalalet içindeki bir ayrılık (Allah’tan uzaklık) ise, bin sene bile sürse, neticesi itibariyle (hiçlik ve kayıp olduğundan) “bir sâniye hükmündedir.”

4. Amelî Çare: “Lillah, Livechillah, Lieclillah”
Nükte, fâni ömrü bâki yapmanın amelî (pratik) çaresini şu üç kelimeyle özetler:
“Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. ‘Lillah, livechillah, lieclillah’ rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.”
Bu, niyetin ameli nasıl dönüştürdüğünün ve fâni bir fiili nasıl ebedîleştirdiğinin sırrıdır.

5. “Bast-ı Zaman” Hakikati ve Delilleri
Bu manevî uzunluğun, maddî âlemde de tezahürleri olan “Bast-ı Zaman” (zamanın genişlemesi) hakikatiyle ispatı yapılır:
• Nass-ı Kur’an (Leyle-i Kadir): Kur’an’ın sarahatiyle bir gecenin (Kadir Gecesi), seksen küsur senelik bin ay hükmünde olması.
Meali (Kadr, 97/3):
لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْرٍۜ ﴿٣﴾
“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.”
• Mi’rac-ı Nebevî: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Mi’rac hadisesinde “birkaç saat” gibi kısa bir müddette, beka âlemine girmesi hasebiyle “binler seneler hükmünde vüs’ati ve uzunluğu” olan bir seyahati yapması.
• Keramat-ı Evliya (Bast-ı Zaman): Ehl-i velayetin (velilerin) bir dakikada bir günlük işi görmesi veya bir hatim okuması gibi, kesretle (çoklukla) ve tevatürle (yalan üzere birleşmesi mümkün olmayan bir kalabalıkla) rivayet edilen hadiseler.
• Rü’ya Hadisesi: Herkesin yaşadığı rü’ya hadisesi. “Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı… görmek için yakaza âleminde (uyanıklıkta) bir gün, belki günler lâzımdır.” Bu, zamanın izafî olduğuna dair umumî bir tecrübedir.

6. “Tayy-ı Zaman” ve “Bast-ı Zaman”a İşaret Eden Ayetler (Haşiyeden)
Metindeki haşiyede (dipnotta) bu zaman izafiyetine işaret eden ayetler zikredilmiştir:
• Tayy-ı Zaman (Zamanın Dürülmesi/Kısalması): Ashab-ı Kehf’in uykudan uyanınca kendi aralarındaki konuşması, zaman algılarının nasıl değiştiğini gösterir.
• TDV Meali (Kehf, 18/19):
… قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ …
“…İçlerinden biri, ‘Ne kadar kaldınız?’ dedi. (Bir kısmı) ‘Bir gün, ya da bir günden az kaldık’ dediler…”
• Halbuki hakikatte kalan müddet şudur:
• Meali (Kehf, 18/25):
وَلَبِثُوا ف۪ى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿٢٥﴾
“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Buna dokuz yıl da ilave ettiler.”
• Bast-ı Zaman (Zamanın Genişlemesi/Uzaması): Allah katındaki zaman mefhumunun, bizim saydığımızdan farklı olduğunu beyan eden ayet:
• Meali (Hac, 22/47):
… وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ﴿٤٧﴾
“…Şüphesiz, Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”

Elhasıl (Netice ve Hülâsa)
Her iki nüktenin vardığı nihaî netice şudur:
İnsan fânidir, fakat “beka için halkedilmiş” ve “bâki bir zâtın âyinesi” olarak yaratılmıştır. Ona verilen fâni cihazlar ve istidatlar (kabiliyetler), bâki meyveler verecek işlerde kullanılması için emanet edilmiştir.
Öyleyse insanın hakikî vazifesi ve ebedî saadeti; bütün cihazatını ve istidatlarını o Bâkî-i Sermedî’nin (ebedî ve sonsuz olan Bâkî’nin) rızası dairesinde (daire-i marziyatında) kullanarak, O’nun esmasına yapışıp, ebed yolunda O’na yönelerek (müteveccih olarak) gitmektir.
Lisanı “يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى” dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı ve bütün letaifi (duyguları) hep bir ağızdan “Hüve-l Bâki (Bâkî ancak O’dur), Hüve-l Matlub (Maksat O’dur), Hüve-l Mahbub (Sevgili O’dur), Hüve-l Mabud (İbadet edilecek O’dur)” demelidir.

 

 

 

 

  1. LEM’A

    İKİNCİ SUAL

    münasebetiyle iki mes’ele-i mühimme beyan edilecek. Çünki Coğrafya ve Kozmoğrafya fenlerinin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla ve küçücük mizanlarıyla Kur’anın semavatına çıkamadıklarından ve âyâtın yıldızlarındaki yedi kat manaları keşfedemediklerinden âyeti tenkid, belki inkârına divanecesine çalışmışlar.

    Birinci Mes’ele-i Mühimme:

    Semavat gibi arzın da yedi tabaka olmasına dairdir. Şu mes’ele, yeni zamanın feylesoflarına hakikatsız görünüyor. Onların arza ve semavata dair olan fenleri kabul etmiyor. Bunu vasıta ederek bazı hakaik-i Kur’aniyeye itiraz ediyorlar. Buna dair muhtasaran birkaç işaret yazacağız.

    Birincisi:

    Evvelâ: Âyetin manası ayrıdır ve o manaların efradı ve mâsadakları ayrıdır. İşte o küllî mananın müteaddid efradından bir ferdi bulunmazsa, o mana inkâr edilmez. Semavatın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mana-yı küllîsinin çok efradından yedi mâsadak zahiren görünüyor. Sâniyen: Âyetin sarahatında “yedi kat arz” dememiş.

    اَللّٰهُ الَّذ۪ى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ
    ilââhir. Âyetin zahiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

    İkincisi:

    Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür, fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan; kalb, cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. Onun için zeminin küçük mikyasta eskiden beri yedi

    {(*): Seb’a ile beraber yedi kelimesi yedi kerre tevafuku pek güzel düşmüş.}

    iklimi; hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, iki Asya, iki Amerika namlarıyla maruf yedi kıt’ası; hem denizle beraber şark, garb, şimal, cenub, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıt’ası; hem merkezinden tâ kışr-ı zahirîye kadar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl ve mütenevvi yedi tabakası, hem zîhayat için medar-ı hayat olmuş yetmiş basit ve cüz’î unsurları tazammun edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi küllî unsuru; hem dört unsur denilen su, hava, nar, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selâse” denilen maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri; hem cinn ve ifrit ve sair muhtelif zîşuur ve zîhayat mahlukların âlemleri ve meskenleri olduğu, çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri; hem Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zîhayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyât-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.

    İşte yedi nevi ile yedi tarzda, arzın yedi tabakası mevcud olduğu tahakkuk ediyor. Sekizincisi olan âhirki mana, başka nokta-i nazarda ehemmiyetlidir; o yedide dâhil değildir.

    Üçüncüsü:

    Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.
    O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.

    Dördüncüsü:

    Onsekizinci Mektub’da tabakat-ı Arzın acaibine dair ehl-i keşfin tavr-ı akıl haricinde beyan ettikleri tasvirata dair bir temsil zikredilmiştir. Hülâsası şudur ki: Küre-i Arz, âlem-i şehadette bir çekirdektir; âlem-i misaliye ve berzahiyede bir büyük ağaç gibi, semavata omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin Küre-i Arzda ifritlere mahsus tabakasını bin senelik bir mesafe görmeleri, âlem-i şehadete ait Küre-i Arzın çekirdeğinde değil, belki âlem-i misalîdeki dallarının ve tabakalarının tezahürüdür. Madem Küre-i Arzın zahiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahüratı var; elbette yedi kat semavata mukabil yedi kat denilebilir ve mezkûr noktaları ihtar için îcaz ile i’cazkârane bir tarzda âyât-ı Kur’aniye, semavatın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göstermekle işaret ediyor.

    *******

    Kur’an-ı Kerim’in “yedi gök” ve “yerden de onların benzeri” ifadelerini, modern fenlerin (bilimlerin) itirazlarına karşı müdafaa eden ve bu ayetlerin geniş, çok katmanlı anlamlarını izah eden derin bir tefsir analizidir.

    1. Meselenin Özü: Kur’an Ayeti ve İtiraz
    Metnin ele aldığı temel sorun, bazı coğrafya ve kozmografya (jeoloji ve kozmoloji) bilim insanlarının, Kur’an’ın “yedi kat sema” ve “yedi kat arz” ifadelerini kendi dar kanunları ve ölçüleriyle değerlendirip, yeryüzünde yedi katman (tabaka) bulamadıkları gerekçesiyle ayeti eleştirmesi, hatta inkâr etme eğilimidir.
    Bu itirazın yüzeysel olduğunu ve ayetin derinliğini kavrayamamaktan kaynaklandığını savunur.

    2. Merkezi Ayet ve Dil İnceliği
    Tartışmanın merkezinde yer alan ayet, Talâk Suresi’nin 12. ayetidir.
    Merkezi Ayet:
    اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا **Anlamı:** “Allah, yedi göğü ve yerden de **onların benzerini** yaratandır. Emir, bunlar arasından inip durur ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk, 65/12) Metninizdeki izahın kilit noktası şudur: * Ayet, açıkça “yedi kat yer” (seb’a aradîn) dememiş, “onların benzerini” (مِثْلَهُنَّ – mislehünne) demiştir. * Bu “benzerlik” (misliyet), ille de katman katman, birebir aynı yapıdadır demek değildir. * Metin, bu benzerliğin öncelikle **”mahlukıyet” (yaratılmış olmak)** ve **”mahlûkata meskeniyet” (yaratıklara ev sahipliği yapmak)** cihetiyle olabileceğini belirtir.

    ### 3\. Yeryüzünün Kâinattaki Manevî Yeri Metin, yeryüzünün (Küre-i Arz), görünürdeki fiziki küçüklüğüne rağmen, kâinattaki rolünün büyüklüğüne dikkat çeker. Yeryüzü: * Allah’ın sayısız sanatının bir “sergisi” (meşheri), * İsimlerinin tecellilerinin “göründüğü yer” (mazharı), * Canlıların “toplanma yeri” (mahşeri), * Ve kâinatın manevî “kalbi” ve “merkezi” hükmündedir. Nasıl ki küçük bir kalp, devasa bir bedeni idare eder; küçük olan yeryüzü de bu manevî ve faaliyet merkeziyeti sebebiyle, ayette koskoca semavata bir “mukabil” (karşılık) olarak zikredilmiştir.

    ### 4\. “Yedi Arz” İfadesinin Muhtemel Anlamları (Efradı ve Mâsadakları)
    Metin, ayetteki “benzerlik” ifadesinin küllî (genel) bir mana taşıdığını ve bu genel mananın birden çok ferdinin (örneğinin, gerçekleşme biçiminin) olabileceğini savunur. Bir tanesinin görünmemesi, o genel manayı çürütmez. Metnin sıraladığı bu yedi (veya sekiz) muhtemel mana şunlardır:
    1. **Yedi İklim:** Eskiden beri coğrafyacıların kabul ettiği yedi iklim kuşağı.
    2. **Yedi Kıt’a (Eski Dünya):** Asya, Avrupa, Afrika, Okyanusya, (ve Asya ile Amerika’nın ikiye bölünmesiyle) yedi kıt’a. 3. **Yedi Kıt’a (Yeni Dünya):** Şark (Doğu), Garb (Batı), Şimal (Kuzey), Cenub (Güney), bu yüz (Eski Dünya), Yeni Dünya yüzü ve denizlerle beraber yedi bölge.
    4. **Yedi Jeolojik Tabaka:** Yerin merkezinden (çekirdekten) dış kabuğa (kışr-ı zahirîye) kadar bilimsel olarak da (fennen) sabit olan, iç içe geçmiş farklı yoğunluk ve özelliklerdeki yedi katman (Çekirdek, Dış Çekirdek, Alt Manto, Üst Manto, Astenosfer, Litosfer, Yer Kabuğu gibi).
    5. **Yedi Küllî Unsur:** Canlıların hayatına kaynaklık eden ve “yedi kat” olarak tabir edilen yedi genel element (unsur) grubu (metin, bunların yetmiş basit unsuru kapsadığını belirtir).
    6. **Yedi Varlık Tabakası (4+3):** Dört temel unsur (su, hava, ateş, toprak) ile birlikte “mevâlid-i selâse” (üç doğanlar) denilen üç âlem: Madenler, bitkiler (nebatat) ve hayvanat.
    7. **Yedi Manevî Âlem:** Cinler, ifritler ve diğer şuurlu (zîşuur) ve canlı (zîhayat) varlıkların yaşadığı, ehl-i keşif ve ehl-i şuhudun (manevî keşif sahiplerinin) müşahede ettiği yedi farklı âlem veya mesken.
    8. **Yedi Benzer Küre (Gezegen):** (Metnin sekizinci olarak dışarıda tuttuğu, ancak bir ihtimal olarak sunduğu) Yeryüzüne benzeyen, canlılara ev sahipliği yapan yedi başka gezegen (küre-i uhra) bulunması.

    ### 5\. Yaratılışın Gayesi: Boşluk ve Abesiyetin Reddi
    Metnin üçüncü noktası, teolojik bir delil sunar:
    * **Hakîm-i Mutlak (Allah), israf etmez ve abes (anlamsız, gayesiz) iş yapmaz.
    ** * Varlıkların yaratılış gayesi şuurlu varlıklardır (zîşuur). Kâinat, şuurlu varlıklarla şenlenir ve anlamsızlıktan (abesiyetten) kurtulur.
    * Allah, havayı kuşlarla, denizi balıklarla, toprağın yüzeyini insan ve hayvanlarla doldurup şenlendirmiştir.
    * Aynı şekilde, yerkürenin merkezinden kabuğuna kadar olan o devasa yedi tabakayı (eğer 4. maddedeki gibi kabul edilirse) boş ve hâli bırakması, O’nun hikmetine uymaz.

    * **Sonuç:** Elbette o âlemleri de şenlendirmiş, oralara uygun şuurlu varlıklar (melaike, ruhanîler vb.) yaratıp yerleştirmiştir. O varlıklar (örneğin nurdan yaratılmışlarsa), onlara o kesif tabakalar balığa su, kuşa hava gibi gelir; hatta merkezdeki müthiş ateş (magma), onlara Güneş’in bize verdiği ısı gibi bir “nur” ve enerji kaynağı olabilir.
    ### 6\. Metafizik Boyut: Çekirdek ve Ağaç Temsili
    Metnin dördüncü noktası, meselenin fizik ötesi (metafizik) boyutuna işaret eder:
    * Bizim gördüğümüz bu fiziksel dünya (âlem-i şehadet), asıl hakikatin sadece bir “çekirdeği” gibidir.
    * Bu çekirdeğin, misal âleminde (âlem-i misaliye) ve berzah âleminde (âlem-i berzahiye) açılmış, semavata ulaşan devasa bir “ağaç” gibi tezahürleri vardır.
    * Ehl-i keşfin, “ifritlere mahsus tabakayı bin senelik mesafe gördük” demesi, bu fiziksel çekirdekte değil, o manevî ağacın misal âlemindeki yansımalarında gördükleri bir genişliktir.
    * Dolayısıyla, yeryüzünün de semavat gibi “yedi kat” olarak ifade edilmesi, bu fiziksel, jeolojik, biyolojik ve manevî katmanların tümüne birden işaret eden mucizevî bir Kur’an ifadesidir.

    ### Konuyla İlgili Diğer Ayetler (Müradifler/Benzer Temalar) “Yedi gök” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de sıkça tekrarlanarak kâinatın bu düzenine vurgu yapar. İşte bu merkezi ayetin (Talâk 12) temasını destekleyen ve “yedi gök” kavramını kullanan bazı ayetler: 1. **Bakara Suresi, 29. Ayet:**
    هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

    **Anlamı:** “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
    • Mülk Suresi, 3. Ayet:
    \\ اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
    Anlamı: “O, yedi göğü tabaka tabaka (uyum içinde) yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun?”
    • İsrâ Suresi, 44. Ayet:
    \\ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
    Anlamı: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayandır.”
    • Mü’minûn Suresi, 86. Ayet:
    \\ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ
    Anlamı: “De ki: ‘Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?'”
    Sonuç ve Değerlendirme

    Özetle, metin, Talâk Suresi 12. ayetteki “yedi gök ve yerden de onların benzeri” ifadesinin, basit bir jeolojik katman sıralamasından ibaret olmadığını savunmaktadır. Bu ifade; jeolojik, coğrafî, biyolojik, unsurlar âlemi (elementler), manevî/ruhanî âlemler ve hatta muhtemel başka gezegenler gibi yedi farklı seviyede veya anlamda anlaşılabilecek çok yönlü (zül-vücuh) bir hakikate işaret eder.
    Bu yaklaşım, modern bilimin (fenlerin) yüzeysel ve materyalist bakış açısının, Kur’an’ın derin ve çok katmanlı manalarını kavramakta yetersiz kaldığını; asıl meselenin bilimsel verilerin reddi değil, o verilerin Kur’an’ın geniş manaları içindeki “efradından” sadece bir “ferd” olabileceğini anlamak olduğunu ortaya koymaktadır.

 

 

 

 

İkinci Mes’ele-i Mühimme’dir:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

ilâ âhir…

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

Şu âyet-i kerime gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşarat-ül İ’caz tefsirinde eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes’elenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasibdir. Şöyle ki:

Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev’-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur u ubûra ve hark u iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste

اَلسَّمَٓاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ

denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”

İşte bu hakikat-ı Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.

Birinci Kaide:

Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.

İkincisi:

Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.

Üçüncüsü:

Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasılki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.

Dördüncüsü:

Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi, sadık bir hads ile Manzume-i Şemsiye’nin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, hiss ve hads ile derkolunur.

Beşincisi:

Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esîriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak

فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ

sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halketmiştir.

Altıncısı:

Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delalet ederler. Madem kat’iyyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.

Yedincisi:

Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.

ELHASIL:

Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev’-i beşerin her bir tabakası, herbir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki; herbir âyetin herbir tabakaya bir vechi var, bakıyor.

İşte bu sırra binaen, “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki:

فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ

âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesimînin tabakatını fehmeder. Ve Kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, Manzume-i Şemsiye’nin yedi tabakaya ayrılmasını, hem Manzume-i Şemsiye’mizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülâtı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev’-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avalim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.

Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.

Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri Kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vaki’de bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakikî çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız Coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş Kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!…

Elhasıl: Kıraat-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cinn ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahablar inerler ve onları yakarlar. Evet cinn fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla çıkılabilir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى شَمْسِ سَمَٓاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَ عَلٰٓى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ نُجُومِ الْهُدٰى لِمَنِ اهْتَدٰى ٭ سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ ٭ اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَٓائِهِ بِنُجُومِ حَقَٓائِقِ الْقُرْاٰنِ وَ اْلا۪يمَانِ اٰم۪ينَ

* * *

“İkinci Mes’ele-i Mühimme” metni, Risale-i Nur Külliyatı’nda, Kur’an-ı Hakîm’in “yedi semavat” (يَدِي سَمَاوَات) tabirine dair gayet mühim bir tefsir ve izahı ihtiva etmektedir. Bu meselenin gayesi, Kur’an’ın bu beyanını, hem “Eski Hikmet”in (Batlamyus kozmolojisi) ifratından, hem de “Hikmet-i Cedide”nin (materyalist ve pozitivist felsefe) tefritinden kurtararak, Kur’an’ın mucizevî beyanının hakikatini ve “hadd-i vasat”ını (itidalli orta yolunu) isbat etmektir.
Bu kıymetli metin doğrultusunda, “yedi semavat” meselesinin ayetler ve bu ayetlerin işaret ettiği müradif (ilişkili) manalarla birlikte geniş ve detaylı bir izahını aşağıda arz ediyorum:

1. Meselenin Bağlantısı: İfrat, Tefrit ve Hadd-i Vasat
Metnin hemen başında tenkit edilen iki zıt (aykırı) bakış açısı vardır:
• Eski Hikmet’in İfratı (Aşırılığı): Bu, Batlamyus (Ptolemy) sistemine dayanan eski Yunan hikmetidir. Kâinatı, iç içe geçmiş ve “hark u iltiyama kabil olmayan” (yırtılması ve tamiri mümkün olmayan) dokuz katı (eflâk) küre olarak tasavvur etmiştir. Metnin işaret ettiği gibi, maalesef bazı ehl-i tefsir, âyetlerin zahirî manalarını bu hâkim felsefî kabule uydurmaya (tevfik etmeye) mecbur kalmış, bu da Kur’an’ın i’cazına (mucizeliğine) bir derece perde çekmiştir. Bu, Kur’an’ı felsefeye tâbi kılma hatasıdır.
• Hikmet-i Cedide’nin Tefriti (İhmali): Bu, modern materyalist (maddeci) felsefe ve kozmolojidir. Eski hikmetin o katı kürelerini (eflâk) bulamayınca, “semavatın vücudunu âdeta inkâr” etmişlerdir. Fezayı (uzayı) sonsuz bir “boşluk” (nihayetsiz bir boşluk) olarak kabul etmişler, göklerin bir “bina” veya “tabaka” olduğunu reddetmişlerdir.

Kur’an’ın Hadd-i Vasatı (İtidalli Yolu):
Kur’an-ı Hakîm, bu iki aşırı görüşün ortasında, hakikatin ta kendisi olan “hadd-i vasat”ı beyan eder: Semavat “yok” değildir (tefrit), fakat eski hikmetin tasvir ettiği gibi katı, cansız küreler de değildir (ifrat). Bilakis, Sâni’-i Zülcelal’in halkettiği (yarattığı) yedi kat, muhtelif tabakalardan müteşekkil, faal ve O’nu tesbih eden bir binadır.

2. “Yedi Semavat” Beyanının Kur’an’daki Temelleri
Metin, bu hakikatin temelini iki mühim ayet-i kerimeye dayandırmaktadır. Bu ayetler ve şöyledir:
Birinci Ayet (Tesbihatı Bildiren):
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ 17/44)
Bu ayet, semavatın hem adedini (yedi) hem de vazifesini (tesbih) açıkça bildirir. Onların cansız bir boşluk değil, şuurlu veya vazifeli birer mevcud olduklarını isbat eder.
İkinci Ayet (Tesviye ve Tanzimi Bildiren):
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/29)
Bu ayetteki “فَسَوّٰيهُنَّ” (fe sevvâhunne – onları düzenledi) tabiri, metindeki “tesviye” kelimesine işaret eder. Bu, göğün tesadüfî bir boşluk değil, bir tanzim ve tesviye (nizam verme, düzene koyma) fiilinin neticesi olduğunu gösterir.

3. “Yedi Semavat”a Dair Müradif (İlişkili) Ayetler
Kur’an-ı Kerim, bu hakikati pek çok yerde teyit eder. “Seb’a semâvât” (yedi gök) ve “tabaka” (katman) kavramları birbiriyle irtibatlıdır:
• Tabaka Vurgusu:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk 67/3)
• Yaratılış ve Vazifelendirme:
فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
“Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işlevini bildirdi. En yakın göğü (dünya göğünü) kandillerle (yıldızlarla) süsledik ve (bozulmaktan) koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Fussilet 41/12)
• Yaratılışın Benzerliği:
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yaratandır. Emir, bunlar arasından hep iner ki, Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeten olduğunu ve Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz.” (Talâk 65/12)
Bu ayetler, “yedi gök” tabirinin Kur’an’da tesadüfî değil, ısrarlı, sistemli ve “tabaka tabaka” (طِبَاقًا) bir yaratılışa işaret eden temel bir hakikat olduğunu isbat eder.

4. Yedi Kaide ile “Esîr” Maddesi Üzerinden İzah
Metin, bu Kur’anî hakikati, devrinin fennî (bilimsel) birikimiyle (özellikle “esîr/ether” nazariyesiyle) isbat etmeye çalışır. O dönemde “esîr”, fezayı dolduran, ışığın ve kuvvetlerin (cazibe, elektrik vb.) içinden geçtiği temel madde olarak kabul ediliyordu.
Metnin “Yedi Kaide” ile yaptığı izah şudur:
• Fezâ Boşluk Değildir (Kaide 1-2): Kâinat boşluk değil, “esîr” denilen bir madde ile doludur. Bu madde, ziya (ışık), hararet (ısı) ve elektriğin nâşiri (yayıcısı) ve nâkili (taşıyıcısı) ve kanunların (cazibe gibi) rabıtasıdır (bağlayıcısıdır).
• Bir Madde, Muhtelif Tabakalar Olabilir (Kaide 3): Asıl mühim nokta budur. Nasıl ki Hidrojen (Müvellid-ül mâ) ve Oksijen (Müvellid-ül humuza) maddesinden hem buhar (havaî), hem su (mâyi), hem de buz (camid) gibi üç farklı hâl (tabaka) teşekkül ediyorsa; öyle de “madde-i esîriye”den yedi nevi tabaka (semavat) teşekkül etmesine aklî bir mâni yoktur.
• Kâinatta Görülen Tabakalar (Kaide 4): Nazar ve bakış (gözlem) dahi kâinatta farklı tabakaların olduğunu gösterir. Metin, “Kehkeşan” (Samanyolu) tabakasındaki yıldızların “yeni yeni çıkıp ermeye başladığını” (yeni oluşan yıldız kuşağı), “sevabit yıldızları” (sabit/yaşlı yıldızlar) tabakasının ise “yetişmiş, ermiş” (olgunlaşmış) olduğunu belirterek, bu müşahedeye dayalı farklılığı delil getirir.
• Tanzim ve Teşkilin Tabakalaşmayı Gerektirmesi (Kaide 5): Bu en kuvvetli aklî delildir. Bir maddeye “tanzim ve teşkil” (bir düzen ve form verme) iradesi müdahale ettiğinde, o madde tabakalara ayrılır. Verilen misaller:
• Karbon Maddesi: Kül (ramad), kömür ve elmas nevilerine ayrılır.
• Ateş Maddesi: Alev, duman ve kor tabakalarına ayrılır.
• Su Maddesi: Buhar, su ve buz tabakalarına ayrılır.
Netice: Madem Kudret-i Fâtıra (Yaratan Güç), “madde-i esîriye”ye bir teşkilât (organizasyon) vermiştir; elbette o maddeyi “فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ” sırrıyla yedi ayrı tabaka, yedi nevi semavat hâlinde halketmiştir.
• Adedin “Yedi” Olması (Kaide 6-7): Bu emareler semavatın hem vücuduna (varlığına) hem de taaddüdüne (çokluğuna) delalet eder. Madem Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed s.a.v. ve Kur’an) bu adedi “yedi” olarak bildirmiştir, elbette yedidir. Ayrıca, Arabî üslupta “yedi, yetmiş, yedi yüz” tabirleri kesreti (çokluğu) ifade eder. Demek ki, bu “yedi küllî tabaka”, kendi içlerinde daha pek çok cüz’î tabakaları ihtiva edebilir.

5. En Mühim Esas: “Mana-yı Küllî” ve “Muhtelif Mâsadaklar”
Metnin son ve en mühim bölümü, “yedi semavat”ın tefsirindeki i’cazı (mucizeliği) gösterir. Kur’an, “umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir.” Bu sebeple, her tabaka-i beşeriye (insan sınıfı) aynı ayetten kendi fehim (anlayış) seviyesine göre hissesini alır.
“Yedi semavat” tabiri, dar bir felsefî kalıba sıkıştırılamayacak bir “mana-yı küllî” (evrensel/genel anlam) ifade eder. Bu küllî mananın, farklı fehim seviyelerine hitap eden “mâsadakları” (hakikatteki tezahürleri, somut örnekleri) vardır.
Metin, “yedi tabaka-i beşeriye”nin bu ayetten fehmettiği yedi kat manayı şöyle sıralar:
• En Basit Nazar (Kısa Nazarlı): Atmosferimizin yedi tabakasını (Troposfer, Stratosfer vb.) fehmeder.
• Kozmoğrafyacı (Eski Astronomi): Gözle görülen ve “Seb’a-i Seyyare” (Yedi Gezegen: Ay, Utarid, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zühal) denilen yedi gök cismini ve medarlarını (yörüngelerini) fehmeder.
• Diğer Bir Grup: Dünyamıza benzer, hayat sahibi varlıkların (zevil-hayat) meskeni (makarrı) olan yedi ayrı küreyi (yedi ayrı dünyayı) fehmeder.
• Diğer Bir Taife: Güneş Sistemi’nin (Manzume-i Şemsiye) yedi tabakaya (belki gezegen kuşaklarına) ayrılmasını veya bizim sistemimizle beraber yedi ayrı güneş sistemini fehmeder.
• Daha İlmî Bir Nazar: Metnin “Yedi Kaide” ile izah ettiği, “madde-i esîriye”nin teşekkülâtının (yapılanmasının) yedi ayrı tabakaya ayrılmasını fehmeder.
• Geniş Fikirli Tabaka: Gördüğümüz bütün bu yıldızlı âlemi (galaksiler dahil) tek bir sema (dünya seması) sayar ve bunun ötesinde altı ayrı semavat tabakasının var olduğunu fehmeder (Fussilet 12. ayetteki “السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا – en yakın gök” tabirinin işareti gibi).
• En Yüksek Taife (Havass): Meselenin derûnî (derinliğini) ve gaybî boyutunu fehmeder. “Yedi semavat”ı sadece şehadet âlemine (görünen âlem) hasretmez. Onları, Âlem-i Misal, Âlem-i Gayb, Âlem-i Uhrevî gibi manevî âlemlerin her birini ihata eden birer “muhit zarf” (kuşatıcı zarf) ve “sakf” (tavan) olarak anlar.

Elhasıl (Netice)
Bu “İkinci Mes’ele”, Kur’an’ın “yedi semavat” beyanının, tek bir felsefî veya fennî döneme hapsedilemeyecek kadar cihan şümul ve küllî bir hakikat olduğunu isbat eder.
• “Akılsız feylesoflar” ve “sersem kozmoğrafyacılar”, bu küllî mananın mâsadaklarından sadece birini (mesela Batlamyus’un katı kürelerini) ele alıp, “Biz bunu göremiyoruz, öyleyse ayet yanlıştır” diyerek hata ederler.
• Halbuki ayetin mana-yı küllîsi sadıktır (doğrudur). Bu mânânın hakikatte pek çok sadık mâsadakları (doğru tezahürleri) vardır. Atmosferin yedi kat olması da, esîrin yedi tabakası olması da, manevî âlemlerin yedi zarfı olması da bu küllî mananın cüz’leridir.
• Metnin sonunda belirtildiği gibi, Kur’an semasının bu yedi katmanlı hakikatlerine, “cinn fikirli feylesofların felsefesiyle” (sadece materyalist akılla) çıkılamaz. O semalara ancak “hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla” (yani hem aklı hem kalbi tatmin eden Kur’anî hikmetle) çıkılabilir.

 

 

 

 

İsm-i A’zam’ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden

Üçüncü Nükte

اُدْعُ اِلٰى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A’zam veya İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru olan “İSM-İ HAKEM”in bir cilvesi Ramazan-ı Şerifte görüldü. Ona yalnız bir işaret olarak “Beş Nokta”dan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı; müsvedde halinde kaldı.

Üçüncü Nükte’nin Birinci Noktası:

Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki, her sahifesinde yüzer kitab yazılmış.. ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş.. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki; o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde; kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitablar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’in medh ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

Hem güya Hakem-i Zülcelal, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.

Hem güya o Sultan-ı Ezelî’nin o ağaca verdiği murassa’ hediye ve nişanları ve formaları, hususî bayramı ve resm-i küşadı olan baharda padişahının nazarına arzetmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki; herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve diller ile, nakkaşının vücuduna ve esmasına şehadet ederler. Meselâ: Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san’at içinde.. ve o zînet ve san’at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal’e işaretler ediyor.

Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, proğramını taşıyan küçük bir sandukçadır.

Ve hâkeza… Buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilvesiyle yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu’cize hükmüne getirilmiştir ki; bütün esbab toplansa, bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler.

Evet bu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu’cizeler gösterdiklerinden; elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.

Üçüncü Nükte’nin İkinci Noktası:

“İki Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

Onuncu Söz’de beyan edildiği gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi; en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki; bu kitab-ı kebir-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelî’si, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddid lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali Velcemal, sana karşı kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!..

İkinci Noktanın İkinci Mes’elesi:

Bu kâinatın Sâni’-i Kadîr ve Hakîm’inin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünki herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünki müteaddid eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa; o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi.. en edna bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki; hâkimiyetin en esaslı hâssası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse elbette derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak’ta bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı.

Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki; bir çekirdeği halketmek için, bir ağacı halkedebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halketmek için de kâinatı halkedebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünki o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet, bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhalatın ve bâtıl hayalatın en manasız ve en uzak bir muhalidir. Koca kâinatın umum ahval ve keyfiyatını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’ın aczini, hattâ bir çekirdekte dahi iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduğunu.. ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, “Elhamdülillahi ale-l iman” de!..

Üçüncü Nokta:

Sâni’-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm’iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla İsm-i Hakîm’in cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.

Meselâ Tıb Fenninden sual olsa: “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”

Fenn-i Kimya’dan sorulsa: “Bu Küre-i Arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i Makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan gayet mükemmel bir fabrikadır.”

Fenn-i Ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i Ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san’atlı bir dükkândır.”

Fenn-i İaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın enva’ını câmi’ bir anbardır.”

Fenn-i Rızık diyecek: “Yüzbinler leziz taamlar beraber kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve bir kazan-ı Rahmanîdir.”

Fenn-i Askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde; ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları kemal-i intizamla hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, bir tek Kumandan-ı A’zam’ın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor.”

Ve Fenn-i Elektrik’ten sorulsa, elbette diyecek: “Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar hârika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak Küre-i Arz’dan bin defa büyük o semavî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor?.. Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa, söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arz’dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan Güneş’i

{(Haşiye): Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahud lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesabedilsin. Her gün yanması için -Kozmoğrafya’nın sözüne bakılsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün; onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelal’in haşmetine, hikmetine, kudretine Güneş’in zerreleri adedince “Sübhanallah, Mâşâallah, Bârekâllah” de.}

kömürsüz, yağsız yandıran; söndürmeyen Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine, kudretine bak. “Sübhanallah” de. Güneş’in müddet-i ömründe geçen dakikalarının âşiratı adedince “Mâşâallah, Bârekâllah, Lâ ilahe İllâ Hu” söyle.

Demek bu semavî lâmbalarda gayet hârika bir intizam var ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem’dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası, daimî bir Cennet’tir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor. Ve hâkeza…

Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o hârika ve ihatalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir.

Ve malûm ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar’ı, bir Sâni’-i Hakîm’i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez.

Evet dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestaîler, en akıllılarıdır. Çünki kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlık’ına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler. “Hiçbir şey yok” diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.

Dördüncü Nokta:

Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi: Bir Sâni’-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harab olmasıyla takib ettiği hadsiz hikmetleri zayi’ etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği.. ve bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de; bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni’-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faidesiz zayi’ etmesi, o Kadîr-i Mutlak’ın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi; o Hakîm-i Mutlak’ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faidesizliği ve o Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlak’ın kemal-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise, en acib bir muhaldir ki; hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur. Ehl-i dalalet gelsin, baksın; gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalaletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

Beşinci Nokta:

“İki Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

Sâni’-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.

Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil!

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا

âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!..

İkinci Mes’ele:

İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gayet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev’-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san’atını, cemal-i esmasını bildirecek, âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz’ı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san’atların Sâni’ine çevirecek.. ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’an-ı Azîmüşşan’la, o Sâni’-i Hakem-i Hakîm’in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zât, Güneş’in vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.

Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamı ile, a’zamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de esma-i hüsnadan Allah, Rahman, Rahîm, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i a’zamla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.

Meselâ: İsm-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud’un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil’in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zât, cemal-i esma, cemal-i san’at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan Zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkeza… Bu misaller gibi ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.

Elhasıl:

Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, zînetleri, ışıkları, ziyaları, sıfatları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam, mizan, zînet gibi meşhud hakikatlar, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, Hakîm, Kerim, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a’zam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatın ve hakikat-ı kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

عَلَيْهِ وَعَلٰٓى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ الْاَيَّامِ وَذَرَّاتِ الْاَنَامِ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

* * *******

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Lem’alar isimli eserde yer alan “İsm-i A’zam’ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden Üçüncü Nükte”, İsm-i Hakem’in kâinattaki tecellilerini (yansımalarını) ve bu tecellilerin tevhid, haşir (diriliş) ve risaleti nasıl isbat ettiğini fevkalade bir vuzuh (açıklık) ile izah etmektedir.

Konunun Esası: İsm-i Hakem ve Hikmet

Metnin hemen başında, Nahl Sûresi’nin 125. ayetine telmih (atıf) yapılmaktadır:
اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125 )
“Hikmetle davet” emri, davetin kaynağı olan Allah-u Zülcelal’in “Hakem” ve “Hakîm” isimlerinin bir cilvesidir. İsm-i Hakem, her şeyi bir gaye ve faide ile, tam yerli yerine, en mükemmel nizam ve mizan (denge) ile yerleştiren, hükmeden ve her hükmünde sonsuz hikmet bulunan Zât’ın ismidir.
Bu Üçüncü Nükte, kâinata “İsm-i Hakem” nazarıyla bakıldığında, varlığın tamamının nasıl bir “hikmet kitabı” olduğunu ve bu kitabın her bir harfinin, O Kâtib-i Ezelî’yi (Sâni’-i Hakîm’i) nasıl isbat ettiğini beş esas (Nokta) dairesinde tafsilatlı (detaylı) bir surette tasvir eder.
Birinci Nokta: Kâinatın Bir Kitab-ı Kebir Olması
Ana Fikir: İsm-i Hakem’in en büyük tecellisi, kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiştir ki, bu kitabın her bir parçası (sahife, satır, kelime, harf, nokta) kendisini yazan Kâtib’i (Nakkaş’ı) kendi varlığından yüz derece daha ziyade vuzuhla gösterir.
Tahlil ve İzah:
Bu noktada, kâinat bir “Kitab-ı Kebir” (Büyük Kitap) olarak tasvir edilir. Bu kitabın;
• Sahifesi: Zemin (yeryüzü) yüzüdür.
• Satırı: Bir bahçedir.
• Kelimesi: Çiçek açmış bir ağaçtır.
• Harfi: O ağacın bir meyvesidir.
• Noktası: O meyvenin içindeki çekirdektir.
Buradaki temel delil şudur: Bir harf (mesela bir ağaç), kendi vücudunu ancak “bir harf kadar” ifade ederken, kâtibini (Sâni’ini) “bir satır kadar” (yani bir bahçe dolusu hikmet kadar) ifade eder. Çekirdek (nokta), bütün bir ağacın programını (fihristesini) taşıması cihetiyle, kendi maddî varlığından sonsuz derecede daha büyük bir ilmi, iradeyi ve hikmeti gösterir.
Bu baş döndürücü nizam ve hikmet, “serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat” gibi ihtimalleri kökünden reddeder. Zira hikmetli bir iş, ancak hikmet sahibi bir Fâil (fail) ile vücud bulabilir.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Mizan ve Nizam (Denge ve Düzen): İsm-i Hakem’in en bariz tecellisi, kâinattaki kusursuz ölçü ve dengedir.
• “Göğü O yükseltti ve dengeyi (mizanı) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahmân 55/7-8 )
• Kitab-ı Mübîn (Apaçık Kitap): Kâinatın ve içindekilerin bir “kitap”ta yazılı olduğu fikri, hem Levh-i Mahfuz’daki ilim cihetini, hem de kâinatın kendisinin okunabilir bir kitap olduğunu ifade eder.
• “…Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6/59 )
• İtkan ve İhsan (Kusursuz Sanat): Her şeyin en güzel ve hikmetli surette yapılması.
• “O, yarattığı her şeyi en güzel şekilde yapandır…” (Secde 32/7 )
İkinci Nokta: Hâkimiyet-i Mutlaka ve Vahdetin Zarureti
Ana Fikir: İsm-i Hakem’in tecellisi olan mutlak hâkimiyet ve intizam, şirki (ortaklığı) kabul etmez. Hâkimiyet “istiklal” (bağımsızlık) ve “infirad”ı (tek olmayı) iktiza eder (gerektirir).
Tahlil ve İzah:
Bu nokta iki meseleden müteşekkildir:
• Birinci Mes’ele (Taarrüf ve Tahabbüb): “Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal,” elbette kendini göstermek ve tanıttırmak ister. Sâni’-i Zülcelal, bu kâinat kitabı ile kendini mahlûkatına tanıttırır (taarrüf) ve sevdirir (tahabbüb). İnsanın bu ilahî tanıttırmaya ve sevdirmeye karşı mukabelesi ise, “iman ile tanımak” ve “ubudiyet ile kendini sevdirmek” olmalıdır. Aksi hâl, en büyük cehalet ve hasarettir (kayıptır).
• İkinci Mes’ele (Şirkin İmkânsızlığı): İntizam, vahdetin (birliğin) en kat’î delilidir. Metindeki “Bir memlekette iki padişah… bulunsa…” misali, hâkimiyetin müdahaleyi reddettiğini gösterir. Eğer zerre kadar müdahale olsa, nizam bozulurdu. Bir çekirdeği halk etmek (yaratmak), bütün kâinatı halk edebilecek bir kudreti gerektirir. Zira çekirdek, ağacın; ağaç ise kâinatın küçük bir nümunesi ve fihristesidir. Koca kâinatta yerleşemeyen iki rububiyet (Rablik iddiası), bir çekirdekte veya zerrede yerleşmesi “muhalatın en manasız” olanıdır.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Vahdet ve Nizam (Birlik ve Düzen): Şirkin, nizamı nasıl bozacağına dair Kur’anî delil:
• “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22 )
• Mülkün İnfiradı (Tek Sahibi Olması): Hâkimiyetin bölünmezliği.
• “…O’nunla beraber hiçbir ilâh yoktur. Eğer olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı…” (Mü’minûn 23/91 )
• Yaratılışta Acziyetin Olmaması: Zerre ile kâinat arasındaki kudret bağı.
• “(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir…” (Lokmân 31/28 )
Üçüncü Nokta: Fenlerin (Bilimlerin) Lisanıyla İsm-i Hakem
Ana Fikir: Sâni’-i Kadîr, insanı kâinattaki hikmetlere bir “merkez” kılmış ve bu hikmetlerin tezahürü için de “rızkı” esas almıştır. Bu hikmetler, insanın keşfettiği fenler (bilimler) lisanıyla İsm-i Hakem’i ilan eder.
Tahlil ve İzah:
İnsan, kâinat dairesinin en mühim gayesidir; rızık da insan dairesinin merkezidir. İnsandaki “şuur” ve rızıktaki “zevk”, İsm-i Hakîm’in parlak bir cilvesidir. Metin, bu noktada, her bir fennin kâinatı nasıl okuduğunu tasvir eder:
• Tıb Fennî: Kâinatı “muntazam bir eczahane-i kübra” olarak görür.
• Fenn-i Kimya: Küre-i Arz’ı “mükemmel bir kimyahane” olarak tanımlar.
• Fenn-i Makine: “Kusursuz bir fabrika” der.
• Fenn-i Ziraat: “Mahsuldar bir tarla ve bahçe” olarak bilir.
• Fenn-i Askeriye: Zemin yüzünü, dörtyüz bin milletin (türün) talim yaptığı, iaşe edildiği “muntazam bir ordugâh” olarak görür.
• Fenn-i Elektrik: Gökyüzünü, güneş gibi hadsiz lambalarla tezyin edilmiş (süslenmiş) bir saray tavanı olarak müşahede eder.
Bu fenlerin her biri, kendi sahasında “noksansız bir intizam-ı ekmel” (en mükemmel ve eksiksiz düzen) ve “hadsiz hikmetler” olduğunu kat’î surette isbat eder. Bu durum, “ihtiyar ile, irade ile, kasd ile” hareket eden bir Fâil-i Muhtar’ı ve Sâni’-i Hakîm’i bedahetle (apaçık) gösterir. Bu hakikati inkâr etmek, “divanelik”tir.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Teshir (Boyun Eğdirme): Kâinatın insana hizmetkâr kılınması, insanın merkezî rolünü gösterir.
• “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir kavim için deliller vardır.” (Câsiye 45/13 )
• Kâinatı Okuma (Tefekkür): Fenler, Kur’an’ın “bakmaz mısınız, düşünmez misiniz?” dediği yerlere bakarak hikmeti keşfeder.
• “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3/190 )
• Rızık ve Hikmet: Rızkın intizamı, Rezzak-ı Hakîm’i gösterir.
• “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. O, onun (dünyada) durduğu yeri de, (öldükten sonra) emanet bırakıldığı yeri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd 11/6 )

Dördüncü Nokta: İsm-i Hakem ve Haşrin (Dirilişin) Lüzumu
Ana Fikir: İsm-i Hakîm, abesiyeti (boşunalığı) ve israfı reddettiği için, kâinattaki bütün hikmet ve gayelerin neticesi olan “haşir” (yeniden dirilme) zarurîdir.

Tahlil ve İzah:
Bir çekirdeğe yüzler hikmet takan bir Sâni’-i Hakîm’in, koca bir ağacı sadece “bir tek faide” için yaratması nasıl hikmetine zıt ise; aynı şekilde, bu muazzam kâinat sarayını ve içindeki hadsiz hikmetleri “kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla” manasız, abes ve faidesiz bırakması, O’nun hikmetine taban tabana zıttır.
Haşrin inkârı;
• Kemal-i Kudret’e (Kusursuz Güce) karşı acz-i mutlak (mutlak acizlik),
• Kemal-i Hikmet’e (Kusursuz Hikmete) karşı hadsiz abesiyet (anlamsızlık),
• Cemal-i Rahmet’e (Güzelliğin Rahmetine) karşı nihayetsiz çirkinlik,
• Kemal-i Adalet’e (Kusursuz Adalete) karşı nihayetsiz zulüm isnad etmek demektir.
Bu ise, kâinatta apaçık görünen hikmet, rahmet ve adaleti inkâr etmektir. Demek ki, İsm-i Hakem, nasıl ki kâinatın varlığını nizamıyla isbat ediyorsa, aynı nizam ve hikmetle de ahiretin varlığını isbat eder.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Yaratılışın Abes Olmaması: Kur’an, yaratılışın gayesizliğini (abesiyeti) şiddetle reddeder.
• “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115 )
• “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu (boş yere yaratılma), inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline!” (Sâd 38/27 )
• Adalet ve Haşir: Mutlak adalet, ancak ahirette tecelli edebilir.
• “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye 45/21)

Beşinci Nokta: İktisadın Zarureti ve Risaletin İktizası
Ana Fikir: İsm-i Hakîm’in fıtrattaki tecellisi “iktisad”dır (israfın zıddı). Kâinattaki bu muazzam hikmetin en büyük gayesi ise, o hikmeti ders verecek bir “Muallim-i Ekber”i ve “Rehber-i Ekmel”i, yani Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) iktiza (zaruri) kılar.
Tahlil ve İzah:
Bu nokta da iki meseledir:
• Birinci Mes’ele (İktisad): İsm-i Hakîm, her şeyde en kolay, en kısa ve en faideli yolu takip eder. Bu, “iktisad” düsturudur. İsraf ise, bu ismin zıddıdır. Fıtrat (tabiat) israf etmez.
• İkinci Mes’ele (Risalet): Kâinatın hikmetle dolu olması, bu hikmetlerin ders verilmesini zaruri kılar.
• Manidar bir kitap, bir muallim ister.
• Kemalde bir sanat, bir dellâl (ilan edici) ister.
• Bu kâinat kitabının hikmetlerini ders verecek, Sâni’in makasıd-ı Rabbaniyesini (İlahî amaçlarını) gösterecek ve O’nun rububiyetine karşı umum mahlûkat namına en geniş ubudiyetle mukabele edecek bir Zât (A.S.M.) lazımdır.
• Güneşin ziyayı (ışığı) gerektirmesi gibi, kâinattaki hikmetler de Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) istilzam eder (zorunlu olarak gerektirir).

Elhasıl (Netice):
Metin, muazzam bir hülasa ile biter: Madem kâinat ve içindeki hikmet, rahmet, nizam gibi sıfatlar inkâr edilemez; bu sıfatlar bir Mevsuf’u (o sıfatlara sahip olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u) kat’î olarak isbat eder. Ve madem bu hikmet ve rahmetin bir gayesi olmalıdır; öyleyse bu gayelerin en mükemmel mazharı, muallimi ve dellâlı olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti de kâinatın en parlak ve inkârı mümkün olmayan bir ziyasıdır.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• İktisad ve İsrafın Reddi:
• “…Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf 7/31)
• Risaletin Gayesi (Talim-i Hikmet): Peygamberin (A.S.M.) “muallim” ve “rehber” vasfı.
• “Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân 3/164 )
• Rahmeten li’l-Âlemîn: Metindeki “Rahman” isminin cilvesine işaret.
• “(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107 )
Allah, (C.C.) bu derin hakikatleri hakkıyla fehmetmeyi (anlamayı) ve hayatımıza tatbik etmeyi nasip eylesin.

 

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’a

Otuzbirinci Mektub’un Otuzuncu Lem’ası ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, “Altı Nükte”dir.

Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı “Meyve Risalesi” olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymetdar bir ders-i ekmeli “Elhüccetüzzehra” olması gibi.. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı da, ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’adır.

(İsm-i A’zam’dan Hayy-u Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş mes’eleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.)

Birinci Nükte

İsm-i Kuddüs’ün bir nüktesine dairdir.

[Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Zeylinin Zeyli olması münasibdir.]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs” isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:

Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor.

Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz’ın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın fezasında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki Küre-i Arz’ın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrib ve tamirden, medar-ı ibret olarak yalnız birkaç semavî taşlar düşmüş ise de hiç kimsenin başını kırmamış.

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki; zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i Arz’ın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs’ün bir cilve-i a’zamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurdlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar, çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.

İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir ism-i a’zamdan, kâinatın daire-i a’zamında görünen bir cilve-i a’zamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere gösterir.

Evet Risale-i Nur’un çok cüz’lerinde kat’î bürhanlarla isbat edilmiş ki: İsm-i Hakem ve İsm-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve İsm-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve İsm-i Cemil ve Kerim’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve İsm-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, herbiri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından, bir tek zâtın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de: İsm-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i nev’iyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi; esma-i hüsnanın ekserîsinin, belki binbir esmanın herbirinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.

Evet herşeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve herşeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şamile ve her şeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vasia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatlar ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak, Hayy ve Muhyî’yi bilbedahe gösteriyorlar.

Eğer herbiri birer bürhan-ı bahir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad’e verilmezse, yüzer vecihte muhaller lâzım gelir. Meselâ: Onlardan değil hikmet, inayet, rahmet, iaşe, ihya gibi bedihî hakikatlar ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif fiili kâinat Hâlık’ına verilmezse, o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak.. veyahud Hâlık-ı Âlem’in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak.. veyahud bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve vâridat ve masarıfının müvazenelerini tanzim etmek için, kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin a’zâları olacak ve hâkeza.. bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki, her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüzbin muhal ortaya girer.

Evet eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler Güneş’e verilmezse ve bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdır denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir. Tâ ki, o umumî ziya vücud bulabilsin.

İşte hikmet dahi bir ziyadır.. rahmet-i muhita bir ziyadır.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî’nin şualarıdırlar. İşte gel, bak; dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, “Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve kemal-il iman” de.

Evet kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif; elbette İsm-i Kuddüs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasılki bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs’e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister.

{(Haşiye): Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.}

Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki;

اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلا۪يمَانِ

hadîsi, nezafeti imanın nurundan saymış.

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ

âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş.

***************

Otuzuncu Lem’a’nın “Birinci Nükte”si, Risale-i Nur Külliyatı’nın en mühim tefekkür derslerinden biridir. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesi’nde telif edilen bu ders, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Kuddüs” isminin kâinattaki en parlak tecellilerinden birini, yani “umumi tanzif ve tathiri” esas alarak hem Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyetini (varlığını) hem de vahdaniyetini (birliğini) kemal-i vuzuhla isbat etmektedir.

1. Nükte’nin Ana Fikri: Kâinat Fabrikası ve Kuddüs İsmi
Nükte, kâinatı (saray-ı âlem) ve bilhassa Küre-i Arz’ı (misafirhane-i Arz), “daim işler bir büyük fabrika” ve “her vakit dolar boşalır bir han” olarak tasvir eder. Bu teşbih (benzetme) çok mühimdir:
• Faaliyet ve Üretim: Fabrika durmaksızın üretir (tahrib ve tamir, mevt ve hayat).
• Hareket ve Değişim: Han ve misafirhane sürekli dolar ve boşalır (gelen zîhayat kafilesi gider, yenisi gelir).
Mantıkî netice şudur: Böylesine işlek bir yerin, süratle “müzahrefatla” (artıklarla), “enkazlarla” (yıkıntılarla) ve “ufunetli maddelerle” (kokuşmuşlukla) dolması gerekir. Metinde geçtiği gibi, “bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir.”
Fakat kâinata nazar ettiğimizde (baktığımızda), bu mantıkî neticenin tam zıddı bir durum müşahede ederiz: Bu kâinat fabrikası ve Arz misafirhanesi, “o derece pâk, temiz ve naziftir” ki, içinde lüzumsuz, menfaatsiz ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahiren bulunsa bile, “çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.”
İşte bu “ulvî, umumî tanzif” (yüce ve genel temizlik) fiili, perdelerin arkasında bu fabrikanın Sahibini gösterir. Bu Sahib, “İsm-i Kuddüs” ile müsemmadır.

2. İsm-i Kuddüs’ün Mânâsı ve Müradifleri
Metni daha derûnî anlamak için “Kuddüs” isminin ve alâkalı mefhumların (kavramların) manalarına bakmak lazımdır:
• Kuddüs: Her türlü noksanlıktan, kusurdan, hatadan, ‘acziyetten, şerikten (ortaktan) ve mahlukata (yaratılmışlara) ait vasıflardan münezzeh (uzak) ve mukaddes (kutsal) olan Zât demektir. O, Zât’ında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün ayıp ve noksanlardan pâktır.
• Tanzif (Nezafet): Maddî veya manevî kirlerin izale edilmesi, temizlenmesi.
• Tathir: Sadece temizlemek değil, aynı zamanda arındırmak, pâk kılmak, saf hale getirmek.
• Tesbih: Kuddüs isminin fiilî bir yansımasıdır. Kâinattaki her bir mahlûkun kendi lisan-ı haliyle “Sübhanallah” demesi, yani Allah’ı (c.c.) bütün noksan sıfatlardan tenzih etmesi, O’nun kuddûsiyetini ilân etmesidir. Metnin ifade ettiği gibi, “bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs’e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister.”
• İstihale: Bir halden başka bir hale geçme, dönüşüm. Nükte’de bu mefhum, “istihale makinesi” olarak geçer. Kâinatta hiçbir şey israf olmaz, çöp olmaz. Ölen bir hayvan veya çürüyen bir bitki, toprağa karışarak başka mahlûkatın rızkına veya yeni bir hayata medar olan unsurlara (elementlere) dönüşür. Bu, Kuddüs isminin kirliliğe müsaade etmeyen bir tecellisidir.

3. Kuddüs İsminin Tecellisi Olarak “Umumî Tanzif”
Nükte, bu temizlik fiilinin (fiil-i tanzif) kâinatın her noktasında nasıl icra edildiğini misallerle gösterir:
• Semavat (Gökler): Tahrip olan ve ölen yıldızların (peyklerin) enkazları “dağlar büyüklüğündeki taşlar” halinde başımıza yağmaz. Koca sema fezasının tanzifi, mükemmel bir nizam ile yapılır.
• Zemin (Yeryüzü): Her sene ölen “yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri” ve “ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları” yeryüzünü bir mezbeleye çevirmez.
• Tanzifat Memurları: Bu temizlik için “sıhhiye memurları” vazifelendirilmiştir. Sadece denizlerdeki “âkil-ül lahm” (et yiyen) balıklar veya karadaki “kartallar, kurdlar ve karıncalar” gibi cenazeleri toplayan hayvanlar değil;
• Beden ve Hücreler: Bedendeki “küreyvat-ı hamra ve beyza” (alyuvarlar ve akyuvarlar), bedenin hüceyratında (hücrelerinde) tanzifat yapar.
• Unsurlar (Elementler): “Nefes” kanı tasfiye eder (temizler). “Göz kapakları” gözü temizler. “Hava,” zeminin yüzündeki tozlara üfler. “Bulut süngeri,” zemin bahçesine su serper, tozu yatıştırır ve sonra “gökyüzünü çok zaman kirletmemek için” intizamla çekilir, göğün yüzünü “parıl parıl parlar gösterir.”
• Zerreler (Atomlar): En küçük parçacıklar olan zerreler dahi, “hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde” (şaşırtıcı dönüşüm fırtınaları içinde) nezafete dikkat ederler. Lüzumsuz toplanıp “kalabalık etmezler.” Bir “dest-i hikmet” (hikmet eli) tarafından en temiz, en parlak, en latif suretleri almak için sevk olunurlar.

4. Tanzif Fiilinin Vahdaniyete (Birliğe) Delâleti
Bu Nükte, Kuddüs isminin sadece Allah’ın varlığını değil, esas olarak “vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla” (Allah’ın birliğini tam bir açıklıkla) gösterdiğini isbat eder. Bu, şu şekilde izah edilir:
• Tek Bir Fiil (Vahdet-i Fiil): Kâinatın en büyüğünden (galaksilerden) en küçüğüne (zerrelere) kadar görülen bu “tanzif” (temizlik) fiili, tek bir merkezden idare edilen, bölünmez, “tek bir hakikat” ve “bir tek fiil”dir.
• Diğer Fiillerle Benzerlik: Tıpkı kâinattaki umumî “tanzim” (nizam verme) fiilinin Hakem ve Hakîm ismini; “tevzin” (ölçü ve denge) fiilinin Adl ve Âdil ismini; “tezyin” (süsleme) fiilinin Cemil ve Kerim ismini göstermesi gibi, “tanzif” fiili de Kuddüs ismini gösterir.
• İmkânsızın İspatı (Reductio ad Absurdum): Metin, bu “tek fiil” olan tanzif, “bir tek Sâni’-i Vâhid’e” (Bir olan Sanatkâr’a) verilmezse ortaya çıkacak “muhaller”i (imkânsızlıkları) zikreder:
• O vakit, tanzif işinde çalışan “zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri” koca kâinatın bütün nizamını ve temizliğini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olmalıdır.
• Veyahut her birinde Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) sıfatları bulunmalıdır.
• Veyahut bu işi koordine etmek için “kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret” (danışma meclisi) bulunmalı ve bütün zerreler, sinekler o meclisin âzâları (üyeleri) olmalıdır.
• Güneş Misali: Bu muhal durumu, “Güneş misali” ile izah eder. Eğer yerdeki cam parçalarında ve su katrelerinde görünen “hayalî güneşçikler” (yansımalar), “bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdır” (yansımasının cilvesidir) denilmezse; o vakit “bütün cam parçalarında” ve “havanın zerrelerinde” birer “hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir.” Bu ne derece imkânsız bir safsata ise, kâinattaki tanzifatı (temizlikleri) her bir zerreye ve mahlûka havâle etmek, ondan “yüzbin muhal” daha imkânsızdır.
Demek ki, kâinatı bir saray gibi temiz tutan bu “ulvî, umumî tanzif,” o “Şems-i Ezelî” olan Zât-ı Kuddüs’ün bir cilvesidir.

5. Konuyla Alâkalı Ayet-i Kerimeler

Metnin kendisinde zikredilen ve bu hakikati perçinleyen ayetler ve Kuddüs isminin geçtiği diğer ayetler şöyledir:
• Metnin Başladığı Ayet (Zâriyât, 51:48):
وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
“Yeryüzünü de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz!”
(Bu “döşeme” (ferş) fiili, yeryüzünün zîhayat için en mükemmel, en temiz ve en yaşanılır hale getirilmesini ifade eder ki, tanzif de bu döşemenin en mühim rüknüdür.)
• Metnin Zikrettiği Ayet (Bakara, 2:222):
…اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ
(Ayetin tamamı şöyledir:) “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: ‘O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.'”
(Bu ayet, İsm-i Kuddüs’ün manevî (tövbe) ve maddî (taharet) temizliği nasıl sevdiğini ve emrettiğini gösterir.)
• Kuddüs İsminin ve Tesbihin Zikri (Cuma, 62:1):
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten uzak, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tespih eder.”
(Kâinattaki her şeyin O’nu tesbih etmesi, O’nun kuddûsiyetini, yani her türlü noksan ve kirden münezzeh olduğunu ilân etmesidir. Maddî nezafet, bu fiilî tesbihin bir parçasıdır.)
• Kuddüs İsminin Zikri (Haşr, 59:23):
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, her türlü eksiklikten uzak, barış ve esenliğin kaynağı, güven veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
(“Her türlü eksiklikten uzak” manası, Kuddüs isminin tam karşılığıdır.)
• Manevî ve Maddî Temizliği Sevenler (Tevbe, 9:108):
…ف۪يهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّر۪ينَ
(Ayetin tamamı şöyledir:) “Orada asla namaza durma. İlk günden temeli takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.”
(Bu ayet de hem takvâ (manevî temizlik) hem de maddî temizliği sevenlerin Allah’ın muhabbetine mazhar olacağını gösterir.)

Netice
Otuzuncu Lem’a’nın Birinci Nüktesi, İsm-i Kuddüs’ün sadece bir inanç veya bir sıfat olmaktan öte, kâinatın her zerresinde fiilen müşahede edilen, “güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere” görünen bir hakikat olduğunu isbat eder.
Kâinat sarayının bu “ulvî, umumî tanzifi,” Zât-ı Kuddüs’ün mevcudiyetine ve vahdaniyetine şüphe bırakmaz. Bu hakikat, metindeki (Haşiye) ile de bizlere mühim bir ders verir: Maddî kâinatı bu derece temiz tutan bir Rabb-i Kuddüs, elbette kulunun manevî hayatının da (kalbinin, aklının, itikadının) “kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar” gibi “manevî kirlerden” temizlenmesini ister.
اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلا۪يمَانِ (Nezafet imandandır) hadîs-i şerifi, bu Kuddüs ismine imanın, hem zahirî hem de bâtınî (derûnî) temizliği iktiza ettiğinin (gerektirdiğinin) en güzel ifadesidir.

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veyahud ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan “Adl” isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir müvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülât ve vâridat ve masarıf; herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle müvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o müvazene-i eşya ve müvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yani: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarıfına.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.
Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelal’i göstermiyor mu? Ve bilhâssa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir sâniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak. Ve bilhâssa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane müvazeneleri; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Adl ü Rahîm’i gösteriyor. Ve bilhâssa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin a’zâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ü Hakîm’i gösteriyor. Ve bilhâssa her ferd-i hayvanînin bedenindeki hüceyratın ve kan mecralarının ve kandaki küreyvatın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve hârika müvazeneleri var, bilbedahe isbat eder ki: Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mani olmuyor.. umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm’in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’adı kalmaz.

Ey israflı, iktisadsız.. ey zulümlü, adaletsiz.. ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet İsm-i Hakîm’in cilve-i a’zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl’in cilve-i a’zamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman’da وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَ ٭ اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْم۪يزَانِ ٭ وَاَق۪يمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْم۪يزَانَ

âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

İşte hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad, nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Ve bu üç ziya-yı a’zam gibi; rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalı hakikatlar haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki: Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatlar; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi’ eder mi? Ve tabiri caiz ise, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i rububiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez.

Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikıyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek. Onuncu Söz kat’î delillerle isbat etmiştir ki; âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şübhesizdir.

* * ******

Bu İkinci Nükte, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Adl” isminin kâinattaki muazzam cilvesini (manifestasyonunu) ve bu cilvenin, Allah’ın birliğine (Tevhid) ve ahiret gününe (Haşir) dair ne derece kat’î bir isbat teşkil ettiğini tasvir etmektedir.
Metnin temelini teşkil eden ve her şeyin bir “kader-i malûm” (bilinen bir ölçü) ile indirildiğini beyan eden ayet-i kerime ile izaha başlayalım.

1. Nüktes’in Temel Dayanağı: Hazine-i İlahî ve Kader-i Malûm
Metnin başında iktibas edilen Hicr Suresi 21. ayet, bu tefekkürün (derin düşünce) anahtarıdır:
وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
(Vemâ min şey’in illâ ‘indenâ hazâinuhu vemâ nunezziluhû illâ bikaderin ma’lûm)
Meali: “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.” (Hicr, 15/21)
Bu ayet, kâinattaki her bir mevcudun, zerreden seyyarelere kadar, Allah’ın sonsuz ilim ve kudret hazinelerinden geldiğini ve yeryüzüne gönderilişinin tesadüfî veya gelişigüzel olmadığını, bilakis “bilinen, tâyin edilmiş bir ölçü” ile olduğunu beyan eder. Bu “kader-i malûm” tabiri, Nükte’nin tamamına hâkim olan Mizan (Denge), Müvazene (Dengede olma) ve Tevzin (Tartılma) hakikatlerinin Kur’anî temelidir.

2. İsm-i Adl’in Tecellisi: Kâinattaki Hayretengiz Müvazene
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu ayetin işaret ettiği “ölçü”yü, “Adl” isminin bir cilvesi olarak tasvir eder. “Adl,” lügatte “adalet, denklik, her şeyi yerli yerine koyma” manasındadır. Allah’ın Adl ismi, kâinattaki bütün varlıkların, hadiselerin ve kanunların tam bir denge, nizam ve adaletle idare edildiğini gösterir.
Nükte, bu adaleti ve müvazeneyi şu temsil ile aklımıza yaklaştırır: Kâinat bir saraydır, içinde sürekli “tahrib ve tamir” gören bir şehir (dünya), o şehirde “harb ve hicret” içinde kaynayan bir memleket (canlılar âlemi) ve o memlekette “mevt ve hayat” içinde yuvarlanan bir âlem (insanlık ve sair zîhayatlar) vardır.
Bu kadar karmaşa, değişim ve zıtların çarpışması (tahrip-tamir, savaş-göç, ölüm-hayat) içinde, hayret verici bir müvazene hükmetmektedir. Bu müvazene, kör tesadüfün, sağır tabiatın veya şuursuz kuvvetlerin eseri olamaz.
Müradifler (İlgili Manalar):
• Mizan / Müvazene / Tevzin: Kâinattaki her şeyin (atomlar, hücreler, ekosistemler, gezegenler) hassas bir terazi ile tartılması, dengelenmesi ve ölçülmesi.
• Adl: Her varlığa hakkını vermek, her şeyi tam yerli yerine koymak, hiçbir şeyde haddi aşmaya (ifrat) veya eksik bırakmaya (tefrit) müsaade etmemek.
• Kader: Her şeyin ilimle planlanması, hikmetle tâyin edilmesi.
Eğer bu Adl ve Kader olmasaydı, “balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile” müvazeneyi bozmaya çalışacak; denizler taaffün edecek (kokuşacak), hava zehirli gazlarla dolacak ve zemin bir mezbele (çöplük) haline gelecekti.
Kâinattaki bu nizamı tasdik eden pek çok ayet mevcuttur:
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ
(Vessemâe rafe’ahâ ve vada’al mîzân)
Meali: “Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu.” (Rahmân, 55/7)
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
(İnnâ kulle şey’in halaknâhu bikader)
Meali: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)

3. Müvazene Delilinden Tevhid Hakikatine Geçiş
Metin, müvazenenin cihan şümul (evrensel) yapısını en büyük varlıktan en küçüğüne doğru (tâ seyyarelerden tâ hüceyrat ve küreyvat-ı hamra ve beyzâya kadar) göstererek, bu dengenin tek bir merkezden idare edildiğini isbat eder:
• Makro Âlem (Güneş ve Seyyareler): Güneş ve on iki seyyarenin (gezegenin) müvazenesi, Dünya’nın (Küre-i Arz) yörüngesindeki hârika sür’ati ve bu sür’ate rağmen içindeki eşyayı dağıtmaması. Bu durum, “Adl ve Kadîr” bir Zât’ı gösterir.
• Biyo-Âlem (Canlılar): Yeryüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî taifenin (türün) doğum (tevellüdat) ve ölümleri (vefiyat) arasındaki rahîmane denge. Bu, “Adl ü Rahîm” bir Zât’ı gösterir.
• Mikro Âlem (Beden ve Hücreler): Tek bir ferdin bedenindeki a’zâların tenasübü (uyumu) ve kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvar) ve zerrelerin (atomların) hassas müvazenesi.
Bu üç seviyedeki müvazene, bedahet (apaçıklık) derecesinde isbat eder ki: “Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında” olan, “umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm” vardır.

4. Kâinatın Üç Esaslı Düsturu: Adalet, İktisad ve Nezafet
Bu Nükte, “Adl” isminin tecellisi olan müvazeneden yola çıkarak, kâinatta hükümferma olan üç cihan şümul hakikati tespit eder:
• Adalet (İsm-i Adl): Kâinattaki adalet-i tâmme (tam adalet) ve müvazene. Bu, beşere de adaleti emreder.
• İktisad (İsm-i Hakîm): Kâinattaki hikmet-i âmme (genel hikmet) ve israfsızlık. Hiçbir şeyde abes (boşuna) bir sarfiyat yoktur. Bu, beşere de iktisadı emreder.
• Nezafet (İsm-i Kuddûs): Kâinattaki tanzif (temizleme) ve nezafet (temizlik). Beşerin bulaşık eli karışmadıkça hiçbir şeyde hakikî çirkinlik ve kirlilik yoktur. Bu, beşere de nezafeti emreder.
İnsanın bu üç düstura (adalet, iktisad, nezafet) muhalefeti, onun “umum mevcudata muhalefeti” manasına gelir ve kâinatın nefretini celbeder.

Nükte, Rahmân Suresi’ndeki ayetlere dikkat çeker:
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ (7) أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ (8) وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ (9)
(Vessemâe rafe’ahâ ve vada’al mîzân (7) Ellâ tatğav fîl mîzân (8) Ve ekîmûl vezne bilkıstı velâ tuhsirûl mîzân (9))
Meali: “7. Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu. 8. Ölçüde haddi aşmayın. 9. Tartıyı adaletle yapın ve teraziyi eksik tutmayın.” (Rahmân, 55/7-9)
Bu ayetlerde dört defa “Mizan” (ölçü, denge, terazi) kelimesinin zikredilmesi, kâinatta ve hayat-ı beşeriyede (insan hayatında) mizanın ehemmiyetini ve adalet, iktisad gibi hakikatlerin kâinatın yapısına ne derece kök saldığını gösterir.

5. Adalet ve Müvazeneden Haşre (Ahirete) Kat’î İspat
Nükte’nin son ve en kuvvetli noktası, kâinattaki bu mutlak adaletin, ahiretin varlığını nasıl zarurî kıldığıdır.
Üstad, “Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan (akıldan uzak görüp inanmayan)” kimseye seslenir: Bu dünyada gözünle gördüğün bu “müvazene-i ekbere” (en büyük dengeye) dikkat etse, istib’adı (uzak görmesi) kalmaz.
Mantıkî delil (Burhan-ı Adalet):
• Kâinatta hükümferma olan mutlak bir adalet, hikmet, iktisad, nezafet, rahmet ve inayet vardır.
• Bir sineğin hakk-ı hayatını dahi rahîmane muhafaza eden bu adalet ve rahmet, bu dünyada tam tecelli etmemektedir. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp göçüp gitmektedir.
• Eğer Haşir (yeniden dirilme) ve Mahkeme-i Kübra (Büyük Mahkeme) gelmezse, bu dünyada hakları zayi olan hadsiz zîşuurların (şuurlu varlıkların) hukukları payimal olur.
• Bu durumda kâinattaki o mutlak adalet; zulme, merhametsizlikliğe, hikmetsizlikliğe ve abesiyete (boşunalığa) inkılab eder (dönüşür).
• Allah’ın Cemal-i Mutlak’ı ve Adalet-i Mutlak’ı, böyle bir “kubh-u mutlak”a (mutlak çirkinliğe), yani adaletsizliğe ve zulme müsaade etmez.
• Netice: Öyleyse, bu dünyadaki adalet-i izafiye (göreceli adalet), ahiretteki adalet-i mutlaka’yı (Mahkeme-i Kübra’yı) zarurî kılar ve iktiza eder (gerektirir).
Müradif Ayetler (Ahiret ve Adalet):
وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا
(Ve neda’ul mevâzînel kısta liyevmil kıyâmeti felâ tuzlemu nefsun şey’â)
Meali: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez…” (Enbiyâ, 21/47)
أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ (35) مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (36)
(Efenec’alul muslimîne kelmucrimîn (35) Mâ lekum keyfe tahkumûn (36))
Meali: “35. Biz müslümanları, suçlular gibi mi tutarız? 36. Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 68/35-36)
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ اجْتَرَحُوا السَّيِّئَاتِ أَنْ نَجْعَلَهُمْ كَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَوَاءً مَحْيَاهُمْ وَمَمَاتُهُمْ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ (21) وَخَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَلِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (122)
(Em hasibellezînecterahus seyyiâti en nec’alehum kellezîne âmenû ve ‘amilûs sâlihâti sevâen mahyâhum ve memâtuhum sâe mâ yahkumûn (21) Ve halakallâhus semâvâti vel arda bil hakkı ve lituczâ kullu nefsin bimâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn (22))
Meali: “21. Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! 22. Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulmedilmez.” (Câsiye, 45/21-22)

Hülasa (Özet):
Otuzuncu Lem’a’nın İkinci Nüktesi, kâinattaki zerreden seyyareye kadar her şeyde görünen hassas denge ve ölçünün (Mizan), Allah’ın “Adl” isminin bir tecellisi olduğunu gösterir. Bu tecelli, “Adalet, İktisad ve Nezafet” olarak üç temel düstur halinde kâinata ve İslâm’a damgasını vurmuştur. Kâinattaki bu mutlak adalet, hikmet ve rahmet; ancak ve ancak ahiretteki bir “Mizan-ı Azîm” (Büyük Terazi) ile tamamlanabilir. Bu sebeple ahireti inkâr etmek, bütün kâinatı ve onun şahitlik ettiği bütün Esma-i Hüsna’yı inkâr etmek demektir.

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan “FERD” isminin bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. O cilve-i a’zamın tafsilâtını Risale-i Nur’a havale edip, burada muhtasar “Yedi İşaret”le, İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla gösterdiği tevhid-i hakikîyi, gayet muhtasar beyan edeceğiz.

Birinci İşaret:

Ferd ism-i a’zamı, a’zamî bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasına ve herbir nev’ine ve herbir ferdine birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmiikinci Söz ile Otuzüçüncü Mektub tafsilen göstermişlerdir. Burada yalnız üç sikkeye işaret edeceğiz.

Birinci Sikke:

Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz. O sikke de şudur: Kâinatın mevcudatı, enva’ları, en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevab vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teşkil ediyorlar ki; bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zabtedemez.

İşte kâinatın sîmasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk; pek parlak bir sikke-i kübra-yı vahdettir.

İkinci Sikke:

Zeminin yüzünde ve bahar sîmasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet ve sikke-i vahdaniyet İsm-i Ferd’in cilvesiyle görünüyor ki, Küre-i Arz’ın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zât, icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını isbat ediyor. O sikke de şudur: Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve camidat mahlukatın gayet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat’-ı nazar; yalnız ikiyüzbin hayvanat taifelerinin ve ikiyüzbin nebatat enva’ının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları; hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile, gayet hassas bir mizanla herbir şeye lâzım olan herşeyleri külfetsiz tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden, zeminin sîmasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir sikke-i ehadiyettir ki; bütün o mevcudatı birden, hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zât; rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünki karışmış olsa, o hadsiz geniş müvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i rububiyetin hüsn-ü cereyanlarına yine emr-i İlahî ile surî bir hizmeti var.

Üçüncü Sikke:

İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanın yüzüne o sikkeyi koyan zât, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın sîması göz, kulak, ağız gibi a’zâ-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasılki o sîmada göz, kulak gibi a’zâların umum efradında birbirine benzediği, o nev’-i insanın Sâni’i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva’ın fevkinde olarak, o sîmalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki; bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zât, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.

İkinci İşaret:

Kâinatın âlemleri, enva’ları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kâinatın heyet-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebeb, hiçbir nev’ine, hiçbir unsuruna hakikî tasarruf edemez. Âdeta İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; herşey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatın lâmbası olan Güneş’in bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması.. ve aşçıları olan ateş bir olması.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması.. ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev’iyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki: Meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zâtın malı olduğuna delalet ederler.

İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan enva’ları mecmu kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebeb, rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye rububiyetini dinlettiremez.

Üçüncü İşaret:

İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip, her mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, herbir mektubun kelimatı adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hattâ herbir hayvan, herbir ağaç birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i Samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise bir mektub suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor. Meselâ: Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zâtın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delalet ediyor. Demek oluyor ki; herbir şey, umum eşyayı Hâlık’ına isnad edip, a’zamî bir tevhide işaret ediyor.

Dördüncü İşaret:

İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı güneş gibi zahir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkil ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu isbat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur’un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o risalelere havale edip, yalnız “Üç Nokta”sını burada beyan edeceğiz.

Birincisi:

Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektub’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile isbat etmişiz ki: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şey’in icadı, en küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi sühuletle halkeder. Binler haşrin nümunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder.
Eğer müteaddid esbaba havale edilse, herbir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkilâtlı.. ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur. Evet nasılki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa; o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır. Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse; o vakit herbir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.

Aynen öyle de eğer herşey Zât-ı Ferd ve Ehad’e verilse; bütün bir nev’in hadsiz efradı, bir tek ferd gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; herbir ferd, o nev’ kadar müşkilâtlı olur. Evet vahdet de, ferdiyet de; herşeyin o Zât-ı Vâhid’e intisabıyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisab ise; o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisab ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad’e istinad ve intisab etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre, küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür. Meselâ: Nasılki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımağa mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünki şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat, askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı a’zama intisab ve istinad eden bir adam; kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımağa mecbur olmadığı için, o intisab ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden; mağlub düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisab kuvvetiyle esir edebilir.

Demek vahdette, ferdiyette; bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub edebildiği gibi; nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet nasılki bir kumandan-ı a’zam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle; o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. Öyle de: Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad olduğundan -hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer farazâ ihtiyaç olsa- herşeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve herbir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve herbir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı bütün eşya -farazâ eğer ihtiyaç olsa- o Kumandan-ı Ferd’in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer Ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.

İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok hârika eserlerin gayet küçük ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe Ferdiyet ve Ehadiyeti gösteriyor. Yoksa herşeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymetdar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti, hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı; kırk bin lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet; vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.

İkinci Nokta:

Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri; “ibda’ ve ihtira'” tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri; “inşa ve terkib” tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer Ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkil ve gayr-ı makul, belki imtina’ derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelal’in san’atı olduğunu isbat ediyor.

Evet eğer bütün eşya Ferd-i Vâhid’e verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle hiçten icad eder ve ihatalı nihayetsiz ilmiyle herşeye manevî bir kalıb hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki herşeyin suretine ve plânına göre kolayca herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler. Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de, ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle; o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle muti’ bir ordunun neferatı gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve mikdar-ı kaderî içine girip kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse, bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anasırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıb, belki a’zâları adedince kalıblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir.
İşte bu surette bir sineğin icadı, kâinat kadar müşkilâtlı olur; yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünki Hâlık-ı Ferd’den başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabiata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir.

Üçüncü Nokta:

Eğer bütün eşya, bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olmasına; eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen bir iki temsili, muhtasaran beyan edeceğiz.

Meselâ:

Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkilâtlı olur. Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkilâtla tahsil edilebilir.

İkinci Temsil:

Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse, herbir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki, birbirine başbaşa verip, muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.

Üçüncü Temsil:

Meselâ Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o bir tek nefer, o tek zâtın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvî ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için Arz gibi bir tek nefer, bir tek zâtın bir tek emrini almakla, o vazifenin neş’esinden gelen bir cazibe ile meczub mevlevî gibi semaa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı rububiyeti umum kâinatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zât-ı Ferd’e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkilâtlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.

Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ: “Bir zât hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz’ü, herbir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor.” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!

Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san’at var; onlar da sair mahlukat gibi masnu’durlar. Onları öyle yapan zât, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebebleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.

Beşinci İşaret:

Çok yerlerde kat’î delillerle isbat etmişiz ki: Hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zaîf bir gölgesi; âciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlâdlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.

İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki, rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi, gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip; şirki, iştiraki azîm tehdidlerle reddediyor.

İşte rububiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir mukteziyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin.. tâ cüz’iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şübhe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bahirdir. Çünki gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.

لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin sırrıyla, bu hârika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu müvazene-i mevcudat, İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder. Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musaggarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahib çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zât olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu.. herbir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.

Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden; ondaki herbir cüz’, bir cüz’î ve bir ferdî hükmünde; ve o küll dahi, bir küllî hükmünde olduğundan, hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı; hakikat-ı tevhidi, bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde isbat ediyor.

Evet kâinatın enva’ları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle; kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkeza.. böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması.. ve ziyadaki yedi renk gibi imtizac belki ittihad etmesi haysiyetiyle ve o ef’alin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü.. ve vahdanî birer fiil olduğundan, her halde fâilinin bir tek zât olması.. ve herbiri umum kâinatı istila etmesi.. ve sair ef’al ile muavenetdarane birleşmesi itibariyle, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi; zîhayat mahlukların herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz’, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.

Altıncı İşaret:

Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalâtın

{(Haşiye): Hattâ hadsiz kemal ve cemal-i İlahînin tahakkukuna en zahir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünki kâinatın sâni’i Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemalâtı ve cemalleri, mahlukata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.}

medarı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni olduğu gibi, zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir. Eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalib ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kâinatın neticeleri hiçe inecek, hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’idamına vesile olacak. Meselâ: İnsanda en şedid ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zât, o arzu-yu bekayı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış, beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-ı tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa; onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zât-ı Ferd olmazsa, o matlablar yerine gelmez. Farazâ gelse de çok nâkıs olur.

İşte bu sırr-ı azîm içindir ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi; bütün enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini; kelime-i tevhid olan “Lâ İlahe İllâ Hu”da buluyorlar.

Yedinci İşaret:

İşte bu tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, isbat eden, ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti, elbette o tevhidin kat’iyyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünki madem daire-i vücudun en büyük hakikatı olan tevhidi bütün hakaikıyla o zât ders veriyor.. elbette tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder denilebilir. Evet böyle binler hakaik-i âliyeyi cem’eden, Ferdiyet ve Vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet; gayet kat’î bir surette o tevhid, o Ferdiyetin muktezasıdır ve lâzımıdır. Onlar, onu her halde isterler.

İşte o vazifeyi tamtamına yerine getiren Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeblerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.

Birincisi:

Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli “Es-sebebü ke-l fâil” sırrınca, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sahife-i hasenatına geçtiği gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.

İkincisi:

Âlem-i İslâmın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde istidad ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla!

Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki; gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zât; bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

İşte bu nokta-i nazardan Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.

Üçüncüsü:

Bu kâinatın Hâlık’ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev’-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev’-i beşer olduğundan; o nev’-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) o nev’ namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatab eden Zât-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.

İşte bu üç nokta gibi çok noktalar var. Kat’î bir surette isbat ederler ki; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesidir. Kâinatın umum zerratının umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince o Zât-ı Ahmediyeye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, Zât-ı Ferd-i Ehad-i Samed’den niyaz ediyoruz!..

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

* * ******

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Lem’a’nın Dördüncü Nüktesi, Tevhid-i Hakikî’nin en yüksek mertebelerini İsm-i Ferd’in tecellisiyle izah eden son derece mühim bir tefekkür metnidir. Bu Nükte, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Ferd” isminin, Sure-i İhlâs’ın birinci ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” (De ki: O, Allah’tır, bir tektir.) ayetinin bir nüktesi olarak nasıl tecelli ettiğini “Yedi İşaret” ile tasvir etmektedir.

Giriş: İsm-i Ferd, Vâhidiyet ve Ehadiyet Münasebeti
Metnin mebdei (başlangıcı), mevzunun temelini teşkil eden üç mühim ismi takdim eder: Ferd, Vâhid ve Ehad.
• İsm-i Vâhid (Vâhidiyet): Allah’ın (c.c.) bir olduğunu, Zâtında, sıfatında ve ef’alinde (fiillerinde) şeriki (ortağı) bulunmadığını ifade eder. Vâhidiyet tecellisi, daha çok kâinatın heyet-i mecmuasına, yani bütününe bir anda bakar. Kâinatı bir bütün olarak idare edenin, nizamı kuranın “Bir” olduğunu gösterir. Birinci ve İkinci İşaret’teki kâinatın umumî tesanüdü (dayanışması) ve unsurların (güneş, hava, su) birliği, bu Vâhidiyet tecellisinin parlak delilleridir.
• İsm-i Ehad (Ehadiyet): Allah’ın (c.c.) Zâtının “Bir” olduğunu, cüz’lerden (parçalardan) mürekkep olmadığını (parçaları olmadığını) ifade eder. Ehadiyet tecellisi ise, kâinattaki her bir cüz’e, her bir ferde hususî olarak bakar. Kâinatın Hâlık’ının, her bir zerreye, her bir çiçeğe, her bir insana bizzat nazar ettiğini, O’nun rububiyetinin her şeyin üzerinde doğrudan doğruya bulunduğunu gösterir. Her bir varlığın yüzündeki hususî mühür (sikke), Ehadiyet’in isbatıdır.
• İsm-i Ferd: Ferdiyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet’in manalarını cem’ eden (toplayan) ve Zât-ı Akdes’in hiçbir şeye benzemeyen, misli olmayan, tek ve yegâne (singular) olduğunu ifade eden bir ism-i a’zam cilvesidir. Kâinatı bir bütün olarak (Vâhidiyet) idare ettiği gibi, her bir cüz’ü de (Ehadiyet) bizzat ve infirad (tek başına) ile tedbir ve terbiye ettiğini gösterir.
Bu Nükte, “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” ayetinin manasının, İsm-i Ferd’in bu a’zamî tecellisi ile kâinatta nasıl okunduğunu Yedi İşaret ile isbat eder.
Birinci Bölüm: Kâinattaki Vahdet Sikkeleri (Birinci, İkinci ve Üçüncü İşaretler)
Bu bölümde, İsm-i Ferd’in kâinata, nev’lere ve fertlere vurduğu “sikke-i tevhid” (tevhid damgası) ve “hâtem-i vahdaniyet” (birlik mührü) üç misal ile izah edilir:

1. Birinci Sikke: Kâinatın Heyet-i Mecmuasındaki Tesanüd (Dayanışma)
Metin, kâinatı “en muntazam bir fabrika çarkları gibi” birbirine muavenet eder (yardımlaşır) ve birbirinin vazifesini tekmile (tamamlamaya) çalışır şeklinde tasvir eder.
• Tesanüd, Teavün, Tecavüb, Teanuk: Bu dört tabir, kâinatın bölünemez bir küll olduğunu isbat eder.
• Tesanüd: Varlıkların (mesela, güneşin, havanın, suyun, toprağın ve bitkilerin) birbiriyle sarsılmaz bir dayanışma içinde olması.
• Teavün: Birbirine yardım etmeleri (bulutun bitkiye, bitkinin hayvana yardım etmesi).
• Tecavüb: Birbirinin sualine (ihtiyacına) cevap vermeleri (Midenin ihtiyacına rızıkların koşması).
• Teanuk: Birbiri içine girme, sarılma (Bir insanın cesedindeki unsurlar gibi).
• İzahı: Bu öyle bir vahdet-i vücud (varlık birliği değil, varlığın bir bütün teşkil etmesi) teşkil eder ki, bir unsurun dizginini tutan (mesela sadece havayı idare etmek isteyen), umumun (güneşin, suyun, toprağın) dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini dahi zabtedemez. Bu, kâinatın Hâlık’ının Vâhid (Bir) olması gerektiğinin kat’î bir isbatıdır.

2. İkinci Sikke: Zemin Yüzündeki Hâtem-i Ehadiyet
Bahar mevsiminde, zemin yüzünde yüzbinlerce hayvan ve bitki taifesinin (nev’inin) bir anda, birbiri içinde, fakat şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir temyiz ve tefrik (ayırt etme) ile icad edilmesi, Ehadiyet’in mührüdür.
• İzahı: Gayet karışıklık içinde, gayet hassas bir mizanla, her bir zîhayata (canlıya) lazım olan rızkın, cihazatın (donanımın) tam vaktinde, külfetsizce verilmesi; bütün bu mevcudatı birden görmeyen, bilmeyen ve idare etmeyen bir zâtın, icad cihetiyle hiçbir şeye karışamayacağını gösterir. Bir sineği halketmek için, onunla alakadar olan bütün kâinatı idare etmek gerekir. Bu da ancak Ehad olan bir Zât’a mahsustur.

3. Üçüncü Sikke: İnsanın Yüzündeki Sikke-i Ehadiyet
İnsanın yüzü (sîması), Vâhidiyet ve Ehadiyet’i birleştiren cami’ (toplayıcı) bir aynadır:
• Vâhidiyet Ciheti (Tevhid Sikkesi): Bütün insanların yüzlerinde, göz, kulak, ağız gibi a’zâ-yı esasîde (temel organlarda) birbirine benzemesi, Sâni’in (Sanatkârın) bir ve vâhid olduğunu gösterir.
• Ehadiyet Ciheti (Ehadiyet Sikkesi): Bu umumî benzerlik içinde, Hz. Âdem’den (a.s.) kıyamete kadar gelecek milyarlarca insanın, hukuklarının muhafazası için, hiçbirinin sîmasının diğerine tam benzememesi, her birine hususî bir alâmet-i farika (ayırt edici işaret) konulmasıdır. Bu, Sâni’in ihtiyarını (dilediğini seçmesini) ve meşietini (iradesini) gösteren ve O’nun Ehad olduğunu isbat eden dakik bir mühürdür.
İkinci Bölüm: Kâinatın Bölünmezliği ve Samedanî Mektuplar (İkinci ve Üçüncü İşaretler)
Bu işaretler, kâinatın hem unsurlar hem de fertler seviyesinde nasıl bölünemez bir bütün olduğunu ve her parçanın, bütünü Yaratan’a nasıl işaret ettiğini derinleştirir.

1. Unsurların Birliği (İkinci İşaret):
Kâinatın âlemleri ve unsurları (elementleri) “birbiri içine girift olarak girmiştir.” Güneşin bir olması, havanın bir olması, ateşin bir olması, yağmurun bir olması ve her yere yetişmesi, meskenleri olan zemin yüzü ile beraber umum mevcudatın, bir tek zâtın malı olduğuna kat’î şehadet eder. Güneşi idare edemeyen, bir çiçeğin hayatına müdahale edemez.

2. Mektubat-ı Samedaniye (Üçüncü İşaret):
İsm-i Ferd’in tecellisi, kâinatı birbiri içinde “hadsiz mektubat-ı Samedaniye” (Samed olan Allah’ın mektupları) hükmüne getirir.
• İzahı: Her bir çiçek, her bir meyve, her bir hayvan… birer “mühr-ü ehadiyet” ve “sikke-i Samediyet”tir. Bulundukları mekân (mesela bahçe) bir mektup ise, o çiçek o mektuptaki imza gibidir.
• Neticesi: Bir bahçedeki sarı çiçeğin mührü kime ait ise (o bahçenin Nakkaşı kim ise), zemin yüzündeki bütün aynı nevi çiçekler de O’nun “kelimeleri” hükmündedir. Böylece her bir şey (cüz’), umum eşyayı (küll’ü) Hâlık’ına isnad eder; a’zamî bir tevhidi ilan eder.
Üçüncü Bölüm: Tevhidin Sühuleti ve Şirkin Müşkilâtı (Dördüncü İşaret)
Bu, Nükte’nin en mühim ve en hacimli İşaretidir. Tevhidin (Allah’ı bir bilmenin) ne kadar makul ve kolay (sühulet), şirkin (ortak koşmanın) ise ne kadar müşkil (zor) ve muhal (imkânsız) olduğunu “Üç Nokta” ile isbat eder.
Birinci Nokta: Vahdette Sühulet (Kolaylık), Kesrette Müşkilât (Zorluk)
• Tevhidde Sühulet: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten, en büyük şey (bir baharı icad etmek) ile en küçük şey (bir çiçeği icad etmek) arasında fark yoktur; ikisi de eşit derecede kolaydır.
• Şirkte Müşkilât: Eğer o çiçek, müteaddid esbaba (sebeplere) havale edilse, o tek çiçeği yapmak için, adeta bütün baharı yaratacak bir kudret ve ilim o sebeplerde bulunmak mecburiyetinde kalır.
• Temsiller:
• Ordu Temsili: Bir ordunun teçhizatı bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa, bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer her neferin teçhizatı ayrı ayrı yerlerde yapılsa, her nefer için bir ordu kadar fabrika gerekir.
• İntisab ve İstinad: Bir nefer, “askerlik tezkeresiyle” bir kumandan-ı a’zama intisab (bağlanma) ve istinad (dayanma) ettiği için, kendi kuvvetinin binler derece fevkinde işler görür (düşman ordusunu esir alır). Bu intisab sayesinde, bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup edebilir. Bir çekirdek, dağ gibi çam ağacını omuzunda taşıyabilir.
• Netice: Dünyadaki bütün sühulet (kolaylık), ucuzluk ve mebzuliyet (bolluk), vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.
Cenâb-ı Hak, bu hakikati şöyle beyan eder:
اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“O, bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demesidir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn, 36:82 – TDV Meali)

İkinci Nokta: İcadın İki Vecihi (İbda’ ve İnşa’)
• İbda’ (Hiçten İcad): Eğer her şey Ferd-i Vâhid’e verilse, O, nihayetsiz kudretiyle “hiçten icad eder.” Veya ihatalı ilmiyle her şeye manevî bir kalıb-ı ilmî (ilmî kalıp) tayin eder; zerreler o kalıba emr-i Rabbanî ile muntazam girer. Bu, “âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi” gibi kolaydır.
• İnşa’ (Toplama): Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse ve esbaba/tabiata havale edilse, ibda’ (hiçten yaratma) mümkün olmadığından, inşa’ (mevcut unsurlardan toplama) yolu kalır. Bu ise, bir sineğin vücudunu yaratmak için, rûy-i zeminin (yeryüzünün) bütün unsurlarını eleyip, gayet hassas bir mizanla o sineğin mahsus zerrelerini toplamak ve manevî âlemlerden ruhunu celbetmek (çekmek) lazımdır ki, bu, “yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak” bir durumdur.

Üçüncü Nokta: İdaredeki Vahdet ve Kesret Temsilleri
• Zabit/Nefer Temsili: Bir zabite (subaya) bin neferin idaresi verilse kolaydır. Fakat bir nefer, on zabitin idaresine verilse, o neferin idaresi bir taburdan on derece müşkil olur; bir keşmekeş (kargaşa) çıkar.
• Ayasofya Temsili: Bir cami kubbesindeki taşları muallakta (boşlukta) durdurmak bir ustaya verilse kolaydır. Eğer o vaziyet taşlara havale edilse, her bir taşın, diğer bütün taşlara hem hâkim-i mutlak hem mahkûm-u mutlak olması gerekir ki, bu imkânsızdır.
• Küre-i Arz Temsili: Küre-i Arz (Dünya), Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memurudur. “Meczub bir mevlevî gibi” iki hareketiyle (mihveri ve medarı üstünde) mevsimler, gece-gündüz gibi haşmetli neticeleri hasıl eder. Eğer bu vazife Vâhid-i Ehad’e verilmezse, o neticeleri (mesela mevsimleri) tahsil etmek için, Arz’dan bin defa büyük milyonlarca yıldızın, hadsiz uzun mesafeleri gezmesi lazımdır ki, bu, şirkin yolunda ne derece muhaller olduğunu gösterir.
Bu İşaret, esbaba ve tabiata icad isnad etmenin “cehaletlerin en antikası” olduğunu isbat eder. Zira sebeplerin ve tabiatın kendileri dahi muntazam birer eser-i san’attır, masnu’durlar (sanatla yapılmışlardır).

Dördüncü Bölüm: Hâkimiyet-i İlahiye ve Nizam-ı Kâinat (Beşinci İşaret)
Bu İşaret, hâkimiyetin yapısı (doğası) üzerinden tevhidi isbat eder.
• Hâkimiyetin Esası: İstiklal ve İnfirad: Hâkimiyetin en esaslı hassası (özelliği), istiklaldir (bağımsızlıktır) ve infiraddır (tekliktir). Gayrın müdahalesini şiddetle reddeder. (Padişahların bu uğurda evlatlarını katletmeleri misali).
• Rububiyet-i Mutlaka: Allah’ın (c.c.) rububiyet (terbiye edicilik) derecesindeki mutlak hâkimiyeti, şirki ve iştiraki (ortaklığı) gayet şiddetle reddeder.
• Delil: Nizam-ı Kâinat: Eğer gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat (kâinat dengesi) elbette bozulacaktı.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ferman edilir:
لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21:22 )
Metin, bu fesadın (bozulmanın) ve füturun (çatlağın) zerrelerden seyyarata (gezegenlere) kadar hiçbir yerde görünmediğini şu ayetle teyid eder:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk, 67:3 )
Ayrıca, sırr-ı ehadiyet ile en küçük bir zîhayat mahluk (mesela bir sinek), kâinatın bir misal-i musaggarası (küçültülmüş misali) olduğundan, o tek zîhayata sahib çıkanın, bütün kâinata sahib olması gerekir. Bu da şirki muhal derecesine getirir.
Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde ortağı olmadığını beyan eden şu ayet de bu İşaret’in gayesini teyid eder:
اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; O, çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân, 25:2 )

Beşinci Bölüm: Ferdiyet, Kemalât ve İnsanın Gayesi (Altıncı İşaret)
Bu İşaret, Ferdiyet ve Vahdet’in, bütün kemalâtın (mükemmelliklerin) ve hilkat-i kâinatın (kâinatın yaratılış) gayelerinin medarı (dayanağı) ve menşei (kaynağı) olduğunu beyan eder.
• Kemalâtın Medarı: (Haşiyede izah edildiği gibi) Eğer Sâni’-i Kâinat Vâhid-i Ehad bilinse, kâinattaki bütün kemalât ve cemaller (güzellikler), O’nun kudsî kemalâtının ve cemallerinin gölgeleri ve işaretleri olduğu bilinir. Yoksa o kemaller, şuursuz esbaba ve mahlukata ait kalır; Allah’ın (c.c.) “hazine-i sermediyesi” (ebedî hazinesi) meçhul kalırdı.
• Metalib-i Beşeriyenin Menbaı: İnsanın en şiddetli arzusu olan arzu-yu beka (ebediyet arzusu) gibi, ebede uzanmış binler arzuları vardır. Bu arzuları ancak, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan, “bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zât” yerine getirebilir.
• Netice: Eğer Ferdiyet olmazsa, bu arzular söner, hilkatin neticeleri hiçe inerdi. Bütün enbiya, asfiya ve evliyanın en büyük zevklerini “Lâ İlahe İllâ Hu” kelime-i tevhidinde bulmalarının sırrı budur.

Altıncı Bölüm: Tevhid-i Hakikînin Bürhanı: Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) (Yedinci İşaret)
Nükte, zirveye ulaşır. Madem kâinatın en büyük hakikati Tevhid-i Hakikî’dir; ve madem bu hakikati bütün mertebeleriyle en mükemmel surette ders veren, isbat eden ve ilan eden Zât-ı Muhammediye’dir (A.S.M.); öyle ise:
“Tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun (A.S.M.) risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder.”
Bu, Risalet’in, Ferdiyet ve Vahdaniyet’in muktezası (gereği) ve lazımı (ayrılmaz parçası) olduğunu gösterir. Metin, bu Zât’ın (A.S.M.) kâinatın bir güneşi olduğuna dair “Üç Nokta” ile şehadet eder:
• “Es-sebebü ke-l fâil” Sırrı: Umum ümmetin işlediği umum hasenatın (güzel amellerin) bir misli, O’nun (A.S.M.) sahife-i hasenatına geçmektedir. Umum ümmetin her gün ettiği salavatların (makbul duaların) iktiza ettiği makam ve mertebe, O’nun şahsiyet-i maneviyesinin azametini gösterir.
• Ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) Yüksekliği: O Zât (A.S.M.), kudsî kelimatı (tesbihatı, ibadatı) “menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak” fevkalâde istidadıyla almış, emmiş ve massetmiştir (özümsemiştir). Bu sebeple O Zât (A.S.M.), bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir. Bu, O’nun hadsiz meratib-i kemalâtta terakkisini gösterir.
• En Mükemmel Muhatab: Kâinatın Hâlık’ı, bütün makasıdının en ehemmiyetli medarını (dayanağını) nev’-i insan kılmış ve bu nev’ içinde en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediye’yi (A.S.M.) umum kâinat hesabına kendine muhatab etmiştir. Elbette bu muhatabiyeti, O’nu hadsiz kemalâta ve feyze mazhar etmiştir.
Bu Zât’ın (A.S.M.) ehemmiyeti, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
“Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21:107 )

Netice

Dördüncü Nükte, İsm-i Ferd’in tecellisiyle, kâinatın bölünemez bir küll (bütün) olduğunu (Vâhidiyet); ve her bir cüz’ünün (parçasının) de o küll’ün Hâlık’ına doğrudan bağlı bir ferd olduğunu (Ehadiyet) isbat eder. Varlığın icadındaki ve idaresindeki hadsiz sühuletin (kolaylığın) ancak Tevhid ile mümkün olduğunu; şirkin ve esbaba tapmanın ise hadsiz müşkilâta ve imkânsızlığa dayandığını kat’î delillerle gösterir.
Bu a’zamî tevhid hakikatinin, kâinatın manevî güneşi ve “Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası” olan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) eliyle ders verilmesi ise, Risalet ile Tevhid’in birbirinden ayrılmaz en büyük hakikatler olduğunu ilan eder.
Metnin sonunda zikredildiği gibi:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
“(Melekler) dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.'” (Bakara, 2:32 )

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın Beşinci Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

âyet-i azîmenin ve

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ

âyet-i azîmin birer nüktesi ile, İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan İsm-i Hayy’ın bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te, Eskişehir Hapishanesi’nde, uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-ı ekberin ve nur-u a’zamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz.

Birinci Remiz:

İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevab şudur ki:

Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latif mayesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei.. hem san’at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir san’at-ı İlahiyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymetdarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı san’at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızk, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi’ eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, manen ve remzen isbat eder. Yani: Hem Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücud-u melaike, hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır.

İşte, hayatın bu mezkûr yirmidokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hâssalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak. Muhyî isminin arkasında, İsm-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hayy nasıl bir İsm-i A’zam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

İkinci Remiz:

İsm-i Hayy’ın bir cilve-i a’zamı ve İsm-i Muhyî’nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz’deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden, Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilatı Risale-i Nur’a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.

İşte, hayatın yirmidokuz hâssalarından yirmiüçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zahiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki: Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şerr ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zahirîsinde görünen zahirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar Zât-ı Hayy-u Kayyum’a teveccüh etmemek için; hem aklın zahirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için, zahirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.

Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münacat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münacatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-u Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler. Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…

Fakat hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki; icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tâbi’ kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş’in tulûu gibi bir kanuna tâbi’ olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

Üçüncü Remiz:

Yirmidokuzuncu hâssasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u bu kadar hadsiz enva’-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva’-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delalet eden

وَهُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ ٭ هُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُم۪يتُ فَاِذَا قَضٰٓى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭ فَيُحْي۪ى بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

gibi âyetler; pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretine münhasıran veriyor. Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu

هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ ٭ وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ ٭ وَهُوَ الَّذ۪ى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا

gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-u Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan

هُوَ الَّذ۪ى ٭ هُوَ الرَّزَّاقُ

ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.

Dördüncü Remiz:

Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki; hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir bela olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev’-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev’-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet’in icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev’-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..

Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın; ve muti’ ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneş’i görmesin.. sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki; hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile i’dam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

NETİCE:

Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.

Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneş’in akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki; o lem’alar, yüksek bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneş’in vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-u Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “YÂ HAYY!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi.. umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail; bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir.. aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delailleriyle Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, “melaikeye iman” rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.. ve madem Küre-i Arz bu kadar zîhayatın enva’ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva’larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz’da gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş… Elbette Küre-i Arz’dan daha latif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti “peygamberlere iman” rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet eğer kitablar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayatdar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitablardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan “irsal-i rusül” ve “inzal-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhâssa risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.. ve risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.), âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır.. ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.. ve vahy-i Kur’an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek.. eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, “iman-ı bil’kader” rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Çünki madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb -yani mazi, müstakbel- yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbi’dirler.

Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

Beşinci Remiz:

Hem hayatın onaltıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlık’ıdır.
İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasılki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev’-i insanı yaratan zât olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise, nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüz’de dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tardeder.

Hem hayatta san’at-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde hârika mu’cizeleri var ki, bütün kâinatı halkedemeyen bir zât, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halkedemez. Evet bir nohut tanesinde bütün Kur’anı yazar gibi; çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser enva’ıyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zât; elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.

Elhasıl:

Hayat nasılki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san’at, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-u Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektubda tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler.. öyle de; hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve sîmasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur. Hem nasılki hayat, cüz’iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir.. öyle de; ihya ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ: İhyanın bir ferdi olan ihya-yı Arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünki baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üçyüz bin enva’ın ve her nev’in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-u Kayyum’dur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad’dir.

Şimdilik hayatın hâssalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hâssaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz.

Hâtime

İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hakkında; “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hayy!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza.. pek çok zâtlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir.

Bu Beşinci Nükte İsm-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahid, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı a’zamında marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi’ derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dediğine “Âmîn!” diyerek, aynı münacatı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:

يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يَحْتَاجُ اِلٰى حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يُشَارِكُهُ حَىٌّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى يُم۪يتُ كُلَّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى يُحْيِى الْمَوْتٰى ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يَمُوتُ ٭ سُبْحَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ اٰم۪ينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

* * ********

Bu Beşinci Nükte, İsm-i A’zam’ın (Allah’ın En Büyük İsmi’nin) veya o İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “İsm-i Hayy”ın bir cilvesinin, Eskişehir Hapishanesi’nde müellifine (Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine) görünen bir hakikat-ı ekberin (en büyük hakikatin) remizler (işaretler) halinde tasviridir.
Bu nüktenin temelini iki âyet-i kerime teşkil etmektedir:
• Rum Sûresi, 30:50:
“فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ”
Meal : “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
• Bakara Sûresi, 2:255 (Âyete’l-Kürsî):
“اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ…”
Meal : “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir (Hayy), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır (Kayyûm)…”
Bu Nükte, “hayat” mefhumunu bu âyetler zaviyesinden ele alarak, onun sadece biyolojik bir faaliyet olmadığını; kâinatın en büyük gayesi, en parlak nuru ve Allah’ın Vâhid ve Ehad (Bir ve Tek) olduğuna dair en kat’î bürhan (delil) olduğunu isbat eder.
İzahı, metindeki remizlerin sırasına göre takdim edelim:

Birinci Remiz: Hayatın Mahiyeti, Vazifesi ve Gayesi
Bu remiz, “Hayat nedir?” sualine fihriste (özet) nev’inden yirmiden fazla (metinde “yirmidokuz” olarak işaret edilen) hâssa (hususiyet) ile cevap verir.

1. Hayatın Mahiyeti (Yapısı):
Hayat, kâinatın tesadüfî bir neticesi değil, belki:
• En Ehemmiyetli Gayesi ve En Büyük Neticesi: Kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir.
• En Parlak Nuru ve En Latif Mayesi: Kâinatın karanlığını aydınlatan ve ona kıvam veren cevherdir.
• Sırr-ı Vahdet ve Rabıta-i İttihad: Kâinattaki bütün mevcudatın birbiriyle olan alakasını temin eden, birliği (vahdeti) gösteren sırdır. Hayat olmasaydı, mevcudat dağınık, manasız ve birbirinden kopuk yığınlar halinde kalırdı.
• Mu’cizekâr Bir Hakikat: En küçük bir zîhayatı (canlıyı), kâinatın bir fihristesi hükmüne getirir. Bir sinek, kâinattaki ekser esma-i hüsnanın (Allah’ın güzel isimlerinin) cilvesini gösteren küçük bir âlem olur. Bu cihetle kâinatın tecezzi (parçalanma) ve iştiraki (ortaklığı) kabul etmez bir “küll” olduğunu isbat eder.

2. Hayatın Gayesi (Maksadı):
Nükte, hayatın gayesinin “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek” olmadığını, bunun “dehşetli bir küfran-ı nimet” (nimeti inkâr) olduğunu beyan eder. Zira bu kadar kıymetdar bir sermaye (hayat) bu kadar basit bir gaye için verilemez.
• Asıl Gaye: Hayat-ı ebediyedir (ebedî hayat).
• Bu Dünyadaki Meyvesi: Hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Sahibi ve Hayat Veren Zât’a) karşı şükür, ibadet, hamd ve muhabbet ile mukabele etmektir. Bu mukabele, hem hayatın hem de topyekûn kâinatın yaratılış gayesidir.
İkinci Remiz: Hayatın Şeffafiyeti ve Esbab Perdesi
Bu remiz, hayatın neden perdesiz ve vasıtasız (doğrudan doğruya) Zât-ı Hayy-u Kayyum’a isnad edilmesi gerektiğini izah eder.
• Esbabın (Sebeplerin) Vazifesi: Kâinatta görünen zahirî (dış) çirkinlik, noksanlık ve musibetler vardır. Aklın zahirî nazarında kudretin izzetine münafî (zıt) düşecek bu hallerde, esbab (sebepler) kudretin tasarrufatına perde kılınmıştır.
• Misal: Hazret-i Azrail’in (a.s.) vazifesi bir perdedir. Hastalıklar ve musibetler, kabz-ı ervah (ruhların alınması) fiilinde perdedir ki, insanların şekvaları (şikâyetleri) ve itirazları doğrudan Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesin.
• Hayatın Müstesna Hâli: Hayatın ise “iki yüzü, yani mülk (görünen) ve melekût (görünmeyen) vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir.” Hayatın kendisi bizâtihî güzeldir, hayırdır ve rahmettir. Onda şikâyeti davet edecek bir çirkinlik veya kudretin izzetine dokunacak bir noksanlık yoktur.
• Netice: Bu sebeple hayat, sair eşya gibi zahirî sebeplere havale edilmemiş, “doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un ‘ihya edici, hayat verici, diriltici’ isminin eline teslim edilmişlerdir.” Nur (ışık) ve Vücud (varlık) da böyledir.

Üçüncü Remiz: Ubudiyet, Şükür ve Tevhidin Delilleri
Bu remiz, hayatın neticesi olan şükür ve ibadetin, doğrudan Allah’a mahsus olduğunu ve bu hususta vasıtaların (aracıların) olmadığını âyetler ile isbat eder.
Nükte, Kur’an-ı Kerim’in bu hakikati ifade etmek için kaide-i nahviyece (dilbilgisi kuralınca) “alâmet-i hasr ve tahsis” (sadece O’na ait olduğunu belirten sınırlama) edatlarını kullandığını belirtir. Bu edatların başında “هُوَ” (O) zamiri veya cümlenin takdim-tehiri (öne alınması) gelir.
Hayat gibi, hayata hizmet eden en mühim unsurlar da perdesiz olarak O’na aittir:
1. Müradif: İhya ve İmate (Diriltme ve Öldürme)
• İktibas (Nükte’den): وَهُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُمِيتُ…
• Meali (Mü’minûn Sûresi, 23:80): “O, dirilten ve öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takibi de O’na aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”
• İzah: “Vav” harfinden sonra “Hu ve” (O) zamirinin gelmesi, diriltme ve öldürme fiillerinin münhasıran (sadece) O’na ait olduğunu gösterir.
2. Müradif: Rızık (Rızıklandırma)
• İktibas (Nükte’den): هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ
• Meali (Zâriyât Sûresi, 51:58): “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• İzah: Haberin (er-Rezzâk) mübtedadan (Hu ve) önce gelmesi (veya marife gelmesi) “hasr” ifade eder. Rızkı veren yalnızca O’dur.
3. Müradif: Şifa (Şifa Verme)
• İktibas (Nükte’den): وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ
• Meali (Şuarâ Sûresi, 26:80): “(Hz. İbrahim dedi:) Hastalandığımda da O bana şifa verir.”
• İzah: Hastalığı nefsine (meridtü – ben hastalandım), şifayı ise “Hu ve” (O) zamiriyle doğrudan Allah’a isnad etmesi, ilâçların sadece birer perde olduğunu, Şâfî-i Hakikî’nin (Gerçek Şifa Verici’nin) O olduğunu gösterir.
4. Müradif: Ğays / Yağmur (Rahmet İndirme)
• İktibas (Nükte’den): وَهُوَ الَّذ۪ى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا
• Meali (Şûrâ Sûresi, 42:28): “O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye lâyık olandır.”
• İzah: Yağmurun (rahmetin) indirilmesi de “Hu ve” (O) zamiri ile doğrudan Allah’a verilmiştir. Bu sebeple yağmur, Güneş’in doğuşu gibi muttarid (düzenli) bir kanuna tâbi kılınmamış ki, insanlar her vakit-i hacette (ihtiyaç vaktinde) O’na dua etsinler.

Dördüncü Remiz: Hayatın Erkân-ı İmaniyeyi (İmanın Altı Rüknünü) İsbatı
Bu remiz, hayat hakikatinin, imanın altı rüknünü (Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhirete ve Kadere iman) nasıl remzen (işaretle) isbat ettiğini izah eder.

1. Âhirete ve Haşre İman:
Bu fâni, kısa ve elemli dünya hayatı, hayat şeceresinin (ağacının) nihai meyvesi olamaz. İnsana verilen bu hadsiz cihazat (akıl, kalp, hisler) ve beka (ebedîlik) arzusu, eğer âhiret olmazsa, en büyük musibet ve bela olurdu. İnsanı serçe kuşundan daha bedbaht bir dereceye düşürürdü. Demek, bu hayatın varlığı, zarurî olarak hayat-ı ebediyeyi iktiza eder. Her baharda yeryüzünün ihyası (diriltilmesi), bunun üç yüz binden fazla numunesini gösterir.

2. Allah’a (Vâcib-ül Vücud’a) İman:
Nasıl ki deniz yüzündeki kabarcıkların parlaması ve sönmesi, arkadan gelenlerin tekrar parlaması, yüksek bir tek Güneş’in varlığını bedahetle (apaçıklıkla) gösterir. Aynen öyle de, zîhayatların (canlıların) kudret-i ilahiye ile parlayıp “Yâ Hayy!” diyerek gayb perdesine çekilmeleri, bir Zât-ı Hayy-u Kayyum’un (Ebedî Diri ve Her Şeyi Ayakta Tutan Zât’ın) varlığına ve hayat-ı sermediyesine (ebedî hayatına) şehadet eder. Zira görmek, işitmek, irade etmek gibi sıfatlar hayatı istilzam eder (gerektirir). Kâinattaki bu muazzam ilim, kudret ve irade eserleri, elbette bu sıfatların sahibi olan Zât’ın hayatına delildir.

3. Melaikeye İman:
Madem kâinatın en mühim neticesi hayattır; ve madem bu küçük, süflî (aşağı) Küre-i Arz (Dünya), hayatın en safî hülâsası olan şuur, akıl ve ruhlar ile bu kadar şenlendirilmiştir. Elbette Küre-i Arz’dan daha latif, daha nuranî ve daha büyük olan ecram-ı semaviye (gök cisimleri, yıldızlar, galaksiler) ölü, camid (cansız) ve hayatsız kalması imkân haricindedir. Demek, o semavatı şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek, onlara münasip zîşuur sekeneler (sakinler) vardır ki, onlar da melaikelerdir.

4. Peygamberlere ve Kitaplara İman:
Madem kâinat hayat için yaratılmış ve hayat, Hayy-ı Ezelî’nin bir cilvesidir. Bu ezelî hayat, kendini göstermek ister. Nasıl ki bir adamın konuşması onun diri olduğunu gösterir; öyle de, âlem-i gaybın arkasında konuşan, emir ve nehiy veren bir Zât’ın varlığını ve hayatını, O’nun kelimatı (sözleri) olan kitablar ve o hitabatı tebliğ eden peygamberler gösterir.
Hayat nasıl kâinattan süzülmüş bir hülâsa ise, Risalet-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Vahy-i Kur’anî dahi, kâinatın hayatının ruhu, aklı ve şuuru hükmündedir. “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek..”

5. Kadere İman:
Hayat, sadece bu âlem-i şehadete (görünen âleme) ve zaman-ı hazıra (şimdiki zamana) münhasır değildir. Nasıl ki bir ağacın kökü (mazisi) ve çekirdekleri (müstakbeli) de ağacın kendisi gibi hayat kanunlarına tâbidir. Aynen öyle de, kâinat ağacının da bir mazisi (geçmişi) ve müstakbeli (geleceği) vardır. Bu geçmiş ve gelecek tavırlar, âlem-i gaybda, Allah’ın ilminde bir “vücud-u ilmî” (ilmî varlık) ile mevcuttur. İşte eşyanın bu ilmî varlığı ve manevî hayatı, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla “mukadderat” namıyla görünür.

Beşinci Remiz: Hayatın Ehadiyet ve Tevhid Mührü Olması
Bu remiz, hayatın, Allah’ın şeriki (ortağı) olmadığını ve her şeyin O’nun Ehad (Tek) olduğuna nasıl en parlak delil olduğunu izah eder.
• Hayatın Câmiiyeti (Toplayıcılığı): Hayat bir şeye girdiği vakit, o cüz’î (kısmî) şeyi bir küll (bütün) hükmüne getirir. O küçük cesed, ekser esma-i hüsnayı gösteren bir “âyine-i ehadiyet” (Ehadiyetin/Tekliğin aynası) olur.
• Misal: Azametli Güneş, nasıl ki ziyasıyla her bir su katresinde ve cam zerresinde (kendi azametiyle değil, cilvesiyle) bulunuyorsa; öyle de, Kâinatın Hâlık’ı da, bütün sıfat ve esmasıyla her bir zîhayatta tecelli eder.
• Şirki (Ortaklığı) Reddetmesi: Bu câmiiyet, şirki temelden reddeder. Zira bir çam ağacının küçük bir tohumunda, o koca ağacın bütün fihristesini ve mukadderatını yazan kalem; elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Bir arının küçük kafasına kâinat bahçesini tanıyacak cihazatı derceden Zât, elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.
• İhya-yı Arz (Yeryüzünün Diriltilmesi) Delili: Bahar mevsiminde, üç yüz bin nevi mahlukatın hadsiz efradının beraber, birbiri içinde, noksansız ve kusursuz olarak ihya edilmesi, öyle bir “sikke-i tevhid” (birlik mührü) ve **”hâtem-i ehadiyet”**tir (teklik damgasıdır) ki; bu tek fiili yapamayan, hiçbir şey yapamaz. Bu tek fiili yapan ise, her şeyin Hâlık’ıdır.

Hâtime (Sonuç): İsm-i Hayy’ın Azameti
Nükte, İsm-i A’zam’ın herkes için bir olmayıp, meşrebine (manevî yoluna) göre değişebileceğini belirtir (Misal: Gavs-ı A’zam için “Yâ Hayy”, İmam-ı Rabbanî için “Yâ Kayyum”).
Ve bu Beşinci Nükte’nin İsm-i Hayy hakkında olması münasebetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Cevşen-ül Kebir münacatındaki İsm-i Hayy’a dair şu muazzam marifet tefekkürü ile sona erer:
“Ey her diriden evvel Diri Olan (Yâ Hayyu kable külli Hayy)!”
“Ey her diriden sonra Diri Olan (Yâ Hayyu ba’de külli Hayy)!”
“Ey hiçbir dirinin Kendi misli gibi olmadığı Diri (Yâ Hayyu’llezî leyse kemislihî Hayy)!”
“Ey hiçbir şeyin Kendisine benzemediği Diri!”
“Ey hiçbir diriye muhtaç olmayan Diri!”
“Ey hiçbir dirinin Kendisine ortak olamadığı Diri!”
“Ey bütün dirileri öldürecek olan Diri!”
“Ey bütün dirileri rızıklandıran Diri!”
“Ey ölüleri dirilten Diri (Yâ Hayyu’llezî yuhyi’l-mevtâ)!”
“Ey aslâ ölmeyen Diri (Yâ Hayyu’llezî lâ yemût)!”
Cenâb-ı Hak, bu Nükte’de izah edilen hayatın kıymetini bilmeyi ve o hayatı, gayesi olan ebedî hayata ve rızasına sarf etmeyi hepimize nasip eylesin. Âmin.

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın Altıncı Nüktesi

İsm-i Kayyum’a bakar.

İsm-i Hayy’ın bir hülâsası, Nur Çeşmesi’nin bir zeyli olmuş; bu İsm-i Kayyum dahi, Otuzuncu Söz’ün zeyli olması münasib görüldü.

İTİZAR:

Bu çok ehemmiyetli mes’eleler ve çok derin ve geniş İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem’alar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tedkiksiz müsvedde halinde kaldığından elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Mes’elelerin güzelliklerine, benim kusurlarımı bağışlamalısınız.

İHTAR:

İsm-i a’zama ait nükteler, a’zamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan İsm-i Kayyum’a ait mes’eleler ve bilhâssa Birinci Şuaı

{(Haşiye): Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuaı okumasın veya âhirde okusun; ikinciden başlasın.}

maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum’a ve bilhâssa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhâssa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ٭ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ ٭ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
gibi kayyumiyet-i İlahiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i a’zam veyahud ism-i a’zamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahud ism-i a’zamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i a’zamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-u a’zamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim, fakat Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam ve Celcelutiye’sinde pek muhteşem isimlerle ism-i a’zam içinde bulunan o altı ismi en a’zam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiği için bu İsm-i Kayyum’a dahi, evvelki beş esma gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette “Beş Şua” ile, o nur-u a’zama işaret edeceğiz.

Birinci Şua:

Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizâtihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zât-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi

لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ

dür. Yani ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. Evet bir zât ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hacatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-u Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihat, bu mesel ve temsil nev’indendirler.

İşte böyle misilsiz ve Vâcib-ül Vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tegayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zât-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zât-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zât-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde kat’î bürhanlarla isbat edilmiş ki: Tabiat bir san’at-ı İlahiyedir, Sâni’ olmaz.. bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtib olmaz.. bir nakıştır, nakkaş olamaz.. bir defterdir, defterdar olmaz.. bir kanundur, kudret olmaz.. bir mistardır, masdar olmaz.. bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz.. bir nizamdır, nâzım olamaz.. bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz.

Farz-ı muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabiata havale edilse, “bunu yap” denilse; Risale-i Nur’un çok yerlerinde kat’î bürhanlarla isbat edildiği gibi, o küçük zîhayatın a’zâları ve cihazatları adedince kalıblar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki, tabiat o işi görebilsin.

Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i a’zamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani bir tek Zât-ı Akdes’in hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar…

İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerrelerdeki cilve ise; zerreler taifesini Vâcib-ül Vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir sâniye o Kumandan-ı A’zam’ın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.

Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni’-i Zülcelal’in gayet latif, nazenin, muti’, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esîr” maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.

Evet mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki; herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet -sırr-ı Kayyumiyetle- en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlık’ının fiili olduğuna delalet eden bir sırr-ı a’zamı taşıyor. Evet meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinat’a hususiyetini gösteriyor.

Birincisi:

O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz’î ve hususî fiil ise, ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î fiil dahi onundur.

İkinci cihet:

Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz’î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.

Demek en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şey’e has olduğunu gösterir.

En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un en has hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaîf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüz’lerinde kat’î bürhanlarla gösterilmiştir.

İkinci Şua:

“İki Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

İsm-i Kayyum’un bir cilve-i a’zamına işaret eden

لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ ٭ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ٭ لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-ı a’zamın bir vechi şudur ki:

Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir a’zâya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilân ederler.
İkinci Mes’ele:

Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebetdar faidelerinin ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.

Evet herşeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir:

Birinci nevi,

kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.

İkinci nevi,

daha mühimdir ki: Herşey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelal’in cilve-i esmasını bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.

Üçüncü nevi ise,

Sâni’-i Zülcelal’e aittir, ona bakar. Herşeyin faidesi ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni’-i Zülcelal’e bakan yüzlerdir ki, Sâni’-i Zülcelal kendi acaib-i san’atını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i esmasına, kendi masnuatında bakar. Bu a’zamî üçüncü nevide, bir sâniye kadar yaşamak kâfidir.

Hem herşeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki, Üçüncü Şua’da izah edilecek.

Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur:

Herşey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir, bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhâssa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince san’atın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san’atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.

Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki: Her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ı san’at bulunması, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin nazarına arzetmek, yani Zât-ı Kayyum-u Ezelî kendi san’atını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarıfa kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki: Mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı san’at devam etmiyor; gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merak ile ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım. Bir zaman sonra, lillahilhamd Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın feyzi ile, sırr-ı kayyumiyet noktasında azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile “tılsım-ı kâinat” ve “muamma-yı hilkat” tabir edilen bir sırr-ı İlahî anlaşıldı. (Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmalen iki-üç noktasını Üçüncü Şua’da zikredeceğiz.)

Evet sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada

اَللّٰهُ الَّذ۪ى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا

sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.

Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır.. öyle de: Mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette

وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ

sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.
Üçüncü Şua:

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ى شَاْنٍ ٭ فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ ٭ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُ ٭ بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

gibi âyetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddeme ile işaret edeceğiz.

Birincisi:

Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir sâniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ü idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki; bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkid edemez.

İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde; o sevimli ve sevdiği masnuatın hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor; kalem-i kaza ve kader, Küre-i Arz’ı yazar bozar tahtası gibi yaparak

يُحْي۪ى وَ يُم۪يتُ

cilveleriyle mütemadiyen Küre-i Arz’da yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder. İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktezisi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.

O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev’i cüz’î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir. Evet her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takib eder. Herbir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takib eder. Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.

Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi:

Esma-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in binbir esma-i hüsnasından herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.

Madem bu esmanın kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlarını ifade eden sahifeleri, bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esma, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitablarını; hem müsemmaları olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli mahdud bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikattan pek kesretli hakikatları göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.

Dördüncü Şua:

Kâinattaki hayretnüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki:

Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur; herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir; herbir âlîcenab zât, başkasını mes’ud etmekle lezzet alır; herbir âdil zât, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.

İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasib olduğundan, deriz:

Nasılki meselâ gayet merhametli, sehavetli, gayet kerim âlîcenab bir zât, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz’ın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, enva’-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi, “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.

Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese; san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine “Mâşâallah” der. Madem icadsız ve surî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni’-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin enva’ıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nev’inden olan ulvî şuunatı; elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.

Hem meselâ bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması; hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un bütün mahlukatına, hususan zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle.. ve zaîfleri kavîlerin şerrinden Rahîmane himaye etmekle.. ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla.. ve bilhâssa mahkeme-i kübra-yı haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.

İşte bu üç misal gibi; esma-i hüsnanın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir.. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder.. ve madem bir tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiblerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlukattaki hadsiz istidadları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymetdar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani unsurları, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatına; nebatları, rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına; ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor.

İşte herbir zîhayatın zahirî bir vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub’da izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.
Mühim bir suale kat’î bir cevab:

Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”

Elcevab:

Hâşâ yüzbin defa hâşâ!.. Yerdeki âyinelerin tegayyürü, gökteki Güneş’in tegayyürünü değil, bilakis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıddan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zât-ı Akdes’in tegayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tegayyürü, onun tegayyürüne değil, belki adem-i tegayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zât, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ; sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın.

Meşhurdur ki: İntizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iş intizamla devam etsin.

Sâniyen: Tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduğundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Beşinci Şua:

İki mes’eledir:

Birinci Mes’elesi:

İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamını görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dûrbîn yapıp birinci dûrbînle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyum’un cilvesiyle, Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latif olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor. Sonra o hayalin hurdebîni olan ikinci dûrbîniyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle, zîhayat mahlukat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.
Bir hülâsat-ül hülâsa:

{(Haşiye) : Otuzuncu Lem’anın altı risaleciğinin esası ve mevzuu ve ism-i a’zamın sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gayet kısa bir hülâsalarıdır.}

İsm-i a’zamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülâsanın zikri münasibdir. Şöyle ki:

Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren, İsm-i Kayyum’un bu cilve-i a’zamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i a’zamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şu’lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. Şimdi bak: İsm-i Hayy’ın arkasında İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı, bütün kâinatı enva’ıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor; herşeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor; her şeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet basıyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor. Şimdi İsm-i Ferd’in arkasından İsm-i Hakem’in cilve-i a’zamına bak ki; yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dûrbîniyle temaşa ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüz’î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasib olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış. Sonra İsm-i Hakem’in cilve-i a’zamı arkasından bak ki, İsm-i Adl’in cilve-i a’zamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki; ecram-ı semaviyeden biri, bir sâniye de müvazenesini kaybetse; yani İsm-i Adl’in cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i a’zamı, Kehkeşan’dan yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan, tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i müsahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. Şimdi İsm-i Adl’in cilve-i a’zamı arkasından (Birinci Nükte’de izah edildiği gibi) İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zâtîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasib olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.

Elhasıl: İsm-i a’zamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka zînetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.
Beşinci Şua’nın İkinci Mes’elesi:

Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani nasılki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. öyle de İsm-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zât-ı Hayy-u Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, câmiiyet-i tâmme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.

İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-u Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva’-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva’-ı mat’umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev’ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. “Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi” der ve hâkeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhâssa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İşte Zât-ı Hayy-u Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana müsahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:

Birincisi:

Kâinatta münteşir bütün enva’-ı nimeti insanla tanzim etmek ve insanın menfaatı ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İkinci Vazifesi:

Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san’atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün enva’ıyla, bütün enva’-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.

Üçüncü Vazifesi:

Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.

Birinci Vecih:

İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlık’ının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.

İkinci Vecih:

İnsan, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.

Üçüncü Vecih’teki

âyinedarlığın iki yüzü var:

Birisi,

esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.

İkinci yüzü,

şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. Yani kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un sem’ ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir. Hem insan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.

Hem insan, nasılki hayat-ı câmiasıyla Zât-ı Zülcelal’in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir.. ve hâkeza çok cihetlerle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a âyinedarlık eder. Öyle de: İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir

{(Haşiye): Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz’ın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delalet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de; insanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.}

ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hâkeza… İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.

İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.

Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünki cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalbeder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adavet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün haşiyesinde beyan edildiği gibi: Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: “Tuh!.. Ne kadar çirkindir” diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.

Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin ALLAH’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.

Evet madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye müştak ve muhib bir surette halkedilmiştir.. ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz.. ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder.. ve madem bu kâinat, insan için halkedilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış.. ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, esmasıyla sermedîdir.. ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad u Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.

عَلَيْهِ وَ عَلٰٓى اٰلِهِ الصَّلَاةُ و السَّلَامُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ

يَٓا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَح۪يمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَك۪يمِ وَ بِحُرْمَةِ حَب۪يبِكَ الْاَكْرَمِ وَ بِحَقِّ اَسْمَٓائِكَ الْحُسْنٰى وَ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ اِحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَ الشَّيْطَانِ وَ مِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ اٰم۪ينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

*************

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Lem’a’nın “Altıncı Nükte”si olan İsm-i Kayyum bahsi, hakikaten tefekkürî ve derûnî bir muhtevaya sahiptir. Bu mübarek metin, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri (veya İsm-i Hayy ile birlikte İsm-i A’zam’ın iki ziyasından ikincisi) olan “Kayyûm” isminin kâinattaki ve insandaki tecellî-i a’zamını (en büyük yansımasını) tasvir etmektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “İtizar” (Özür) ve “İhtar” (Uyarı) ile başladığı bu bahis, Eskişehir hapsinde, gayet müşevveş (karışık) ve acele bir surette, kalbe gelen lem’alar (parıltılar) halinde yazıldığından, tabirlerde noksanlık olabileceğini, ancak mes’elelerin güzelliğine ve ehemmiyetine nazar edilmesi gerektiğini belirtir. Bu, mes’elenin ne kadar derin ve geniş olduğunun bir ifadesidir.

Giriş: İsm-i Kayyûm’un Manası ve Kâinat ile Alakası
“Kayyûm” ismi, lügat manasıyla “bizâtihî kaim olan, yani varlığı kendinden olan, varlıkta durmak için hiçbir şeye muhtaç olmayan ve bütün eşyayı varlıkta durduran, ayakta tutan” demektir.
Metnin başında zikredilen ve bu hakikatin müradifleri olan ayet-i kerimeler, İsm-i Kayyum’un kâinattaki tecellîlerini icmalen (özetle) haber verir:
• بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ
• Meali (Yâsîn Suresi, 36:83): “O halde her şeyin mülkiyet ve yönetimi elinde olan (Allah) ne yücedir! Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
• İzahı: “Melekût”, eşyanın derûnî, iç yüzü, yönetimi ve idaresi demektir. Her şeyin idaresi, ayakta duruşu O’nun elindedir.
• لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ
• Meali (Zümer Suresi, 39:63): “Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”
• İzahı: “Makâlîd” (anahtarlar), hazineler, kilitler manasındadır. Bütün hayat, rızık, varlık ve beka (devamlılık) hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir.
• وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ
• Meali (Hicr Suresi, 15:21): “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.”
• İzahı: Her şeyin vücuda gelmesi ve devamı için lazım olan her ne varsa, hepsi O’nun tükenmez hazinelerindedir.
• مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
• Meali (Hûd Suresi, 11:56): “İşte ben, hem benim, hem sizin rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”
• İzahı: “Nâsiye” (perçem), mutlak hâkimiyetin ifadesidir. Bütün canlıların idaresi, sevk edilmesi ve ayakta durması, zerre miskal O’nun kabza-i tasarrufundan (idaresi altından) hariç değildir.
Bu ayetler, kâinatta hiçbir şeyin kendi kendine, tesadüfen veya başka bir sebebe dayanarak ayakta durmadığını, hepsinin tek bir Kayyûm-u Zülcelâl’in kayyûmiyeti ile kaim (ayakta) olduğunu ders verir.

Birinci Şua: Kayyûmiyet, Tenzih ve Tabiatın Reddi
Bu Şua, İsm-i Kayyûm’un en temel manasını ve bu mananın zıddı olan dalâlet fikirlerini çürütür.

1. Kayyûmiyet ve Tenzih:
Hâlık-ı Zülcelâl, Kayyûm’dur. Bütün eşya O’nunla kaimdir. Eğer bu “nisbet-i kayyûmiyet” (sübûtî bir sıfat olan ‘Kıyam’ın mahlûkatla alakası) bir an kesilse, kâinat mahvolur.
Aynı zamanda bu Kayyûm Zât, hiçbir şeye benzemez. Zira Kur’an-ı Azîmüşşan ferman eder:
• لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
• Meali (Şûrâ Suresi, 42:11): “…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Kâinatı bir saray gibi idare eden, yıldızların icadını zerreler kadar kolay yaratan, hadsiz işleri bir anda yapan, her şeyi birden işitip her şeye birden cevap veren bir Zât’ın; elbette misli, nazîri (benzeri), şerîki (ortağı), zıddı ve niddi (dengi) olması muhaldir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihât (benzetmeler), O’nun Zât’ını değil, şuûnât-ı kudsiyesini (kutsal işleyişini) akla yaklaştırmak içindir.

2. Dalâlet Fırkalarının Reddi (İsbat-ı Kayyûm):
İnsanlardan bir kısmı, bu Kayyûm Zât’ı ve O’nun eserlerini yanlış tasavvur ederek dalâlete düşmüşlerdir. Birinci Şua, üç ana dalâlet fikrini reddeder:
• a) Tabiatperestlik (Natüralizm): Eserleri “tabiat”a isnad edenler. Risale, tabiatın kendisinin bir fâil (iş yapan) değil, bir “san’at-ı İlahiyye” (İlahi sanat) olduğunu isbat eder. Tabiat;
• Bir kitaptır, kâtip (yazar) olamaz.
• Bir nakıştır, nakkaş olamaz.
• Bir kanundur, kudret (güç) olamaz.
• Bir mistardır (cetveldir), masdar (kaynak) olamaz.
• Münfaildir (edilgendir), fâil (etken) olamaz.
• Bir nizamdır, nâzım (düzenleyici) olamaz.
• b) Maddiyyun (Materyalizm): Hâdiseleri “madde” ve “zerreler”in (atomların) hareketlerine isnad edenler. Bu, bir tek İlah’ı kabul etmemek için, zerreler adedince nihayetsiz ilahları kabul etmektir. Câmid (cansız), kör, şuursuz zerrelerin; her şeyi gören, bilen, idare eden bir Zât’ın fiillerini yapması, “echeliyetin nihayetsiz derecesi” yani cehaletin son noktasıdır. Zerreler, Kayyûm-u Zülcelâl’in emriyle hareket eden muntazam bir ordudur.
• c) Esîrperestlik: Hâdiselerin kaynağını “esîr” maddesine verenler. Esîr, zerrelerden daha latîf (ince) olsa da, neticede o da şuursuz, camid, edilgen bir maddedir. Her şeyi idare eden sonsuz ilim ve kudreti bu maddeye vermek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.
Ana Delil: Bir arının icadı gibi en cüz’î (küçük) bir fiil dahi, o arının bütün kâinatla olan münasebetini bilmeyi ve idare etmeyi gerektirir. Bu ise, ancak bütün kâinatın Hâlık’ı (Yaratıcısı) olan Zât’ın fiili olabilir.

İkinci Şua: Kayyûmiyet’in Tecellîsinin İki Mes’elesi
Bu Şua, Kayyûm isminin tezahürünün ihtişamını ve mahlûkatın yaratılış hikmetlerini izah eder.
Birinci Mes’ele: Semâvât ve Zerrâttaki Kıyam (Ayakta Duruş)
Kayyûmiyet’in azametini gösteren ayetlerden biri, Âyetü’l-Kürsî’dir:
• اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ…
• Meali (Bakara Suresi, 2:255): “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur…”
“Siz de O’na döndürüleceksiniz.” ayetinin (Yâsîn 36:83) manasını tefsir eden bu Şua’da, Arz’dan milyonlarca defa büyük yıldızların ve kürelerin, fezâ-yı gayr-ı mütenâhîde (sonsuz uzayda) direksiz durmaları, İsm-i Kayyûm’un cilvesiyledir. Eğer o nisbet-i kayyûmiyet bir an kesilse, hepsi dağılır, ademe (yokluğa) dökülürler.
Aynı sır, en büyükten en küçüğe caridir. Bir zîhayatın (canlının) cesedindeki zerreler dahi, unsurların sel gibi akışına rağmen, muntazam bir tabur gibi yerlerini muhafaza ederler. Bu, Kayyûm isminin sırrıdır.

İkinci Mes’ele: Eşyanın Hikmet-i Vücudu (Varlık Sebebi)
Mahlûkat neden yaratılır, kısa bir süre görünüp kaybolur? Bu mes’ele, Üstad Hazretleri’nin tefekkür seyahatindeki üç mühim merhaleyi (aşamayı) tasvir eder:
• Birinci Merhale (Zîşuurlara Bakan Gaye): Her şey, manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanîdir. Umum zîşuurlara (şuur sahiplerine) manasını ifade ettikten sonra, lafzı (sureti) kaybolur.
• İkinci Merhale (Sâni’e Bakan Gaye): Mahlûkattaki ince sanatlar, sadece insanların ve diğer zîşuurun nazarına (bakışına) göre değildir. Zira onların nazarı mahduddur (sınırlıdır). En mühim gaye, “Zât-ı Kayyûm-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.” Sâni’, kendi sanatını kendisi temâşâ eder.
• Üçüncü Merhale (Sırr-ı Kayyûmiyet ve Faaliyet): Fakat bu sanatlar da sabit durmuyor; “gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül ediyor.” Bu “faaliyet-i daime”nin (devamlı faaliyetin) hikmeti nedir? Bu, mezkûr iki hikmetten daha azîm bir hikmeti, yani “sırr-ı kayyûmiyeti” gösterir.
Bu üçüncü nokta, Üçüncü Şua’da izah edilecektir. Varlık, ayakta durmak için bir istinad noktasına (dayanak noktasına) muhtaçtır. Bu nokta, Kayyûm-u Zülcelâl’dir. Ayet-i kerimede bu hakikate şöyle işaret edilir:
• …اَللّٰهُ الَّذ۪ى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا…
• Meali (Ra’d Suresi, 13:2): “…Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükselten…”
Ve her şeyin merci ve müntehâsı (son durağı) O’dur:
• …وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ…
• Meali (Hûd Suresi, 11:123): “…İşlerin hepsi, sonunda O’na döner…”

Üçüncü ve Dördüncü Şualar: Faaliyet-i Daimenin Hikmetleri
Bu iki Şua, İkinci Şua’nın sonunda ulaşılan “Neden kâinatta durmayan bir faaliyet ve hallâkıyet (yaratıcılık) var?” sualinin cevabıdır. Bu faaliyet, Kayyûm isminin bir gereğidir.

1. Faaliyetin Sebebi: Kâinat bir misafirhanedir; durmadan dolar, boşalır. Kalem-i kaza ve kader, Arz’ı “yazar bozar tahtası” gibi kullanır. Bu faaliyetin üç mühim şubesi (dalı) vardır:
Birinci Şube (Üçüncü Şua): Faaliyet ve Lezzet-i Mukaddese
“Faaliyet ayn-ı lezzettir.” Her kabiliyet sahibi, faaliyetle inkişaf etmekten (gelişmekten) lezzet alır. Madem Hayy-u Kayyûm olan Zât’ın ezelî hayatından neş’et eden (kaynaklanan) hadsiz bir muhabbet ve merhamet kâinatta görünüyor; elbette o Hayat-ı Akdes’te (En Kutsal Hayat’ta), tabirde hata olmasın, bir “aşk-ı lahûtî”, bir “muhabbet-i kudsiye”, bir “lezzet-i mukaddese” gibi şuûnât-ı kudsiye (kutsal işler, Zât’ın muktezâları) vardır ki, bu hadsiz faaliyeti iktiza eder (gerektirir).
İkinci Şube (Üçüncü Şua): Esma-i İlahiyyenin Tecellî İsteği
Her cemal (güzellik) sahibi, cemalini görmek ve göstermek ister. Her hüner sahibi, hünerini teşhir etmek ister. Elbette Cemîl-i Mutlak (Mutlak Güzel) olan Zât-ı Kayyûm, binbir Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) sonsuz cemallerini ve hakikatlerini görmek ve göstermek ister. Kâinat ve mevcudat, bu Esmâ’nın âyineleri, levhaları ve sahifeleridir. Bu isimler dâimî ve bâkî oldukları için, cilvelerini gösterecek âyineleri mütemadiyen (sürekli) tazelendirirler, değiştirirler.
Üçüncü Şube (Dördüncü Şua): Şuûnât-ı Rubûbiyetin (Terbiye Ediciliğin Gerekleri) Tecellîsi
Bu Şua, bu faaliyetin “netice”sine, yani mahlûkatı memnun etmekten, onlara haklarını vermekten, sanatını teşhir etmekten gelen kudsî manalara bakar:
• Misal 1 (Rahmet ve Kerem): Âlicenap bir zâtın, fakirleri bir gemide mükemmel ziyafetlerle gezdirip onların memnuniyetiyle mesrur olması gibi; Zât-ı Hayy-u Kayyûm da, Arz sefinesine bindirdiği hadsiz mahlûkatını rızıklandırmaktan ve onların teşekküratından gelen, tabirine me’zun olmadığımız bir “memnuniyet-i mukaddese” hisseder.
• Misal 2 (San’atkârlık): Mahir bir sanatkârın, yaptığı plâksız fonoğrafın (insan zihni ve hafızası gibi) istediği gibi çalışmasından “iftihar-ı kudsî” duyması gibi; Sâni’-i Hakîm de, kâinatı ve içindeki hadsiz mu’cizeleri (insan kafasındaki hârika makineler gibi) mükemmel işleterek, Zât’ına mahsus bir iftihar-ı kudsî ile faaliyetini devam ettirir.
• Misal 3 (Adalet ve Hikmet): Âdil bir hükümdarın, ihkak-ı hak (hakkı yerine getirmek) ile lezzet alması gibi; Adl-i Âdil olan Zât da, mahlûkata “hukuk-u hayat” (hayat hakları) vermekle, zaîfleri kavîlerden himaye etmekle ve mahkeme-i kübrâda adaleti tam tecellî ettirmekle gelen ulvî şuûnâtı sebebiyle bu faaliyeti devam ettirir.
Bu daimî faaliyetin bir remzi (işareti) şu ayettir:
• …كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ى شَاْنٍ
• Meali (Rahmân Suresi, 55:29): “…O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.”

Mühim Suale Cevap: Faaliyet, Tegayyürü (Değişmeyi) Gerektirir mi?
Ehl-i dalâlet der: “Kâinatı değiştiren, kendisi de değişmelidir.”
Elcevap: Hâşâ! Yerdeki âyinelerin değişmesi, gökteki Güneş’in değiştiğini değil, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Tegayyür (değişim); hudûstan (sonradan olmaktan), noksanlıktan, ihtiyaçtan ve maddîlikten gelir. Zât-ı Akdes ise Kadîm’dir, Kemal-i Mutlak’tadır, Maddeden Mücerred’dir ve Vâcib-ül Vücud’dur. O’nda tagayyür muhaldir.

Beşinci Şua: Kayyûmiyet’in İnsandaki Tecellîsi ve Sırr-ı Beka
Bu Şua, İsm-i Kayyûm’un kâinattaki “vâhidiyet” (bütüncül) tecellîsinden, insandaki “ehadiyet” (birebir, odaklanmış) tecellîsine geçer ve bahsi haşre (dirilişe) bağlar.
Birinci Mes’ele (Hülâsat-ül Hülâsa):
Bu, Altı İsm-i A’zam’ın (Kayyûm, Hayy, Ferd, Hakem, Adl, Kuddûs) kâinatı nasıl birbiri içinde kuşattığını gösteren muazzam bir özettir. Kayyûm’un ayakta tuttuğu kâinatı; Hayy hayatlandırır, Ferd birlik damgasını vurur, Hakem hikmetle düzenler, Adl mizanla (ölçüyle) tartar ve Kuddûs temizleyip güzelleştirir.
İkinci Mes’ele: İnsan ve Sırr-ı Kayyûmiyet
Bu, nüktenin zirvesidir. Nasıl kâinat sırr-ı kayyûmiyetle kaim ise, “insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur.” Zira kâinatın ekser hikmetleri, gayeleri insana bakıyor; güya insandaki cilve-i kayyûmiyet, kâinata bir direktir.
Zât-ı Hayy-u Kayyûm, kâinatı insan için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, “câmiiyet-i tâmme” (tam kapsamlılık) ile bütün Esmâ-i İlâhiyeyi anlar ve zevk eder.

İnsanın Mühim Üç Vazifesi:
İnsanın bu merkezî ehemmiyetinin sebebi üç büyük vazifesidir:
• Liste ve Tanzim Edici Olmak: Kâinattaki bütün nimetler, insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim edilmiştir. İnsan, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine bir “liste” hükmündedir.
• Muhatab, Dellâl ve Şâkir Olmak: İnsan, câmiiyeti haysiyetiyle, Allah’ın hitabatına en mükemmel muhataptır. Sanatlarını takdir eden en yüksek sesli “dellâl” (ilan edici) ve bütün nimetlerine en şuurlu şükredendir.
• Âyinedarlık (Aynalık) Etmek: İnsan, Zât-ı Hayy-u Kayyûm’a, sıfatlarına ve şuûnâtına üç vecihle âyinedarlık eder:
• Birinci Vecih: Kendi acz-i mutlakı ile O’nun Kudret-i Mutlakasını; fakr-ı mutlakı ile O’nun Rahmet-i Mutlakasını; noksan sıfatları ile O’nun kemal sıfatlarını gösteren bir “mikyas” (ölçü) olur.
• İkinci Vecih: Kendi cüz’î iradesi, ilmi ve kudretiyle; O’nun Küllî İradesini, Muhît (kuşatıcı) İlmini ve Sonsuz Kudretini, kâinat büyüklüğünde anlar.
• Üçüncü Vecih: Kendi mahiyetiyle; hem Esmâ’nın bütün nakışlarını gösteren bir “fihriste” olur, hem de kendi hayatı, sem’ (işitme), basar (görme) ve sevmek, memnun olmak gibi hisleriyle, Zât-ı Akdes’in Hayat, Sem’, Basar sıfatlarına ve O’nun kudsiyetine lâyık şuûnâtına âyinedarlık eder.

Netice: Kayyûmiyet ve Beka (Haşir)
Madem insan, fıtraten (yaratılıştan) “Cemal-i Bâkî”ye (Sonsuz Güzelliğe) müştak ve muhib (âşık) yaratılmıştır.
Ve madem “bâkî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.”
Ve madem fena (yok oluş), muhabbeti adavete (düşmanlığa) çevirir (İnsan eli yetişmediği şeye düşman olur; kâfirlerin Allah’a adaveti bu sırdandır).
Ve madem Mahbûb-u Hakikî (Gerçek Sevgili), kendini insana sevdiriyor ve insanın da O’nu sevmesini istiyor.
Elbette ve herhalde: O Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştâkı (özlem duyan aynası) olan insanı, ebedî bir firak (ayrılık) ile kendine düşman ve küskün yapmayacaktır. İnsanı, alâküllihal (her durumda) bir “dâr-ı bekâ”ya (sonsuzluk yurduna) alacak ve bir “hayat-ı bâkiye”ye mazhar edecektir.
Bu cihan şümul hakikati en ekmel surette gösteren ve yaşayan ise, İnsan-ı Ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Hülâsa
İsm-i Kayyûm, sadece yıldızları direksiz durduran bir “kozmik güç” değil, aynı zamanda varlığın temel direği, faaliyetin sebebi ve insan ruhunun bekaya olan iştiyakının yegâne cevabıdır. Kâinatın ayakta durması O’nunla olduğu gibi, kâinatın yaratılış gayesinin tahakkuku (gerçekleşmesi) ve manasının isbatı da, O’nun Kayyûmiyeti ile insanın bekaya mazhar edilmesine bağlıdır.
Cenâb-ı Hak, bu derin hakikatleri hakkıyla fehmetmeyi (anlamayı) nasip eylesin. Âmin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
30/10/2025




SÖZLER’DEN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

SÖZLER’DEN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

İÇİNDEKİLER:

  • SÖZ
  • SÖZ
  • SÖZ
  • SÖZ

 

 

 

Onikinci Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَث۪يرًا

[Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi, hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi, hem Kur’anın sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir. İşte bu sözde “Dört Esas” vardır.]

BİRİNCİ ESAS:

Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:

Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciznüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymetdar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymetdar bir antika olmuştur.

Sonra o Hâkim, şu musanna’ ve murassa’ Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebi adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.

Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’… Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Âferin, bârekâllah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti.

Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:

Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna’ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…
İKİNCİ ESAS:

Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halîmdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

ÜÇÜNCÜ ESAS:

Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise, “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

***********

Onikinci Söz’ün İzahı: Kur’an Hikmeti ile Felsefe Hikmetinin Müvazenesi

Onikinci Söz, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla beşeriyete bahşettiği “hikmet” ile, beşerî düşüncenin mahsulü olan ve vahiyden bağımsız (dinsiz) felsefenin ortaya koyduğu “hikmet” telakkisini müvazene eder. Metnin hemen başında zikredilen ayet-i kerime, bu bahsin temelini teşkil eder:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَث۪يرًا
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. “O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar.” – Bakara 2/269)
Bu ayet, hakikî hayrın ve kemâlin, Allah’ın verdiği “hikmet” ile mümkün olduğunu beyan eder. Onikinci Söz, bu hikmetin Kur’an’da olduğunu ve felsefenin bundan ne kadar uzak düştüğünü üç esas dâhilinde tasvir eder.
BİRİNCİ ESAS: Kâinata Nazar (Bakış) Farkı (Mana-yı Harfî vs. Mana-yı İsmî)
Birinci Esas, Kur’an’ın ve felsefenin şu “musanna’ kâinata” (sanatlı kâinata) nasıl baktığını bir hikâye-i temsiliye (temsilî hikâye) ile izah eder.
1. Temsilî Hikâye ve Muhtevası:
Temsilde, kıymetli cevherlerle (elmas, zümrüt, pırlanta vb.) süslenmiş, mu’ciznüma bir Kur’an vardır.
• Ecnebi Feylesof (Felsefeyi Temsil Eder): Bu zât, Arapça bilmediği (yani kâinatın manasını bilmediği) için, esere “münakkaş bir antika nazarıyla” bakar. O, sadece harflerin nakışları, cevherlerin kimyevî hâsiyetleri ve mühendisliği ile meşgul olur. Manaya hiç ilişmez.
• Müslüman Âlim (Kur’an’ı Temsil Eder): Bu zât ise eserin “Kitab-ı Mübin” olduğunu anlar. Zahirî tezyinattan ziyade, “nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından” bahseder, yani manaya odaklanır.
2. Temsilden Hakikate (Kâinata Bakış):
Bu temsildeki “müzeyyen Kur’an” bizzat “şu musanna’ kâinattır.”
• Felsefenin Nazarı (Mana-yı İsmî): Felsefe, kâinata “mana-yı ismî” ile bakar. Yani, “mevcudata mevcudat hesabına bakar.” Kendi başına var, kendi güzelliğiyle güzel kabul eder. Bu bakış, eserden müessire geçemez. Sadece “Ne güzeldir” der ve çirkinleştirir. Çünkü Sâni’ini (Sanatkârını) unuttuğu için kâinatı manasız, gayesiz bir varlık olarak tahkir etmiş (aşağılamış) olur.
• Kur’an’ın Nazarı (Mana-yı Harfî): Kur’an ise kâinata “mana-yı harfî” ile bakar. Yani, “onlara Sâni’ hesabına bakar.” Varlıkları, kendilerini değil, Yaratıcılarını gösteren birer delil, birer mektup olarak görür. “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Kâinatın hakikî güzelliğini bu bakış ortaya çıkarır.
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an-ı Kerim, mütemadiyen “mana-yı harfî” ile, yani tabiatı bir tefekkür ve ibret nazarıyla okumayı emreder. Felsefenin “mana-yı ismî” ile takılıp kaldığı yerde, Kur’an “oku” der:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!””
(Âl-i İmrân 3/190-191)
Bu ayetler, “müslüman âlimin” kâinat kitabını nasıl okuduğunun mükemmel bir tasviridir.

İKİNCİ ESAS: Hayat-ı Şahsiyeye Verdiği Terbiye (Şahsiyet Yapısı)
İkinci Esas, bu iki farklı hikmetin, insanın derûnî yapısına (şahsiyetine) nasıl tesir ettiğini müvazene eder.
1. Felsefe Tilmizinin (Öğrencisinin) Şahsiyeti:
• Zahiri Durum (Dış Görünüş): “Bir firavundur.” Mütemerrid (inatçı), muannid (direnen), cebbar (zorba) ve mağrurdur (gururlu).
• Derûnî Durum (İç Yapı): Bu firavunluk sahtedir. “Kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur.” (Dayanacak bir noktası olmadığından, özünde çok âcizdir).
• Neticesi: “Menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir.” (Zelil bir firavundur). “Bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.” Enaniyetine (egosuna) ve hevesatına (nefsî arzularına) köle olmuştur.
2. Kur’an Tilmizinin Şahsiyeti:
• Zahiri Durum: “Bir abd’dir” (kul). Mütevazidir, selim ve halîmdir (yumuşak huylu).
• Derûnî Durum: Bu kulluk, onu hakikî hürriyete ve izzete kavuşturur. O, “a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez… bir abd-i azizdir.” (Aziz, şerefli bir kuldur).
• Neticesi: “Fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir.” Ancak bu aczini ve fakrını bilmek, onu “Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir” (güçlüdür). O, menfaat için değil, “yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır.”
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an, felsefenin beslediği enaniyeti ve kibri reddederken, Kur’an tilmizinin şahsiyetini (kulluk, tevekkül ve fazilet) inşa eder:
• Felsefenin Kibrine Reddiye:
““Gurura kapılarak insanlara burun kıvırma, ortalıkta çalım satarak yürüme; unutma ki Allah gurura kapılıp kendini beğenen hiç kimseyi sevmez.””
(Lokmân 31/18)
• Kur’an Tilmizinin Kulluğu (Abdiyet):
“Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât 51/56)
• Kur’an Tilmizinin İstinad Noktası (Tevekkül):
“…(Yapacağın işler hakkında onlara danış,) kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
(Âl-i İmrân 3/159)

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hayat-ı İçtimaiyeye Verdiği Terbiye (Cemiyet Hayatı)
Üçüncü Esas, bu iki hikmetin cemiyet hayatını (sosyal hayatı) nasıl tanzim ettiğini gösterir.
1. Felsefenin Cemiyet Modeli:
• Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): “Kuvvet” (Güç). Güçlü olan haklıdır.
• Hedef (Gaye): “Menfaat”. Herkes kendi çıkarını kollar.
• Düstur-u Hayat (Hayat Prensibi): “Cidal” (Çatışma, kavga). Hayat bir mücadeledir.
• Cemaatlerin Rabıtası (Bağı): “Unsuriyet, menfî milliyet” (Irkçılık, negatif milliyetçilik). Başkalarını yutmakla beslenir.
• Neticesi: “Tecavüz” (saldırganlık), “boğuşmak” ve “çarpışmak.” Beşerin saadeti (mutluluğu) selb olmuştur (kaybolmuştur).
2. Kur’an’ın Cemiyet Modeli:
• Nokta-i İstinad: “Hakk” (Hakikat, adalet). Kuvvet, hakka hizmetkâr olmalıdır.
• Hedef: “Fazilet ve Rıza-yı İlahî.” Menfaatin yerine fazilet ve Allah rızası hedeflenir.
• Düstur-u Hayat: “Düstur-u Teavün” (Yardımlaşma prensibi).
• Cemaatlerin Rabıtası: “Rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” (Din, meslek ve vatan bağları).
• Neticesi: “İttifak” (birlik), “tesanüd” (dayanışma) ve “uhuvvet” (kardeşlik). İnsanı kemalâta sevk ederek “saadet-i dareyn”i (iki cihan saadetini) temin eder.
3. Ayetlerle Bağlantısı:
Kur’an’ın cemiyet nizamı, felsefenin “kuvvet, menfaat ve cidal” düsturlarını temelden yıkar; yerine “hakk, teavün ve uhuvvet”i tesis eder:
• Hakk’ın Kuvvete Üstünlüğü:
“Bilâkis biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!”
(Enbiyâ 21/18)
• Teavün (Yardımlaşma) Düsturu:
“…İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.”
(Mâide 5/2)
• Uhuvvet (Kardeşlik) Rabıtası:
“Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.”
(Hucurât 49/10)

Netice
Onikinci Söz, Kur’an’ın sunduğu hikmetin, kâinata “Sâni’ namına” bakmayı (mana-yı harfî); şahsiyete “Allah’a kul, mahlukata efendi” olmayı (abd-i aziz); cemiyete ise “hakk, fazilet ve teavün”ü (yardımlaşmayı) esas alan bir nizamı öğrettiğini isbat eder.
Buna mukabil, vahiyden kopuk felsefenin ise kâinata “madde namına” bakarak manayı öldürdüğünü (mana-yı ismî); şahsiyeti “enaniyetine köle, âciz bir firavun” (firavun-u zelil) haline getirdiğini; cemiyet hayatını ise “kuvvet, menfaat ve cidal” (çatışma) üzerine bina ederek beşeriyetin saadetini selb ettiğini (yok ettiğini) ortaya koyar.

 

 

DÖRDÜNCÜ ESAS:

Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.

İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur. O kayda göredir… İşte bu iki temsilin dûrbîniyle Kur’ana bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın…

Evet Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş.

Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:

حَدَّثَنى۪ قَلْبى۪ عَنْ رَبّ۪ى

Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir. İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur’an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.
Kur’andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur’anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’anın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen: Âyet-ül Kürsî ve âyet-i

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ

ve âyet-i

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ

ve âyet-i

يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪

ve âyet-i

يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ى مَٓاءَ كِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ى

ve âyet-i

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

ve âyet-i

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

ve âyet-i

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ

ve âyet-i

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

ve âyet-i

وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ

ve âyet-i

لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ

gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak…

Hem başlarında

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ

veyahut

سَبَّحَ

ve

يُسَبِّحُ

bulunan surelerin başlarına dikkat et. Tâ, bu sırr-ı azîmin şuaını göresin. Hem

الٓمٓ

lerin ve

الٓرٰ

ların حٰمٓ

lerin fatihalarına bak; Kur’anın, Cenab-ı Hakk’ın yanında ehemmiyetini bilesin.

Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymetdar sırrını fehmettin ise; Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir veli, hiçbir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’anın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’cazının sırrını anlarsın. Hem Mi’racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ Semavata, tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e gidip,

اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

olan Zât-ı Zülcelal ile münacat edip, tarfet-ül ayn’da yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi’rac dahi, bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi…

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰٓى اٰلِه۪ كَمَا يَل۪يقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِه۪ اٰم۪ينَ

* * *

Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen “Dördüncü Esas”, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın diğer bütün ilahî kelimat (ilhamlar, suhuflar ve diğer kütüb-ü mukaddese) üzerindeki müstesna makamını, “cihet-i ulviyeti”ni ve “cihet-i tefevvuku”nu (yücelik ve üstünlük yönünü) isbat etmeyi hedefleyen derin bir hikmet dersidir.
Bu esas, Kur’an’ın neden “Kelâmullah” ünvanını kemal-i liyakatle taşıdığını iki parlak temsil ve aklî isbatlarla izah eder.

1. Temsillerin İzahı: Küllî Hitap ve Cüz’î Mükâleme
Metinde zikredilen iki temsil, Kur’an (vahy) ile ilham arasındaki mahiyet farkını tasvir eder:
Birinci Temsil (Sultanın Hitabı):
Bu temsil, Cenâb-ı Hakk’ın konuşmasının iki farklı mertebesini ortaya koyar:
• Hususî ve Cüz’î Mükâleme: Bir sultanın, alelade bir vatandaşı (âdi bir raiyet) ile şahsî bir meselesi (cüz’î bir iş) hakkında, hususî bir vasıta (has bir telefon) ile konuşmasıdır. Bu konuşma, sultanın şahsî merhametini veya o anki cüz’î bir tasarrufunu gösterir; onun haşmetli saltanatını (saltanat-ı uzma) veya cihan şümul hakimiyetini (hâkimiyet-i âmme) yansıtmaz.
• Umumî ve Küllî Ferman: Sultanın, “hilafet-i kübra” ve “saltanat-ı uzma” ünvanıyla, bütün tebaasını ilgilendiren, haşmetini izhar eden, umumî kanunlarını (evamir) bir elçi vasıtasıyla neşretmesidir. Bu, cüz’î bir iltifat değil, küllî bir ferman ve haşmetli bir hitaptır.
İkinci Temsil (Güneşin Ziyası):
Bu temsil, ilahî feyzin alınışındaki iki farklı yolu tasvir eder:
• Âyinedeki Akis (Yansıma): Bir şahsın, elindeki küçük bir âyineyi (ayna) güneşe tutmasıdır. O âyine, ancak kendi kabiliyeti ve istiabı nisbetinde güneşten bir ışık alır (âyine miktarınca). Bu ışık, güneşin zatî ışığı değil, kayıt altına alınmış, mahdut (sınırlı) bir yansımasıdır (âsârı mahduddur).
• Pencerelerden Giren Ziya (Doğrudan Işık): Bir şahsın, evinin damından veya duvarından gökteki hakikî güneşe doğrudan geniş pencereler açmasıdır. Bu suretle, o haneye giren ışık, âyinenin kabiliyetine bağlı bir yansıma değil, bizzat güneşin “daimî ziyası”dır.

2. Temsillerin Hakikati: Kur’an ve İlham
Bu iki temsilin dürbünüyle bakıldığında, Kur’an-ı Kerim ile diğer ilhamat (evliya ilhamları, melek ilhamları vb.) arasındaki azîm fark ortaya çıkar:
• İlham ve Sair Kelimat: Bunlar, birinci temsildeki “hususî telefon mükâlemesi” ve ikinci temsildeki “âyinedeki akis” gibidir. Metinde ifade edildiği gibi, bunlar “has bir itibar ile”, “cüz’î bir ünvan” ve “hususî bir ismin cüz’î tecellisi” ile zahir olurlar.
• Bu sebepledir ki, ilhama mazhar olan bir veli, حَدَّثَنى۪ قَلْبى۪ عَنْ رَبّ۪ى (“Kalbim benim Rabbimden haber veriyor”) der. “Rabb-ül Âlemîn’den” (Âlemlerin Rabbinden) demez. Çünkü mazhar olduğu tecelli, kendi şahsî kabiliyetinin âyinesine ve Cenâb-ı Hakk’ın ona bakan hususî “Rab” ismine göredir; küllî ve cihan şümul değildir.
• Kur’an-ı Azîmüşşan: Kur’an ise, birinci temsildeki “saltanat-ı uzmanın fermanı” ve ikinci temsildeki “doğrudan güneşe açılan pencereler” gibidir. Kur’an’ın menşei (kaynağı) cüz’î ve hususî değildir. Metnin vurguladığı üzere Kur’an:
• “İsm-i A’zamdan” gelmiştir.
• “Her ismin a’zamlık mertebesinden” gelmiştir.
• “Bütün âlemlerin Rabbi (Rabb-ül Âlemîn) itibariyle” Allah’ın kelâmıdır.
• “Bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla” Allah’ın fermanıdır.
• “Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle” bir hitabdır.
• “Rububiyet-i mutlaka” ve “saltanat-ı âmme-i Sübhaniye” hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
Kur’an, muayyen bir şahsa, muayyen bir ismin tecellisi olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatın Rabbi olması sıfatıyla, bütün mevcudata yönelik küllî hitabıdır.

3. Ayet-i Kerimelerle Kur’an’ın Küllî Makamı
Metinde zikredilen (Ayet-el Kürsî, وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ ayeti vb.) ayetlerin yanı sıra, Kur’an’ın bu cihan şümul ve küllî makamını teyid eden pek çok ayet-i kerime mevcuttur.
a) Kur’an’ın Bütün Âlemlere Hitap Etmesi (Cihan Şümul Olması):
Kur’an, “Rabb-ül Âlemîn”den gelen bir hitap olduğu için, muhatabı da “âlemler”dir.
تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ
“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”
(Furkân Suresi, 1. Ayet / )
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ
“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yerin ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim…'”
(A’râf Suresi, 158. Ayet / TDV Meali’nden bir bölüm)
b) Kur’an’ın Menşei (Âlemlerin Rabbi):
Kur’an, bizzat “Âlemlerin Rabbi” tarafından indirildiğini, yani “saltanat-ı uzma” makamından geldiğini beyan eder.
وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ
“Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, Rûhu’l-emîn (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arapça bir dil ile senin kalbine indirmiştir.”
(Şuarâ Suresi, 192-195. Ayetler )
وَاِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’an’dır. Ona, ancak arındırılmış olanlar dokunabilir. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.”
(Vâkıa Suresi, 77-80. Ayetler )
c) Kur’an’ın Benzersizliği (İ’cazı):
Kur’an, “Rabb-ül Âlemîn”in küllî kelâmı olduğu için, bütün cüz’î kelâmlar (insanların ve cinlerin sözleri, ilhamlar) toplansa onun mertebesine erişemez.
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا
“De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine de yardımcı olsalar, yine onun benzerini getiremezler.'”
(İsrâ Suresi, 88. Ayet)
4. Dördüncü Esas’ın Işığında Anlaşılan Hikmetler
Bu esasın anlaşılmasıyla, metnin sonunda belirtilen şu mühim sırlar da anlaşılır:
• Vahy ve İlham Farkı: Vahy (Kur’an gibi) küllî, umumî ve “Rabb-ül Âlemîn” ünvanından gelir; bu sebeple ekseriyetle Cibril (as) gibi azîm bir elçi vasıtasıyladır. İlham ise cüz’î, hususî ve “Rab” (şahsî Rab) ünvanından gelir; bu yüzden ekseri vasıtasızdır (doğrudan kalbe gelir).
• Nübüvvet ve Velayet Farkı: Bir nebi (peygamber), “pencere” açan gibidir; ilahî kelâmın küllîsine ve “saltanat-ı uzma”nın fermanına muhataptır. Veli ise “âyine” sahibi gibidir; ne kadar parlak olursa olsun, feyzi kendi kabiliyeti nisbetindedir. Bu sebeple en büyük veli dahi, bir nebinin (vahyin küllî mazharı olan) derecesine yetişemez.
• Mi’rac’ın Lüzumu: Kur’an gibi cihan şümul bir fermanı ve “Rabb-ül Âlemîn” hitabını alacak olan Zât (Hz. Muhammed s.a.v.), sadece “âyine” veya “pencere” makamında kalamazdı. O elçinin, bizzat Sultan’ın (Cenâb-ı Hak) huzuruna çıkması, “saltanat-ı uzma” makamını müşahede etmesi ve o küllî hitabı “Tâ Kab-ı Kavseyn” makamında alması gerekmiştir. Mi’rac, bu küllî ubudiyetin ve mazhariyetin bir isbatıdır.
Hulâsa olarak bu “Dördüncü Esas”, Kur’an’ın sadece Allah’tan gelen bir kitap değil, Allah’ın “Bütün Âlemlerin Rabbi” sıfatıyla, “İsm-i A’zam” mertebesinden bütün kâinata hitap eden ezelî fermanı olduğunu; diğer ilhamat ve kelimatın ise o okyanustan kabiliyetlere göre dağıtılan cüz’î damlalar mesabesinde kaldığını kat’î bir surette izah ve isbat etmektedir.

 

Yirminci Söz

[İki Makamdır]

Birinci Makam

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّا ٓ اِبْل۪يسَ ٭ اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً ٭ ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ٭

Bir gün şu âyetleri okurken İblis’in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:

Dedi ki: “Dersiniz: Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, şöyle bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde

اَفَلَا يَعْقِلُونَ

der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:

Birinci Nükte:

Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,

عَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا

Hazret-i Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev’-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş. Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki:

Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve o enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.

İkinci Nükte:

Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes’elesinden anlaşılıyor.

İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.

İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’caz ile beyan eder.

Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.

***********

Bu makam, Kur’an-ı Hakîm’in belâgatındaki bir i’caz (mucizelik) mertebesini ve onun dersinin umuma ve her vakte nasıl hitap ettiğini izah eden mühim bir esastır.

Konunun Geniş ve Detaylı İzahı: Cüz’î Hâdiselerdeki Küllî Düsturlar
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı, İblis’in ilkaatı (vesvesesi) olarak tasvir edilen bir şüpheye cevap verir. Bu şüphe, özetle, “Madem Kur’an cihan şümul bir hidayettir, neden bir inek kesmek (Bakara) veya meleklerin Âdem’e (a.s) secdesi gibi tekil, gaybî ve aklın doğrudan yol bulamayacağı cüz’î hâdiseleri ısrarla tekrar eder?” sualidir.
Cevap, Kur’an’ın bu hâdiseleri bir tarih kitabı gibi nakletmediği, bilakis her bir cüz’î hâdisenin arkasına “bir düstur-u küllî sakladığı” ve onları “bir kanun-u umumînin ucu” olarak gösterdiği hakikatidir.
1. Birinci Nükte: Hz. Âdem (a.s), Melaike ve İblis (İnsanın Kâinattaki Vazifesi)
Bu nükte, insanın hilafet (halifelik) sırrını ve onun kâinattaki yerini tasvir eder.
• Zâhirî (Görünen) Hâdise: Melaikenin Hz. Âdem’e (a.s) secde etmesi ve İblis’in tekebbür edip imtina etmesi.
• Derûnî ve Küllî Mâna: Bu hâdise, şahs-ı Âdem’den ziyade, “nev’-i beşerin” (insan türünün) kâinattaki vazifesini beyan eder.
• Talim-i Esma (İsimlerin Öğretilmesi): Bu, insanın hilafetinin isbatıdır. Sadece lügat bilgisi değil, metinde ifade edildiği gibi, insanın “câmiiyet-i istidad” (kabiliyetlerinin toplayıcılığı) cihetiyle kâinatın bütün enva’ına (türlerine) ait “ulûm” (ilimler) ve “fünun” (fenler) ile Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) “şuunat ve evsafına” (işlerine ve vasıflarına) dair “kesretli maarifi” (çoklu bilgileri) öğrenme kabiliyetidir. Bu kabiliyet, insanın “Emanet-i Kübra”yı (Büyük Emanet) yüklenmesinin sebebidir.
• Melaikenin Secdesi: Bu, kâinatın ekser “maddî enva’ları” (maddî türleri) ile o türlerin “manevî mümessilleri ve müekkelleri” olan melaikenin, nev’-i beşere “müsahhar” (boyun eğdirilmiş) ve onun istifadesine “müheyya” (hazır) olduğunu gösterir. Güneş, hava, su, toprak ve onlarda vazifeli manevî kuvvetler, insanın hayatını sürdürmesi ve vazifesini (halifelik) yapması için ona hizmetkârdır.
• Şeytan’ın İmtinaı (Sakınması): Bu, insanın kemalât (olgunluk) yolculuğundaki en büyük engeli tasvir eder. İnsanın istidatlarını bozan “mevadd-ı şerire” (şerli maddeler/unsurlar) ve onların mümessili olan “sekene-i habise” (kötü sakinler/varlıklar), insanın terakkisine düşmandır.
Kur’an, tek bir hâdise (Hz. Âdem’in kıssası) ile bütün bir insanlık tarihinin ve kâinatın derûnî yapısını (insan-kâinat-Allah münasebetini) izah eder.
• Konuyla Bağlantılı Ayetler :
• Talim-i Esma: (Bakara 2/31) “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söyleyenlerdenseniz, haydi bana şunların isimlerini bildirin’ dedi.”
• Secde Emri: (Bakara 2/34) “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblîs dışındakiler saygı ile eğilmişler; İblîs ise direnmiş, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.”
• Emanet-i Kübra: (Ahzâb 33/72) “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
• Müsahhar Kılınma: (Lokmân 31/20) “Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? …”
2. İkinci Nükte: Bakara (İnek) Kıssası (Fikrî Putların Kırılması)
Bu nükte, cüz’î bir emrin, nasıl köklü bir fikrî sapkınlığı tedavi ettiğini izah eder.
• Zâhirî Hâdise: Hz. Musa’nın (a.s) kavmine (Benî İsrail) bir inek (bakar) kesmelerini emretmesi.
• Derûnî ve Küllî Mâna: Metinde izah edildiği üzere, Mısır (Egypt) medeniyeti ziraata (felahat) dayalıydı ve ziraatın esası olan “bakar” (sığır, inek) ve “sevr” (öküz) o kadar mühimsenmişti ki, kudsiyet verilmiş, hatta “mabud derecesine” çıkarılmıştı.
• Bakarperestlik (İnekperestlik): Benî İsrail, Mısır’da bu terbiye ile neş’et ettiği (yetiştiği) için, onların “seciyelerine” (karakterlerine) bu mefkûre (ideoloji) işlemişti. Buzağıya tapmaları (İcl meselesi) bunun bir isbatıdır.
• Zebh (Kesme) Emri: Allah’ın bir inek kesilmesini emretmesi, sadece bir cinayeti aydınlatmak için değildi. Asıl maksat; onların kalplerine ve seciyelerine yerleşen o “bakarperestlik mefkûresini kesip öldürmek” idi. Mukaddes, ilâhî görülen bir şeyin, Allah’ın emriyle kesilebilen (zebh edilen) basit bir mahluk olduğunu göstermekti.
• Küllî Düstur: Bu hâdise, her devirde insanın mukaddesleştirdiği, Allah’a ortak koştuğu mecazî mabudları (para, makam, güç, ideoloji, tabiat kuvvetleri) kesip atması için bir düsturdur. Kur’an, bu cüz’î emirle, tevhidin (Allah’ı birlemenin) önündeki en büyük engel olan “fikrî şirki” tedavi etmenin yolunu gösterir.
• Konuyla Bağlantılı Ayetler :
• Emir: (Bakara 2/67) “Hani Mûsâ kavmine, ‘Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. Onlar da, ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ demişlerdi. Mûsâ, ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ demişti.”
• İcl (Buzağı) Meselesi: (Bakara 2/51) “Hani, Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz, onun ardından buzağıyı (tanrı) edindiniz. Sizler (böylece) zalim kimselersiniz.”
Hülâsa (Özet): Yirminci Söz, Kur’an’ın bir hâdiseyi zikrederken, o hâdisenin kabuğu altında cihan şümul bir hikmet çekirdeğini sunduğunu ispat eder. Hz. Âdem kıssası ile “insanın vazifesini”, Bakara kıssası ile “tevhidin önündeki engelleri” ders verir.
Bilimsel Ayetler (Âyât-ı Tekvîniyye) ve Günümüz/Gelecek Yansımaları
Kur’an’ın cüz’î hâdiselerden küllî kanunlara intikal etme metodunun bir başka ciheti de, kâinattaki “hâlât-ı tabiiye” (tabiî durumlar) olarak görünen cüz’î hâdiselerden, küllî “bilimsel kanunlara” işaret etmesidir.
Kur’an bir fen kitabı değildir; ancak o, Sâni-i Hakîm’in (Hikmet Sahibi Sanatkâr) kudretini ve ilmini göstermek için kâinat kitabından (âyât-ı tekvîniyye) sıkça bahseder. Bu işaretlerin günümüz ve gelecekteki yansımaları (tezahürleri) şöyledir:
1. Evrenin Genişlemesi (Vüs’at Bulması)
• Sure ve Ayet: Zâriyât Suresi, 51/47
• : وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.”
• Günümüz Yansıması: 20. asrın başında keşfedilen (Edwin Hubble’ın nazarı/gözlemi) evrenin genişlemesi (Big Bang/Büyük Patlama teorisinin temel direği), bu ayetle tam bir mutabakat içindedir. Ayetteki لَمُوسِعُونَ (lemûsi’ûn) tabiri, ism-i fail olup (genişleticiyiz), fiilin devam ettiğini (dinamik bir yapı) gösterir. Bu, statik (durağan) evren modelini reddeden bir tespittir.
• Gelecek Yansımaları: Bu “genişleme” mefhumu, günümüz kozmolojisinin en mühim meselesidir. “Karanlık enerji”nin (Dark Energy) bu genişlemeyi nasıl hızlandırdığına dair araştırmalar, evrenin gelecekteki akıbeti (Büyük Yırtılma, Büyük Donma vb.) hakkındaki teorilerin temelini oluşturur. Ayet, kâinatın “olmuş bitmiş” değil, “olmakta olan” bir yapı olduğunu belirterek gelecekteki keşiflere bir uç göstermektedir.
2. Hayatın Sudan Yaratılması (Suyun Hayatî Esas Olması)
• Sure ve Ayet: Enbiyâ Suresi, 21/30
• : …وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“… Biz, her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”
• Günümüz Yansıması: Biyoloji ve kimya ilimleri, suyun (H₂O) bilinen hayat (hayat) için elzem (vazgeçilmez) olduğunu ispat etmiştir. Hücre plazmasının, metabolik faaliyetlerin ve biyokimyasal reaksiyonların tamamı su temellidir. Susuz bir hayat formu tasavvur edilememektedir.
• Gelecek Yansımaları: Bu ayet, “Astro-biyoloji” ilminin temel düsturudur. Başka gezegenlerde hayat arayışında (mesela Mars’ta veya Jüpiter’in uydusu Europa’da), bilim insanlarının aradığı ilk ve en mühim şey “sıvı haldeki su”dur. Kur’an’ın “her canlı şey” diyerek koyduğu bu küllî kanun, cihan şümul hayat arayışının anahtarı olmuştur.
3. Gökyüzünün Korunmuş Tavan Olması (Atmosferin Kalkan Vazifesi)
• Sure ve Ayet: Enbiyâ Suresi, 21/32
• : وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفاً مَحْفُوظاًۚ وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise gökyüzünün âlemetlerine sırt çevirirler.”
• Günümüz Yansıması: Atmosferin (sema) sadece bir boşluk olmadığı, yeryüzünü (arz) “hıfzeden” (koruyan) bir “tavan” (sakf) olduğu tespiti muazzamdır. Atmosfer;
• Güneş’in zararlı ultraviyole (UV) ışınlarını (Ozon tabakası ile) filtreler.
• Kozmik ışınlara ve radyasyona karşı kalkan olur (Manyetosfer).
• Göktaşlarının (meteor) yeryüzüne ulaşmadan yanıp parçalanmasını sağlar.
• Hayat için lüzumlu sıcaklık ve basıncı muhafaza eder.
• Gelecek Yansımaları: Bu “korunmuş tavan”ın hassasiyeti (mesela ozon tabakasının delinmesi, sera gazı birikimi) günümüzün en büyük meselesi olan “iklim değişikliği” ve “küresel ısınma”nın merkezindedir. Ayrıca, uzay yolculuklarında ve başka gezegenlerde koloni kurma projelerinde (mesela Ay veya Mars), bu “korunmuş tavan”ın (atmosferin) yokluğunu telafi edecek suni hayat destek sistemleri kurmak, teknolojinin en büyük meydan okumasıdır.
4. Rüzgârların Aşılayıcılığı (Döllenme ve Yağmur)
• Sure ve Ayet: Hicr Suresi, 15/22
• : وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُۚ …
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik, gökten su indirip onunla sizin su ihtiyacınızı karşıladık…”
• Günümüz Yansıması: لَوَاقِحَ (levâkıh) kelimesi “aşılayıcılar, dölleyiciler” demektir. Modern bilim (Botanik ve Meteoroloji), rüzgârın iki temel “aşılama” vazifesini keşfetmiştir:
• Botanik: Bitkilerin çoğalması için polenlerin (tozlaşma) taşınması.
• Meteoroloji: Bulutların oluşumu için havadaki su buharını yoğunlaştıracak parçacıkları (toz, tuz vb.) taşıması ve bulutları “aşılayarak” yağmurun inmesini sağlaması. Ayetin hemen ardından “gökten su indirdik” denmesi bu ikinci mânâyı kuvvetle teyit eder.
• Gelecek Yansımaları: Bu “aşılama” prensibi, kuraklık ve çölleşme ile mücadelede kritik ehemmiyettedir. “Yapay yağmur” (bulut tohumlama) teknolojileri, esasen rüzgârın bu لَوَاقِح vazifesini taklit etme teşebbüsüdür. İklimin değişmesiyle ziraatın (tarımın) geleceği, bu rüzgâr ve yağmur tekrarlarının doğru anlaşılmasına ve idare edilmesine bağlıdır.
5. Demir (Hadîd) Unsurunun İnzâli (Gönderilmesi)
• Sure ve Ayet: Hadîd Suresi, 57/25
• : …وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ …
“…Peygamberleri … gönderdik. Kendilerinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…”
• Günümüz Yansıması: Ayette demir için “halaknâ” (yarattık) yerine “enzelnâ” (indirdik) tabirinin kullanılması son derece manidardır. Modern astrofizik, demir (Fe) gibi ağır elementlerin yeryüzünde (arz) oluşamayacağını ispat etmiştir. Bu elementler, dev yıldızların (Süpernova) patlamasıyla çekirdeklerinde sentezlenmiş ve milyarlarca yıl önce uzaya saçılarak, sonradan yoğunlaşan dünyamızın terkibine “indirilmiştir”.
• Gelecek Yansımaları: Demirin kâinattaki bu “indirilme” süreci, “yıldız nükleosentezi” ilminin esasıdır. Gelecekte, uzay madenciliği (space mining) projeleri, başka gezegen ve asteroidlerde bu “indirilmiş” kıymetli elementleri (sadece demir değil, altın, platin vb.) aramaya odaklanacaktır.
Netice
Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’nda izah edilen metodoloji, Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizevî (mucizevî) üslubunu gösterir:
• Cüz’î bir ahlâkî kıssadan (Hz. Âdem), cihan şümul bir “insan felsefesi” (İnsanın Halifeliği ve Düşmanı) çıkarır.
• Cüz’î bir fıkhî emirden (Bakara), cihan şümul bir “tevhid dersi” (Fikrî Putları Kırmak) çıkarır.
• Kâinattaki cüz’î bir nazardan (Gökyüzü, Rüzgâr, Su), cihan şümul bir “bilimsel kanun” (Fizik, Biyoloji, Kozmoloji Kanunları) çıkarır.
Kur’an, bunu yaparak, hem 1400 yıl önceki bedevîye, hem de 21. asırdaki kozmoloğa, o küllî düsturun ucu olan cüz’î misal üzerinden hitap eder; her akla ve her asra dersini verir.

 

 

 

 

Üçüncü Nükte:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes’eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”

Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’andan şöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i’caz-ı Kur’anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur’anın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor:
Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti’ ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri

{(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’an’a yakışır. İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.}

ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’an işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Za’f u acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal’in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor.
Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

Hem

وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ

ile şöyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: “Taleb-i Rü’yet” hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebatata menşe’ olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi’ için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar. Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü san’atı; kat’î, şübhesiz şehadet eder.

İşte şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymetdar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’anın letafet-i beyanına ve i’caz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.

Meselâ: İkinci fıkrada der:

وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ

Şu fıkra ile Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip oniki gözünden oniki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor: Ey Benî-İsrail! Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor.

Hem üçüncü fıkrada der:

وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ

Şu fıkra ile Tûr-i Sina’daki münacat-ı Museviyede (A.S.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-yı meşhureyi ihtar ile şöyle bir manayı ders veriyor ki: Ey Kavm-i Musa (A.S.)! Nasıl, Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rü’yet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?

Hem birinci fıkrada diyor:

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennet’tendir.” Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder.
İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda

{(Haşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan

سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْاَرْضَ عَلٰى مَٓاءٍ جَمَدْ

kat’î delalet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.}

mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’cazını gör, Allah’a şükret.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيم

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ اٰم۪ينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَك۪يمُ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ اَجْمَع۪ينَ

* * *

Bu Nükte, Kur’an-ı Hakîm’in Bakara Sûresi 74. ayet-i kerimesi üzerinden, insanın kalb katılığını (kasavet-i kalb) ve buna mukabil, cansız zannedilen mevcudatın (burada taşların) Allah’ın emirlerine (evamir-i tekviniye) karşı nasıl mutlak bir itaat ve haşyet (korku) içinde olduğunu harika bir belâgat ile izah etmektedir.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE’NİN GENİŞ VE DETAYLI TAHLİLİ
1. Giriş: Temel Mesele ve Kur’an’ın İrşad Metodu
Nükte’nin merkezinde yer alan ayet-i kerime şudur:
﴿ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً…﴾
Meali: “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 2/74)
Nükte, “müvesvis” (vesvese veren) bir zihnin sorusuyla başlar: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini… bahis ve beyanda ne mana var?”
Bu, modern pozitivist (tabiatperest) zihniyetin de temel bir yanılgısıdır. Tabiat hadiselerine “âdi” (sıradan) ve “tabiî” (kendi kendine olan) nazarıyla bakmak, onların ardındaki harikulâde sanatı, kudreti ve itaati görmeyi engeller.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Kur’an’ın “i’caz-ı mu’cizî” (mucizevî özlülük) ve “lütf-u irşad” (irşad etme nezaketi) ile hareket ettiğini belirtir. Kur’an, muhataplarının ekseriyetini teşkil eden “avam” (halk) tabakasına, derin ve küllî hakikatleri, onların “me’luf” (alıştıkları) ve “cüz’î” (parça) suretler ile gösterir. Taş örneği, bu metodun zirvesidir.
2. Nükte’de Tahlil Edilen Merkezi Kavramlar ve Müradifleri
a) Kasavet-i Kalb (Kalp Katılığı):
Ayetin ilk muhatabı olan Benî İsrail’in, sayısız mucizeye (Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı, denizin yarılması, kudret helvası vb.) şahit olduktan sonra tekrar isyana ve inkâra dönmelerini ifade eder. Kalbin, imana ve hidayete karşı hissizleşmesi, tesir kabul etmez hale gelmesidir. Bu, taştan daha şiddetli bir katılıktır; zira taş, emre itaat eder, bu kalp ise emre isyan eder.
b) Evamir-i Tekviniye (Yaratılış Emirleri) ve İtaat:
Nükte, taşların sertliğinin (camid, sağır) onların isyanını değil, vazifelerindeki sağlamlığını gösterdiğini belirtir. Taşlar, Allah’ın yaratılış kanunlarına (evamir-i tekviniye) karşı “muti'” (itaatkâr) ve “müsahhar” (boyun eğdirilmiş) durumdadır. İnsandan beklenen “evamir-i şer’iyye”ye (dinî emirlere) itaattir. Kur’an, tekvinî emirlere itaati göstererek, şer’î emirlere isyan eden insanı tenkit (zecreder) eder.
c) Haşyetullah (Allah Korkusu/Saygısı):
Nükte’de ve ayette geçen …يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ (Allah haşyetinden yuvarlanır) ifadesi, cansız mevcudatın dahi bir şuur seviyesine sahip olduğunu, ancak bu şuurun onların vazifeleri dairesinde olduğunu gösterir. Bu, bir “tesbih” ve “itaat” şuurudur. Taşın, “tecelliyat-ı celaliye” (Allah’ın celalinin tecellisi) karşısında parçalanması, onun bu celale olan fıtrî mukavemetsizliğidir.
3. Âyetin Üç Fıkrasının Derûnî (İç) Manaları ve Bağlantılı Ayetler
Nükte, ayetteki taşlara dair üç hali, üç büyük hakikate ve mucizeye bağlar:
1. “Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar” (…لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ)
• İzahı: Bu fıkra, Nil, Dicle, Fırat gibi azîm ırmakların dağların (yani taş kütlelerinin) içinden çıkmasına işaret eder. Müellif, bu devasa su kütlelerinin sebebinin sadece yağmur (maddî sebepler) olamayacağını, zira dağların birer havuz olsa bile bu kesretli akışa birkaç ay dayanamayacağını belirtir.
• Hakikat: Demek ki bu nehirler, âdi ve tesadüfî değil, “hazine-i gayb”dan (gayb hazinesinden) gelen birer “mu’cizat-ı kudret”tir. Taşlar, bu kudrete “hazinedarlık” etmektedir.
• Bağlantılı Ayetler (Rızık ve Sular):
• Zümer, 39/21: “Görmedin mi Allah’ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını? Sonra onunla değişik renklerde ürünler bitirir, sonra bu bitkiler gelişip olgunlaşır; ardından onun sarardığını görürsün, sonunda Allah onu kırılıp ufalanmış hale getirir. Kuşkusuz bunda akıl iz’an sahipleri için bir ders vardır.”
• Mülk, 67/30: “Bir de şunu sor: ‘Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir?'”
2. “Öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır” (…لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُ)
• İzahı: Bu fıkra, açıkça Hz. Musa’nın (a.s.) mucizesine işaret eder. Kavmi susuz kaldığında, Allah’ın emriyle asâsını taşa vurmuş ve taştan on iki kaynak fışkırmıştır.
• Hakikat (Zecr/Tenkit): Nükte, “Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır… Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek (inat ederek) ağlamayıp, gözünüz cümud (donukluk) ve kalbiniz katılık ediyor?” diyerek Benî İsrail’in ve benzer durumdakilerin kalp katılığına dikkat çeker.
• Bağlantılı Ayet (Mucizenin Aslı):
• Bakara, 2/60: “Bir zamanlar Mûsâ kavmi için su istemiş, biz de ona, ‘Asânı taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırdı. Her topluluk kendi içeceği yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin için; yeryüzünde fitne fesat çıkarmayın’ (dedik).”
3. “Bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer” (…وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ)
• İzahı: Bu fıkra, “Taleb-i Rü’yet” (Allah’ı görme talebi) hadisesine işaret eder. Hz. Musa (a.s.), Tûr-i Sina’da Allah’ı görmek istediğinde, Allah’ın dağa tecellisi (tecelliye-i celaliye) ile dağ paramparça olmuş, taşlar etrafa dağılmıştır.
• Hakikat (Haşyetin Şiddeti): Taşlardan ibaret olan dağlar, Allah’ın celalinin tecellisine dayanamayıp ezilirken, ey Benî Âdem, siz nasıl oluyor da O’nun emirlerine karşı kalbinizi katı tutabiliyorsunuz?
• Bağlantılı Ayetler (Tecelli ve Haşyet):
• A’râf, 7/143: “Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, ‘Rabbim! Bana görün; sana bakayım’ dedi. Rabbi, ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü…”
• Haşr, 59/21: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
4. Konunun “Bilimsel Âyetler” ile Tevhidi Tahlili ve Özellikleri
Talebinizdeki “bilimsel ayetler” ifadesini, kâinat kitabının (tabiatın) ayetleri ve Kur’an ayetlerinin bu kâinattaki nizamı (düzeni) ifade edişi olarak ele alabiliriz. Nükte, tam da bu tevhidî bakış açısını (tevhid nazarı) sunmaktadır.
a) Jeoloji ve Hidroloji (Taşlar ve Sular – Zümer, Mülk Sûreleri):
• Nükte’nin İşareti: Taşların, yeryüzündeki suların cevelanına (dolaşımına) “hizmet” etmesi, çeşmelere “hazinedarlık” yapması.
• Bilimsel Tezahürü: Modern hidroloji (su bilimi) ve jeoloji (yer bilimi), tam da Nükte’de belirtilen bu hakikati tasvir eder. Yağmur sularının yer altına sızması (sızma), “akifer” denilen gözenekli taş tabakalarında (kumtaşı, çakıltaşı vb.) depolanması ve bu depolanan suların, basınçla veya yerçekimiyle kaynaklar (çeşmeler) halinde tekrar yeryüzüne çıkması (artezyen, kaynak), tam olarak taşın “hazinedarlık” ve “hizmetkârlık” vazifesidir.
• Ayetin Yönü (Zümer Sûresi): Zümer 21. ayet, bu döngüyü “Allah’ın gökten su indirip onu yerdeki kaynaklara akıttığını” (يَنَاب۪يعَ فِي الْاَرْضِ) ifade ederek, sebebi (yağmur) ve sonucu (kaynak) doğrudan Fâil’e (Allah’a) bağlar. Bilim, mekanizmayı (taşın gözenekliliği) inceler; Kur’an, o mekanizmayı çalıştıranı ve vazifelendireni bildirir.
b) Biyoloji (Taş ve Kökler – Abese Sûresi):
• Nükte’nin İşareti: “O derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat (engel) görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini (yayıldığını) Kur’an işaret ediyor.”
• Bilimsel Tezahürü: Bitki biyolojisi, “nazik” kök uçlarının, “sert” taşları ve kayaları nasıl deldiğini inceler. Kökler, hem mekanik basınç (büyüme gücü) hem de salgıladıkları asitlerle (kimyevî çözünme) en sert tabakaları dahi “şakkeder” (yarar). Bu, Nükte’de belirtildiği gibi, sert taşın, kendisinden çok daha zayıf ve latif olan köke itaat etmesi ve yol vermesidir. Bu, emr-i İlahî iledir.
• Ayetin Yönü (Abese Sûresi):
• Abese, 80/25-27: “Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı, iyiden iyiye yardık! Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler… bitirdik.”
• ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّا (“Sonra toprağı göz göz yardık”) ayeti, hem tohumun toprağı yarmasına hem de kökün yer altındaki tabakaları (taşları) yararak ilerlemesine harika bir işarettir.
c) Fizik ve Jeofizik (Dağların Parçalanması – A’râf, Haşr, Zilzâl Sûreleri):
• Nükte’nin İşareti: Dağların “tecelliyat-ı celaliye” ile parçalanması, “zelzele” veya “hâdisat-ı arziye” (yer olayları) suretinde taşların yuvarlanması.
• Bilimsel Tezahürü: Bilim buna “tektonik hareketler”, “fay hatları” (zelzele), “erozyon” veya “kütle çekimi” (taşın yuvarlanması) der. Nükte, bu fizikî kanunların ardındaki iradeyi ve haşyeti nazara verir. Dağın parçalanması bir fizik kuralıdır, ancak o kuralı koyan ve o anda “tecelli” eden, Kudret-i İlahî’dir. Tûr Dağı’ndaki hadise (A’râf 143) ise bu fizikî kanunların üstünde, doğrudan bir mucizevî tecellidir.
• Ayetin Yönü (Haşr Sûresi): Haşr 21. ayeti, bu fizikî hadiseyi manevî bir boyuta taşır. Kur’an’ın manevî ağırlığı ve azameti, bir dağın fizikî yapısının dayanamayacağı bir “haşyet” sebebidir. Bu, Nükte’deki “kasavetli kalbin” (katı kalbin), dağdan daha dayanıklı değil, daha hissiz ve itaatsiz olduğunu isbat eder.
5. Günümüz ve Gelecekteki Yansıma, Tezahür ve Gelişmeler
Bu Nükte ve ayet-i kerime, sadece Benî İsrail’e değil, modern ve gelecek nesillere de hitap etmektedir.
a) Günümüzdeki Yansımaları (Tezahürleri):
• Teknolojik Kasavet (Katılık): Modern insan, “taşa” hükmetme noktasında zirveye ulaşmıştır. Silikon (kum/taş) vadilerinde, taşın en rafine halinden “işlemciler” (CPU) yapmakta, yani taşa hesap yaptırmaktadır. Ancak Nükte’nin mantığıyla, o silikon çip, kendisine yüklenen emre (program koduna) mutlak itaat eder. İnsan ise, kendisini ve o taşı yaratanın emrine (Kur’an’a) karşı, kalbini katılaştırmakta, enaniyet (ego) göstermektedir. Bilgisi arttıkça, itaati azalmaktadır. Bu, modern “kasavet-i kalb”dir.
• Ekolojik İsyan: Nükte, taşların ve dağların “hazinedarlık” vazifesini ve tabiatın “muntazam” (düzenli) hizmetini anlatır. Günümüz insanı, “kasavetli” kalbi ve hırsıyla, bu hazineleri (su kaynakları, madenler, ormanlar) israf etmekte, tabiatın nizamını bozmaktadır. Bu, sadece bir çevre kirliliği değil, “evamir-i tekviniye”ye karşı bir isyan ve taşların hizmetkârlığına karşı bir nankörlüktür.
b) Gelecekteki Gelişmeler ve Perspektif:
• Tevhidî Bilim Anlayışının Zarureti: Gelecekte bilimin gelişmesi, Nükte’nin işaret ettiği hakikatleri daha da parlatacaktır. Jeoloji, yeraltı su rezervlerinin (akiferlerin) ne kadar mucizevî bir “hazinedarlık” olduğunu; biyoloji, bir kökün taşı delmesindeki kimyevî ve fizikî harikaları; astrofizik ise kâinattaki “celalî tecellilerin” (karadelikler, süpernovalar) azametini daha çok gösterecektir. Geleceğin hikmetli insanı, bu bilimsel verilere bakıp “âdi, tabiî” demek yerine, Nükte’nin dediği gibi “ne kadar muntazam, ne kadar muti'” diyerek Fâtır-ı Zülcelal’e secde edecektir.
• Yapay Zekâ ve İtaat: Geleceğin en mühim gelişmelerinden olan yapay zekâ, temelde “silikon”a (taşa) yüklenen emirlere dayanır. Bu teknolojiler, “itaat” konusunda kusursuzdurlar. İnsanlığın gelecekteki en büyük imtihanı şu zıtlık olacaktır: Kendi yaptığı “âdi” taşa dayalı makinelere itaat ettiren insan, kendisini “Ahsen-i Takvim”de (en güzel surette) yaratan Rabbine itaat edecek midir? Yoksa kalbi, programladığı taştan daha mı katı kalacaktır?
6. Hâtime (Sonuç)
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu Üçüncü Nükte, Kur’an-ı Hakîm’in, en âdi ve sıradan görülen bir mevcudu (taşı) eline alıp, onu nasıl kalp katılığına (kasavet-i kalb) karşı en keskin bir elmas kılıç gibi kullandığını göstermektedir. Taş; haşyetiyle, itaatiyle, fışkıran sularıyla, yarılan bağrıyla ve yuvarlanışıyla, insana ve Benî Âdem’e ders vermektedir.
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi kasavetten muhafaza eylesin ve bizleri, taşlar kadar dahi olsa, emirlerine muti’ olan kullarından eylesin.
Metnin sonunda yer alan duaya iştirak ederek bitirelim:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ اٰم۪ينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ
.

 

 

 

 

 

Yirminci Söz’ün İkinci Makamı

[Mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an]

Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍٍ

Ondört sene evvel, (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirimde arabiyy-ül ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk’ın tevfikine itimaden ve Kur’anın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev’-i beşere hitab eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:

Birinci cihet:

Mu’cizat-ı Enbiya suretiyle…

İkinci kısım

şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ ٭ اَلنَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ ٭ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ ٭ وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ شُهُودٌ ٭ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّا ٓ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ ٭

Keza:

فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ ٭ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِه۪ مَا يَرْكَبُونَ

{(Haşiye-1): Şu cümle işaret ediyor ki: Şimendiferdir. Âlem-i İslâm’ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâm’ı mağlub etmiştir.}

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكَاةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ

{(Haşiye-2):

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ

cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.}

لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ

âyeti, pek çok envâra, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım

ise, mu’cizat-ı Enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz

************

Talebiniz üzere, Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas ettiğiniz “Yirminci Söz’ün İkinci Makamı”nda zikredilen “Kur’an’ın Mu’cizât-ı Enbiya (Aleyhimüsselâm) Yüzünde Parlayan İ’câzı” ve beşerî teknolojilere yaptığı işaretler mevzusunun, âyetler, müradifleri ve günümüzdeki tezahürleri…
Yirminci Söz İkinci Makam Işığında Kur’an-ı Kerim’in Bilimsel ve Teknolojik Gelişmelere İşaretleri…
Kur’an-ı Kerim’in “Kitab-ı Mübin” sıfatının bir cilvesi olarak, hem vahyedildiği asra hem de gelecekteki asırlara nasıl hitap ettiğini ve beşerî terakkiyatın (gelişmelerin) neticelerine nasıl işaret ettiğini izah etmeyi hedefler.
1. Ana İlke: Kitab-ı Mübin ve İhtiva Sanatı
Metnin temel dayanağı olan âyet-i kerime, her şeyin apaçık bir kitapta mevcut olduğunu beyan eder:
Âyet: “…Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Kitâb-ı Mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 )
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin izahına göre, “Kitab-ı Mübin” bir kavle göre Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ın “yaş ve kuru her şeyi” ihtiva etmesi, her şeyin aynen ve sarahaten (açıkça) içinde yazılı olması manasında değildir. Zira bu, Kur’an’ın hidayet maksadına ve belagatının icabına (iktiza-yı makama) uygun düşmez.
Bu ihtiva (kapsayıcılık) muhtelif derecelerde ve şekillerde tezahür eder:
• Çekirdekler ve Nüveler: Bazı hakikatler, gelecekte tam manasıyla açılacak birer çekirdek halinde bulunur.
• İcmaller (Özetler) ve Düsturlar: Geniş mevzular, özlü düsturlar veya icmaller suretinde ifade edilir.
• Alâmetler ve İşaretler: Açıkça zikredilmek yerine, kuvvetli alâmetler veya ince işaretlerle (remzen, işareten, ibhamen) o mevzulara nazar-ı dikkat celbedilir.
Beşeriyetin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevkiyi alacak olan “havarik-ı san’at” (sanat harikaları) ve “garaib-i fen” (fen gariplikleri) olan tayyare (uçak), elektrik, şimendifer (tren) ve telgraf gibi teknolojiler, Kur’an’ın cihan şümul (evrensel) hitabının haricinde kalamazdı. Metinde bu işaretlerin iki cihetle (yönle) yapıldığı belirtilir.
2. Kur’an’ın Teknolojik Gelişmelere İşaret Cihetleri
Metinde bu işaretler iki ana başlıkta toplanır. Biz tahlilimizde, metnin odaklandığı ikinci kısmı esas alacağız.
• Birinci Cihet: Peygamberlerin mucizeleri (Mu’cizât-ı Enbiya) suretiyle. (Misal: Hz. Süleyman’ın (a.s.) rüzgâra hükmetmesi tayyareye, Hz. İsa’nın (a.s.) ölüleri diriltmesi tıbbın terakkisine işaret eder.)
• İkinci Cihet: Bazı tarihî hadiseler veya doğrudan âyetlerin tabirleri suretiyle bu ikinci cihetten iki mühim misal zikredilmiştir: Şimendifer (Tren/Ulaşım Araçları) ve Elektrik.
3. Âyetlerin Tahlili ve Günümüzdeki Tezahürleri
Metinde zikredilen ve bilimsel/teknolojik gelişmelere işaret eden âyetleri teker teker ele alalım:
A. Ulaşım Teknolojileri (Şimendifer ve Ötesi)
Metinde işaret edilen âyet-i kerimeler şunlardır:
Âyetler: “Onlar için bir delil de, soylarını o dopdolu gemide (fülk-i meşhûn) taşımamızdır. Ve onlar için, bunun gibi (min mislihî) binecekleri başka şeyler yaratmamızdır.” (Yâsîn Suresi, 36:41-42 )
Tahlil ve Müradifleri:
• “el-Fülki’l-Meşhûn” (Dopdolu Gemi): Bu tabir, klasik tefsirlerde genellikle Hz. Nuh’un (a.s.) gemisine veya genel olarak deniz taşımacılığına bir işaret olarak anlaşılmıştır. “Meşhûn” (dopdolu), büyük bir kapasiteyi ve yükü ifade eder.
• “Ve Halaknâ Lehüm Min Mislihî Mâ Yerkebûn” (Ve Onlar İçin, Bunun Gibi Binecekleri Başka Şeyler Yaratmamızdır):
• “Min Mislihî” (Onun Gibi/Benzeri): Tahlilin kilit noktası bu ifadedir. Cenab-ı Hak, insanlara gemiye benzer başka binekler de yaratacağını haber vermektedir.
• Benzerlik Ciheti: Bu benzerlik nedir? Geminin (fülk) vasfı, çok sayıda insanı ve yükü bir yerden bir yere topluca nakletmesidir.
• “Mâ Yerkebûn” (Binecekleri Şeyler): Bu ifade, gelecekte icat edilecek ulaşım vasıtalarını kapsar.
Risale-i Nur’daki İşaret: Metindeki haşiyede (dipnotta) bu âyetin “şimendifer”e (tren) işaret ettiği belirtilir. Şimendifer, gemi gibi karada giden, vagonları birbirine bağlı, toplu halde insan ve eşya taşıyan bir “kara gemisi” hükmündedir.
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: “Min Mislihî” (onun benzeri) tabiri, sadece trenle sınırlı değildir. Gemiye benzeyen, yani toplu taşıma ve nakliye vasıtası olan her türlü teknolojiyi kapsar:
• Hava Taşımacılığı: Uçaklar (tayyareler), yüzlerce insanı ve tonlarca yükü taşıyan “hava gemileri”dir.
• Kara Taşımacılığı: Modern trenler, metrolar, otobüsler ve tırlar.
• Gelecek: Bu âyet, gelecekteki terakkiyatın da kapısını aralamaktadır.
• Hızlı Trenler: Manyetik levitasyon (Maglev) trenleri gibi sürtünmesiz, yüksek hızlı kara vasıtaları.
• Uzay Taşımacılığı: İnsanlığın başka gezegenlere veya uzay istasyonlarına toplu halde taşınmasını sağlayacak olan uzay gemileri, “el-fülki’l-meşhûn” tabirinin ve “min mislihî” işaretinin en ileri derecede bir tezahürü olmaya namzettir.
B. Enerji Teknolojisi (Elektrik ve Nur)
Metinde işaret edilen âyet-i kerime, meşhur “Nur Âyeti”dir:
Âyet: “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik (mişkât) gibidir. O lamba bir sırça (zücâce) içindedir; o sırça, sanki incimsi bir yıldızdır (kevkebün dürriyyün). Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı (neredeyse) kendisine ateş değmese bile ışık verecek (yekâdü zeytühâ yudîu velev lem temseshü nâr) mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûrdur (nûrun alâ nûr). Allah, dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah, insanlara (işte böyle) misaller verir. Allah, her şeyi bilir.” (Nûr Suresi, 24:35 )
Tahlil ve Müradifleri:
Bu âyet, öncelikli olarak Allah’ın nurunu ve hidayetini anlatan derûnî bir temsildir. Ancak lafızları ve tasvirleri, harika bir fen olan elektriğe de kuvvetle işaret eder.
• “Mişkât” (Kandillik/Oyuk): Lambanın konulduğu yer. Modern fizikte ampulün takıldığı duya (soket) veya lambanın muhafazasına (aplik) işaret edebilir.
• “Zücâce” (Sırça/Cam): Lambanın içinde bulunduğu cam. Bu, doğrudan ampulün cam fanusunu tasvir eder.
• “Kevkebün Dürriyyün” (İnci Gibi Parlayan Yıldız): Camın içindeki o lambanın (akkor telin/filamanın) bir yıldız gibi parlaması.
• “Yekâdü Zeytühâ Yudîu velev Lem Temseshü Nâr” (Ateş Değmese Bile Yağı Neredeyse Işık Verir):
• Bu, elektriğe yapılan en kuvvetli işarettir. Elektrik enerjisi, klasik manada bir “ateş” (nâr) değildir. Bir yakıt (zeyt) gibi bir kaynaktan gelir (santral), ancak bu “yakıt” (enerji), bir “ateş” teması olmaksızın ışığa (enerjiye) dönüşür.
• Telgraf ve telefon tellerinde sesin ve yazının gitmesi de ateşe temas etmeden akan bir “nur” (enerji akımı) ile olur.
• “Nûrun alâ Nûr” (Nur Üstüne Nur): Metindeki haşiyede bu cümlenin “remzi ışıklandırdığı” belirtilir. Bu, elektriğin çok katmanlı yapısına işaret edebilir. Pozitif (+) ve negatif (-) kutupların bir araya gelmesiyle ışığın (nurun) meydana gelmesi veya bir enerjinin başka bir enerjiye (ışığa) dönüşmesi gibi.
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: Bu âyetin işareti, sadece Edison’un ampulü ile sınırlı değildir.
• İletişim Teknolojisi: Telgraf, telefon, radyo, televizyon ve internet; hepsi “ateş değmeden” akan bir enerji (elektromanyetik dalgalar) ile bilgi ve “nur” (görüntü/ses) taşır.
• Modern Aydınlatma: LED teknolojisi, çok az bir enerjiyle (neredeyse ateşsiz) yüksek verimlilikte ışık (“nûr üstüne nûr”) üretir.
• Veri İletimi: Fiber optik kablolar, bilginin cam (zücâce) içinde “ışık” (nur) hızında taşınmasıdır. Bu, âyetteki tasvire hayret verici derecede benzemektedir.
• Gelecek:
• Kablosuz Enerji: “Ateş değmeden” (velev lem temseshü nâr) enerjinin iletilmesi, kablosuz enerji transferi (WiTricity) teknolojilerine bir işaret olabilir.
• Kuantum Teknolojileri: Maddenin ve enerjinin (nurun) en derûnî seviyelerdeki davranışlarını inceleyen kuantum fiziği ve bu temelde geliştirilecek iletişim (teleportasyon) ve bilgisayar sistemleri.
• Saf Enerji: Maddenin doğrudan enerjiye dönüştürülmesi veya nükleer füzyon gibi “mübarek” ve yüksek verimli (ateşsiz yakıt misali) enerji kaynakları.
Netice
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen Yirminci Söz’ün İkinci Makamı, Kur’an-ı Kerim’in sadece bir hidayet kitabı değil, aynı zamanda “Kitab-ı Mübin” sıfatıyla, her asra hitap eden ve beşerî terakkiyatın (gelişmelerin) en mühim neticelerini dahi mu’cizevî bir surette içinde barındıran cihan şümul bir kelam olduğunu ispat etmektedir.
Kur’an, Yâsîn Suresi’nde “min mislihî” (onun benzeri) diyerek geleceğin toplu ulaşım vasıtalarına kapı açmış; Nûr Suresi’nde ise “ateş değmeden ışık veren” bir tasvirle elektriğe ve onunla çalışan iletişim ve enerji teknolojilerine remz etmiştir.
Bu işaretler, Kur’an’ın muhtevasının beşerî ilimlerin ve teknolojinin ilerlemesiyle daha da parlak bir şekilde anlaşıldığını ve onun Kelamullah olduğunun bir isbatı olduğunu göstermektedir.

 

 

 

Mukaddeme:

İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saatı en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate latif bir işarettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm).

Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:

Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden:

وَ لِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ

âyeti; “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesini beyan eden:

فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا

ilâ âhir… Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!” Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!” İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

************

Risale-i Nur Külliyatı’ndan (Yirminci Söz, İkinci Makam) alınan “Mukaddeme” metni merkezinde, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizat-ı enbiyâyı (peygamber mu’cizelerini) zikretmesinin hikmetleri, bu mu’cizelerin beşerin maddî ve ilmî terakkiyatına (gelişimine) nasıl ufuk açtığı, ilgili âyetler ve bu âyetlerin günümüz ve gelecekteki tezahürleri…
Kur’an-ı Hakîm’de Mu’cizât-ı Enbiyânın Maddî Terakkiyâta İşaretleri ve İlmî Ufukları
Giriş: Mu’cizenin İrşâd Vazifesi
İktibas edilen metnin tasvir ettiği üzere, Kur’an-ı Hakîm, enbiyâ-i izâmı (büyük peygamberleri) sadece cemaatlerin manevî terakkiyatı (ruhanî yükselişi) için birer “pişdar” (lider) ve “imam” olarak göndermemiştir. Aynı zamanda, onların mübarek ellerine tevdi edilen “hârikalar” yani mu’cizeler ile beşerin maddî terakkiyatı (bilimsel ve teknolojik ilerlemesi) cihetinde de birer “ustabaşı” ve “üstad” olarak tayin etmiştir.
Bu bakış açısı, Kur’an kıssalarını tarihî birer hikâye olmaktan çıkarıp, onları irşâdî (yol gösterici) mânalar ihtiva eden cihan şümul (evrensel) derslere dönüştürür. Mu’cize, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki “kavanin-i âdet” veya “Sünnetullah” dediğimiz tabiat kanunlarının bir anlık olarak, bir peygamberin elinde, o kanunların daha üst bir mertebesini veya farklı bir veçhesini göstermesidir. İktibasta belirtildiği gibi, Kur’an’ın bu hârikaları zikretmesi, “onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor” (hissettiriyor). Beşer, aklını ve gayretini kullanarak, o mu’cizenin tezahür ettiği o üst kanunu keşfetmeye sevk edilmektedir.

Bölüm 1: Maddî Kemalâtın Hedeflerini Çizen Mu’cizeler
Kur’an-ı Kerim, peygamber mu’cizelerini zikretmekle, “fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor” ve “en ileri gayatına parmak basıyor.” Beşerî ilim ve teknoloji, peygamberlerin mu’cize ile bir anda ulaştığı o hedefe, sebepler dairesinde çalışarak, kavanin-i rahmeti (ilahi rahmet kanunlarını) keşfederek asırlar sonra ulaşmaya gayret eder.
Bu hakikate binaen, pek çok san’at erbabı, kendi san’atlarının pîrî (kurucu üstadı) olarak bir peygamberi kabul etmiştir:
• Gemiciler ve Denizciler: Hazret-i Nuh’un (a.s.) mu’cizesi olan “sefine” (gemi), beşerî denizciliğin ve gemi inşa san’atının ilk ve en muazzam nüvesidir.
• Saatçılar ve Zaman Ölçümü: Hazret-i Yusuf’un (a.s.) mu’cizesi olan “saat”, zamanı taksim etme ve ölçme ilminin başlangıcına bir işarettir.
• Terziler ve Dokumacılar: Hazret-i İdris’in (a.s.) mu’cizesi, dikim ve giyim san’atının üstadı olduğuna bir remizdir.
Bölüm 2: Mu’cize Örnekleri, İlgili Âyetler ve İlmî Yansımaları
Konuyu, iktibastaki ve diğer âyetler ışığında, günümüz ve gelecekteki yansımalarıyla birlikte tahlil edelim:
1. Hazret-i Süleyman (a.s.) ve Hava Hâkimiyeti (Astrofizik ve Ulaşım)
İktibasta işaret edilen mu’cize, hava unsurunun (rüzgârın) Hz. Süleyman’a (a.s.) musahhar (emrine verilmiş) kılınmasıdır.
• İlgili Âyet (Sebe’ Sûresi):
Meali: “Süleyman’ın emrine de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı da onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık.” (Sebe’ 34/12)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Âyet, Hz. Süleyman’ın (a.s.) bir günde iki aylık mesafeyi (hem gidiş hem dönüş) havada kat’ettiğini beyan eder. Bu, ses hızını aşan muazzam bir sürate işarettir. Bu mu’cize, beşerin hava taşıtlarına (tayyare, jet) ve uzay teknolojisine olan kabiliyetinin “nihayet hedefi”ni çizmiştir. Metnin dediği gibi, Cenâb-ı Hak manen der: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
• Gelecekteki Yansımaları:
Günümüzdeki uçaklar bu hedefin ilk adımlarıdır. Âyetin işaret ettiği “en ileri gaye” ise, belki de atmosferin katmanlarını aşmak, rüzgâr ve enerji akımlarını bugünkü jet motorlarından çok daha verimli kullanarak cihan şümul seyahatler yapmak, hatta yerçekimine karşı koymanın (antigravite) veya plazma fiziğinin sırlarına ermektir.
2. Hazret-i Musa (a.s.) ve Su Çıkarma (Hidroloji ve Jeofizik)
İktibasta zikredilen ikinci misal, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı ile taştan su çıkarmasıdır.
• İlgili Âyet (Bakara Sûresi):
Meali: “Mûsâ, kavmi için su aradığında, ‘Asânla taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı. Her kabile kendi su alacağı yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin’ (dedik).” (Bakara 2/60)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Sert, kurak bir “taş” gibi görünen arzın (yeryüzünün) altında, “rahmet hazineleri” olan suların gizli olduğunu ve “basit âletlerle” (asâya işaretle) bunlara ulaşılabileceğini ders verir. Bu mu’cize, jeoloji (yer bilimi) ve hidroloji (su bilimi) ilimlerine işaret eder. Günümüzde beşerin “sondaj” (drilling) makineleri, jeofizik radar sistemleri ile yerin derûnî katmanlarındaki suları keşfetmesi ve artezyen kuyuları açması, bu mu’cizenin fennî bir taklididir.
• Gelecekteki Yansımaları:
Âyetin çizdiği “gayat-ı hudud” (son sınır), sadece su bulmak değil, belki de en çorak çöllerde dahi, basit ve enerji sarfiyatı az yöntemlerle (o “asâ” gibi) âb-ı hayatı (hayat suyunu) fışkırtabilen teknolojilerdir. Belki de suyun moleküler yapısını doğrudan havadan veya topraktan ayrıştırabilen (atmosferik su jeneratörleri) daha ileri teknolojilere remzetmektedir.
3. Hazret-i İsa (a.s.) ve Tıp İlmi (Biyoloji ve Genetik)
• İlgili Âyet (Âl-i İmrân Sûresi):
Meali: “Allah onu, İsrâiloğulları’na elçi kılacak (o da şöyle diyecek): ‘Size rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş olur. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için kesin bir delil vardır.'” (Âl-i İmrân 3/49)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Hz. İsa’nın (a.s.) “anadan doğma körü” (genetik veya doğumsal körlük) ve “alacalıyı” (cüzzam veya vitiligo gibi o dönemin çaresiz hastalıkları) iyileştirmesi ve “ölüleri diriltmesi” (bi-iznillah), tıp ilminin nihai hedeflerini göstermiştir. Günümüz tıbbı, kök hücre tedavileri, gen terapisi (CRISPR gibi), organ nakilleri ve körlüğü tedavi eden biyonik göz implantları ile bu mu’cizevî hedeflere doğru ilerlemektedir. CPR (kardiyopulmoner resüsitasyon) ile kalbi duran birini hayata döndürmek, o “ölüleri diriltme” fiilinin fennî bir gölgesidir.
• Gelecekteki Yansımaları:
Bu mu’cizenin “en ileri gayesi”, beşerin hayatın sırrına (DNA şifrelerine) tam vakıf olması, yaşlanmayı tersine çevirmesi (rejeneratif tıp), hastalıkları ortaya çıkmadan genetik seviyede tamir etmesi ve belki de “ölüm” olarak bilinen biyolojik duraksamanın sınırlarını zorlamasıdır.
4. Hazret-i Davud (a.s.) ve Metalurji (Malzeme Bilimi ve Savunma Sanayii)
• İlgili Âyet (Enbiyâ Sûresi):
Meali: “Sizi savaşta koruması için Dâvûd’a zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükrediyor musunuz?” (Enbiyâ 21/80)
• Müradifi Âyet (Sebe’ Sûresi):
Meali: “Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. ‘Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin’ dedik ve ‘Geniş zırhlar yap, örgüsünde ölçüyü tuttur’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim’ (diye vahyettik).” (Sebe’ 34/10-11)
• Tahlil ve Günümüzdeki Tezahürleri:
Hz. Davud’a (a.s.) “demirin yumuşatılması” (sert metali işleme kabiliyeti) ve “zırh yapma sanatı”nın öğretilmesi, metalurji, malzeme bilimi ve savunma sanayiinin temelini teşkil eder. Bu mu’cize, demiri eritip şekil vermekten (dökümcülük) başlayarak, günümüzün çelik alaşımlarına, kompozit malzemelere, titanyum zırhlara ve kevlar gibi kurşun geçirmez yeleklere kadar uzanan bir terakkiyatın kapısını açmıştır.
• Gelecekteki Yansımaları:
Bu sahanın “nihayet hududu”, belki de nanoteknoloji ile atomik seviyede tasarlanmış “akıllı” malzemeler, darbe aldığında kendini onaran zırhlar veya ağırlığı olmayan ancak demirden kat kat güçlü materyaller üretmektir.
Bölüm 3: İlmî İşaretler İhtiva Eden Sûreler ve Hususiyetleri
Kur’an-ı Kerim, sadece mu’cizeler yoluyla değil, doğrudan kâinata (âfâka) nazar etmeyi (bakışı yönlendirmeyi) emreden âyetlerle de ilmî gelişmelere işaret eder:
• ez-Zâriyât Sûresi (Evrenin Genişlemesi):
Meali: “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.” (Zâriyât 51/47)
• Hususiyeti: “Mûsi’ûn” (genişletenleriz) tabiri, 20. yüzyılda keşfedilen evrenin genişlemesi (Hubble Yasası) hakikatine 14 asır evvel açıkça işaret etmesi cihetiyle hârikadır.
• el-Enbiyâ Sûresi (Evrenin Başlangıcı – ‘Big Bang’ ve Hayatın Kökü):
Meali: “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30)
• Hususiyeti: Âyet, iki temel ilmî hakikati beyan eder:
a. “Ratk” (bitişik) ve “Fatk” (ayırma) kelimeleri, evrenin bir “tekillik” (singularity) halinde iken büyük bir patlama ile ayrışmaya başladığına dair modern kozmolojik nazariyeye tam mutabakat gösterir.
b. “Her canlı şeyi sudan yarattığımızı” ifadesi, biyolojinin temel bir tespiti olan “su, hayatın esasıdır” (biyokimyasal reaksiyonların temel çözücüsüdür) kaidesine işaret eder.
• er-Rahmân Sûresi (Uzay Yolculuğu ve Güç ‘Sultân’ İhtiyacı):
Meali: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güç (sultân) ile çıkıp gidebilirsiniz.” (Rahmân 55/33)
• Hususiyeti: Bu âyet, bir meydan okumadır. Göğün ve yerin sınırlarını (atmosferi ve yerçekimini) aşmanın mümkün olduğunu, ancak bunun “Sultân” ile olabileceğini söyler. “Sultân” kelimesi, hem “delil, ilmî hüccet” hem de “ezici güç, enerji” manalarına gelir. Günümüzün uzay yolculukları, tam da bu “Sultân”a, yani muazzam bir itici güce (roket teknolojisi) ve derin bir ilmî birikime (fizik, matematik) dayanmaktadır.
• Yâsîn Sûresi (Astrofizik ve Yörüngeler):
Meali: “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir (düzenlemesidir).” (Yâsîn 36/38)
• Hususiyeti: “Li-müstekarrin lehâ” ifadesi, Güneş’in sadece (Dünya’ya göre) hareket ediyor görünmesi değil, bizzat kendisinin de bir “karar kılacağı yere” veya “belirlenmiş bir yörüngeye” (Galaksi merkezi etrafındaki yörüngesi ve ‘Solar Apex’ denilen istikameti) doğru aktığını ifade ederek, modern astronominin tespitlerine bir pencere açar.
Netice (Sonuç)
İktibas edilen Risale-i Nur metni, Kur’an-ı Kerim’in mu’cizat-ı enbiyâ kıssalarına ne kadar derin ve çok cihetli bir mana yüklediğini göstermektedir. Bu mu’cizeler, sadece peygamberlerin sadakatine birer isbat ve hüccet değil, aynı zamanda beşeriyetin ilmî ve fennî terakkiyatının da “en nihayet hedefleri”ni tayin eden ilahî birer işarettir.
Kur’an, beşerin arkasına “dest-i teşviki” (teşvik elini) vurarak, Sünnetullah’ı (Allah’ın tabiata koyduğu kanunları) keşfetmeye ve peygamberlerin bir anda mazhar olduğu o hârikaların fennî taklitlerini yapmaya sevk etmektedir. Dolayısıyla, her ilmî keşif ve teknolojik terakki, Sünnetullah’ın bir perdesini daha aralamak ve o peygamber mu’cizelerinin işaret ettiği hedefe bir adım daha yanaşmaktır.

 

 

 

 

Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:

وَاُبْرِئُ الْاَكْمَهَ وَالْاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللّٰهِ

Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”
İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında:

وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ ٭ وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ

Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında:

وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ

âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.” Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi tergib işareti var. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:

“Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki: Herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san’at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev’-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor…

Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet:
قَالَ الَّذ۪ى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ

ilâ âhir… İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذ۪ى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا ف۪ى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِه۪ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ
deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” İşte beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

مُقَرَّن۪ينَ فِى الْاَصْفَادِ

ilâ âhir…

وَمِنَ الشَّيَاط۪ينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ

ilâ âhir… âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”

İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem

فَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا

misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

************

Kur’an-ı Kerim’in peygamber mucizelerini zikretmesinin sadece tarihî bir kıssa anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda beşerin ilmî ve teknolojik terakkiyatının (gelişmelerinin) nihai hudutlarını nasıl çizdiğine ve bu sahalarda çalışmaya nasıl remzen (sembolik olarak) teşvik ettiğine dair…
Bu yaklaşım, Kur’an’ın i’câzının (mucizeviliğinin) bir cihetini teşkil eder; zira Kur’an, her asra hitap ettiği gibi, istikbaldeki (gelecekteki) fennî ve sınaî (bilimsel ve endüstriyel) gelişmelere de lisan-ı remz ile işaret ederek, beşerin “evamir-i tekviniyeye” (Allah’ın tabiat kanunlarına) ittiba ederek ulaşabileceği noktaları göstermektedir.

Giriş: Mucizat-ı Enbiya ve Fennî Terakkiyatın Münasebeti
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mucizelerini zikrederken, iki temel maksadı takip eder:
• Sarih (Açık) Maksat: Peygamberin nübüvvetini (peygamberliğini) isbat etmek ve muhataplarını imana davet etmektir.
• Remzî (Sembolik) Maksat: O mucizenin bir benzerini, Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara (evamir-i tekviniye) riayet ederek, yani ilim ve fen yoluyla yapmaya beşeri teşvik etmektir. Mucize, o sahadaki insanî terakkiyatın nihai hududunu çizer. Beşer, çalışmakla peygamberin mucizesine yetişemez; ancak o mucizenin gölgesinde ve onun işaret ettiği istikamette ilerleyerek, fen ve san’at harikalarına mazhar olabilir.
Bu hakikat, beş ana başlık altında tasvir edilmektedir:
1. Hz. İsa (a.s.) Mucizesi: Tıp İlminin Nihai Hudutları
Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın (a.s.) mucizelerinden bahsederken şöyle buyurur:
İlgili Ayet:
“(İsrailoğullarına bir elçi olarak gönderecek ve o şöyle diyecek:) ‘Ben size rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirir, Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimselerseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.'”
( Âl-i İmrân, 3/49)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet-i kerime, Hz. İsa’nın (a.s.) elindeki “tıbb-ı Rabbanîye” remzen tergib (teşvik) etmektedir.
• اَلْاَكْمَه (el-ekmeh): Anadan doğma kör.
• اَلْاَبْرَص (el-ebras): Alacalı (vitiligo veya cüzzam gibi müzmin ve o dönemde çaresiz kabul edilen deri hastalığı).
• اُحْيِى الْمَوْتٰى (uhyi’l-mevtâ): Ölüleri diriltirim.
Risale-i Nur’daki izaha göre, bu ayetin lisan-ı işareti şudur: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız (ümitsizliğe düşmeyiniz). Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri (Yansımaları):
• Müzmin Dertler (el-ekmeh ve’l-ebras): Ayet, “anadan doğma körlük” ve “alacalı” gibi genetik ve en zor hastalıkların bile tedavisinin mümkün olduğuna işaret eder.
• Günümüz: Gen tedavileri (CRISPR gibi), kök hücre çalışmaları ve rejeneratif (yenileyici) tıp, tam da bu ayetin işaret ettiği hududa doğru ilerlemektedir. Doğuştan gelen genetik hastalıkların ve bir zamanlar “çaresiz” denilen (kanser, cüzzam vb.) rahatsızlıkların tedavisi yolunda atılan adımlar, bu remzî teşvikin tezahürleridir.
• Ölüme Muvakkat Bir Hayat Rengi Vermek (uhyi’l-mevtâ):
• Günümüz: Mucizenin aslına (ölüyü tam diriltme) beşer yetişemez. Ancak “ölmüş gibi hastalar” tabiri, bugünkü tıbbın geldiği noktayı tasvir eder. Klinik olarak ölmüş (kalbi durmuş) birinin elektroşok veya kalp masajı ile hayata döndürülmesi, komadaki hastaların yıllar sonra uyanması, organ nakilleri ve yapay hayat destek üniteleri, “ölüme muvakkat bir hayat rengi vermek” tabirinin tam karşılığıdır.
• Gelecek: Kriyojenik (dondurma) teknolojisi ve yaşlanmayı durdurma (anti-aging) üzerine yapılan derin araştırmalar, beşerin bu ayetin çizdiği hududa ne kadar yaklaştığını göstermektedir.
2. Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.) Mucizeleri: Sanayi ve Maden İlmi
Kur’an-ı Kerim, bu iki peygambere verilen nimetleri şöyle zikreder:
İlgili Ayetler:
“Andolsun biz Dâvûd’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. “Ey dağlar! Kuşların da katılmasıyla onunla birlikte tesbih edin” dedik ve onun için demiri yumuşattık.”
(Sebe’, 34/10)
“Süleyman’ın emrine de sabahleyin bir aylık, akşamleyin bir aylık yol almakta olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Cinlerden de rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırd1ık.”
(Sebe’, 34/12)
Ayetlerin İşareti ve İzahı:
Bu ayetler, beşerî sanayinin temelini teşkil eden madenciliğe ve metalürjiye işaret eder.
• اَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ (elennâ lehu’l-hadîd): “Ona demiri yumuşattık.” Bu, “telyin-i hadîd” yani demiri ateşe ihtiyaç duymadan hamur gibi işleyebilme mucizesidir.
• اَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ (eselnâ lehu ayne’l-kıtr): “Erimiş bakır menbaını ona sel gibi akıttık.” Bu da “izabe-i nühas” yani bakırı eritme ve akışkan hale getirme ilmidir.
İktibas edilen metinde belirtildiği gibi, demirin yumuşatılması ve bakırın eritilmesi “bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir.” Cenab-ı Hak, bu ayetlerle manen der ki: “Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz (yani madenlerin yapısını, erime noktalarını, alaşım kanunlarını keşfetseniz), o hikmet ve o san’at size de verilebilir.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Telyin-i Hadîd (Demirin Yumuşatılması):
• Günümüz: Demir-çelik endüstrisi, yüksek fırınlar, metal şekillendirme (dövme, haddeleme), lazerle kesim ve modern mühendislik (gökdelenler, köprüler, gemiler), Hz. Davud’un (a.s.) mucizesinin fennî bir tezahürüdür.
• Gelecek: Nanoteknoloji ve malzeme bilimi. Maddenin atomik seviyede işlenmesi, metallere “hafıza” kazandırılması (şekil hafızalı alaşımlar) ve demirden çok daha mukavim (sağlam) ve hafif materyallerin üretilmesi, bu “yumuşatma” sanatının gelecekteki yansımalarıdır.
• İzabe-i Nühas (Bakırın Eritilmesi):
• Günümüz: Bakır, elektriğin iletiminde temel maddedir. Bütün elektronik sanayii (bilgisayarlar, telefonlar, devreler) bu “bakırın akıtılması” mucizesinin gölgesinde gelişmiştir.
• Gelecek: Süper-iletkenler ve yeni nesil enerji transfer sistemleri, bu ilmin daha ileri mertebeleridir.
3. Hz. Süleyman (a.s.) Mucizesi: Mekânlar Arası Nakil ve İletişim
Hz. Süleyman (a.s.) ile Belkıs kıssasında geçen şu hadise, modern iletişimin ve naklin sınırlarını çizer:
İlgili Ayet:
“Kitaptan ilmi olan kimse, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce, “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak için rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, şüphesiz rabbim zengindir, çok cömerttir” dedi.”
(Neml, 27/40)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet, “uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek (hazır etmek)” fiilinin mümkün olduğuna delalet eder.
• قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ (kable en yertedde ileyke tarfuke): “Gözünü açıp kapayıncaya kadar.” Bu tabir, ışık hızına veya “anında” nakle işarettir.
Risale-i Nur’daki izaha göre, bu hadise iki şeye işaret eder:
• Celb-i Suret ve Savt (Görüntü ve Sesin Nakli): “Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir.”
• Celb-i Ayn (Eşyanın Aynen Nakli): “Taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur.”
Cenab-ı Hak, bu ayetle manen beşere der ki: “Haydi göreyim sizi… rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.” Bu teşviki destekleyen şu ayeti de zikreder:
“Yeryüzünü sizin için kullanışlı hale getiren O’dur. Üzerinde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyip için; (ama unutmayın ki) dönüş yalnız Allah’adır.”
(Mülk, 67/15)
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Celb-i Suret ve Savt (Görüntü ve Ses):
• Günümüz: Radyo, televizyon, telefon, internet, canlı yayınlar ve video konferans (Zoom, Skype vb.) sistemleri, bu ayetin işaret ettiği “suret ve ses nakli” mucizesinin tam olarak fennî tezahürüdür. Bugün dünya, ayetin tabiriyle “her köşesindeki sesleri işittiren bir bahçe” hükmüne gelmiştir.
• Celb-i Ayn (Eşyanın Aynen Nakli):
• Gelecek: Bu, henüz beşerin tam olarak ulaşamadığı, mucizenin “aslına” daha yakın olan huduttur. “Işınlanma” (teleportasyon) olarak bilinen, bir eşyanın atomlarına ayrılıp başka bir yerde tekrar birleştirilmesi fikri, bu ayetin işaret ettiği nihai hedeftir. Kuantum dolanıklık üzerine yapılan çalışmalar, bu “anında” nakil fikrinin teorik temellerini araştırmaktadır.
4. Hz. Süleyman (a.s.) Mucizesi: Görünmez Varlıkların Teshiri (Emir Altına Alınması)
Hz. Süleyman’ın (a.s.) cinleri ve şeytanları emrinde çalıştırması, başka bir fennî hududa işaret eder:
İlgili Ayetler:
“Bina kuran, dalgıçlık yapan her şeytanı (cinleri) ve zincirlerle birbirine bağlanmış olan diğerlerini onun emrine verdik.”
(Sâd, 38/37-38)
“Şeytanlar (cinler) arasından da onun için dalgıçlık ve daha başka işler yapanlar vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.”
(Enbiyâ, 21/82)
Ayetlerin İşareti ve İzahı:
Bu ayetler, insandan sonra yeryüzünün en mühim zîşuur (şuur sahibi) sekenesi olan cinlerin ve şerir (kötü) ruhların teshir edilebileceğine (emir altına alınabileceğine) işaret eder.
• يَغُوصُونَ لَهُ (yegûsûne leh): “Onun için dalgıçlık yaparlar.” (Zor ve görünmez işleri yaparlar).
• مُقَرَّن۪ينَ فِى الْاَصْفَادِ (mukarranîne fi’l-esfâd): “Zincirlere vurulmuş olarak.” (Şerlerinin men’edilmesi).
İktibas edilen metin, bunun beşerdeki tezahürünü “ispirtizma” (ruh çağırma, medyumluk) gibi “fünun-u hafiyye” (gizli ilimler) olarak tasvir eder. Ancak çok mühim bir tenkit ve ikazda bulunur:
Kur’an’ın işareti; “bazan kendine emvat (ölüler) namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
• Günümüz: Günümüzdeki “ispirtizma” ve benzeri ruh çağırma seansları, metnin tenkit ettiği “maskara olma” kısmına girmektedir.
• Gelecek/İdeal Tezahür: Ayetin işaret ettiği ideal nokta ise, bu görünmez kuvvetleri ve varlıkları (cinler, şeytanlar veya tabiatın gizli kuvvetleri) şerlerinden emin olarak “umûr-u nâfiada” (faydalı işlerde) istihdam etmektir. Bu, henüz beşerin tam manasıyla ulaşamadığı, belki de ancak yüksek bir maneviyat ve “tılsımat-ı Kur’aniye” (Kur’anî sırlar) ile ulaşılabilecek bir mertebedir. Maddî fenlerin bu sahaya tam nüfuz etmesi şimdilik görünmemektedir.
5. Ruhanilerin Temessülü ve Celbi: Manevî İletişim
Hz. Meryem’e Cebrail’in (a.s.) görünmesi hadisesi, ruhlarla temasın farklı bir cihetine işaret eder:
İlgili Ayet:
“Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.”
(Meryem, 19/17)
Ayetin İşareti ve İzahı:
Bu ayet, “temessül-ü ervaha” (ruhların cisimlenmesine) ve “celb-i ervah-ı tayyibe” (temiz ruhların celbedilmesine) işaret eder.
• فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا (fetemessele lehâ beşeren seviyyâ): “Ona düzgün bir insan şeklinde göründü.”
Bu, önceki maddedeki “ervah-ı habise”nin (kötü ruhların) aksine, ulvî ruhlarla temastır. İktibastaki izah, bunun “medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat (maskaralık, oyun) suretinde” olmaması gerektiğini vurgular. Bu, ruhlara “hürmetsizlik” olur.
Kur’an’ın işaret ettiği ideal seviye; “ciddî olarak ve ciddî bir maksad için… ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir.”
Günümüz ve Gelecekteki Tezahürleri:
Bu saha, tamamen manevî ve derûnî bir sahadır. Fennin ve teknolojinin alanı değildir. Bu, velayet (evliyalık) mertebelerinde yaşanan bir haldir. Ayetin teşviki, beşerin sadece maddî ilimlerde değil, manevî ilimlerde de terakki ederek ruhlar âlemiyle ulvî bir münasebet kurabileceğine dairdir.
Netice
Tahlil edilen bütün bu ayetler ve Risale-i Nur’dan iktibas edilen izahlar göstermektedir ki, Kur’an-ı Kerim peygamber mucizelerini zikretmekle:
• Beşerin ilim ve san’atta ulaşabileceği en ileri hudutları çizmiştir (Tıp, Metalürji, İletişim, Nakil, Gizli İlimler).
• Beşeri, Allah’ın “evamir-i tekviniyesi” olan tabiat kanunlarını keşfetmeye ve bu hudutlara doğru çalışmaya “remzen” ve “manen” teşvik etmiştir.
• Bu terakkiyatın (gelişmenin) gayesini de göstermiştir: Tıpta şifa bulmak, sanayide kuvvet kazanmak, iletişimde adaleti tesis etmek ve maneviyatta ulvîleşmektir.

 

 

 

Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ ٭ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ى مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ

ve

عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ

âyetler delalet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?

Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً ٭ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ

cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm’a, kuşlar enva’ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet madem hakikattır. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilasına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir.

İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder. İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:

Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlukatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zâtın namına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız…

Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti’ birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin,
hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.

*************

Risale-i Nur Külliyatı’ndaki bu mühim parça, Hazret-i Davud (a.s.) ve Hazret-i Süleyman (a.s.)’ın mu’cizelerini, sadece geçmişte vuku bulmuş harikulade hadiseler olarak değil, aynı zamanda insaniyetin ulaşabileceği en yüksek kemalâtın ve teknolojinin “en münteha hududunu çizen” birer işaret ve hedef olarak tasvir etmektedir.

GİRİŞ: MU’CİZE VE İNSANİYETİN KEMÂLÂTI

İktibas edilen metnin ana fikri şudur: Peygamber mu’cizeleri, bir yandan nübüvvetin isbatı iken, diğer yandan Allah’ın (c.c.) kudretinin mahlukat üzerindeki teshirini (emre amade kılmasını) gösterir. Daha da önemlisi, bu mu’cizeler, insanın “Emanet-i Kübra”yı ve “Hilafet-i Rûy-i Zemin” vazifesini deruhte etmesi hasebiyle, Cenab-ı Hakk’a tam bir abd (kul) olduğu takdirde, tabiatın ve mahlukatın kendisine ne derece musahhar (itaatkâr) olabileceğinin birer numunesidir.
Metin, bu mu’cizelerin “çekirdek” kabiliyetlerinin tabiatta zaten mevcud olduğunu (misal: dağın “aks-i sadâ” kabiliyeti) ve bu kabiliyetlerin Allah’ın izniyle en yüksek seviyede “inkişaf ettirildiğini” beyan eder. Bu inkişaf, insanoğlunun bilim ve teknoloji ile yapmaya çalıştığı şeyin manevî ve harika bir suretidir.
BİRİNCİ BÖLÜM: AYETLERİN TAHLİLİ VE BAĞLANTILARI
Metinde zikredilen ve Hazret-i Davud ile Süleyman’ın (aleyhimesselâm) mu’cizelerine delalet eden ayetler ve izahları:
1. Dağların Tesbihi ve Yankılanması (Teshir-i Cibâl)
Metnin temel aldığı birinci grup ayetler, dağların Hazret-i Davud (a.s.) ile birlikte Allah’ı tesbih etmesidir.
Ayet-i Kerime (Sad Sûresi):
“إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ”
Meal : “Kuşkusuz biz, dağları onun emrine verdik. Akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.” (Sâd Sûresi, 38:18)
Ayet-i Kerime (Sebe’ Sûresi):
“وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلًاۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ”
Meal : “Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir lütufta bulunduk. ‘Ey dağlar! Kuşlarla birlikte onunla beraber tesbih edin’ dedik ve ‘geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Salih ameller yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekteyim’ (diye vahyettik).” (Sebe’ Sûresi, 34:10-11) (Metinde 10. ayetin bir kısmı alınmıştır.)
Metindeki İzahı:
Risale-i Nur, bu hadiseyi şöyle tefsir eder:
• Hakikattır, Mecaz Değildir: Bu, sadece şiirsel bir tasvir değildir.
• Mevcut Kabiliyetin İnkişafıdır: Dağların “aks-i sadâ” (yankı) vasıtasıyla sesi tekrar etme kabiliyeti bir “çekirdek”tir. İnsan “Elhamdülillah” deyince dağ da “Elhamdülillah” der.
• Mu’cizevî Sureti: Hazret-i Davud’a (a.s.) verilen muazzam saltanat ve hilafete lâyık bir surette, bu “aks-i sadâ” kabiliyeti inkişaf ettirilmiş; dağlar şuurlu bir “insan gibi” ve muazzam bir “fonoğraf misillü” onun zikrine iştirak etmiştir.
• Temsil: Günümüzdeki bir kumandanın, telsiz ve muhabere vasıtalarıyla dağlara dağılmış ordusuna tek bir emirle “Allahü Ekber” dedirip dağları “mecazî” olarak konuşturması gibi, Allah’ın haşmetli bir kumandanı olan Hz. Davud (a.s.) dağları “hakikî” olarak konuşturmuştur.
2. Demirin Yumuşatılması (Sanayi ve Teknolojinin Esası)
Yukarıdaki Sebe’ Sûresi 10. ayetinde geçen “وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ” (Demiri ona yumuşattık) ifadesi, metinde ayrı bir başlık altında incelenmese de, Hz. Davud’un (a.s.) sanayi ve teknolojiye işaret eden mu’cizesidir. Dağları ses ile teshir etmesi manevî ve enerjetik bir hakimiyete, demiri elinde yumuşatması ise maddeye ve sanayiye olan hakimiyetine işarettir.
3. Kuşların Dilini Bilmek (Mantıku’t-Tayr)
Metnin ikinci odak noktası, Hazret-i Davud ve Süleyman’a (aleyhimesselâm) verilen “mantıku’t-tayr” ilmidir.
Ayet-i Kerime (Neml Sûresi):
“وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُ۫دَ وَقَالَ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُو۫ت۪ينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍۜ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُب۪ينُ”
Meal : “Süleyman, Davud’a varis oldu ve ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur’ dedi.” (Neml Sûresi, 27:16)
Ayet-i Kerime (Sad Sûresi):
“وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُٓ اَوَّابٌ”
Meal : “Kuşları da toplu halde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona yönelerek tesbih ederlerdi.” (Sâd Sûresi, 38:19)
Metindeki İzahı:
Risale-i Nur, bu ayetlerdeki “mantıku’t-tayr” (kuş dili) ifadesine çok mühim bir tefsir getirir:
• Sadece Ses Değil, “İstidad Dili”: Bu ilim, sadece kuşların sesini tercüme etmek değil, asıl olarak onların “istidadlarının dillerini,” yani hangi işe yaradıklarını, fıtrî vazifelerinin ve kabiliyetlerinin ne olduğunu bilmektir.
• Mevcut Kullanım: İnsanlık zaten bal arısı (bal), ipek böceği (ipek), güvercin (posta) ve papağan (konuşma) gibi bazı hayvanların “istidad dillerini” cüz’î olarak keşfedip onları “istihdam” (hizmet ettirme) etmektedir.
• İşaret Ettiği Hedef: Bu mu’cize, insaniyetin gelecekte başka hayvanların da (misal: çekirge sürüsünü mahveden sığırcık kuşları) istidatlarını keşfederek, onları “ücretsiz hizmetkârlar” olarak medeniyetin mehasinine (güzelliklerine) ilâve edebileceğine işaret eder.

İKİNCİ BÖLÜM: BİLİMSEL AYETLER VE GÜNÜMÜZ/GELECEKTEKİ YANSIMALARI
Metnin ve işaret ettiği ayetlerin, günümüz ve gelecekteki bilimsel ve teknolojik gelişmelere (tezahürlere) nasıl baktığını şöyle izah edebiliriz:
1. Teshir-i Cibâl ve Aks-i Sadâ (Ses, Veri İletişimi ve Enerji)
• Metnin İşareti: Dağların “fonoğraf” olması, bir kumandanın sesini “dağlara dağılan orduya” iletmesi.
• Günümüz Tezahürü:
• Telekomünikasyon ve Kitle İletişimi: Metindeki “fonoğraf” ve “kumandanın emri” tasvirleri, günümüzdeki radyo dalgaları, uydu iletişimi, internet ve mobil ağların (5G vb.) tam bir ön işaretidir. Bir kumandan (veya bir yayıncı), sesini ve emrini (veriyi) “dağlara dağılan” (yani coğrafî olarak dağılmış) milyarlarca insana (cihazlara) bir anda iletebilmektedir. Dağlar (ve atmosfer), bu iletişimin “röle”leri ve “yansıtıcıları” (aks-i sadâ) vazifesi görmektedir.
• Ses Tanıma ve Üretme (AI): “Dağın papağan gibi konuşması” misali, günümüz yapay zekâ teknolojileri (Siri, Alexa, Google Assistant) insanın sesini birebir tekrar etmekle kalmayıp, o sesi anlayıp cevap üretebilmektedir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Sonik Mühendislik (Sonic Engineering): Sesin madde üzerindeki tesiri. Hz. Davud’un (a.s.) sesiyle dağları “vecde getirmesi” ve tesbih ettirmesi, ses frekanslarının maddeyi etkileme, şekillendirme veya kontrol etme potansiyelinin (sonosentez, akustik levitasyon) en yüksek mertebesine işarettir.
• Kuantum İletişim: Verinin, dağlar gibi fizikî engelleri aşarak veya onları kullanarak anında ve güvenli bir şekilde aktarılması.
2. Demirin Yumuşatılması (Malzeme Bilimi ve İmalat)
• Metnin İşareti: “وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ” (Demiri ona yumuşattık) – (Sebe’, 10).
• Günümüz Tezahürü:
• Metalurji ve İleri İmalat: İnsanoğlu, demiri ve diğer metalleri yüksek fırınlarda eriterek (mecazen yumuşatarak) onlara şekil vermekte, zırhlar (tanklar, uçaklar) ve hassas aletler yapmaktadır.
• 3D Yazıcılar (Katmanlı İmalat): Metali veya plastiği “yumuşatarak” veya toz halinden “dokuyarak” (ayetteki “dokumasını ölçülü yap” ifadesine bir işaret) karmaşık cisimler imal etme teknolojisidir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Nanoteknoloji ve Akıllı Malzemeler: Maddenin atomik ve moleküler seviyede “yumuşatılması” ve yeniden programlanması. Kendi kendini onaran metaller, şekil değiştiren alaşımlar. Hz. Davud’un (a.s.) elinin sıcaklığıyla değil, Allah’ın izniyle maddenin yapısına hükmetmesi gibi, insanın da maddenin derûnî yapısına hükmetme hedefi.
3. Mantıku’t-Tayr (Biyomimikri, Yapay Zekâ ve Türler Arası İletişim)
• Metnin İşareti: Kuşların “istidad dillerini” bilmek (Neml, 16) ve onları “ücretsiz hizmetkâr” olarak kullanmak (arı, sığırcık kuşu misalleri).
• Günümüz Tezahürü:
• Biyomimikri (Biyobenzetim): Bu, “istidad dillerini” anlamanın tam karşılığıdır. Bilim insanları, kuşların (tayr) nasıl uçtuğunu (istidat) anlayarak uçakları ve drone’ları tasarlamıştır. Yusufçukların aerodinamiği, arıların petek mimarisi, balinaların yüzgeç yapısı… Bunların hepsi, tabiatın “istidad dilini” okuyarak teknolojiye aktarma çabasıdır.
• Yapay Zekâ ile Hayvan İletişimi: Bilim adamları, yapay zekâ algoritmalarını kullanarak balinaların, yunusların ve hatta arıların (arı dansı) iletişim kalıplarını (mantık) deşifre etmeye çalışmaktadır. Bu, “mantıku’t-tayr” ilmine cüz’î bir mazhariyettir.
• Gelecekteki Yansımaları:
• Ekosistem Yönetimi: Metnin “sığırcık kuşlarının dili bilinse… çekirge âfetine karşı istihdam edilebilir” misali, gelecekte hayvanların “istidad dilleri” anlaşılarak ekolojik felaketlere (zararlı böcek istilaları, iklim değişikliği tesirleri) karşı “biyolojik ordular” (Metindeki “cünudumdan” ifadesi) halinde sevk edilebilir.
• Türler Arası Arayüzler: Hayvanların beyin sinyallerini veya iletişimlerini anlayan ve onlara komut verebilen “beyin-makine arayüzleri”nin geliştirilmesi.

NETİCE VE HÜLASA
İktibas edilen metin, Kur’an’ın bu mu’cizeleri zikretmesinin gayesini şöyle özetler:
• En Uzak Hedefi Göstermek: Bu mu’cizeler, insaniyetin bilim ve teknoloji ile ulaşabileceği en yüksek mertebeleri (sesin ve maddenin teshiri, mahlukatın dilini anlama) birer “hedef” olarak tayin eder.
• Şartı Bildirmek (Asıl Mesaj): Metnin sonundaki “Ey insanlar!…” diye başlayan mana-yı remzî (sembolik mana) şudur: Bu yüksek makama ve mahlukat üzerinde tasarrufa (teshire) ancak, “Bana tam abd olan bir hemcinsinize… mahlukatı musahhar ettim” sırrınca, mülkün hakikî sahibi olan Allah’a (c.c.) tam bir ubudiyet (kulluk) ile ulaşılabilir.
• Tehlikeye Karşı İkaz: Eğer insan, Allah namına değil de kendi “ene”si (egosu) namına bu teknolojileri elde ederse, bunlar “manasız bir eğlence hükmünde” (lehviyat) kalır ve insanı “hilafet-i zemin” makamından düşürür.
• Davet: Metin, insanı, “fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak” gibi basit ve dünyevî eğlenceler yerine, “en ulvî bir eğlence-i masumaneye” davet eder: Yani, tabiatı Hâlık’ının (Yaratıcısının) namına incelemeye, dağları Davudvari (a.s.) birer “zikirhane”, ağaçları birer “musiki teli” ve kuşları Hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) gibi “munis birer arkadaş” olarak görmeye davet eder.
Hülasa, bu mu’cizeler, ubudiyetin zirvesinde, hilafetin kemâline erişmiş peygamberlerin eliyle, teknolojinin varabileceği en son noktayı gösteren ilahî işaretlerdir.

 

 

 

 

Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi hakkında olan

قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرَاه۪يمَ

âyetinde üç işaret-i latife var:

Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor.

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak,

سَلَامًا

{(Haşiye): Bir tefsir diyor:

سَلَامًا

demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.}

lafzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünki Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi;
Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak “Hanifen Müslimen” tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.

Hem meselâ:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا

“Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”

***********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas ettiğiniz bu mühim bahisleri, Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği bilimsel hakikatler ve teknolojik terakkiyat (gelişmeler) açılarından tefsiri…
Metinde iki azîm peygamberin, Hazret-i İbrahim (A.S.) ve Hazret-i Âdem (A.S.) mu’cizeleri üzerinden, hem madde hem de mana âlemine dair derin işaretler nazara verilmektedir.
Bu izah, âyetlerin muradlarını, bilimsel keşiflerle olan bağlantılarını ve bu keşiflerin günümüz ile gelecekteki tezahürlerini (yansımalarını) ihtiva edecektir.
Konunun Geniş ve Detaylı İzahı
İktibas edilen metin, enbiyanın (peygamberlerin) gösterdiği mu’cizelerin sadece o anki kavimlerini ikna etmekle kalmadığını, aynı zamanda beşeriyetin gelecekte ulaşacağı ilmî ve teknolojik kemalâtın (yetkinliklerin) nihai sınırlarına da işaret ettiğini beyan eder. Mu’cize, bir nevi manevî bir “prototip” veya “ilk örnek” hükmündedir; Cenab-ı Hakk’ın, kudretiyle esbabı (sebepleri) adeta devre dışı bırakarak doğrudan yarattığı hârikulâde bir fiildir. Beşeriyet ise, aklını ve istidadını kullanarak, o mu’cizenin işaret ettiği gayeye, esbab dairesinde ve uzun bir ilmî tekâmül (gelişim) süreciyle ulaşmaya çalışır.
Bu kaidenin (kuralın) iki mühim misali zikredilmektedir:
• Hazret-i İbrahim (A.S.) ve Ateş Mu’cizesi: Maddî unsurların (ateşin) tesirinden korunma teknolojisine (ateşe dayanıklı materyaller) işaret eder.
• Hazret-i Âdem (A.S.) ve Talim-i Esma Mu’cizesi: Beşeriyetin bütün ilimleri (fünun) ihata etme kabiliyetine, bilgiye dayalı hilafetine ve kâinatı teshir etme (boyun eğdirme) potansiyeline işaret eder.
Şimdi bu iki ana başlığı ve bunlarla bağlantılı diğer “bilimsel âyetleri” teferruatıyla inceleyelim.
Birinci Mesele: Hazret-i İbrahim (A.S.) Mu’cizesi ve Maddenin Hükmü Altına Alınması
Ayet ve Muradları:
قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرَاه۪يمَ
(Meali – Enbiyâ Suresi, 69. Ayet): “Biz de, ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol!’ dedik.”
Bu âyet, eşyanın (varlıkların) kendi tabiatı (doğası) icabı değil, doğrudan Allah’ın emriyle hareket ettiğini gösteren en parlak delillerdendir.
• Birinci İşaret (Emir Altında Olma): Ateşin “yakıcılık” sıfatı zatî (kendinden) değildir; o sıfatı ona veren ve o vazifeyi gördüren bir Fâil-i Muhtar (dilediğini yapan Yaratıcı) vardır. O Yaratıcı “Yakma!” emrini verince, ateş yakıcılık vazifesini terk etmiştir. Bu, modern fizikteki “tabiat kanunları” denilen olguların, aslında değişmez ve kör tesadüfler olmadığını, aksine kâinatı idare eden İlâhî bir iradenin ve kudretin tecellîleri (yansımaları) olduğunu gösterir.
• İkinci İşaret (Berd ve Selâm): Metinde zikredildiği üzere, âyette sadece $بَرْدًا$ (berden – serin ol) denilseydi, ateşin soğukluğuyla (bürudetiyle) eziyet verebileceği, bu sebeple $سَلَامًا$ (selâmen – esenlik ol) lafzıyla bu zararın da men edildiği belirtilir.
• Bilimsel Yansıması: Bu, “Zemherir” (şiddetli soğuk) ve “Nâr-ı Beyza” (Beyaz Ateş) tabirleriyle izah edilir. Fizikte, mutlak sıfır (-273.15 °C) noktasına yakın sıcaklıklar, en az yüksek sıcaklıklar kadar yakıcı ve tahrip edicidir. “Soğuk yanığı” tabiri de bunu ifade eder. Cenab-ı Hak, “selâmen” emriyle ateşin sadece “yakıcı sıcaklığını” değil, “yakıcı soğukluğunu” da iptal ederek onu “esenlikli”, yani mutedil bir hale getirmiştir.
• Üçüncü İşaret (Maddî Zırh): Mu’cize, Cenab-ı Hakk’ın ateşe karşı koyabilecek maddî zırhların ve materyallerin varlığına da işaret eder.
Günümüz ve Gelecekteki Yansımaları:
Bu âyetin işaretiyle beşeriyet, ateşe ve aşırı sıcaklıklara (ve hatta aşırı soğukluğa) dayanıklı materyaller geliştirmek için çalışmıştır.
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• Amiant (Asbest) ve Yanmaz Kumaşlar: Metinde de “ateş yakmayacak bir maddeyi bulmuş” denilerek işaret edilen, yüksek ısıya dayanıklı lifli materyaller (eskiden asbest, günümüzde Nomex, Kevlar gibi aramid lifler). İtfaiyeci elbiseleri, yarış pilotu tulumları bu teknolojinin doğrudan neticesidir.
• Seramik ve Alaşımlar: Uzay mekiklerinin atmosfere giriş sırasında maruz kaldığı binlerce derecelik sıcaklığa dayanmasını sağlayan seramik karolar ve yüksek sıcaklık alaşımları (süper alaşımlar), $يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا$ emrinin esbab (sebepler) dairesindeki bir yansımasıdır.
• Gelecekteki Gelişmeler:
• Akıllı Materyaller (Smart Materials): Sıcaklığa veya çevre şartlarına göre yapısını aktif olarak değiştirebilen, belki de plazma kalkanları veya enerji alanları oluşturarak ısıyı tamamen yansıtan (selâmetle geri çeviren) teknolojiler.
• Nükleer Füzyon ve Plazma Kontrolü: İnsanlık, Güneş’in merkezindeki ateşi (milyonlarca derecelik plazmayı) dünyaya indirmeye (füzyon reaktörleri) çalışmaktadır. Bu ateşi kontrol altında tutmak (ona bir nevi “serin ve selâmetli ol” demek), manyetik alanlar ve gelişmiş materyallerle mümkün olacaktır.

İkinci Mesele: Hazret-i Âdem (A.S.) Mu’cizesi ve İlimlerin İhatası
Ayet ve Muradları:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
(Meali – Bakara Suresi, 31. Ayet): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.”
Bu âyet, insanlığın “Hilâfet-i Kübrâ” (en büyük halifelik) vazifesinin temelini ve meşruiyetini beyan eder. Bu hilafetin anahtarı “ilim”dir.
• Muradı (Talim-i Esma): “İsimlerin tamamının öğretilmesi”, sadece varlıklara ad koyma değil; eşyanın hakikatini, mahiyetini, sıfatlarını, vazifelerini ve birbiriyle olan münasebetlerini bilme kabiliyetidir. Bu, fizikten kimyaya, biyolojiden sosyolojiye, sanattan hikmete kadar bütün ilimlerin (fünun) temelini ve potansiyelini Hazret-i Âdem’in istidadına (yetenek tohumuna) yerleştirmek demektir.
• Hilafetin Hücceti (Delili): Melekler “Biz kan dökecek… birini mi yaratacaksın?” (Bakara 30) dediklerinde, ibadet ve itaatte kusursuzdular ancak “ilim” ve “irade ile kemâle erme” noktasında insandan farklıydılar. İnsanın rüchaniyeti (üstünlüğü), Allah’ın isimlerine (Esma-i Hüsna) en câmi (kapsamlı) ayna olması ve bu isimlerin tecellîsi olan kâinattaki bütün ilimleri öğrenme kabiliyetidir.
Günümüz ve Gelecekteki Yansımaları:
Hazret-i Âdem’in (A.S.) bu mu’cizesi, diğer peygamberlerin hususî (özel) mu’cizelerinin aksine, bütün bilimsel ve teknolojik gelişmeleri kapsar.
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• Bilimin Tasnifi: Fizik (Kudret, Hakîm isimlerinin tecellîsi), Kimya (Mukaddir, Musavvir), Biyoloji (Hayy, Muhyî), Tıp (Şâfî), Mühendislik (Sâni’) gibi bütün ilim dalları, o “öğretilen isimler” hazinesinin beşer tarafından yavaş yavaş açılması, keşfedilmesidir.
• Bilgi Teknolojileri ve Yapay Zekâ: İnsanlık, “isimleri” sadece öğrenmekle kalmayıp, bu bilgiyi işleyen, depolayan ve hatta bilgi üreten sistemler (bilgisayarlar, internet, yapay zekâ) icat etmiştir. Bu, “Talim-i Esma”nın en ileri tezahürlerinden biridir.
• Gelecekteki Gelişmeler:
• Kâinatın Teshiri: Ayet (Bakara 31) ve metindeki “zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak” ifadesi, insanın sadece Dünya’ya değil, diğer gök cisimlerine de hükmetme potansiyeline işarettir. Uzay araştırmaları, başka gezegenlere yerleşme projeleri bu teshir gayretinin bir parçasıdır.
• Mutlak Bilgiye Yaklaşma: İnsanlığın, kâinattaki bütün “isimleri” (yani bütün varlıkların kodlarını, DNA şifrelerini, maddenin en derûnî yapı taşlarını, evrenin başlangıç ve sonuna dair bilgileri) tam manasıyla anlama gayreti.
• Metindeki İhtar (Uyarı): Metnin sonunda vurgulanan “…tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız” ikazı çok mühimdir. Eğer beşeriyet, bu ilimleri (fünun) ve teknolojiyi, onların menbaı (kaynağı) olan Esma-i Rabbaniye’den (Allah’ın isimlerinden) koparırsa, bu terakkiyat (gelişme) bir “merdiven” değil, bir “sukut” (düşüş) vasıtası olur. Bilimin “tabiat yaptı”, “tesadüfen oldu” diyerek yaratıcıyı inkâr etmesi, o “hikmet semasından” düşmektir.
Bilimsel Ayetleri İfade Eden Diğer Sureler ve Özellikleri
Kur’an-ı Kerim, sayısız âyetiyle kâinata, insanın yaratılışına ve tabiat hadiselerine nazarımızı (bakışımızı) çevirir. Bu âyetler, hem tefekküre (derin düşünceye) davet eder hem de bilimsel keşiflere işaret eder.
1. Zâriyât Suresi (Ayet 47): Evrenin Genişlemesi
وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
(Meali): “Göğü biz kendi gücümüzle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.”
• Özelliği: $لَمُوسِعُونَ$ (le-mûsi’ûn) tabiri, “genişleticiyiz” manasındadır ve bu fiil şimdiki ve gelecek zamanı kapsar (muzâri sigası).
• Günümüzdeki Yansıması: 20. yüzyılın başlarında Edwin Hubble’ın keşfettiği “Evrenin Genişlemesi” (Hubble Kanunu) ve “Büyük Patlama” (Big Bang) teorisi, bu âyetin bilimsel bir tezahürü olarak görülmektedir. Kur’an’ın 14 asır evvel haber verdiği bu kozmolojik hakikat, modern bilimin temel direklerinden biri olmuştur.
2. Enbiyâ Suresi (Ayet 30): Her Şeyin Sudan Yaratılması ve Göklerin Ayrılması
اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
( Meali): “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?”
• Özellikleri:
• $رَتْقًا$ (ratkan – bitişik) ve $فَفَتَقْنَاهُمَا$ (fe-fetaknâhümâ – ikisini ayırdık): Bütün kâinat maddesinin tek bir noktada “bitişik” olduğunu (tekillik/singularity) ve sonradan “ayrıldığını” (Büyük Patlama) ifade eder.
• $وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ$ (ve her canlı şeyi sudan yarattık): Biyolojinin ve kimyanın temel kaidesi. Hayatın (biyokimyasal reaksiyonların) temel çözücüsü ve kaynağı sudur.
• Günümüzdeki Yansıması: Kozmoloji (Büyük Patlama) ve Biyoloji (hayatın kökeni) ilimlerinin temel bulgularını özetler.
3. Târık Suresi (Ayet 5-7): İnsanın Yaratılış Yeri
فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ ﴿٥﴾ خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ ﴿٦﴾ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ ﴿٧﴾
(Meali): “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! O, atılan bir sudan yaratıldı. O su, (erkeğin) bel kemiği ile (kadının) göğüs kemikleri arasından çıkar.”
• Özelliği: $الصُّلْبِ$ (sulb – bel kemiği, erkeği işaret eder) ve $التَّرَٓائِبِ$ (terâib – göğüs kemikleri/kafesi, kadını işaret eder) tabirleri.
• Günümüzdeki Yansıması: Modern embriyoloji, erkek ve kadındaki üreme organlarının (testisler ve yumurtalıklar) embriyonik gelişim esnasında ilk olarak böbreklerin yanında, yani “sulb” ve “terâib” olarak tarif edilen bölgeye (göğüs kafesi ile bel kemiği arasındaki ana gövde) yakın bir yerde oluştuğunu ve daha sonra asıl yerlerine indiklerini tespit etmiştir. Ayet, menşei (kökeni) itibariyle bu anatomik bölgeye işaret etmektedir.
4. Yâsîn Suresi (Ayet 38-40): Güneş ve Ay’ın Yörüngeleri
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا… ﴿٣٨﴾ …لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيلُ سَابِقُ النَّhَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ﴿٤٠﴾
(Meali): “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir… Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.”
• Özelliği: $تَجْر۪ي$ (tecrî – akar, hareket eder) ve $كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ$ (küllün fî felekin yesbehûn – her biri bir yörüngede yüzer).
• Günümüzdeki Yansıması: Kur’an’ın indiği dönemde Güneş sabit, Dünya merkezde sanılıyordu. Ayet, Güneş’in de “aktığını” (hareket ettiğini) belirtmiştir. Modern astronomi, Güneş’in sadece kendi etrafında dönmediğini, aynı zamanda Samanyolu Galaksisi içinde “Apex” denilen bir noktaya doğru saniyede yaklaşık 220 km hızla “akıp gittiğini” (yörüngede yüzdüğünü) keşfetmiştir. Ayet, bu muazzam galaktik harekete işaret eder.
Netice ve Değerlendirme
İktibas edilen Risale-i Nur metni ve dayandığı âyetler, Kur’an’ın sadece bir ahlâk ve ibadet kitabı olmadığını, aynı zamanda kâinat kitabının (tabiatın) da ezelî bir tefsiri olduğunu ispatlamaktadır.
• Hazret-i İbrahim (A.S.) mu’cizesi, insanın maddeye hükmetme, onu tahlil etme ve zararlarından korunma (Fizik, Kimya, Malzeme Bilimi) kabiliyetine işarettir.
• Hazret-i Âdem (A.S.) mu’cizesi ise, insanın bu ilimlerin tamamını ihata etme (Bütün Fünun, Bilgi İşlem, Yapay Zekâ) ve kâinatı teshir etme (Hilafet, Uzay Araştırmaları) istidadına işarettir.
Bu terakkiyatın (gelişmelerin) geleceği ise, metindeki son ihtara bağlıdır: Eğer beşeriyet, bu ilimleri ve teknolojiyi Allah’ı (C.C.) tanımak için bir “merdiven” ve O’nun Esma-i Hüsna’sının tecellîlerini (yansımalarını) müşahede etmek (gözlemlemek) için bir “dürbün” yaparsa, bu terakkiyat hem dünyada hem ahirette bir kemâl (yetkinlik) ve saadet vesilesi olacaktır. Eğer bu bağı koparıp “tabiat” ve “tesadüf” dalaletine düşerse, elde ettiği teknoloji, Hazret-i Âdem’in (A.S.) muvakkaten (geçici olarak) sukut etmesi gibi, topyekûn bir manevî (ve belki de maddî) sukuta ve helâkete sebep olacaktır.

 

 

 

 

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm

Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.
Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

İşte sana üç misal… Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ: Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine bir tek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üslûblarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ü cinnin enzarını, şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’cazından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ü cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazirini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevkediyor. Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi; o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sair Enbiya Aleyhimüsselâm’ın mu’cizatları, birer havarik-ı san’ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ise, talim-i esmanın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”

Elhasıl:

Kur’anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.

Eğer istersen Kur’anın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin;
geçmiş olan yirmi aded Sözleri, yirmi basamaklı

{(Haşiye-1): Belki otuzüç aded Sözleri, otuzüç aded Mektubları, otuzbir Lem’aları, onüç Şuaları; yüzyirmi basamaklı bir merdivendir.}

bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki: Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak…

Netice:

Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem herbir âyetin müteaddid manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

*************

Risale-i Nur Külliyatı’ndaki (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam’dan bir bölüm) bu mühim nükte, Kur’an-ı Hakîm’in “talim-i esma” hadisesini nasıl cihan şümul bir manada ele aldığını tasvir etmektedir. Bu metin, Hazret-i Âdem’e (a.s.) öğretilen “isimlerin” sadece lügavî (sözlüksel) manada kelimeler olmadığını; bilakis, kâinattaki bütün mevcudatın hakikatlerini, vazifelerini ve en nihayetinde dayandıkları İlahî isimleri (Esma-i Hüsna’yı) ihtiva eden bir “icmalî fihriste” olduğunu beyan eder.

“Talim-i Esma”: Kâinatın İlmî Fihristesi ve Esma-i İlahiye’ye Dayanan Bilimler
Risale-i Nur’da izah edildiği üzere, insanın kâinattaki vazifesi sadece tabiatı seyretmek değil, aynı zamanda “halife” sıfatıyla o tabiatın derûnî yapılarını, işleyişini ve san’atını anlamak ve bu anlayışla medeniyetler kurmaktır. Bu anlayışın temeli, “talim-i esma”dır.

1. Kur’an-ı Kerim’de “Talim-i Esma” ve İnsanın İstidadı
Bu meselenin mihver ayeti, Bakara Suresi’ndedir:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُون۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Eğer doğru söylüyorsanız, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi.” (Bakara 2/31, Meali)
Bu ayet, insanın meleklere karşı hilafet (halifelik) ve rüçhaniyetinin (üstünlüğünün) isbatıdır. Melekler, “Biz senin öğrettiğinden başkasını bilmeyiz” (Bakara 2/32) derken, Hazret-i Âdem (a.s.) bu isimleri sayabilmiştir.
• İzahı: “İsimler” (El-Esmâ), mevcudatın sadece adları değil, onların hakikatleri, vazifeleri ve san’atlarıdır. Her bir varlık, Allah’ın bir veya birden fazla isminin tecellisidir. İnsana öğretilen bu ilim, kâinatı okuyabilme, eşyanın “hikmetini” anlayabilme kabiliyetidir. Bütün bilimler (ulûm ve fünun), bu “talim-i esma” hazinesinin beşer idraki seviyesinde tafsilatlı bir şekilde açılmasından (inkişafından) ibarettir.
2. Her Bilimin Bir İsm-i İlahi’ye Dayanması
İktibas ettiğiniz metindeki gibi, her ilim dalı, hakikatini bir İlahî isimde bulur. Eğer o isme dayanmazsa, ya sathi bir malumat yığını olur, ya da tabiatperestlik gibi bir dalalete (sapmaya) yol açar.
• Tıb ve İsm-i Şâfî:
• Tıb ilmi, bedendeki nizamı ve hastalıkların sebeplerini araştırır. Fakat nihai noktada şifayı veren, Hakîm-i Mutlak olan Allah’ın “Şâfî” (Şifa Veren) ismidir.
• Ayet Bağlantısı (Hazret-i İbrahim’in (a.s.) lisanıyla):
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ
“Hastalandığımda da O bana şifa verir.” (Şuarâ 26/80, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Modern tıp, genetik mühendisliği (CRISPR vb.), moleküler biyoloji ve farmakoloji (ilaç bilimi) ile hastalıkların mekanizmalarını çözmektedir. Lakin bu ilim, “Şâfî” isminin eczahane-i kübrası (büyük eczanesi) olan tabiatta yarattığı molekülleri ve sistemleri taklit etmekten veya keşfetmekten ibarettir. İlim “sebebi” bulur, hakikat ise “Müsebbib”i (sebebi yaratanı) gösterir.
• Hendese (Geometri/Mühendislik) ve İsm-i Adl, Mukaddir:
• Mühendislik ve fizik bilimleri, kâinattaki ölçüye, dengeye ve nizama dayanır. Bu nizam, “Adl” (Her şeyi yerli yerine koyan, adaletle ölçen) ve “Mukaddir” (Her şeye bir kader/ölçü tayin eden) isimlerinin cilvesidir.
• Ayet Bağlantısı:
اِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49, Meali)
وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ
“Göğü yükseltti ve dengeyi koydu.” (Rahmân 55/7, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Yapay zekâ algoritmaları, büyük veri analizi, astrofizikteki kâinat modelleri ve mimarîdeki statik hesaplamalar; hep bu İlahî “kader”in (ölçünün) matematiksel ifadesini keşfetme çabasıdır. Kâinattaki bu hassas denge olmasaydı, hiçbir bilimsel kanun formüle edilemezdi.
• Hikmet-ül Eşya (Felsefe/Kozmoloji) ve İsm-i Hakîm:
• Varlıkların “neden” var olduğunu, gayelerini ve faydalarını araştıran hikmet (felsefe), eğer “Hakîm” (Her işi hikmetli olan) ismine dayanmazsa, varlıkları gayesiz, tesadüfî veya abes (saçma) görür.
• Ayet Bağlantısı:
وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ
“Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık.” (Duhân 44/38, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürü: Modern felsefenin ve natüralizmin (tabiatçılık) düştüğü “anlamsızlık” (nihilizm) buhranı, eşyaya “Hakîm” ismi hesabına bakmamanın neticesidir. Kâinatın bir gayesi ve hikmeti olduğunu kabul etmek, bilimin de temel motivasyonudur.
Kâinata ve Bilime İşaret Eden Sureler ve Ayetlerin Güncel Tezahürleri
Kur’an-ı Kerim, doğrudan bir bilim kitabı değildir; o bir hidayet kitabıdır. Lakin San’atkârını (Sâni’) tanıtmak için, kâinattaki san’atlarına (eserlerine) sıkça nazarımızı (bakışımızı) çevirir. Bu ayetler, asırlar sonra keşfedilecek bilimsel hakikatlere de işarî manada kapı açmıştır.

1. Yâsîn Suresi (Kozmoloji ve Astronomi)
Bu sure, kâinatın nizamına ve hareketine dair mühim işaretler ihtiva eder.
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ ۞ وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ ۞ لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّhَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir. Ay için de bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (1Yâsîn 36/38-40, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• “Güneş… akıp gitmektedir” (تَجْر۪ي): Güneş’in sabit değil, Samanyolu Galaksisi içinde “Solar Apex” adı verilen bir noktaya doğru saniyede yaklaşık 200 km hızla hareket ettiğinin keşfi.
• “Her biri bir yörüngede yüzerler” (وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ): “Yesbahûn” (yüzerler) tabiri, gezegenlerin ve yıldızların boşlukta süzülerek hareket ettiğini mükemmel bir şekilde tasvir eder. Bu ayet, o dönemde hâkim olan Batlamyus modelini (Dünya merkezli ve gök cisimlerinin “çakılı” olduğu anlayışını) reddeder.
• “Eğri hurma dalı gibi”: Ay’ın yörünge hareketinin ve evrelerinin estetik bir tasviridir.
2. Zâriyât Suresi (Evrenin Genişlemesi)
وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât 51/47, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri: Ayette geçen “mûsi’ûn” (مُوسِعُونَ) kelimesi, “genişletenleriz” veya “kudretimiz geniştir” manalarına gelir. Modern kozmolojinin en temel keşfi, 1920’lerde Edwin Hubble tarafından isbatlanan “Evrenin Genişlemesi”dir (Büyük Patlama – Big Bang teorisinin temel direği). Ayet, bu cihan şumul hakikate 14 asır evvel açıkça işaret etmektedir.
3. Enbiyâ Suresi (Evrenin Başlangıcı – Kozmogoni)
اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri:
• “Bitişik bir halde iken… ayırdık” (رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا): “Ratk” (bitişik, yekpare) ve “Fatk” (ayırma, parçalama). Bu, modern bilimin “Büyük Patlama” (Big Bang) olarak adlandırdığı, evrenin başlangıçta tek bir “tekillik” (singularity) halinde iken muazzam bir patlama ile “ayrışarak” genişlemeye başlamasını ve kâinatın (gökler ve yer) oluşmasını tasvir eder.
• “Her canlıyı sudan yarattık”: Biyolojinin temel prensibi; hayatın suda başladığı ve canlı hücrelerin (protoplazma) %70 ila %90’ının sudan oluştuğu gerçeğidir.
4. Mü’minûn Suresi (Embriyoloji)
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ۞ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ۞ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۘ ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ
“Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargâha (rahme) yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir ‘alaka’ (embriyo) yaptık. Peşinden, o ‘alaka’yı bir ‘mudga’ (bir çiğnem et parçası) yaptık. Peşinden, o ‘mudga’yı kemikler yaptık. Peşinden de, o kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan olarak) ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14, Meali)
• Günümüzdeki Tezahürleri: Bu ayetler, modern embriyolojinin ancak son yüzyılda mikroskop altında keşfedebildiği aşamaları (nutfeden alakaya, mudgaya, kemiklerin oluşup etle kaplanmasına) hayret verici bir tafsilatla sıralamaktadır.
• “Alaka”: Sadece “kan pıhtısı” değil, aynı zamanda “asılıp tutunan şey” (sülük gibi) demektir ki, embriyonun rahim duvarına tutunmasını (implantasyon) tam olarak tasvir eder.
• “Mudga”: “Çiğnenmiş et parçası.” Embriyonun bu evresinde (somit dönemi), üzerinde diş izlerine benzeyen boğumlar oluşur.
• Kemiklerin önce oluşup sonra kasların (et) onları sarması, modern embriyolojinin de tasdik ettiği bir sıralamadır.
Gelecekteki Yansımalar ve İnsanlığın Vazifesi
Risale-i Nur’daki metnin işaret ettiği gibi, Kur’an “Haydi arş ileri” diyerek beşerin ilmî terakkiyatının (gelişiminin) hududunu çiziyor ve onu teşvik ediyor.
• “Âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir”: Günümüzde yaşadığımız “bilgi çağı”, yapay zekâ devrimi, kuantum hesaplama ve uzay araştırmaları, beşeriyetin bütün kuvvetini ilimden aldığının bir tezahürüdür.
• “Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir”: Artık devletlerin gücü, toprak genişliğinden ziyade teknolojik üstünlük (çip teknolojisi, siber güç, biyoteknoloji) ile ölçülmektedir.
• “Belâgat ve cezalet… en keskin silâhı… alacaktır”: Günümüzde “bilgi” kadar, o bilginin nasıl sunulduğu da önemlidir. Sosyal medya, dijital muhteva üretimi, algı yönetimi ve kitle iletişimi; fikirleri kabul ettirmenin ve hükmetmenin en mühim vasıtaları haline gelmiştir. Bu, Kur’an’ın “belâgat” mucizesinin, âhirzamanda en mergup (rağbet edilen) bir suret alacağının isbatıdır.
Netice
Kur’an-ı Kerim, “talim-i esma” ile insana kâinatın anahtarlarını vermiştir. Her bilim dalı, bu anahtarlarla açılan bir hazinedir. Lakin bu ilim, metinde de vurgulandığı gibi, eğer dayandığı İsm-i İlahi’yi (Şâfî, Adl, Hakîm, Mukaddir, Sâni’) bulamazsa, “nâkıs bir gölge” olarak kalır.
Beşeriyet, fen ve teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu ilerleyiş ancak Kur’an’ın 14 asır önce işaret ettiği İlahî kanunların (Sünnetullah’ın) keşfinden ibaret olacaktır. İnsanın vazifesi, bu keşifleri enaniyetine (egosuna) ve tahribata değil, metnin sonunda belirtildiği gibi, kâinattan maksad-ı a’lâ olan “tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniye” hedefine, yani Allah’ın Rabliğini tanıyıp O’na küllî bir kullukla mukabele etmeye vasıta kılmaktır.

 

 

 

 

İki mühim suale karşı iki mühim cevab

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

Elcevab:

Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beşer

{(Haşiye-2): Şu ciddî mes’eleyi yazarken ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu, şu latif latifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümid ederim ki, üslûbun latifeliği, mes’elenin ciddiyetine halel vermesin.}

Kur’ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el bahrleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahrleri (yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.” Eğer havarik-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz’-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz.

اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ

ilâ âhir.. âyeti sizi susturur.”

Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymetdar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi’-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevab:

Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şübhem kalmadı ve tasdik ettim ki; Kur’anda sair hakaikla beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?

Elcevab:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin… Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan “Lâ ilahe illallah” yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh

{(Haşiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi’ olacak.}

beraber kalacaklar…

Elhasıl:

Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, binüçyüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَ زَمَانٍ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ وَ كَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَ مَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ
وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ اَصْحَابِه۪ وَ اَزْوَاجِه۪ وَ ذُرِّيَّاتِه۪ وَ عَلَى النَّبِيّ۪نَ وَ الْمُرْسَل۪ينَ وَ الْمَلٰٓئِكَةِ الْمُقَرَّب۪ينَ وَ الْاَوْلِيَٓاءِ وَ الصَّالِح۪ينَ ٭ اَفْضَلَ صَلَاةٍ وَ اَزْكٰى سَلَامٍ وَ اَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَ اٰيَاتِه۪ وَ حُرُوفِه۪ وَ كَلِمَاتِه۪ وَ مَعَانِيه۪ وَ اِشَارَاتِه۪ وَ رُمُوزِه۪ وَ دَلَالَاتِه۪ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا وَ الْطُفْ بِنَا يَٓا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلَاةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَٓا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ ٭ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ٭ اٰم۪ينَ

************

Risale-i Nur Külliyatı’ndaki (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam) “İki mühim suale karşı iki mühim cevab” mevzuunun geniş ve teferruatlı bir izahını, mevzuyla bağlantılı ayetler ve Kur’an-ı Kerim’deki bilimsel işaretlerin günümüzdeki ve gelecekteki tezahürleri…

Giriş: Kur’an’ın İ’cazı ve Medeniyet Hârikalarına Bakışı
İktibas edilen metin, Kur’an-ı Hakîm’in, beşerî medeniyetin hârikaları (teknolojik gelişmeler) karşısındaki vaziyetini ve üslûbundaki hikmeti izah eden derin bir tahlildir. Temel mesele, Kur’an’ın neden tayyare (uçak), tahtelbahir (denizaltı) veya elektrik gibi keşifleri sarahatle (açıkça) zikretmek yerine, onlara yalnız remz (sembol), îma (dolaylı anlatım) ve işaret (gösterme) ile iktifa ettiğidir.
Bu suallere verilen cevaplar, Kur’an’ın iki temel vazifesi ve dinin “sırr-ı imtihan” olması hakikatleri üzerine bina edilmiştir.

Birinci Cevabın Tahlili: Kur’an’ın Aslî Vazifesi
Metnin tahlil ettiği birinci cevap, Kur’an’ın aslî vazifesinin (esas görevinin) medeniyet dersi vermek değil, “Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını” (Allah’ın terbiye ediciliğinin ve O’na mahsus hallerin mükemmelliğini) ve “daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini” (kulluk dairesinin vazifelerini ve hallerini) talim etmek olduğunu belirtir.
Beşerî hârikalar bu iki daireye nisbet edildiğinde, kıymetleri nisbetinde bir yer işgal ederler.

1. Daire-i Rububiyet (Rablığın Hâkimiyet Alanı) Açısından
Kur’an, kâinatın Hâlık’ının (Yaratıcısının) sonsuz kudretini, sanatını ve azametini tasvir eder. Bu dairede beşerî sanatlar, ilahî sanata nisbeten sönük kalır:
• Azamet-i Kudret: Metnin ifade ettiği gibi, beşerin tayyaresi, rububiyet dairesinin “tayyareleri” olan seyyarat (gezegenler), Arz ve Kamer yanında bir cirm (hacim) işgal etmez.
• San’at-ı İlahiyye: İnsanın elektrik lambaları, semayı ziynetlendiren şimşekler, şahablar ve yıldızlar yanında ışığı nisbetinde yer bulur.
• İ’câz-ı Hilkat (Yaratılıştaki Mucize): Metnin “bir tek sinek onlara ‘Susunuz’ diyecek” tespiti, beşerî teknolojinin, en basit bir canlının hilkatindeki (yaratılışındaki) nazenin cihazlar ve ince san’at kadar acib (şaşırtıcı) olamayacağını vurgular. Bu hakikate, metnin de iktibas ettiği şu ayet işaret eder:
$$ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَاباً وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُۜ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْـٔاً لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُۜ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ$$
( Meali): “Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah’tan başka kendilerine yalvarıp yakardıklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bir sinek yaratamazlar! Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen 2de!” (Hac, 22/73)
Ayrıca, Cenâb-ı Hakk’ın hilkatteki meydan okuması şu ayette de görülür:
$$ هٰذَا خَلْقُ اللّٰهِ فَاَرُون۪ي مَاذَا خَلَقَ الَّذ۪ينَ مِنْ دُونِه۪ۜ بَلِ الظَّالِمُونَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ$$
(Meali): “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi gösterin bana, O’ndan başkası ne yaratmış? Hayır, zalimler açık bir sapkınlık içindedirler.” (Lokman, 31/11)

2. Daire-i Ubudiyet (Kulluk Alanı) Açısından
Bu daire, insanın dünyadaki vazifesiyle ilgilidir. Metnin altını çizdiği üzere:
• Dünya Misafirhanedir: “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir.” İnsanın aslî vazifesi, bu kısa hayatta “hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmektir.”
• Ehemmi Takdim (En Mühimi Öne Almak): Ubudiyet proğramı, en ehem (en mühim) ve en elzem (en lüzumlu) işlerin takdim edilmesini gerektirir.
• Gaflet Perdesi: Medeniyet hârikaları, “ekseriyet itibariyle” fâni dünyayı kalıcı bir yer (makarr-ı ebedî) zannetme gafleti ve dünyaperestlik (dünyaya tapma) hissiyle yapıldığından, ubudiyet dairesinden hisseleri azdır.
$$ اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَاباً وَخَيْرٌ اَمَلاً$$
(Meali): “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf, 18/46)
$$ بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۙ ﴿١٦﴾ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ ﴿١٧﴾$$
(Meali): “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve süreklidir.” (A’lâ, 87/16-17)
• İstisna: Menfaat-ı Umumiye: Metin, mühim bir istisna koyar. Eğer bu sanatlar ve keşifler, “sırf menfaat-ı ibadullah” (Allah’ın kullarının faydası), “menafi’-i umumiye” (kamu yararı) ve “hayat-ı içtimaiyenin kemali” için yapılırsa, bu kıymetdar bir ibadet olur. İşte bu “muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar” (ilhamla bulan kaşifler) için Kur’an’daki ince remzler ve işaretler, onları “sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için” kâfi ve vâfidir (yeterlidir).

İkinci Cevabın Tahlili: Sırr-ı İmtihan ve Teklifin Hikmeti

İkinci sual, “Madem bu işaretler var, neden kâfirleri dahi mecbur edecek bir sarahatle (açıklıkla) zikredilmedi?” üzerinedir. Cevap, dinin varoluş gayesi olan “imtihan” sırrına dayanır.
• Din Bir İmtihandır: “Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir.” Bu imtihanın gayesi, “ervah-ı âliye ile ervah-ı safile”nin (yüce ruhlarla süflî ruhların) müsabaka meydanında ayrılmasıdır.
• Elmas ve Kömür Temsili: Metin, bu ayrışmayı madene ateş verilerek elmasla kömürün, altınla toprağın ayrılmasına benzetir. İnsandaki istidat madeninde bulunan “cevahir-i âliye” (yüce cevherler) ile “mevadd-ı süfliye” (aşağılık maddeler), İlahi teklifler ile tefrik edilir (ayrılır).
$$ اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ$$
(Meali): “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
$$ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ$$
(Meali): “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35)
• Sırr-ı Teklifin Bozulması: Eğer Kur’an, istikbaldeki (gelecekteki) bu teknolojik veya gaybî hadiseleri sarahatle zikretseydi, “sırr-ı teklif bozulur.” Metnin tabiriyle, bu, gökyüzüne yıldızlarla apaçık “Lâ ilahe illallah” yazmak gibi bir “bedahete” (açıklığa) girerdi.
• İhtiyarın Zâil Olması: Bu durumda herkes (kâfirler dahil) ister istemez tasdik etmeye mecbur kalırdı. Akla kapı açılır ama irade ve ihtiyar elden alınırdı. Müsabaka (yarış) olmaz, imtihan fevt olur (kaybolur), “kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh” (Haşiyede belirtildiği gibi Ebu Cehil ile Ebu Bekir-i Sıddîk) müsavi (eşit) görünürdü.
• Gaybın Perdelenmesi: Kur’an, akla kapı açar, hüccetini (delilini) isbat eder, fakat gaybı (bilinmeyeni) tamamen açmaz. Zira gaybın bilgisi yalnızca Allah katındadır ve O, bu sırları dilediği kadar ve dilediği elçisine açar; herkesin tasdike mecbur olacağı şekilde değil:
$$ عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِه۪ٓ اَحَدًاۙ ﴿٢٦﴾ اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ فَاِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ رَصَدًاۙ ﴿٢٧﴾$$
(Meali): “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resûl başka. (Ona bildirir.) FAKAT (o resûlün) önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin, 72/26-27)

Kur’an’daki Bilimsel İşaretler ve Tezahürleri
Sizin talebiniz doğrultusunda, Kur’an-ı Hakîm’in, aslî vazifesi olan hidayete hizmet etmekle beraber, i’cazının (mucizeliğinin) bir lem’ası olarak sunduğu bazı bilimsel işaretler (işârât-ı ilmiye) ve bunların günümüzdeki yansımaları:
Kur’an bir fen kitabı değildir; ancak fennin ve teknolojinin asırlar sonra ulaşacağı bazı hakikatlere 1400 sene evvel işaret etmesi, onun bütün zamanları bir anda gören bir Zât’ın (Celle Celâlühü) kelâmı olduğunu isbat eder.

1. Evrenin Genişlemesi (Zâriyât Suresi)
• Ayet:
$$ وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ$$
(Meali): “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47)
• İzah ve Tezahürü: Ayette geçen $لَمُوسِعُونَ$ (lemûsi’ûn) tabiri, “genişleticileriz” manasındadır. 20. yüzyılın başlarına (Edwin Hubble’ın keşiflerine) kadar kâinatın statik (durağan) olduğu zannediliyordu. Modern kozmoloji, evrenin durmaksızın genişlediği hakikati üzerine kuruludur. Kur’an’ın bu astrofiziksel hakikate o asırda sarih bir fiil ile işaret etmesi, açık bir i’cazdır.

2. Demirin “İndirilmesi” (Hadîd Suresi)
• Ayet:
$$ …وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ…$$
(Meali): “…Biz, kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik…” (Hadîd, 57/25)
• İzah ve Tezahürü: Ayette demir için “yarattık” (halaknâ) değil, “indirdik” (enzelnâ) fiilinin kullanılması çok manidardır. Modern astrofizik, demir ve daha ağır elementlerin teşekkülü için gereken devasa sıcaklık ve enerjinin (milyarlarca derece) dünyada ve hatta güneş sistemimizde mevcut olmadığını ortaya koymuştur. Demir, güneşten katbekat büyük yıldızların (Süpernovalar) merkezlerinde füzyonla “pişirilmiş” ve bu yıldızların patlamasıyla uzaya saçılarak “indirilmiştir”. Dünyamızdaki demir, bu semavî menşeden gelmektedir. Ayet, hem bu bilimsel gerçeğe hem de demirin “çetin sertlik” (silah sanayii, teknoloji) ve “menfaatler” (medeniyet, inşaat) cihetine işaret eder.

3. İnsanın Yaratılış Merhaleleri (Mü’minûn Suresi)
• Ayetler:
$$ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ﴿١٢﴾ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ﴿١٣﴾ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَاماً فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْماً ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقاً اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ ﴿١٤﴾$$
(Meali): “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (nutfe) halinde sağlam bir karargâha (rahme) yerleştirdik. Sonra o nutfeyi alaka (asılan ve yapışan şey) yaptık. Peşinden, alakayı bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla (insan olarak) ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn, 23/12-14)
• İzah ve Tezahürü: Modern embriyoloji ilminin ancak asrımızda mikroskop ve ileri teknoloji ile tasvir edebildiği ana rahmindeki yaratılış safhaları, Kur’an’da hayret verici bir isabetle sıralanmıştır:
• Nutfe: Döllenmiş yumurta (zigot).
• Alaka: Kelime manası “asılan, yapışan şey” ve “sülük” demektir. Embriyo, rahim duvarına tam bir sülük gibi yapışır ve oradan beslenir.
• Mudga: “Bir çiğnemlik et” manasındadır. Bu safhadaki embriyonun (somit evresi) görüntüsü, üzerinde diş izleri varmışçasına boğumlu bir yapıdadır.
• İskelet ve Et: Önce kemiklerin (kıkırdak yapı) teşekkül etmesi, ardından adale ve etin bu kemikleri giydirmesi sırası, modern embriyoloji ile tam mutabıktır.
Bu detaylı bilginin 1400 sene evvel bilinmesi imkânsızdır.

4. Denizlerin Birleşmemesi (Rahmân Suresi)
• Ayetler:
$$ مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ ﴿١٩﴾ بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِۚ ﴿٢٠﴾$$
(Meali): “(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. (Fakat) aralarında bir engel (berzah) vardır, birbirine karışmazlar.” (Rahmân, 55/19-20)
• İzah ve Tezahürü: Modern oşinografi (deniz bilimi), farklı yoğunluk, tuzluluk ve sıcaklıktaki denizlerin (mesela Cebelitarık Boğazı’nda Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in veya nehirlerin denizlere döküldüğü yerlerin) buluştuğu noktada, aralarında “yüzey gerilimi” sebebiyle bir “berzah” (perde, engel) oluştuğunu ve sularının birbirine tam olarak karışmadığını tespit etmiştir. Gözle görülmeyen bu fizikî kanuna işaret edilmesi, Kur’an’ın ilahî menşeini gösteren bir başka remzidir.
Netice
İktibas edilen metnin ve tahlil edilen ayetlerin ışığında şu neticeye varılır:
Kur’an-ı Hakîm, ism-i Hakîm’in bir tecellisidir. Her şeye kıymeti nisbetinde makam verir. Onun aslî gayesi hidayettir. Beşerî medeniyetin hârikaları, hidayet ve ubudiyet dairesinde ancak bir hizmetkâr veya gaflet sebebi olabilirler. Eğer menfaat-ı umumiyeye hizmet ederlerse, Kur’an’ın onlara verdiği hafif işaretler ve remzler, ehl-i dikkati teşvik için kâfidir.
Eğer bu keşifler sarahatle zikredilseydi, dünyanın bir “dar-ı imtihan” (imtihan yurdu) ve “dar-ı teklif” (vazife yurdu) olma hikmeti zâyi olurdu. Kömür ruhlular ile elmas ruhluların tefriki mümkün olmaz, Ebu Cehil’in iradesi elinden alınır ve Ebu Bekir’in (r.a.) iradesiyle kazandığı yüksek makamın kıymeti kalmazdı.
Elhasıl; Kur’an, istikbalin zulümatındaki (karanlıklarındaki) beşerî terakkiyatı görmüş ve onlara, aslî maksadına zarar vermeyecek ve sırr-ı imtihanı bozmayacak bir derecede, lâtif bir üslûp ile işaret etmiştir.

 

 

 

 

Yirmialtıncı Söz

Kader Risalesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ٭ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓى اِمَامٍ مُب۪ينٍ

[Kader ile cüz’-i ihtiyarî, iki mes’ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]

BİRİNCİ MEBHAS:

Kader ve cüz’-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “Cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”

Evet kader, cüz’-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmarenin işledikleri seyyiatının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz’-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz’-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes’eleler değildir.

Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.

Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz’-i ihtiyarî, seyyiata merci’ olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir.

Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse:

“Madem cüz’-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da, Hâlık-ı Semavat ve Arz’a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semavat, ondan azîm şikayetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor.”

Elcevab:

Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa’yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğu için, cüz’-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir. Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i iman, onlara karşı Cenab-ı Hakk’ın inayet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü’minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına muhtaçtırlar.

Elhasıl:

Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz’-i ihtiyarîye istinad ederek mes’uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz’-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

************

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yirminci Söz olan Kader Risalesi’nin Birinci Mebhas’ı, imanî mevzuların en mühim ve en hassas noktalarından ikisini, yani “Kader” ve “Cüz’-i İhtiyarî”yi (irade-i cüziyye) tahlil etmektedir.

Yirmialtıncı Söz: Kader Risalesi (Birinci Mebhas) İzahı
Metnin başında zikredilen ayet-i kerimeler, mevzunun temelini teşkil eder:
• Hicr Sûresi, 15:21
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خzâٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
Meali : “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.”
• İzahı: Bu ayet, kâinattaki her şeyin (rızık, hayat, ilim, suret vb.) aslî kaynağının, “hazineler” olarak tabir edilen Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsi ve kudret-i mutlakası olduğunu beyan eder. Mânevî ve maddî her ne varsa, O’nun ilminde takdir edilmiş ve O’nun kudretiyle varlık sahasına çıkmaktadır. “Belli bir ölçüye göre indirilmesi” ise, doğrudan doğruya “Kader”in tarifidir. Her şey, bir mizan (ölçü) ve intizam ile, hikmetle tayin edilmiş bir miktarda ve zamanda vücuda gelir.
• Yâsîn Sûresi, 36:12
…وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓى اِمَامٍ مُب۪ينٍ
Meali : “…Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.”
• İzahı: Bu ayet ise, Kader’in “yazgı” cihetine ve Cenâb-ı Hakk’ın ilminin her şeyi ihata ettiğine (kuşattığına) işaret eder. “İmâm-ı Mübîn” (Apaçık Kitap), yani Levh-i Mahfûz, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere kadar bütün hadisatın, Allah’ın ezelî ilminde malum ve kayıtlı olduğunu gösterir.
Bu iki ayet, Kader’in hem “ölçü ve miktar” (takdir) hem de “ilim ve kayıt” (yazgı) manalarını cem ederek mebhasın zeminini hazırlar.

Mebhasın Tahlili: Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’nin Hikmet-i Varlığı
Risale-i Nur’da izah edilen bu mühim mebhas, Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’nin niçin iman esaslarına dahil edildiğini, bunların ilmî ve nazarî (teorik) birer meseleden ziyade, hâlî ve vicdanî (tecrübî ve derûnî) birer iman cüz’ü olduğunu beyan eder.
Müellif, bu iki rüknün (temel direğin), mü’minin mânevî seyrinde iki zıt istikametteki tehlikeyi bertaraf etmek için “hudut” (sınır) vazifesi gördüğünü belirtir:

1. Cüz’-i İhtiyarî: Mes’uliyetin Dayanağı
Mü’min, kâinata baktığında her fiilin, her varlığın hakikî sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu idrak eder. Tevhidin (Allah’ı birlemenin) gereği olarak, kendi fiillerini ve hatta kendi nefsini (varlığını) dahi O’na teslim eder. Bu teslimiyetin nihayetinde, insan “Cebriye” mezhebinin düştüğü hataya, yani “Ben bir rüzgâr önündeki yaprak gibiyim, hiçbir iradem yok, dolayısıyla hiçbir şeyden mes’ul değilim” deme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
• Metnin Tespiti: “…tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için ‘Cüz’-i ihtiyarî’ önüne çıkıyor. Ona ‘Mes’ul ve mükellefsin’ der.”
Tam bu noktada, imanî bir esas olan “Cüz’-i İhtiyarî” (insana verilen cüz’î irade, seçme kabiliyeti) devreye girer. Bu irade, insanın teklif (emir ve yasaklarla yükümlü olma) ve mes’uliyet sahibi bir varlık olmasının temelidir. İnsanın iradesi, fiilin yaratıcısı (hâlıkı) değildir, ancak o fiile “sebebiyet” veren, onu “isteyen” (talep eden) veya ona “kesb” (yönelme) ile sahip çıkan bir mercidir.
• Ayet ile Bağlantısı (Mes’uliyet):
لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ…
Meali ( – Bakara 2:286): “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…”
Bu ayet, “kesb” (kazanma) fiilini doğrudan insana isnat ederek, iradenin ve dolayısıyla mes’uliyetin varlığını ispat eder.

2. Kader: Gurur ve Kibrin Tedavisi
Mü’min, Cüz’-i İhtiyarî’si ile yaptığı amellere, hayırlara ve muvaffakiyetlere baktığında ise ikinci bir tehlike ile karşılaşır: Gurur (Mağrur olma) ve Fahr (Övünme). Ene (benlik) devreye girer; “Ben yaptım, ben başardım, bu kemalât (olgunluklar) benden kaynaklandı” diyerek nefsini firavunlaştırır.
• Metnin Tespiti: “Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, ‘Kader’ karşısına geliyor. Der: ‘Haddini bil, yapan sen değilsin.'”
Tam bu noktada, imanî bir esas olan “Kader” devreye girer. Kader, insana der ki: “Senin başarın, senin o fiili işlemen için gerekli olan bütün şartların, bütün sebeplerin (akıl, sağlık, imkân, muvaffakiyet) yaratıcısı Allah’tır. Senin cüz’î iraden o işe sadece bir ‘suâl’ (istek) veya ‘dua’ hükmündedir. Asıl icad eden (yaratan) ve o hayrı sana ihsan eden O’dur. Öyleyse fahr etme (övünme), şükret.”
• Ayet ile Bağlantısı (Gururun Kırılması):
مَآ اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۖ وَمَآ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ…
Meali (- Nisâ 4:79): “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir…”
Bu ayet, hayrın ve hasenatın (iyiliklerin) yaratılma cihetini Allah’a, şerrin ve seyyiatın (kötülüklerin) ise “kesb” (istemek, yönelmek) cihetini nefse vererek, gururun önünü keser ve mes’uliyeti zimmete alır.
Özetle İki Esasın Vazifesi:
• Cüz’-i İhtiyarî: İnsanın, işlediği seyyiat (kötülükler) ve maasi (günahlar) için mes’uliyeti üstlenmesini, “Kaderim böyleymiş” diyerek tembelliğe ve sefahete düşmemesini temin eder.
• Kader: İnsanın, nail olduğu mehasin (güzellikler) ve hasenat (iyilikler) ile gururlanmamasını, “Ben yaptım” dememesini temin eder.
Müellif, Kader’in maziyat (geçmişte kalanlar) ve mesaib (musibetler) için bir teselli kaynağı olduğunu; Cüz’-i İhtiyarî’nin ise istikbaliyat (gelecekte yapılacaklar) ve maasi (günahlar) için bir mes’uliyet temeli olduğunu vurgular.
Şerrin Halkı (Yaratılışı) ve Kesb-i Şer (Şerri İstemek)
Metin, “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir” kaidesini izah eder. Bu, Kader bahsinin en girift noktalarından biridir: “Madem Allah her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse kötülükleri (şerri) niçin yaratıyor?”
• İzahı:
• Seyyiat (Kötülükler) Tahribattır: Metin, kötülüğün “tahribat” (yıkım) ve “adem” (yokluk, olumsuzluk) nev’inden olduğunu belirtir. Bir evi yapmak için binlerce şartın (malzeme, usta, ilim, kudret) bir araya gelmesi gerekir (bu hayırdır ve icaddır). Ancak o evi yıkmak için bir kibrit (cüz’î bir fiil) yeterlidir.
• Kesb (İstemek) ve Halk (Yaratmak): İnsan, cüz’î iradesiyle seyyiatı (kötülüğü) ister, talep eder. Bu “istemek” fiili, o tahribatın sebebi olur. Bu sebeple insan mes’uldür.
• Allah’ın Yaratması (Halk-ı Şer): Cenâb-ı Hak ise o fiili yaratır. Fakat Allah’ın yaratması, sadece o cüz’î şerre (kötülüğe) münhasır değildir. O fiilin yaratılması, küllî bir kanunun (genel bir yasanın) tatbikidir.
• Metnin Tespiti: “Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden (içinde barındıran) bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır.”
• Misal (Yağmur): Yağmurun yağması fiili, “halk”tır (yaratmadır) ve bizâtihî (kendi başına) hayırdır, rahmettir. Zira neticesinde binlerce hayır (bitkilerin yeşermesi, hayatın devamı) vardır. Ancak tedbirsizliği yüzünden evini sel basan tembel bir adam, bu cüz’î (kısmî) zarar sebebiyle “Yağmur rahmet değildir” diyemez. Onun tembelliği “kesb-i şer”dir; yağmurun yağması ise “halk-ı hayr”dır (veya neticeleri itibariyle hayır olan bir fiildir).
• Netice: Bir fiilin yaratılmasında (icadında) binlerce hayırlı netice varken, sadece bir cüz’î şer (kötülük) sebebiyle o fiilin yaratılmaması, “hayr-ı kesîri (çok hayrı) terk etmek” olur ki, bu da “şerr-i kesîr” (çok şer) olur. Bu sebeple, Allah’ın şerri (kötülüğü) yaratması, küllî kanunlar ve büyük hayırlar murad edildiği için, bizâtihî güzeldir ve şer değildir. Şer olan, insanın o fiili iradesiyle istemesi ve sebebiyet vermesidir.
• Ayet ile Bağlantısı (İmtihan ve Hayr):
وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
Meali (- Enbiyâ 21:35): “…(İyilik ve kötülükle) sizi bir imtihan olarak deneriz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz.”
Bu ayet, hem hayrın hem de şerrin yaratılmasının “fitne” yani imtihan için olduğunu gösterir. İmtihanın varlığı ise küllî bir hayırdır, zira insanın mânevî terakkisine (yükselişine) vesiledir.

Kaderin Adaleti ve Zahirî Sebepler
Mebhas, Kader’in “illet ve sebeb itibariyle” de zulümden münezzeh (uzak) olduğunu beyan eder.
• İzahı: Kader, hükmünü verirken hakikî illetlere (gerçek sebeplere) bakar ve adalet eder. İnsanlar ise zahirî illetlere (görünen sebeplere) bakarak hüküm verir ve bazen zulmederler.
• Misal (Hâkim ve Hırsız): Bir hâkim, sizi hırsızlık (sirkat) ithamıyla, (aslında masum olmanıza rağmen) hapse mahkûm eder. Bu, zahirî sebeplere bakan hâkimin zulmüdür. Fakat sizin kimsenin bilmediği gizli bir katliniz vardır. Kader-i İlahî de sizi o hapisle mahkûm etmiştir; ancak Kader, sizin gizli katlinize binaen hükmettiği için adalet etmiştir.
• Netice: Aynı hadisede (hapis), insan hükmü zulüm iken, Kader’in hükmü adalettir. Demek ki Kader, hem sebep (mebde’) hem de netice (münteha) itibariyle çirkinlikten ve zulümden mukaddestir.
Cüz’-i İhtiyarî’nin Tesiri ve Küfrün Azameti
Mebhas, en mühim suallerden birine cevap verir: “Madem cüz’-i ihtiyarînin icad kabiliyeti yok, sadece itibârî (varsayımsal) bir ‘kesb’dir (yönelmedir); nasıl oluyor da Kur’an, bu basit irade yüzünden insanı Allah’a âsi ve düşman ilan ediyor, ona bu kadar büyük bir ehemmiyet veriyor?”
• Cevap: Çünkü küfür, isyan ve seyyie (kötülük), metnin başında belirtildiği gibi, tahribattır ve ademdir (yokluktur). Tahribat için büyük bir kudret gerekmez.
• Misal (Gemi): Bir geminin (sefine) kaptanı, cüz’î bir hareketle (dümene müdahale etmemek gibi ademî -olumsuz- bir fiil ile) geminin batmasına sebep olur. Geminin batmasıyla, o gemideki bütün mürettebatın sa’y ve gayretleri (binlerce olumlu fiil) heba olur. Bütün bu azîm tahribat, tek bir ademî (yapmama) fiiline terettüp eder (dayanır).
• Küfrün Mahiyeti: Küfür (inkâr) de böyledir. O, sadece basit bir olumsuzlama değildir. Bilakis:
• Bütün kâinatı (Allah’ın sanatı olarak) kıymetsizlikle ve abesiyetle (anlamsızlıkla) tahkir eder (aşağılar).
• Vahdaniyete (Allah’ın birliğine) delil olan bütün mevcudatı tekzib eder (yalanlar).
• Allah’ın bütün Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellilerini (görünümlerini) tezyif eder (küçümser).
• Netice: Küfür, böyle azîm bir tahribat olduğu için, Cenâb-ı Hak, bütün kâinat ve Esmâ’sı namına kâfirden şedid (şiddetli) şikayet etmekte ve onu ebedî azapla tehdit etmektedir. Bu, ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.
Hülâsa (Özet) ve Kimin Bahsetme Hakkı Vardır?
Mebhas, bu iki mefhumdan kimin, ne zaman bahsetmesi gerektiğini belirterek son bulur:
• Ehl-i Huzur ve Kemal-i İman Sahibi:
• Bu kimse, nefsini ve kâinatı zaten Allah’a teslim etmiştir (Tevhid sahibidir).
• Cüz’-i İhtiyarî’ye bakar: “Seyyiat (kötülük) bendendir” der, mes’uliyeti üstlenir ve Rabbini her türlü noksanlıktan takdis (tenzih) eder.
• Kader’e bakar: “Hasenat (iyilikler) O’ndandır” der, gurur ve fahr (övünme) yerine şükreder. Musibetlerde Kader’i görür, sabreder.
• Netice: Bu kişi için Kader ve Cüz’-i İhtiyarî, imanın kemaline hizmet eden iki hakikattir.
• Ehl-i Gaflet (Gaflette Olan):
• Bu kimse, kâinatı sebeplere (esbaba) ve nefsini kendine mal etmiştir (Gaflettedir).
• Cüz’-i İhtiyarî’ye bakar: İyilikleri kendine isnat eder (“Ben yaptım”).
• Kader’e bakar: Kötülükleri ve mes’uliyeti Kadere havale eder (“Kaderim böyleymiş, ne yapayım?”).
• Netice: Bu kişi için Kader ve Cüz’-i İhtiyarî’den bahsetmek, sadece mes’uliyetten kaçmak ve gururlanmak için bir “desise-i nefsiye”den (nefsin hilesinden) ibarettir ve bütün hikmetine zıttır.

 

 

 

 

İKİNCİ MEBHAS:

Ehl-i ilme mahsus,

{(Haşiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müşkil bir sırr-ı kader mes’elesidir. Bütün ülema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mes’ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.}

ince bir tedkik-i ilmîdir.

Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?”

Elcevab: Yedi vecihle…

Birincisi:

Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz’-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz’-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez.

İkincisi:

Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.

Üçüncüsü:

Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor.

Dördüncüsü:

Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.

Beşincisi:

Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?”

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”

Altıncısı:

{(Haşiye): Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır.}

Cüz’-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”

Evet eğer abd hâlık-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette

مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ

kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.
Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir.

{(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.}

Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki’dir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’tır. Niçin bana katil denilir?

Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

Yedincisi:

İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl:

Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

***********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kader Risalesi’nin (Yirmi Altıncı Söz) “İkinci Mebhas”ı, Kelâm ilminin en derin ve en mühim meselelerinden biri olan Kader ve Cüz’-i İhtiyarî (insan iradesi) arasındaki tevafuku, yani uyumu yedi vecih (yön/delil) ile tasvir etmektedir.
Bu mühim mebhasın, Kur’an-ı Kerim ayetleri ve o ayetlerin işaret ettiği müradif manalar (tevhid, adalet, ilim ve irade-i İlahî) çerçevesinde geniş ve detaylı bir izahı…

İkinci Mebhas’ın Tahlili: Kader ve Cüz’-i İhtiyarî Tevfiki
Metnin gayesi, “Kader varsa, insanın iradesi (cüz’-i ihtiyarî) nasıl olur?” sualine cevap vermektir. Bu iki hakikatin birbirine zıt veya aykırı olmadığını, bilakis birbirini teyid ettiğini (doğruladığını) isbat etmektir.
Birinci Vecih: Adalet-i İlahiye ve Mahiyetin Meçhuliyeti
• İzahı: Kâinatın tamamı, bir intizam ve mizan (ölçü) lisanıyla Allah’ın Âdil-i Hakîm (adaleti ve hikmeti sonsuz) olduğuna şehadet eder. Böyle bir Zat, insana sevap (mükâfat) ve ikab (ceza) için bir dayanak noktası olmak üzere, mahiyetini (yapısını) tam olarak bilmesek de varlığını kabul ettiğimiz bir “cüz’-i ihtiyarî” (seçme hürriyeti) vermiştir. Bizim, bu iradenin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmememiz, o iradenin “olmadığına” delalet etmez. Zira bilmediğimiz pek çok hikmet-i İlahiye mevcuttur.
• Ayetlerle İzahı: Kur’an-ı Kerim, adaletin temel şartı olan “mes’uliyet” (sorumluluk) üzerine bina edilmiştir. Mes’uliyet ise ancak irade ile mümkündür.
• Meali: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 99/7-8)
• Meali: “Hiç kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz.” (İsrâ, 17/15)
• Meali: “Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 2/286)
• Müradifi (İlgili Mana): Bu ayetler, “teklif” (mükellefiyet) ve “hesap” hakikatinin ancak bir “ihtiyar” (seçim) var ise adil olabileceğini gösterir.
İkinci Vecih: Vicdanî Şehadet ve Vücudun Bedâheti
• İzahı: Her insan, bizzarure (zorunlu olarak) kendisinde bir seçme hissi (ihtiyar) olduğunu vicdanen bilir. Bir şeyin vücudunu (varlığını) bilmek ayrı, mahiyetini (derûnî yapısını) bilmek ayrıdır. Cüz’-i ihtiyarî, varlığı bedihî (apaçık) olan, fakat mahiyeti tam kavranamayan mevcudat sırasındadır. “Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.” (Bizim bilmememiz, onun yokluğuna delil olmaz.)
• Ayetlerle İzahı: Kur’an, sürekli olarak insanın bu vicdanî hissine hitap eder; ona “seçim” sunar.
• Meali: “Ona iki yolu (iyilik ve kötülüğü) göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
• Meali: “De ki: ‘İşte Rabbinizden gelen gerçek. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’ Biz, zalimler için alemleri (ateşten duvarları) kendilerini çepeçevre kuşatan bir ateş hazırladık…” (Kehf, 18/29)
• Müradifi: Bu ayetlerdeki “dileyen… dileyen” ifadesi, insanın vicdanen bildiği o “tercih” kabiliyetine doğrudan bir hitaptır.
Üçüncü Vecih: Kaderin İhtiyarı İbtal Değil, Teyid Etmesi
• İzahı: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî (zıt) değildir. Bilakis kader, ihtiyarı teyid eder (doğrular). Zira kader, İlm-i İlahînin (Allah’ın ezelî ilminin) bir nevidir. Allah’ın ilmi, bizim “ihtiyarımızla ne yapacağımıza” taalluk etmiştir (ilişkindir). Yani Allah, “kulum şunu seçecek” diye bildiği için, bu ilim, kuldaki “seçme” fiilinin varlığını isbat eder, yokluğunu değil.
• Ayetlerle İzahı: Allah’ın ilmi her şeyi ihata etmiştir; bu ihata, insanın seçimlerini de kuşatır.
• Meali: “…Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Onlar ise O’nun ilminden, dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar…” (Bakara, 2/255)
• Meali: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (En’âm, 6/59)
• Müradifi: Allah’ın ilmi, bizim irademizi “icbar edici” (zorlayıcı) değil, “ihata edici” (kuşatıcı) ve “tasvir edici”dir.

Dördüncü Vecih: İlim Malûma Tâbidir (Zamanın İzafiyeti ve Ezeliyet)
• İzahı: Bu, meselenin en derin noktasıdır. Kader, ilim nevindendir. İlim ise malûma (bilinen şeye) tâbidir. Yani, bir şey nasıl olacaksa, ilim ona öyle taalluk eder. Yoksa malûm (olay), ilme tâbi değildir. (Yani, Allah bildiği için olay olmaz; olay öyle olacağı için Allah ezelî ilmiyle bilir). Hadiselerin haricî vücudu (dış dünyada var olmaları) Allah’ın İradesine bakar ve Kudretine istinad eder.
• Ezel (ezeliyet), mazinin (geçmişin) bir ucu değildir. Ezel; mazi, hal (şimdiki zaman) ve istikbali (geleceği) birden tutan, yüksekten bakan bir âyine-misaldir (ayna gibidir). Bizim zaman silsilesinin içinde olmamız ve “ezel”i geçmişte bir nokta sanmamız, bizi yanıltır.
• Ayetlerle İzahı: Allah için mazi, hal ve istikbal birdir. O, zamandan münezzehtir.
• Meali: “Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Kıyametin kopması, bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” (Nahl, 16/77) (Bu ayet, Allah’ın nazarında zamanın nasıl “bir an” olduğunu gösterir.)
• Meali: “O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd, 57/3)
• Müradifi: Hadis-i Şerif’te ifade edilen “Manzar-ı a’lâ” (en yüksek bakış noktası) budur. Allah, olaylar silsilesine “içinden” bakmaz ki, “daha olmadı” desin. O, silsilenin tamamına “üstünden” bakar ve olmuş gibi bilir.

Beşinci Vecih: Sebeb ile Müsebbeb Arasındaki Taalluk
• İzahı: Kader, “sebeb” (cause) ile “müsebbeb”in (effect/result) arasını birlikte hükmeder. Yani, “Şu müsebbeb (sonuç), şu sebeble vukua gelecek” diye takdir edilmiştir.
• “Madem filan adamın ölmesi mukadderdir, tüfek atan adamın ne kabahati var?” denilemez. Çünkü kader, o adamın ölmesini, o katilin tüfeği sebebiyle tayin etmiştir. Eğer “tüfek atmasaydı” diye farz edersen, kaderin o şekilde taalluk etmediğini farz etmiş olursun.
• Bu vecih, Cebriye (insan iradesini tamamen reddeden) ve Mu’tezile (kaderi inkâr edip fiilleri tamamen insana veren) fırkalarının zıt görüşlerini reddeder. Ehl-i Sünnet der ki: “Tüfek atmasaydı, (akıbeti) bizce meçhul.”
• Ayetlerle İzahı: Allah, hem sebebi hem de sebebin neticesini birlikte yaratır.
• Meali: “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Sâffât, 37/96)
• Meali: “(Bedir’de) attığın zaman, (aslında) sen atmadın, fakat Allah attı. Bu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunması içindi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfâl, 8/17)
• Müradifi: Bu ayet, insanın fiilini (atma) ve Allah’ın yaratmasını (halk) bir arada gösterir. İnsan sebep olur (kesb eder), Allah o sebebe bağlı neticeyi yaratır.

Altıncı Vecih: Kesb-i İnsanî ve Emr-i İtibarî (Kelâmî İzah)
• İzahı: Bu, meselenin en teknik, müdakkik âlimlere mahsus izahıdır. İnsanın cüz’-i ihtiyarîsinin temeli “meyelan”dır (bir şeye yönelme, eğilim).
• İmam Matüridî’ye göre bu meyelan, bir “emr-i itibarî”dir (haricî vücudu olmayan, zihnî, nisbî bir kavramdır). Vücudu olmadığı için, yaratılmaya (halk) muhtaç değildir ve bu sebeple kula (abde) verilebilir.
• İmam Eş’arî’ye göre ise bu meyelan “mevcud”dur (varlığı vardır), onu da Allah yaratır; fakat o meyelan’daki “tasarruf” (onu kullanma) emr-i itibarî olup kula aittir.
• Her iki mezhebe göre de insana ait olan kısım, emr-i itibarî (nisbî bir iş) olduğu için, var olmak için bir illet-i tâmme (tam ve zorunlu bir sebep) istemez. Eğer illet-i tâmme isteseydi, o zaman fiil vâcib (zorunlu) olur ve ihtiyar (seçim) ortadan kalkardı.
• Sarf (Dilbilgisi) Misali: “Katli (öldürmeyi) yaratan (halkeden) Hak’tır, niçin bana ‘katil’ deniliyor?” Cevap: ‘Katil’ (ism-i fâil), fiilin hasıl-ı bilmasdarından (ortaya çıkan neticesinden, yani ölümün yaratılmasından) değil, fiilin masdarından (yani insanın ‘öldürme eylemine yönelme’ kesbinden) müştaktır (türetilmiştir). Kesb (yönelme) bizimdir, mahluk (yaratılan netice) Allah’ındır. Mes’uliyet “kesb”edir.
• Ayetlerle İzahı:
• Meali: “…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara, 2/286)
• Müradifi: Ayette geçen “kazandığı” (Arapça: كَسَبَتْ – kesebet / اِكْتَسَبَتْ – iktesebet) kelimeleri, tam da Ehl-i Sünnet Kelâmının “kesb” (kazanma, yönelme) nazariyesine işaret eder. İnsan kesbeder (yönelir, kazanır), Allah halkeder (yaratır).

Yedinci Vecih: İrade-i Cüz’iyenin “Şart-ı Âdi” Olması
• İzahı: İnsanın iradesi (irade-i cüz’iye) gayet zaîftir, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenab-ı Hak, bu zaîf iradeyi, kendi İrade-i Külliyesinin (evrensel iradesinin) tecellisine bir “şart-ı âdi” (basit bir şart) yapmıştır.
• Manen der ki: “Ey kulum! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”
• Çocuk Misali: Bir çocuğu omuzuna alıp “Nereyi istersen götüreceğim” deseniz, o da yüksek ve tehlikeli bir dağı istese, götürseniz; çocuk üşüse veya düşse, “Sen istedin!” diyerek onu mes’ul tutarsınız. Bizim irademiz o çocuğun “istemesi” gibidir; Allah’ın yaratması ise omuza alıp “götürmesi” (icad etmesi) gibidir.
• Ayetlerle İzahı: İnsan ister, Allah yaratır.
• Meali: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)
• Meali: “Kim (doğru) yolu bulursa, ancak kendisi için bulmuş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez…” (İsrâ, 17/15)
• Meali: “Sizler ancak Rabbiniz Allah’ın dilemesi (izin vermesi) sayesinde dileyebilirsiniz…” (İnsan, 76/30 ve Tekvîr, 81/29)
• Müradifi: Son ayet (İnsan, 76/30), iki iradeyi de gösterir. Bizim “dilememiz” (cüz’-i ihtiyarî), ancak Allah’ın “dilemesi” (irade-i külliye ve icad) ile vücud bulur.

Elhasıl: Netice ve Çare (Dua ve İstiğfar)
• İzahı: İnsanın elindeki cüz’-i ihtiyarî zaîftir. Fakat seyyiatta (kötülüklerde) ve tahribatta (yıkımda) eli çok uzundur (küçük bir haram fiil, büyük neticelere sebep olabilir). Hasenatta (iyiliklerde) ise eli gayet kısadır (Çünkü hasenatın vücudunu ve neticelerini isteyen Allah’tır).
• Çare: Bu zaîf iradeyi kuvvetlendirmenin yolu:
• Dua ve Tevekkül: İradenin bir eline duayı verip, meyelan-ı hayra (iyiliğe yönelişe) kuvvet vermek.
• İstiğfar ve Tövbe: Diğer eline istiğfarı verip, meyelan-ı şerri (kötülüğe yönelişi) kesmek.
• Ayetlerle İzahı:
• Meali (Dua): “Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.'” (Mü’min, 40/60)
• Meali (İstiğfar): “…Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” (Hûd, 11/90)
• Meali (Tevekkül): “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 65/3)

Netice olarak, Kader Risalesi’nin bu İkinci Mebhası, Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesinin tam bir hulasası (özeti) olup; ne Cebriye gibi insanı rüzgâr önündeki yaprağa döndüren bir cebr-i mutlakı, ne de Mu’tezile gibi insanı fiillerinin hâlıkı (yaratıcısı) yapan bir dalaleti kabul eder. İnsanın kesb (seçim) ile mes’ul, Allah’ın ise halk (yaratma) ile Hâlık olduğunu isbat eder.

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ MEBHAS:

Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme:

Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍٍ

gibi, pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır.

Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.

Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıb bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.

Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden; hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî mikdarı vardır. Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emaredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin manalarını onlarda yazıyor.

Elhasıl: Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebatat hayatı, bu derece kaderin nizamına tâbi’dir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı manevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.

Netice-i meram:

Madem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedahe o şeyin mikdar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın manevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Madem maddî ve manevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvarı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mizan ile cereyan ediyor. Suretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbi’dir.

*************

Metin, kader rüknünün isbatını, kâinat kitabındaki (kudretin Kur’an-ı Kebiri) tecellilere nazar ederek, “basit ve zahir” bir tarz ile, yani herkesin müşahede edebileceği delillerle ortaya koymaktadır.

Üçüncü Mebhas’ın İzahı: Kâinat Kitabında Kaderin Tecellileri
Bu mebhas, imanın rükünlerinden olan kadere imanı, iki temel nokta üzerinden isbat eder: Her şeyin vücudundan evvel (yaratılmadan önce) ve vücudundan sonra (varlık sahasında geçirdiği macera) yazılı olduğu hakikati.
Bu isbat, kâinattaki nizam (düzen), mizan (ölçü/denge), intizam (sistemlilik), tasvir (şekil verme) ve tezyin (süsleme) gibi fiillerin, her şeyin ezelî bir ilim ve takdir ile planlandığını gösterdiği esasına dayanır.

1. Vücuddan Evvel (Yaratılıştan Önce) Kaderin İsbatı
Metin, her şeyin yaratılmadan evvel mukadder ve yazılı olduğuna dair iki kuvvetli delil sunar: Tohumlar/Çekirdekler ve Muntazam Miktarlar/Suretler.

A. Çekirdekler ve Tohumlar Delili:
Her bir tohum, “Kâf-Nûn” ( كُنْ – Ol!) tezgâhından çıkan “latif bir sandukça” (küçük kutu) olarak tasvir edilir. Bu kutunun içinde, o bitkinin bütün bir hayat programını ihtiva eden “kaderle tersim edilmiş (resmi çizilmiş) bir fihristecik” bulunur.
• Kader ve Kudret Münasebeti: Kader, bu fihristeyi, yani manevî ve ilmî planı çizer. Kudret (İlahî güç) ise, bu plana (kaderin hendesesine) harfiyen ittiba ederek, zerreleri (atomları) istihdam eder ve o küçük tohum üzerinde koca bir ağaç gibi mu’cizat-ı kudreti bina eder.
• Delil Yönü: Maddeten birbirinin aynı görünen, basit ve şuursuz tohumların, birbirinden tamamen farklı ve son derece sanatlı, hikmetli ağaçları netice vermesi, bu işin maddenin kendisinden değil, onlara tevdi edilen ezelî bir programdan (kaderden) kaynaklandığını gösterir.

B. Miktarlar ve Suretler Delili:
Her canlıya (zîhayata) bakıldığında, onun gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıktığı görülür. Bu muntazam şekil ve mikdarın iki izahı olabilir:
• Ya o şekli verecek nihayetsiz derecede eğri büğrü, karmaşık ve harika maddî bir kalıp bulunmalıdır (ki bu, her bir zerre için imkânsızdır).
• Veyahut kaderden gelen “mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî” (ölçülü, ilme dayalı manevî bir kalıp) vardır. Ezelî kudret, bu manevî kalıba göre o sureti biçip giydirir.
Metin, zerrelerin hareketini bu ikinci şıkkı isbat için kullanır: “Camid, sağır, kör, şuursuz” zerreler, bir bitkinin veya hayvanın büyüme (neşv ü nema) safhasında, belirli “eğri büğrü hududlara” geldiklerinde dururlar. Meyvenin veya bir azanın yerini bilir gibi hareket eder, sonra başka bir gayeyi takip için yollarını değiştirirler. Bu, onların kendi başlarına değil, “kaderden gelen mikdar-ı manevînin emr-i manevîsiyle” hareket ettiklerini gösterir.

C. Bedihî Kader ve Nazarî Kader:
Metin, bu noktada kaderin iki tecellisinden bahseder:
• Bedihî Kader (Açık Kader): Çekirdekteki ağacın gelecekte gözle görünecek olan maddî keyfiyet ve vaziyetleridir. Bu, İlahî irade ve tekvinî (yaratılış) emirlerin unvanı olan “Kitab-ı Mübin”e işaret eder.
• Nazarî Kader (Düşüncedeki Kader): O ağacın hayatı boyunca geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler ve tesbihatlardır. “Tarihçe-i hayat” denilen bu manevî macera ise, İlahî ilmin bir unvanı olan “İmam-ı Mübin”e remzeder (işaret eder).

2. Vücuddan Sonra (Yaratılıştan Sonra) Kaderin İsbatı
Her şeyin varlık sahasına çıktıktan sonraki hayat macerasının (sergüzeşt-i hayatı) da yazıldığına dair iki kuvvetli delil sunulur:

Meyveler ve Kuvve-i Hâfıza (Hafıza Gücü).
A. Meyveler Delili:
Her bir meyve, kendi ağacının bütün hayat macerasını ve planını (mukadderat-ı hayatı) kalbi hükmündeki çekirdeğinde saklar. Bu çekirdek, hem geçmiş ağacın bir kaydı hem de gelecek ağacın programıdır. Bu durum, “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den, yani her şeyin kayıtlı olduğundan haber verir.

B. Kuvve-i Hâfıza Delili:
İnsanın hafızası, “Levh-i Mahfuz”dan haber veren bir emaredir. İnsanın bütün hayat macerası (sergüzeşt-i hayatı) ve kısmen kâinatın geçmiş hadisatı, hardal tanesi küçüklüğündeki bu kuvvecikte öyle bir surette yazılır ki, bu, adeta “kader kaleminin” insanın “sahife-i a’malinden” (amel defterinden) küçük bir sened (kayıt) istinsah edip (kopyalayıp) dimağının cebine koyması gibidir.
• Hafızanın Hikmetleri:
• Muhasebe Vakti: Ahiretteki hesap vaktinde insana yaptıklarını hatırlatmak.
• İtminan (Tatmin Olma): Bu fena ve zeval (geçicilik ve yok oluş) dünyasında, hiçbir şeyin kaybolmadığına dair bir tatmin vermek. Zira Kadîr-i Hakîm, zâil olan (geçip giden) şeylerin hüviyetlerini hafıza gibi “âyinelerde” tersim edip saklar (ibka eder). Hafîz-i Alîm, fânilerin manalarını “levhalara” yazar.
Netice-i Meram (Maksadın Neticesi)
Mebhas, “Kudret masdardır, kader mistardır” hükmüyle sonlanır.
• Mistar: Cetvel, şablon, üzerine yazı yazmak için kullanılan çizgili altlık. Kader, yani İlahî ilim ve takdir, bir mistardır.
• Masdar: Kaynak, fiilin çıktığı yer. Kudret (İlahî güç) ise masdardır; fiili işleyendir.
Kudret, kâinattaki bütün manaları, kaderin çizdiği o şablon (mistar) üzerine yazar. En basit bitkiden en mükemmel mahlûk olan insana kadar her canlının hayatı, zerrelerin hareketinden manevî hallerine kadar, bu kader kalemiyle çizilmiştir.

Mevzunun Ayet-i Kerimeler ve Müradif Kavramlarla İzahı
Metinde geçen “Kader”, “Kitab-ı Mübin”, “İmam-ı Mübin” ve “Levh-i Mahfuz” kavramları, Kur’an-ı Kerim’de de zikredilen, her şeyin Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dâhilinde olduğunu ifade eden temel ıstılahlardır.

1. Kader ve Takdir (Her Şeyin Ölçüsü)
Kader, metinde “her şeyin Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir” diye tarif edilir. Bu, Allah’ın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi, planlaması ve her şeye bir “mikdar” (ölçü) tayin etmesidir.
• Ayet (Kamer Suresi, 49):
$$إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ$$
“Gerçek şu ki, biz her şeyi bir ölçüye (kader) göre yarattık.”
(Bu ayet, metindeki “Herşey… takdiriyledir” hükmünü doğrudan tasdik eder.)
• Ayet (Furkan Suresi, 2):
$$…وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا$$
“…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.”
(Bu ayet, metindeki “Kudret masdardır, kader mistardır” ilişkisini gösterir. “Halk” (yaratma) fiili “Kudret”e, “Takdir” (ölçü biçme) fiili “Kader”e bakar.)

2. Kitab-ı Mübin (Apaçık Kitap)
Metin, “Kitab-ı Mübin”i İlahî iradenin ve tekvinî (yaratılış) emirlerin bir unvanı olarak zikreder. Bu, kâinatın yaratılış programıdır; metindeki “bedihî kader” (ağacın maddî şekli) buna bakar.
• Ayet (En’âm Suresi, 59):
$$…وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَآ اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ$$
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).”
(Metnin başında iktibas edilen bu ayet, en küçük hadisatın (yaprak düşmesi) ve en küçük varlığın (tane) dahi bu kitapta kayıtlı olduğunu, kaderin nizamından hariç olmadığını gösterir.)
• Ayet (Yunus Suresi, 61):
$$…وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ وَلَآ اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَآ اَكْبَرَ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ$$
“…Yerde ve gökte zerre ağırlığınca, hatta ondan daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz; hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Bu ayet, metindeki zerrelerin (zerrat) hareketinin dahi bu “Kitab-ı Mübin”deki plana tâbi olduğunu isbat eder.)

3. İmam-ı Mübin (Apaçık Kayıt/Rehber)
Metin, “İmam-ı Mübin”i İlahî ilmin bir unvanı olarak tarif eder. Bu, varlıkların “tarihçe-i hayatı”nın, yani manevî maceralarının (metindeki “nazarî kader”) kaydedildiği defterdir.
• Ayet (Yâsîn Suresi, 12):
$$اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪يٓ اِمَامٍ مُب۪ينٍ$$
“Şüphesiz biz, ölüleri diriltiriz ve onların önden gönderdiklerini ve eserlerini (âsâr) yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (İmâm-ı Mübîn) sayıp yazmışızdır.”
(Bu ayet, insanın amellerinin (“mâ kaddemû”) ve geride bıraktığı izlerin (“âsârehum”) -yani metindeki “sergüzeşt-i hayatı”nın- bu kayıtta toplandığını gösterir.)

4. Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levha)
Metin, insanın kuvve-i hafızasını “Levh-i Mahfuz”dan haber veren bir emare olarak zikreder. Levh-i Mahfuz, “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”i de içine alan, her şeyin tafsilatlı olarak yazıldığı “Ümmü’l-Kitab” (Kitabın Anası) olan ezelî ilim divanıdır.
• Ayet (Ra’d Suresi, 39):
$$يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ$$
“Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar. Kitabın anası (Ümmü’l-Kitâb) O’nun katındadır.”
(Levh-i Mahfuz’un, bütün değişen ve sabit kalan kayıtların aslı ve kaynağı olduğunu ifade eder.)
• Ayet (Burûc Suresi, 21-22):
$$بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ﴿٢١﴾ ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ ﴿٢٢﴾$$
“Hayır, o (yalanladıkları) şerefli bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfûz’dadır.”
(Bu, Levh-i Mahfuz’un varlığını ve her şeyin aslının orada korunduğunu tasdik eder. Hafızanın, bu büyük levhadan bir yansıma, bir “sened” olması, metnin getirdiği latif bir delildir.)

Hülasa;
Bu Üçüncü Mebhas, en basit bir tohumdan koca bir ağacın çıkmasını, şuursuz zerrelerin hikmetli hedeflere yönelmesini, bir meyvenin bütün bir ağacın programını taşımasını ve insanın hafızasının geçmiş hayatını kaydetmesini, kaderin varlığına dair “basit ve zahir” (açık ve kolay anlaşılır) deliller olarak sunmaktadır. Kâinattaki her hadise, İlahî ilmin (Kader/İmam-ı Mübin), İlahî iradenin (Kitab-ı Mübin) ve İlahî kudretin (fiilî yaratma) bir tecellisidir.

 

 

 

 

Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelana müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”

Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metalibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği manevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbane, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve vâridat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, kemal-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

sırrını anla.

DÖRDÜNCÜ MEBHAS:

Eğer desen: “Birinci Mebhas’ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor.”

Elcevab:

Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. Madem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir. İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhasıl:

Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’, musanna’ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeğe hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letaif ile murassa’ olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.

* * ******

Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler (Yirmi Altıncı Söz, İkinci ve Dördüncü Mebhaslar) isimli eserden alınan bu mühim kısımlar, iman-ı bi’l-kader (kadere iman) rüknünün iki temel ve derûnî buudunu (boyutunu) tasvir etmektedir:
• Kadere imanın, insanın ruhuna verdiği hakiki hürriyet ve sıkıntılardan kurtuluşu.
• Zahiren (dıştan) “şer” ve “çirkin” görünen musibetlerin ve hadiselerin hakiki vecihlerinin (yönlerinin) “güzel” ve “hayır” olduğunun isbatı.

Birinci Esas: Kader, Hürriyet ve Emniyet
Risale-i Nur’da tasvir edilen birinci mesele, kaderin insan hürriyetini selbedip (alıp götürüp) ruha bir ağırlık verip vermediği sualidir. Verilen cevap, “Kat’â ve aslâ!”dır. Zira kadere iman, sıkıntı vermek şöyle dursun, “nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık” ve “emn ü emanı temin eden bir sürur” verir.

1. İnsanın Kâinat Karşısındaki Vaziyeti
İktibasta belirtildiği gibi, “insan bütün kâinatla alâkadardır.” İnsanın ene (ego) ve mahiyeti, nihayetsiz şeylere arzu duyar (inbisat ve cevelan), sonsuz hedefleri (makasıd) ve talepleri (metalib) vardır. Lakin bu talepleri yerine getirecek kudreti, iradesi ve hürriyeti “milyondan birisine kâfi gelmez.”
İnsan, eğer kadere iman etmezse, şu vaziyete düşer:
Kendi cüz’î serbestiyeti dairesinde, bütün kâinatın yükünü, hadiselerin tazyikini ve geleceğin endişesini “bîçare ruhunun omuzunda taşımaya mecburdur.” Zira kendini ve hadiseleri başıboş zanneder. Her şeyden korkar, her hadiseden titrer. Bu, “dünya kadar ağır bir yük”tür.

2. Kaderin Sefinesi (Gemisi) ve Hakiki Hürriyet
Kadere iman ise, insanın bu nihayetsiz yükünü “kaderin sefinesine atar.” Mü’min bilir ki:
• Kâinatta tesadüf yoktur. Her şey, bir Nizam-ı Ezelî (ezelî nizam) ile cereyan eder.
• Kendisinin vazifesi olmayan şeylere (kâinatın idaresi, geleceğin tanzimi gibi) karışmaz. Yükünü, her şeyin dizgini elinde olan Kâdir-i Mutlak olan Allah’a (c.c.) bırakır.
• Bu teslimiyet, “ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle” neticelenir. Zira ruh, lüzumsuz ve takati haricindeki yüklerden kurtulmuş, kendi hakiki vazifesi olan tefekkür, ibadet ve marifette serbestçe cevelan etmeye başlamıştır.
İktibastaki temsil (iki adamın padişahın sarayına girmesi), bu hakikati fevkalade tasvir eder:
• Birinci Adam (Kaderi inkâr eden): Padişahı (Allah’ı) tanımaz. Sarayı (dünyayı) sahipsiz zanneder veya gasıbane sahiplenmek ister. Sarayın idaresi, bahçenin tanzimi, garip hayvanatın (canlıların) erzakı gibi idaresi imkânsız külfetleri kendi üzerine alır. “Mütemadiyen ızdırab çeker.” Cennet gibi bahçe, başına cehennem olur.
• İkinci Adam (Kadere iman eden): Padişahı tanır, O’na misafir olduğunu bilir. Her şeyin bir nizam ve kanunla (“proğramla”) kemal-i sühuletle (mükemmel kolaylıkla) işlediğini itikad eder. Külfetleri padişahın kanununa bırakır. “Kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade eder.”
Kadere imanın selbettiği tek şey, “nefs-i emmarenin cüz’î hürriyeti”dir. Yani, enenin firavuniyetini, rububiyetini (ilahlık taslamasını) ve “keyfemâyeşa” (dilediği gibi) hareket etme arzusunu kırar.
Bu hakikat, o veciz kaide ile mühürlenir: “Mek âmen e bi’l-kad eri em ine mine’l-keder i” (مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ) – “Kim kadere iman ederse, kederden, sıkıntıdan emin olur.”

3. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler

Kadere imanın getirdiği teslimiyet, emniyet ve Allah’ın mutlak hâkimiyeti Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
• Her Şeyin Yaratıcısı ve Vekili O’dur (Yükü O’na bırakmak):
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.”}
(Zümer Suresi, 39:62)
• Müradifi: Madem her şeyin yaratıcısı ve idare edeni O’dur, o halde kâinatın yükünü O’na bırakmak, ruha en büyük hürriyeti verir.
• Allah’ın Yazdığından Başkası Gelmez (Emniyet):
“De ki: ‘Bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler.’”
(Tevbe Suresi, 9:51)
• Müradifi: Bu ayet, “kederden emin olmanın” formülüdür. Başımıza gelenin O’ndan olduğunu bilmek, O’na güvenmeyi (tevekkül) netice verir.
• Musibetin Ancak O’nun İzniyle Olması:
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Tegâbün Suresi, 64:11)
• Müradifi: Musibetin O’nun izniyle (kaderiyle) geldiğini bilmek, kalbe hidayet ve sükûnet verir.
• İnsanın Hürriyeti ve Sorumluluğu (Cüz-i İhtiyarî):
“Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.”
(İnsan Suresi, 76:3)
• Müradifi: Kader, insanın cüz-i ihtiyarîsini (seçme hürriyetini) reddetmez. Allah yolu gösterir; tercih kula aittir. Kader, nefs-i emmarenin firavuniyetini kırar, kulun imtihanını ortadan kaldırmaz.

İkinci Esas: Musibetlerin Hikmeti (Vücud ve Adem)
Dördüncü Mebhas’ta, “Madem kaderin her şeyi güzeldir, dünyadaki musibetler, beliyyeler bu hükmü nasıl doğrular?” sualine cevap verilir.
1. Vücud (Hayr-ı Mahz) ve Adem (Şerr-i Mahz)
Cevabın temeli, kelâmî (teolojik) bir esasa dayanır:
• Vücud (Var olmak): Hayr-ı mahzdır (sırf iyilik ve güzelliktir). Bütün güzellikler, kemaller, faziletler var olmaya racidir (dayanır).
• Adem (Yok olmak/Yokluk): Şerr-i mahzdır (sırf kötülük ve şerdir). Bütün musibetler, günahlar (maasi), noksanlıklar (nekais) ya doğrudan yokluktur ya da yokluğa müncer olan (yokluğa götüren) veya yokluğu işmam eden (hissettiren) hallerdir.

2. Musibetlerin Hayatı Tasaffi Etmesi (Arındırması)
Vücudun en parlak nuru olan hayat, sabit kalsa, yeknesak (monoton) bir halde dursa, kıymetini kaybeder ve ademe (yokluğa) yaklaşır. İktibasta dendiği gibi, “en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.”
İşte musibetler, beliyyeler, meşakkatler ve âlâm (elemler):
• Hayatı durağanlıktan, ataletten, sükûnetten (yani adem hallerinden) kurtarır.
• Hayatı “muhtelif ahval içinde yuvarlayıp kuvvet buldurur.”
• Hayatı “mütebayin (farklı) vaziyetlere girip tasaffi ettirir” (arındırır).
• Böylece “envâr-ı vücud teceddüd edip” (varlığın nurları yenilenip), “zulümat-ı adem tebâud ederek” (yokluğun karanlıkları uzaklaşarak) hayat safi, parlak ve kıymetli bir hale gelir.

3. Esma-i Hüsna’nın Nakışları Olarak Musibetler
İktibasın sonundaki temsil (sanatkâr zat ve model olarak kullanılan miskin adam), meselenin en mühim noktasını açıklar:
• Allah (c.c.), Sâni’-i Zülcelal (Celal Sahibi Sanatkâr) ve Fâtır-ı Bîmisal (Benzersiz Yaratıcı) olarak, Esma-i Hüsnasının (Güzel İsimlerinin) nakışlarını göstermek ister.
• Hayat, bu esmanın tecelli ettiği “murassa’ (süslü) bir gömlektir.”
• Musibetler, hastalıklar ve elemler; bu gömleğin Sânii tarafından “kesilmesi, değiştirilmesi, uzatılıp kısaltılması” gibidir.
Bunun hikmeti, farklı esmaların hükümlerini göstermektir:
• Hastalık olmasa, eş-Şâfî (Şifa Veren) ismi tecelli etmez.
• Açlık olmasa, er-Rezzâk (Rızık Veren) ismi tam bilinmez.
• Musibet olmasa, es-Sabûr (Çok Sabreden) isminin tecellisine ayna olunmaz.
• Zulüm olmasa, el-Adl (Adalet Eden) ve el-Müntakim (İntikam Alan) isimleri tam idrak edilmez.
Model olan miskin adamın (insanın), ücretini (cennet, beka, rıza) aldığı halde, sanatkâra (Allah’a) “Bana zahmet veriyorsun, güzelliğimi bozuyorsun” demeye hakkı yoktur. Çünkü o zahmetler ve değişiklikler, o sanatı (Esma-i Hüsna’yı) göstermek içindir.
Netice olarak, musibetlerde “lemaat-ı hikmet (hikmet parıltıları) içinde bazı şuaat-ı rahmet (rahmet ışınları) ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.” Yani musibetin kendisi (neticesi itibariyle) çirkin değil, güzeldir.

4. Konuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Musibetlerin bir hikmetle, imtihan ve esma tecellisi olarak gönderildiği hakikati, ayetlerde şöyle tasvir edilir:
• İmtihan ve Sabır:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”
(Bakara Suresi, 2:155)
• Müradifi: Musibetler, bir imtihan vesilesidir ve es-Sabûr ismine ayna olma davetidir.
• Güçlükle Beraber Kolaylık (Tasaffi):
“Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
(İnşirah Suresi, 94:5-6)
• Müradifi: Musibet (güçlük), yeknesaklığı kırar ve hayatı arındırarak (tasaffi) kolaylığın (yeni bir vücud mertebesinin) kıymetini gösterir.
• Hayırdaki Şer, Şerdeki Hayır:
“…Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu sevmezsiniz. Olur ki, bir şey sizin için şer iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara Suresi, 2:216)
• Müradifi: Bizim zahirî (dış) nazarımızla şer gördüğümüz şeylerde, Allah (c.c.) nice hayırlar (Esma tecellisi, uhrevî netice, hayatın tasaffisi) murad etmiş olabilir.
• Her Musibetin Kaderle Yazılmış Olması:
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(Hadid Suresi, 57:22)
• Müradifi: Bu ayet, Birinci ve İkinci Esas’ı birleştirir. Musibetler kader iledir. Onların bir kitapta yazılı olduğunu bilmek, mü’mine kederden eminlik (Birinci Esas) ve hadisenin hikmetle yaratıldığını (İkinci Esas) idrak ettirir.
Hülasa (Netice)
İktibas edilen bu iki mebhas, kadere imanın iki büyük meyvesini tasvir eder:
• Meyve-i Dünyeviyye (Dünya Hayatındaki Meyvesi): Kadere iman, kâinatın ve hadiselerin sonsuz yükünü ve kederini insanın omuzundan alır, onu Kâdir-i Mutlak olan Allah’a teslim eder. Bu, ruha hürriyet-i hakikiye (gerçek hürriyet) ve emn-i kâmil (tam bir emniyet) verir.
• Meyve-i Uhreviyye ve Hakikiyye (Ahiret ve Hakikat Meyvesi): Musibetlere kader nazarıyla bakmak, onların zahirî çirkinliğine ve elemine takılmamayı öğretir. O hadiselerin, Sâni’-i Zülcelal’in hikmetli sanatı ve Esma-i Hüsna’sının rahmetli tecellileri olduğunu gösterir. Bu bakış, şikâyeti şükre, ızdırabı teslime çevirir.

 

 

 

 

Hâtime

[Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.]

Birinci Fıkra:

Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. Yirmiikinci Söz’de gayet kat’î isbat edildiği gibi: Eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân ve kolay olur. Madem zemin ve âsumanı birisi yapmış, yaratmış. Elbette o pek hikmetli ve çok san’atkâr zât, zemin ve âsumanın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.

İkinci Fıkra:

Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahrlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.

Üçüncü Fıkra:

Sen ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.

اِنَّ اللّٰهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدّ۪ينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ

sırrınca: Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini; geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve riyadan kurtul!.

Dördüncü Fıkra:

Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Söz’ün âhirinde, şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir. Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, “Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir” demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”

Beşinci Fıkra:

Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, “Allahü Ekber” zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.

اَللّٰهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَد۪يرُ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ الْكَر۪يمُ الرَّح۪يمُ الْجَم۪يلُ النَّقَّاشُ الْاَزَلِىُّ الَّذ۪ى مَا حَق۪يقَةُ هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ كُلاًّ وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا حَقَائِقُ هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًًّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلَّا خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهِ وَ قَدَرِهِ وَ تَنْظ۪يمِهِ وَ تَقْد۪يرِهِ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ پَرْكَارِ عِلْمِهِ وَ حِكْمَتِهِ وَ تَصْو۪يرِهِ وَ تَدْبِيرِهِ بِصُنْعٍ وَ عِنَايَةٍ وَ تَزْي۪ينَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَ عِنَايَتِهِ وَ تَزْيِينِهِ وَ تَنْوِيرِهِ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاه۪يرُ لَطَائِفِ لُطْفِهِ وَ كَرَمِهِ وَ تَوَدُّدِهِ وَ تَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَ تَرَحُّمِهِ وَ تَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِ وَ كَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ
السَّرْمَدِىِّ الدَّائِمِ التَّجَلّ۪ى وَ الظُّهُورِ عَلٰى مَرِّ الْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّائِمِ اْلاِنْعَامِ عَلٰى مَرِّ الْاَنَامِ وَ الْاَيَّامِ وَ الْاَعْوَامِ نَعَمْ فَالْاَثَرُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذ۪ى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذ۪ى فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلَى الشَّاْنِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَق۪ينِ عَلٰى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَل۪يقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَق۪ينُ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلَازِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ.. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ سَلِّمْ

* * *

Bu Hâtime, bizzat Müellif’in (Bediüzzaman Said Nursî) kendi ifadesiyle, “Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden” beş fıkradan müteşekkildir.
Bu metin, yüksek seviyede bir nefis muhasebesi (nefsin tenkidi) ve enaniyetin (egonun) derûnî tahlilidir. Eski Said’in tabiatında var olan izzet-i ilmiye, gurur ve fahr (övünme) gibi hissiyatın, Kur’ân ve iman hakikatleri karşısında nasıl izale olduğunu ve “Yeni Said”in acz, fakr, şefkat ve tefekkür üzerine kurulu ubudiyet (kulluk) anlayışına nasıl teslim olduğunu tasvir eder.
Aşağıda, bu Hâtime’nin beş fıkrasının geniş ve teferruatlı izahı, mevzuyla bağlantılı ayetler ve mürâdif (destekleyici) mânalar ile birlikte takdim edilmiştir:
Hâtime’nin Geniş İzahı
Bu Hâtime, “Ene”nin (Benlik) mahiyetini anlamak ve onu Firavunluk mertebesinden (kendine varlık verme) “abdiyet” (kulluk) mertebesine çıkarmak için kaleme alınmış derûnî bir murakabe (içe bakış) metnidir.
Birinci Fıkra: Tevhidin Zarureti ve Vahdetin İsbâtı
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, kâinattaki varlıkların ve san’atlı yapıların, bir Sâni-i Zülcelâl’in (Sanatkâr Yaratıcı) varlığına kat’î bir surette delâlet ettiğini ortaya koyar. İki temel mukayese yapılır:
• Şirk (Ortak Koşma) Nazarı: Eğer her şey “birinin” (Allah’ın) olmazsa, yani yaratılış farklı sebeplere ve tabiata tevzi edilirse, o vakit “herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur.” Zira bir sineğin yaratılması için dahi, bütün kâinatı yaratacak bir kudret ve ilim gereklidir.
• Tevhid (Birlik) Nazarı: Eğer her şey “birinin” (Allah’ın) olsa, “o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân (kolay) ve kolay olur.” Zira bir baharı yaratmak, O Kudret-i Ezeliye için bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.
Bu isbattan sonra fıkra, şu neticeye varır: Madem zemin ve âsumanı (gökleri) yaratan O Zât-ı Ehad ve Samed’dir; elbette bu kâinat ağacının en mühim meyveleri, neticeleri ve yaratılış gayeleri olan “zîhayatları” (canlıları) ve hususan insanı başkasına (sebeplere, tabiata) bırakıp işi bozmayacak, hikmetli icraatını abes (anlamsız) hale getirmeyecektir. Zîhayatların şükür ve ibadetlerini, sahte mâbudlara (başka ellere) teslim etmeyecektir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Tevhidin İsbâtı ve Şirkin İmkânsızlığı :
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”
(Enbiyâ Sûresi, 21/22)
• Her Şeyin O’na Muhtaç Olması :
“Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.”
(Rahmân Sûresi, 55/29)
• Yaratılışta Abesiyet (Anlamsızlık) Olmaması :
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”
(Duhân Sûresi, 44/38-39)

İkinci Fıkra: Gurur ve Ucbun (Kendini Beğenme) Kırılması
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, nefsin “ucb” yani kendini beğenme ve “fahr” yani övünme damarını kesmek için doğrudan nefse hitap eder. “Üzüm ağacı” teşbihi (benzetmesi) kullanılır. Nefis, bir üzüm ağacına benzetilir. Ağaç, taşıdığı salkımlarla övünemez; zira o salkımları o ağaç kendi takmamıştır. Onları oraya takan, Kudret-i İlâhiyedir.
Aynen öyle de, ey nefis! Sendeki kemâlât (mükemmellikler), başarılar, ilim veya faziletler senin kendi malın değildir. Sen onlarla gururlanamaz (fahirlenemez)sin. Bütün bu “salkımları” sana takan, senin Hâlık-ı Kerîm’indir. Sana düşen fahr değil, şükürdür; gurur değil, acziyetini ve fakirliğini bilmektir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Bütün Nimetlerin Allah’tan Olması :
“Size ulaşan her nimet Allah’tandır…”
(Nahl Sûresi, 16/53 – Ayetin başı)
• İnsanın Zayıf Yaratılışı :
“…İnsan çok zayıf yaratılmıştır.”
(Nisâ Sûresi, 4/28 – Ayetin sonu)
• Mürâdif Hikmet: Bu fıkra, “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû” (Nefsini bilen, Rabbini bilir) hakikatinin bir veçhesini açar. Nefsinin “hiçliğini”, “aczini” ve “fakrını” bilen; Rabbinin “Gani” (Zengin), “Kadir” (Kudretli) ve “Bâki” (Kalıcı) olduğunu bilir.
Üçüncü Fıkra: Riya ve Hizmette İhlâsın Esası
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, nefsin en derûnî hilelerinden olan “amel-i sâlih” ile, hususan “dine hizmet etmek” ile gururlanmayı tenkit eder. Nefsin bu riyakâr (gösterişçi) gururunu kırmak için bir Hadîs-i Şerîf’i esas alır:
اِنَّ اللّٰهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدّ۪ينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ
(Meâli: “Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir (günahkâr) bir adamla da kuvvetlendirir.”) (Buhârî, Cihâd, 182; Müslim, Îmân, 178)
Üstad, nefsine der ki: Sen “müzekkâ” (temize çıkmış, arınmış) değilsin. Bu sebeple, yaptığın hizmete güvenip kendini sâlih bir kul zannetme. Belki sen, o hadiste bahsedilen “recül-i fâcir” (günahkâr adam) olabilirsin de Allah, senin elinle dinine hizmet ettiriyordur.
Öyleyse, yapılan hizmet ve ubudiyet (kulluk); gurur ve ucb vesilesi olmamalıdır. Bunlar ancak şu niyetlerle yapılmalıdır:
• Geçen Nimetlerin Şükrü: Sana verilen hayat, sağlık, ilim gibi nimetlerin bir teşekkürüdür.
• Vazife-i Fıtrat: Yaratılışının (fıtratının) bir gereği ve vazifesidir.
• Farîza-i Hilkat: Yaratılışının (hilkatinin) zorunlu bir borcudur.
• Netice-i San’at: Allah’ın sendeki san’atının tabii bir neticesidir.
Bu niyetle yapılan hizmet, insanı ucb ve riyadan kurtarır, ihlâsa (samimiyete) kavuşturur.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Nefsi Temize Çıkarmamak :
“…Artık kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah’a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir.”
(Necm Sûresi, 53/32 – Ayetin sonu)
• Amellerde İhlâsın (Samimiyetin) Emredilmesi :
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.”
(Beyyine Sûresi, 98/5)
• Riyanın Amelleri İptal Etmesi :
“Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş (riya) için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın…”
(Bakara Sûresi, 2/264 – Ayetin başı)
Dördüncü Fıkra: Hakikî Marifet ve Fenâdan Bekâya Yükseliş
Fıkra Analizi:
Bu fıkra, Hâtime’nin en mühim ve derûnî kısmıdır. “Hakikat ilmi” ve “hakikî hikmet”in ne olduğunu açıklar: Bunlar, “Cenâb-ı Hakk’ın marifetini kazanmak”tır (Allah’ı tanımaktır).
Bu marifetin esası şudur: Bütün mevcudatın (varlıkların) hakikatleri, “İsm-i Hakk’ın şuaatı (yansımaları), esmasının tezahüratı (görünümleri) ve sıfâtının tecelliyatıdırlar (belirmeleridir).” Her bir şeyin hakikati, Allah’ın bir ismine (mesela ‘Musavvir’, ‘Sâni’, ‘Hakîm’ gibi) dayanır. Eğer o isme dayanmazsa, varlık “hakikatsız, ehemmiyetsiz bir suret” hükmüne düşer.
Fıkra daha sonra nefsin aldandığı “dünya hayatı”nın hakikatini açar. Maddî hayat, sadece “bulunduğun dakikadır.” O dakikadan evvelki bütün zaman (mazi) “meyyittir, ölmüştür.” O dakikadan sonraki bütün zaman (müstakbel) ise “ademdir, hiçtir.” Demek ki nefsin güvendiği maddî hayat, “bir ân-ı seyyale” (akıp giden bir an) kadardır.
Madem hakikat budur, çözüm: “Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık.” Zira o manevî hayat mertebelerinde, bizim için ölü olan mazi ve yokluk olan müstakbel; “haydır, hayatdar ve mevcuddur.” (Ehl-i velâyet, nazar-ı iman ile maziye ve müstakbele bir “zaman-ı hazır” gibi bakabilir.)
Bu hakikati anlayan nefis (artık Eski Said değil, Yeni Said’in kalbi), şu meşhur feryadı eder:
“Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed (ebedî güneş) isterim.
Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”
Bu, nefsin fenâsından (fâniliğini idrak etmesinden) geçip, Zât-ı Bâki ile bekâ bulmanın (kalıcılık kazanmanın) ilanıdır.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Her Şeyin Fâni, Yalnız O’nun Bâki Olması :
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
(Rahmân Sûresi, 55/26-27)
• Hakikî Yöneliş (Ruhumu Rahman’a teslim eyledim) :
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”
(En’âm Sûresi, 6/79)
• Allah’ın Nur Olması (Şems-i Sermed) :
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur…”
(Nûr Sûresi, 24/35 – Ayetin başı)
Beşinci Fıkra: “Allahü Ekber” Tefekkürü (Eserden Müessire İntikal)
Fıkra Analizi:
Bu Arapça fıkra, “Allahü Ekber” (Allah en büyüktür) zikrinin ihtiva ettiği otuz üç tefekkür mertebesinden sadece bir mertebeye işarettir. Muhtevası, kâinattaki her şeyin O’nun isim ve sıfatlarının bir tecellisi olduğunu tasvir eder. Kâinat;
• O’nun Kaza ve Kader kaleminin “hatları” (çizgileri),
• İlim ve Hikmet pergelinin “nakışları”,
• San’at ve İnayet elinin “tezyinatı” (süslemeleri),
• Lütuf ve Kereminin “çiçekleri” (ezâhir),
• Rahmet ve Nimetinin “semereleri” (meyveleri),
• Ve Cemâl ve Kemâlinin “tecelliyatının parıltıları”dır (lem’alarıdır).
Fıkranın ikinci kısmı, marifetullah yolunda (Allah’ı tanıma) muazzam bir mantıkî silsileyi (zincirleme) kurar:
• el-Eserü’l-Mükemmel (Mükemmel eser) -> el-Fi’lü’l-Mükemmel’e (Mükemmel fiile/eyleme) delâlet eder.
• el-Fi’lü’l-Mükemmel -> el-İsmü’l-Mükemmel’e (Mükemmel isme) delâlet eder. (Mesela ‘ihya’ fiili, ‘Muhyî’ ismine).
• el-İsmü’l-Mükemmel -> el-Vasfü’l-Mükemmel’e (Mükemmel sıfata) delâlet eder. (Mesela ‘Muhyî’ ismi, ‘Hayat’ sıfatına).
• el-Vasfü’l-Mükemmel -> eş-Şe’nü’l-Mükemmel’e (Mükemmel şe’ne/duruma) delâlet eder.
• eş-Şe’nü’l-Mükemmel -> Kemâl-i Zât’a (Zât’ın mükemmelliğine) yakînî olarak delâlet eder.
Netice: “Aynaların fâni olması” (tefânî-i merâyâ), yani mevcudatın sürekli gelip geçmesi, yok olması (zeval bulması) ve fakat “tecellinin dâimî olması” (tecellî-i dâim); bu görünen güzelliğin (Cemâl-i Zâhir) aynalara (mazharlara/varlıklara) ait olmadığını isbat eder. Bu güzellik, “Cemâl-i Mücerred” (soyut, aşkın güzellik) sahibine, yani “Vâcibü’l-Vücûd”a (varlığı zorunlu olan) ve “Bâkî-i Vedûd”a (Kalıcı ve Seven) aittir.
Bağlantılı Ayetler ve Mürâdif Mânalar:
• Eserden Müessire Bakış (Tefekkür) :
“Bakmıyorlar mı deveye, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne, nasıl yayılmış?”
(Gâşiye Sûresi, 88/17-20)
• İsimlerin ve Sıfatların Kemâli :
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin…”
(A’râf Sûresi, 7/180 – Ayetin başı)
• Zât’ın Mükemmelliği ve Benzersizliği :
“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Şûrâ Sûresi, 42/11 – Ayetin ortası)
Hülâsa (Özet):
Bu Hâtime, “Eski Said”in şahsında temsil edilen enaniyetin (gurur, ucb, riya, fahr) nasıl bir mantıkî ve derûnî muhasebe ile kırıldığını; Tevhid hakikati, nimetin sahibini bilme, ihlâsın zarureti, dünyanın fâniliği ve marifetullahın (Allah’ı tanımanın) yegâne hakikat oluşuyla nefsin nasıl teslime mecbur edildiğini tasvir eden muazzam bir tefekkür ve tezkiye metnidir.

 

 

 

 

Tılsım-ı kâinatı keşfeden, Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını halleden

Otuzuncu Söz

“Ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır.

Şu Söz iki maksaddır. Birinci Maksad, “Ene”nin mahiyet ve neticesinden; İkinci Maksad, “zerre”nin hareket ve vazifesinden bahseder.

Birinci Maksad

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:

Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır,
bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:

Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.

SUAL:

Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?

ELCEVAB:

Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar.
Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir.

Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vâcib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.

İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder.

لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanette hıyanet eder,

وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا

altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.

اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ

mealini gösterir. Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.

İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. Onbirinci Söz’de mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, -mana-yı harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruzname olduğu gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Söz’deki tafsilata iktifaen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa gel, hakikata giriyoruz.

İşte bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları

{(Haşiye): Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.}

beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.

Nübüvvetin vechi olan birinci vecih:

Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebaîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti, vehmiyedir. Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk’e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal’in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı onun elindedir; herşeye Kadir-i Mutlak’tır. Esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır. İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelal bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

İkinci vecih ise:

Felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.

O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhâssa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’î isbat etmişiz. Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz u za’f, fakr u ihtiyaç, naks u kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.

İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.

İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir. Çünki felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ “Elhükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der.

{(Haşiye-1): Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.}

Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide

{(Haşiye-2): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.}

yapmıştır. O şecerenin kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi şu hakikatı tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sadıkasından tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak üç-dört misal zikrediyoruz.

Meselâ:

Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden

تَخَلَّقُوا بِاَخْلَاقِ اللّٰهِ

kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vâcib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vâcib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede? Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadîr, kavî, gani ve müstağni olan Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti nerede?..
İkinci Misal:

Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.

Üçüncü Misal:

Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden

اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ

yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek bir tek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan

اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ عَنْهُ اِلَّا الْوَاحِدُ

“Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât bir tek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadîr-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.

Dördüncü Misal:

Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâni’ine ait neticeleri, Fâtır’ına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?
Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatında bir derece gösterildiğinden kısa kestik. İşte bu dört misale, binler misali kıyas edebilirsin. “Lemaat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.

Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile imamları, zînet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarrî ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip; “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.

Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zâtında hava gibi zaîf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır.

مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَم۪يمٌ

der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:

Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. Hem Onuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.

İşte bu hurafatlara sair mes’elelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tagutlardandır.

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

Geçen hakikatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayaliye suretinde nim-manzum olarak “Lemaat”ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin mealini şurada zikretmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:

Bu risalenin te’lifinden sekiz sene evvel İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki, Fatiha-i Şerife’nin âhirinde

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّٓالّ۪ينَ

ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rü’yaya benzer bir hâdise gördüm ki:

Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldiki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.

Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo

{(Haşiye): Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: “Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları garkeden madde, ayağımı da ıslatamadı. Evet büyük bir padişahın, onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”}

gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatın bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatıma dönüyorum.

Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi. Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatın zulümatını dağıtır. Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’anın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayatdar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.

Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin değil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat’edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatımda öyle acaib ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdid eder, herşey bana müşkilât peyda eder. Fakat yine Kur’andan bana verilen bir vasıta-i seyahatımla geçiyordum, galebe çalıyordum. Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahatı bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise… O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesimi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım: Biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiş sahraya getirdi. Baktım ki: Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latif bir nesim, en leziz bir âb, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki: O asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatımda ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm. anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir.

İşte

وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât olduğunu hissettiniz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ

ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir.

اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.

* * *******

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz’ün “Birinci Maksad”ı, “Ene” (Enaniyet) bahsinin en derin ve esaslı izahlarından birini teşkil etmektedir.
Bu “Söz”, kâinatın tılsımını keşfeden Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını, yani “Ene” (Benlik) ve “Zerre” (Atom/parçacık) mefhumlarını halletmektedir. Birinci Maksad, hususiyetle “Ene”nin mahiyetini ve bu mahiyetin yol açtığı iki büyük neticeyi tasvir eder.
Giriş: “Ene”nin Çift Yönlü Çekirdek Mahiyeti
Otuzuncu Söz, “Ene”yi, yani insanın kendisini “ben” olarak ifade etme kabiliyetini ve şuurunu, çift kutuplu bir çekirdeğe benzetir. Bu çekirdek:
• Şecere-i Tûbâ: İman ve ubudiyet (kulluk) ile sulandığında, dalları bütün âlem-i insaniyeti saadet ve fazilet meyveleriyle donatan nurani bir “Tûbâ Ağacı”na inkılab eder.
• Şecere-i Zakkum: Küfür ve tuğyan (azgınlık) ile beslendiğinde ise, şirk ve dalalet (sapıklık) karanlıklarını yayan müthiş bir “Zakkum Ağacı”na dönüşür.
Bu bahsin temelini teşkil eden ve metnin hemen başında zikredilen ayet-i kerime, “Emanet” mefhumudur.
1. “Ene” ve “Emanet-i Kübra” (En Büyük Emanet)
Metin, “Ene”nin, semavat, arz ve dağların yüklenmekten korktuğu “Emanet”in müteaddid (birçok) vecihlerinden (yönlerinden) sadece bir ferdi olduğunu beyan eder. Bu emanet, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ
– Ahzâb, 33/72): “Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
“Ene”, bu emanetin ta kendisidir. Zira “ben” diyebilme kabiliyeti, insana hem Sâni’-i Hakîm’in (Sanatlı Yaratıcı’nın) esmasını tanıyabilme istidadını vermiş, hem de firavunlaşabilme potansiyelini yüklemiştir. İnsanın “zalûm” (çok zalim) ve “cehûl” (çok cahil) olması, bu “Ene” emanetine hıyanet etme cihetinden kaynaklanır.

2. “Ene”nin Vazifesi: Bir “Vâhid-i Kıyasî” (Kıyaslama Birimi) Olmak
Metin, “Ene”nin niçin verildiğini izah ederken, onun hakikî bir vücudu olmadığını, ancak farazî (varsayımsal) ve vehmî (tasavvura dayalı) bir “vâhid-i kıyasî” olduğunu belirtir.

Sual: Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti (bilinmesi) neden enaniyete bağlıdır?
Cevap: Çünkü Cenab-ı Hakk’ın sıfatları (ilim, kudret, irade vb.) mutlak, muhit ve hududsuzdur. Hudutsuz olan bir şeyin mahiyeti idrak edilemez, ona bir şekil verilemez.
• Müradif Mefhum (İlgili Kavram): Işık ve Karanlık. Metnin verdiği misalde olduğu gibi, daimi bir ziya (ışık), bir karanlık hattı (hakikî veya vehmî) çekilmedikçe bilinmez ve hissedilmez.
“Ene”, işte bu vehmî karanlık hattını çizer. İnsan, kendisindeki farazî mâlikiyet (“bu ev benimdir” demesi) ile Cenab-ı Hakk’ın hakikî mâlikiyetini (“bütün kâinat O’nundur”) idrak eder. Kendindeki cüz’î ilim ölçücüğü ile Allah’ın muhit ilmini anlar. Kendindeki kesbî san’atçığı (yaptığı küçük sanatlar) ile Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını (eşsiz yaratma sanatını) fehmeder.
Demek ki “Ene”, kâinatın tılsımını ve Allah’ın gizli hazinelerini (künuz-u mahfiye) açan bir miftah (anahtar), bir mizan (terazi) ve bir âyine-misaldir (ayna gibidir).

3. “Ene”nin İki Yüzü: “Mana-yı Harfî” ve “Mana-yı İsmî”
Metin, “Ene”yi iki yüzü olan bir “elif”e benzetir. İnsanın bütün hidayet veya dalaleti, bu iki bakış açısından birini tercih etmesine bağlıdır.

A. Mana-yı Harfî (Hidayet ve Ubudiyet Yüzü)
Bu vecihte (yönde) “Ene”, mana-yı harfî ile, yani “başkasının manasını gösteren” bir alet olarak kullanılır.
• Mahiyeti: Vücudu tebaîdir (başkasına tabidir), zılliyedir (bir gölgedir), hakikî değildir.
• Vazifesi: Kendi Hâlık’ının sıfatlarına mikyas (ölçü) olmaktır.
• Neticesi: Bu şuurda olan “Ene”, farazî mâlikiyetini terk eder ve “لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ” (“Mülk O’nundur, hamd O’nadır”) der. Hakikî ubudiyetini (kulluğunu) takınır ve “ahsen-i takvim” makamına (en güzel yaratılış seviyesine) çıkar.
Bu, “nefsini tezkiye etme” halidir ve şu ayetle müjdelenmiştir:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙ ﴿٧﴾ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙ ﴿٨﴾ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ ﴿٩﴾
Meali (- Şems, 91/7-9): “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”

B. Mana-yı İsmî (Dalalet ve Şirk Yüzü)
Bu vecihte “Ene”, mana-yı ismiyle, yani “kendi manasını taşıyan”, bizzat var olan, aslî bir hakikat gibi görülür.
• Mahiyeti: Kendini mâlik itikad eder. Vücudunu aslî zanneder.
• Vazifesi: Unutulur, terk edilir.
• Neticesi: Emanete hıyanet eder. Başlangıçta ince bir tel olan “Ene”, gaflet ve inkâr toprağı altında kalınlaşır, sahibini yutan bir ejderha olur.
• İlerleyişi: Sonra kıyas-ı binnefs (kendine kıyaslama) ile her şeyi ve herkesi kendi gibi müstakil zanneder. Cenab-ı Hakk’ın mülkünü esbaba (sebeplere) ve tabiata taksim eder. Bu ise, metnin işaret ettiği üzere, en büyük zulüm olan şirktir.
Bu, “nefsini kötülüklere gömme” halidir ve şu ayetle ihtar edilmiştir:
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ ﴿١٠﴾
Meali (- Şems, 91/10): “Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
Bu şirk halinin zulüm olduğuna dair ayet-i kerime ise şöyledir:
…اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Meali (Lokmân, 31/13): “…Muhakkak ki şirk (Allah’a ortak koşmak) büyük bir zulümdür.”

4. İki Azîm Silsile: Nübüvvet ve Felsefe
Metne göre, Hazret-i Âdem’den (a.s.) bu yana gelen iki büyük düşünce cereyanı, “Ene”ye olan bu iki farklı bakış açısından doğmuştur:

A. Silsile-i Nübüvvet (Peygamberlik Zinciri – Şecere-i Tûbâ)
“Ene”ye mana-yı harfî ile (ubudiyet vecihinde) bakmışlardır.
• Gaye (Hedef): İnsaniyetin gayesi, “Ahlâk-ı İlahiye ile tahalluk etmek” (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak) ve bununla beraber kendi aczini, fakrını, naksını (acizliğini, fakirliğini, kusurunu) bilerek Allah’ın kudretine iltica, rahmetine itimad etmektir.
• Düstur (İlke): Kâinatta düstur-u teavün (yardımlaşma ilkesi) caridir. Zerrelerden güneşlere kadar her şey birbirinin yardımına koşar.
• Tevhid (Birlik): Düsturları “اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ” (Birlik sahibi olan, ancak Bir’den sudûr eder/çıkar) esasıdır. Eşyadaki birlik ve intizam, Sâni’in birliğini isbat eder.

B. Silsile-i Felsefe (Diyanete itaat etmeyen Felsefe – Şecere-i Zakkum)
“Ene”ye mana-yı ismî ile (rububiyet vecihinde) bakmışlardır.
• Gaye (Hedef): Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerin dahi gayesi, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib” (Vâcib-ül Vücud’a benzemek) olmuştur. Bu, insanın acz ve fakrını unutan firavunane bir hükümdür.
• Düstur (İlke): Kâinatta düstur-u cidal (çatışma ilkesi) esastır. “Hayat bir cidaldir” diyerek zulmü alkışlamışlar ve “Elhükmü lil-galib” (Hüküm galibindir) demişlerdir.
• Tevhid (Birlik): Düsturları “اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ عَنْهُ اِلَّا الْوَاحِدُ” (Bir’den ancak bir sudûr eder) safsatasıdır. Bu ilke, Allah ile mahlukat arasına “akl-ı evvel” gibi vasıtalar koyarak, sebeplere (esbaba) ve tabiata rububiyet (yaratıcılık ve idare) payı vermiş, şirke kapı açmıştır.
• Hikmet: Kâinattaki eşyanın hikmetini (varlık sebebini) sadece kendine veya insana bakar zannetmişlerdir. Bu ise, misalde geçtiği gibi, “koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak” gibi abesiyettir. Halbuki nübüvvetin gösterdiği gibi (وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ – “Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin” [İsrâ, 17/44]), her şeyin Sâni’ine bakan binler hikmeti vardır.

5. Netice ve Seyahat-ı Hayaliye (Hulasası)
Metnin sonunda zikredilen “seyahat-ı hayaliye” (hayalî seyahat), bu iki mesleğin farkını Fatiha Suresi’nin son ayetleri ışığında tasvir eder:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ﴿٦﴾ صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ ﴿٧﴾
Meali ( Fâtiha, 1/6-7): “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”
• وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ (Sapıkların Yolu): Bu, “Tabiiyyun” (Naturalistler) mesleğidir. “Ene”ye mana-yı ismiyle bakıp tabiat tünelinde hakikati arayanlardır. İbn-i Sina gibiler dahi bu yolda boğulmuş, hakikate vasıl olamamışlardır.
• غَيْرِ الْمَغْضُوبِ (Gazaba Uğrayanların Yolu): Bu, “Esbabperestler”in (Sebeplere tapanların) ve Meşaiyyun hükemasının (Aristo takipçisi filozofların) mesleğidir. Yalnız akıl ile ve sebeplere tesir vererek hakikate gitmek isterler.
• اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (Nimet Verilenlerin Yolu): Bu, Ehl-i Kur’an’ın “Sırat-ı Müstakim”idir. “Ene”ye mana-yı harfî ile bakıp, Kur’an’ın ayetlerini bir “asansör” gibi kullanarak, tabiatın ve sebeplerin fevkine (üstüne) çıkan, en kısa, en selâmetli, semavî yoldur.

Hulasa (Özet)
“Ene”, Allah’ın insana verdiği, Kendi mutlak sıfatlarını idrak edebilmesi için bir ölçü aletidir. Eğer insan bu aletin farazî ve alet olduğunu bilir (mana-yı harfî), onu sadece bir vâhid-i kıyasî olarak kullanırsa, emaneti eda eder, “ahsen-i takvim”e çıkar ve Tûbâ ağacının meyvesi olur.
Eğer gafletle bu aleti asıl zanneder (mana-yı ismî), kendini müstakil bir mâlik ve fâil görürse, emanete hıyanet eder, şirke düşer ve Zakkum ağacına çekirdek olarak “esfel-i sâfilîn”e (aşağıların en aşağısına) düşer.

 

 

 

 

İkinci Maksad

[Tahavvülât-ı zerrata dair]

Şu âyetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَاْت۪ينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَ رَبّ۪ى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ

[Şu âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu maksad, bir “Mukaddime” ile “Üç Nokta”dan ibarettir.]

Mukaddime

Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa Maddiyyun ve Tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Çünki bütün mevcudat gibi zerreler ve herbir zerre, mebde’-i hareketinde “Bismillah” der. Çünki nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünki bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.

Evet tahavvülât-ı zerrat;

{(Haşiye): İkinci Maksad’ın tahavvülât-ı zerratın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.

Kur’an-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir, “İkisi birdir”; bir kısmı, “Ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlarına dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: “İlm-i İlahînin ünvanlarıdır” demişler. Fakat Kur’anın feyzi ile şöyle kanaatım gelmiş ki: “İmam-ı Mübin”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşey’in vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmialtıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet şu “İmam-ı Mübin”, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san’atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın proğramlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan proğramları ve fihristeleri ve o fihriste ve proğramları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasıl “İmam-ı Mübin”, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal-budak salan şecere-i hilkatin bir proğramı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki “İmam-ı Mübin”, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir.

Amma “Kitab-ı Mübin” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. “İmam-ı Mübin” kader defteri ise, “Kitab-ı Mübin” kudret defteridir. Yani herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında kemal-i san’at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nafizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip; birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; herbir şey’in hususî vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu “İmam-ı Mübin” gibi kader ve cüz’-i ihtiyarî mesailinde isbat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basîrane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler. Hâşâ, “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icadediyor, zerratı tahrik ediyor.

Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır. Amma “Levh-i Mahv-İsbat” ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşeyin bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi, “Levh-i Mahv-İsbat”taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

}

âlem-i gaybdan olan, herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten, teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den istinsah ile ve seyyal zamanın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv-İsbat”ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.

BİRİNCİ NOKTA:

İki Mebhastır.

Birinci Mebhas:

Her zerrede -hem hareketinde, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünki Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmiikinci Söz’de tafsilen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünki anasırın herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. Evet havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza.. o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebatata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, mikdarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe’ olmak kabil olduğundan hangi tohum gelse o zerrede, yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler enva’ı adedince muntazam manevî makine ve fabrikaları bulunması veyahut mu’cizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle o vazifeler gördürülür.

Evet nasılki bir acemî, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam Avrupa’ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadane kemal-i intizam ile herbir san’atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san’atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir. Hem nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gayet san’atlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: “O adam, gayet mu’cizekâr bir zâtın menşe-i mu’cizatı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.” Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer mektubat-ı Samedaniye, birer antika-i san’at-ı Rabbaniye, birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekât ve hidematları; bir Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Kerim-i Zülcemal’in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi herbiri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasını ilân eden birer ayrı ilânname ve kemalâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe’ ve medar olmaları; Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat’îdir. Âmennâ.

İkinci Mebhas:

Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.

Şimdi, Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Nümune olarak birkaçına işaret ediyoruz.

Birincisi:

Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her bir tek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her bir tek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve bir tek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için, Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.

İkincisi:

Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal; şu dünyayı, bahusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır. Yani neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir surette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu’cizat-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedayasını, nihayetsiz kudretinin mu’cizatının nümunelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.

Üçüncüsü:

Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünat-ı itibariyeyi değiştirmekle, maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünat-ı itibariye ve teşahhusat-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zahiren fâni oldukları halde; onların maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sabit ve bâki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.

Dördüncüsü:

Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelal, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.

Beşincisi:

Nihayetsiz kemalât-ı İlahiyeyi, hadsiz celevat-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi ve gayr-ı mütenahî tesbihat-ı Rabbaniyeyi şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemal-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemal-i intizamla tavzif ederek; mütenahî bir zamanda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenahî tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır. Yoksa herbir zerrede, güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.

Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.

İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.

(Üçüncü Nokta’da altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.)

*************

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

İkinci Maksad: Tahavvülât-ı Zerrat Bahsinin Geniş ve Detaylı İzahı
Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen bu İkinci Maksad, kâinatın temel yapı taşları olan “zerreler”in (atomların ve parçacıkların) hareketlerini (tahavvülâtını) ele alarak, bu hareketlerin Maddiyyun (Materyalistler) ve Tabiiyyunların (Naturalistlerin) iddia ettiği gibi tesadüfî, gayesiz ve manasız olmadığını; bilakis, her bir zerrenin hareketinin, Nakkaş-ı Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın ilim, irade ve kudreti tahtında cereyan eden, son derece hikmetli ve manidar bir “yazı” ve “tesbih” olduğunu isbat eder.
Bu bahis, kâinattaki en küçük bir hareketin dahi Vâcibü’l-Vücud’un varlığına ve birliğine (Vahdaniyet) nasıl parlak bir delil teşkil ettiğini, Kur’an-ı Hakîm’in nazarıyla ortaya koyar.
Metnin tahlilini, âyetler ve müradif kavramlarla zenginleştirerek şu başlıklar altında izah edebiliriz:

1. Mukaddime: Zerrelerin Hareketi “Tesadüf” Değil, “Tesbih”tir
Metnin mukaddimesi, zerrelerin hareketine dair iki zıt bakış açısını tenkit ve isbat metoduyla ele alır:
• Reddedilen Görüş (Maddiyyun Tevehhümü): Materyalist ve tabiatperest düşünce, zerrelerin hareketini “tesadüf oyuncağı” ve “karışık, manasız bir hareket” olarak tevehhüm eder. Bu bakış açısı, kâinattaki hârika nizamı ve san’atı görmezden gelir.
• Kabul Edilen Hakikat (Kur’anî Nazar): Hakikatte ise “tahavvülât-ı zerrat”; Nakkaş-ı Ezelî’nin (Cenâb-ı Hak), kudret kalemiyle kâinat kitabına yazdığı “âyât-ı tekviniye”nin (varoluşsal âyetlerin) yazılması sırasındaki “ihtizazatı ve cevelanıdır” (titreşimleri ve dolaşımıdır).
Bu hakikati isbat için iki mühim nokta zikredilir:
• Mebde’-i Hareket (Hareketin Başı): “Bismillah”
Her bir zerre, hareketine başlarken “Bismillah” der. Bunun isbatı; zerrelerin kendi kuvvetlerinin kat kat fevkinde olan nihayetsiz yükleri kaldırmasıdır. Misal olarak, “buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması” gösterilir. Bir zerre, kendi başına bu vazifeyi yapamaz; ancak “Bismillah” diyerek, yani Allah’ın namıyla ve kuvvetiyle hareket ederek bu hârika vazifeyi görebilir.
• Hitam-ı Vazife (Vazifenin Sonu): “Elhamdülillah”
Her bir zerre, vazifesi bittiğinde “Elhamdülillah” der. Bunun isbatı; ortaya çıkan neticenin, “bütün ukûlü (akılları) hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at” ve “faideli bir hüsn-ü nakış” (güzel nakış) sergilemesidir. Ortaya çıkan bu eser (misal olarak “nar ve mısır” zikredilir), Sâni’-i Zülcelal’in medihlerini ilan eden bir “kaside-i medhiye” hükmüne geçer.

Âyetler ve Müradif Kavramlar:
Metnin başında iktibas edilen âyet, bu bahsin temelini teşkil eder:
• Sebe’ Sûresi, 3. Âyet:
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَاْت۪ينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَ رَبّ۪ى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اﻜْبَرُ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “İnkâr edenler, ‘Kıyamet bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır, gaybı bilen rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey yoktur ki, her şeyi açıklayan bir kitapta (kitâb-ı mübîn) bulunmasın.'”)
• İzahı: Bu âyet, zerrelerin hareketinin Cenâb-ı Hakk’ın “İlm-i Muhit”inden (her şeyi kuşatan ilminden) hariç olmadığını ve her şeyin bir “Kitab-ı Mübin”de kayıtlı olduğunu beyan ederek, tesadüf fikrini kökünden çürütür.
2. Haşiye: Kâinatın Üç Temel Defteri (İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahv-İsbat)
Bu mühim haşiye, zerrelerin hareketinin hangi ilahî kanunlar dairesinde cereyan ettiğini izah eder. Kur’an-ı Hakîm’de zikredilen bu üç kavram, İlm-i İlahînin farklı ünvanları ve tecelligâhlarıdır:
• İmam-ı Mübin (İmâm-ı Mübîn):
• Nazar Ettiği Alan: Âlem-i Şehadetten (görünen âlemden) ziyade Âlem-i Gayb’a (görünmeyen âleme) bakar. Zaman-ı halden (şimdiki zamandan) ziyade mazi ve müstakbele (geçmiş ve geleceğe) nazar eder.
• Mahiyeti: Eşyanın vücud-u zahirîsinden (dışsal varlığından) ziyade, aslına, nesline, köklerine ve tohumlarına bakar. O, “Kader-i İlahînin bir defteridir.”
• Vazifesi: Bütün hilkatin (yaratılışın) bir “proğramı” ve “fihristesi” hükmündedir. Bir çekirdeğin, koca bir ağacın bütün teşkilatını ve fihristesini ihtiva etmesi gibi, İmam-ı Mübin de bütün eşyanın manevî programlarını ve evamir-i tekviniyeyi (varoluşsal emirleri) tazammun eder.
• Zerrelerle Bağlantısı: Zerreler, eşyanın vücudundaki hizmetlerine ve hareketlerine, “İmam-ı Mübin’in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile” sevk edilir.
• Kitab-ı Mübin (Kitâb-ı Mübîn):
• Nazar Ettiği Alan: Âlem-i Gayb’dan ziyade Âlem-i Şehadet’e (görünen âleme) bakar. Mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra (şimdiki zamana) nazar eder.
• Mahiyeti: İlim ve emirden ziyade, “Kudret ve İrade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır.” Eğer İmam-ı Mübin “kader defteri” ise, Kitab-ı Mübin “kudret defteri”dir.
• Vazifesi: Her şeyin vücuduna, mahiyetine, sıfatlarına kemal-i san’at ve intizam ile vücud giydirildiği, suretlerinin tayin ve teşhis edildiği defterdir. Ehl-i gafletin “Tabiat” namıyla tesmiye ettiği kör ve şuursuz kuvvet, hakikatte bu Kitab-ı Mübin’in eşyadaki cilvesinden ve aksinden ibarettir.
• Levh-i Mahv-İsbat (Levh-i Mahv-İsbât):
• Mahiyeti: Sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın, “daire-i mümkinatta” (mümkünat âleminde), yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyadaki “mütebeddil bir defteri” (değişken bir defteri) ve “yazar bozar bir tahtasıdır.”
• Vazifesi: “Hakikat-ı zaman” olarak tasvir edilir. Kudret-i İlahiye, İmam-ı Mübin’in imlâsı (Kader) ve Kitab-ı Mübin’den istinsah (Kudret) ile, mevcudatı bu “zamanın sahife-i misaliyesi” olan Levh-i Mahv-İsbat’ta yazar, icad eder ve zerratı bu yazma fiiliyle tahrik eder.
Hülâsa: Zerrelerin hareketi (tahavvülât-ı zerrat), eşyanın Âlem-i Gayb’dan (İlimden) Âlem-i Şehadet’e (Kudrete) geçişi esnasında, zaman sahifesinde (Levh-i Mahv-İsbat) yazılan “kelimat-ı kudret”in (kudret kelimelerinin) manidar “ihtizazatıdır” (titreşimleridir).
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
• İmam-ı Mübin için:
اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (imâm-ı mübîn) sayıp yazmışızdır.” – Yâsîn Sûresi, 12)
• Müradifler: Kader, İlm-i Ezelî, Levh-i Mahfuz, Program, Fihriste, Desatir-i İlmiye (İlmî düsturlar).
• Kitab-ı Mübin için:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ
(Meali: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (kitâbin mübîn).” – En’âm Sûresi, 59)
• Müradifler: Kudret-i Kâmile, İrade-i Nafize, Defter-i Kudret, Âlem-i Şehadet, Tasarruf-u İlahî, Kavanin-i İrade (İrade kanunları).

3. Birinci Nokta (Birinci Mebhas): Her Zerrede Parlayan İki Nur-u Tevhid
Bu mebhas, her bir zerrenin, hem hareketinde hem de sükûnetinde, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) iki parlak nurunu nasıl gösterdiğini isbat eder. Bu, şirkin imkânsızlığını gösteren en kuvvetli delillerdendir.
Eğer bir zerre “memur-u İlahî” olmazsa, yani Allah’ın emri ve izniyle hareket etmezse, o vakit o zerrenin kendi başına bu işleri yapabilmesi için şu vasıflara sahip olması lâzım gelir:
• Nihayetsiz bir ilim
• Hadsiz bir kudret
• Her şeyi görür bir göz
• Her şeye bakar bir yüz
• Her şeye geçer bir söz
Misallerle İzahı:
• Hareketli Zerre (Hava): Havanın bir zerresi (“zerre-i havaiye”), aynı anda binlerce farklı çiçeğin, meyvenin ve canlının (zîhayatın) cisminin binasına girer. Her birinin teşkilatı (yapısı), nizamı ve programı birbirinden tamamen farklıdır (Bir incir fabrikası, bir nar fabrikasından farklıdır). O şuursuz zerre, girdiği her yerde “gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler.” Bu, o zerrenin ya bütün bu programları bilen bir “ilm-i muhit” sahibi olduğunu ya da bir Bilen’in emriyle hareket eden bir “memur” olduğunu isbat eder. Birinci şık muhal (imkânsız) olduğundan, ikinci şık vâcib (zorunlu) ve kat’îdir.
• Sâkin Zerre (Toprak): Toprağın bir zerresi veya “misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprak”, kendisine atılan binlerce farklı tohumun her birine “medar ve menşe'” (kaynak ve köken) olur. O bir avuç toprakta, o tohumların açılması için gerekli bütün cihazat ve manevî fabrikalar mevcuttur. Bu durum, o toprağın ya her şeyi hiçten icad eden bir “mu’cizekâr ilim ve kudret” sahibi olduğunu ya da bir “Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle” bu vazifeleri gördüğünü gösterir.
Netice: Zerrelerin bu hârika hizmetleri, iki kerre iki dört eder kat’îliğinde, onların “Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik” bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle hareket ettiğini isbat eder.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
• Memuriyet ve İtaat:
هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ السَّك۪ينَةَ ف۪ي قُلُوبِ الْمُؤْمِن۪ينَ لِيَزْدَادُٓوا ا۪يمَانًا مَعَ ا۪يمَانِهِمْۜ وَلِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۙ
(Meali: “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” – (Fetih Sûresi, 4)
• İzahı: Zerreler, “göklerin ve yerin orduları” (cünûdü’s-semâvâti ve’l-arz) olan o “memur-u İlahî”lerdir.
• San’attaki Nizam ve Yanlışsızlık:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
(Meali: “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk (tefâvüt) göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” – Mülk Sûresi, 3)
• İzahı: Zerrelerin hareketindeki “yanlışsız” işleyiş, Rahmân’ın yaratışındaki bu kusursuzluğun ve nizamatın bir cilvesidir.

4. Birinci Nokta (İkinci Mebhas): Zerrelerin Hareketindeki Beş Hikmet
Maddiyyunların “hikmetsiz” ve “abes” zannettiği zerrelerin hareketleri, hakikatte Kur’an nazarıyla bakıldığında pek çok ulvî gaye ve hikmete hizmet eder. Metinde bu hikmetlerden beş tanesi nümune olarak zikredilir:
• Tecdid ve Tazelendirmek (Yenileme): Cenâb-ı Hak, “tecelliyat-ı icadiyesini” (yaratma tecellilerini) tazelemek için zerreleri tahrik eder. Her sene tek bir ruha (model gibi) taze bir cesed giydirir, bir tek hakikati başka suretlerde gösterir. Kâinatların ve mevcudatların taife taife gelip gitmelerine zemin hazırlar.
• Zemin Tarlasında Mu’cizat-ı Kudreti Göstermek (Kudret Mucizelerini Ekmek): Mâlik-ül Mülk, rûy-i zemini (yeryüzünü) taze mahsulât vermeye kabil bir “tarla” suretinde yaratmıştır. Zerratı bu tarlada hikmetle tahrik ederek her an “mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir” ve rahmet hazinelerinin hediyelerini izhar eder.
• Esma-i İlahiyenin Nakışlarını İfade Etmek (İlahî İsimlerin Desenlerini Göstermek): “Mahdud bir zeminde (sınırlı bir yerde) hadsiz nukuş (sınırsız desenler)” göstermek için zerreler hareket eder. Geçen senenin yaprağı ile bu senenin yaprağının mahiyetleri bir olsa da, “maânîleri başka başkadır.” Zira “taayyünat-ı itibariye” (itibarî belirginlikler) değiştikçe, esma tecellisinin ifade ettiği manalar da tazelenir ve çoğalır.
• Uhrevî Âlemlere Mahsulât Yetiştirmek (Ahiret Âlemlerine Ürün Hazırlamak): Bu “dar mezraa-i dünyada” (dünyanın dar tarlasında) ve zemin yüzünün tezgâhında, Âlem-i Misal, Âlem-i Melekût ve sair “uhrevî âlemlere” münasip “mahsulât-ı maneviye” (manevî ürünler) yetiştirmek için zerreler tahrik edilir.
• Kemalât-ı İlahiyeyi ve Tesbihatı Göstermek (İlahî Yetkinlikleri ve Tesbihi İlan Etmek): Sınırlı bir zamanda ve mekânda, “gayr-ı mütenahî tesbihat” (sonsuz tesbihler) ve “gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye” (sınırsız güzellik ve haşmet tecellileri) göstermek için zerreler hareket eder.
Âyetler ve Müradif Kavramlar:
Bu mebhasın tamamı, metinde de işaret edildiği gibi, şu âyetin bir tefsiri hükmündedir:
• İsrâ Sûresi, 44. Âyet:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
(Meali: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayıcıdır.”)
• İzahı: İşte zerrelerin o “manidar ihtizazatı”, onların şuurlu veya şuursuz olarak Sâni’lerini “hamd ile tesbih” etmeleridir.
• Tecdid (Yenileme) Hikmeti için:
يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ
(Meali: “Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’ndan ister (O’na muhtaçtır). O her an yaratma halindedir (her gün O, bir şe’ndedir).” – Rahmân Sûresi, 29)
• İzahı: Cenâb-ı Hakk’ın “her an yeni bir ilâhî tasarrufta” olması, zerrelerin tahrikiyle eşyanın sürekli tazelenmesini (hikmet-i tecdidi) ifade eder.
Netice
“Tahavvülât-ı zerrat”, Maddiyyunların iddia ettiği gibi, hikmetsiz, abes, sersemce bir hareket değildir. Bilakis, her bir zerrenin hareketi:
• Vahdaniyetin Delilidir: Bir zerrenin tek başına yapamayacağı hârika vazifeleri, bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle yaptığını gösterir.
• Kaderin Programıdır: İmam-ı Mübin’de yazılan ezelî proğramın icrasıdır.
• Kudretin Yazısıdır: Kitab-ı Mübin’den istinsah edilip Levh-i Mahv-İsbat (zaman) sahifesine yazılan bir “kitabet-i kudret”tir.
• Hikmetin İfadesidir: Esma-i İlahiyenin tecellilerini tazelemek, mu’cizat-ı kudreti sergilemek ve âlem-i bekaya manevî mahsulât göndermek gibi binlerce hikmete hizmet eder.
• Küllî Bir Tesbihtir: Kâinatın Mevlevî gibi zikir ve tesbih-i İlahî ile sema etmesidir.
Bu hakikatı göremeyenlerin ilmi “ilim değil, cehildir”; hikmetleri ise “hikmetsizliktir.”

 

 

 

 

İKİNCİ NOKTA:

Herbir zerrede, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’ın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere manisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.

Evet nasılki bir nefer; takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında ve hâkeza herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi olduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizamat-ı askeriye tahtında talim ve talimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden bir tek kumandan-ı a’zamın emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de herbir zerre, birbiri içindeki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir zâta mahsustur.

Meselâ: Tevfik’in

{(*): Nur’un birinci kâtibidir.}

gözbebeğinde yerleşen zerre, gözün a’sab-ı muharrike ve hassase ve şerayin ve evride gibi damarlara karşı münasib vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemal-i hikmetle bulunması gösteriyor ki; bütün o cismin bütün a’zâsını icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhâssa rızk için gelen zerreler, rızk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-feza bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverane geçip gelirler ve öyle şuurkârane ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç a’zâ ve hüceyratın imdadına yetişmek için kandaki küreyvat-ı hamraya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedahe anlaşılır ki: Şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzak-ı Kerim, bir Hallak-ı Rahîm’dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler.
Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san’atta işler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfeza san’atlı nakşı ve hikmetnüma nakışlı san’atı bilir ve icad eder. Bu ise, binler defa muhaldir. Veya bir Sâni’-i Hakîm’in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan, harekete memur birer noktadır. Nasılki meselâ Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi’ olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san’atında bir mehareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi’ olmazlarsa; herbirine Sâni’-i Kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.

Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

Şu nokta, Birinci Nokta’nın âhirinde va’d olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:

Yirmisekizinci Söz’ün İkinci Sualinin cevabındaki haşiyede denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.

Sual:

Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?

Elcevab:

Evvelâ, bütün masnuatın bütün intizamatıyla ve hikmetleriyle sabit olan Sâni’in hikmetiyle bilinir. Çünki en cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.

Sâniyen:

Sâni’-i Hakîm, anasırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızk yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve latif yerinde makam vermesiyle bilinir ki; harekât-ı zerrat hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturuluyor.

Sâlisen:

Zîhayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle manevî bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki; sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki: Sâni’-i Hakîm’in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva’-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevî letafet, birer manevî nur, birer makam, birer manevî ders almalarını gösteriyor.

Elhasıl:

Madem Sâni’-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki; âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rububiyet”in ucu görünüyor.

Hem madem o Hâlık-ı Kerim, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir. Şevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve şunda bir muazzam “Kanun-u Kerem”in ucu görünüyor.
Hem madem her şeyin hakikatı, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubdur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor.

Hem madem Fâtır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insanı mazhar ettiği kemalâtın manalarını, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteşekkir bir mü’minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i Cennet suretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rahmet”in ucu görünüyor.

Hem madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette

يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ

sırrıyla,

وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

işaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.

Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Adl”in ucu görünüyor.

Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin manevî yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtaların enva’ında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri

{(Haşiye-1): Evet bütün onlar dört unsurdan mürekkebdir. Müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teşkil olunuyorlar. Maddece bir sayılabilirler. Farkları yalnız kaderin manevî yazısındadır.}

bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe’ oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbaniyede defaatla bir zerre bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin manevî alnında o manaların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yı ihata-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir “Kanun-u İlm-i Muhit”in ucu görünüyor.

Öyle ise zerreler

{(Haşiye-2): Şu cevab, yedi “Madem” kelimelerine bakar.}

başıboş değiller.

Netice-i Kelâm:

Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki: Sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme

{(Haşiye-3): Çünki bilmüşahede gayet cevvadane bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş’al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak sarahata yakın işaret ediyor ki: Gayet latif, ulvî, nazif, hayatdar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, camid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’anın nuruyla rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir “Kanun-u Kayyumiyet” görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.}

gitmeğe hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.
ELHASIL:

Birinci Söz’de denildiği ve isbat edildiği gibi; her şey “Bismillah” der. İşte bütün mevcudat gibi herbir zerre ve zerratın herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hal ile “Bismillah” der, hareket eder.

Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla; herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

der. Yani: “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri; manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidat-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlahiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.

دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌ وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَٓاءً وَ لِحَقِّه۪ اَدَٓاءً وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ اِخْوَانِه۪ وَ سَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ د۪ينَنَا اٰم۪ينَ يَا رَبَّ الْعَالَم۪ينَ

* * *********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Söz’ün (Ene ve Zerre Risalesi) “İkinci Nokta” ve “Üçüncü Nokta” bölümlerini ihtiva eden metnin, ayetler ve müradifleri (konuyla ilgili benzer manadaki deliller) ışığında geniş ve detaylı izahı aşağıda takdim edilmiştir.
Bu muazzam bahis, kâinatın en küçük yapı taşı olan “zerre”nin (atom veya parçacık), en büyük hakikatler olan Vâcib-ül Vücud’un (Allah) varlığına, birliğine (Vahdet) ve Haşr’e (yeniden diriliş) nasıl kat’î bir isbat olduğunu tasvir etmektedir.
Konunun İzahı: Zerre Penceresinden Tevhid ve Haşir Hakikatleri
Risale-i Nur’da “zerre”, maddî tabiatı itibariyle en âciz, câmid (cansız) ve şuursuz bir varlık olarak ele alınır. Ancak bu âciz varlığın kâinattaki vazifeleri ve hareketleri nazar-ı dikkate alındığında, kendisini aşan bir kudretin, ilmin ve hikmetin “memuru” ve “kâtibi” olduğu hakikati ortaya çıkar.
Bu isbatı iki ana nokta üzerine bina etmektedir.

Birinci Bölüm: İKİNCİ NOKTA’NIN İZAHI (Zerrelerin Tevhid’e Şehadeti)
Bu nokta, her bir zerrenin, Allah’ın hem Vücuduna (varlığına) hem de Vahdetine (birliğine) iki lisan ile nasıl şehadet ettiğini izah eder.

1. Vâcib-ül Vücud’un Varlığına (Vücuduna) Şehadet:
• Esas Delil: Acz içindeki şuurkârane (şuurluymuşçasına) vazifeler.
• İzahı: Bir zerre, tek başına kör, sağır, ilimsiz ve kudretsizdir. Fakat bu zerre, mesela bir göz bebeğinde, bir kan hücresinde veya bir çiçeğin yaprağında istihdam edildiğinde, sanki bütün kâinatın nizamını biliyormuş, fizik ve kimya kanunlarına hâkimmiş ve hayatın gayesini anlıyormuş gibi hareket eder.
• Metinden İktibas: “Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi…”
• Aklî Netice: Âciz bir varlığın, kudreti nihayetsiz işler yapması, o işi kendisinin yapmadığını; ancak bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle, ismiyle ve kuvvetiyle hareket ettiğini gösterir. Zerre, yapan değil, üzerinde sanat icra edilen bir “kalem ucu” hükmündedir.

2. Vâcib-ül Vücud’un Birliğine (Vahdet ve Ehadiyetine) Şehadet:
• Esas Delil: Küllî nizama (evrensel düzene) tam muvafakat.
• İzahı: Bir zerre, sadece bulunduğu yerin nizamına değil, içinde bulunduğu bütün sistemlerin (hücre, organ, beden, dünya, güneş sistemi) nizamına da harfiyen uyar. Bir askerin (nefer misali), takımından fırkasına kadar her dairedeki nizamı bilip ona göre hareket etmesi, tek bir kumandan-ı a’zama tabi olduğunu gösterdiği gibi; bir zerrenin de kâinatın nizamat-ı umumiyesine uyması, bütün bu sistemleri yaratan ve idare edenin tek bir Zât (Sâni’-i Hakîm) olduğunu isbat eder.
• Metinden İktibas: “…harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine… şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.”
• Misallerin Tahlili:
• Rızk Misali: Rızık olarak yola çıkan zerrelerin, bedende “dört süzgeçten” (sindirim, karaciğer, kan, hücre zarı) geçerek, en muhtaç hücreye (küreyvat-ı hamra – al yuvarlara yüklenip) şaşırmadan ulaşması, tek bir Rezzak-ı Kerim’in hikmetli sevkiyatını gösterir.
• Ayasofya Misali: Maddiyyunların (materyalistlerin) içine düştüğü cehl-i azîm (büyük cehalet) bu misalle izah edilir. Ayasofya kubbesindeki bir taşın durabilmesi için ya Mimar Sinan’ın emrine (kaderine) tabi olması gerekir; ya da o taşın, Mimar Sinan gibi bir mimar olması ve diğer bütün taşlara hem hâkim hem mahkûm olması lazımdır. İkincisi binler defa muhal (imkânsız) olduğu gibi, kâinat sarayındaki bir zerrenin de Sâni’-i Kâinat’ın emri dışında hareket etmesi için, O’nun evsafına sahip olması gerekir. Bu ise, zerrat adedince bâtıl âliheleri (tanrıları) kabul etmek demektir.

İkinci Bölüm: ÜÇÜNCÜ NOKTA’NIN İZAHI (Zerrelerin Hareket Hikmeti ve Haşre İşareti)
Bu nokta, zerrelerin bu baş döndürücü faaliyetinin (tahavvülât-ı zerrat) gayesini ve hikmetini izah eder. Bu hikmet, doğrudan doğruya Ahiretin ve Haşr’in isbatıdır.
• Esas Gaye: Zerreleri “nurlandırmak” ve “manidar” kılmak.
• İzahı: Câmid (cansız) ve manasız olan zerreler; nebatî (bitkisel), hayvanî ve insanî hayatlara girerek hizmet ederler. Bu hizmet, onlar için bir mekteb veya kışla hükmündedir. Orada bir talim ve talimat görürler, letafet (incelik, saflık) kazanırlar ve âlem-i uhreviye binasına lâyık birer “hayattar” zerre olmak için liyaket kesbederler.
• İsbat Vasıtaları:
• Sâni’in Hikmeti: En küçük bir sanata büyük gayeler takan bir Sâni’-i Hakîm, kâinatın en esaslı memurları olan zerreleri elbette hikmetsiz, gayesiz ve ücretsiz bırakmaz.
• Terakkiyat (İlerlemeler): Zerrelerin terakki seyahati bunu gösterir: Âdi topraktan (anasır) madeniyata, oradan nebatatın hayatına, oradan hayvanatın letafetine, oradan insanın en nazik merkezleri olan dimağ (beyin) ve kalbe kadar yükselmeleri, onların bir nokta-i kemale doğru sevk edildiklerini gösterir.
• Çekirdek Misali: Bir ağacın bütün zerreleri içinde, çekirdekteki bazı zerreler, o ağaca “ruh” ve “sultan” hükmüne geçer. Bu makam, o zerrenin gördüğü nazik vazifelerin ve hizmetin bir neticesidir.

Üçüncü Bölüm: YEDİ KÜLLÎ KANUN VE HAŞRE İŞARETLERİ
Metin, zerrelerin bu hikmetli seyahatinin yedi büyük küllî kanunun uçlarını gösterdiğini ve bu kanunların Ahiretin varlığını nasıl isbat ettiğini beyan eder:
• Kanun-u Rububiyet (Rabliğin Kanunu): Her şeye bir kemal noktası tayin edip onu oraya sevk etme kanunudur. (Âdi toprağı elmasa çevirmesi gibi).
• Kanun-u Kerem (Cömertlik Kanunu): Hizmet edenlere (arı, bülbül vb.) lezzet ve şevk suretinde ücret-i kemal verme kanunudur. Zerreler de hizmetlerine karşılık manevî bir ücret alırlar.
• Kanun-u Cemal (Güzellik Kanunu): Her şeyin aldığı güzel vaziyet, onun mazhar olduğu İsm-i İlahînin şerefinedir.
• Kanun-u Rahmet (Rahmet Kanunu): Cenab-ı Hak, verdiği kemali geri almaz. Fâni hayatta kazanılan manaları ve ruhu ibka eder (ebedîleştirir). (Mü’minin yediği fâni meyvenin şükrünün, Bâkî bir Cennet meyvesine dönüşmesi gibi).
“Fâtır-ı Kerim… bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor.”
• Kanun-u Hikmet (Hikmet Kanunu): Allah israf etmez ve abes iş yapmaz. Güz enkazını baharda yeniden istimal ettiği gibi, bu dünyanın harab olmuş zerrelerini de, elbette Dâr-ı Âhiret’in binalarında istimal edecektir.
• Kanun-u Adl (Adalet Kanunu): Bu dünyada manalara, ruhlara ve amellere hizmet eden zerrelerin de, o manalarla beraber tekemmül ettikten sonra Ahiret âlemine gitmesi adaletin gereğidir.
• Kanun-u İlm-i Muhit (Her Şeyi Kuşatan İlim Kanunu): Zerrelerin maddesi bir (karbon, azot vb.) olduğu halde, Kader Kalemi’nin yazdığı evamir-i tekviniye (yaratılış emri) ile yumurta, nutfe, çekirdek gibi farklı mahiyetler kazanırlar. Zerrelerin hizmetleri de bu kader kalemiyle manevî alınlarına kaydedilir.

Netice-i Kelâm:
Bu yedi kanun gösterir ki, zerreler başıboş değildir. Onlar, yüksek bir âleme (Ahirete) gitmeye hazırlanıyorlar. Her bir zerre, hareketine “Bismillah” ile (Allah namına) başlar ve vazifesini bitirdiğinde, ortaya çıkan san’atlı mahluk lisanıyla “Elhamdülillah” der.

Dördüncü Bölüm: AYETLER VE MÜRADİFLERİ (Konunun Kur’anî Delilleri) :

1. Vahdet, Nizam ve Kudret-i İlahiye Üzerine (İkinci Nokta):
Zerrelerin kâinat nizamına uyması (Vahdet) ve bir zerre ile bütün kâinatı yaratmanın O’nun kudretine müsavi gelmesi hakikati:
• Mülk Suresi, 67/3:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”
(Bu ayet, metindeki nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket bahsinin Kur’anî temelidir.)
• Lokmân Suresi, 31/28:
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra tekrar diriltilmeniz, ancak bir tek insanı yaratmak ve diriltmek gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Bu ayet, bir zerreyi veya bir insanı yaratmakla, bütün kâinatı yaratmak arasında Kudret-i İlahiye noktasında fark olmadığını; Ehadiyet sırrını gösterir.)
• En’âm Suresi, 6/102:
“İşte bu Allah sizin rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin, O her şeye vekildir (Güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur).”
(Bu ayet, metindeki mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyeti bahsini teyid eder.)

2. Rızkın Sevk ve İdaresi Üzerine (İkinci Nokta):
Rızık zerrelerinin şuurkârane sevkiyatı (Rezzak-ı Kerim):
• Hûd Suresi, 11/6:
“Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın. Allah onların halen bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık kitapta vardır.”

3. Hikmet, Abesiyetsizlik ve Haşir Üzerine (Üçüncü Nokta):
Kâinattaki faaliyetin hikmetsiz ve abes (boş yere) olmadığı, her şeyin bir gayeye matuf olarak Ahirete hazırlandığı hakikati:
• Mü’minûn Suresi, 23/115:
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Bu ayet, Üçüncü Nokta’nın temel suali olan “hikmet” bahsinin esasıdır. Zerrelerin hareketi abes değildir.)
• Kâf Suresi, 50/4:
“Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.”
(Bu ayet, çürüyen bedenlerin zerrelerinin kaybolmadığını, Kanun-u İlm-i Muhit ile hepsinin “Kitab-ı Hafîz”de muhafaza edildiğini ve Haşir için yeniden toplanacağını gösterir.)
• Metinde Zikredilen Ayetler:
• İbrâhîm Suresi, 14/48: يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ} (Meali: “O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür…”)
• Ankebût Suresi, 29/64: وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ} (Meali: “…Şüphesiz âhiret yurdu ise, işte asıl hayat odur…”)
(Bu iki ayet, Kanun-u Hikmet bahsinde, dünyanın enkazının (zerrelerinin) Ahiretin zîhayat (canlı) binalarında istimal edileceğine delil getirilmiştir.)

4. Zerrelerin Tesbihatı Üzerine (Netice-i Kelâm):
Her şeyin, dolayısıyla her bir zerrenin “Bismillah” ve “Elhamdülillah” demesi:
• İsrâ Suresi, 17/44:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”
(Bu ayet, metnin sonunda zikredilen “fonoğrafın birer plağı” ve “iğne başı” teşbihleriyle, zerrelerin nasıl birer tesbihat nağmesi icra ettiklerini tasdik eder.)
Cenab-ı Hak, bu derin hakikatleri hakkıyla anlamayı ve kâinatın her bir zerresinde parlayan Tevhid nurunu görmeyi nasip eylesin.

 

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
29/10/2025

 




SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.” Mektûbât. 209

*”Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”Hutbe-i Şamiye.146.

*”Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.” Sözler.32.
*”Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”Sözler.63.
“Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.”sözler.323.

*******

Risale-i Nur’un en temel meselelerinden birini teşkil eden derin bir mevzu. İnsanın yaratılış gayesi (fıtratı) ile dünyaya bakan ciheti (hissiyâtı) arasındaki temel zıtlığı ve bu zıtlığın nasıl bir rehbere (Peygambere ve Kur’an’a) zaruret kıldığını izah ediyor.

1. Mektûbât’taki Tâbirlerin Açıklaması:
(Mektûbât, 209)

İnsanın üç temel vasfı zikredilir:
* “Vüs’at-i İstidad” (İstidad Genişliği): İnsan, “âlemin meyvesi” olarak yaratılmıştır. Nasıl ki bir meyvenin çekirdeği, bütün bir ağacın programını, esaslarını ve âdetâ ruhunu içinde barındırır; insan da kâinat ağacının en son, en câmi’ (kapsamlı) meyvesi olarak, bütün âlemi idrak edecek, tartacak ve içine alacak bir “istidad genişliğine” sahiptir. Aklı kâinatı düşünür, hafızası âdetâ kâinatın bir arşividir, kalbi sonsuz bir muhabbete kabiliyetlidir. Bu, insanın donanımının (hardware) enginliğidir.

* “Ubûdiyet-i Külliyeye Müheyyâ” (Küllî/Bütüncül Kulluğa Hazırlanmış):
İnsanın “istidadı” bu kadar geniş olunca, ondan beklenen “faaliyet” de o nispette küllî, yani bütüncül ve cihan şümul olmalıdır. İnsan, sadece kendi namına değil, bütün varlıkların (mevcûdat) namına bir kulluk yapmak için “müheyya” kılınmıştır. Diğer varlıkların tesbihâtını, hamdlerini, kâinattaki nizamı ve sanatı idrak ederek, “Bütün bu varlıklar namına Sana şükrediyorum, Senin sanatını takdir ediyorum” diyebilen tek varlıktır. Bu, onun “müheyya” kılındığı, yani hazırlandığı ve donatıldığı aslî vazifesidir.

* “Hissiyâtça Kesrete ve Dünyaya Müptela” (Hisler Cihetiyle Çokluğa ve Dünyaya Düşkün): Bu, insanın imtihanıdır. İnsanın donanımı (istidadı) “Vahdet”e (Birliğe) ve “Bâkî” olana yönelmek için verilmişken; onun zahirî hisleri (göz, kulak, el, mide, hevesler) dünyaya, yani “Kesret”e (çokluğa) ve “fânî” olan şeylere bakar. Gözü güzel manzaralara, kulağı hoş seslere, nefsi lezzetlere “müptela”dır, yani tutkundur, düşkündür, bağımlıdır.

2. “Müheyya” ve “Müptela” Hallerinin Tahlili
Bu iki kelime, insanın derûnî (iç) potansiyeli ile zahirî (dış) meyli arasındaki çatışmayı tasvir eder.

A. “Müheyya” Olma Hali: İlâhî Donanım ve Fıtrî Gaye
“Müheyya” (هَيَّأَ fiilinden) kelimesi, “hazırlanmış, donatılmış, bir gayeye uygun hale getirilmiş, teçhiz edilmiş” manalarına gelir. Bu, insanın aslî fıtratıdır; Allah’ın onu yaratırken içine yerleştirdiği gayedir.
Verilen iktibaslar, insanın “ne için” müheyya kılındığını gösterir:
* İman, Marifet ve Muhabbet İçin (Hutbe-i Şamiye, 146):
> “Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”
>
Burada net bir ayrım vardır. Kalbin “bâtını” yani derûnî merkezi, çekirdeği, asıl gayesi; Allah’a iman etmek, O’nu tanımak (marifet) ve O’nu sevmektir (muhabbet). İnsanın aslı bu ulvî gayeler için “müheyya” kılınmıştır.

* Küllî Kulluk İçin (Sözler, 63 / Mektûbât, 209):
> “…istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp…”
>
İnsanın potansiyeli (istidadı), sadece şahsî değil, bütün kâinat namına yapılacak bir kulluk vazifesi için teçhiz edilmiştir.
* Ebedî Saadete ve Mürşid-i Rabbânî Olmaya (Sözler, 32):
> “Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa… akıl… sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.”
>
Akıl, doğru kullanılırsa, sahibini sonsuz saadete “hazırlayan” (müheyya eden) Rabbânî bir rehber olur. Yani akıl, bu yüksek gayeye ulaşmak için bir vasıta olarak “müheyya” edilmiştir.
* Ebedî İhsanlara ve Cennete (Sözler, 323):
> “…senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni… sana müheyyâ eden…”
>
İnsanın sadece kalbi ve ruhu değil, “cismânî hevesâtı” dahi ihmal edilmemiştir. Allah, insanın bütün derûnî ve zahirî latîfelerinin (ruh, kalp, sır, akıl) ve hatta cismanî arzularının tatmin edileceği Cenneti ve ebedî ihsanları onun için “müheyya” etmiştir (hazırlamıştır).

Netice-i Müheyya: “Müheyya” olma hali, insanın fabrikasyon ayarlarıdır. O, Vahdet’e, Bâkî’ye, marifete, muhabbete ve ebedî saadete ulaşmaya tam donanımlı ve hazır bir halde yaratılmıştır.

B. “Müptela” Olma Hali: Zahirî Düşkünlük ve İmtihan
“Müptela” (بَلاَء kökünden) kelimesi, “tutkun, düşkün, tiryaki olmuş, belâsını bulmuş, bir şeye aşırı derecede bağlanmış” demektir. Bu, insanın fıtratındaki aslî gayeden sapma halidir; donanımın yanlış kullanılma riskidir.
* Kesrete ve Dünyaya Müptela Olmak (Mektûbât, 209 / Sözler, 63):
> “Hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela…” / “…şuurca kesrete mübtelâ…”
>
İnsan, “müheyya” olduğu Vahdet’i (Allah’ın birliğini) unutup, “müptela” olduğu “kesret”e (varlıkların çokluğuna, sebeplere) takılır.
* Sebebi (Hutbe-i Şamiye, 146):
> “Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”
>
İnsanın “müheyya” olduğu aslî gaye kalbin bâtınında (derûnî merkezinde) iken, kalbin zahiri (dış yüzü, dünyaya bakan ciheti) ve hissiyâtı, “sair şeylere” yani dünyevî işlere, lezzetlere ve sebeplere bakmak için hazırlanmıştır. İmtihan da buradadır: İnsan, kalbinin zahirini ve hissiyâtını, bâtındaki aslî gayenin “hizmetkârı” mı yapacak, yoksa o zahirî şeylere “müptela” olup aslî gayeyi mi unutacak?
Misal: Göz, Allah’ın sanatını (marifet) görmek için “müheyya” kılınmıştır (aslî gaye). Ancak aynı göz, fânî güzelliklere bakmaya da “müheyya”dır (zahiri faaliyet). Eğer göz, fânî güzelliklere “müptela” olur ve onlarda takılıp kalırsa, aslî gayesini unutur.

3. İki Halin Neticesi: Rehber İhtiyacı
İşte ilk iktibastaki (Mektûbât, 209) hikmet burada ortaya çıkar:
İnsan;
* Potansiyel olarak: Ebediyet için (Ubûdiyet-i Külliyeye Müheyyâ)
* Fiilî olarak: Fânîliğe (Kesrete ve Dünyaya Müptela)
yaratılmıştır.
Bu müthiş zıtlık ve çatışma, insanın kendi başına yolunu bulamayacağını gösterir. Bir “rehbere” muhtaçtır. Bu rehberin vazifesi, insanın yüzünü “müptela” olduğu fânî kesretten, “müheyya” kılındığı Bâkî Vahdet’e çevirmektir.
Bu vazifeyi de “en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette” yapan, Kur’ân vâsıtasıyla Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

 

 




YAPAY ZEKA İLE NURLU HAKİKATLER

YAPAY ZEKA İLE NURLU HAKİKATLER

1-SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

2-SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 2 –

3-SÖZLER’DEN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

4-LEM’ALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

5-KUR’AN-IN KIRK VECHİ İ’CAZI

6-DECCAL VE SÜFYAN

7-SÜNUHAT’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

8-ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

9-A H İ R E T A H V A L İ – HÜLASASI

10-MUHAKEMATTAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

11-RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA ŞİRK MEFHUMUNUN TAHLİLİ

12-BEDİÜZZAMANDAN KESİTLER

13-BEDİÜZZAMAN VE RİSÂLE-İ NUR -2-

14-Bediüzzaman Said Nursi’nin Asarı Bediiyye adlı eseri ve Külliyatında KÜRTLER -2-

15-RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA İSTİDAT-KABİLİYET VE DUYGULAR- 2 –

16-RİSÂLE-İ NUR-DA SIRLAR – 2 –

17-RİSALE-İ NURLARDA CUMHURİYET HALK PARTİSİ- 2 –

18-Risale-i Nur’da Eğitim- 2 –

19-RİSALE-İ NURUN KUDSİYETİ – 2 –

20-RİSALE-İ NUR’UN HAKİKATI ÜZERİNE TAFSİLATLI BİR İZAH

21-RİSÂLE-İ NUR’DAN TEVHİDE DAİR NOTLAR

22-Küllî Bir Nazar: Varlık, Vazife, Adalet ve Rıza-yı İlahî Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

23-Risale-i Nur’dan Damlalar

24-RİSALE-İ NUR’DA HÜKÜM İFADE EDEN CÜMLELER

25-Hakikat Arayışı ve Asrın İbretleri: Varlık Gayesi, Fani Sermaye ve Değerler Nizamı Üzerine Bir Tahlil

26-Hapishane Mektubları

27-RİSÂLE-İ NUR-DA DUA- 2 –

28-RİSALE-İ NURDA GEÇEN BATIL MEZHEBLER-GÖRÜŞLERİ VE CEVAPLARI

29-RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

30-Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

31-Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

32-Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

33-RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

34-RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

35-Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

36-RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

37-RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

38-EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

39-HÜSNÜ BİZZAT

40-Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

41-Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

42-KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

43-KÂİNAT SARAYI

44-Tefekkür yolculuğumuzda, kâinat sarayındaki “Nazar”

45-Tefekkür yolculuğumuzda “Çalışmaya mecburum, namaza vaktim yok”

46-Tefekkür yolculuğumuzda ;”Kader ve Cüz’i İrade”

47-Tefekkür yolculuğumuzda; Kâinatın Efendisi

48-Tefekkür yolculuğumuzda yükseliş; “Mirac”

49-Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar

50-Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

51-BAB-I HAFÎZİYET: KAYBOLMAYAN AMELLER VE EBEDİ HASAT

52-BAB-I SULTANİYET VE RUBUBİYET: HAŞMETLİ SALTANATIN İKTİZASI

53-BAB-I KEREM VE RAHMET: SONSUZ İKRAMIN EBEDİ NETİCESİ

54-BAB-I İNAYET VE ADALET: ERTELENEN HESAPLAR VE MAHKEME-İ KÜBRA

55-BAB-I RİSALET VE VAHİY: AHİRETİN EN SADIK ŞAHİTLERİ

56-NETİCE VE HATİME: İMANIN İNSANA KAZANDIRDIĞI EBEDİ TESELLİ

57-İMANIN İKİ KANADI: SABIR VE TEVEKKÜL

58-DUA: KULUN ACZİYET İTİRAFI VE KÂİNATIN SESİ

59-ŞÜKÜR VE KANAAT: NİMETİN LEZZETİ VE HUZURUN ANAHTARI

60-İHLAS VE MAHİYETİ: AMELLERİN RUHU VE EN BÜYÜK KUVVET

61-ENE VE ZERRE: KÂİNATIN TILSIMLI İKİ ANAHTARI

62-TABİAT RİSALESİ: KÖR TESADÜFTEN İLAHİ SANATA

63-ESMA-İ HÜSNA: KÂİNAT YÜZÜNDEKİ İLAHİ İMZALAR

64-MEYVE RİSALESİ VE DÖRDÜNCÜ MESELE: HAYATIN EN BÜYÜK DAVASI

65-MUCİZAT-I AHMEDİYE: NÜBÜVVETİN PARLAYAN BURHANLARI

66-YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN YILDIZLARI: SAHABE MESLEĞİ VE SIRRI

67-KADER VE CÜZ-İ İRADE: İLAHİ PROGRAM VE İNSANIN HÜRRİYETİ

68-UHUVVET RİSALESİ: İSLAM BİRLİĞİNİN HARCI VE KARDEŞLİK HUKUKU

69-HUTBE-İ ŞAMİYE: İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞ REÇETESİ VE GELECEĞİ

70-MÜNAZARAT: HÜRRİYET, MEŞRUTİYET VE İÇTİMAİ REÇETELER

71-MUHAKEMAT: KUR’AN’I ANLAMA METODOLOJİSİ VE AKIL-BİLİM DENGESİ

72-HÜVE NÜKTESİ: BİR ZERRENİN BİNLERCE DİLİ VE GÖREVİ

73-MİRAC RİSALESİ: KÂİNATIN HAKİKATİNE YOLCULUK VE NAMAZIN SIRRI

74-CENNET RİSALESİ: EBEDİ SAADET YURDU VE CİSMANİ LEZZETLER

75-İHTİYARLAR RİSALESİ: ÖMRÜN SONBAHARINDA MANEVİ BAHAR

76-HASTALAR RİSALESİ: MUSİBET DEĞİL, HEDİYE-İ RABBANİYE

77-GENÇLİK REHBERİ: FANİ GENÇLİĞİ EBEDİLEŞTİRME TİCARETİ

78-KÜÇÜK SÖZLER: HAKİKATİN ALFABESİ VE TEMSİLÎ HİKAYELER

79-TARİHÇE-İ HAYAT: ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E MANEVİ İNKILAB

80-SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ: HİZMETİN MANEVİ BERATI VE İŞARETLER

81-LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

82-ESMA’NIN FARKLI YANSIMALARI

83-RUH VE BEDEN DENGESİ

84-SON DERS VE VASİYET: VEDA DEĞİL, DEVAM EMRİ

85-Tefekkür yolculuğu – Kâinatı ve İnsanı anlama.

86-Zerre

87-RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI VE TAHLİLİ

88-Tefekkür yolculuğumuzda ‘Ene’

89-Tefekkür yolculuğumuzun en hayret verici ve akılları en çok zorlayan durağı, “Haşir”

90-Tefekkür yolculuğumuzda “Mucizevi topluluklar, Hayvanat Âlemi.

91-Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

92-Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

93-Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

94-Tefekkür yolculuğumuzda; Kur’an-da Bahsedilen Hayvanlar.

95-Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

96-Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

97-Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

98-Varlığın İki Yüzü: Eserden Müessir’e Küllî Bir Nazar

99-SÖZLER

100-Asâ-yı Musa

101-Barla Lâhîkası

102-Emirdağ Lâhikası I-II

103-Hizmet Rehberi

104-İman ve Küfür Muvazeneleri

105-İşârât-ül İ’caz

106-Kastamonu Lâhikası

107-Lem’alar

108-ŞAHSİYET, TEŞAHHUSAT VE HAKİKAT: ENE’DEN KÂİNATA BİR HİKMET YOLCULUĞU

 




SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

SONSUZLUĞA HAZIRLANAN İNSAN – 1 –

*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.” Mektûbât. 209

*”Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.”Hutbe-i Şamiye.146.

*”Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.” Sözler.32.
*”Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”Sözler.63.
“Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.”sözler.323.

*******

🔹 1. “Müheyyâ” kelimesi
Lügat mânâsı:
Arapça “هَيَّأَ / heyye’e” kökünden gelir.
Mânâsı: Hazırlamak, uygun hâle getirmek, istidat kazandırmak, liyakatli kılmak.
Yani “müheyyâ” demek;
“Hazır, kabiliyetli, yaratılışça uygun, Allah tarafından istidatça donatılmış” demektir.

Risale-i Nur’da kullanılışı ve mânâ dairesi:
“Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ”
İnsan, bütün kâinatın ibadetini temsil edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır.
Yani bütün esmâya ayna olacak istidatlara hazırlanmıştır.
İnsan sadece secde eden bir varlık değil; düşünen, hisseden, hayran olan, ağlayan, anlayan, nazar eden bir “Cem’iyyet-i ubûdiyet” taşıyor.
İşte bu yüzden “ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ”dır; yani bütün ibadet nevilerini yapmaya istidatlıdır.

“Saadet-i ebediyeye müheyyâ eden mürşid-i Rabbânî”
Akıl, eğer Allah hesabına kullanılırsa, insanı ebedî saadete hazırlayan bir anahtar olur.
Yani insanın aklı o hedefe uygun tarzda hazırlanmıştır.

“Cenneti sana müheyyâ eden Rahman-ı Rahîm”
Yani insanın kalbî, ruhî, cismanî arzularına cevap verecek bir âlemi önceden senin için hazırlamıştır.
Müheyyâ burada hem insanın istidadı hem de Allah’ın hazırladığı nimeti anlatır.

“Kalbin zahirini sair şeylere müheyyâ etmiştir.”
Yani kalbin dış yüzünü, dünyevî ilgilere, fânî alâkalara meyilli şekilde yaratmıştır.
Fakat bâtınını iman, mârifet ve muhabbet için yaratmıştır.
Bu, insanın iki yönlü bir müheyyâ oluşunu gösterir:
Zâhir: dünyevî idraklere,
Bâtın: İlâhî tefekküre hazırlanmıştır.

🔹 2. “Müptelâ” kelimesi
Lügat mânâsı:
Arapça “ابتلى / ibtelâ” kökünden gelir.
Mânâsı: Bela, imtihan, tutkuyla bağlanmak, alışkanlıkla meyletmek.
Buradaki açıdan:
“Hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ” — yani insan, his itibariyle çokluk âlemine, duyuların cazibesine meyilli, bağımlı, mübtelâ yaratılmıştır.

🔹 3. “Vüs’at-i istidad” ile bağlantı
“Vüs’at” genişlik, geniş kabiliyet demektir.
“Vüs’at-i istidat” ise insanın kabiliyetlerinin genişliği, yani her şeye yönelme ve her şeyi anlayabilme potansiyelidir.
Bu genişlik iki yöne de açılabilir:
Eğer nefsin ve hissiyatın tesirine girerse: kesrete müptelâ olur.
(Yani her şeye dağılır, fanide boğulur.)
Eğer vahdete, marifete yönelirse: ubûdiyet-i külliyeye yükselir.
(Yani Allah’a döner, bütün mahlukat hesabına şükreder.)

🔹 4. Mektubat’taki cümle bağlamında:
“Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan…”
Burada üç temel çizgi vardır:
Vüs’at-i istidad:
İnsan, küçük bir kâinat gibidir; her şey onda numune olarak vardır.
Bu yüzden bütün esmâ tecellîlerini idrak etmeye müsaittir.
Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ:
Bu kabiliyet, Allah’a küllî manada kulluk edebilmek içindir.
İnsan, “bütün mahlûkatın diliyle” ibadet edebilir — bu, Hazırlanmış bir istidattır.
Hissiyâtça kesrete müptelâ:
Fakat aynı insanın duyguları çokluk âlemine, zevke, dünyaya, hisse meyillidir.
Bu da imtihanın sebebidir.

🔹 5. “Müheyyâ” olmanın hikmeti:
Risale-i Nur’un tefekkür çizgisine göre “müheyyâ” olmak iki manayı birlikte taşır:
İlâhî hazırlık:
Allah, insanın mahiyetini, büyük bir vazife için hazırlamıştır.
Bu, yaratılış gayesidir.
(Meselâ aklı marifete, kalbi muhabbet ve ibadete müheyyâ etmiştir.)
İstidad yönlendirmesi:
O kabiliyetlerin nereye sarf edileceği insana bırakılmıştır.
Eğer bu istidatlar, fâni şeylere yönelirse: “müptelâlık” olur.
Eğer Bâkî Zât’a yönelirse: “küllî ubûdiyet” olur.

🔹 6. İki yönlü insan yapısı
İnsan yönü / Müheyyâ olduğu alan / Meyli / İmtihanı
Kalbin bâtını / İman, mârifet, muhabbet / Hakikate yönelme /
Kalbin zâhiri /Dünyevî ilgiler / Dikkati dağılma, kesrete meyil
Akıl / Marifetullah’a anahtar
Eğer nefse çalışırsa, vesvese olur.
Hissiyat /Şefkat, merhamet, muhabbet
Aşırı hisle fanide boğulma
Ruh / Ebediyete meyilli
Fânide huzur ararsa ıstırap çeker

🔹 7. Sonuç – Derûnî Mana:
İnsan öyle bir varlıktır ki;
İstidatça bütün kâinatı kuşatacak kadar geniş,
Ubûdiyetçe bütün mahlûkat adına secdeye ehil,
Fakat hissiyatça dünyaya ve kesrete müptelâdır.
Bu hâl, imtihanın sırrıdır.
İşte bu yüzden Allah, o insana bir “rehber” (yani Peygamber ve Kur’an) gönderir ki,
müptelâ olunan kesretten, müheyyâ olunan vahdete yönelsin.

🔹 8. Kısaca:
Kelime Manası / Risale-i Nur’da tecellisi Vüs’at-i istidad / Geniş kabiliyet, bütün esmâya ayna olabilme
“Meyve-i âlem olan insan”
Ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ
Bütün ibadet nevilerine ehil
“Küllî ubûdiyet” kabiliyeti
Hissiyâtça kesrete müptelâ / His yönünden faniliğe, çokluğa düşkün
“İmtihanın sebebi, rehbere ihtiyaç”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025