Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

İnsan aklı ve vicdanı, “Masum bir çocuğun depremde ölmesi” veya “Bir ceylanın aslan tarafından parçalanması” karşısında sarsılabilir. Risale-i Nur, bu dehşetli manzaraları “Kaderin Adaleti” ve “Rahmetin Hikmeti” terazisinde öyle bir tartar ki, o zahiri vahşetin altındaki muazzam merhamet ortaya çıkar.
İşte o hikmet pencereleri:

1. Masumların Musibeti: Zulüm mü, Terfi mi?
Zalimlerin eliyle veya doğal afetlerle masumların başına gelen felaketler, zahiren çok acıklıdır. Fakat hakikat noktasında (Melekût cihetinde) durum başkadır:
* Mülk Sahibi Tasarruf Eder: Risale-i Nur şu kaideyi hatırlatır: “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” İnsan kendi kendinin maliki değildir, Allah’ın sanatıdır. Bir terzi, modeline giydirdiği elbiseyi bazen keser, bazen diker; model “Neden beni kesiyorsun?” diyemez. Güzelleşmek için o makasa razı olur.
* Faniyi Bakiye Çevirmek: Cenab-ı Hak, o masumların elinden fani, geçici ve belki ileride günahlarla kirlenecek bir hayatı alır; karşılığında onlara ebedi, nurlu ve sonsuz bir hayat verir. Bu, zorla yapılan bir alışveriş gibi görünse de, aslında kârlı bir ticarettir.
* Manevi Şehitlik: Musibetlerde vefat eden masumlar, “Manevi Şehit” hükmüne geçerler. Çektikleri geçici acı, ebedi saadetlerinin yanında bir hiç hükmünde kalır.

2. Hayvanların “Vahşeti”: Yırtıcılık mı, Vazife mi?

Doğadaki (Tabiattaki) “güçlünün zayıfı yemesi” kanunu, ilk bakışta acımasız görünür. Ancak Risale-i Nur, bu durumun hayatın terakkisi (gelişimi) için zaruri olduğunu isbat eder.
* Atmaca ve Serçe Misali:
Bediüzzaman Hazretleri sorar: Atmaca kuşunun serçeye saldırması rahmete uygun mudur?
Cevap muazzamdır: Eğer atmaca saldırmasaydı, serçe kuşu istidadını (kabiliyetini) inkişaf ettiremezdi, tembel kalırdı. O saldırı, serçenin çevikliğini, uçuşunu ve savunma mekanizmalarını geliştirir. Yani mücadele, hayatın kemâle ermesi için bir kamçıdır.
* Ekolojik Temizlik: Yırtıcı hayvanlar, genellikle sürüdeki hasta, zayıf ve sakat olanları avlarlar. Bu sayede hastalıkların yayılması önlenir ve türün sağlıklı devamı sağlanır. Sırtlanlar ve akbabalar, tabiatın “Sıhhiye Memurları”dır.

3. Hayvanlarda “Zaman” Algısı ve Acı

En çok merak edilen konu: “Parçalanan hayvan acı çekmiyor mu?”
Risale-i Nur, hayvanların zaman algısının insandan farklı olduğunu, bu yüzden acıyı insan gibi çekmediklerini izah eder.
* Geçmiş ve Gelecek Yoktur: İnsanı en çok üzen şey; “geçmişin hüzünleri” ve “geleceğin korkularıdır”. Bıçağı gören insan, kesilmeden önce bin defa korkuyla ölür.
* Anlık Acı: Hayvanlarda akıl (insandaki gibi muhakeme) olmadığı için, geçmişi düşünüp üzülmezler, geleceği düşünüp korkmazlar. Kesilme anında sadece o anlık bir acı hissederler. Hatta Risale-i Nur, o ölüm anında bir nevi “Tecerrüd Lezzeti” (Ruhun bedenden sıyrılma rahatlığı) hissettiklerini ifade eder.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Şefkat Tokadı Değil, Terbiye Kamçısı

Bediüzzaman Hazretleri, bu “mücadele” kanununu şöyle tasvir eder:
> Nev-i beşerdeki (insanlıktaki) bu kadar harblerin ve tsunamilerin ve zelzelelerin ve felaketlerin bir hikmeti şudur ki: İnsanın istidadlarını (kabiliyetlerini) inkişaf ettirmektir (geliştirmektir).
> …
> Nasılki atmaca kuşu serçeye tasallut eder (saldırır), serçenin istidadının inkişafına sebeb olur. Öyle de: Beşerdeki (insandaki) o musibetler, o harbler dahi; terakkiyat-ı beşeriyeye (insanlığın ilerlemesine) ve istidadlarının açılmasına sebebiyet vermiştir.
>
5. Netice: Zeval-i Elem Lezzettir (Acının Bitmesi Lezzettir)

Risale-i Nur’un hikmetli bir düsturu vardır: “Zeval-i elem lezzettir, zeval-i lezzet elemdir.” (Acının gitmesi lezzet, lezzetin gitmesi acıdır).
Hayvanlar ve masumlar, çektikleri o anlık acıdan kurtulup ruhlarını teslim ettiklerinde, büyük bir ferahlama ve lezzet duyarlar. Cenab-ı Hak, onların çektikleri sıkıntılara mukabil, ahirette cisimlerine uygun bir ücret ve ruhanî bir lezzet ihsan edecektir. O’nun rahmeti, bizim şefkatimizden sonsuz derecede fazladır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




HÜSNÜ BİZZAT

HÜSNÜ BİZZAT

* Hüsn-ü Bizzat: Kendisi bizzat güzel olanlar.
* Hüsn-ü Bilgayr (Hüsn-ü Binnetice): Dış yüzü çirkin veya sert görünen ama neticesi ve iç yüzü güzel olanlar.
Geliniz, “Çirkinlik Yoktur” hakikatini bu iki pencereden ve Mülk – Melekût (Eşyanın dış ve iç yüzü) dengesi üzerinden derinlemesine inceleyelim.

1. Zahir ve Hakikat (Dış Görünüş ve İç Yüz)

Kâinatta “çirkin” dediğimiz şeyler, genellikle bizim yüzeysel ve kısa vadeli bakışımızdan kaynaklanır. Hâlbuki eşyanın Allah’a bakan yüzünde (Melekût) ve verdiği neticelerde kusur yoktur.
* Gök Gürültüsü ve Yağmur Örneği:
* Zahiri Nazar (Yüzeysel Bakış): Yağmurlu, çamurlu, fırtınalı bir havaya bakan adam; “Ne kadar sıkıcı, ortalık kirlendi, ıslandık” der. Zahiren çirkin görür.
* Hakikat Nazarı (Derin Bakış): O çamurun ve fırtınanın arkasında baharın çiçekleri, ekinlerin büyümesi ve hayatın devamı saklıdır. O zahiri kargaşa, muazzam bir rahmet düğünüdür. Neticesi itibariyle o yağmur ve çamur, güneşli bir gün kadar güzeldir.

2. Zıtlıkların Hikmeti: “Her Şey Zıddıyla Bilinir”

Kâinatta mutlak bir güzellik olsaydı ve hiç çirkinlik, hastalık veya karanlık olmasaydı; güzelliğin, sağlığın ve ışığın kıymeti bilinmezdi.
* Tablo Analizi: Büyük bir ressam, tablosunda sadece parlak renkler kullanmaz. Gölgeler, siyahlar ve zıt renkler kullanır ki, asıl güzellik ve ışık ortaya çıksın. O tablodaki siyah leke, tek başına bakıldığında çirkin görünebilir; ama tablonun bütünü (külli nazar) içinde o leke, sanatın kemâlini gösteren bir güzelliktir.
* İlahi İsimlerin Tecellisi: Cenab-ı Hakk’ın Cemal (Güzellik) isimleri olduğu gibi Celal (Haşmet/Sertlik) isimleri de vardır.
* Gülün çiçeği Cemal ismini, dikeni Celal ismini gösterir. İkisi beraber harika bir bütündür.
* Şifa Rahim ismini, hastalık Şâfi ismini tanıttırır.

3. Ameliyat Masasındaki Güzellik (Hüsn-ü Binnetice)

En çarpıcı örneklerden biri tıbbi müdahalelerdir.
* Bir insanın karnının kesilmesi, kan akması zahiren (bizzat) çirkin, vahşice ve nahoş bir manzaradır.
* Fakat o kesik, kangren olmuş bir uzvu kurtarmak veya bir tümörü almak için yapılıyorsa; o kesme işlemi neticesi itibariyle hayattır, şifadır ve “güzel”dir.
Risale-i Nur, kâinattaki deprem, sel, ölüm gibi hadiselerin de kâinatın büyük bir ameliyatı ve tasfiyesi olduğunu; neticeleri itibariyle (manevi kirlerin temizlenmesi, şehitlik mertebesi kazandırması, dünyanın fani yüzünü göstermesi gibi) güzel olduğunu isbat eder.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Mülk ve Melekût

Bediüzzaman Hazretleri, Bu hakikati, eşyanın Allah’a bakan şeffaf yüzü (Melekût) ile insana bakan perdeli yüzü (Mülk) ayrımıyla şöyle anlatır:
> “Kâinatta, küllî nazarıyla (bütüncül bakışla) her şey güzeldir… Ve her şey ya bizzat güzeldir veya neticeleri cihetiyle güzeldir.
> …
> Zahirî çirkinlikler, intizamsızlıklar, musibetler, belalar ise; o koca fabrikanın (kâinatın) işlememesinden, işlemesindeki çok faydalı neticeleri vermemesinden ileri gelen çirkinlikleri gidermek içindir.
> …
> Demek çirkinlik, bir nevi güzelliğin, hakikatın, intizamın yüzündeki perdedir. O perdenin altındaki, hakikî güzellik ve intizamı saklar.
>
5. İnsanın Bencilliği ve Yanılgısı

İnsan genellikle olayları “kendi menfaatine” göre değerlendirir. “Bana faydalıysa güzel, bana zararlıysa çirkin” der. Halbuki kâinat sadece insan için yaratılmamıştır.
* Bir mikrop veya yırtıcı hayvan, kendi sanatı ve yaratılış gayesi açısından mükemmeldir, güzeldir. İnsana zarar vermesi, onun yaratılışındaki sanatın güzelliğini bozmaz.
* Risale-i Nur; Eşya, kendi nefisleri ve Sâni-i Zülcelal (Yaratıcı) için birer gayesi varsa, insana bakan bir tek gayesi vardır, diyerek bu bencilliği kırar.
Netice: “Kahrın da Hoş, Lütfun da Hoş”
Bu tefekkür penceresi, insana İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu teslimiyetini kazandırır:
“Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Ârif anı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler…”
Kâinatta çirkinlik yoktur; “çirkinlik” bizim tamamlanmamış idrakimizdedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

Bu pencere, Risale-i Nur’un ruhlara sunduğu iksirin ve kimyanın ta kendisidir. Bu meslek hakikaten bir “simyacı” gibi; kömürü elmasa, zehiri panzehire, korkuyu emniyete çeviren bir nazar (bakış açısı) talim ettiriyor.
Bediüzzaman Hazretleri, “İman, insanı insan eder; belki insanı sultan eder” derken tam da bu bakış açısını kastetmektedir. Eşyanın hakikati değişmez, fakat bakış açısı değişince, eşyanın mahiyeti ve insana verdiği his tamamen değişir.
Bu tesbitleri Risale-i Nur’un hikmet penceresinden maddeler halinde şöyle açabiliriz:

1. Hastalığı Sevdirme Sanatı: “Menfi İbadet”

Normalde insan hastalıktan kaçar. Fakat Risale-i Nur, Hastalar Risalesi ile hastalığa öyle bir mana yükler ki, hasta neredeyse “İyi ki hastalandım” diyecek hale gelir.
* Hikmet: Hastalık, gaflet uykusundan uyandıran bir “ikaz-ı İlahi” ve günahları döken bir “sabun”dur.
* Tesbit: Sağlık, insana “Ben hürüm, benim sahibim yok” dedirtip gaflete düşürebilirken; hastalık, “Sen acizsin, fani bir kulsun, bir Sahibin var” dedirtir ve acz yoluyla Hakk’a yaklaştırır.
* Tıpkı özetle:
> Hastalık senin hakkında bir sıhhattir. (Sağlıktır). Çünki ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem müddeti kısadır. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.
>
2. Musibet ve Belayı Rahmete Çevirmek

İnsan belayı “kahır” zanneder. Risale-i Nur ise musibetin, “Kaderin tenkidi” (kaderi eleştirmek) olmadığını, bilakis insanın manen terakki etmesi için bir kamçı olduğunu isbat eder.
* Diken ve Gül: Gülün hatırı için dikene katlanılmaz; “dikeni de güzeldir” diyebilme seviyesine çıkarır. Çünkü o diken, “Celal” isminin tecellisidir, gül ise “Cemal” isminin. İkisi de aynı elden (Kudret’ten) gelmektedir.
* Sabır Kuvveti: Risale-i Nur, sabrı “geçmiş ve geleceğe dağıtmadan”, o anki sıkıntıya odaklarsan, her musibete yetecek bir sabır kuvvetinin insanda var olduğunu öğretir.

3. Ölümü “Terhis Tezkeresi” Görmek (En Büyük İnkılap)
Dünya ehli için ölüm; bir idam, yok oluş, karanlık bir kuyu ve ayrılıktır. Risale-i Nur gözlüğüyle bakıldığında ise ölümün çehresi tamamen değişir.
* Hikmet: Ölüm, zindandan bostana çıkmaktır. Zahmetli dünya vazifesinden bir paydos ve **”terhis tezkeresi”**dir. Dostlara (visal) kavuşmaktır.
* Yoklukta Varlığı Görmek: Bir tohumun toprak altında çürümesi (yok olması), zahiren ölümdür ama hakikatte sümbül vermenin (yeni bir hayatın) başlangıcıdır. İnsan da kabirde çürür ama ebedi bir saadetin sümbülünü vermek için o kapıdan geçer.
* Ozetle:
> Mevt (ölüm), ehl-i iman için bir terhistir; tebdil-i mekândır (mekân değiştirmektir); saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplanma yeri) olan âlem-i berzaha bir visal (kavuşma) kapısıdır.
>
4. Açlık ve “Cû” (Açlık) ile Gelen Marifet

“Açlıktan Allah’ın Cû isminin tecellisini yansıtıyor” ifadesi, Barla Lahikası,Ramazan Risalesi ve İktisat Risalesindeki çok ince bir sırra işaret eder.
* Rezzâk’ı Tanımak: Tok olan insan, “Rızık benimdir, ben kazandım” diyebilir. Fakat açlık (Cû), nefsin firavunluğunu kırar. “Ben acizim, bir lokma ekmeğe muhtacım” dedirtir.
* Kuru Ekmeğin Lezzeti: Açlık vasıtasıyla, en kuru bir ekmek parçası, baklava lezzetinde bir nimet olur. İnsan o açlık aynasında, Allah’ın “Rezzâk” ve “Mun’im” (Nimet veren) isimlerini en parlak şekilde okur. Açlık, nimetin kadrini bildiren en büyük muallimdir.

5. İman: Kâinatı Okuyan Gözlük

Risale-i Nur’un mesleği özetle şudur: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
* Felsefe Gözlüğü: Kâinatı bir tesadüf yumağı, ölümü bir yok oluş, musibeti bir haksızlık, insanı sahipsiz bir yetim olarak gösterir (Bakış açısı bozukluğu).
* İman ve Risale-i Nur Gözlüğü: Kâinatı bir mescit, ölümü bir terhis, musibeti bir imtihan, insanı Allah’ın aziz bir misafiri olarak gösterir.
Zahiren aynı dünyada yaşarlar ama biri cehennem azabı çeker (iç dünyasında), diğeri cennet lezzeti alır. Çünkü “Her şeyin içine melekût (iç yüzü) cihetinde rahmet-i İlahiye girmiştir.” Çirkinlik, sadece bizim yüzeysel nazarımızdadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

Risale-i Nur’un teklif ettiği “İslam ve İnsan Modeli”nin, mezkûr dört esas (Usul, Metod, Model, Tarz) üzerine nasıl bina edildiğini, Kur’an-ı Kerim’in nurları ve kelimelerin müradifleri (eş anlamlıları) ile birlikte geniş ve detaylı bir surette izah etmeye çalışalım:

GİRİZGÂH: ASLA SADAKAT VE TECESSÜD

Dinin yüksek hâdimleri (müceddidler) “mübtedi’ değil, müttebi’dirler.” Yâni, esastan ve ahkâm-ı diniyeden bir şey ihdas etmez, yeni bir hüküm getirmezler. Onların vazifesi, “dinin hakikat ve asliyetini izhar” ve “yeni îzah tarzlarıyle zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle… îfa-yı vazife” etmektir.
Risale-i Nur, tam da bu noktada, Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsir-i manevîsi olarak, İslam’ın ezelî ve ebedî “modelini” ortaya koyarken, o modele ulaşmak için bu asrın idrakine hitap eden bir “usul”, bir “metod” ve bir “tarz” takip eder.

1. USUL (Esas, Prensip, Kaide)

İzahı: Usul, bir şeyin temeli, kökü, asla dayanan ana prensibidir. Metod ve tarzın üzerine bina edildiği, değişmez esastır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad” etmesi, dinin esasatını (usulünü) değiştirmek değil, o esasatı “asrın fehmine uygun” ispat etmektir. Bu usulün temeli, “Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir” hakikati mucibince, “ulûm-u diniye esas olmalıdır” prensibidir.
Risale-i Nur’un usulü, imanı taklitten tahkike çıkarmaktır. Usuldeki bu sağlamlık, “eski zamanda medrese usulü ile onbeş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice bu zamanda, Risale-i Nur’la onbeş haftada elde” edilmesine vesile olur.
Müradifleri: Esas, Prensip, Kaide, Asl, Temel, Rükün, Dayanak.
Ayet İktibası (Usul’ün Değişmezliği):
Usul, Allah’ın fıtrata yerleştirdiği ve din ile izhar ettiği değişmez hakikattir. Kur’an-ı Kerim, bu temel usule (asla) sadakati şöyle emreder:
${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$
“Artık sen yüzünü, hakka yönelen bir kimse olarak dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (1Rum 30/30)

2. METOD (Yöntem, İkna ve İsbat Yolu)

İzahı: Metod, usule sadık kalarak hedefe ulaşmak için takip edilen yol, yöntem ve tatbikat sistemidir.
Bu asırda “dinsizliğin hükümferma olduğu” ve “ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komitelerinin” , “sinsî metodlar” takip ettiği bir dönemde, Risale-i Nur bunlara mukabil “müsbet bir metod” takip etmiştir.
Bu metod; “Yirminci Asrın ilim ve fen seviyesine uygun” olarak, aklı ve kalbi birlikte tatmin eden “ikna ve isbat yoluyla” gitmektir. Bu, “teferruata dalmamak” ve “zihni, teferruatla dağıtmamak” suretiyle doğrudan hakaik-i imaniyeye odaklanan bir metoddur. Bu, “müspet bir tarzda mücadele” metodudur.
Müradifleri: Yöntem, Yol, Tarîk, Üslûb-u beyan, İkna usulü, Vasıta.
Ayet İktibası (İlâhî Metod):
Risale-i Nur’un “ikna ve isbat” metodu, Kur’an’ın tebliğde emrettiği İlâhî metoda tam muvafıktır:
${اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ}$
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)
Buradaki “hikmet” (isbat) ve “mev’ize-i hasene” (ikna), Risale-i Nur metodunun temelini teşkil eder.

3. MODEL (Nümune, Kalıp, Örnek)

İzahı: Model, hem kâinatın hem de insanın yaratılışındaki İlâhî plan, program ve nümunedir. Kaderin ilmî bir kalıbıdır.
Sâni’-i Hakîm’in “herbir asrı bir model yaparak” taze bir âlemi ona giydirmesi; Kader’in “herşeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin” etmesi ve o “model hükmüne” geçmesi; ve de “ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün” etmesi, modelin yaratılıştaki yerini gösterir.
Bu bahsin zirvesi, “İnsan Modeli”dir:
• İnsan, Esma’ya Modeldir: İnsan, Sâni’-i Zülcelâl’in “esma-i hüsnanın nukuşunu göstermek için” modellik vazifesi gören bir “ayna”dır. Hayatın başına gelen musibet ve elemler, bu modelliğin icabıdır; “vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir.”
• İnsan, Teceddüd Eden Modeldir: insanın ömrünün saatleri adedince “birer ferd-i âher şeklini giyer” denilerek, insanın sabit değil, “teceddüd” eden (yenilenen) dinamik bir model olduğu ve bu sebeple “her zaman tecdid-i imana muhtaç” olduğu belirtilir.
• İnsanın Modeli (Örneği): Bu insan modelinin zirvesi ve mükemmel numunesi gösterilir: “İşte böyle bir zâtın (Hz. Muhammed A.S.M.) ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyıktır.”
Müradifleri: Nümune, Misal, Kalıp, Örnek, Plan, Program, Mikyas, Suret-i asliye.
Ayet İktibasları (Model Olarak İnsan ve Peygamber):
Kur’an-ı Kerim, hem insanın yaratılış modelinin mükemmelliğine hem de takip edilmesi gereken beşerî modele işaret eder:
• İnsanın Yaratılış Modeli (Ahsen-i Takvim):
${لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ}$
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)
• Takip Edilecek İnsan Modeli (Üsve-i Hasene):
${لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يراًۜ}$
“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb 33/21)

4. TARZ (Üslûp, Edâ, Suret-i İcra)

İzahı: Tarz, bir işin yapılışındaki üslûp, edâ ve biçimdir. Usul ve metoda ruh ve karakter veren, onu diğerlerinden ayıran has bir keyfiyettir.
“tarz” kelimesinin kullanımı, hem Hâlık’ın icraatındaki hem de mahlûkatın ve dinin tatbikatındaki hususiyeti gösterir:
• Yaratılıştaki Tarz: “Cenâb-ı Hakkın yaratış tarzı”; “Hergün ayrı bir tarzda tecdid”; her mahlûka verilen “tesbih ve ibadet tarzı” ve her şeye “münasip bir tarz-ı muntazam” verilmesi, O’nun Sâni’ isminin tecellisidir.
• Dindeki Tarz: “Dinin tarzı ise: Din bir imtihandır… Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak” suretinde tarif edilir. Bu, Risale-i Nur’un da temel hareket tarzıdır.
• İnsandaki Tarz: “Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir” denilerek, bakış açısındaki tarzın, mahiyeti değiştirdiği vurgulanır. Allah’ı sevmenin yolu, “Allah’ın sevdiği tarzı yapmak” yani Sünnet-i Seniyye’ye (Peygamberin tarzına) benzemektir.
• Risale-i Nur’un Tarzı: Risale-i Nur’un bu asra has tarzını netleştirir. Bu tarz, “korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor.” Bilakis, “Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor.” Bu, aklı ve ruhu hissiyatın tasallutundan kurtaran aklî ve şefkatli bir tarzdır.
Müradifleri: Üslûp, Edâ, Suret, Biçim, Tavır, Nevi, Keyfiyet-i icra.

Ayet İktibası (Allah’ın İcraat Tarzı – Sünnetullah):

Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki ve hadiselerdeki icraat tarzı (Sünnetullah) şaşmaz bir nizam içindedir. Bu O’nun tarzıdır.
${اِسْتِكْبَاراً فِي الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِۜ وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِه۪ۜ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْد۪يلاًۙ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْو۪يلاً}$
“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan (sünnetinden) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bir sapma da bulamazsın.” (Fâtır 35/43)

NETİCE

Risale-i Nur;
• Usul olarak, Kur’an ve Sünnet’in “asl”ına ve “fıtrat”a (Rum 30/30) sadık kalır.
• Metod olarak, bu asrın aklına ve fennine karşı “hikmet” ve “güzel öğüt” (Nahl 16/125) ile “ikna ve isbatı” esas alır.
• Model olarak, “ahsen-i takvim”de (Tîn 95/4) yaratılan insanın, Esma-i Hüsna’ya ayinedarlık vazifesini ve bu modelin en mükemmeli olan “üsve-i hasene”yi (Ahzâb 33/21) hedefler.
• Tarz olarak, “ihtiyarı elinden almayan”, şefkatli, müspet ve hissiyatı akla mağlup ettiren bir üslûbu benimser.
Böylece Risale-i Nur, İslam’ın ve o dinin tezahürü olan kâmil insanın modelini, bu zamanın ihtiyacına en muvafık usul, metod ve tarz ile takdim ederek iman-ı tahkikî dersini vermektedir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-islam-ve-insan-modeli/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleği, asrın idrakine uygun olarak “isbatiyecilik” (pozitivizm) üzerine bina edilmiştir. O, menfi (negatif) hareket yerine müsbet (pozitif) hareketi, yani inkâr ve reddiye yerine isbat ve ikna etmeyi esas almıştır. Bu metod, hususan Tevhid akidesinde, iki merhalede kendini göstermektedir: İsbat (Proof) ve Tesbit (Establishment/Fixation).
Konunun Müradifleri (İlgili Istılahlar)
Bu iki temel kavramı daha iyi anlamak için etraflarındaki manaları ihata eden müradiflerine ve alâkalı diğer ıstılahlara nazar etmek faydalı olacaktır:
• İsbat Müradifleri: Bürhan (kesin delil), hüccet (susturucu delil), delil (yol gösteren), tebeyyün (açığa çıkma), izhar (gösterme), ikame (yerleştirme, delil getirme), tahkik (gerçeği ortaya çıkarma).
• Tesbit Müradifleri: Takrir (yerleştirme), te’kid (pekiştirme), teyid (destekleme), temkin (sağlamlaştırma), tarsin (muhkem kılma), ilka (kalbe bırakma), tebyin (açıklayarak sabitleme), resm (iz bırakma, nakşetme).

Birinci Merhale: İSBAT (Delil ve Bürhan ile Hakikati Gösterme)

İsbat, bir hakikatin varlığını, doğruluğunu ve hakkaniyetini şüpheye mahal bırakmayacak surette, aklî ve naklî delillerle ortaya koymaktır. Risale-i Nur bu isbatı iki cihetle yapar:

1. Nefyin ve Küfrün İmkânsızlığını Göstererek İsbat

Bediüzzaman Hazretleri, “İki kere iki dört eder” kat’iyetinde, evvela muhatabı olan ehl-i dalalet ve küfre, tuttukları yolun (küfrün) mahiyetini gösterir. Küfrün, sadece bir kabul etmeme (adem-i kabul) değil, kâinatın bütün mevcudatını tahkir eden, onların kıymetini hiçe indiren ve nihayetsiz bir zulmet (karanlık) olduğunu isbat eder.
İnkâr ve nefyin isbatı gayet müşkildir. Çünkü inkâr eden, bütün kâinatı ve zamanı taramak mecburiyetindedir.
“İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir.”
Bu nokta, Kur’an-ı Kerim’in ehl-i inkârdan daima “bürhan” (kesin delil) talep etmesiyle tam bir mutabakat içindedir.
“Ve dediler ki: ‘Yahudilerle hıristiyanlardan başkası cennete giremez.’ Bu, onların kuruntularıdır. De ki: ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz (bu iddianıza) delilinizi (burhanınızı) getirin.'” (Bakara, 2/111)
Allah’ın varlığının zıddı olan “yokluk” (adem), isbat edilebilir bir hakikat değildir.
“Nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzımdır.”
“Nefy-i nefy, isbattır. Yani: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.”

2. Vücudun ve Vahdetin Lüzumunu Göstererek İsbat

İsbatın ikinci ve en mühim ciheti, eserden müessire (sanattan sanatkâra) gitmektir. Risale-i Nur, en küçük bir zerreden (cüz’î) en büyük sistemlere (küllî) kadar her bir sanat eserinin üzerindeki “mührü” okutturur. Her bir varlığın, bir Yaratıcı’nın varlığına ve birliğine (Vücud ve Vahdet) nasıl delalet ettiğini müdellel (delilli) bir surette isbat eder.
Bu metot pozitivizm asrının aklî bürhan talebine tam cevap verir:
“Cüz’înin isbatıyla küllî de isbat edilmiş olur.”
“Bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir.”
Kur’an-ı Kerim de kâinattaki bu nizamı ve sanatı, aklı kullanarak tefekküre ve isbata davet eder:
“O ki, birbiriyle âhenktâr yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3-4)
Yine, Tevhid’in isbatı ve şirkin nefyedilmesi hususunda Kur’an, en kat’î aklî delili (bürhan-ı temanu’) sunar:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
İşte Risale-i Nur, bu ayetlerin tefsiri olarak, bütün ahkâm-ı imaniyeyi (imanî hükümleri) akla isbat etmiştir.

İkinci Merhale: TESBİT (Takrir ve Temkin ile Hakikati Sabitleme)

İsbat bir hakikati göstermek ise, Tesbit o hakikati akılda, kalpte ve ruhta sabit kılmak, perçinlemek ve hayatın bir gayesi haline getirmektir.
İsbat, küfürden imana getirmek içindir; Tesbit ise imanda sebat ettirmek, mütehayyir (şaşkın) bırakmamak ve hakikata giden yollar içinde “en müstakimi, en hatarsızı ve en kısa yolu” göstermek içindir.
Bu, İmam-ı Gazalî’nin ve İmam-ı Rabbanî’nin aradığı, ancak Bediüzzaman Hazretleri’nin bu asırda “Tesbit, Teşhis, Ta’yin, Takdir, Tahsis, Tavzih ve Tafsil” ederek muvaffak olduğu bir mertebedir. Bu merhalede “iman hakiki iman olarak tesbit edilmiş, imanda marifet, muhabbet ve cennet gösterilmiştir.”
Bu tesbit fiili, Kur’anî bir metottur. Cenab-ı Hak, müminlerin kalplerini sabit kılmak (tesbit etmek) için delillerini ve ayetlerini indirir.
“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette o sâbit sözle (tevhid kelimesi ile) tesbit eder (sabit kılar); zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrâhîm, 14/27)
Peygamberlerin kıssalarının anlatılmasının hikmeti de bu “tesbit”tir:
“(Ey Muhammed!) Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini (onlarla) tesbit edip pekiştireceğimiz her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (Hûd, 11/120)
Kur’an-ı Kerim bu tesbiti, cüz’î hadiselerden küllî kaidelere (Esma-i Hüsna’ya) intikal ederek yapar:
“Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder.”
Tekrar, İbadet ve Tefekkür Yoluyla Tesbit
Hakikatlerin zihinlerde ve kalplerde tesbiti için “tekrar” lüzumludur. Tıpkı bir müessisenin (kurumun) nizamnamelerinin tekrar edilerek yerleştirilmesi gibi.
“Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır.”
“Kur’an pek büyük mes’elelerden bahseder… Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikın, kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûblarla tekrara ihtiyaç vardır.”
Kur’an-ı Kerim de bu tekrarın gayesinin “öğüt” (zikra) ve “tesbit” olduğunu beyan eder:
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55)
İbadetler ve hassaten namaz, bu tesbitin amelî cihetidir. İman ile isbat edilen hakikatler, ibadet ile ruhta ve hayatta tesbit edilir:
“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame… için yegâne İlahî bir vesiledir.”
“Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.”

Netice
Hülasa olarak, sizin de tahlil ettiğiniz gibi, Risale-i Nur mesleği iki kanatlıdır:
• İsbat Kanadı: Aklı muhatap alır. Küfrün imkânsızlığını ve Tevhid’in lüzumunu aklî delillerle (kâinattaki mühürleri okutarak) isbat eder. Bu, “pozitivizm” asrının bürhan talebine ve “aklî” hüküm arayışına tam bir cevaptır.
• Tesbit Kanadı: Kalbi ve ruhu muhatap alır. İsbat edilen hakikatleri, tekrar, tefekkür ve ibadet yoluyla ruha nakşeder. İmanı, “hakiki iman” mertebesine çıkarır; marifet ve muhabbetullahı netice verir.
Gelecekte (istikbalde) hükmedecek olan, işte bu metottur:
“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-isbat-ve-tesbit/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

1. Risale-i Nur’un Mahiyeti: Kur’ân’ın Manevî Bir Tefsiri ve Bürhanı

Risale-i Nur, kendini her şeyden evvel Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asrın fehmine (anlayışına) uygun bir dersi olarak takdim eder. O, müellifinin şahsî bir eseri değil, doğrudan doğruya Kur’ân hakikatlerinin bir “tereşşuh”u (sızıntısı) ve “lem’a”sıdır (parıltısıdır)

a) Kur’ân’ın Malıdır ve Menbaı (Kaynağı) Kur’ân’dır:

Külliyat, müellifinin “bir hiç” olduğunu, eserin kıymetinin Kur’ân’dan gelmesinden ileri geldiğini ve “hiç bir kitabdan alınmadığını”, “Rabbanî ve Kur’anî” olduğunu ısrarla vurgular. Risale-i Nur, Kur’ân’ın “bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi” ve “hakikî bir tefsiri” olarak tasvir edilir. Bu tefsir, klasik tefsirler gibi ahkâm ayetlerinden ziyade, “dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden” bahseder.

b) “Nur” İsminin Tevafuku:

Risale-i Nur’un kendisi bir “Nur”dur. Bu “Nur”, Cenâb-ı Hakk’ın “en-Nûr” ism-i şerifine bakar. Kur’ân-ı Kerîm, hidayeti bir “nur” olarak tavsif eder. Risale-i Nur’un gayesi de, ism-i Hakîm ve Rahîm’in bir mazharı olarak, bu asrın “zulümat”ını (karanlıklarını) dağıtan o Kur’ânî “nur”u neşretmektir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın bu vasfını şöyle beyan eder:
$”…Size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir. Allah, onunla rızası peşinde gidenleri selâmet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.”$
( Meali, Mâide Sûresi, 5:15-16)

Risale-i Nur, bu ayetin işaret ettiği gibi, “karanlıklardan aydınlığa” çıkarma vazifesini, bilhassa iman hakikatleri sahasında yerine getirdiğini ifade eder.

2. Risale-i Nur’un Gayesi ve Vazifesi

Risale-i Nur’un vazifesinin “imanı kurtarmak” olduğunu teyid etmektedir.

a) İman-ı Tahkikîyi Vermek (Tahkikî İmanı Kazandırmak):

Risale-i Nur’un en temel gayesi, bu “âhirzaman” fitneleri ve “küfr-ü mutlak” cereyanları karşısında, sarsılan “taklidî” (geleneksel) imanı, “tahkikî” (araştırmaya ve isbata dayalı) bir imana çevirmektir. O, “herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek” bu vazifeyi yapar. Haşir (diriliş) gibi en derin meseleleri, İbn-i Sina gibi dâhîlerin “Akıl buna yol bulamaz!” dediği hakikatleri, “avamlara da, çocuklara da bildirir”.

b) Dalalet ve Zındıka ile Mücadele:

Bu iman kurtarma hizmeti, aynı zamanda bir “mücahede-i maneviye”dir . Risale-i Nur, Kur’ân’ın elinde “bir elmas kılınç hükmünde” olarak, “dalaletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi’yle parça parça etmiş” ve “maddiyyunluk fikrini ibtal eylemiştir”

c) Gençliğin ve Mahpusların Islahı:

Risale-i Nur’un iman dersleri, “cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında” gençleri “daire-i meşrua”da tutmak için tesirli bir ders ve “hakikî teselli” kaynağıdır. Hapishaneleri “Medrese-i Yusufiye”ye çevirerek, “onbeş sene hapse atmaktan ise, onbeş hafta Risale-i Nur dersini” almanın daha tesirli bir ıslah metodu olduğunu isbat etmiştir.

3. Risale-i Nur’un Mesleği ve Metodu

Risale-i Nur’un gayesine ulaşmak için takip ettiği yol, diğer İslâmî hizmetlerden farklı hususiyetler arz eder.

a) Siyasetten Tam İçtinab (Kesin Olarak Kaçınma):

Risale-i Nur’un mesleği, dünyaya ve siyasete karışmamaktır. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) düsturudur. Vazifesi “hayat-ı ebediyeyi mahvetmek” olan küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmektir. Siyasete girenlerin “istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemeyeceğini” belirtir.

b) Müsbet Hareket ve Asayişin Muhafazası:

Siyasetle iştigal etmemesi, onun hayat-ı içtimaiyeye (toplumsal hayata) hizmet etmediği manasına gelmez. Bilakis, “iman-ı tahkikî” dersleriyle “vatanı ve milleti anarşilikten ve serserilikten muhafaza eder”. Nur talebeleri, “asayişin manevî muhafızı” ve “manevî bir zabıta” hükmündedir. Çünkü “her adamın kafasında bir yasakçı bırakır”.

c) İhlas, Uhuvvet ve Şefkat Esası:

Risale-i Nur mesleği, “tarîkat” değil, “hakikat” ve “uhuvvet” (kardeşlik) mesleğidir. Tarîkattaki “şeyhlik” ve “makam” rekabeti yerine, “kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur” . Bu mesleğin temeli “a’zamî ihlas”, “terk-i enaniyet” (benliği terk) ve “şefkat”tir.

d) Akıl, Bürhan ve Tefekkür Metodu:

Risale-i Nur, “Eski hükema” gibi “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez” demez. Bilakis, “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imaniye aklîdir. Aklî olduğunu isbata hazırım” der ve bunu Külliyat’ta isbat eder.Metodu, “müvazeneler” (karşılaştırmalar) yoluyla küfürdeki manevî Cehennemi ve imandaki manevî Cenneti göstererek “hissi mağlub etmektir”. Bu yönüyle “tefekkürî bir ibadet” yoludur.

4. Risale-i Nur Şakirdlerinin (Talebelerinin) Vasfı

Risale-i Nur, tek bir müelliften ziyade, onun şakirdlerinin teşkil ettiği “şahs-ı manevî”yi esas alır.

a) Hademe-i Kur’ân (Kur’ân Hizmetkârları):

Şakirdler, “sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademelerdir” . Vazifeleri, aldıkları dersi “neşretmektir” . Tebliğ vazifesinde Peygamber (A.S.M.) Efendimizin şu düsturunu esas alırlar:
$”…Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”$
( Meali, Nur Sûresi, 24:54)
$”Şüphesiz ki sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ama Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir…”$
( Meali, Kasas Sûresi, 28:56)

b) Uhuvvet (Kardeşlik) Ruhu:

Risale-i Nur talebeleri “bir cemaattır” ancak bu siyasî bir “cem’iyet” değil, “sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür” . Bu kardeşlik, “hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir” sırrına mazhardır. Aralarındaki bu “rabıta-i diniye”, Kur’ân-ı Kerîm’in şu emrine dayanır:
$”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”$
( Meali, Hucurât Sûresi, 49:10)

c) Vaad Edilen Netice: Hüsn-ü Hâtime (İmanla Kabre Girmek):

Risale-i Nur şakirdlerine verilen en büyük müjde, “imanlarını kurtarmaları” ve “imanla kabre girmeleridir” . Bu, rüyalarla da teyid edilmiştir: “Risale-i Nur şâkirdleri îmansız ölmezler, kabre imanla girerler”. İlk iktibasta yapılan dua da bu gayeye matuftur: “…bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver.”

5. Risale-i Nur’un Hususiyetleri (Ayırt Edici Özellikleri)

a) Kendi Kendine Yetkinlik:

Risale-i Nur’un “hocası, Risale-i Nur’dur” . Başka eserlerden ders almaya ihtiyaç bırakmaz. Şerh ve izahları dahi yine kendi cüzleri içindedir . Müellifi dahi kendini bir talebe olarak görür ve “şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyaç ve iştiyakım var” der.

b) Usandırmayan Üslûb:

“Yüz def’a okunsa, yüz birincide yine zevk ile okunabilir” . Sebebi, “hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı”nın bulunması ve “daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri” olmasıdır.

c) İlahî Muhafaza ve Kerametler:

Külliyat, te’lifi ve neşri boyunca “inayet-i Rabbaniye” ve “himayet-i Rabbaniye” altında olduğunu sayısız “tevafukat” ve “kerametler” ile isbat etmiştir. Ona ilişenlerin “maskara olmaları” ve “şefkat veya hiddet tokatları” yemeleri bu muhafazanın bir cilvesidir.

Hâtime (Sonuç)

Risale-i Nur’un kendi lisanıyla, “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiri” olduğunu; gayesinin “imanı kurtarmak” olduğunu; mesleğinin “siyasetten içtinab” , “müsbet hareket” ve “a’zamî ihlas” üzerine kurulduğunu; şakirdlerinin de bu “cihanşümul” hakikatlerin “hademeleri” olduğunu şüpheye yer bırakmayacak bir vuzuhla (açıklıkla) ortaya koymaktadır.
O, bu asrın manevî hastalıklarına Kur’ân eczahanesinden tiryaklar sunan bir “halâskâr-ı İslâm” ve “Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tûfanından kurtulmasına sebeptir” .
Cenâb-ı Hak, bu hakikatlerden tam manasıyla istifade ve istifaza edebilmeyi nasib eylesin.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-risale-i-nur/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

1. Tahlil: Şahsiyet-i Bediüzzaman ve Hizmetin Ruhu (İman ve İhlas)

Üstad Hazretleri’nin “çok yönlü külli şahsiyeti” tek bir noktada temerküz etmiştir: İman hizmeti.
Bu, onun hayatının gayesidir. Şahsını nazara vermemesi, dünyayı terk edip (sadece 200-300 liralık bir tereke bırakması) ukbayı hedef alması, onun hizmetindeki ihlâs ve istiğna düsturlarının bir yansımasıdır.
• İhlâs ve İstiğna: Risale-i Nur hizmetinin temel taşı ihlâstır. Üstad’ın hediye, zekât ve sadaka kabul etmemesi, bu ihlâsı korumaya ve hizmet-i Kur’aniyeyi hiçbir şahsi menfaate âlet etmemeye matuftur. Bu tavır, peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tebliğ metodunun bir devamıdır. Onlar da tebliğlerine mukabil bir ücret istememişlerdir.
• Ayet ( Meali): Nitekim Şu’arâ Sûresi’nde birçok peygamberin dilinden şu hakikat beyan edilir:
$ “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şu’arâ 26:109)$
• Hizmetin Esası (İman): “Hizmetlerin şahı ve padişahı olan bu imanda terakki ile marifetullahda yükselişi sağlamıştır” tespiti, Risale-i Nur’un neden doğrudan imanın rükünlerine (esaslarına) odaklandığını izah eder. Zira iman, bütün amellerin temeli ve kıymetinin menbaıdır.
• Ayet ( Meali): İmanın, amellerin kabulü için bir şart olduğunu Cenâb-ı Hak şöyle beyan eder:
$ “Erkek veya kadın, kim mü’min olarak salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisâ 4:124)$

2. Tahlil: Asrın Fehmine Uygun Bir Metodoloji (İkna, İspat ve Tefekkür)

Üstad’ın “asrın fehmine uygun hakikatlar” sunduğunu, “ikna edici, isbat edici, temsillerle en zor meseleleri kolayca akla yaklaştırıcı beyanlarda” bulunduğunu vurguluyorsunuz. Bu, Risale-i Nur’un en mühim metodolojik hususiyetidir.
• Akıl ve Kalb İttifakı: Sizin de belirttiğiniz gibi, “asırlardır birbirleriyle neredeyse kavgalı olan akılla kalbi barıştırmıştır.” Bu, felsefenin ve modern ilimlerin akla verdiği öneme mukabil, imanı aklî delillerle (bürhanlarla) ispat ederek kalbi tatmin etme yoludur. Bu, Kur’an’ın “hikmet” ile davet metodudur.
• Ayet ( Meali): Cenâb-ı Hak, davet usulünü şöyle öğretir:
$ “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et! Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16:125)$
• Manevî Cihad: “Bu zamandaki harici cihad; Kur’anın bürhanlarıyla cihad olarak belirler” tespiti, hizmetin “manevî cihad” (cihad-ı manevî) olduğunu gösterir. Düşman olarak “Cehalet, Zaruret, İhtilaf”ı; silâh olarak da “Sanat, Marifet, İttifak”ı göstermesi, mücadelenin ilim ve tefekkür zemininde olduğunu ispat eder.
• Ayet ( Meali): Kur’an, tefekküre ve ilme büyük ehemmiyet verir:
$ “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Şüphesiz, ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar.” (Zümer 39:9)$

3. Tahlil: Hitap Şekli ve Şirket-i Manevî
Tahlili “ÜSTADIN TALEBELERİNE HİTABI” ve “NUR TALEBELERİNİN HİTAB ŞEKLİ” bölümleri, bu hizmetin sadece teorik bir düşünce faaliyeti olmadığını, aynı zamanda derûnî (iç) bir bağ, bir uhuvvet (kardeşlik) ve şirket-i manevî (manevi ortaklık) tesisi olduğunu göstermektedir.
• Hitabın Muhtevası: “Aziz, Sıddık Kardeşlerim” gibi ifadeler, birer iltifat olmanın ötesinde, hizmetin temel direkleri olan sadakat, ihlâs ve uhuvveti pekiştiren manevî birer ahiddir (sözleşmedir). Talebelerin Üstadlarına hitaplarındaki “Aziz Üstadım”, “Müşfik Üstadım” gibi tabirler ise, ilim ve hizmet bağının muhabbet ve şefkat üzerine bina edildiğini gösterir.
• Şirket-i Manevî: Mektupların hizmetin devamı için “elzem” (çok gerekli) olduğu tespitiniz, bu manevî şirketin nasıl işlediğini ortaya koyar. Herkesin kazancı, ortak havuza (şirket-i manevî) dâhil olmaktadır. Bu, Kur’an’ın emrettiği “kardeşlik” ruhunun ameli bir tezahürüdür.
• Ayet ( Meali): Bu derûnî bağın temelini şu ayet teşkil eder:
$ “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49:10)$

4. Tahlil: Kerametler ve Hikmet-i İlahi
Çalışmada “KERAMETLER” başlığı altında toplanılan hadiseler (Mardin’de kayıdların açılması, Van Kalesi’nden düşüş, Rus kumandanı ile muhaveresi, hapishanede dışarıda görülmesi vb.), Risale-i Nur hizmetinin hıfz-ı İlahî (İlahi koruma) altında olduğunun ve o hizmetin hâdiminin (Bediüzzaman) şahsında tezahür eden ikram-ı İlahînin (İlahi ikram) delilleridir.
• Kerametin Gayesi: Tahlilde “yazılmasını istememiş ve bahsetmemiştir” notu çok mühimdir. Bu, kerametlerin gayesinin şöhret kazanmak değil, belki en zor anlarda talebelere bir teselli ve davanın hakkaniyetine (doğruluğuna) dair bir işaret olduğunu gösterir. Keramet, Allah’ın (c.c.) sevdiği kullarına (evliya) bir ikramıdır.
• Ayet ( Meali): Allah’ın dostlarına (evliyasına) olan bu hususi muamelesi ve koruması Kur’an’da şöyle müjdelenir:
$ “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus 10:62)$

5. Tahlil: Fetvalar ve Asrın Meselelerine Çözümler
“FETVALAR” bölümü, Bediüzzaman Hazretleri’nin sadece bir müfessir (tefsir âlimi) değil, aynı zamanda müceddid (yenileyici) sıfatıyla asrın getirdiği yeni meselelere (umum-ül belvâ) şeriatın mizanlarıyla (ölçüleriyle) nasıl cevap verdiğini ortaya koymaktadır.
• Takva ve Rüçhaniyet (Öncelik): “Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur” fetvası, asrın hücumları karşısında müdafaa (savunma) esasını öne çıkarır. Bu, def’-i mefasid (kötülükleri defetme) prensibinin, celb-i menafi (faydaları çekme) prensibine takaddüm etmesi (öncelik kazanması) kaidesine dayanır. Haramın terki vacib olduğu için, bu zamanda takva (sakınma) en büyük salih amel hükmüne geçmektedir.
• Ayet ( Meali): Takvanın ehemmiyeti ve kurtuluşa vesile oluşu şöyle belirtilir:
$ “De ki: ‘Murdar ile temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de.’ Ey akıl sahipleri, Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:100)$
• Zaruret ve Ruhsat: “Dişlerin kaplanması” hakkındaki izahı, zaruret ve ihtiyaç hallerinde İslam fıkhının (hukukunun) tanıdığı ruhsat (kolaylık) kapısını göstermektedir. “Mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen” kaydını koyması, bu ruhsatın keyfî değil, zarurete bağlı olduğunu gösterir.
• Ayet ( Meali): Dinin temel prensibi kolaylıktır ve zaruretler haramları mübah kılar:
$ “…Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez…” (Bakara 2:185)$
$ “…Kim de şiddetli bir açlık durumunda zorda kalırsa, günaha eğilim göstermeksizin (bu haram etlerden) yiyebilir. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mâide 5:3)$
• Amel-i Dünyevînin İbadete İnkılabı: Fabrika işçisi, demiryolu çalışanı, tayyareci ve çobanlara “farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer” demesi, niyet ile âdetlerin ibadete, dünyevî çalışmaların uhrevî kazanca dönüşmesi kaidesinin bir tatbikidir.

Hülasa (Sonuç)
Bu “Tahlil ve Hülasalar”, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve Risale-i Nur’un muhtevasını beş temel direk üzerinde hülasa etmektedir:
• Gaye: İhlâs ile iman hizmeti.
• Metod: Akıl ve kalbi birleştiren aklî isbat (bürhan) ve tefekkür.
• Cemaat: Sadakat ve muhabbet temelli bir uhuvvet ve şirket-i manevî.
• Hıfz-ı İlahi: Hizmetin hakkaniyetini isbat eden İlahi ikram ve kerametler.
• Tatbikat: Asrın ihtiyaçlarına ve umum-ül belvâya şeriat dairesinde çözümler (fetvalar) sunan bir tecdid (yenileme) hareketi.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-tahlil-ve-hulasalar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

Kâinatın tılsımını açan en mühim anahtar, insanın kendi mahiyetinde gizlidir. İnsan, zahiri nazarda küçük bir cisim gibi görünse de, esasen bütün kâinatın külli bir fihristesi ve İlahi isimlerin en câmi bir aynasıdır. Bu muazzam varlık, fani dünyanın dar kalıplarına sığmayacak kadar ulvi istidatlarla donatılmıştır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda, hususan Sözler mecmuasında yaptığı derinlikli tahliller, insanın bu dünyadaki gurbetini ve asıl vatanı olan ebediyet yurduna olan iştiyakını harikulade bir surette tasvir eder.

1. Ruhun Cevherindeki Gayr-ı Mahdud İstidat ve Hikmet
Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” isminin bir tecellisi olarak, kâinatta abes, faydasız ve israf edilmiş hiçbir şey yoktur. En küçük bir sineğin kanadından, semavattaki yıldızların hareketine kadar her şeyde bir hikmet ve gaye müşahede edilir. Hal böyleyken, mahlukatın en şereflisi olan insanın ruhuna yerleştirilen sınırsız kabiliyetlerin neticesiz kalması düşünülebilir mi?
Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikati şu veciz ifadelerle ortaya koyar:
> “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat… saadet-i ebediyeye elini uzatmış…” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 521).
>
İnsanın ruhunda ekilen bu istidat tohumları, sadece bu kısa dünya hayatı için verilmiş olsaydı, bu durum “hikmet” ve “iktisat” kanunlarına zıt ve aykırı olurdu. Nasıl ki balıklara yüzgeç verilmesi suyun varlığına, kuşlara kanat verilmesi havanın vücuduna delildir; insana da ebedi bir saadeti arzulayan “sınırsız istidatlar” verilmesi, o istidatların inkişaf edeceği bir “Ebediyet Âlemi”nin varlığının en kuvvetli isbatıdır.

2. Vicdanın Yanılmaz Sesi: “Ebed! Ebed!”
İnsanın fıtratında, aklın vesveselerine kapılmayan, doğrudan doğruya hakikati haykıran bir “derûnî” mekanizma vardır ki, buna “vicdan” denir. Vicdan, insanın yaratılışındaki aslı ve esası temsil eder. İnsan, aklıyla inkar etse bile, vicdanıyla ebediyeti arzulamaktan asla vazgeçemez. Bu, bir yanılma veya bir yanlış inanç değil, fıtratın bizzat konuşmasıdır.
Metinde geçen şu ifadeler, bu derûnî hali ne güzel tasvir eder:
> “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 522).
>
İnsanın “ene”si (benliği), sonlu ve fani olanla tatmin olmaz. Ona dünyaları verseniz, “Daha yok mu? Bu da bitecek, bana bitmeyen lazım!” diye feryat eder. Bu hal gösteriyor ki; insan bu fani misafirhane için değil, baki bir saltanat için yaratılmıştır. Vicdanın bu ısrarlı talebi, o talebi karşılayacak olan Zât-ı Zülcelal’in vaadinin bir nevi aksisdasıdır.

3. Dünya Tarlası ve Ahiret Hasadı
Gözlem ve nazarımızla görüyoruz ki, dünya hayatı insanın sahip olduğu bu muazzam potansiyeli tam manasıyla ortaya çıkarması için yeterli değildir. İnsanın arzuları ebede kadar uzanırken, ömrü bir şimşek parıltısı gibi kısa sürmektedir. Bu zıtlık, dünyanın son durak olmadığını, bilakis bir bekleme salonu ve bir imtihan meydanı olduğunu gösterir.
Üstad Bediüzzaman, dünyanın bu “yetersizliğini” şöyle ifade eder:
> “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 525).
>
Bir çekirdek, toprağın altında çürüyüp gitmek için değil, sümbüllenenip meyve veren bir ağaç olmak için vardır. İnsanın ruhundaki istidat çekirdekleri de bu dünya toprağında filizlenir, fakat tam manasıyla neşvünema bulup meyve vermesi, ancak “Dâr-ı Bekâ”da, yani ahiret yurdunda mümkün olacaktır. Dünya, bu istidatların sadece numunelerinin görüldüğü, asıllarının ise ahirette inkişaf edeceği bir mezradır.

Netice ve Hikmet
Bütün bu deliller, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul mesajıyla tam bir mutabakat içindedir. Rabbimiz, Mü’minun Suresi’nde mealen şöyle buyurmaktadır:
> “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun Suresi, 23/115)
>
Netice itibarıyla; insanın cevher-i ruhundaki sınırsız kabiliyetler, vicdanındaki sönmek bilmeyen ebediyet aşkı ve dünyanın bu kabiliyetlere dar gelmesi, ahiretin vücudunu güneş gibi zahir kılar. İnsan, ebed için yaratılmıştır ve ebede gidecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

İnsan, kâinatın en mükerrem varlığı olarak bu dünyaya gönderildiğinde, kendisine cevapsız gibi görünen büyük sualler tevdi edilmiştir: Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir?
Modern felsefelerin ve “medeniyet” dediğimiz beşerî sistemlerin bu suallere verdiği cevaplar, çoğu zaman insanı fani bir hayatın tesellilerine hapsetmiştir. Ancak hakikat, bize gönderilen ilahî mesajlarda ve fıtratımızın derinliklerinde yankılanır. Bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daîmî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” (Lem’alar – 206)
>
Bu, varoluşumuzun en mantıklı ve hikmetli tasviridir. Bizler, bu dünyaya zevk ve safa sürmeye değil, “ebedî bir ticaret” yapmaya gönderildik. Elimizdeki en kıymetli ve geri dönülmez “sermaye” ise “ömür”dür. Tıpkı bir kervanın yola devam etmesi gibi, biz de durdurulamaz bir “sevkıyat” içindeyiz. “Biz gidiyoruz… Aldanmakta faide yok.”
Ebedî Rehber ve Fani Kanunlar
Peki, bu ebedî ticaretin ve tehlikeli yolculuğun rehberi nedir? İnsan, kendi aklıyla ve tecrübesiyle mi yolunu bulacaktır?
Tarih, bu suale ibretli bir cevap verir. İnsan aklından çıkan “medeniyetin kanunları”, zamanın geçmesiyle yıpranır, eskir ve nihayetinde ölüme mahkûm olur. Dün alkışlanan bir ideoloji, bugün tenkit (eleştiri) edilir; dün sarsılmaz sanılan bir nizam, bugün yıkılır. Çünkü beşerî kanunlar, fani olan insanın zaaflarıyla doludur.
Ancak bu ticaret ebedî olduğuna göre, rehberi de ebedî olmalıdır. Bu noktada Kur’an’ın farkı ortaya çıkar:
> “Evet Kur’an’ın düsturları, kanunları, Ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, Kuvvetlidir.”
>
Kur’an’ın hükümleri, zamanın ihtiyarlamasıyla ihtiyarlamaz. O, “daima gençtir”; çünkü fıtratın değişmez esaslarına hitap eder. Ebedî bir saadeti kazanmak isteyen bir tacir, sermayesini fani ve ölüme mahkûm rehberlere değil, Ezel’den gelen ve Ebed’e giden bu ebedî ve “kuvvetli” rehbere teslim etmelidir.

Yolculuğun En Büyük Tehlikesi: Küçük Şeylerde Boğulmak
Bu ticaretin kârı ebedî saadet olduğu gibi, tehlikesi de o nisbette büyüktür. İnsana “dünyayı yutan büyük letâifler” (latif duygular, kabiliyetler) verilmiştir. Kalp, akıl ve ruh gibi her bir aza, ebediyeti kazanacak birer cihazdır. Ancak şeytan ve nefis, bu azîm sermayeyi çok “küçük” ve “ehemmiyetsiz” görünen şeylerle batırmaya çalışır.
> “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. BİR LOKMA, BİR KELİME, BİR DANE, BİR lem’a, BİR İŞARETTE, BİR ÖLMEKTE BATMA. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.” (Lem’alar – 136)
>
Bu, ibretlerin en büyüğüdür. Muazzam bir gemiyi batıran, bazen gözle görülmez bir sızıntıdır. “Bir lokma” haram, kalbi öldürebilir. “Bir kelime” gıybet veya inkâr, imanı sarsabilir. Fani bir güzelliğe “bir işaret” veya “bir lem’a” (parıltı) nazar (bakış), insanın ebedî saadetini tehlikeye atabilir. Bu yüzden ebedî ticaret yolcusuna düşen, “hazer etmek” (sakınmak) ve attığı her adımı “dikkatle basmaktır.”
Kervandaki Diğer Yolcular: Uhuvvet ve Islah
Bu ebedî sevkıyat kervanında yalnız değiliz. Diğer mü’minler, bizim yol arkadaşlarımızdır. Bu arkadaşlığın da bir hukuku vardır. Ebedî sermayesini kurtarmaya çalışan bir mü’min, diğer yolculara karşı nasıl davranmalıdır?
> “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakküme değil, belki lütufla ıslahına çalışır.”
>
İmanın aslı (esası) sevgidir. Mü’min, kardeşinin zatını ve imanını sever. Ancak o kardeş bir hataya düştüğünde, onun “fenalığı” için nefret etmez, “yalnız acır.” Tıpkı eline batan bir dikenden dolayı eline kızmayıp, dikeni çıkarmaya çalışması gibi. Çözüm “tahakküm” (baskı kurmak, zorbalık) değildir. Zira tahakküm, nefreti doğurur. Çözüm, “lütufla ıslahına çalışmaktır.” Bu, ebedî kervanın nizamıdır.
Küllî Mücadele: İhya ve Tamir Faaliyeti
Bu ticaret, sadece ferdî bir kurtuluş mücadelesi değildir. Tarihî ve küllî bir boyutu da vardır. Bu ebedî rehber olan Kur’an ve Sünnet-i Seniye, tarih boyunca daima “tahribatçı” akımların hedefi olmuştur.
> “Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek…” (Mektubat – 29. Mektup)
>
Tarihî süreçte, şeriatı ve imanı “tahribe çalışan” bid’at (dine sonradan sokulan) rejimler ve komiteler (“Süfyan komitesi”) daima var olmuştur. Bunlar, insanların ebedî ticaret sermayesini çalmaya çalışan manevî yol kesicilerdir.
Buna mukabil, bu tahribatı “tamir edecek” ve unutulan Sünnet-i Seniyeyi “ihya edecek” (diriltecek) nuranî bir cemiyet (“Hazret-i Mehdi cem’iyeti”) de bu mücadelenin karşı kutbudur. Bu mücadele, kaba kuvvetle değil, “mu’cizekâr manevî kılınçla”, yani iman hakikatlerinin ve ilmin kuvvetiyle olacaktır.
Her mü’min, hem kendi ebedî ticaretini kurtarmakla hem de gücü nispetinde bu küllî tamir ve ihya faaliyetine katılmakla mükelleftir.

📖 Makalenin Özeti
Bu makale, insanın dünyaya geliş gayesinin “ebedî bir ticaret” olduğunu ve bu ticaretin sermayesinin “ömür” olduğunu vurgulayarak başlar. İnsanın güzel vakit geçirmek için değil, ebedî saadeti kazanmak için gönderildiği belirtilir.
Bu ticaret yolculuğunda, beşerî “medeniyet kanunları”nın aksine, “daima genç ve kuvvetli” olan tek rehberin, “Ezelden gelip Ebede giden” Kur’an düsturları olduğu ifade edilir.
Makale, bu ebedî ticaretteki en büyük tehlikenin, “bir lokma” veya “bir kelime” gibi “küçük şeyler” olduğunu; bu küçük hataların, “dünyayı yutan büyük letâifleri” (insanın manevî kabiliyetlerini) batırabileceğini belirterek ibretli bir uyarıda bulunur.
Yolculuktaki sosyal ahlâk ise, mü’minin kardeşini sevmesi, onun hatasına “tahakkümle” (baskıyla) değil, “lütufla ıslah” etmeye çalışması ve günahı için ona “yalnız acıması” olarak tasvir edilir.
Son olarak, bu mücadelenin sadece ferdî değil, aynı zamanda küllî olduğu; tarih boyunca Sünnet-i Seniyeyi “tahrip” etmeye çalışan akımlara karşı, “ihya” ve “tamir” vazifesi gören “manevî” bir mücadelenin (Mehdi ve Süfyan mücadelesi) de devam ettiği belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

​İnsanoğlu, kâinat sahnesine adım attığı andan itibaren “Ben neyim?”, “Nereden geliyorum?”, “Bu âlemdeki yerim nedir?” ve “Gayem nedir?” sualleriyle karşı karşıya kalmıştır. Felsefî (düşünce) akımlar ve medeniyetler bu suallere farklı cevaplar aramışsa da, ilahî mesajın nuruyla aydınlanan hikmet yolu, bu cevapları en sarsılmaz mantıkî ve derûnî delillerle sunmuştur.
​İnsanın ontolojik (varlıksal) makamı ve Rahmet , Hâlık’a olan en yakın münasebeti Dua , varoluşunun gayesi Hakikî Terakki, yolculuktaki imtihanı Hastalık ve Arınma ve diğer yolcularla münasebeti Uhuvvet (Kardeşlik) .
​Bu araştırma, bu beş merhaleyi sırasıyla tahlil edecektir.

1. Kâinatın Merkezindeki Muamma: Âciz-i Mutlak ve Hakikat-i Rahmet
​”Kat’iyen anla ki: Senin gibi zayıf-ı mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.” (Şualar)

​Bu ifade, insanın kâinattaki yerini tanımlayan en sarsıcı ve en mantıklı tasvirdir. İnsan, fıtratı itibarıyla “âciz-i mutlaktır”; bir mikroba dahi mağlup olabilir. “Fakir-i mutlaktır”; nefes almaktan rızka kadar sonsuz ihtiyaçlara muhtaçtır. “Zayıf-i mutlaktır” ve “fânidir”.
​İbret ve hikmet buradadır: Bu kadar âciz bir varlığa, “koca kâinatın musahhar edilmesi” (hizmetine verilmesi) bir tesadüf olabilir mi? Güneşin ona soba, ayın kandil, bulutların sebil, toprağın bir hazine olması; aklın, mantığın ve bilimin kabul edeceği üzere, başıboş bir tabiatın (doğanın) eseri olamaz.
​Bu muazzam zıtlık (çelişki) –yani insanın acziyeti ile kâinatın ona hizmetkârlığı arasındaki nisbetsizlik– tek bir hakikatle izah edilebilir: “Hakikat-i rahmet”. Bu, kör bir rahmet değildir. Ardında sonsuz bir Hikmet (her şeyi yerli yerine koyma), İnayet (hususi koruma), İlim (her şeyi bilme) ve Kudret (her şeye güç yetirme) vardır. Bu vecize, varlığın gayesiz olmadığını, aksine küllî bir Rahmet tarafından idare edildiğini mantıkî bir delil ile isbat eder.

2. En Mantıkî İspat: Sineğin Nidasından Duanın Kabulüne
​”Sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına ‘Lebbeyk’ söyleyen o Sâni’-i Semi’ ve Basîr’in, Senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevablar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?” (Mesnevî-i Nuriye)

​Birinci vecizede tesis edilen “Rahmet” hakikatinin, ferdî hayattaki en büyük tecellisi “dua”dır. Bu söz, duanın kabuliyetindeki mantıkî ve inkâr edilemez delili sunar.
​Tarih boyunca bazı düşünce akımları, “Allah bu kadar büyükken, benim küçük meselelerimi neden duysun?” şeklindeki şüpheye düşmüştür. Bu vecize, bu şüpheyi kâinattan getirdiği bir delil ile çürütür. Nazarımızı (bakışımızı) en küçük varlığa, bir sineğin kafasındaki “hüceyratın nidalarına” (hücrelerin ihtiyaç seslerine) çevirir.
​O Sâni’-i Hakîm (Hikmetli San’atkâr), en küçük bir hücrenin rızkını, faaliyetini ve ihtiyacını bilir, görür ve ona “Lebbeyk” (Buyur, cevab veriyorum) der. Kâinatı bu kadar tafsilatlı bir ilim ve işitme (Semi’) ve görme (Basîr) sıfatlarıyla idare eden bir Zât’ın; kâinatın en mükerrem misafiri, en şuurlu mahluku ve âciz-i mutlak olan “insanın” dualarını işitmemesi, ona cevap vermemesi aklen, mantıken ve ilmen imkânsızdır. Sineği gözetene, fili (veya insanı) gözetmek ağır gelmez. Bu, O’nun Semi’ ve Basîr isimlerinin zarurî bir icabıdır.

3. İlerlemenin Aslı: Fani Dünyadan Ebedî Hayata Yöneliş
​”Hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” (Sözler)

​İnsan, kâinatın Rahmet tarafından idare edildiğini ve bu Rahmet Sahibi ile “dua” yoluyla irtibat kurabileceğini idrak ettikten sonra, şu sualle karşılaşır: “Peki benim vazifem nedir? Nasıl ‘terakki’ edeceğim (ilerleyeceğim)?”
​Bu vecize, modern asrın en büyük yanılmalarından birine, yani “terakki” (ilerleme) mefhumuna derûnî bir tenkit (eleştiri) getirir. Asrın aldatıcı parlaklığı, terakkiyi sadece maddî ilerleme, teknoloji ve dünyevî refah olarak tasvir eder.
​Oysa bu söz, “hakiki terakkiyi” yeniden tanımlar: İlerleme, zahiri değil, derûnîdir. İnsana verilen her bir cihaz (kalp, sır, ruh, akıl, hayal) fani dünyaya değil, “hayat-ı ebediyeye” (sonsuz hayata) yöneldiğinde terakki başlar.
• ​Aklın vazifesi, fani işlerde boğulmak değil, kâinatı tefekkür ederek Hâlık’ı bulmaktır.
• ​Kalbin vazifesi, geçici sevgililere bağlanmak değil, Ebedî olan’a ayna olmaktır.
• ​Hayal kuvvesinin vazifesi, boş emeller peşinde koşmak değil, cenneti ve ebedî saadeti tasavvur etmektir.
​Hakiki medeniyet ve ilerleme, insanın bütün bu kuvvelerini, yaratılış gayesi olan “ubudiyet” (kulluk) faaliyetiyle meşgul etmesidir.

4. Yolculuğun İbreti: Hastalık Titremesi ve Günahların Dökülmesi
​”Hadîste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de, öyle günahları silker.'” (Lem’alar)

​Hakiki terakki yolculuğu imtihanlardan hâlî değildir. Bu yolculuktaki en büyük sarsıntılardan biri “hastalık” ve musibetlerdir. İnsan, âciz fıtratıyla bu musibetler karşısında sarsılır.
​Bu vecize, hadîs-i şerifin hikmetine dayanarak, bu sarsıcı hadiseye ibretli ve teselli edici bir mana kazandırır. Hastalık, bir ceza veya manasız bir elem değildir. Tıpkı “ermiş bir ağacı” silkelemenin, onun meyvelerini (veya kuru yapraklarını) dökmesine vesile olması gibi, mü’minin hastalığı ve onun verdiği “titreme” de, o mü’minin manevî kirlerini, yani günahlarını döker.
​Bu, musibeti bir rahmete çeviren bir nazardır (bakıştır). Edebî bir benzetme (teşbih) ile, en acı verici hadiselerden birinin aslında bir “temizlenme” ve “arınma” faaliyeti olduğu ders verilir. Bu, hastanın sabrını şükre, şikâyetini duaya çeviren hikmetli bir formüldür.

5. Mesleğin Esası: İman Kardeşliği ve Müşterek Düşman
​”Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha şiddetli düşmanlar ve Yılanlar var.” (Tarihçe-i Hayat)

​İnsan, bu ebedî hayat yolculuğunda yalnız değildir. Diğer mü’minler onun yol arkadaşlarıdır. Ancak bu sosyal hayatta kaçınılmaz olarak sürtüşmeler, husumetler ve hatta “düşmanlık” dahi vaki olabilir.
​Bu vecize, İslâmî sosyal hayatın ve iman hizmetinin en mühim esasını ortaya koyar: Uhuvvet (Kardeşlik).
• ​Asıl (Esas): Kardeşliğin temeli “imandır”. Bir kişide iman varsa, o “o noktada” kardeşimizdir.
• ​Hüküm: O kardeş bize “düşmanlık da etse”, ona mukabele etmek (karşılık vermek) “mesleğimizce” (hizmet anlayışımızca) caiz değildir.
• ​Sebebi (Hikmeti): Mantıkî ve stratejik bir sebep sunulur: “Çünkü daha şiddetli düşmanlar ve Yılanlar var.”
​Bu, tarihî ve ibretli bir derstir. Mü’minlerin kendi aralarındaki cüz’î (küçük) düşmanlıklarla meşgul olması, asıl “şiddetli düşman” olan küfür, dinsizlik, ahlâksızlık ve cehalet gibi “yılanlara” karşı mücadeleyi zaafa uğratır. Bu, dikkati asıl hedeften saptırmamayı, iç çekişmelerde boğulmamayı ve iman kardeşliğinin her türlü şahsî husumetin üstünde olduğunu ilân eden küllî bir düsturdur.

📖 Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu beş vecizenin işaret ettiği hakikatlerin aslı (esası) ve kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir:
• ​Rahmet, Acziyet ve Kâinatın Hizmetkârlığı Üzerine :
• ​”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan…” (Bakara, 2/29)
• ​”Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 45/13)
• ​”…İnsan (ise) çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• ​”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan…” (Bakara, 2/29)

• ​”Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 45/13)

• ​”…İnsan (ise) çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)

• ​Duanın Kabulü, Semi’ ve Basîr Olmak Üzerine (Vecize 2):
• ​”Kullarım, sana beni sorduklarında, (söyle ki) ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına cevap veririm…” (Bakara, 2/186)
• ​”Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…'” (Mü’min, 40/60)
• ​”…Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm, 14/39)
• ​”Kullarım, sana beni sorduklarında, (söyle ki) ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına cevap veririm…” (Bakara, 2/186)

• ​”Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…'” (Mü’min, 40/60)

• ​”…Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm, 14/39)

• ​Hakiki Gaye ve Ebedî Hayat Üzerine :
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
• ​”Ey huzur içinde olan can! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

• ​”Ey huzur içinde olan can! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)

• ​Musibet, Hastalık ve Günahlara Kefaret Olma Üzerine :
• ​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)
• ​”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
• ​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

• ​”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)

• ​Uhuvvet (Kardeşlik) ve Müşterek Düşman Üzerine :
• ​”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10)
• ​”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103)
• ​”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10)

• ​”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103)

📜 Makalenin Özeti

​Bu araştırma yazısı, Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilen beş veciz sözü tahlil etmiştir.
• ​İlk olarak, insanın “âciz-i mutlak” olmasına rağmen kâinatın ona hizmetkâr kılınmasının, ancak her şeyi kuşatan ilim, kudret ve hikmet sahibi bir “Rahmet” ile izah edilebileceği mantıkî delillerle ortaya konulmuştur.
• ​İkinci olarak, bu Rahmet Sahibinin, en küçük bir hücrenin ihtiyacını (sineğin nidasını) dahi işitip cevap vermesinin, insanın “duasına” cevap vereceğinin en kuvvetli mantıkî isbatı (kanıtı) olduğu gösterilmiştir.
• ​Üçüncü olarak, “hakiki terakkinin” maddî ilerleme değil, insanın kalp, ruh, akıl gibi bütün manevî cihazlarını “ebedî hayata” yönlendirerek yaratılış gayesi olan kullukla meşgul etmesi olduğu tasvir edilmiştir .
• ​Dördüncü olarak, bu yolculuktaki “hastalık” ve musibetlerin, manasız bir elem olmadığı; aksine, bir hadîs-i şerifin hikmetiyle, mü’minin günahlarını döken bir “arınma” vesilesi olduğu ibretle beyan edilmiştir.
• ​Son olarak, bu manevî yolculukta, mü’minlerin şahsî düşmanlıkları bırakıp “iman kardeşliğini” esas tutmaları gerektiği; zira asıl mücadelenin “daha şiddetli düşmanlara” karşı verilmesi lüzumu vurgulanmıştır .

​Netice olarak, bu beş vecize, insanın varoluş konumunu (Rahmet), Hâlık’ı ile irtibatını (Dua), hayatının gayesini (Terakki), imtihanını (Hastalık) ve sosyal nizamını (Uhuvvet) çizen küllî bir hikmet tablosu sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

Risale-i Nur’un, menbaını Kur’an’dan alan, istikameti en büyük keramet sayan ve ihlas, sebat, uhuvvet gibi sarsılmaz esaslara dayanan manevî bir cihad ile asrın getirdiği dalalet cereyanlarına karşı galebe etmesi keyfiyeti, ayetler ve o ayetlerin işaret ettiği hakikatler zaviyesinden (açısından) şu şekilde tafsilatlı (detaylı) bir surette izah edilebilir:

1. Asrın Teşhisi ve Vazifenin Tayini: Manevî Cihad

Bediüzzaman Hazretleri’nin “asrın dahisi ve görevlisi” olarak tavsif edilmesi, onun içinde bulunduğu zamanın hastalıklarını (illetlerini) isabetle teşhis etmesinden ileri gelmektedir. Evvelki asırlarda temel mesele cehalet ve tecrübesizlik iken, bu asrın en dehşetli hastalığı, felsefe-i maddiyyeden (materyalist düşünceden) neş’et eden (kaynaklanan) küfr-ü mutlak (tam bir inançsızlık) ve dalalet-i fenniye (bilimden gelen sapkınlık) olmuştur.
Bu sebeple, vazife, basit bir irşad (yol gösterme) veya nasihat vazifesi değil, doğrudan doğruya imanı kurtarmak vazifesidir. Muarızlar, artık basit inkârcılar değil, bilimi ve felsefeyi bir “burhan” gibi kullanan zındıka komiteleridir.
Buna karşı kullanılacak silah, maddî kılıç veya siyasî galebe olamazdı. Zira, Risale-i Nur’un mesleği, “vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz.” Vazife tebliğdir; kabul ettirmek, kalbleri çevirmek Allah’ın vazifesidir. Bu manevî cihadda, yegâne silah, burhan yani isbattır.
Cenab-ı Hak, hakikati tebliğ ederken hikmet ve delil yolunu emreder:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125)
Risale-i Nur, bu ayetin sırrınca, muarızlarını “ikna” ve “ilzam” (susturma) yolunu tercih etmiş; aklı, kalb ile mezcederek (birleştirerek) iman-ı tahkikîyi (araştırmaya dayalı imanı) ders vermiştir.

2. Menba ve Maya: Kur’an-ı Hakîm

Bu hizmetin “menba-ı Kur’an” ve “mayası İslam”dır. Risale-i Nur, müellifinin şahsî bir eseri veya felsefî bir düşüncesi değil, doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asrın fehmine (anlayışına) bir dersi ve manevî bir tefsiridir.
Bediüzzaman, “Üstadım Kur’andır” diyerek, kendisini devreden çıkarmış ve meselenin Kur’an’ın bir mucize-i manevîsi olduğunu isbat etmiştir. Bu, eserin tesirindeki fevkalade gücün sırrıdır. Muhatap, bir şahsı değil, doğrudan Kur’an hakikatlerini bulmaktadır.
Kur’an, kendisinin her şeye kâfi bir hidayet rehberi ve sarsılmaz bir burhan olduğunu beyan eder:
“Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir ve salih ameller işleyen mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ, 17/9)
“…Biz o kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, bir doğru yol göstericisi, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)
Risale-i Nur, bu ayetlerin bir tecellisi olarak, Kur’an’ın bu asırda sarsılmaz bir “sedd-i Zülkarneyn” vazifesi gördüğünü isbat etmiştir.

3. En Büyük Keramet: İstikamet

Mesleğin “en büyük kerameti istikamet” olması, en mühim esaslarından biridir. Bu asır, harikalar ve şaşırtıcı haller (keramet-i kevniye) asrı değil, hakikat ve burhan asrıdır. İnsanlar, gözle görülen harikalardan ziyade, aklı ve kalbi tatmin eden delillere muhtaçtır.
İstikamet, yani sırat-ı müstakim üzere sebat etmek, dalaletin ve sefahetin her tarafı istila ettiği bir zamanda, en zor ve en kıymetli haldir. Bu, keramet-i ilmiye (ilim kerameti) ve keramet-i istikamet (doğruluk kerameti) olarak tezahür eder.
Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” dedirten ayet, tam da bu hakikate işaret eder:
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd, 11/112)
İstikametin ehemmiyeti ve neticesi ise bir başka ayette şöyle müjdelenir:
““Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” (Ahkâf, 46/13-14)
Risale-i Nur, harika kerametler peşinde koşmak yerine, en zor şartlarda dahi Kur’an hakikatlerinden taviz vermeyerek bu “istikamet kerametini” bilfiil göstermiştir.

4. Mesleğin Ruhu: İhlas, Uhuvvet ve Tesanüd

“ihlas, sebat, sadakat, uhuvvet, tesanüd” ise, bu manevî cihadın nasıl yürütüleceğinin proğramıdır.

a) İhlas (Samimiyet):
Bu mesleğin ruhu ve hareket ettirici motorudur. Müradifleri; samimiyet, hâlisiyet, sadece Rıza-yı İlâhî’yi gaye edinmektir. İhlas, amele uhrevî bir hayat üfler. O olmadan yapılan hizmet, en büyük dahi olsa, “hebâen mensûrâ” (saçılmış toz zerreleri) olur.
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak (ihlasla), hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5)
Risale-i Nur mesleğinde, maddî veya manevî hiçbir menfaat, hattâ manevî makamlar dahi gaye yapılamaz. Gaye yapılırsa ihlas kırılır.

b) Uhuvvet ve Tesanüd (Kardeşlik ve Dayanışma):
Bu asrın dehşetli şahs-ı manevî-i dalaleti (dalaletin manevî şahsiyeti) karşısında, ferdî (şahsî) mukavemetin (direncin) mağlup düşeceği bedihîdir (açıktır). Bu cereyana karşı ancak daha kuvvetli bir şahs-ı manevî ile mukabele edilebilir. Bu şahs-ı manevînin çimentosu “uhuvvet” (kardeşlik), kuvveti ise “tesanüd” (dayanışma) ve “iştirak-i a’mâl-i uhrevî”dir (uhrevî amellere ortaklık).
Bu meslekte “ene” (ego, benlik) değil, “nahnü” (biz) esastır. Fena fi’l-ihvan (kardeşler içinde erimek) sırrıyla, şahsî enaniyeti bırakıp, kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde erimek esastır.
Kur’an-ı Kerim, bu sarsılmaz bağı emreder:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât, 49/10)
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3:103)

c) Sebat ve Sadakat (Kararlılık ve Bağlılık):
İstikametin fiilî tezahürüdür. Sebat, yolda sabit kadem olmaktır. Sadakat ise, davaya, üstadına ve kardeşlerine karşı sarsılmaz bir bağlılık göstermektir. Bu asrın fitneleri, en kuvvetli görünenleri dahi yoldan çıkarırken, bu meslekte sebat ve sadakat, en büyük bir kuvvet vesilesi olmuştur.
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar sözlerini zerre kadar değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33:23)

Netice: Manevî Galebe
“gayesine doğru yürümüş ve galebe etmiştir” tesbiti, bu cihadın neticesidir. Bu galebe, siyasî veya maddî bir hâkimiyet değildir. Bu, manevî bir galebedir. Bu galebe:
• İmanı Kurtarma Galebesidir: En ümitsiz bir zamanda, milyonlarca insanın imanının kurtarılmasına vesile olmaktır.
• İlmen Galebedir: Felsefenin ve maddiyyunluğun en Cihan şümul (evrensel) iddialarını, Kur’an’ın burhanlarıyla çürütmek ve susturmaktır.
• Hakkın Galebesidir: Her türlü tazyik, hapis ve zulme rağmen, hakikatin inkişaf ederek (gelişerek) kalbleri ve akılları fethetmesidir.

Cenab-ı Hak, hakkın daima üstün geleceğini vaad etmiştir:
“De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdür.”” (İsrâ, 17:81)
“…Allah ise, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (Tevbe, 9:32)

Hülasa olarak;
Risale-i Nur mesleği, bu asrın ihtiyaçlarına tam cevap veren; kaynağını, metodunu ve hedefini Kur’an’dan alan; şahsî deha yerine kolektif bir şahs-ı manevîye dayanan; keramet olarak istikameti ve silah olarak burhanı kullanan; ihlas, uhuvvet ve sebat ile techiz edilmiş bir iman hizmeti ve manevî bir fetih hareketidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurdan-esaslar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

Risale-i Nur Külliyatı’nın ana sütunlarını teşkil eden erkân-ı imaniyenin (tevhid, nübüvvet, haşir) ve bu imanî esasların ferdî ve içtimaî hayattaki tezahürlerinin (ubudiyet, marifetullah, hizmet, âhirzaman fitneleri) hikmetli bir icmalidir. Bu notlar, birbiriyle merbut birbiriyle alâkadar olup, kâinatı bir kitab-ı marifet olarak okuma usûlünü tasvir etmektedir.
İşte bu zengin muhtevadan süzülen en bâriz hakikatler ve bunların izahı:

1. Hakikatü’l-Hakaik Olarak Tevhid ve Rububiyet

Kâinatın vahdetine ve bir elden çıktığına dair sarsılmaz bir isbat gayreti göze çarpmaktadır. Bu, Risale-i Nur’un en esaslı davasıdır.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• Kâinatın varlığı, bir Vâcibü’l-Vücud’a istinad eder: “Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.” (Şualar.24).
• Bu varlık âlemindeki nizam, şirki reddeder: “Bu kâinat bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür…” (Şualar.190).
• Fiilde ve icadda şeriki yoktur: “Cenab-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi… fiilinde de şeriki yoktur.” (Mesnevi-i Nuriye.18).
• Kudretine nisbeten hiçbir şey O’na ağır gelmez: “Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir.” (Lemeat.699) ve “Tesir-i hakikî, yalnız ve yalnız Allah’ındır.” (İşarat-ül İ’caz.72).
Bu hakikat, kâinatın zerrelerinden şemslere kadar her şeyin, birbiriyle alâkadar ve birbiri içinde bulunmasıyla isbat edilir. “Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez.” (Lemeat.700) düsturu, bu tevhidi mühürler.

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu tevhîd akidesinin Kur’an-ı Kerim’deki en parlak müradifi şudur:
$”De ki: ‘Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, yer de gök de (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı sıfatlardan uzaktır.'”$
(Enbiyâ, 21/22)

2. Kâinatın Sebeb-i Hilkati ve Hayatı: Nübüvvet ve Hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
“Levlâke” hadîs-i kudsîsine dair izah, kâinatın merkezine Risalet-i Muhammediye’yi (A.S.M.) yerleştirmektedir. Notlar, O’nun (A.S.M.) nurunun, kâinatın hem çekirdek-i aslîsi hem de en ekmel meyvesi olduğunu vurgular.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• İlk notda bu hakikati şöyle tesbit ediyoruz: “…küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı… hem kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar.” (1/175-176).
• Bu nurun kâinat için ehemmiyeti o derecededir ki: “Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner.” (Sözler.237).
• Ve bu açıdan, kâinatın varlık sebebi, O’nun (A.S.M.) hayatı ve risaletidir: “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek…” (Lem’alar.336).
• O Zât (A.S.M.), bütün mahlukatın dualarının ve ubudiyetlerinin temsilcisi ve imamıdır: “Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmada umum zevilhayata şamil pek şedid bir ihtiyac-ı azîm için dua eder… o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.” (Mesnevi-i Nuriye.29).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu cihan şümul vazife ve O Zât’ın (A.S.M.) kâinatın varlığıyla olan bu derûnî alâkası, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
$”(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”$
(Enbiyâ, 21/107)
Bu rahmet, sadece insanlara değil, bütün “âlemlere”dir; yani O’nun (A.S.M.) vazifesi, kâinatın hayatı ve bekasının sebebi olan İlahî rahmetin tecessüm etmiş halidir.

3. İnsanın Vazifesi: Ubudiyet, Marifet ve Teklif Sırrı
Tevhid ve Nübüvvet hakikatlerinden sonra, insanın bu kâinattaki yerine ve vazifesine odaklanmaktadır. İnsanın yaratılış gayesi, en yüksek hedefi, ubudiyettir.
Tesbitlerden İktibaslar:
• Kâinatın yaratılış maksadının insandaki tezahürü budur: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” (Sözler.264).
• Bu ubudiyetin temeli “teklif”tir ve teklif, insanın kemalâtı içindir: “Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır. … Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.” (İşarat-ül İ’caz.163-165).
• Bu vazife o kadar ciddidir ki, Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracının hikmeti de budur: “Hikmeti, tavziftir… bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları… o vazifenin netaicindendir.” (Mektubat.42).
• İnsanın kıymeti de bu gayeye olan himmetiyle ölçülür: “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.” (İşarat-ül İ’caz.75).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu gaye-i hilkat, Kur’an-ı Kerim’de en sarih şekilde şöyle beyan edilmiştir:
$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$
(Zâriyât, 51/56)
“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!” (Sözler.271) iktibası, bu ayetin kuvvetli bir tefsiridir.

4. Marifetullah Yolu: Kâinatı Okumak ve İman Hakikatleri

Peki, bu ubudiyet ve marifetullah nasıl kazanılacak? Bu sualin cevabını “kâinatı tefekkür” ve “iman ilmi” olarak vermektedir.
Tesbitlerden İktibaslar:
• Marifetullah’ın en parlak yolu, kâinatı bir zikir halkası olarak görmektir: “Evet ben, Hülâsat-ül Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor.” (1/146).
• Kâinatın anahtarı insana verilmiştir: “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.” (Sözler.536).
• İnsanın en mühim ilmi, bu anahtarı kullanma ilmi olan iman ilmidir: “İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.” (Sözler.749).
• Bu iman, sadece bir tasdik değil, kâinatı aydınlatan bir nurdur: “Evet delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.” (İşarat-ül İ’caz.41).
• Vicdan ve kalb, bu marifetin derûnî merkezidir: “Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan… kalb ile vicdandır.” (İşarat-ül İ’caz.77) ve “Vicdan, Cezbesi İle Allah’ı Tanır.” (Lemeat.700).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Kur’an-ı Kerim, mütemadiyen nazarları kâinat kitabına çevirir ve tefekküre davet eder. Bu, marifetullahın Kur’anî metodudur:
$”Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.”$
(Âl-i İ1mrân, 3/190-191)

5. Haşir, Ebediyet ve Vicdanî İştiyak

İman ve ubudiyetin neticesinin ve insanın fıtrî ihtiyacının “ebediyet” olduğunu kuvvetle vurgulamaktadır. İnsandaki hadsiz istidadlar, bu fâni dünyaya sığmamaktadır.
Tesbitlerden İktibaslar:
• İnsanın fıtratı, ebed için yaratılmıştır: “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Sözler.522).
• İnsandaki bu kabiliyetler israf edilmeyecektir: “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat… saadet-i ebediyeye elini uzatmış…” (Sözler.521).
• Dünya, bu istidadların tam inkişafı için kâfi değildir: “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.” (Sözler.525).
• Bu hakikat, aklî olduğu kadar kat’îdir de: “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.” (Şualar.219).
• Mevt (ölüm), bir yokluk değil, bir mekân değişikliğidir: “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.” (İşarat-ül İ’caz.179) ve “zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak…” (Sözler.204).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
İnsanın bu dünyaya gelişindeki imtihanı ve neticesindeki haşri, Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir:
$”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”$
(Mülk, 67/2)

6. Zamanın Meseleleri: Siyaset, Fitneler ve Hizmet Usûlü

“Ahirzaman”ın dehşetli fitnelerine ve Risale-i Nur şakirdlerinin bu fitneler karşısındaki tavrına işaret etmektedir.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• Siyasetin fitnesinden şiddetle kaçınmak: “Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar…” (Şualar.271-272).
• Siyasetin aldatıcılığına karşı bir düstur: “Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!.” (Lemeat.717).
• Âhirzamanın en dehşetli fitneleri: “Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: ‘Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları…'” (Mektubat.270).
• Derd-i maişetin (geçim derdinin) bir fitne olarak kullanılması: “Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak… ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup… çalışacak…” (Kastamonu Lahikası.140).
• Bu fitnelere karşı mukabele usûlü: “Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var.” (Kastamonu Lahikası.223).
• Ve içtihad namıyla yapılacak tahrifata karşı sed çekmek: “Şu münkerat zamanında… içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.” (Sözler.480).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu fitneler karşısında mü’minin duruşu ve sığınağı, Allah’a ve Resûlü’ne (A.S.M.) itaattir. Siyaset ve fırkacılıkla bölünenlere karşı Kur’an’ın ikazı şöyledir:
$”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…”$
(Âl-i İmrân, 3/103)

Risale-i Nur’un siyasetten uzak duruşu, bu “parçalanıp bölünmeyin” emrine ve hizmet-i imaniyeyi safî bir surette devam ettirme hikmetine mebnîdir.

Netice ve Sentez

Kâinat, Sâni-i Zülcelâl’in varlığını, birliğini ve Rububiyetini ilan eden bir zikir meclisidir. Bu meclisin en azîm dellâlı, imamı ve bu kâinatın varlık sebebi, Hakikat-i Muhammediye’dir (A.S.M.). İnsan ise, bu kâinat sarayına, “ubudiyet” ve “marifet” vazifesiyle gönderilmiş ve istidadları bu dünyaya sığmayıp ebede uzanan bir yolcudur. Bu yolculukta onun rehberi Kur’an, üstadı Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve iman ilmidir.
İçinde bulunulan âhirzaman fitneleri (siyaset, derd-i maişet, felsefe-i bâtıla) ne kadar dehşetli olursa olsun, mü’minin vazifesi; imanını tahkikîleştirmek, iktisad ve kanaatle hareket etmek ve hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde tutmaktır.
Hazırladığınız bu muhteva, Risale-i Nur Külliyatı’nın bu cihan şümul davasının hikmetli bir fezlekesi mahiyetindedir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurdan-konu-ve-notlar/

Hazırlayan: Meh




RİSALE-İ NURDA GEÇEN BATIL MEZHEBLER-GÖRÜŞLERİ VE CEVAPLARI

RİSALE-İ NURDA GEÇEN BATIL MEZHEBLER-GÖRÜŞLERİ VE CEVAPLARI


Şu eserlerden Seçilmiştir:
1-Lemalar
2-Sözler
3-Mektubat
4-Mesnevi-i Nuriye
5-Emirdağ Lahikası
6-İşarat-ül İ’caz
7-Muhakemat
8-Kastamonu Lahikası

*LEM’ALAR:
10- keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.
13- nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.
Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:
“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti.
Ben çok acıdım.
14- Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır.
27- Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”
Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).”
30- Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.
31- Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar.
Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.
82- Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” 1 diye hükümlerinde hata ettiklerini..
84- Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır” diye dalâlete gidiyorlar. Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işleyen bir mü’minin imanı gider.
… kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
115- Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.
131- Ey ikinci, bozuk Avrupa!
.. “Hayat bir cidaldir” diye, ahmakane hükmetmişsin.
Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun.
.. “Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğu…
136- ilm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var” diye usul-i şeriatın bir düsturudur. 3 Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; 4 fakat fâsık merdûdü’ş-şehadettir. Çünkü haindir.
201- 1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!”
… Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”
İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyo
220- “Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: ‘Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.'”
….. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-ü ihtiyarîden başka ellerinde olmayan, firavunlaşmış kendi nefisleri hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu bâtıl ve hata düsturu Kadîr-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.
397- Mühim bir suale kat’î bir cevap: Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevap: Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Yerdeki âyinelerin tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilâkis, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemâl-i mutlakta ve istiğnâ-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberrâ, muallâ olan bir Zât-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünkü müteaddit şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin, yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki, intizamla tahrik eden hareket etmemek ve devamla tağyir eden mütegayyir olmamak gerektir—tâ ki o iş intizamla devam etsin.
Saniyen: Tagayyür ve tebeddül, hudüsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise, hem kadîm, hem her cihetçe kemâl-i mutlakta, hem istiğnâ-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcibü’l-Vücud olduğundan, elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

*******************************
SÖZLER:
183-EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim!
184-Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.
Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.
186-İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen, ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre tehir edilerek, ehl-i imanın hataları kısmen bu dünyada cezası verilir. HAŞİYE-1
Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?
Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَۤاصَّةً     (Enfâl Sûresi, 8:25.)
Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”
300-Amelin en iyi suretini taharrîden neş’et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.
BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”
Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: “Hakikatte kabih ve fâsittir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme.
553-maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrâkıyyunun meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, “Herbir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın işrâkıyyun kısmı dahi, melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “ukul-u aşere” ve “erbâbü’l-envâ'” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar” gibi, her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdat derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, (HAŞİYE-Melâike mânâsını ve ruhaniyatın hakikatini inkâra mecal bulamamışlar; belki fıtratın namuslarından “kuvâ-yı sâriye” diye, “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!.) “kuvâ-yı sâriye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.
584-diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları (HAŞİYE-Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesiyle Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir ulûhiyet verip kendi başına musallat eder.) beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.
585-silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
586-felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hattâ “El-hükmü li’l-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der.( HAŞİYE-Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.) Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.
O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.
587-Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ  kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfuruşâne düsturu nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti nerede?
587-Nübüvvetin tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u gàliyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ  yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ  “Birden bir sudur eder”; yani “Bir zâttan bizzat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder” diye, Ganiyy-i ale’l-Itlak ve Kadîr-i Mutlakı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle “akl-ı evvel” namında bir mahlûku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan işrâkıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.
588-Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar.
589-Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat” demişler, ihtiyarını nefyetmişler, ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor” diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
…Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.
592-İşte, وَلاَ الضَّۤالِّينَ  ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ  ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.
اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ  ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.
610-Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki: Madem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.
Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna münasebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âli bir teveccühü olacaktır.
Hem madem Âdem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde, âsârının şehadetiyle, yani küre-i arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallallahu Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan Mirac, ona elyak ve ona evfaktır.
613-Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıyoruz:
Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der, “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum. Nasıl Miraca inanacağım?” Biz de deriz ki:
Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san’atlı bir nakış Nakkâşsız olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir Nakkâşı vardır.
616-Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki, “Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat’ edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?”
Biz de deriz ki: Cenâb-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır. 2 Fakat herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. 3
Nasıl ki, güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki, âyine-misal senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın; hiçbir cihette ona yanaşamazsın.
Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, “Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”
Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve birşey göstermek elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki:
Feza-yı ulvî, bil’ittifak, esir ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyâlât-ı lâtife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedâhe gösterdiği gibi, şu yıldızlar dahi, bizzarure, menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu aklın gözüne sokuyorlar.
617-Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin, “Bin müşkülâtla tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder, gider, gelir?”
Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser; takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat’ ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile, Mevlevî gibi, etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahmân ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı berk gibi Arş-ı Rahmân’a çıkaramaz mı?
Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, “Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter.”
Biz de deriz ki: Madem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin destgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş. Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette, hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem Cennette cisim ruh ile beraber gider. Elbette, Cennetü’l-Me’vâ gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâya urûc eden zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi ayn-ı hikmettir.
Yine hatıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhaldir.”
Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, uruçta sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan birşeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?”
Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Miracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nuranî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.
631-Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak.
639-Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir.
654-Bir yıldızın tokatıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalâletin vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki dâvâdan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikât yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair, ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.
658-Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihetle ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından, ehl-i tevhidin mesleğini teşkikâtıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir sual ediyor.
666-Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci sualine karşı kat’î ve mukni ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor.
683-EHL-İ DALÂLETİN vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki: “Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san’atı, kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.”
Elcevap: Biz dahi Kur’ân namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasâretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.
Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur. Diğeri, Kur’ân-ı Hakîmin tarif ettiği saadetli yoldur.
İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:
Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor.
Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider.
685-İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici meyusiyete mukabil hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız karşı gelebilir? Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaçla muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz?
…Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibâdât cihâzâtını nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarf ettiğinizden, bil’istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenâb-ı Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü hakikî bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.
686-İşte, ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir; muvakkaten hissettirmez. “Tuh onların aklına!” de.

***********************
MEKTUBAT
9-Ehl-i İtizâlin bazı imamları “Cehennem sonradan halk edilecektir” demeleri, halihazırda tamamıyla inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabâvettir.
Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim.
31-Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz.
55-azı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekàdaki bâkiyat ve ehl-i bekà, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez.
72-“Cennet tenasül yeri olmadığından, evlât muhabbeti ve okşaması olmadığını” diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını; hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlât sevmesine ve okşamasına bedel, sâfi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu, şu âyet-i kerime, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
78-Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur. 2 Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz.
88-Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nakkadları o derece hadîsle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadîs olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbni Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.
103-Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) akıllı bir adamdı” deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbârât-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki, o zât-ı kudsîde öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir.
106-Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.
Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm  temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hâdiseler, mu’cizeler, böyle elden ele—kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden—sağlam olarak bize gelmiş. -Allah’a hamd olsun. Bu Rabbimin ihsânıdır.-İşte buna binaen, “Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir?” hatıra gelmemelidir.
178-Kur’ân’ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mu’cize olarak bir nebî dese ki, “Sen kalkamayacaksın,” o da kalkamazsa mu’cize olur. Şu mezheb-i mercûha “Sarfe Mezhebi” denilir. Yani, Cenâb-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kur’ân’ın bir sûresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, “Bir kelimesine de muaraza edilmez” diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak i’câz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.
295-304-İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müthiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır.
372-Diyorsunuz ki: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esah nedir?”
Elcevap: Ehl-i teşeyyu’, imanına kàil; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kàil değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki:
Ebu Talib, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.
380-ulemâü’s-sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki, lüzumsuz, zararlı bir surette şeâir-i İslâmiyenin bedîhiyâtına karşı geliyorlar, tebdili kàbil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû’u aldatmıştır.
397-411-Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.
ŞU ALTINCI KISIM, ins ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşaallah akîm bırakır ve hücum yollarının altısını seddeder.
413-5-BU YAKINLARDA ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan Firavun-meşrep komitenin başlarına derim ki:
Ey ehl-i bid’a ve ilhâd! Altı sualime cevap isterim.
416-Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor.”
Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.
417-422-Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’ 1 Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”
Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.
İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.
Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.
İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.
Üçüncüsü: Bir rivayette 1 lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.
Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!
436-Ehl-i dalâlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.
Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’âline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhalefeti dahi iki cihetledir.
Biri, Zemahşerî gibi, haline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.
Diğer kısmı ise—hâşâ—âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.
***********************
MESNEVİ-İ NURİYE
134- Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.
136-Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?
…Âyâ, zanneder misin ki, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.
***********************
EMİRDAĞ LAHİKASI – 1 –
23- Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür.
25- bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzünden bid’alara giren ve ihlâsı kaybeden âlimleri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh…
40- şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.
45- Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
81-“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem Lâ ilâhe illâllah der, ehl-i kıbledir.
Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfizîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman’a (Radıyallahu Anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.
213- Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vâkıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Âişe-i Sıddîka (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.”
Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffin Harbindeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.
Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sadeddin-i Taftazanî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…
İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damarıyla en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-i Kur’âniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar.
Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü’t-Teymiye ve İbnü’l-Kayyim-i Cevzî’nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.
…. Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sadeddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zâlim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki –Lanetullahi alezzalimine vel münafikin.- gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.
217-Şeâir-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdisâtı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mânâ vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük, on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi, büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi.

EMİRDAĞ LAHİKASI – 2 –
30-Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden.
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:
“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”
….Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz. Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.”
Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?
…Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur.
Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:
“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”
Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır.
*******************
İŞARAT-ÜL İ’CAZ
44-S – Avâm-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.
C – Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhilerinden Sekkâkî gibi bir zât, İmruu’l-Kays veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. Maahâzâ, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasiyle kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin, yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir. Çünkü, nefiy cihetinin, yani Sâni’siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.
81-Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İ’tizale karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hâsıl-ı bilmasdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.
Sonra Ehl-i Cebre döner söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak hakîmdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.
84-ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.
89-S – Bir kâfirin mâsiyet-i küfriyesi, mahduttur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlâhiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvâfık değildir; merhamet-i İlâhiye müsaade etmez.
C – O kâfirin cezası gayr-ı mütenahi olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâp edilen o mâsiyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir
….S – Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun?
C – Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve mâsiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
150-Evet, Kur’ân ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenâb-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikriyle i’câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir.
Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’câzı tarif ve tâbir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz.
********************
MUHAKEMAT
16-kavm-i Arap, sair akvamı bel’ ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise, Vehb, Kâ’b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. Fakat—hayfâ!—sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet verdiler.
Hem de, vakta ki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı îmââtlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirlerdi—fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki, Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadis-i sahihtir.
….Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu.
Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı.
….şu hikmet ve İsrailiyat dahi, daire-i İslâmiyete duhulleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar.
114-Vâcibü’l-Vücudu mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hatâ-yı mahzdır. İşte şu hatâ-i bîedebâne ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakikî olduklarına; ve Mutezile, hayvanları ef’âl-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlâhînin nefyine; ve mecusîler, halk-ı şer başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umur-u hasisiye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin? Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader, şu vehim itikad tarikiyle olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.
118-maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezc etmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiyye o derece Vâcibe hasr-ı nazar etmişler ki, mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır; “Bir vardır” derler. El’insaf! Serâ-Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ envâ ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelâle kasem ederim ki, dünyada şu iki mesleğin temasını intaç eden rey-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir rey yoktur.
***************
KASTAMONU LAHİKASI:
53-kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Çünkü mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.
…O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman mâsumlar da yanarlar; onlara acımamak olmuyor. Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.
Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.
56-Hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.
130-Risale-i Nur’un Isparta’da kat’i galebesi, zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habîsi hükmünde bazı zındıklar, o mağlûbiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağı kadar Kur’ân ve Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde, hizbü’ş-şeytanın Peygamber (a.s.m.) ve Kur’ân hakkında mesleklerince söyledikleri tâbirâtı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş. Onun gibi Yahudi, mütemerrid ve dinsiz feylesoflarından ve Avrupanın zındıklarının eskiden beri Kur’ân ve Peygamber’in (a.s.m.) hâlâtından medâr-ı tenkit buldukları noktaları, bu İslâm ismi altındaki zındık, kurnazcasına, safdil Müslümanlara ve Risale-i Nur’u görmeyenlere dinlettirmek ve göstermek için öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü gizlemeye çalışmış ki, şeytanette, şeytandan ileri gitmiş; beni çok müteessir etti.
226-Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünkü, Selef-i Sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebâire mâruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.
MEHMET ÖZÇELİK
04-02-2016

✧✧

KONUYLA İLGİLİ BİR TAHLİL

Risale-i Nur, bu asırda imana hücum eden bâtıl mezhebleri ve dalâlet fırkalarının fikirlerini, menşe’lerini (kaynaklarını) teşhis ve tasvir ederek, Kur’an’ın sarsılmaz mantıkî isbatları ve derûnî hikmetleriyle bunları aklen ve naklen çürütmektedir.

1. Tevhid, Ulûhiyet ve Kâinatın Yaratılışına Dair Bâtıl Görüşler ve Cevapları
Risale-i Nur, Allah’ın varlığı, birliği (Tevhid), sıfatları ve kâinattaki mutlak tasarrufuna karşı geliştirilen felsefî ve materyalist (maddiyyun) görüşleri temelden tenkit eder.

a) Tabiiyyun (Naturalizm) ve Maddiyyun (Materyalizm):
Bu görüş, kâinatın varlığını “tabiat”a, “esbab”a (sebeplere) veya “kendi kendine teşekkül”e (tesadüfe) isnat eder.
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 201): “Evcedethu’l-esbab, yani, ‘Esbab bu şeyi icad ediyor.'” Veya “Teşekkele binefsihî, yani, ‘Kendi kendine teşekkül ediyor.'” Yahut “İktezathu’t-tabiat, yani, ‘Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.'”
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 220): “Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor.” Bu, Sâni-i Kadîr’in “yoktan var etme” (icad) ve “var olanı yok etme” (idam) kudretini inkârdır.
• Risale-i Nur’un Cevabı: Bu fikirler, (Sözler, 592)’de Fâtiha Sûresi’nin tefsirinde zikredilen “وَلاَ الضَّۤالِّينَ” (dalâlete düşenler) taifesinin mesleği olarak tasvir edilir. Risale-i Nur, kâinattaki her bir mevcudun üzerindeki hâtem-i ehadiyeti (birlik mührünü) göstererek, esbabın “icad” değil, ancak “perde” olduğunu isbat eder. Esbab, (İşarat-ül İ’caz, 81)’de belirtildiği gibi “müessir-i hakikî” değildir.
• (Muhakemat, 114)’te bu hal, “Vâcibü’l-Vücudu mümkinata kıyas etmek” olarak, yani kendi aczini Hâlık’ın kudretine teşmil etmek olarak tenkit edilir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Cenâb-ı Hak, yaratılışta hiçbir ortağı olmadığını ve her şeyin O’nun kudretiyle olduğunu beyan eder:
• $”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”$
(Bakara, 2:29)
• Tabiat ve tesadüf fikrini reddeder:
• $”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?”$
(Mülk, 67:3)
• Yoktan yaratmayı (icad) ve yok etmeyi (idam) isbat eder:
• $”Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.”$
(Yâsîn, 36:82)

b) Felsefenin Dalâlet-pîşe Görüşleri:
Risale-i Nur, nübüvvet silsilesine (vahye) itaat etmeyen felsefenin (Sözler, 584) ürettiği bâtıl esasları tenkit eder.
• Bâtıl Görüş (Sözler, 587): Eski felsefenin şirk-âlûd düsturu: “الواحد لا يصدر عنه إلا واحد
(Birden ancak bir sudur eder). Bu görüş, Allah’ı (Hâlık’ı) “akl-ı evvel” denilen bir mahlûku yaratmaya mecbur bırakır ve sair mahlûkatı o vasıtalara taksim ederek şirke kapı açar.
• Bâtıl Görüş (Sözler, 589): Cenâb-ı Hakk’a “mûcib-i bizzat” (kendi kendine mecbur) demek, O’nun İhtiyar’ını (seçme hürriyetini) nefyetmektir.
• Bâtıl Görüş (Sözler, 585): İnsaniyetin gayesini “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib” (Vâcibü’l-Vücud’a benzemek) olarak gören Eflâtun ve Aristo gibi filozofların firavunâne hükmü.
• Risale-i Nur’un Cevabı: (Sözler, 587)’de Kur’an’ın tevhid düsturu olan “اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ” (Vahdet/birlik gösteren her şey, ancak birden sudur eder) kaidesiyle cevap verilir. Kâinattaki her şeyde bir birlik mührü vardır, bu da Sâni’in bir olduğunu isbat eder. (Sözler, 589)’da kâinattaki nihayetsiz intizam ve hikmetlerin, Sâni’in “ihtiyarını” isbat ettiği belirtilir. (Sözler, 587)’de felsefenin “teşebbüh”üne (benzeme) karşı, nübüvvetin “تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ” (Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın) düsturu; yani acz, fakr ve kusurunu bilerek abd (kul) olma yolu gösterilir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Allah’ın mutlak irade ve ihtiyarını isbat eden ayet:
• $”…Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.”$
(Bakara, 2:253)
• Kulluğun esasını belirleyen ayet:
• $”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$
(Zâriyât, 51:56)

2. Kader ve Ef’âl-i İbâd (Kulların Fiilleri) Hakkındaki Bâtıl Mezhebler
İslâm Kelâmı içinde Ehl-i Sünnet’in vasat (orta) yolundan sapan iki ifrat (aşırı) ve tefrit (yetersiz) mezheb tenkit edilir:
a) Mutezile Mezhebi:
Bu mezhep, aklı hâkim ittihaz ederek (Sözler, 588) ifrata sapmış, Cenâb-ı Hakk’ı “takdis” ve “tenzih” etme gayesiyle (Lem’alar, 84; Muhakemat, 114) dalâlete düşmüştür.
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 84; İşarat-ül İ’caz, 84): “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır.” Yani, kul fiilinin yaratıcısıdır. Sebebi, “şerrin icadını şer telâkki ettikleri” için küfür ve dalâletin yaratılmasını (hilkatini) Allah’a vermemeleridir.
• Bâtıl Görüş (Lem’alar, 82): “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır.”
• Bâtıl Görüş (Sözler, 300): Eşyadaki hüsün (güzellik) ve kubh (çirkinlik) zâtîdir; yani Allah emrettiği için güzel değil, güzel olduğu için emretmiştir.
• Risale-i Nur’un Cevabı (Ehl-i Sünnet): (İşarat-ül İ’caz, 81)’de Ehl-i Sünnet’in vasat yolu şöyle tasvir edilir: Kul, fiilinin hâlıkı (yaratıcısı) değildir, sadece kâsibidir (kazananıdır). “Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî yoktur.”
• (Lem’alar, 84)’te, kebâiri işlemenin imansızlıktan değil, “his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden” geldiği belirtilir.
• (Sözler, 300)’de Ehl-i Sünnet görüşü şöyle izah edilir: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Yani emir ve nehiy, hüsün ve kubhdan öncedir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Fiillerin yaratıcısının Allah olduğunu belirten ayet (Mutezile’ye cevap):
• $”Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.”$
(Sâffât, 37:96)
• Kulun iradesini (kesb) isbat eden ayet (Cebriye’ye cevap):
• $”De ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’…”$
(Kehf, 18:29)
• Büyük günah işleyenin kâfir olmadığını, şirk hariç affın mümkün olduğunu belirten ayet (Mutezile ve Hariciye’ye cevap):
• $”Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklık içindesiniz’ demiştik.’ Yine şöyle derler: ‘Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.'”$
(Nisâ, 4:48)
b) Cebriye Mezhebi:
Mutezile’nin zıddına, kulun iradesini tamamen nefyeden (inkâr eden) tefrit mezhebidir.
• Bâtıl Görüş (İşarat-ül İ’caz, 81 – Zımnen): Abdin (kulun) “bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında” olduğu görüşü.
• Risale-i Nur’un Cevabı (Ehl-i Sünnet): (İşarat-ül İ’caz, 81)’de bu görüş de reddedilir: “Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak hakîmdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.”

3. Nübüvvet, Hilafet ve Sahabe Konusundaki Bâtıl Görüşler
Risale-i Nur, Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesinin temeli olan Sahabe-i Kiram’a (r.a.) ve Hilafet-i Raşidîn’e dair ifrat ve tefritkâr görüşleri reddeder.
• Bâtıl Görüş (Şîa): (Lem’alar, 27) “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).”
• Bâtıl Görüş (Haricîler ve Bazı Siyaset Meftunları): (Lem’alar, 30) “Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar.”
• Bâtıl Görüş (Vahhâbîlik ve Müfrit Râfızîlik): (Emirdağ Lahikası, 213) Sahabeler zamanındaki fitneleri (Cemel ve Sıffin Vakıaları) bahane ederek, mübarek zâtlara tenkit ve hattâ lânet (Yezid ve Haccac meselesinde olduğu gibi) yolunu açmak.
• Risale-i Nur’un Cevabı (Ehl-i Sünnet): (Lem’alar, 27)’de Ehl-i Sünnet’in icmâı belirtilir: “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”
• (Lem’alar, 31)’de hem Alevîlere hem Ehl-i Sünnet’e hitaben, bu “cüz’î meseleleri” bırakıp, “zındıka cereyanı”na karşı ittihad (birlik) etmeleri gerektiği ihtar edilir.
• (Emirdağ Lahikası, 213)’te, Ehl-i Sünnet’in bu fitnelerden bahis açmayı menettiği, Hazret-i Ali’nin haklı, diğer tarafın içtihad hatası üzere olduğu ve affa mazhar oldukları belirtilir. Lânet etmenin “amel-i salih” olmadığı, Sadeddin-i Taftazanî’nin cevazına mukabil Seyyid Şerif Cürcanî gibi allâmelerin “caiz değil” görüşünün daha isabetli olduğu ifade edilir.

4. Âhiret, Ceza ve Şefkat Konusundaki Bâtıl Görüşler
İmanın rükünlerinden olan âhirete, hususan Cehennemin ebediyetine ve adaletine dair şüpheler tenkit edilir.
• Bâtıl Görüş (İşarat-ül İ’caz, 89): “Bir kâfirin mâsiyet-i küfriyesi, mahduttur… Ebedî ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlâhiyeye uygun olmadığı…”
• Bâtıl Görüş (Kastamonu Lahikası, 53): Kâfirlerin Cehennemde yanmasını “kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak.”
• Risale-i Nur’un Cevabı: (İşarat-ül İ’caz, 89)’da, küfrün “gayr-ı mütenahi bir cinayet” olduğu altı cihetle isbat edilir. Çünkü küfür, kâinatın ve bütün mevcudatın kıymetini inkâr ve Sâni’in esmâsına karşı bir tecavüzdür. Ayrıca, “Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu” belirtilir; zira “adem, şerr-i mahzdır.”
• (Kastamonu Lahikası, 53)’te bu bâtıl şefkat, “bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir” diye reddedilir. Sebebi: “mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr… olduğu gibi”, binler mazlum ehl-i imanın hayat-ı ebediyesini mahveden o zâlimlere (kâfirlere) şefkat etmek, o mazlumlara “dehşetli bir merhametsizliktir.”
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Cezanın ebediyetini ve adaletini tasdik eden ayetler:
• $”Şüphesiz, inkâr edip zulmedenleri Allah bağışlayacak değildir. Onları cehennem yolundan başka bir yola iletecek de değildir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu ise Allah’a çok kolaydır.”$
(Nisâ, 4:168-169)
• $”…’Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.'”$
(Mülk, 67:10)

5. Şeâir-i İslâmiye ve Bid’atlere Dair Bâtıl Görüşler
Risale-i Nur, “hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle” (Kastamonu Lahikası, 56) ve “Frenkleri taklide çalışmak” (Mesnevi-i Nuriye, 134) suretiyle dine sokulmak istenen bid’atleri ve şeâiri (İslâm’ın sembollerini) tahrif girişimlerini tenkit eder.
• Bâtıl Görüş (Ulemâü’s-sû’): (Mektubat, 416) Ezan ve kamet gibi şeâirin “ecnebîleri körü körüne taklitçilik” ile “kendi lisanlarına tercüme edilmesi.” Buna hüccet olarak “dâr-ı harp”teki yeni Müslümanların tatbikatını veya İmam-ı Âzam’ın bir fetvasını göstermeleri.
• Bâtıl Görüş (Avrupa Felsefesi): (Lem’alar, 131) “Hayat bir cidaldir.”
• Risale-i Nur’un Cevabı: (Mektubat, 416)’da “dâr-ı harp” kıyasının “zâhir bir fark” ile bâtıl olduğu, “diyar-ı İslâmda mesağ olamaz” denilir. (Mektubat, 417-422)’de İmam-ı Âzam’ın fetvâsının “beş cihette hususî” olduğu (merkezden uzaklık, hakikî ihtiyaç, Fârisî lisanı, sadece Fâtiha’ya mahsus olması ve hamiyet-i İslâmiyeden gelmesi) izah edilir. Halbuki şimdiki tatbikatın “zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan” bir “meyl-i tahrip” olduğu, bunun da “dini terk ettirmek” manasına geldiği isbat edilir.
• Kur’an’dan Cevaplar (Ayetler):
• Şeâire hürmet, takvânın bir parçasıdır:
• $”Her kim Allah’ın nişanelerine (şeâir) saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.”$
(Hac, 22:32)
• Dinî esaslara ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ emredilir:
• $”Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.”$
(Haşr, 59:7)

Netice
Risale-i Nur Külliyatı, sadece müsbet isbat yolunu değil, aynı zamanda menfî olan şüphelerin ve bâtıl görüşlerin menşe’lerini de göstererek Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesini müdâfaa etmiştir. Mutezile’den Maddiyyuna, felsefeden Frenk mukallitliğine kadar her bir dalâlet fırkasının temel dayanaklarını, Kur’an’ın ve akl-ı selîmin mizanıyla çürütmüş; imanın hakikatlerini en muannid (inatçı) feylesofları dahi ilzam edecek (susturacak) bir vuzuh (açıklık) ile ortaya koymuştur.

 

 

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, asrın idrakine ders verirken muhatap olduğu ve cevap verdiği başlıca bâtıl mezhepleri, felsefî cereyanları ve hatalı görüşleri tasvir etmektedir.
Risale-i Nur, imanın esaslarını aklî ve kalbî bürhanlarla (isbatlarla) ortaya koyarken, aynı zamanda bu esaslara zıt düşen veya onları sarsmaya çalışan eski ve yeni bâtıl cereyanların temellerini de tenkit ederek çürütmektedir. Bu cereyanlar birkaç ana başlık altında toplanabilir:
1. Felsefî Cereyanlar ve Maddecilik (Tabiiyyun, Maddiyyun, Dehriyyun)
Bu görüşler, kâinatın işleyişini maddî sebeplere ve tabiata havale eden, Hâlık-ı Zülcelâl’in (c.c.) icraatını ve ihtiyarını (iradesini) perdeleyen veya inkâr eden felsefî ekolleri ihtiva eder.
Bâtıl Görüşler ve İddialar:
• Tabiata ve Sebeplere İcad Vermek: Bu zihniyetin üç temel ifadesi vardır: “Evcedethu’l-esbab” (Esbab, yani sebepler bunu icad ediyor), “Teşekkele binefsihî” (Kendi kendine teşekkül ediyor) ve “İktezathu’t-tabiat” (Tabiat iktiza edip icad ediyor). (Lem’alar, 201).
• Maddenin Ezeliyeti (Azal-Madde): “Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir…” (Lem’alar, 220). Bu görüş, maddenin ezelî olduğunu ve yoktan var edilmediğini iddia eder.
• Vâcibü’l-Vücud’u Mümkinata Kıyas Etmek: Bu felsefelerin temel hatası, “Vâcibü’l-Vücud’u mümkinata kıyas etmek”tir (Muhakemat, 114). Güya Sâni-i Zülcelâl’in azameti, “umur-u hasisiye ve cüz’iyeye tenezzül” etmesine (basit ve teferruata ait işlerle meşgul olmasına) mani imiş gibi batıl bir vehme kapılırlar (İşarat-ül İ’caz, 84).
• Allah’ın İhtiyarını (İradesini) Nefyetmek: Bazı felâsife, Cenâb-ı Hakk’a “mûcib-i bizzat” (zorunlu sebep) diyerek O’nun irade ve ihtiyarını nefyetmişlerdir (Sözler, 589).
• “Hayat Bir Cidaldir” Esası: Bozuk Avrupa felsefesinin “Hayat bir cidaldir” (hayat bir mücadeledir) düsturu (Lem’alar, 131) ve “El-hükmü li’l-galib” (Hüküm galip olanındır) kaidesi (Sözler, 586).
Risale-i Nur’un Cevapları:
• Aczin Teşmili Hatası: Filozofların “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” demeleri, “âciz-i mutlak” olan kendi nefislerini ve esbabı ölçü alıp, bu aczi “Kadîr-i Mutlak” olan Allah’a (c.c.) teşmil etmelerinden kaynaklanan bir “ahmaklık”tır (Lem’alar, 220).
• Tevhid Delili: Kâinattaki her şey, zerreden şemse kadar, üzerlerindeki “parlak sikke” ile (Sözler, 589) ve “intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını” (Sözler, 589) gösterir. “El-vâhidü lâ yesdurü illâ ani’l-vâhid” (Her birliği bulunan, yalnız birden sudur eder) kaidesiyle (Sözler, 587), eşyadaki birlik ve intizam, tek bir Yaratıcı’yı isbat eder.
• Nübüvvetin Düsturu: Felsefenin “Kuvvet galibindir” düsturuna mukabil, nübüvvet “Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir” der, zulmü keser ve adaleti temin eder (Sözler, 586, Haşiye).
• Ayet-i Kerime: Bu bâtıl görüşlerin tamamı, Allah’ın (c.c.) mutlak hâkimiyetini ve yaratıcılığını inkâr veya takyid etme üzerine kuruludur. Kur’ân-ı Kerîm bu iddiayı temelden reddeder:
$أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ$
“İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!” (A’râf Sûresi, 7:54)

2. Kelâmî Mezhebler (Mutezile ve Cebriye)
İslâm düşünce tarihinde ortaya çıkan, bilhassa “kader” ve “insan fiilleri” (ef’âl-i ibâd) konularında Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten ayrılan mezheplerdir.
Bâtıl Görüşler ve İddialar (Mutezile):
• Halk-ı Ef’âl (Fiillerin Yaratılması): “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır” (insan kendi fiillerinin yaratıcısıdır) (Lem’alar, 84). Şerrin icadını şer telakki ettikleri için, küfür ve dalâletin yaratılmasını Allah’a vermezler (Lem’alar, 84).
• Günah-ı Kebâir (Büyük Günahlar): “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” (Lem’alar, 82).
• Hüsün ve Kubh (İyilik ve Kötülük): “Eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü (güzelliği) var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu (çirkinliği) var, sonra ona binaen nehyedilmiş.” (Sözler, 300). Yani iyilik ve kötülük eşyanın zatîsidir, İlâhî emre tâbi değildir.
• Cehennem’in Mâhiyeti: “Cehennem sonradan halk edilecektir” (Mektubat, 9).
Risale-i Nur’un Cevapları (Ehl-i Sünnet ve Cemaat):
• Kesb ve Halk Ayrımı: Ehl-i Sünnet, Mutezile’ye karşı der ki: “Abd, kesb denilen… esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.” (İşarat-ül İ’caz, 81).
• Cebriye’ye Cevap: Ehl-i Cebr’in “Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar… altındadır” fikrine karşı da “Abd… elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak hakîmdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.” (İşarat-ül İ’caz, 81).
• Günahın Sebebi: “Kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.” (Lem’alar, 84).
• Hüsün ve Kubh Emre Tâbidir: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen (güzel) olur. Nehyeder, sonra kabih (çirkin) olur.” (Sözler, 300). Bu, vesveseye de bir merhemdir; zira kul, zâhir-i şeriate (şeriatın dış yüzüne) uymakla mükelleftir.
• Ayet-i Kerime: İnsanın iradesinin (kesb) ve sorumluluğunun altını çizen, fakat yaratmanın (halk) Allah’a ait olduğunu belirten tevhidî denge:
$لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ$
“…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…” (Bakara Sûresi, 2:286’dan bir bölüm)

3. İslâm İçi Fırkalar ve Bid’at Cereyanları (Şîa, Haricîler, Vahhâbîlik)
Bu başlık, daha çok siyâsî-itikadî fırkaları ve Ehl-i Sünnet’in temel esaslarına muhalif hareketleri kapsar.
Görüşler ve İddialar:
• Şîa (Alevîler): “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).” (Lem’alar, 27). Bazı müfrit (aşırı) Alevîler ve Râfizîler, “Hazret-i Ali’ye (r.a.) muhabbetlerinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar” (Emirdağ Lahikası-1, 81) ve bu ifratla sünneti terk edebiliyorlar (Lem’alar, 31).
• Haricîler ve Vahhâbîlik: Ehl-i Sünnet perdesi altında bu fikirlerin girmesi (Lem’alar, 30). Bilhassa Vahhâbîlik damarı, “evliyalar aleyhinde” olmak (Emirdağ Lahikası-1, 213) ve “esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye” gibi ince esasları “ruhsat-ı şer’iye” perdesi altında terk etmeye zemin hazırlamak (Kastamonu Lahikası, 56) şeklinde tezahür eder.
• Ulemâü’s-sû’ (Kötü Âlimler) ve Ehl-i Bid’a: Şeâir-i İslâmiyeyi (Ezan, Kamet gibi) tağyir etmeye (değiştirmeye) teşebbüs (Mektubat, 413). Delil olarak da “ecnebîleri körü körüne taklitçilik” (Mektubat, 416) ve “İmam-ı Âzam’ın fetvâsı”nı (Mektubat, 417) yanlış bir surette kullanırlar.
Risale-i Nur’un Cevapları:
• Ehl-i Sünnet’in İtidal Yolu: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (r.a.) daha efdaldir…” (Lem’alar, 27). Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişlerdir (Emirdağ Lahikası-1, 213).
• İttihad (Birlik) Çağrısı: Risale-i Nur, Ehl-i Sünnet ve Alevîlere, “mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı (çekişmeyi) aranızdan kaldırınız” diye seslenir. Zira asıl tehlike olan “zındıka cereyanı” birini diğeri aleyhinde âlet edip ezer (Lem’alar, 31).
• Bid’atlere Karşı Tavır: Şeâiri tağyir, “zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret… saikasıyla” yapılıyorsa, bu “dini terk ettirmektir” (Mektubat, 422). İmam-ı Âzam’ın fetvâsı ise beş cihetten hususîdir ve bu duruma delil olamaz (Mektubat, 417-422).

4. Diğer Bâtıl Görüşler ve Zihniyetler
• Mülhidlerin (Ateistlerin) Şüpheleri:
• Mirac’ın İmkânsızlığı: “Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder?” (Sözler, 617).
• Cevap: “Arz gibi ağır bir cismi… bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi?” (Sözler, 617). Ruh süratinde hareket eden lâtif cismin bu urûcu (yükselişi) akla muhalif değildir.
• Kaderi Tenkit ve Şekvâ (Şikayet):
• Görüş: “Ah, of edip şekvâ etmek” (Lem’alar, 14).
• Cevap: “Şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.” (Lem’alar, 13). Bu, “bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır.” (Lem’alar, 14).
• Ebedî Cezaya Karşı Yanlış Şefkat:
• Görüş: Kâfirlerin Cehennemde ebedî yanmasına şefkat etmek (Kastamonu Lahikası, 53). Veya “kısa bir zaman”daki küfre “gayr-ı mütenahi bir ceza”nın adalete uymadığı iddiası (İşarat-ül İ’caz, 89).
• Cevap: Bu şefkat, “o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır” (Kastamonu Lahikası, 53). Yani, kâfirin zulmettiği hadsiz mâsumlara karşı bir merhametsizliktir. Ayrıca, o kısa zamandaki küfür, “gayr-ı mütenahi bir cinayet”tir (İşarat-ül İ’caz, 89). Ve “Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür” (İşarat-ül İ’caz, 89).
• Ayet-i Kerime: Kur’ân-ı Kerîm, bu ebedî cezayı açıkça bildirir:
$إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَظَلَمُوا لَمْ يَكُنِ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقًا \ إِلاَّ طَرِيقَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا$
“Şüphesiz, inkâr edenler ve zulmedenler var ya, Allah onları asla bağışlayacak ve doğru bir yola iletecek değildir. Onları ancak içinde ebedî kalacakları cehennemin yoluna iletir. Bu ise Allah’a çok kolaydır.” (Nisâ Sûresi, 4:168-169)
• Masumların Musibete Uğraması:
• Sual: “Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?” (Sözler, 186).
• Cevap: Bu, “sırr-ı kadere taallûk” eder (Sözler, 186). Umumî musibet, ekseriyetin hatasından gelir (Sözler, 186). Mâsumlar için o musibet, şehadet gibi mânevî bir mertebedir; onlar için bir “tezahür-ü rahmet”tir (Kastamonu Lahikası, 53).
• Ayet-i Kerime:
$وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ$
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (hepinizi kuşatır). Bilin ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl Sûresi, 8:25)

Hülâsa (Özet):
Risale-i Nur Külliyatı, felsefeden (tabiiyyun, maddiyyun, bozuk Avrupa felsefesi), kelâmî mezheplerden (Mutezile, Cebriye) ve İslâm içi fırkalardan (Haricîlik, Vahhâbîlik, müfrit Şîa) gelen bütün bâtıl görüşleri; tevhid, nübüvvet ve haşir ekseninde, aklı ve kalbi ikna eden bürhanlarla çürütmektedir. Bütün bu bâtıl yolların temelde ya Allah’ın kudretini ve ilmini inkâr (ilhad), ya O’na ortak koşmak (şirk), ya da O’nu mahlûkata benzetmek (teşbih ve kıyas-ı maalfârık) hatalarından kaynaklandığını isbat etmektedir.

 


Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025

 

 




RİSÂLE-İ NUR-DA DUA- 2 –

RİSÂLE-İ NUR-DA DUA- 2 –

Duanın Mahiyeti: Ubudiyetin Ruhu ve Tevhidin İlanı

Risale-i Nur Külliyatı’nda duanın mahiyeti, onun her şeyden evvel bir ibadet olduğu cihetiyle ele alınır. Dua, kulun kendi aczini ve fakrını dergâh-ı İlâhiyeye arz etmesi hasebiyle, ubudiyetin ruhu ve halis bir imanın neticesidir.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de dua ile ibadeti birleştiren ayet-i kerimelerle teyit edilir. Cenâb-ı Hak, duayı terk etmeyi bir “kibir” ve ibadetten yüz çevirme olarak vasıflandırır:
$(Meali){ Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin, size icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” }$
(Mü’min, 40/60)
Bu ayet, duanın sadece bir “istek” listesi olmadığını, bizatihi “kulluk” (ibadet) olduğunu gösterir. Zira dua eden kimse, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir.” itikadıyla, O’nun her şeye Kadir (Kadir-i Mutlak) ve her şeyi Bilen (Alîm-i Mutlak) olduğunu, yani Tevhid’i ilan etmiş olur.
Bu sebeple, insanın ehemmiyeti ve kıymeti, ancak bu ubudiyet şuuruyla yaptığı dua nisbetindedir.
$( Meali){ De ki: “Duanız olmazsa rabbim size ne diye değer versin ki? Siz (Peygamber’in getirdiğini) yalan saydınız, bu yüzden azap yakanızı bırakmayacak!” }$
(Furkān, 25/77)

Kâinatın Üç Lisanlı Duası: İstidat, İhtiyaç ve Kavl
“Üç kısım dua”, kâinattaki bu ubudiyetin cihanşümul (evrensel) yapısını gösterir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu üç nevi duayı ekseriyetle Mektubat ve Mesnevi-i Nuriye gibi eserlerinde izah eder:
• İstidadî Dua (Kabiliyet Lisanıyla): Bu, bütün tohumların, çekirdeklerin ve varlıkların “olmak” istedikleri kâmil surete (mükemmel yapıya) kavuşmak için yaptıkları duadır. (Bkz. Mesnevi-i Nuriye, Şule). Bir buğday tanesinin sümbül olmak, bir yumurtanın kuş olmak istemesi; hatta sebeplerin bir araya gelmesi (esbabın içtimaı), neticeyi (müsebbebi) Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir lisan-ı istidat duasıdır.
• İhtiyacî Dua (İhtiyaç Lisanıyla): Bu, bütün zîhayatların (canlıların) fıtrî ihtiyaçlarının lisanıdır. Sizin de belirttiğiniz gibi bitkilerin suya, güneşe yönelmesi, hayvanatın rızık talebi, hatta midenin açlık hissiyle rızık istemesi, fiilî ve hâlî birer ihtiyacî duadır.
• Kavlî Dua (Söz Lisanıyla): Bu, şuurlu varlıklar olan insanların ve cinlerin lisan ve kalp ile yaptıkları meşhur duadır.
Bu açıdan bakıldığında, küre-i arz baştan başa muazzam bir dua ve zikir halindedir. İnsanın kavlî duası, bu kâinat senfonisine iştirak ederek o muazzam sese tesanüd (dayanışma) eder. Hatta Risale-i Nur’un nazarına göre, kâinatın yaratılış sebeplerinden (sebeb-i hilkat-ı alem) biri de, bu kâinatın neticesi olan insanın ve bilhassa Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm’ın cihanşümul duasıdır

İcabet ve Kabul Sırrı: Hikmet ve Rahmetin Tecellisi

Dua bahsinde en çok zihinleri meşgul eden husus, duanın kabul edilip edilmediği meselesidir.
İcabet (cevap vermek) başkadır, Kabul (aynen yerine getirmek) başkadır.
Cenâb-ı Hak, her duaya mutlaka cevap (icabet) verir. Bu O’nun “Karîb” (yakın) ve “Mucîb” (icabet eden) isimlerinin muktezasıdır.
$( Meali){ Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki ben, şüphesiz onlara çok yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. }$
(Bakara, 2/186)
Ayet “duasını kabul ederim” (أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ – ücîbü da’vete’d-dâ’) buyurur. Risale-i Nur, bu “icabet”in, istenen şeyin “aynen verilmesi” demek olmadığını, bilakis Hikmet-i İlâhiyye’ye tabi olduğunu ders verir.
Mesela: “doktor” misali bu sırrı açar: Hasta, doktordan hikmetine ve hastalığının mizacına aykırı bir ilaç istese, doktor “Ne istersin?” diye icabet eder (cevap verir), lakin o zararlı ilacı vermeyerek kabul etmez. Yahut daha faydalısını verir.
Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak, kulunun duasına :
• Ya aynen istediğini (matlubunu) verir.
• Ya daha evlâsını (daha hayırlısını) verir (Erkek evlat isteyene Hz. Meryem gibi bir kız evladı vermesi gibi).
• Ya da fani dünyaya dair isteğini, ebedi olan ahireti hesabına kabul eder (Dünya saadeti isterken, onu ahiret saadetine çevirir).
• Veya o duanın ibadet cihetini kabul eder, ahirette sevap olarak verir.
Bu sebeple, “Duam kabul olmadı” demek yerine, “Henüz vakti gelmedi” veya “Daha hayırlı bir surette kabul edildi” demek, imanın ve ubudiyetin gereğidir.

Duanın Vakti ve Esbab-ı Kabul (Kabul Sebepleri)

Madem dua bir ibadettir, o halde o ibadetin vaktini bildiren alâmetler vardır. Mesela:dünyevi maksatlar ve başa gelen belalar, duanın neticesi değil, o duanın vaktidir.
• Yağmursuzluk, “Yağmur Namazı” vaktinin geldiğini ilan eder.
• Güneş tutulması, “Küsuf Namazı” vaktini bildirir.
• Zalimlerin tasallutu ve belaların gelişi ise, hususi dualar ve tazarrular için birer vakittir.
Bu vakitler girdiği zaman, o ibadetin (duanın) yapılması gerekir. Eğer dünyevi maksat hâsıl olursa (mesela yağmur yağarsa), nurun alâ nur (nur üstüne nur) olur; hem ibadet yapılır hem maksat hâsıl olur. Eğer maksat hâsıl olmazsa, “Dua kabul olmadı” denilemez, zira o ibadetin semeresi asıl ahirette alınacaktır.

Bu ibadetin makbuliyet şartları ise sarih bir şekilde sıralanmıştır:
• İhlas: Duanın, dünyevi matlubun tahsiline değil, sırf ibadet kasdıyla yapılması.
• Tevbe ve İstiğfar: Duaya başlamadan evvel manevi bir temizlik (Baştan istiğfar).
• Salavat: Duanın hitamında Rahmeten li’l-Âlemîn’e (sav) salavat getirmek (İki makbul duanın [istiğfar ve salavat] arasındaki dua makbul olur).
• Hususi Vakit ve Mekânlar: Cuma günü (hususan saat-i icabe), mübarek üç aylar, Ramazan ve Kadir Gecesi gibi vakitler.
• Iztırar Hali: Kişinin tam bir çaresizlik ve acz içinde kalarak, bütün esbaptan ümidini kesip doğrudan Rabbine iltica etmesi. Bu hal, duanın en mühim kabul sebeplerindendir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hale işaret edilir:
$( Meali){ Yahut duçar kaldığında ona kim icabet ediyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor? Allah’tan başka bir ilah mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz! }$
(Neml, 27/62)
Hz. Yunus (as)’ın münacatı (Birinci Lem’a) ve Hz. Eyyüb (as)’ın münacatı (İkinci Lem’a), bu ıztırar halinin ve acz-i tam ile yapılan duanın en azîm nümuneleridir.

Netice: “Eğer Vermek İstemeseydi, İstemek Vermezdi.”
Risale-i Nur’un dua bahsindeki en mühim müjdesi, bu kelâm-ı kibardır (Bkz. Mektubat, 24. Mektup).
Cenâb-ı Hak, bize “isteme” duygusunu ve “dua etme” kabiliyetini vermişse, bu mutlaka “vermek” istediğinin isbatıdır.
Eğer Rahmet hazinelerinden bize ihsanda bulunmayı murad etmeseydi, o hazinelerin anahtarı olan isteme kabiliyetini ve dua hissini bize vermezdi. Bu hakikat, kulun duaya sarılması için en büyük bir teşvik ve Rahmet-i İlâhiyye’ye karşı hüsn-ü zannın zirvesidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nur-da-dua/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025

 

 




Hapishane Mektubları

Hapishane Mektubları

Risale-i Nur Külliyatı’nın “hapis” mefhumuna bakış açısını ve bu mefhumu nasıl bir “Medrese-i Yusufiye” olarak yeniden manâlandırdığını vuzûh ile ortaya koymaktadır.

1. Hapishane Mefhumunun Dönüşümü: Medrese-i Yusufiye Sırrı

Risale-i Nur’da hapishane, zâhirî bir ceza ve tecrid mekânı olmaktan çıkarılıp, mânevî bir terbiye ve tekâmül merkezi olarak “Medrese-i Yusufiye” (Yusuf Aleyhisselâm’ın Medresesi) şeklinde vasıflandırılır. Bu tabir, doğrudan doğruya Hazret-i Yusuf’un (a.s.) haksız yere zindana atılmasına ve orayı bir irşad ve tefekkür mekânına çevirmesine telmihtir.
Cenâb-ı Hak, onun zindanda kalışını şöyle beyan eder:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“(Yûsuf) onlardan, kurtulacağına inandığına dedi ki: ‘Efendinin yanında benden bahset.’ Fakat şeytan ona, efendisine (Yûsuf’tan) bahsetmeyi unutturdu. Böylece (Yûsuf) birkaç sene daha zindanda kaldı.” (Yûsuf Sûresi, 12:42)
Hazret-i Yusuf, bu mekânı bir hüsran ve ye’s (ümitsizlik) yeri değil, bilakis tevhid hakikatlerini anlattığı bir dershâne kılmıştır. Bu sırra binaen, Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri için hapis, fânî sıkıntıların bâkî meyvelere tebdil edildiği bir “çilehâne” ve “inzivâgâh” hükmüne geçmiştir.
• Müradifleri (Alakalı Mefhumlar): İmtihan (sınanma), ıslah (düzelme, iyileşme), tefekkür (derin düşünme), inzivâ (kenara çekilme), keffâret (günahlara bedel), mânevî kazanç.
Bu medreseden alınan dersler, “üç dört adamı öldüren bir adamın, tahta bitlerini öldürmekten çekinir” hâle gelmesi gibi, en azılı cânileri dahi ıslah edebilmiştir.

2. Gençliğin Sû-i İstimâli ve Akıbeti
En mühim meselelerden biri, gençlik nimetinin “sû-i istimâl” edilmesidir. Gençliğin, akıldan ziyade hissiyatı dinlemesi, onu fânî ve anlık lezzetlere (sefâhet) sevk eder.
• “Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.”
Bu hissiyatın ve hevesatın kaynağı, terbiye edilmemiş “Nefs-i Emmâre”dir. Kur’ân-ı Kerîm, bu hakikati Hazret-i Yusuf’un lisanından şöyle beyan eder:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, rabbimin merhameti olmadıkça daima kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Yûsuf Sûresi, 12:53)
Bu kör hissiyata tâbi olmanın akıbeti, “hastahâneler”, “hapishâneler”, “meyhâneler” veya “kabristan” olarak gösterilir. Hapishanedeki ekser gençlerin durumu, bu acı hakikatin canlı bir şahididir.
• Müradifleri: Sefâhet (gayr-i meşru eğlence), hevâ ve heves (nefsin geçici arzuları), gaflet (habersizlik, umursamazlık), hissiyat (duygular), hüsran (ziyan), zevâl (sona erme).

3. Zulm-ü Beşer İçinde Adalet-i İlâhiye ve Hikmet
Risale-i Nur talebelerinin hapse girmeleri zâhiren bir “zulm-ü beşer”dir (insanların zulmü). Fakat imân nazarıyla bakıldığında, bu zulmün perdesi altında “Adalet-i İlâhiye”nin ve “Hikmet-i Rabbâniye”nin bir cilvesi vardır. Mutezile fırkasının hatasına işaret edilerek, “halk-ı şer (şerrin yaratılması), şer değil; belki kesb-i şer (şerri işlemek), şerdir” düsturu hatırlatılır.
Yani, başa gelen musibetler (hapis gibi), neticeleri itibarıyla hayra hizmet edebilir. Bu musibetin hikmetleri şöyle sıralanır:
• Kader-i İlâhînin bir hissesi (bilinmeyen kusurlara karşı adalet).
• Rızkın bir hissesi (rızkın oraya sevki).
• Hikmet ve Rahmet-i Rabbâniye (diğer mahpusları nurlandırmak ve teselli vermek).
• Nefsin bilmediği kusurları (tevbe ve istiğfara sevk etmesi).
Bu bakış açısı, kulun başına gelen hadiselerdeki kendi mesuliyetini idrak etmesini sağlar.
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ Sûresi, 4:79)
• Müradifleri: Kader (alın yazısı), hikmet (gizli sebep, bilgelik), rahmet (merhamet), rızâ (hoşnutluk), teslimiyet (boyun eğme), kesb (kazanma, irade ile yapma).

4. Sabır, Şükür ve Mânevî Kazanç Fırsatı
Madem musibet, kaderin bir cilvesi ve mânevî terbiye için bir fırsattır; o halde kula düşen vazife, şekvâ (şikayet) değil, “sabır içinde şükretmek”tir.
Hapishane, haricî dünyadaki birçok günaha mâni olduğu gibi, orada yapılan ibâdetlerin sevabını da katbekat artırır.
• “Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup…”
• “Husûsan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibâdet hükmüne geçmesiyle…”
Bu ağır imtihan altında gösterilen sabır ve teslimiyet, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın himayesi ve gözetimi altında olmanın bir nişanıdır. Bu hakikat, hapiste iken mânevî bir ihtar ile gelen şu ayetle de teyid edilmiştir:
Ayet-i Kerime ( Meali):
“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen bizim gözetimimizdesin. Kalktığında rabbini hamd ile tespih et.” (Tûr Sûresi, 52:48)
• Müradifleri: Sabır (tahammül), şükür (minnettarlık), tevekkül (Allah’a dayanma), beşaret (müjde), necat (kurtuluş), rahmet (merhamet).

Netice
Takdim edilen “Hapishane Mektubları” iktibasları, Risale-i Nur mesleğinin temelini teşkil eden “müsbet hareket” ve “imân nazarı” ile hadiselere bakışın bir tezahürüdür.
Bu izaha göre hapis;
• Gençler için; Sefâhetin fânî lezzetlerinin acı bir neticesi ve bir ikazıdır.
• Mahpuslar için; Nefis terbiyesi, günahlardan keffâret ve ıslah olmak için bir fırsattır.
• Nur Talebeleri için; Haksız bir zulüm altında, sabır, şükür ve teslimiyetle fânî saatleri bâkîleştiren, ibâdet sevabını katlayan ve Hazret-i Yusuf’un (a.s.) vazifesini (tevhid dersi verme) icra ettiren bir “Medrese-i Yusufiye”dir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/hapishane-mektublari/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025