BAB-I RİSALET VE VAHİY: AHİRETİN EN SADIK ŞAHİTLERİ

BAB-I RİSALET VE VAHİY: AHİRETİN EN SADIK ŞAHİTLERİ

Şimdiye kadar incelediğimiz delillerde (nizam, rahmet, adalet), kâinatın işleyişine bakarak “Bu muazzam sistem ahireti gerektirir” demiştik. Şimdi ise bizzat bu sistemin Sahibinin (Celle Celalühü) sözüne ve O’nun en has hizmetkarının şehadetine kulak veriyoruz. Bir sarayın varlığını binlerce kilometre uzaktan dumanına bakarak anlamak başkadır; o saraydan gelen sadık bir elçinin ve padişahın fermanının “Saray vardır ve sizi bekliyor” demesi bambaşkadır.

1. Burhan-ı Natık: Doğru Sözlü Şahit
Kâinatın Yaratıcısı, bu muazzam eserini manasız bırakmamış, onun manasını ders verecek bir “Muallim” ve O’nun saltanatını ilan edecek bir “Dellal” göndermiştir. O Zat (a.s.m.), bütün ömrü boyunca “sıdk” (doğruluk) ile tanınmış, dost ve düşmanının ittifakıyla yalan söylememiş bir zattır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin “Beşinci Hakikat”inde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) şahadetinin gücünü şöyle nazara verir:
> “Acaba hiç mümkün müdür ki bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.

Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar. “Sözler
>
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bin mucizenin tasdikiyle ve bütün peygamberlerin ittifakıyla “Ahiret vardır, ebedi saadet gelecektir” diye müjde vermiştir. Asla yalan söylemeyen bir Zat’ın, “görüyorum” dediği ve Rabbinden naklettiği bir hakikati inkar etmek, güneşin varlığını inkar etmekten daha zordur.

2. Vahyin Israrı: Kur’an’ın Ebediyet Davası
Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) şahadetiyle beraber, Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in en büyük davası “Tevhid”den sonra “Haşir”dir (Diriliş). Kur’an, yüzlerce ayetiyle, binlerce işaretiyle ahireti haber verir, isbat eder ve insanları o güne hazırlar.
Bir padişahın “Sizi ödüllendireceğim” diye defalarca söz vermesi ve fermanlar yayınlaması karşısında, “Acaba yapar mı?” demek, o padişahın kudretine iftira ve vaadine itimatsızlık olur. Kâinatın Sahibi, Kur’an lisanıyla ebediyeti vaad etmiştir.
Üstad Hazretleri bu vaadin kesinliğini şöyle vurgular:
> “Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden, lisan-ı hal ve kāl ile istenilen her şeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye) ,en sevgili bir mahlukundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’af etmesin; en yüksek duayı işitip kabul etmesin? “Sözler.

“”İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revâbıt ve niseb, heba olup gider.
Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.” (Sözler, 29. Söz, İkinci Maksat)
>
3. Duanın Gücü: Sebebi Hilkat-i Eflak
Risale-i Nur’da çok orijinal ve derûnî bir bakış açısı daha sunulur: Peygamber Efendimiz (a.s.m.), sadece ahireti haber veren bir elçi değildir; aynı zamanda yaptığı muazzam dua ile ahiretin yaratılmasına bir “sebep”tir.
Nasıl ki bir padişah, çok sevdiği bir yaverinin hatırı için bir şehri inşa eder veya bir ziyafet tertip eder; aynen öyle de Cenab-ı Hak, “Habibim” dediği Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ve onun arkasındaki milyonlarca müminin “Bize ebedi saadet ver, bizi yokluğa atma!” şeklindeki ısrarlı dualarını geri çevirmez.
Metinde geçen şu hakikat çok çarpıcıdır:
> “”Şu Zat’ın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.”
>
Netice: Söz Veren, Sözünü Tutar
Kur’an-ı Kerim, bu vaadin kesinliğini Tegabün Suresi’nde şöyle ilan eder:
> “İnkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır! Rabbime andolsun ki, mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah’a göre kolaydır.” (Tegabün Suresi, 64/7″
>
Hülasa; Kâinatın Hâlık’ı, en sevdiği kulunu (a.s.m.) yanıltmaz ve mahcup etmez; en büyük kitabı olan Kur’an’ı yalanlamaz. Madem O (c.c.) “Var” diyor ve Resulü (a.s.m.) “Görüyorum” diyor; öyleyse ahiret, dünya kadar kesin bir hakikattir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




BAB-I İNAYET VE ADALET: ERTELENEN HESAPLAR VE MAHKEME-İ KÜBRA

BAB-I İNAYET VE ADALET: ERTELENEN HESAPLAR VE MAHKEME-İ KÜBRA

Kâinat kitabını tefekkür nazarıyla incelediğimizde, her sayfada iki mühim hakikatin parladığını görürüz: Biri “İnayet” (lütuf, yardım, özen), diğeri ise “Adalet” (denge, ölçü, her şeye hakkını verme).
Hiçbir canlının rızkı unutulmaz, en zayıf mahlukat en iyi şekilde beslenir (İnayet). Her şey hassas bir ölçü ile yaratılır, yıldızların yörüngesinden atomların hareketine kadar şaşmaz bir denge vardır (Adalet). Hal böyleyken, insan hayatındaki görünürdeki “adaletsizliklerin” bir açıklaması olmak zorundadır.

1. Kâinattaki Denge ve İnsanın Konumu

Cenab-ı Hakk’ın “Adl” ve “Hakîm” isimleri, kâinatta her şeye layık olduğu vücudu, kabiliyeti ve rızkı vermiştir. Bir çiçeğin yaprağındaki simetriden, gezegenlerin cazibesine kadar her yerde bir “Mizan” (ölçü) hakimdir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu kozmik adaleti ve insan başıboş bırakılırsa doğacak tezatı şöyle ifade eder:
> “Şimdi hiç mümkün müdür ki şöyle icraat-ı rububiyette hâkim bir hikmet, o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
……Şimdi hiç mümkün müdür ki böyle en küçük bir mahlukun en küçük bir hâcetinin imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın? En büyük istimdadını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin haşmetini, ibadının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? “Sözler
>
Kâinattaki bu muazzam adalet, insanın hukukunun zayi edilmesine müsaade etmez.

2. Dünyadaki Zulümler ve Ertelenen Cezalar

Dünya hayatına baktığımızda, kâinatın genelindeki dengenin aksine, insanlık âleminde bazen zalimlerin refah içinde, mazlumların ise zillet ve acı içinde yaşadığını görürüz. Adalet-i Mutlaka, bu dünyada tam manasıyla tecelli etmemektedir.
Eğer ölüm her şeyin sonu olsaydı (haşa), zalim yaptığı zulümle kâr etmiş, mazlum ise çektiği acıyla kalmış olacaktı. Bu durum, kâinatın Yaratıcısının mutlak adaletine ve hikmetine taban tabana zıttır. Demek ki, bu dünyadaki adalet “tehir” edilmektedir (ertelenmektedir), “ihmal” edilmemektedir.
Üstad Bediüzzaman, bu hususu şu meşhur ve çarpıcı cümle ile özetler:
> “Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor. “Sözler
>
Bu erteleme, ahiretin varlığının en kuvvetli isbatlarından biridir. Çünkü Mutlak Adalet, mutlak bir mahkemeyi ve nihai bir hükmü gerektirir.

3. İnayet ve Cömertlik, İsrafı Reddeder

Ayrıca “İnayet” (lütuf ve yardım) penceresinden baktığımızda; Allah’ın insana verdiği göz, kulak, akıl, kalp gibi paha biçilmez cihazlar, büyük bir sermayedir. Eğer insan ölünce yok olacaksa, bu kadar kıymetli cihazların ona verilmesi bir “israf” ve bir “aldatmaca” olurdu.
Cömert ve Kerim olan Allah, kuluna ihsan ettiği bu duyguları ve latifeleri, ebedi bir hayatta tam manasıyla kullanması için vermiştir. Dünyadaki inayet, ahiretteki saadetin habercisidir.
“Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler? “Sözler

Netice: Mahkeme Kurulacaktır
Kur’an-ı Kerim, zalimlerin cezadan kaçamayacağını ve adaletin mutlaka yerini bulacağını İbrahim Suresi’nde şöyle ihtar eder:
> “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim Suresi, 14/42″
>
Hülasa; kâinattaki hassas mizan ve nizam, küçük bir hatayı bile affetmezken, insan gibi büyük bir mahlukun büyük cinayetlerini (küfür ve zulüm gibi) cezasız bırakmaz. Bu dünyada görülmeyen o büyük hesap, Mahkeme-i Kübra’ya bırakılmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




BAB-I KEREM VE RAHMET: SONSUZ İKRAMIN EBEDİ NETİCESİ

BAB-I KEREM VE RAHMET: SONSUZ İKRAMIN EBEDİ NETİCESİ

Kâinatın yüzüne dikkatle bakıldığında, her tarafta coşkun bir merhametin ve sınırsız bir cömertliğin (Kerem) izleri görülür. Hiçbir canlı unutulmamakta, en aciz yavruların rızkı en mükemmel şekilde gönderilmekte, kuru topraktan rengarenk çiçekler ve tatlı meyveler, canlıların imdadına koşturulmaktadır. Bu muazzam faaliyet, bu kâinatın Yaratıcısının mutlak bir “Rahîm” (Sonsuz Merhamet Sahibi) ve “Kerîm” (Sonsuz Cömertlik Sahibi) olduğunu güneş gibi gösterir.

1. Hakiki Kerem, İdamı Kabul Etmez

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin “İkinci Hakikat”inde, bu sonsuz merhametin ahireti nasıl zorunlu kıldığını harikulade bir mantıkla izah eder. Mantık şudur: Bir zât, misafirlerine nihayetsiz ikramlarda bulunsa, onları şefkatle beslese, sonra da o misafirleri ebediyen yok etse (idam etse), bu durum o zâtın cömertliğine ve merhametine tamamen zıt ve aykırı düşer.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Evet, hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da insanın Rabb’i de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zat-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?” Sözler.
>
Bu ifadelerden anlaşılan şudur: Allah’ın rahmeti, insanı hiçliğe atmaya müsaade etmez. Çünkü hiçlik ve yokluk, en büyük musibettir. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, sevdiği ve nimetlendirdiği kuluna en büyük kötülük olan “ebedi yok oluşu” reva görmez.

2. Nimetin Zehir Olmaması İçin Ebediyet Şarttır
Dünyadaki nimetler ne kadar güzel olursa olsun, eğer sonunda ebedi bir ayrılık varsa, o nimetler insana acı verir. “Ayrılık acısı, vuslat lezzetini bozar.” İnsanın aklı olduğu için, gelecekteki ölümü düşünür ve yediği lezzetli bir yemekten sonra “Bu da bitecek, ben de öleceğim” diye hüzünlenir.
Eğer ahiret olmazsa, Allah’ın verdiği akıl ve şefkat gibi duygular, insanı sürekli geçmiş ve geleceğin hüzünleriyle yakan birer azap aletine dönüşür. Halbuki “Rahmet”, kendisine muhatap olanı acı içinde bırakmaz.
Bediüzzaman Hazretleri, şefkatin hakiki mahiyetini şöyle tasvir eder:
> “Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tamme görünüyor. Evet, inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile saadet-i ebediyeyi ilan eder.
Çünkü saadet-i ebediye olmazsa şu kâinatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faydaları, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati, bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.
….İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vahiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur.” Sözler.29.söz.
>
Demek ki, Allah’ın rahmetinin hakiki rahmet olması ve nimetlerin şükrü gerektiren gerçek nimetler olması için, ebedi bir hayatın varlığı şarttır. Ahiret, bu dünyadaki lezzetlerin zehirli bir bala dönüşmesini engelleyen yegâne hakikattir.

3. Cömertlik, Daimi Bir Ziyafeti İktiza Eder
Kısa bir süre için misafir ağırlayan bir ev sahibi bile, misafirini memnun etmek için çırpınır. Kâinatın sahibi ise, insanı bu dünyada hadsiz nimetlerle donatmıştır. Bu kadar masraf, bu kadar özen, sadece 60-70 yıllık, hastalık ve musibetlerle dolu bir hayat için olamaz. Bu özen, insanın çok daha kıymetli bir aleme namzet olduğunun delilidir.
Dünya, o Kerîm Zât’ın sadece bir numune dairesidir. Asıl hazineler ve asıl ziyafet, Dâr-ı Saadet’tedir.
Netice: Rahmetin Eserlerine Bakmak
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de Rum Suresi’nde şu muazzam ayetle özetlenir ve insan aklına havale edilir:
> “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm Suresi, 30/50)
>
Netice olarak; “Bab-ı Kerem ve Rahmet” bize müjdeler ki: Ölüm bir son değil, Rahîm-i Zülcemal’in ebedi sofrasına bir davetiyedir. O’nun merhameti, bizi yokluk karanlığında bırakmayacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




BAB-I SULTANİYET VE RUBUBİYET: HAŞMETLİ SALTANATIN İKTİZASI

BAB-I SULTANİYET VE RUBUBİYET: HAŞMETLİ SALTANATIN İKTİZASI

Kâinata ibret nazarıyla baktığımızda, zerrelerden yıldızlara kadar her şeyin harika bir itaat ve intizam içinde hareket ettiğini görürüz. Bu muazzam düzen, perde arkasında hükmeden, her şeye sözünü geçiren mutlak bir “Rububiyet” (Terbiye edicilik ve Efendilik) ve “Sultaniyet” (Hükümdarlık) olduğunu isbat eder.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu hakikati Haşir Risalesi’nde şöyle bir mantık silsilesiyle açıklar:

1. Haşmetli Bir Saltanat Yok Olamaz
Nasıl ki bir padişahın saltanatının şanı; kendisine sığınanları korumayı, isyan edenleri cezalandırmayı ve ikram ettiği misafirlerini ağırlayacağı daimi bir sarayı gerektirir. Aynen öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti, şu fani dünyada göründüğü gibi yarım kalamaz.
Bu dünyada gördüğümüz saltanat, sadece bir numunedir. Asıl büyük saltanatın tezahürü için başka bir diyara ihtiyaç vardır. Üstad bu durumu şöyle ifade eder:
> “Hiç mümkün müdür ki: Şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalalete mücazat etmesin?”
Sözler
>
Bu muhteşem ifade, kâinatın her köşesinin İlahi bir sanatla süslendiğini ve bu sanatın seyircisi olan insanın asla ihmal edilmeyeceğini vurgular.

2. Dünya, O Haşmete Layık Bir Mekân Değildir
Bu dünyadaki hayat, o muazzam saltanatın tam manasıyla zuhur etmesi için çok dar ve kısadır. Zulümler cezasız, iyilikler tam mükâfatsız kalıyor gibi görünür. Halbuki saltanatın izzeti ve adaleti, tam bir karşılık verilmesini ister.
Eğer ahiret gelmezse, ölüm her şeyi hiçliğe atarsa; bu durum, kâinatta görünen o kusursuz “Hikmet” ve “Adalet” ile taban tabana zıt ve aykırı olur. O mutlak Sultan’ın şanına, mahlukatını yokluğa atarak acizliğini göstermek yakışmaz.
Risale-i Nur’da bu husus şu şekilde vurgulanır:
> “Hiç mümkün müdür ki: Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal, rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete, iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dib etmesin?”Sözler
>
3. İdam Değil, Terhis ve Tebdil-i Mekân

İnsanın ölümü, zahiri nazarda bir yok oluş gibi görünse de, Bab-ı Sultaniyet penceresinden bakıldığında, vazifeden terhis edilmek ve padişahın has dairesine alınmaktır. Çünkü Sultan, sevdiği ve kendine muhatap kabul ettiği (insan gibi) kıymetli bir sanatını ebediyen yok etmez. Onu, bu geçici çalışma sahasından, ebedi bir istirahat ve ücret alma yurduna nakleder.
Netice: Saltanat, Ebedi Bir Yurdu Zorunlu Kılar

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, mülkün ve saltanatın sadece Kendisine ait olduğunu ve dönüşün O’na olacağını defalarca beyan eder. Mülk Suresi’nin başındaki ayet, bu hakikati cihan şümul bir dille haykırır:
> “Mülk elinde bulunan Allah ne yücedir! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk Suresi, 67/1-2)
>
Netice olarak; kâinattaki bu muazzam düzen ve saltanat (Rububiyet), eğer arkasında “Dâr-ı Saadet” (Cennet) ve “Dâr-ı Ceza” (Cehennem) bulunmazsa, manasız kalır. Haşmetli bir saltanat, sönük bir sonu kabul etmez. Demek ki, bu dünyanın Sultanı, bizi ebedi bir diyara davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 




BAB-I HAFÎZİYET: KAYBOLMAYAN AMELLER VE EBEDİ HASAT

BAB-I HAFÎZİYET: KAYBOLMAYAN AMELLER VE EBEDİ HASAT

Kâinat kitabını dikkatli bir nazarla okuduğumuzda, “Hafîz” (Her şeyi muhafaza eden) isminin tecellisini her zerresinde, her hadisesinde müşahede ederiz. Hiçbir şeyin başıboş bırakılmadığı, en basit bir olayın dahi kaybolmasına müsaade edilmediği bu âlemde, insanın “başıboş” ve amellerinin “neticesiz” kalması, kâinatın nizamına ve Sâni-i Zülcelal’in hikmetine tamamen zıt ve aykırıdır.

1. Kâinatın Hafızası ve “Çekirdek” Mucizesi

Cenab-ı Hak, kudret kaleminin işlediklerini, “Hafîziyet” kanunuyla muhafaza altına alır. Bunun en zahir örneği nebatat âlemidir. Koca bir ağacın bütün tarihçesi, programı ve gelecekteki sureti, mercimek tanesi kadar küçük bir çekirdekte, muazzam bir intizamla derc edilmiştir. O çekirdek, bir nevi “hafıza kutusu”dur.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin Yedinci Hakikati’nde bu manzarayı şöyle tasvir eder:
> “Hiç mümkün müdür ki gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fıtratta, hilafet-i kübra gibi bir rütbede, emanet-i kübra gibi büyük vazifesi olan beşerin rububiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, aslâ!”
Sözler
>
Bu ifadelerden anlaşılan şudur: Basit bir çiçeğin, çürüyüp giden yaprağının dahi “programını” ve “suretini” tohumunda saklayan ve bir sonraki baharda aynen iade eden bir Kudret; elbette mahlukatın halifesi olan insanın amellerini zayi etmeyecektir.

2. İnsan: Kâinatın En Önemli Meyvesi

İnsanın ruhunda “gayr-ı mahdud istidadat var. İşte Hafîziyet hakikati, bu istidatların neticelerinin kayda alındığının garantisidir.
Eğer bir padişah, memleketindeki en basit hadiseleri, sineğin kanadının kımıldayışını dahi kaydettiriyorsa; o memleketin en şerefli, en sorumlu ve tasarruf sahibi valisinin (insanın) icraatlarını kaydetmemesi düşünülemez. İnsan, külli bir şuur sahibidir ve “Emanet-i Kübra”yı yüklenmiştir. Dolayısıyla onun her bir fiili, ebedi âlemde ya bir cennet tohumu ya da cehennem zakkumu olarak sümbüllenecektir.

3. Aynalar ve Yansımalar: Gaybî Fotoğraf Makineleri

Bugün maddi fenlerin de isbat ettiği üzere, hiçbir ses ve hiçbir suret yok olmamaktadır. Sesler dalgalar halinde, suretler ışık vasıtasıyla fezada gezmekte ve mahfuz kalmaktadır. Bu fıtri kanun, “Levh-i Mahfuz” hakikatinin maddi âlemdeki küçük bir numunesidir.
İnsanın mahiyeti ve amelleri, “Kiramen Kâtibin” melekleri tarafından kaydedildiği gibi, insanın kendi hafızasında, vicdanında ve kâinatın hafızasında da hıfzedilmektedir.
> Demek ki; şu hafızalar, o Levh-i Mahfuz’un sermedî manzaralarının, birer el kadar küçük numuneleridir.
>
İnsanın hafızası, onun ahiretteki muhasebesi için bir “senet” ve bir “belge” hükmündedir.

Netice: Muhafaza, Muhasebeyi İktiza Eder
Madem her şey muhafaza ediliyor ve kaydediliyor; demek ki bir mahkeme var. Kayıt, hesabı ve muhasebeyi netice verir. Bir tohumun saklanması, onun toprağa atılıp yeni bir hayata başlaması içindir. İnsanın amellerinin saklanması da, haşir meydanında “Kitabını oku!” emrine muhatap olması ve ebedi hayattaki yerinin tayini içindir.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’in şu cihan şümul beyanıyla sabitlenmiştir:
> “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl Suresi, 99/7-8)
>
Özetle; insanın fıtratındaki ebed arzusu (istidat) ile kâinattaki muhafaza kanunu (hafîziyet) birleştiğinde, ahiretin vücudu şüphe götürmez bir “hakikat-i katıa” olarak ortaya çıkar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

İnsan, fıtratı icabı lezzeti arayan ve elemden kaçan bir varlıktır. Bu arayış, onu çoğu zaman “hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinden” (Tarihçe-i Hayat, 500) koşturur. Dünya hayatının zahirî (dış) parıltısı, geçici zevkler ve fani ziynetler, insanın nazarını (bakışını) perdeler. Lâkin bu koşunun sonu, kaçınılmaz bir hüsrandır. Zira “Fani zevkler, sana manevi elemler, teessüfler bırakıyor.”
Bu, hayatın en temel mantıkî ve ibretli derslerinden biridir. Tarih boyunca nice sultanlar, nice zenginler, bu muvakkat lezzetleri elde etmek için ömürlerini heba etmiş, ancak sonunda kabre eli boş gitmişlerdir. Geride bıraktıkları “teessüf” (eseflenme, pişmanlık), o fani lezzetlerin bedeli olan ebedî bir hasrettir.

Hakikî Cehennem: Sahibini Bilmemek

Peki, bu lezzetlerin aslı nedir? Neden manevi elemlere sebep olurlar?
Cevap, varlığın sahibini tanımakta yatar. Gönderdiğiniz bir diğer hikmet, bu acı gerçeği şöyle tasvir eder:
> “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri; Hâlık’ımızı, Mâlik’imizi ve Mevlâ’mızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir.” (Mesnevî-i Nuriye, 104)
>
Bu, son derece düşündürücü bir tenkittir (eleştiridir). Eğer bir nimeti, o nimetin San’atkâr’ından bilmezsek, o nimetin kendisi bir azap kaynağına dönüşür. Zira her fani lezzet, zeval (yok oluş) tokadını yiyecek, her ayrılık bir yara açacaktır. Sahibini bilmediğimiz bir mülkte, her an elimizden alınma korkusuyla yaşarız. Bu korku, o “dünya cennetini” dahi “cehenneme” çevirir. Zenginlik kaybetme korkusuyla, sağlık hastalık endişesiyle, sevgi ayrılık acısıyla zehirlenir. Demek ki lezzetin aslı, lezzeti vereni tanımakla mümkündür.

Marifetin Yolu: Kâinattaki Nizam

O halde Hâlık’ı, Mâlik’i ve Mevlâ’yı bilmenin, yani “Marifetullah”ın yolu nedir? Bu yol, kâinat kitabını okumaktan geçer. Gözümüzü açıp baktığımızda, en küçükten en büyüğe kusursuz bir nizam görürüz:
> “Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından ‘Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah’ der, secde eder.” (Sözler)
>
Akıl, bu muazzam san’at karşısında hayrete düşer. Bir sinek kanadındaki mühendislik ile galaksilerin (“semavat kandilleri”) yörüngelerindeki hassas nizam, aynı kudretin ve ilmin imzasını taşır. Bu nazara (bakışa) “istihsan” (güzel bulma, beğenme) eşlik eder. İnsan, bu güzellik ve nizam karşısında, San’atkâr’ı takdis etme (“Sübhanallah”) ve O’nun önünde acziyetini itiraf ederek “secde etme” ihtiyacı hisseder. İşte Marifetullah, bu tefekkür ve hayret secdesiyle başlar.

Gayenin Zirvesi: Marifetin Verdiği Zevk

Kâinattaki bu nizamı okuyarak Hâlık’ını bulan ve O’nu isimleriyle tanımaya başlayan bir kalp için, artık dünyanın fani lezzetlerinin bir kıymeti kalmaz. Marifetullah’tan, yani Allah’ı tanımanın ve bilmenin verdiği derûnî hazdan daha büyük bir lezzet tasavvur edilemez. Bu hakikat, şu sözlerde en edebî ve hikmetli ifadesini bulur:
> “Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak geri kalır.” (Mesnevî-i Nuriye, 104)
>
Bu, imanın ve kulluğun zirvesidir. Allah’ı tanıyan bir kul, O’nun san’atını temaşa etmenin, O’na muhatap olmanın ve O’nu sevmenin (Muhabbetullah) lezzeti yanında, ne dünyanın geçici zevklerine ne de bir mükâfat olan cennetin nimetlerine iltifat eder. Cenneti istemek haktır; ancak arifler için gaye cennet değil, Cemâlullah’tır (Allah’ın cemâlini görmek). Dünya lezzetleri bu marifetin yanında sönük kalırken, cennet iştiyakı (arzusu) bile ikinci plâna düşer.

İnsanın Küllî Vazifesi: Dua

Peki, bu kadar âciz olan ve bu kadar büyük bir San’atkâr’ın muazzam mülkünde yaşayan insanın temel vazifesi nedir? Kuru bir sinek kanadını dahi yaratamayan, ancak semavat kandillerini tefekkür edebilen insanın faaliyeti ne olmalıdır?
> “Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.” (Mesnevî-i Nuriye, 110)
>
Buradaki “dua”, sadece ihtiyaç anında el açıp istemek değildir. Dua, insanın acziyetini ve fakrını idrak ederek Kudret-i Sonsuz’a iltica etmesidir. “Sübhanallah” demek bir duadır; kâinattaki nizamı görüp hayrete düşmek fiilî bir duadır. Secde etmek, en küllî duadır. Ferşten (yeryüzünden) Arş’a kadar her şey O’nun kudretiyle ayakta durduğuna göre, insanın bu düzendeki tek vazifesi, kendi hiçliğini ve O’nun varlığını “dua” lisanıyla ilân etmektir.

Netice olarak, akılsız bir çocuk gibi fani lezzetlerin peşinde koşmak, Hâlık’ı bilmemekten kaynaklanan bir “manevi cehenneme” sürükler. Kurtuluş ise, kâinattaki nizamı tefekkür ederek “Marifetullah”a ermektir. Bu marifet, öyle bir lezzettir ki cenneti bile geride bırakır. Ve bu marifete eren kulun ezelden ebede en büyük vazifesi, “dua” ile Sahibine yönelmektir.

📖 Makalenin Özeti

Bu makale, insanın hayattaki gayesini, Risale-i Nur’dan alınan hikmetli sözler ekseninde tahlil etmektedir. Makaleye göre, insanların çoğu “akılsız çocuklar gibi” dünyanın geçici (fani) ve ehemmiyetsiz lezzetlerinin peşinden koşar; ancak bu zevkler, insana “manevi elem ve teessüfler” bırakır.
Makalenin temel tezi, bu dünyanın lezzetlerinin, ancak Hâlık’ı (Yaradan’ı) bilmekle (Marifetullah) anlam kazanacağıdır. Eğer Yaradan bilinmezse, dünya “cennet olsa bile cehennemdir”.
Marifetullah’a ulaşmanın yolu, kâinattaki kusursuz nizamı (düzeni) tefekkür etmekten geçer. “Sinek kanadından semavat kandillerine” kadar uzanan bu nizamı gören akıl, hayretle “Sübhanallah” der ve secde eder.
Bu marifete ulaşıldığında, yani Allah’ı tanımanın lezzeti tadıldığında, artık ne dünya lezzetlerine bir arzu (iştiha) kalır ne de “cennete bile iştiyak” (arzu) öncelikli olur. Bu noktada, “ferşten arşa” (yerden göğe) kadar insanın en geniş vazifesinin, kendi aczini ve O’nun kudretini itiraf etmek manasına gelen “dua” olduğu idrak edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar

Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar

İnsanoğlu, bu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, derûnî (iç) bir “sahiplenme” hissiyle hareket eder. Bedenini “benim” diye beller, malını mülkünü, hatta vaktini dahi kendi mâlikiyeti altında zanneder. Lâkin, bu sahiplenme hissi, kâinatın azîm nizamı karşısında büyük bir yanılmanın ifadesidir. Hakikat, bize gönderilen mesajlarda, kâinatın lisanında ve vicdanın derinliklerinde bambaşka bir gerçeği fısıldar: Bizler mâlik değil, misafiriz.
Misafirliğin Şuuru: Emanet
“Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim.” (Mesnevî-i Nuriye, 66).
Bu cümle, insanın dünyadaki yerini ve varoluşunun gayesini tasvir eden en veciz ifadelerden biridir. Bize “verilen” bu beden, bu “kulübecik”, bir mülk değil, bir “emanet”tir. Tarih boyunca nice sultanlar, nice fatihler bu mülk davasına düşmüş, ancak nihayetinde hepsi bu handan göçüp gitmiştir.
Edebî geleneğimizde dünya, bir “han” veya “köprü” olarak tasvir edilir. Akıllı bir misafir, handa kalacağı müddet boyunca hanı sahiplenmeye kalkmaz; bilakis, hancının (Sahib-i Hâkikî’nin) ikramlarına şükran duyar ve emanete hıyanet etmez. İnsanın bu dünyadaki faaliyeti, bir misafir şuuruyla hareket etmektir. Bu “kulübecik” (beden ve hayat), bize muayyen bir vakit için bırakılmış bir “vedia”dır; yani, sahibine iade edilmek üzere bırakılan kıymetli bir emanettir. Bu şuur, enaniyeti (egoyu) kırar ve insanı hakikî kulluğa sevk eder.

Kâinatın Lisanı: Güneş Misali Rahmet ve Mu’cizevî San’at

Peki, misafir olduğumuz bu yerin Sahibi nasıl biridir? O’nu nasıl tanıyabiliriz?
Cevap, “Evet kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür.”
Gözümüzü açıp kâinata bir nazar ettiğimizde, her köşede O’nun rahmetinin parıltılarını görürüz. Güneşin ziyası (ışığı) nasıl ki kendini inkâr ettirmez bir vuzuh (açıklık) ile her şeyi aydınlatır; rahmet dahi, varlığın her zerresinde kendini öylece gösterir. Bir annenin şefkatinden, topraktan fışkıran binbir çeşit rızka kadar her şey, bu “hadsiz rahmetin” bir tecellisidir.
Bu rahmet, aynı zamanda muazzam bir “kudret” ve “san’at” ile birlikte faaliyet gösterir. Bir diğer ifadede belirtildiği gibi, “Bu latîf, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez.” (Mesnevî-i Nuriye, 108). Bu, mantıkî bir isbattır. Kuru, odun gibi görünen bir ağaç dalından, nar gibi latîf, nazik, mükemmel tasarımlı bir meyveyi yaratan Kudret için, başka herhangi bir şeyi yaratmak, meselâ ahireti getirmek veya duaya cevap vermek “ağır” gelebilir mi?
İşte “İmanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla” (Şualar, 70) kâinata bakan bir mü’min, bu bağlantıyı kurar. Semâvâtı yıldızlarla, zemini çiçeklerle süsleyen San’atkâr’ın eserine intisap etmenin (bağlanmanın) ne büyük bir “şeref” ve “kıymet” olduğunu hisseder. O vakit, kâinat manasız bir boşluk olmaktan çıkar, Hâlık’ının san’atını sergileyen muhteşem bir mektup, hikmetli bir kitap haline gelir.

Teslimiyetin Getirdiği Selâmet

Eğer misafir olduğumuz bu mülkün Sahibi, rahmeti güneş gibi aşikâr, kudreti kuru ağaçtan hayatı çıkaran ve san’atı göz kamaştıran bir Zât ise; o halde misafire düşen nedir?
Cevap açıktır: “Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevî-i Nuriye, 112).
Bu, makalenin mantıkî zirvesidir. Kader, o Rahmet, Kudret ve San’at Sahibinin bizim için çizdiği plandır. Modern insanın en büyük ıstırabı, her şeyi kontrol etme arzusundan ve mâlikiyet davasından kaynaklanır. Başına gelen hadiseler karşısında çırpınır, çünkü kendini mülkün sahibi zanneder.
Halbuki teslimiyet, bir acziyet değil, aksine en büyük güçtür. Geminin kaptanının Sâni-i Hakîm olduğunu bilmektir. Kuru ağaca hayatı veren Kudret’in, senin hayatındaki en karmaşık meseleleri de çözebileceğine itimat etmektir. Rahmeti güneşten parlak olanın, senin hakkında merhametsiz bir hüküm vermeyeceğine inanmaktır.
Tarih, bu teslimiyetin ibretli misalleriyle doludur. Hz. İbrahim’in ateşe atılırken gösterdiği teslimiyet, ateşi “selâmet” yurduna çevirmiştir. Tevekkül ve teslimiyet, ruhun en büyük sığınağıdır. Kadere teslim olan, kederden emin olur; çünkü bilir ki her ne oluyorsa, o sonsuz hikmet, rahmet ve kudret sahibinin izni dâhilindedir.

Netice: Misafirlikten Hakikî Şerefe

İnsan, “mâlik” olduğunu zannettiği sürece kaygı, korku ve hüsran içinde çırpınan bir varlıktır. Ancak ne vakit ki bu “kulübecikte” bir “misafir” olduğunu, her şeyin bir “emanet” olduğunu idrak eder; işte o vakit hakikî hürriyete kavuşur.
Bu idrak, onu kâinattaki san’atı görmeye, güneş misali rahmeti hissetmeye ve kuru ağaçtan meyveyi çıkaran kudrete hayran kalmaya sevk eder. Bu hayranlık ve iman rabıtası (bağlantısı), onu en yüksek “şerefe” ulaştırır. Bu şerefin zirvesi ise, Sahib-i Mülk’ün takdir ettiği “kadere” rıza ile “teslim” olmaktır. Zira hakikî “selâmet” ancak bu teslimiyette bulunur.

📖 Makalenin Özeti
Bu makale, insanın kâinattaki yerini Risale-i Nur’dan iktibas edilen hikmetler çerçevesinde tahlil etmektedir. Asıl tezi, insanın bu dünyada bir “mâlik” (sahip) değil, kendisine bedeni ve hayatı “emanet” edilmiş bir “misafir” olduğudur.
Makale, kâinatın, güneşin ışığı kadar âşikâr ve “hadsiz bir rahmet” ile idare edildiğini savunur. Kuru ağaçlardan latîf meyveleri çıkaran “kudret” ve yeryüzünü çiçeklerle süsleyen “san’at”, bu rahmetin ve kudretin isbatıdır.
İmanın şuuruyla bu san’ata ve San’atkâr’a intisap etmek (bağlanmak), insan için en büyük “şeref”tir. Bu şuurun mantıkî bir neticesi olarak, her şeyi bilen ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın takdir ettiği “kadere teslim olmak”, ruhun yegâne “selâmet” (kurtuluş ve esenlik) yoludur. Neticede, mâlikiyet davasından vazgeçip misafirliğini idrak eden ve kadere teslim olan insan, hakikî huzura ve şerefe kavuşur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda yükseliş; “Mirac”

Tefekkür yolculuğumuzda yükseliş; “Mirac”

Risale-i Nur’un Otuz Birinci Söz’ü, Mirac’ı sadece bir “gezinti” değil; kâinat ağacının en uzak dallarından, o ağacın çekirdeği ve kökü olan Hakk’ın huzuruna yapılan bir seyahat olarak tasvir eder.
Bediüzzaman Hazretleri, Mirac’ın lüzumunu, hakikatini ve bizlere getirdiği hediyeleri harika bir temsil (benzetme) ile akla yaklaştırır.

1. Mirac Nedir? Velayet ve Risalet Kanatları

Mirac, Efendimiz’in (a.s.m.) manevi yolculuğunun (Velayet) zirvesi ile Peygamberlik vazifesinin (Risalet) başlangıcının birleştiği noktadır.
* Gidiş (Velayet): Kulun, mertebe mertebe yükselerek Rabbine gitmesidir. Efendimiz (a.s.m.), bütün varlıkların tesbihatını, meleklerin ibadetini ve kâinatın sırlarını görerek yukarı çıkmıştır.
* Dönüş (Risalet): Rabbinden aldığı emirleri, hediyeleri ve hakikatleri kullara getirmek için aşağıya inmesidir.
Temsil: Bir padişahın iki türlü konuşması vardır:
* Telefonla (Vahiy): Bir valisiyle uzaktan konuşması. (Diğer peygamberler ve veliler böyledir).
* Huzura Kabul (Mirac): Padişahın, en has yaverini sarayına çağırması, ona mülkünü gezdirmesi, bizzat görüşmesi ve ona nişanlar takıp halkına elçi olarak geri göndermesi. (Mirac budur).

2. Neden Gerekliydi? (Görmek ve İnanmak)

Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ın tebliğcisidir. Anlattığı şeyler; melekler, cennet, cehennem ve Allah’ın cemalidir.
İşte Allah (c.c.), o en büyük elçisini “yalancı çıkmamak” ve “gözüyle görmediği şeyi anlatmamak” durumunda bırakmamak için; O’nu huzuruna aldı. Cenneti gösterdi, “Git, kullarıma müjdele” dedi. Cehennemi gösterdi, “Git, sakındır” dedi. Melekleri gösterdi, “Gördüm, varlar de” dedi.
Yani Mirac, imanın isbatı ve gözle görülmesi hadisesidir.

3. O Kısa Zamanda Nasıl Gitti?

Otuz Birinci Söz, “Bir insan bedeniyle bu kadar kısa sürede milyarlarca yıllık yolu nasıl gider?” sorusuna, kâinattan bilimsel ve mantıki örneklerle cevap verir.
* Ruhun Hızı: İnsan uykuya daldığında, ruhu bir anda geçmişe, geleceğe veya uzak diyarlara gider (rüya yoluyla).
* Gözün Hızı: Gözümüzü açtığımız anda, saniyede 300.000 km hızla giden ışıktan daha hızlı bir nazarla, Neptün gezegenine veya bir yıldıza ulaşırız.
* Hakikat: Eğer Allah (c.c.), kocaman Dünya’yı sapan taşı gibi döndürüp gezdiriyorsa; en sevdiği kulunu, şimşekten daha hızlı bir binek (Burak) ile huzuruna alması O’nun kudretine hiç ağır gelmez.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Mirac’ın Meyveleri

Mirac sadece Efendimiz (a.s.m.) için şahsi bir ikram değil, bizim için de hayati hediyelerle dolu bir seyahattir. Bediüzzaman Hazretleri, bu seyahatin “meyvelerini” şöyle sıralar:
* Gözümüzle Görmüş Gibi: O (a.s.m.) gördü, “Var” dedi. Biz de O’nun sözüne dayanarak, cenneti görmüş gibi inanıyoruz. Ebedi saadetin varlığını bizzat müşahede edip bize müjdeledi.
* Namaz Hediyesi: Namaz, Mirac’tan getirilen en büyük hediyedir. Mü’minin namazı, onun Mirac’ıdır. İnsan namazda “Allahu Ekber” diyerek dünyayı arkasına atar ve ruhuyla Rabbine yükselir.
* Allah’ı Görme (Rü’yetullah): O (a.s.m.), dünyada iken Allah’ı gördü. Bu durum, bizim de ahirette Allah’ı görebileceğimizin en büyük delili oldu. “Sizin gibi bir insan O’nu gördü ise, siz de görebilirsiniz” kapısını açtı.
> Mirac, velayet-i Ahmediyenin (a.s.m.) keramet-i kübrasıdır (en büyük kerametidir). … O Zât (a.s.m.) öyle bir salât (namaz) kılıp öyle bir dua etti ki; o namaz, o dua bütün kâinatı nurlandırdı.
>
5. Yalnızlık (Vahşet) Sırrı

Mirac’ın belki de en latif meyvesi şudur:
İnsan kâinata bakar; yıldızlar, gökler, dağlar sessiz ve korkunç görünür. Kendini yalnız hisseder.
Efendimiz (a.s.m.) Mirac’tan dönünce bize dedi ki: “Korkmayın! O gördüğünüz gökler, yıldızlar boş değil; hepsi Allah’ın memurudur, askeridir. Gökyüzü meleklerle doludur. O dehşetli sandığınız kâinat, aslında şenlikli bir memlekettir.”
Böylece insanın kâinata bakışı değişti, vahşet (yalnızlık korkusu) ünsiyete (dostluğa) döndü.

Netice: Namaz, Küçük Bir Mirac’tır
Mirac bahsinden alacağımız en büyük hisse şudur:
Efendimiz (a.s.m.), “Kab-ı Kavseyn” (imkan ve vücub arası, en yakın makam) denilen zirveye çıktı. Biz o kadar çıkamayız ama namaz seccadesine bastığımızda, niyetimiz ve hayalimizle aynı kapının tokmağını çalıyoruz. Her namaz, Mirac’ın bir gölgesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda; Kâinatın Efendisi

Tefekkür yolculuğumuzda; Kâinatın Efendisi

Kâinatın sebeb-i vücudu ve en büyük muallimi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın mucizeleri.

Kader bahsinde kâinatın “matematiksel” düzenini görmüştük. Şimdi ise o düzenin Sahibinin (Allah’ın), en sevdiği kulunun davasını doğrulamak için o kanunları nasıl değiştirdiğini, cansız (câmid) varlıkların Peygamberimizi nasıl tanıyıp itaat ettiğini On Dokuzuncu Mektup ışığında inceleyelim.
Bediüzzaman Hazretleri, taşların ve ağaçların Efendimiz (a.s.m.) ile konuşmasını; “Kâinatın, Efendimiz’i tanıdığının ve O’nun davasını tasdik ettiğinin” en büyük delili olarak isbat eder.

1. Ağlayan Kütük: “Hannane Direği” Mucizesi

Bu hadise, İslam tarihinde “Mütevatir” (yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir kalabalık tarafından nakledilen) derecesinde kesin bir olaydır.
* Hadise: Mescid-i Nebevî’nin ilk zamanlarında minber yoktu. Peygamberimiz (a.s.m.) hutbe okurken kurumuş bir hurma kütüğüne (direğine) yaslanırdı. Daha sonra minber yapılınca, Efendimiz o direği bıraktı ve minbere çıktı.
* Feryat: Tam o sırada, cemaatin gözü önünde, o kuru direkten “hamile develerin inlemesi gibi” veya “çocuğun ağlaması gibi” acıklı bir ağlama sesi yükseldi. Bütün sahabe bunu işitti, mescid inledi.
* Teselli: Peygamberimiz (a.s.m.) minberden indi, direğin yanına geldi, elini üzerine koyup onu teselli etti. Direk sustu. Efendimiz buyurdu ki: “Eğer onu teselli etmeseydim, kıyamete kadar ayrılığımdan ağlayacaktı.”
* Risale-i Nur’un Yorumu ve İbret Tablosu:
Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseyi anlattıktan sonra, nefislere hitap eden şu sarsıcı tesbiti yapar:
> Ey insan! Madem o kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın firakından (ayrılığından) ağladı ve inledi; sen o Hazret’in sünnet-i seniyyesini terketmekle ve adını anmamakla, ne kadar katı ve hissiz bir taş gibi olduğunu ve o kuru direkten ne kadar aşağı düştüğünü anla!
>
2. Yürüyen Ağaçlar: Emre İtaat

Ağaçlar kökleriyle yere çakılıdır, kanun böyledir. Fakat “Kâinatın Efendisi” çağırınca, o kanun “Kudret-i İlahiye” tarafından askıya alınır.
* Hadise: Bir bedevi (köylü) Efendimiz’e gelip, “Senin peygamber olduğuna delil nedir?” diye sorunca; Peygamberimiz (a.s.m.) ufukta görünen bir ağacı çağırdı. Ağaç, sağa sola yalpalayarak köklerini yerinden kopardı, geldi, Efendimiz’in önünde durdu ve “Esselamü aleyke Ya Resulallah” dedi. Sonra emirle yerine döndü.
* Tefekkür: Bu olay gösterir ki; ağaçlar dahi O’nu tanıyor. O (a.s.m.), kâinat sarayının o kadar yetkili bir “Ustabaşı”sıdır ki, sarayın dekorları (ağaçlar) O’nun emriyle yer değiştirir.

3. Konuşan Taşlar: Avuç İçi Zikri

Cansız, kalpsiz zannettiğimiz taşların, Efendimiz’in (a.s.m.) elinde nasıl dile geldiğini Ebu Zer (r.a.) şöyle anlatır:
* Hadise: “Peygamberimiz (a.s.m.) eline bir avuç çakıl taşı aldı. O taşların, arı vızıltısı gibi ‘Sübhanallah, Sübhanallah’ diyerek Allah’ı zikrettiklerini kulaklarımızla işittik. Sonra taşları yere bıraktı, sustular.”
* Şahet-i Vücuh (Yüzleri Kararsın): Bedir Savaşı’nda Efendimiz’in (a.s.m.) bir avuç kum ve çakıl alıp müşrik ordusuna atarak “Şahetil Vucuh” (Yüzleri kara olsun) demesi ve o bir avuç toprağın Allah’ın izniyle bütün düşman askerlerinin gözüne girmesi de, toprağın O’na itaat ettiğinin delilidir.
* Risale-i Nur Nazarı:
Risale-i Nur, dağların ve taşların Peygamberimize olan bu bağlılığını, onların O’na bir nevi “hemşehri” ve “tanıdık” nazarıyla bakmasına bağlar. Hatta Uhud Dağı için Efendimiz’in “Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz” buyurması, koca dağın bile kütlesinin altında bir “muhabbet” taşıdığını gösterir.

4. Ay’ın İkiye Bölünmesi (Şakk-ı Kamer)

Kâinatın en büyük “lambası” olan Ay dahi, O’nun (a.s.m.) bir parmak işaretiyle ikiye bölünmüştür. Bu, gökyüzünün de O’nun emrine musahhar (boyun eğmiş) olduğunun en büyük, en parlak isbatıdır.
Müşrikler buna “büyü” deseler de, Kur’an “Saat yaklaştı ve Ay yarıldı” (Kamer Suresi, 1) ayetiyle bu mucizeyi ebedileştirmiştir.

Netice: İnsan Taştan Sert Olmamalı

On Dokuzuncu Mektup’taki bu mucizeler zinciri bizi şu tefekkür noktasına getirir:
Bu kâinatta en küçük sinekten en büyük yıldıza, kuru kütükten sert taşa kadar her şey, Hz. Muhammed’i (a.s.m.) tanımış, sevmiş, itaat etmiş ve davasını doğrulamıştır.
Hâl böyleyken; akıl ve şuur sahibi olan insanın O’nu tanımaması, sünnetine uymaması; o ağlayan kütükten daha hissiz, o zikreden taştan daha sert olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda ;”Kader ve Cüz’i İrade”

Tefekkür yolculuğumuzda ;”Kader ve Cüz’i İrade”

Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi Altıncı Söz olan Kader Risalesi’nde bu meseleyi hallederken, insanı iki büyük uçurumdan (Cebriye ve Mutezile hatalarından) kurtarıp, “Sırat-ı Müstakim” olan Ehl-i Sünnet inancını harika bir dengeyle tasvir eder.
Özetle Kader; “Allah’ın her şeyi bilmesi (İlim)” ile “İnsanın seçme hürriyeti (İrade)” arasındaki o muazzam dengedir.

1. Kader, İlim Nevindendir (Bilmek Zorlamak Değildir)

Kader konusundaki en büyük yanılgı, Allah’ın takdirinin bizi “zorladığını” zannetmektir. Risale-i Nur bunu şöyle bir isbat ile çürütür: “İlim, maluma tâbidir.”
* Takvim ve Güneş Tutulması: Bir astronom, yaptığı hesaplamalarla “Yarın saat 10:00’da güneş tutulacak” diye takvime yazsa; ertesi gün güneş tutulduğunda, “Astronom yazdığı için güneş tutuldu” denilebilir mi? Hayır. Güneş tutulacağı için astronom onu bilmiş ve yazmıştır. Yazı (ilim), güneşe baskı yapmaz.
* Hakikat: Allah (c.c.), zamandan münezzeh olduğu için; bizim geçmişimizi, geleceğimizi ve yapacağımız tercihleri ezelî ilmiyle görür ve kader defterine yazar. O yazdığı için biz yapmıyoruz; bizim yapacağımızı (kendi irademizle seçeceğimizi) bildiği için O yazıyor. Yani Kader, bir zorlama değil, bir “bilgi” (ilim) projesidir.

2. İrade-i Cüz’iye: Zayıf Ama Etkili Bir Anahtar

Peki, her şeyi Allah yaratıyorsa, insanın rolü nedir?
Risale-i Nur, insanın elindeki cüz’i iradeyi, devasa bir elektriği açıp kapayan küçük bir düğmeye benzetir.
* Talep Eden ve Yaratan: İnsanın elinde “yaratma” gücü yoktur. İnsan sadece “ister” (talep eder/kesb), Allah ise o isteğe göre “yaratır” (halk eder).
* Temsil: Bir çocuk, babasına “Beni şu tehlikeli dağa götür” dese ve babası onu götürse; çocuk orada düşüp ayağını kırsa, “Babam beni götürdü” diyerek suçtan kurtulabilir mi? Hayır. Babasının gücüyle gitmiştir ama talep ve tercih çocuktandır.
* İnsan “içki içmeyi” ister (düğmeye basar).
* Allah, imtihan sırrı gereği o fiili yaratır.
* Suç, isteyenindir (insanındır); yaratanın (Allah’ın) değil.

3. Hayır ve Şer Dengesi: Güzellik Allah’tan, Kusur Bizden

Kader Risalesi’nin kalbi olan şu düstur, insanın ruh sağlığını korur: “Manevi terakki için; hayrı Allah’tan, şerri nefsinden bilmek gerektir.”
* Yıkmak Kolay, Yapmak Zordur: Bir binayı yüz usta yüz günde yapar (Hayır/Yapmak zordur). Ama bir çocuk bir kibritle o binayı bir dakikada yakar (Şer/Yıkmak kolaydır).
* Nefsin Rolü: İnsan, iradesini yanlış kullanarak bir şerri (günahı) istediğinde, nefis o kibriti çakan çocuk gibi olur. Tahribat büyük olur, mesuliyet insana aittir.
* Hakk’ın Rolü: İnsan bir iyilik (hayır) yaptığında ise; ona o gücü veren, zemini hazırlayan, neticeyi yaratan Allah’tır. İnsan sadece o iyiliğe “taraf” olmuştur. Bu yüzden iyilikle gururlanamaz, “Allah’ın lütfudur” der.

4. Temsil: Çocuğu Taşıyan Adam

Bediüzzaman Hazretleri, bu ince sırrı (insanın hem sorumlu olması hem de gururlanmaması gerektiğini) şu temsil ile akla yaklaştırır:
Bir adam, omzunda bir çocuğu taşıyarak tehlikeli bir yere götürür.
* Çocuğun Şımarıklığı: Çocuk derse ki: “Ben kendi gücümle geldim, uçtum, kaçtım.” (Gurur). Adam ona der: “Sus! Seni ben taşıdım, düşecektin.” -> Bu, insanın iyiliklere sahip çıkıp gururlanması hatasıdır (Mutezile).
* Çocuğun Tembelliği: Çocuk bu sefer derse ki: “Madem sen taşıdın, o zaman şu çamurdan kirlenmemin suçu da sendedir, beni düşüren sensin.” (Sorumsuzluk). Adam der: “Hayır! Ben seni güvenle taşıdım, sen kendi yaramazlığınla çamura atladın.” -> Bu da insanın günahı kadere atıp sorumluluktan kaçması hatasıdır (Cebriye).
Doğru Tavır (Ehl-i Sünnet):
İnsan demeli ki: “Rabbim! İyilikler, güzellikler Sen’in merhametindendir (Seni taşıyan O’dur). Kusurlar, günahlar benim nefsimdendir (Yaramazlık yapan sensin).”

5. Kaderin Rahatlığı: Gam ve Kederden Kurtulmak

Risale-i Nur, kadere iman etmenin psikolojik faydasını şöyle özetler: “Kadere iman eden, kederden emin olur.”
* Kader, insanın omuzlarındaki o ağır “gelecek kaygısı” yükünü alır. “Ben elimden geleni yaptım (irade), gerisi Rabbimin takdiridir (kader)” diyen insan, dünyanın en huzurlu insanıdır.
* Başarısız olduğunda ümitsizliğe düşmez, “Kaderde bir hikmet var” der. Başarılı olduğunda şımarmaz, “Rabbimin ikramıdır” der.

Netice: Sınırlarımız

Kader Risalesi bize haddimizi bildirir:
* Maziye (Geçmişe) Kader Nazarıyla Bak: Olan oldu, bunda bir hikmet var de, üzülme.
* Müstakbele (Geleceğe) İrade Nazarıyla Bak: Tembellik etme, çalış, iradeni kullan.
Maalesef insanlar bunu ters yapar; geçmişe “keşke şöyle yapsaydım” diye dövünür (iradeyi geçmişe karıştırır), geleceğe ise “nasılsa kaderimde ne varsa o olur” diye tembellik eder (kaderi geleceğe karıştırır).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Çalışmaya mecburum, namaza vaktim yok”

Tefekkür yolculuğumuzda “Çalışmaya mecburum, namaza vaktim yok”

Tenbellikten kaynaklanan bu söze tokat gibi inen, ama bir o kadar da şefkatle yol gösteren **”Beşinci Söz”**ü inceleyelim.
Bediüzzaman Hazretleri, bu risalede insanın hayat gayesinin sadece mideyi doyurmak olmadığını, asıl vazifesinin ne olduğunu yine bir askerlik temsiliyle harika bir şekilde tasvir eder.

1. Temsil: Talim mi, Maişet Derdi mi?

Hikâye şöyledir: Bir orduda iki asker vardır.
* Birinci Nefer (İtaatli): Askerlik vazifesini bilir. Talimine (eğitimine) ve cihadına gider. Rızkını ve yemeğini hiç düşünmez. “Benim vazifem talimdir, devletin vazifesi beni beslemektir. Padişah beni aç bırakmaz” der.
* İkinci Nefer (Gafil): Talime gitmez, “Ben çalışmazsam aç kalırım” diyerek çarşıda, pazarda iş kovalar. Arkadaşına da der ki: “Gel, sen de çalış, devletin vereceği ekmek yetmez, aç kalırsın.”
* Cevap: İtaatli asker ona der ki: “Biz buraya ekmek parası kazanmaya değil, askerlik yapmaya geldik. Padişahın taahhüdü (sözü) var, rızkımızı verir. Sen talimi bırakıp çarşıda gezersen ceza görürsün.”

2. Hakikat: İnsan Bir Askerdir

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, dünya hayatındaki “çalışma” ve “ibadet” dengesinin formülü ortaya çıkar:
* Ordu: İnsanlık cemiyetidir.
* O Nefer: İnsandır.
* Talim: Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir.
* Rızık: Allah’ın canlılara verdiği hayat gıdasıdır.
İnsan, dünyaya sadece keyif sürmek veya sadece rızık peşinde koşmak için gelmemiştir. Asli vazifesi; Rabbini tanımak, O’na itaat ve ibadet etmektir.

3. Rızık Endişesi: Taahhüt Altındadır

Beşinci Söz’ün en can alıcı noktası, rızkın Allah’ın garantisi altında olduğunun isbatıdır.
Cenab-ı Hak, Rezzâk ismiyle rızkı taahhüt etmiştir. Nasıl ki bir hasta, hastalığı için değil, ilacı almak için çabalar; insan da rızkı yaratmak için değil, Allah’ın yarattığı rızkı aramak için çalışır.
* Yanlış Anlaşılmasın: Risale-i Nur “çalışmayın” demez. “Çalışmayı gaye-i hayat (hayatın tek amacı) yapmayın” der. Namazı kıldıktan sonra yapılan çalışma da ibadet hükmüne geçer.
* Asıl Tehlike: İkinci askerin durumu gibi; “Rızık peşindeyim” diyerek namazı (talimi) terk etmek, hem rızkın bereketini kaçırır hem de ahiret cezasını getirir. Çünkü o asker, Padişahın (Allah’ın) sözüne güvenmemiş, kendi cüz’i gücüne güvenmiştir.

4. Risale-i Nur’dan İktibasla: Namaz Berekettir

Bediüzzaman Hazretleri, namaz kılmayanın rızkında bereket olmayacağını ve dünyevi çalışmasının da bir nevi ceza olduğunu özetle şöyle ifade eder:
> Demek namazı kılmayan; hem şahsî rızkının bereketinden mahrum kalır, hem Mâlik-i Kerim’in ‘Namaz kıl’ diye verdiği sözü ve taahhüdü itham eder (suçlar) gibi rızkı için endişe edip, O’nun va’dine itimad etmeyerek (güvenmeyerek), rızık peşinde serseri gibi koşar; hem de vazife-i asliyesini (namazı) terkettiği için, o rızık peşindeki meşakkati, bir nevi ceza olarak çeker.
>
5. Netice: Dünya İşini İbadete Çevirmek

Beşinci Söz’ün sunduğu muazzam formül şudur:
Bir insan namazını kılsa, sonra rızkı için çalışsa; o çalışması da bir nevi ibadet olur. Böylece fani ömrü, baki bir hayatı kazandırır.
* Namaz Kılan Çiftçi: Tarlasını sürerken, “Allah’ın hazinesinden rızık çıkarıyorum” der, her hareketi ibadet olur.
* Namazsız Çiftçi: Sadece maddi menfaat için çalışır, ruhu sıkılır, kazancı da bereketsiz olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda, kâinat sarayındaki “Nazar”

Tefekkür yolculuğumuzda, kâinat sarayındaki “Nazar”

Bu sarayda yaşamanın bedelini ve en kârlı ticaretini anlatan **”Üçüncü Söz”**deki bakış açısı.
Bediüzzaman Hazretleri, bu risalede “İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk (günah ve sefahat) ne büyük bir hasaret (zarar) ve helâket olduğunu” yine askerî bir temsil ile isbat eder.

1. Temsil: İki Neferin (Askerin) Yolculuğu

Hikâye şöyledir: İki asker, uzak bir şehre gitmek üzere emir alırlar. Yol uzun ve tehlikelidir.
* Birinci Nefer (Bahtiyar): Padişahın ismini ve emrini kabul eder. Sırtındaki ağır yükü devlete teslim eder, rahatlar. Yolda kime rastlasa, “Ben Padişahın askeriyim” der.
* Yol kesen haydutlar, ona ilişemez; çünkü arkasındaki devlet kuvvetinden korkarlar.
* Erzakı bittiğinde, devletin kilerinden (nimetlerinden) “memuriyet” unvanıyla alır.
* Kendisinden güçlü olanlara karşı izzetlidir (dilencilik etmez), zayıflara karşı şefkatlidir.
* Sırtında yük olmadığı için seyahati lezzet içinde geçer.
* İkinci Nefer (Bedbaht/Mağrur): “Padişahı tanımam, ben kendi başıma giderim” der.
* Sırtında kendi erzakını, silahını taşımak zorunda kalır; beli bükülür.
* Karşısına çıkan en küçük düşmandan korkar, titrer.
* İhtiyaçlarını karşılamak için herkese dilencilik eder, zelil olur.
* Hayatı bir korku ve azap içinde geçer.

2. Hakikat: İbadet Bir Yük Değildir

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, ibadetin (başta namazın) aslında bir “yük” değil, bilakis “yükü bırakmak” olduğunu anlarız.
* Asker: İnsandır.
* O Neferin Teçhizatı: Takva (günahlardan kaçınma) ve amel-i salihtir (ibadet).
* Padişaha İntisap (Bağlanmak): İman etmek ve ibadetle O’na asker olmaktır.
İbadet eden insan (Birinci Nefer), şu fani dünyada, sonsuz ihtiyaçlarının yükünü **”Kudret-i Ezelî”**ye bırakır.
* “Rızkımı O verir” der, maişet derdinin ağırlığı altında ezilmez.
* “Ölüm O’nun emridir” der, ecelden korkmaz.
* Her şeyin dizgini O’nun elinde olduğu için, hiçbir hadiseden (deprem, hastalık, düşman) panik derecesinde korkmaz.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Saadet ve Hasaret

Bediüzzaman Hazretleri, Üçüncü Söz’ün sonunda bu kıyaslamayı muazzam bir tasvir ile özetler ve ibadetin insan ruhuna verdiği o eşsiz güven duygusunu özetle şöyle anlatır:
> İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından (olayların baskısından) kurtulabilir.
> …
> İşte ey nefsim! ‘İbadetim beyhude (boşuna) zahmettir’ deme. Belki o zahmet dediğin ibadet; dünyada bir manevî istirahat ve huzur olduğu gibi, zahiri ve hafif bir hizmettir (askerlik gibi). Ve ahirette öyle bir saadetin biletidir ki; ona malik olan, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi bir saltanat-ı haşmetliyi, dua ile arzu edebilir.
>
4. Tevekkül Sırrı: Yükü Gemiye Bırakmak
Bu bahiste ince bir nokta daha vardır: Tevekkül.
Fısk ve sefahat yolunu seçen (İkinci Nefer), kendi aklına ve gücüne güvenir. Halbuki insanın gücü, okyanusta yüzen bir adamın gücü gibidir; ne kadar çabalasa da boğulmaya mahkumdur.
İbadet eden ise, okyanusta bir gemiye binmiş gibidir. Yükünü (dertlerini) gemiye (Kaderin hükmüne) bırakır, geminin üzerinde keyifle çayını içer.
* Fâsık (Günahkâr): Hem gemide gider, hem de “Ben taşırım” diye yükünü sırtından indirmez. Hem belini kırar, hem de Kaptan’a (Allah’a) itimatsızlık edip hakaret eder.

Netice: Memuriyet Lezzeti
Sonuç olarak Üçüncü Söz bize şu dersi verir:
Allah’a kul olmak, kula kul olmaktan kurtulmaktır. Namaz kılan, sadece Allah’ın önünde eğilir; böylece kâinattaki diğer hiçbir şeyin önünde eğilmek zorunda kalmaz. Bu, en büyük özgürlük ve izzettir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




KÂİNAT SARAYI

KÂİNAT SARAYI

“İnanan insan ile inanmayan insanın hayattan aldığı lezzet aynı mıdır?”

Bediüzzaman Hazretleri, imanın sadece ahirette değil, bu dünyada da insanı manevi bir cennette yaşattığını harika bir temsil ile isbat eder.

1. Temsil: İki Adam, İki Bakış

Hikâye şöyledir: İki adam, padişahın muhteşem sarayına (dünya bahçesine) girerler. Fakat karakterleri ve gözlükleri (bakış açıları) tamamen zıttır.
* Hodbin (Bencil) Adam: Bedbahttır, serseridir. Her şeye kötü nazarla bakar.
* Saraydaki harika hizmetkârları (varlıkları), kendisine saldıran canavarlar zanneder.
* İnsanların neşeli seslerini, cenaze ağlamaları ve yetim feryatları gibi duyar.
* Yiyecekleri ve içecekleri zehirli sanır.
* Kendi iç dünyasındaki cehennemi, o güzel saraya yansıtır ve zindanda gibi azap çeker.
* Hudabin (Hakkı Gören) Adam: Bahtiyardır, güzel ahlaklıdır.
* Sarayı, bir genel ziyafet ve bir sergi yeri (meşher) olarak görür.
* Hizmetkârları, padişahın memurları bilir; onlarla dost olur.
* Duyduğu sesleri, padişahı öven zikirler ve terhis edilen askerlerin sevinç naraları olarak işitir.
* Kendi içindeki iman nuruyla, sarayı bir cennet bahçesi gibi görür ve lezzet alır.

2. Hakikat: Kâinat Sarayı

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, Risale-i Nur bize şu muazzam tabloyu çizer:
* Saray: Bu kâinattır.
* İki Adam: Biri mü’min (inanan), diğeri kâfir (inkâr eden) veya gafildir.
* Görülen Manzaralar:
* Cenaze vs. Terhis: Gafil insan, ölümü bir yok oluş, çürüyüp gitme ve ebedi ayrılık (cenaze) olarak görür. Mü’min ise ölümü; vazifesini tamamlayan askerin “tezkere alması” (terhis) ve dostlarına kavuşması olarak görür.
* Vahşet vs. Ünsiyet: İnkârcı nazarında hayvanlar ve tabiat olayları, insana saldıran düşmanlardır. Mü’min nazarında ise onlar, Rezzâk-ı Kerim’in emrindeki munis (dost) memurlardır.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: İman Bir Tûbâ Ağacıdır

Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Söz’ün sonunda imanın ve küfrün insanın psikolojisinde yaptığı etkiyi şöyle özetler:
> Demek iman, bir manevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
> Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır. Öyle ise biz daima; «Elhamdülillahi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-iman» demeliyiz.
>
4. Nazarın (Bakışın) Önemi

Buradaki ince sır şudur: Saray aynı saraydır. Olaylar aynı olaylardır. Deprem aynıdır, ölüm aynıdır, hastalık aynıdır. Değişen tek şey **”Nazar”**dır.
* Siyah gözlük takan (iman nurundan yoksun olan), güneşi bile karanlık görür.
* Şeffaf ve nurani gözlük takan (iman eden), karanlıkta bile nuru görür.

5. Netice: Cenneti İçinde Taşımak

Bu tefekkürden anlıyoruz ki; mutluluk dışarıda değil, insanın “kalb” ve “inanç” dünyasındadır.
* Allah’a iman eden kişi, dünyanın bütün yükünü “Kudret-i Ezelî”ye bırakır, “tevekkül” eder ve rahatlar.
* İnanmayan kişi, dünyanın bütün yükünü, korkularını ve ayrılık acılarını o zayıf omuzlarında taşır. Daha cehenneme gitmeden, bu dünyada manevi bir cehennem azabı çeker.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

Tefekkür yolculuğumuzun başlangıç noktasına, her kapıyı açan o mübarek anahtara, “Besmele” (Bismillâh) hakikatine geldik.
Risale-i Nur Külliyatı’nın ilk eseri olan “Birinci Söz”, “Bismillâh her hayrın başıdır” cümlesiyle başlar. Bu söz, sadece bir giriş cümlesi değil, kâinatın işleyiş kodudur. Bediüzzaman Hazretleri, Besmele’nin gücünü ve sırrını, harika bir temsil (hikâye) ile aklımıza yaklaştırır.

1. Çölde Yolculuk: Bir İsme Dayanmak
Birinci Söz’de insan hayatı, uçsuz bucaksız bir çölde (sahra) yapılan yolculuğa benzetilir.
* Temsil: Bu çölde yol alan birinin, düşmanları çok, ihtiyaçları sınırsızdır. Eğer o yolcu, o bölgelerin hâkimi olan bir kabile reisinin ismini alırsa; hırsızlardan kurtulur, çadırlarda hürmet görür. “Ben filan reisin ismiyle geziyorum” der, selamet bulur.
* Hakikat: İnsan, şu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. Düşmanları (mikroptan depreme kadar) hadsiz, ihtiyaçları (bir yudum sudan ebedi cennete kadar) sonsuzdur.
* Çare: İnsan, “Bismillâh” diyerek Kâinatın Hâkimi’nin ismini aldığında; o sonsuz kudrete dayanır. Artık o aciz insan, arkasında devletin ordusu bulunan bir asker gibi kuvvetli olur.
> Ondandırki:
> İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’sinin ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremekten kurtulasın.
>
2. Kâinatın Lisan-ı Hali: Her Şey “Bismillâh” Der

Birinci Söz’ün en çarpıcı tespiti şudur: Sadece insan değil, kâinattaki bütün mevcudat lisan-ı hal (beden dili) ile “Bismillâh” der ve Allah namına hareket eder.
* Yumuşak Kökler: İpek gibi yumuşak bitki köklerinin, sert taşları ve toprağı delip geçmesi, fizik kanunlarıyla değil, “Bismillâh” kuvvetiyledir. Onlar Allah namına hareket ettikleri için, sert taşlar onlara “Buyurunuz, geçiniz” der.
* Ateş Saçan Dallar: İncecik dalların, cehennemî bir sıcakta kurumayıp yemyeşil kalması ve meyve vermesi; “Bismillâh” tılsımıyladır.
* Tablacı Hayvanlar: İnek, deve, koyun gibi hayvanlar; kendi güçleriyle değil, Allah’ın rahmet feyzinden süzülen o bembeyaz sütü “Bismillâh” diyerek bize sunarlar. Onlar birer tablacıdır (garson).

3. Üç Fiyat: Zikir, Fikir, Şükür
Madem her şey Allah’ın nimetidir ve o “tablacı”lar (ağaç, hayvan, toprak) O’nun namına getiriyorlar. O halde, o nimetlerin asıl sahibi (Mün’im-i Hakiki) bizden ne istiyor?
Birinci Söz, bu sorunun cevabını üç manevi fiyat ile verir:
* Zikir (Başta): “Bismillâh” demek. Nimeti yerken veya bir işe başlarken, “Bu Allah’tandır” diyerek O’nu anmak.
* Fikir (Ortada): Tefekkür etmek. “Bu güzel meyve, o kuru ağacın işi olamaz. Bu, Rahmet-i İlahiyenin bir hediyesidir” diye düşünmek.
* Şükür (Sonda): “Elhamdülillâh” demek. Nimeti verene minnettar olmak.
> Mesela:
> Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet (ahmaklık) ise; öyle de zahirî esbabı (görünen sebepleri) medh ü muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi (Allah’ı) unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

>
4. Pratik Bir Ölçü: Vermek ve Almak
Bediüzzaman Hazretleri, bu bahsi sosyal hayata bakan müthiş bir ahlaki ölçüyle bitirir:
* Allah Namına Vermeyenler: Allah’ı tanımayan, “Bismillâh” demeyen, sebeplere (tabiata, tesadüfe) tapan insanlardan bir şey alırken dikkatli olmalıyız. Veya biz bir şey verirken, “Bismillâh” diyerek vermeliyiz.
* Gasp Etmemek: “Bismillâh” demeden yenen lokma, sahibinin izni olmadan yenen çalıntı mal hükmüne geçebilir (manevi açıdan).

Netice: Acziyetteki Kudret

Bu tefekkür durağında anlıyoruz ki; “Bismillâh” sadece bir söz değil, insanın acziyetini kabul edip sonsuz bir Kudrete bağlanmasıdır.
Nasıl ki bir asker, padişahın ismini alarak tek başına bir şehri esir alabilir; insan da “Bismillâh” diyerek kâinata meydan okuyabilecek bir manevi kuvvete erişir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

Dördüncü Söz ve “zamanlamasındaki hikmeti” anlatan Dokuzuncu Söz ekseninde bu kutsi vazifeyi inceleyelim.

1. Dördüncü Söz: 24 Altın ve Ebedi Bilet

Bediüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’de namazın insan hayatındaki yerini harika bir “temsil” (hikâye) ile anlatır.
* Temsil: Bir padişah, iki hizmetkarına 24’er altın verir ve onları uzak bir çiftliğe gönderir. “Bu parayla yol masrafı yapın ve bilet alın” der. Birinci adam, parayı eğlenceye harcar, istasyona eli boş gider. İkinci adam ise o 24 altının sadece bir tanesini bilete ayırır, kalanıyla dünyevi işlerini görür ve kârlı çıkar.
* Hakikat:
* 24 Altın: Bize her gün verilen 24 saatlik ömür sermayesidir.
* 1 Altın: Beş vakit namaz, abdestle beraber toplamda sadece bir saat tutar.
* Mantık: İnsan, dünyevi hayatı için 23 saatini harcarken, ebedi hayatı (sonsuz cenneti) kazanmak için 1 saatini (namazı) vermezse, ne kadar büyük bir zarar ve akılsızlık etmiş olur!
> Zira:
> Hâlbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette bakileştirir.

2. Dokuzuncu Söz: Zamanın Çarkları ve İnsan

Namaz vakitleri rastgele seçilmemiştir. Dokuzuncu Söz’de isbat edildiği üzere; her bir vakit, kâinattaki büyük bir devrim anına ve insan ömründeki bir döneme işaret eder. Namaz, bu değişimler karşısında insanın Rabbine sığınmasıdır.

a. Sabah (Fecir) Vakti: Doğuş ve Bahar
* Âfâkî Karşılığı: Bahar mevsiminin başı, dünyanın altı gün yaratılışının ilk günü.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın ana rahmine düşüşü ve doğumu.
* Hikmet: Nasıl ki sabahleyin uyanan insan yeni bir güne başlar; doğumla dünyaya gelen insan da aciz ve zayıftır. O an, “Ya Rabbi, bu yeni günde ve hayatta beni yalnız bırakma” diyerek Dergâh-ı İlahiyeye iltica vaktidir.

b. Öğle (Zuhr) Vakti: Gençlik ve Yaz
* Âfâkî Karşılığı: Yaz mevsiminin ortası, gençlik çağı.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın en güçlü, en meşgul olduğu, dünya işlerinin en yoğun olduğu an.
* Hikmet: İnsan bu vakitte gaflete düşmeye en yatkındır. Güçlüdür, kendini “müstakni” (ihtiyaçsız) sanabilir. Öğle namazı, “İşleri bıraktım, asıl Rezzâk Sensin, benim gücüm geçicidir” diyerek o gaflet uykusundan silkinme vaktidir.

c. İkindi (Asr) Vakti: İhtiyarlık ve Güz
* Âfâkî Karşılığı: Güz mevsimi (sonbahar), ahir zaman, güneşin batmaya yüz tutması.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın ihtiyarlık dönemi.
* Hikmet: Güneşin rengi solmuş, gün bitmektedir. İnsan anlar ki dünya misafirhanesinden ayrılık yakındır. Her şey ona “Elveda” demektedir. İşte o hüzünlü vakitte insan, Bâki (Ölümsüz) bir sevgili arar ve ikindi namazıyla O’nun kapısını çalar.

d. Akşam (Mağrib) Vakti: Ölüm ve Kış
* Âfâkî Karşılığı: Kış mevsiminin başı, güneşin batışı.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın vefatı.
* Hikmet: Güneş batar, dünya karanlığa gömülür. Dostlar ayrılır. İnsan o acıklı manzarada, “Ben batmayan, sönmeyen bir Mabud istiyorum” (La uhibbu’l-âfilîn) diyerek Akşam namazına durur.

e. Yatsı (İşa) Vakti: Kabir ve Berzah
* Âfâkî Karşılığı: Karanlığın her şeyi örttüğü, hayat izlerinin silindiği an.
* Enfüsî Karşılığı: Kabrin karanlığı ve unutulmuşluk.
* Hikmet: Herkes uykuya (küçük ölüme) dalar. İnsan yapayalnızdır. İşte o mutlak yalnızlıkta, “Karanlıkları aydınlatan, kabirde bana arkadaş olacak olan Sensin” diyerek Yatsı namazı kılınır.

3. Namaz Kılanın Aydınlanan Dünyası
İman ve namaz bir bakış açısıdır.
* Namazsız Gözle: Kâinat karanlık, ölüm bir hiçlik, geçmiş ve gelecek dehşetli birer canavardır. İnsan bu karanlıkta titreyen bir yetimdir.
* Namazlı Gözle: Namaz kılan insan, her “Allahu Ekber” dediğinde dünyayı arkasına atar. Bilir ki; şu dönen dünya, batan güneş ve solan yapraklar sahipsiz değildir. Namazı, onun kabrini aydınlatacak bir kandil, sırat köprüsünde bir bilet olur. Dünyası nurlanır.
> Öyle ki:
> Demek namaz kılanın dünyası, o namazın nuruyla aydınlanır; kâinat, manasız ve abes olmaktan çıkar. O vakit insan anlar ki; bu misafirhanede başıboş değiliz, bir Hakîm-i Zülcelal’in misafirleriyiz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025