MÜNAZARAT: HÜRRİYET, MEŞRUTİYET VE İÇTİMAİ REÇETELER

MÜNAZARAT: HÜRRİYET, MEŞRUTİYET VE İÇTİMAİ REÇETELER

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Meşrutiyet’in ilanından sonra (1910-1911 yıllarında) Doğu Anadolu’daki aşiretleri dolaşarak, onların “Meşrutiyet (Demokrasi/Anayasal Sistem) gâvurluk mudur?”, “Hürriyet dinden çıkmak mıdır?” şeklindeki şüphelerine, Kur’anî ve akli cevaplar vermiştir. Bu diyaloglar, İslam’ın demokrasi ve özgürlük kavramlarına bakışını netleştirir.

1. Hürriyetin İmanla İlişkisi: “Allah’a Kul Olan, Başkasına Kul Olmaz”

O dönemde halk, “Hürriyet” denilince “her istediğini yapmak, sefahate dalmak” gibi yanlış bir manayı anlıyordu. Bediüzzaman Hazretleri ise hürriyeti, imanın bir hassası (özelliği) olarak tarif ederek, insanlık tarihinin en veciz hürriyet tanımını yapmıştır.
Üstad’a göre hakiki hürriyet; ne kendine ne de başkasına zarar vermemektir. Hürriyetin kaynağı ise imandır.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle formüle edilir:
> “Hürriyetin şen’i odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Bediüzzaman.

“Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.
Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez.
Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet..”
>
Demek ki istibdat ve baskı, imanın zayıflığından; hürriyet ve adalet ise imanın kuvvetinden gelir.

2. Meşrutiyet ve Şeriat: “İsim ve Hakikat” Farkı

Aşiretler, İstanbul’daki bazı batılılaşma hareketlerini görerek Meşrutiyet’e (Anayasal sisteme) karşı çıkıyor, bunu şeriata aykırı görüyorlardı. Bediüzzaman ise onlara; isimlere değil, manaya bakmalarını öğütledi.
Eğer Meşrutiyet; “Meşveret” (Danışma) ve “Kanun hakimiyeti” ise, bu zaten İslam’ın emridir. Keyfi yönetim (İstibdat) ise İslam’a zıttır.
Metinde geçen şu diyalog çok çarpıcıdır:
> “Meşrutiyet ve kanun-u esasî, işittiğiniz mesele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz, muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyet’tedir.” (Münazarat, s. 23).
>
Bediüzzaman, istibdadı “zulmün temeli”, meşrutiyet-i meşruayı ise “Asya’nın bahtını açacak anahtar” olarak görür. Yöneticilerin keyfine göre değil, şeriatın adalet prensiplerine ve kanuna göre yönetilmesi gerektiğini savunur.

3. Üç Büyük Düşman ve Medresetü’z-Zehra Projesi

Münazarat’ın en can alıcı tespiti, geri kalmışlığımızın sebepleridir. Bediüzzaman, “Bizim düşmanımız nedir?” sualine karşı üç temel düşmanı sıralar:
* Cehalet (Bilgisizlik).
* Zaruret (Fakirlik).
* İhtilaf (Bölünmüşlük).
Bu düşmanlara karşı silahımız ise; Sanat (Teknoloji/Üretim), Marifet (Eğitim/İlim) ve İttifak (Birlik) olmalıdır.
Bediüzzaman, bu cehaleti yenmek için Doğu Anadolu’da hem din ilimlerinin hem de fen ilimlerinin beraber okutulacağı “Medresetü’z-Zehra” isminde bir üniversite kurulmasını teklif eder.
Eğitim sistemindeki şu muazzam tespiti, bugün dahi pedagojinin temelidir:
> “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (fen ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder (uçar). İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.” (Münazarat, s. 127).
>
4. Kürt-Türk Kardeşliği ve Milliyet

Aşiretlerle yapılan konuşmalarda, etnik köken ve milliyetçilik konuları da gündeme gelir. Bediüzzaman, Kürtlerin Türklerle olan tarihi bağını ve İslam sancağı altındaki hizmetlerini nazara vererek, ayrılıkçı fikirlerin (o zamanki ecnebi kışkırtmalarının) ne kadar zararlı olduğunu anlatır.
Türkler, İslam’ın kahraman ordusu ve bayraktarıdır. Kürtler de o ordunun kuvvetli bir parçasıdır. “Cesaretli bir kavim (Kürtler) ile, akıllı ve hamiyetli bir kavmin (Türkler) ittifakından” büyük bir güç doğacağını müjdeler.
Netice: Adalet ve Meşveret
Münazarat Risalesi’nin özü; yönetimin şahıslara değil, “Şura”ya (Meclise) ve “Kanun”a dayanması gerektiğidir. İslam, istibdadı reddeder.
Kur’an-ı Kerim, Şura Suresi’nde yönetim biçimini şöyle belirler:
> “…Onların işleri, aralarında şura (danışma) iledir…” (Şûrâ Suresi, 42/38).
>
Hülasa; Münazarat, İslam’ın “adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti” prensipleriyle gerçek hürriyetin İslam’da olduğunu isbat eden sosyolojik bir reçetedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 




HUTBE-İ ŞAMİYE: İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞ REÇETESİ VE GELECEĞİ

HUTBE-İ ŞAMİYE: İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞ REÇETESİ VE GELECEĞİ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bir tabib-i manevi (manevi doktor) hassasiyetiyle İslam dünyasının nabzını tutmuş ve bizi ortaçağ karanlığına düşüren hastalıkları “Teşhis” etmiş, ardından Kur’an eczahanesinden aldığı ilaçlarla “Tedavi” yöntemlerini sıralamıştır. Bu hutbe, İslam’ın istikbalde yeniden dünyaya hâkim olacağının “akli ve mantıki” isbatıdır.

1. Teşhis: Bizi Durduran Altı Dehşetli Hastalık

Bediüzzaman Hazretleri, İslam dünyasının gerilemesini ve Batı’nın (Avrupa’nın) maddi olarak ileri gitmesini tahlil ederken, içimizdeki altı temel hastalığı tespit eder. Bu hastalıklar bugün dahi güncelliğini korumaktadır:
* Yeis (Ümitsizlik): “Bizden adam olmaz, biz bittik” diyerek ümitsizliğin içimizde yükselmesi.
* Sıdkın Hayat-ı İçtimaiyede Ölmesi: Doğruluğun toplumsal hayattan çekilmesi, yalanın yaygınlaşması.
* Adavete Muhabbet: Düşmanlığı sevmek, sürekli kavga edecek sebep aramak.
* Ehl-i İmanın Bağlarını Bilmemek: Müminleri birbirine bağlayan manevi rabıtalardan habersiz olmak.
* Çeşit Çeşit İstibdat (Baskı): Yöneticilerin halka, babanın evlada, patronun işçiye uyguladığı baskı rejimi.
* Menfaat-i Şahsiye: Şahsi çıkarı, milletin menfaatinin önüne geçirmek.
Bu hastalıklar, İslam bünyesini zayıflatmış ve maddeten geri kalmamıza sebep olmuştur.

2. Tedavi: Birinci Kelime “Ümit” (El-Emel)
Hutbe-i Şamiye’nin en gür sedası “Ümit”tir. Üstad Hazretleri, “Yeis (ümitsizlik), her kemalin engelidir” ve “Milletlerin kanseridir” der. Kurtuluşun ilk şartı, İslam’ın parlayacağına dair sarsılmaz bir inanç taşımaktır.
Bediüzzaman, geleceğin İslam’ın olacağını şu sosyolojik kanunla isbat eder:
Eski zamanda insanlara “kuvvet” ve “hissiyat” hükmediyordu. Ancak gelecek asırlarda insanlara “akıl”, “ilim” ve “fen” hükmedecektir. Madem Kur’an’ın bütün hükümleri akla, mantığa ve ilme uygundur; öyleyse istikbalde aklını kullanan beşeriyet, akın akın Kur’an’a koşacaktır.
Metinde geçen şu müjde, ruhlara âb-ı hayat serper:
> “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak… Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır!” (Hutbe-i Şamiye, s.23).
>
3. Tedavi: İkinci Kelime “Sıdk” (Doğruluk)
İslamiyet’in temeli “Sıdk”tır, yani doğruluktur. İman, doğruluğun zirvesi; küfür ise yalanın dibidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Emin” sıfatıyla İslam’ı yaymıştır.
Üstad Hazretleri, yalanın toplumu nasıl zehirlediğini anlatır ve kurtuluş için “Sıdk”ın yeniden diriltilmesini şart koşar. Siyasette, ticarette ve komşulukta yalan söylemek, İslam’ın izzetine aykırıdır. Eğer Müslümanlar sıdkı ve dürüstlüğü hayatlarıyla gösterseler, sair dinlerin tabileri fevç fevç İslam’a gireceklerdir.
> “Eğer biz doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan (başka dinlerden) fevç fevç dâhil olacaklardır.” (Hutbe-i Şamiye,s. 30).
>
4. Meşrutiyet ve Hürriyet: İstibdada Karşı İslam
Hutbe-i Şamiye’nin önemli bir boyutu da siyasi ve içtimaidir. Bediüzzaman, İslam’ın özünde “Meşveret” (Danışma) ve “Hürriyet-i Şer’iye” (Şeriata uygun özgürlük) olduğunu savunur.
Baskı ve istibdat (diktatörlük), kabiliyetleri söndürür. Halbuki İslam, hür bir zeminde, şura (meclis) ile yönetilen, hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemi emreder. Asya’nın bahtının açılması, bu “Şer’i Hürriyet”in tesisiyle mümkündür.
Netice: İttihad-ı İslam (İslam Birliği)
Hutbe-i Şamiye’nin nihai hedefi, teşhis edilen hastalıkların tedavi edilmesiyle **”İttihad-ı İslam”**ın (İslam Birliği’nin) kurulmasıdır. Bu birlik, siyasi bir sınır birliğinden ziyade; kalplerin, fikirlerin ve hedeflerin birliğidir.
Zaman cemaat zamanıdır. Tek başına hareket etme devri geçmiştir. Müslümanlar, fen ve sanat silahıyla donanmalı, cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf düşmanlarına karşı omuz omuza vermelidir.
Kur’an-ı Kerim, bu zaferin şartını Saf Suresi’nde şöyle beyan eder:
> “Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirine kenetlenmiş kurşunla dökülmüş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saff Suresi, 61/4).
>
Hülasa; Hutbe-i Şamiye, Müslümanın “Aşağılık Kompleksi”nden kurtulup, medeniyetin hakiki kurucusu olduğu şuuruna ermesi için yazılmış muazzam bir manifestodur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




UHUVVET RİSALESİ: İSLAM BİRLİĞİNİN HARCI VE KARDEŞLİK HUKUKU

UHUVVET RİSALESİ: İSLAM BİRLİĞİNİN HARCI VE KARDEŞLİK HUKUKU

Cenab-ı Hak, müminleri birbirine “Kardeş” (Hucurat, 49/10) olarak ilan etmiştir. Ancak nefis ve şeytan; kıskançlık, tarafgirlik ve menfi milliyetçilik (ırkçılık) damarlarını tahrik ederek bu kardeşliği bozmak ister. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Uhuvvet Risalesinde bu manevi hastalığı üç ana başlık altında tedavi eder.
1. Birlik Bağları: Işık Zincirlerine Karşı Örümcek Ağları
İki Müslüman arasında ufak bir meseleden dolayı düşmanlık girmesi, akıl ve vicdan nazarında büyük bir zulümdür. Üstad Hazretleri, müminleri birbirine bağlayan manevi bağları sayarak, ayrılık sebeplerinin ne kadar çürük olduğunu şöyle isbat eder:
Müminler arasında;
* Hâlık’ları (Yaratıcıları) bir,
* Rezzak’ları bir,
* Peygamberleri bir,
* Dinleri bir,
* Kıbleleri bir,
* Vatanları bir…
Bir, bir, bir… bine kadar “bir”ler vardır. Bu kadar kuvvetli ve nurani birlik bağları, müminler arasında muhabbeti ve kardeşliği gerektirirken; incir çekirdeğini doldurmayan basit sebeplerle düşmanlık etmek, “dağlar kadar sağlam zincirleri görmezden gelip, örümcek ağı kadar zayıf sebeplere takılmak” demektir.
Risale-i Nur’da bu çelişki, zıt ve aykırı durum şöyle tasvir edilir:
> “Hâlık’ınız bir, Mâlik’iniz bir, Mâbud’unuz bir, Râzık’ınız bir… bir, bir, bir… bine kadar bir, bir. Bu kadar bir birler; vahdeti ve tevhidi, vifakı ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettikleri (gerektirdikleri) halde; … manasız, ehemmiyetsiz, hamiyet (cahilce taassup) namına sönük, geçici, günahlı sebeplere binaen mümin kardeşine adavet etmek; … ne derece bir divanelik olduğunu, zerre kadar şuurun varsa anlarsın.” (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup,s. 264).
>
2. Gemi Temsili ve Hakiki Adalet

Bir insanın bir tek hatası yüzünden onun bütün iyiliklerini silmek ve ona düşman olmak, “Zulüm”dür. İnsanın mahiyeti, içi dolu bir gemi gibidir. O gemide masum insanlar (güzel sıfatlar, iman, namaz, güzel ahlak) ve belki bir tane de cani (hata, günah) bulunabilir.
Bir tek cani yüzünden o gemiyi batırmak, içindeki yüzlerce masumu boğmak nasıl büyük bir zulüm ise; bir mümin kardeşinin tek bir kötü sıfatı yüzünden, onun iman ve İslamiyet gibi Kâbe ve Uhud Dağı büyüklüğündeki masum sıfatlarını görmezden gelip ona düşmanlık etmek de öyle büyük bir zulümdür.
Üstad Bediüzzaman, bu konudaki adalet ölçüsünü şöyle koyar:
> “Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur..” (Mektubat, s. 266).
>
3. Menfi Milliyet: İslam Birliğinin Zehri

Risale-i Nur, bilhassa Türk ve Kürt gibi asırlardır İslam bayrağı altında birleşmiş unsurların arasına sokulmak istenen “Irkçılık” (Menfi Milliyet) fitnesine karşı şiddetle uyarır.
Üstad’a göre milliyetçilik iki kısımdır:
* Menfi (Olumsuz) Milliyet: Başkasını yutmakla beslenen, ırkçılığa dayalı, bölücü ve düşmanlık üretici fikir. Bu, İslam kardeşliğini parça parça eder.
* Müsbet (Olumlu) Milliyet: İslamiyet’e hizmet eden, kendi milletini seven ama başkasına düşmanlık etmeyen, İslam kardeşliğini esas alan fikir.
Türklerin ve Kürtlerin tarihteki şerefi, İslamiyet’e hizmet etmelerinden gelir. Eğer bu unsurlar İslamiyet’ten koparılıp sadece ırk temelli bir yapıya sürüklenirse, hem tarihlerine ihanet etmiş olurlar hem de güçlerini kaybederler.
Metinde geçen şu ifadeler, bu tehlikeye parmak basar:
> “eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür..” (Mektubat.)
>
Netice: İhtilaf, Düşmanın İşine Yarar
Kur’an-ı Kerim, Enfal Suresi’nde müminlerin birbirine düşmesinin, kuvvetlerini yok edeceğini şöyle ihtar eder:
> “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl Suresi, 8/46 – TDV Meali).
>
Netice itibarıyla; Uhuvvet Risalesi bize ders verir ki: En büyük düşmanımız dışarıdaki kâfirler değil, içimizdeki cehalet, ihtilaf ve ırkçılıktır. Kurtuluş, “İnnemel mü’minune ihvetün” (Müminler ancak kardeştir) ayetine sarılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




KADER VE CÜZ-İ İRADE: İLAHİ PROGRAM VE İNSANIN HÜRRİYETİ

KADER VE CÜZ-İ İRADE: İLAHİ PROGRAM VE İNSANIN HÜRRİYETİ

İnsan, vicdanen hisseder ki; elinde bir tercih yetkisi (İrade) vardır. İyiyi veya kötüyü seçebilir. Fakat aynı zamanda aklıyla görür ki; kâinatta her şey muazzam bir plan ve program (Kader) dahilinde işlemektedir. İşte bu iki hakikat (İrade ve Kader), zahiri nazarda zıt ve aykırı gibi görünse de, hakikatte birbirini tamamlayan iki esastır.
Risale-i Nur, bu meseleyi Ehl-i Sünnet’in dengeli bakış açısıyla; ne insanı ilahlaştırıp her şeyi ona veren (Mutezile), ne de insanın elini kolunu bağlayıp onu sorumsuz kılan (Cebriye) fikrine düşmeden halleder.

1. Kader İlimdir, Zorlama Değildir

Kader konusundaki en büyük yanılma; kaderin insanı zorladığını zannetmektir. Halbuki Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, kaderin bir “kudret” (zorla yaptırma) değil, bir “ilim” (önceden bilme) olduğunu isbat eder.
Kaide şudur: “İlim, malûma tâbidir.” Yani, bir şey nasıl olacaksa, ilim onu öyle bilir. İlim, o şeyi zorla öyle yapmaz.
Mesela; bir astronom, güneşin yarın saat kaçta tutulacağını hesaplasa ve yazsa; güneş, astronom yazdığı için tutulmaz. Güneş tutulacağı için astronom onu bilmiştir. Aynen öyle de; Cenab-ı Hak, ezelî ilmiyle bizim kendi irademizle neyi seçeceğimizi bilmiş ve kader defterine yazmıştır.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz).
>
Bu cümle, “Alın yazım böyleymiş, ne yapsam boş” bahanesini kökünden keser. Çünkü o yazı, senin hür iradenle yapacağın tercihin bir kaydıdır.

2. Günahın ve Sevabın Kaynağı: Halk ve Kesb

Burada ince bir nokta daha vardır: “Madem her şeyi yaratan Allah’tır, o halde kötülüğü yapan da O mudur?”
Risale-i Nur, bu suale “Halk” (Yaratmak) ve “Kesb” (Kazanmak/Talep Etmek) ayrımıyla cevap verir.
* İnsan: İster, talep eder, elini uzatır (Kesb).
* Allah: O talebe göre neticeyi yaratır (Halk).
Kötülüğü isteyen insanın nefsidir, o kötülüğü (imtihan sırrı gereği) yaratan ise Allah’tır. Fakat “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.” Yani, kötülüğü yaratmak çirkin değildir (çünkü imtihan ve neticeleri vardır), ama o kötülüğü işlemek ve istemek çirkindir.
Üstad Hazretleri, insanın sorumluluğunu şöyle bir misalle anlatır: Bir adam, bir çocuğu omzuna alsa ve “Nereye istersen götüreceğim” dese. Çocuk tehlikeli bir dağa gitmek istese ve adam onu götürse, çocuk orada düşüp ayağını kırsa; “Beni sen getirdin” deyip adamı suçlayamaz. Çünkü isteyen çocuktur, götüren adamdır.
> “İnsan, seyyiatında (günahlarında) tamamen mesuldür. Çünkü seyyiatı isteyen odur… İyiliklerinde ise gururlanmaya hakkı yoktur. Çünkü onu isteyen ve yaratan Allah’tır, insan sadece mazhar olmuştur.”
>
3. Kader ve İradenin Kullanım Alanları

Risale-i Nur, kader inancının psikolojik ve sosyal hayattaki yerini harika bir denge ile belirler. Kader ve İrade, insanın “Haddini bilmesi” ve “Yeise (ümitsizliğe) düşmemesi” için iki sınırdır.
* Başarıda ve İyilikte: İnsan gururlanmamak için Kadere bakmalıdır. “Ben yaptım, ben kazandım” dememeli, “Allah verdi” demelidir.
* Hatada ve Günahta: İnsan sorumluluktan kaçmamak için İradeye bakmalıdır. “Kaderim böyleymiş” dememeli, “Ben ettim, ben suçluyum” diyerek tövbe etmelidir.
* Musibetlerde (Geçmişte): Üzülmemek ve isyan etmemek için Kadere bakmalıdır. “Takdir-i İlahi böyleymiş” diyerek sabretmelidir.
* Gelecek Planlarında: Tembellik etmemek için İradeye sarılmalıdır. Çalışmalı ve çabalamalıdır.
Metinde geçen şu cümle, bu dengeyi özetler:
> “Kader, nefsi gururdan kurtarmak içindir; cüz-i ihtiyari (irade), nefsi mesuliyetten kurtarmamak içindir.” (Sözler, s. 468).
>

Netice: Teklif ve Mesuliyet
Kur’an-ı Kerim, insanın gücünün yetmediği şeyden sorumlu olmadığını, ancak kazandığı her şeyin (iyi veya kötü) karşılığını göreceğini Bakara Suresi’nde şöyle ilan eder:
> “Allah, hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir…” (Bakara Suresi, 2/286).
>
Hülasa; Kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Biz o ilmi bilemeyiz. Bize düşen; cüz-i irademizi hayırda kullanmak, şerden kaçınmak, başımıza gelen musibetlerde kadere teslim olup rahatlamak, işlediğimiz günahlarda ise nefsimizi suçlayıp istiğfar etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN YILDIZLARI: SAHABE MESLEĞİ VE SIRRI

YERYÜZÜNÜN YÜRÜYEN YILDIZLARI: SAHABE MESLEĞİ VE SIRRI

Sahabeler, İslam binasının temel taşlarıdır. Onlar, sadece Peygamberimizi (a.s.m.) görenler değil, O’nun davasını omuzlayan, O’nun boyasıyla boyanan ve bir “inkılab-ı azim” (büyük devrim) gerçekleştiren kahramanlardır. Risale-i Nur, Sahabelerin ulaştığı makama “Velayet-i Kübra” (En Büyük Velilik) ve “Veraset-i Nübüvvet” (Peygamberlik Varisliği) namını verir.

1. Sohbet-i Nebeviye Sırrı: İksir-i Azam

Akıllara en çok takılan soru şudur: “Nasıl oluyor da sonradan gelen ve aylarca riyazet (nefis terbiyesi) yapan büyük bir evliya (Mesela Abdülkadir Geylani Hazretleri), Peygamberimizi bir defa gören bir bedevi Sahabeye yetişemiyor?”
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu sırrı “Sohbet-i Nebeviye” (Peygamberle yapılan sohbet ve arkadaşlık) kavramıyla açıklar. Peygamberlik güneşinden doğrudan, perdesiz ve vasıtasız feyz almak başkadır; o nuru kitaplardan veya perdeler arkasından (rüya ve ilhamla) almak başkadır.
Metinde geçen şu muazzam temsil, meseleyi zihinlere nakşeder:
> “Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr-i sülûka (manevi yolculuğa) mukabil, hakikat-i nura mazhar olur… Bir sultanın hizmetkârı, o padişahın nazarında, bir şah-ı şahane (kral) ile o padişahın namına konuşur ve o mertebeye çıkar.” (Sözler, Yirmi Yedinci Söz).
>
Sahabeler, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) “Nübüvvet” boyasıyla bir anda boyanmışlardır. Kömürün bir anda elmasa dönüşmesi gibi, cahiliye devrinin vahşi insanları, bir nazar-ı nebevi ile medeni dünyanın muallimleri olmuşlardır. Bu “anlık” yükseliş, bir daha tekrarı mümkün olmayan bir “Veraset-i Nübüvvet” sırrıdır.

2. İnkılabın Dehşeti ve Kıymeti

Sahabelerin faziletini artıran bir diğer unsur, bulundukları zamanın ve şartların dehşetidir. Onlar, bütün dünyanın İslam’a düşman olduğu, küfrün en koyu ve vahşi olduğu bir zamanda iman etmişlerdir.
O zor şartlarda kılınan bir namaz, verilen bir sadaka veya nöbet tutulan bir saat; barış ve huzur zamanındaki binlerce amele bedeldir. Çünkü o an, İslam’ın varlık-yokluk mücadelesidir.
Üstad Hazretleri, onların amellerindeki bu yüksek kıymeti şöyle izah eder:
> “nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatıyla, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki sahabelerin velayetidir, bir veli kazansa yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”Sözler.27.söz.
>
Sonradan gelenler, onların açtığı “Cadde-i Kübra”da (Büyük Cadde) rahatça yürümektedirler. Yolu açanla, yolda yürüyen bir olmaz.

3. Sahabeler Arasındaki Muharebeler: İçtihat Farkı

Sahabe bahsinin en hassas noktası, Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Muaviye (r.a.) veya Hz. Aişe (r.anha) arasında yaşanan Sıffin ve Cemel hadiseleridir. Bazı gafil insanlar, bu hadiseleri “saltanat kavgası” zannederler. Risale-i Nur, bu meseleyi “Adalet-i Mahza” (Tam Adalet) ve “Adalet-i İzafiye” (Göreceli Adalet) kavramlarıyla harikulade bir şekilde çözer.
* Hz. Ali’nin (r.a.) Mesleği (Adalet-i Mahza): “Bir masumun hakkı, bütün insanlar için dahi olsa feda edilemez.” (İsmi-i Hakem tecellisi).
* Diğerlerinin Mesleği (Adalet-i İzafiye): “Milletin selameti için, cüzi bir zarar (ferdin hakkı) feda edilebilir.” (Zaruret hali).
Bu bir iktidar kavgası değil, hakkın tatbikatı konusundaki “içtihat” (yorum) farkıdır. Her iki taraf da İslam’ın faydasını düşünmüştür.
Bediüzzaman Hazretleri, Müslümanları bu konuda taraf tutup sahabeleri eleştirmekten şiddetle sakındırır ve şöyle der:
> O muharebeler, içtihat muharebesidir. İçtihat eden, hakkı bulsa iki sevap, bulmazsa bir sevap alır… Her iki taraf da ehl-i cennettir. (Mektubat).
>
Netice: En Hayırlı Ümmet
Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi’nde Sahabelerin Allah katındaki makamını şöyle tescil eder:
> “İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” (Tevbe Suresi, 9/100 )
>
Hülasa; Sahabe mesleği, “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür” tarikidir. Onlar, nübüvvet güneşinin etrafındaki birinci halkadır. Onlara yetişilmez, ancak onların izinden gidilebilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 




MUCİZAT-I AHMEDİYE: NÜBÜVVETİN PARLAYAN BURHANLARI

MUCİZAT-I AHMEDİYE: NÜBÜVVETİN PARLAYAN BURHANLARI

Kâinat kitabını okuyan bir insan için, en mühim sual şudur: “Bu muazzam nizamın sahibi kimdir ve bizden ne istiyor?” İşte bu suale cevap veren, kâinatın manasını ders veren ve Yaratıcının maksatlarını bildiren “Burhan-ı Natık” (Konuşan Delil), Hz. Muhammed’dir (a.s.m.). O’nun davasının doğruluğuna en büyük şahit ise, bizzat kâinatın Yaratıcısı’nın, O’nun elinde yarattığı mucizelerdir.

1. Mucize: Yaratıcının “Doğru Söyledin” Tasdiki

Bir padişahın elçisi, elindeki fermanla gelir. İnsanlar o elçinin doğruluğundan şüphe ederse, padişah o elçinin isteğiyle harikulade bir iş yapar (mesela sarayın ışıklarını bir işaretle yakıp söndürür). Bu hal, “Elçim doğru söylüyor” demektir.
Aynen öyle de; Peygamber Efendimiz (a.s.m.) davasını ilan ettiğinde, Cenab-ı Hak kâinatın adetlerini (kanunlarını) O’nun hatırı için değiştirerek risaletini fiilen tasdik etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, On Dokuzuncu Mektupta bu hakikati şöyle ifade eder:
> “Mu’cize, Hâlık-ı Kâinat tarafından onun davasına bir tasdiktir; ‘Sadakte’ (Doğru söyledin) hükmündedir.” (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup).
>
2. Mucizelerin Çeşitleri ve Hikmeti

Risale-i Nur, mucizeleri sınıflandırırken onların sadece birer “olağanüstü hal” olmadığını, her birinin bir ihtiyaca binaen ve bir hikmetle yaratıldığını anlatır. Efendimiz’in (a.s.m.) elinde zuhur eden binlerce mucizeden en meşhurları şunlardır:
* Semavi Mucizeler (Şakk-ı Kamer): Müşriklerin isteği üzerine, Efendimiz’in (a.s.m.) parmağının işaretiyle ayın ikiye bölünmesi hadisesidir. Bu, O’nun (a.s.m.) sadece yeryüzünün değil, gökyüzünün de sultanı ile irtibatlı olduğunun isbatıdır.
* Bereket Mucizeleri: Ordunun susuz kaldığı bir zamanda, Efendimiz’in (a.s.m.) parmaklarından çeşme gibi suyun akması ve yüzlerce askerin ondan içip kanmasıdır. Üstad Hazretleri, bu mucizeyi “Asa-yı Musa’dan (a.s.) daha harika” olarak niteler; çünkü taştan su çıkması (Hz. Musa’nın asasıyla) tabiat kanunlarına daha yakındır (toprak altından su çıkabilir), fakat et ve kemikten suyun fışkırması âdetullaha tamamen zıttır ve doğrudan kudret-i İlahiyedir.
* Ağaçların ve Taşların Konuşması: Peygamberimizin (a.s.m.) davasını tasdik etmek için ağaçların yerinden sökülüp yanına gelmesi veya avucundaki taşların zikir etmesi gibi hadiselerdir.
Bu rivayetler, “tevatür” (yalan üzere birleşmeleri imkânsız olan büyük toplulukların nakli) derecesinde sağlam senetlerle günümüze kadar gelmiştir.

3. En Büyük ve Daimi Mucize: Kur’an-ı Hakîm

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) diğer mucizeleri, o zamana ve o mekâna mahsustur; biz onları göremedik, ancak nakil yoluyla işittik. Fakat öyle bir mucizesi vardır ki, kıyamete kadar her asırda tazedir, her an gözümüzün önündedir: Kur’an-ı Kerim.
Kur’an; hem lafzıyla, hem manasıyla, hem de gaybî haberleriyle (gelecekten verdiği haberlerle) mucizedir. Okuma yazma bilmeyen (Ümmi) bir Zât’ın (a.s.m.) lisanıyla, geçmiş ve gelecek ilimlerini, şeriat kanunlarını ve kâinat hakikatlerini eksiksiz beyan etmesi, beşer takatinin fevkindedir.
Risale-i Nur’da, Kur’an’ın mucizeliği Yirmi Beşinci Sözde (Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi) detaylıca anlatılır, ancak temeli On Dokuzuncu Mektupta atılır. Kur’an, akılları hayrette bırakan belagatiyle meydan okumuş, kimse onun bir suresinin benzerini getirememiştir.

4. Sünnet-i Seniyye: Mutluluğun Reçetesi

Mucizat-ı Ahmediye’nin neticesi şudur: Madem bu Zât (a.s.m.) Hak’tır, sözleri hakikattir ve kâinat Yaratıcısının elçisidir; öyleyse O’nun yolu (Sünnet-i Seniyye), insanlık için tek kurtuluş yoludur. O’nun fiilleri, İlahi bir terbiyenin süzgecinden geçmiştir.
Üstad Bediüzzaman, On Birinci Lem’a (Mirkatü’s-Sünne) ile bu konuyu bağlarken şu muazzam tespiti yapar:
> “Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin (iki cihan saadetinin) temel taşıdır ve kemalâtın madenidir ve menbaıdır.” (Lem’alar, On Birinci Lem’a)
>
O’na benzemek, Allah’a sevgili olmanın en kısa yoludur.

Netice: Âlemlere Rahmet

Kur’an-ı Kerim, Efendimiz’in (a.s.m.) risaletinin cihan şümul mahiyetini Enbiya Suresi’nde şöyle ilan eder:
> “(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21/107)
>
Netice itibarıyla; Mucizat-ı Ahmediye Risalesi, peygamberliği sadece bir “iddia” olmaktan çıkarıp, binlerce delille isbat edilmiş bir “dava” haline getirir. O’nu (a.s.m.) tanımayan, kâinatın manasını anlayamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




MEYVE RİSALESİ VE DÖRDÜNCÜ MESELE: HAYATIN EN BÜYÜK DAVASI

MEYVE RİSALESİ VE DÖRDÜNCÜ MESELE: HAYATIN EN BÜYÜK DAVASI

İnsan, yapısı gereği meraklıdır. Ancak bu merak duygusu, doğru yönetilmezse insanı kendi aslî vazifesinden uzaklaştırıp, hiç alakası olmayan meselelerde boğulmasına sebep olur. Dördüncü Mesele, tam da bu “odak kayması” sorununu tedavi eder. O dönemde herkes radyoların başında “Almanlar ne yaptı, İngilizler ne etti?” diye savaş haberlerini merak ederken, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri talebelerine “Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler pek çoktur” diyerek, nazarları “asıl savaşa”, yani insanın kendi ruhundaki imtihana çevirmiştir.

1. Daireler Teorisi: Kalp Dairesi mi, Dünya Dairesi mi?

Üstad Hazretleri, insanın meşguliyet alanlarını iç içe geçmiş dairelere benzetir. En içte kalp ve mide dairesi, sonra hane, sonra mahalle, şehir, memleket ve en dışta dünya dairesi vardır.
Burada çok mühim bir ters orantı kanunu işler:
* En küçük dairede (Kalp/Şahsi Hayat): Vazife en büyüktür, yetki ve tesir en fazladır. İnsan buradaki ihmalinden doğrudan sorumludur.
* En büyük dairede (Dünya Siyaseti/Afakî Hadiseler): Vazife en küçüktür (veya yoktur), yetki ve tesir en azdır.
Ancak ne gariptir ki; insan, şeytanın da telkiniyle, en büyük vazifesi olan “kalp ve ahiret dairesini” bırakıp, merak saikasıyla elinin yetişmediği “dünya dairesi” ile meşgul olur.
Risale-i Nur’da (Şualar mecmuası) bu tehlike şöyle tasvir edilir:
> “Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.”
>
2. İnsanın Başındaki En Büyük Dava
Haberlerdeki savaşlar, krizler, siyasi çalkantılar ne kadar büyük görünürse görünsün; her bir insanın (ve bilhassa Müslümanın) başında, bunlardan trilyonlarca kat daha büyük bir “Dava” açılmıştır. Bu, “İman ve Küfür” davasıdır; neticesi ise ya ebedi cennet ya da ebedi cehennemdir.
Bu dava öyle büyüktür ki, dünya hakimiyeti bile onun yanında bir hiç kalır. Üstad Bediüzzaman, bu mukayeseyi şu çarpıcı ifadelerle yapar:
> “Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki: Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da olsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüt sarf edecek.” (Şualar, RNK Neşriyat, s. 220).
>
Düşünün ki; bir insan idamla yargılanıyor. O insana “Dünyanın en zengin adamı oldun” denilse, o idam sehpasının gölgesinde bu haberin bir kıymeti olur mu? Elbette olmaz. İnsan, ölümle “ebedi idam” tehlikesi altındayken, dünya siyasetini takip etmekle bu davayı kazanamaz.

3. Davanın Avukatı ve Vesikası: Namaz
Peki, bu dehşetli davayı kazanmanın yolu nedir? Bu davanın en büyük “avukatı” iman, en sağlam “vesikası” (belgesi) ise Namaz’dır.
Namaz kılan bir insan, o büyük davasına sahip çıkmış demektir. Günde sadece bir saatini (24 saatin 23’ünü dünyaya ayırıp) namaza veren kişi, ahiret davası için en büyük yatırımı yapmış olur. Namaz, insanı o lüzumsuz “malayani” (boş) işlerin bataklığından çeker alır, “Huzur-u İlahi”ye çıkarır ve ona der ki:
“Senin Rabbin Rahim’dir, Kerim’dir. Dünya işleri O’nun idaresindedir. Sen vazifeni yap, O’nun vazifesine karışma.”
Bediüzzaman Hazretleri, namazın bu kurtarıcı rolünü şöyle ifade eder:
> Bu davayı kazandıracak olanlar da; namazını kılan, günah-ı kebairi (büyük günahları) işlemeyen müminlerdir.
>
Netice: Hakiki Haber Ahiretten Gelendir
İnsan elbette dünyadan tamamen kopamaz. Ancak ölçü şudur: Eğer dünya meşguliyeti, namaza ve iman hizmetine engel oluyorsa, o meşguliyet zararlıdır. Eğer namazını kılıyor ve vazifesini yapıyorsa, arta kalan zamanda “ibret” nazarıyla dünyaya bakmasında beis yoktur.
Kur’an-ı Kerim, Ankebut Suresi’nde dünya hayatının geçiciliğini ve asıl yurdun ahiret olduğunu şöyle ihtar eder:
> “Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût Suresi, 29/64 – TDV Meali).
>
Özetle; Dördüncü Mesele bize modern çağın hastalığı olan “gündem bağımlılığına” karşı şu reçeteyi sunar:
* Merakını israf etme.
* Önce kendi kalbini ve evini düzelt.
* Namaz ile ebedi davanı garantiye al.
* Dünya, ahiret davasının yanında bir “oyuncak” hükmündedir.

Hazırlayan: Meh




ESMA-İ HÜSNA: KÂİNAT YÜZÜNDEKİ İLAHİ İMZALAR

ESMA-İ HÜSNA: KÂİNAT YÜZÜNDEKİ İLAHİ İMZALAR

Bir resim, ressamını kabiliyetiyle tanıttırır. Kâinat da binbir çeşit sanatıyla, Sâni-i Zülcelal’in binbir ismini tanıttırır. Biz tabiat perdesini kaldırdığımızda, arkada işleyen bu “Esma” (İsimler) çarklarını görürüz.
Otuzuncu Lem’a’da tafsilatıyla anlatılan bu isimlerden, kâinatın işleyişini en net tasvir eden üç mühim tecelliyi (Kuddüs, Adl/Hakem ve Kayyum) inceleyelim:

1. İsm-i Kuddüs: Kâinat Fabrikasının Temizliği

Kâinata baktığımızda, hayret verici bir temizlik faaliyeti görürüz. Ormanlarda her gün milyonlarca hayvan ölür, bitkiler çürür; fakat yüzeryüzünde kirlilik ve bulaşıklık görülmez. Bir şehirde çöpler bir hafta toplanmasa yaşanmaz hale gelirken, kâinat milyarlarca yıldır tertemizdir.
Bu temizliği sağlayan; kör tabiat değil, Cenab-ı Hakk’ın “Kuddüs” (Mutlak Temiz ve Temizleyici) ismidir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu hakikati şu harika tespitlerle nazara verir:
> “Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; muzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zâhirî bulunsa da çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. “Lemalar.30. Lem’a.
>
Et yiyen hayvanlar (kartallar, karıncalar, kurtlar) birer sıhhiye memuru, rüzgârlar süpürgeci, yağmurlar yıkayıcı ve güneş bir mikrop öldürücü olarak bu ismin tecellisine hizmet ederler.

2. İsm-i Adl ve Hakem: Hassas Mizan ve Hikmet
Önceki incelememizde (Tabiat Risalesi) tesadüfün imkânsızlığını görmüştük. İşte o imkânsızlığı, “Adl” (Mutlak Adalet ve Ölçü Sahibi) ve “Hakem” (Hükmeden ve Hikmet Sahibi) isimleri doldurur.
Her şeye layık olduğu vücudu vermek, her organı en uygun yere yerleştirmek (gözü ayağa değil yüze koymak gibi), atomlardan galaksilere kadar hassas bir dengeyi korumak; bu iki ismin tecellisidir.
Risale-i Nur’da bu “Mizan-ı Umumi” (Genel Denge) şöyle tasvir edilir:
> “Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin azası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki o tenasüp, o muvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ve Hakîm’i gösteriyor. “Lemalar. 30.Lem’a.
>
Eğer bu hassas ölçü bir saniye bozulsa; yıldızlar çarpışacak, atomlar dağılacak ve hayat son bulacaktır. Demek ki kâinat kendi kendine dönmüyor, bir “Adl-i Hakîm”in elinde tutuluyor.

3. İsm-i Hayy ve Kayyum: Varlığın Ayakta Durması

Belki de insanı en çok hayrete düşüren tecelli “Kayyum” ismidir. Kayyum; “Kendi kendine ayakta duran ve her şeyi ayakta tutan” demektir.
Maddi sebepler (yerçekimi kanunu, merkezkaç kuvveti vs.) sadece birer isimdir, birer perdedir. Gök cisimlerini direksiz durduran, her an varlıkta tutan, onları dağılmaktan koruyan hakiki kuvvet, İsm-i Kayyum’un tecellisidir.
Üstad Hazretleri, Kayyum isminin azametini şu dehşetli tablo ile anlatır:
> “Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse kâinat mahvolur.” (Lem’alar)
>
Bu hakikat bize şunu ders verir: Biz her an Allah’ın “Kayyum” ismine muhtacız. Varlığımız bizim elimizde değil, O’nun kudret elindedir.

Netice: Kâinat, Esma’nın Aynasıdır
Şu ana kadar yaptığımız tefekkür silsilesiyle şu noktaya vardık:
* Tabiat: Bir matbaadır, basan değildir.
* Sebepler: Bir perdedir, yapan değildir.
* Esma-i Hüsna: Kâinatın işleyişindeki hakiki faillerdir (Kuddüs temizler, Rezzak besler, Şafi iyileştirir).
Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi’nde bu isimlerle dua etmemizi emreder:
> “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin…” (A’râf Suresi, 7/180)
>
Mahlukatı sevmek, bu isimlerin tecellisi olduğu için kıymetlidir. “Ne kadar güzeldir” yerine “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek, eseri değil Sanatkârı sevmek, hakiki tevhiddir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




TABİAT RİSALESİ: KÖR TESADÜFTEN İLAHİ SANATA

TABİAT RİSALESİ: KÖR TESADÜFTEN İLAHİ SANATA

İnsan, gaflet veya yanlış inanç sebebiyle, gözünün önünde cereyan eden harika sanatları ve muntazam işleyişi; şuursuz, kör ve sağır olan sebeplere veya “Tabiat” (Doğa) denilen meçhul bir kavrama verir. Tabiat Risalesi, bu yanlış inancı üç temel “muhal” (imkânsız yol) üzerinden analiz eder ve her birinin aklen imkânsız olduğunu isbat eder.
Bu üç yanlış yol şunlardır:
* Esbab-ı Mûcibe: “Sebepler yaptı” (Mesela: Çiçeği su, toprak ve güneş yaptı).
* Teşekküle Binefsihi: “Kendi kendine oldu” (Tesadüfen birleşti).
* İktiza-yı Tabiat: “Tabiat gereği oldu” (Doğa kanunları yaptı).

1. Eczahane-i Kübra Temsili: Sebeplerin Acziyeti
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hayatın ve canlıların, kör sebeplerin işi olamayacağını akıllara yaklaştırmak için meşhur “Eczahane” misalini verir.
Düşünelim ki; yüzlerce kavanozun bulunduğu büyük bir eczahanede, hayat iksiri gibi harika ve hassas ölçülerle yapılmış bir macun görüyoruz. Bu macunun içinde her bir maddeden çok hassas miktarlarda (mesela birinden 1 gram, diğerinden 5 gram) alınmış.
Acaba bir fırtına çıksa, şişeleri devirse ve o maddeler dökülse; tesadüfen, tam da o hassas ölçüdeki hayat macunu kendi kendine oluşabilir mi? Elbette hayır. İşte canlılardaki hayat macunu, o eczanedeki macundan milyonlarca kat daha hassas bir ölçüyle yaratılmıştır.
Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
> “Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa “Bu fikri kabul etmem!” diye kaçacaktır.”Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a)
>
Şuursuz sebepler (su, hava, toprak), bu kadar hassas bir terkibi bilemez ve yapamaz.

2. Matbaa Temsili: Tabiat, Matbaa mı Matbaacı mı?
Tabiatperestlerin en büyük yanılgısı, “Kitap” ile “Kâtip”i, “Matbaa” ile “Matbaacı”yı birbirine karıştırmalarıdır. Risale-i Nur, tabiatın bir “fail” (işi yapan) değil, bir “mistar” (cetvel) ve bir “matbaa” (baskı makinesi) olduğunu isbat eder.
Bir kitabın basılması için matbaa makinesi lazımdır; ama o makine kendi kendine o kitabı yazamaz. Makineyi kuran, harfleri dizen ve çalıştıran şuur sahibi bir mühendis lazımdır. Tabiat denilen şey, Allah’ın “Adetullah” denilen kanunlar mecmuasıdır. Kanun ise, uygulanmak için bir kudrete muhtaçtır; kendi kendine iş göremez.
Metinde geçen şu tespit, tabiatın tanımını netleştirir:
> ““Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”
Mektubat)
“tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise ancak bir sanat olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kādir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.”Lemalar.23. Lem’a)
>
Demek ki tabiat; İlahi kudretin icraatı için kurduğu bir sistemin adıdır, o sistemin yaratıcısı değildir.

3. Her Şeyde Bir İlah Olmalı (Zorluk Çıkmazı)

Eğer her şey, tek bir Hâlık’a (Yaratıcı’ya) verilmezse; o zaman bir sineğin vücudunu yaratmak için, kâinattaki bütün elementlerin, atomların ve sebeplerin bir araya gelip ittifak etmeleri, birbirlerini tanımaları ve anlaşmaları gerekir.
Bir orduyu bir kumandanın idare etmesi mi kolaydır (“Arş” emriyle hepsi yürür), yoksa askerlerin kendi kendine toplanıp disiplini sağlaması mı? Tevhid (Allah’ın birliği) yolu, bir kumandanın idaresi kadar kolaydır. Tabiat ve şirk yolu ise, binlerce kumandanın (sebeplerin) anlaşması kadar zor ve imkânsızdır.

Netice: Tabiat, İlahi Bir Sanat Eseridir
Kur’an-ı Kerim, göklerin ve yerin yaratılışının tesadüf değil, apaçık bir “Hakk” olduğunu şöyle beyan eder:
> “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.” (Duhân Suresi, 44/38-39)
>
Hülasa; Tabiat Risalesi, tabiatın “İlah” değil, “İlahi bir sanat” olduğunu; “Hâkim” (hükmeden) değil, “Mahkûm” (hükmedilen) olduğunu isbat ederek, insanı kör tesadüfün karanlığından kurtarır. Tabiat, Allah’ın şeriat-ı fıtriyesidir (yaratılış kanunlarıdır).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




ENE VE ZERRE: KÂİNATIN TILSIMLI İKİ ANAHTARI

ENE VE ZERRE: KÂİNATIN TILSIMLI İKİ ANAHTARI

Cenab-ı Hak, kâinat hazinesini iki mühim anahtarla insana açtırmıştır. Biri, insanın kendi nefsinde (dahilî) bulunan “Ene” (Benlik); diğeri ise kâinatın maddesinde (haricî) cevelan eden “Zerre” (Atom) hakikatidir. İnsan “Ene” ile kendini ve Rabbini tanır; “Zerre” ile de kâinatın faaliyetini ve yaratılışın hikmetini okur.

1. Ene: Hazine-i İlahiye’nin Anahtarı

“Ene” yani “Benlik” duygusu, insana verilmiş bir emanettir. Ancak bu emanet, insanın kendine malik olması için değil, Allah’ın sıfatlarını tanıması için verilmiş bir “vahid-i kıyasi”dir (kıyas birimi/ölçücük).
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Otuzuncu Söz’ün girişinde “Ene”nin yaratılış gayesini şu harika misalle açıklar:
> “Ene, künuz-u mahfiye-i İlahiyenin (Allah’ın gizli hazinelerinin) anahtarı olduğu gibi, kâinat tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-i müşkilküşadır.” (Sözler, Otuzuncu Söz.)
>
İnsan; kendi cüz’i (sınırlı) ilmiyle, kudretiyle ve mülkiyetiyle; Allah’ın külli (sınırsız) ilmini, kudretini ve malikiyetini anlar. Der ki: “Ben şu evi yaptım, Allah ise kâinatı yaptı. Ben şu kadar biliyorum, O ise her şeyi biliyor.” Eğer “Ene” olmazsa, insan mutlak ve sınırsız olan İlahi sıfatları kavrayamazdı. Çünkü “mutlak, avlanmaz”; ancak bir sınır çizilirse anlaşılır. Ene, işte o vehmî sınırı çizen bir çizgidir.

2. İki Yol: Nübüvvet ve Felsefe (Hikmet ve Yanlış Düşünce)

“Ene”nin mahiyeti doğru anlaşılmazsa, insan enaniyet bataklığına düşer. Üstad Hazretleri, insanlık tarihini iki büyük akım üzerinden tahlil eder:
* Nübüvvet (Peygamberlik) Yolu: Bu yolda “Ene”, bir ayna ve bir hizmetkârdır. Kendinde bir varlık görmez, “Ben Hakk’ın kuluyum ve O’nun sıfatlarını yansıtan bir aynayım” der. Bu bakış açısı, insanı “A’lâ-yı İlliyyîn”e (En yüksek mertebeye) çıkarır.
* Felsefe (Maddeci Düşünce) Yolu: Bu yolda “Ene”, kendini unutur ve kendini asıl zanneder. “Ben varım, bu mülk benim” diyerek Firavunlaşır. Bu bakış, insanı “Esfel-i Safilîn”e (Aşağıların aşağısına) düşürür. Risale-i Nur, dinsiz felsefenin bu enaniyetten beslendiğini ve insanlığı felakete sürüklediğini isbat eder.

3. Zerre: Kudret Kaleminin Ucu

Risalenin ikinci kısmı olan “Zerre” bahsinde ise, maddenin en küçük yapı taşı olan atomların o baş döndürücü hareketleri incelenir. Materyalistler bu hareketleri “tesadüf” ve “kaos” olarak görürken; Kur’an nûruyla bakan Bediüzzaman, her bir zerrenin bir “memur” gibi hareket ettiğini söyler.
Zerrelerin hareketi (Tahavvülât-ı Zerrat), manasız bir titreşim değil, Kâinat Kitabı’nın yazılması ve tazelenmesidir.
Metinde geçen şu tasvir, zerrenin hareketindeki hikmeti özetler:
> “Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla; herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

der. Yani: “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir.” Sözler.
>
Zerreler, İlahi isimlerin nakışlarını dokuyan birer “kudret kalemi ucu”dur. Bir zerre, girdiği bedende rızık olur, göze girer nur olur, beyne girer fikir olur. Bu intizamlı seyahat, başıboşluğun imkânsızlığını haykırır.

Netice: Eneden Hüve’ye Geçiş
Bu risalenin en büyük dersi; insanın “Ene”sini (Benliğini) yırtıp, her şeyde “Hüve”yi (O’nu, Allah’ı) görmesidir.
* İnsan “Ben yaptım” davasından vazgeçip, “O (Hüve) yarattı” demelidir.
* Zerrelerin tesadüfen değil, O’nun (Hüve) emriyle hareket ettiğini bilmelidir.
Otuzuncu Söz, “Ene”nin tılsımını “kulluk” ile, “Zerre”nin tılsımını “memuriyet” ile çözer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




İHLAS VE MAHİYETİ: AMELLERİN RUHU VE EN BÜYÜK KUVVET

İHLAS VE MAHİYETİ: AMELLERİN RUHU VE EN BÜYÜK KUVVET

İbadetler ve hayırlı ameller, zahiri şekilleri itibarıyla birer bedendir; o bedene hayat veren ruh ise “İhlas”tır. İhlansız amel, ruhsuz bir ceset gibidir; ne yaşar ne de yükselir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu dehşetli asırda insanı manevi tehlikelerden kurtaracak ve az bir amelle çok netice aldıracak tek çarenin ihlas olduğunu ısrarla vurgular.

1. İhlas Nedir? Rıza-yı İlahinin Esas Olması

İhlas; yapılan işin, söylenen sözün veya edilen ibadetin sadece ve sadece Allah emrettiği için yapılması ve neticesinde sadece O’nun rızasının gözetilmesidir. Araya giren halkın beğenisi, maddi menfaat, şöhret arzusu veya korku, ihlası kırar ve o ameli kıymetsizleştirir.
Üstad Hazretleri, İhlas Risalesi’nin başında bu hakikati “Birinci Düstur” olarak şöyle formüle eder:
> “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)
>
Bu düstur, insanı “desinler” putundan ve insanların alkışına esir olmaktan kurtarır. Kişi bilir ki; Sultan-ı Ezelî razı olduktan sonra, başkalarının ne düşündüğünün bir kıymeti yoktur.

2. Keyfiyetin Kemiyete Galibiyeti

İhlasın en büyük sırrı, “az”ı “çok” yapmasıdır. İhlansız yapılan dağlar büyüklüğündeki ameller, Allah katında bir sinek kanadı kadar değer ifade etmeyebilir. Fakat ihlasla yapılan zerre kadar bir hizmet, batmanlarla (tonlarla) amele racih gelebilir (üstün olabilir).
Bu sır, manevi hizmetlerde sayının çokluğuna değil, kalitenin (ihlasın) yüksekliğine bakmayı gerektirir. Risale-i Nur’da bu husus şöyle nazara verilir:
> “Bazen bir tek kelime, sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin (sayı çokluğunun) ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlahîye medar olur.” (Lem’alar).
>
Demek ki makbuliyet; çok çalışmakta değil, halis bir niyetle çalışmaktadır.

3. En Büyük Kuvvet: Hakiki Kardeşlik
Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa iman ve Kur’an hizmetinde bulunanlar için ihlasın bir diğer veçhini “tesanüd” (dayanışma) olarak açıklar. Enaniyetini terk etmeyen, kardeşlerini kıskanan veya onlarla rekabet eden kişi, ihlası kaybeder ve hizmete zarar verir.
İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin yolu; kardeşinin meziyetleriyle iftihar etmek, onun başarısını kendi başarısı bilmek ve şahsını “havuz-u müşterek”te (ortak havuzda) eritmektir.
Metinde geçen şu ifadeler, bu manevi birliği harika tasvir eder:
> “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirane iftihar etmektir.” (Lem’alar)
>
İhlaslı bir topluluk, “elif”ler gibi omuz omuza verirse; üç tane “1”, yan yana gelip “111” kuvvetinde olduğu gibi, manevi bir kuvvet kazanır.
Netice: Dini Yalnız O’na Has Kılmak
İhlas, Kur’an-ı Kerim’in en temel emridir. Zümer Suresi’nde Rabbimiz şöyle buyurur:
> “Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır.” (Zümer Suresi, 39/2-3 – TDV Meali).
>
Hülasa;
* İhlas, kulluğun ruhudur.
* İhlas, en büyük manevi kuvvettir.
* İhlas, kurtuluşun yegâne çaresidir.
İnsan, ihlası kazanmak için “ölümü çokça hatırlamalı” (rabıta-i mevt) ve “iman hizmetindeki arkadaşlarının rızasını, Allah rızasının bir vesilesi” bilmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




ŞÜKÜR VE KANAAT: NİMETİN LEZZETİ VE HUZURUN ANAHTARI

ŞÜKÜR VE KANAAT: NİMETİN LEZZETİ VE HUZURUN ANAHTARI

Kâinatın yaratılış ağacına dikkatle bakıldığında, o ağacın en uçtaki ve en tatlı meyvesinin “Şükür” olduğu görülür. Cenab-ı Hak, yarattığı hadsiz nimetlerle kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister; mukabilinde ise kulundan sadece “Şükür” bekler. Şükürsüzlük, nimetin kıymetini bilmemek; kanaatsizlik ise o nimete hürmetsizlik etmektir.

1. Kâinatın Fabrikası Şükür Üretir

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Mektubat adlı eserinde, kâinatın düzeninin tamamen şükre baktığını tesbit eder. Bir elmanın renginden kokusuna, tadından şekline kadar her özelliği, insanı onu vereni tanımaya ve O’na teşekkür etmeye davet eder.
Üstad Hazretleri, bu muazzam hakikati şöyle tasvir eder:
> “Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder.”
Mektubat” (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup)
>
Görüyoruz ki; hayatın gayesi sadece yemek, içmek ve tüketmek değildir. Asıl gaye, o nimetin içindeki iltifat-ı Rabbaniyi hissedip, “Elhamdülillah” diyerek nimeti vereni tanımaktır. Şükür, nimetin lezzetini bin kat artırır; çünkü içinde “hatırlanma” ve “sevilme” lezzeti vardır.

2. İktisat ve Kanaat: Bereketin Kaynağı
Çağımızın hastalığı olan “hırs” ve “israf”, insanı hem maddi hem manevi fakirliğe sürükler. İnsan elindekiyle yetinmeyip hep daha fazlasını istedikçe, elindekinin bereketini kaybeder ve huzursuz olur. İşte burada “Kanaat” ve “İktisat” devreye girer.
Risale-i Nur’un İktisat Risalesinde çok mühim bir düstur vardır: “Kanaat bir hazinedir.” Kanaat eden, elindeki nimeti Allah’ın bir ikramı olarak görür, hürmet eder ve israf etmez. İsraf etmeyen, zillete düşmez.
Bediüzzaman Hazretleri, hırsın zararı ve kanaatin faydasını şöyle formüle eder:
> “kanaat, bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise bir maden-i hasaret ve sefalettir.

Üçüncü Netice: Hırs ihlası kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvanın hırsı varsa teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı müraat eden, ihlas-ı tammı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.

Elhasıl: İsraf, kanaatsizliği intac eder. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.” (Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a)
>
Örneğin; karınca hırsla çalıştığı için ayaklar altında ezilirken, arı kanaatle başkalarına da bal ikram ettiği için başlar üstünde taşınır. Hırs, bereketi kaçırır; kanaat ise bereketi çeker.

3. Şükür, Nimeti Ziyadeleştirir
Şükür, sadece sözlü bir “teşekkür”den ibaret değildir. Hakiki şükür; o nimeti Allah’tan bilmek, o nimete ihtiyaç hissetmek ve o nimeti veriliş gayesine uygun kullanmaktır (israf etmemektir).
Allah (c.c.), şükreden kuluna nimetini artıracağını vaad etmiştir. Ancak nankörlük ve israf, o nimetin elden alınmasına veya lezzetinin kaçmasına sebep olur. Şükür, nimet ağacının köküne dökülen bir ab-ı hayat gibidir; döktükçe meyve artar.

Netice: Nimet İçinde Nimeti Vereni Görmek

Kur’an-ı Kerim, bu ilahi kanunu İbrahim Suresi’nde bütün insanlığa şöyle ilan eder:
> “Hani Rabbiniz şöyle buyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.'” (İbrahim Suresi, 14/7 – TDV Meali).
>
Netice olarak; huzurlu bir hayatın formülü “Şükür ve Kanaat”tedir.
* Kanaat: “Olanda hayır vardır” deyip, mevcutla yetinip huzur bulmaktır.
* Şükür: O mevcudun sahibini tanıyıp, nimeti ebedileştirmektir.
* İktisat: Nimete hürmet edip, onu zayi etmemektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025

 

 




DUA: KULUN ACZİYET İTİRAFI VE KÂİNATIN SESİ

DUA: KULUN ACZİYET İTİRAFI VE KÂİNATIN SESİ

İnsan, mahiyeti itibarıyla son derece aciz ve fakirdir; ancak arzuları ve ihtiyaçları kâinatı kuşatacak kadar geniştir. Eli kısa, ama emelleri uzundur. İşte bu tezat, insanı “Dua” kapısına mecbur bırakır. Dua, insanın kendi gücünün bittiği yerde, Allah’ın kudretinin başladığını ilan etmesidir.

1. Duanın Sırrı: Bir Sırr-ı Azîm-i Ubudiyet

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, duayı tarif ederken onun sadece bir talep değil, bir ibadet ve bir duruş olduğunu vurgular. Dua eden insan, lisan-ı haliyle der ki: “Ben yapamıyorum, elim yetişmiyor, ama Sen her şeye kadirsin ve her şeyi işitiyorsun.”
Risale-i Nur’da 24. Mektup’da bu hakikat şu muazzam cümlelerle ifade edilir:
“Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.” Ve;
> “Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhudur. Nasıl ki bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister. Yani, acz-i fiilî veya kavlî lisanıyla bir nevi dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz).
>
Demek ki dua, insanın Allah karşısındaki çocuksu acziyetini kabul etmesi ve O’nun rahmet kucağına sığınmasıdır.

2. Cevap Vermek Başka, Kabul Etmek Başkadır
Müminlerin zihnini en çok meşgul eden sorulardan biri şudur: “Dua ediyorum ama kabul olmuyor, neden?” Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi Dördüncü Mektupta bu meseleyi “Hikmet” penceresinden harika bir surette çözer.
Üstad’a göre, cevapsız kalan hiçbir dua yoktur. Cenab-ı Hak, “Bana dua edin, size cevap vereyim” buyurmuştur. Ancak “cevap vermek” ile “kabul etmek” (aynen istenileni vermek) farklı şeylerdir.
Metinde geçen meşhur doktor temsili bu konuyu zihinlere nakşeder:
> “Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: ‘Ya Hekim! Bana bak.’
> Hekim: ‘Lebbeyk,’ der. ‘Ne istersin?’ cevap verir.
> Çocuk: ‘Şu ilacı ver bana’ der.
> Hekim: ‘Ya aynen istediğini verir, yahut hastalığına maslahatlı (faydalı) olduğunu bildiği başka bir ilacı verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bildiği için hiç vermez.’
> İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak’tır; hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevap verir… Fakat insanın heveskârane ve harisane tehakkümüyle (zorlamasıyla) değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla (gereğiyle) ya istediğini veya daha evlâsını (iyisini) verir veya hiç vermez.” (Sözler).
>
Bu pencereden bakınca; kabul olmadı zannedilen dualar, ya “henüz vakti gelmemiştir” ya “daha iyisi verilmiştir” ya da “ahirete tehir edilmiştir” demektir. Dua bir ibadettir; neticesi ahirete bakar. Dünyevi istekler ise o ibadetin vaktidir.

3. Kâinatın Umumi Duası
Sadece insan değil, bütün mevcudat dua halindedir. Risale-i Nur, kâinattaki duaları üç ana sınıfa ayırır:
* İstidat Lisanıyla Dua: Tohumların ağaç olmak istemesi, kabiliyetlerin inkişaf etme arzusu.
* İhtiyac-ı Fıtri Lisanıyla Dua: Canlıların rızık ve yaşam ihtiyaçlarını, dilleriyle söyleyemeseler bile halleriyle istemeleri (Yavruların acziyeti gibi).
* Iztırar Lisanıyla Dua: Darda kalan, çaresiz olanın (ister mümin ister kâfir) o anki samimiyetle sığınması.
İşte insan da bu kâinat korosuna katılıp, şuurlu bir şekilde Rabbine yöneldiğinde, kâinatın en gür sesi olur.
Netice: Duanız Olmasa Ne Ehemmiyetiniz Var?
Dua, insanın Allah katındaki değerini belirleyen en mühim ölçüdür. Dua etmeyen insan, kendini kendine malik zanneder, kibrine yenilir ve Rabbinden kopar.
Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi’nde bu hakikati insanlığın yüzüne çarparcasına ilan eder:
> “(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (Furkan Suresi, 25/77)
>
Hülasa; Dua, müminin en güçlü silahı, en latif ibadeti ve Rabbiyle olan en samimi diyaloğudur. Kabul edilip edilmemesi değil, o kapıyı çalmış olmak asıl kazançtır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




İMANIN İKİ KANADI: SABIR VE TEVEKKÜL

İMANIN İKİ KANADI: SABIR VE TEVEKKÜL

İnsan, fıtratı gereği aciz ve fakirdir; bela ve musibetlere karşı zayıftır, ihtiyaçları ise sınırsızdır. Hayat yolculuğunda karşılaştığı zorluklar, hastalıklar ve düşmanlar onu sarsar. İşte bu noktada, Kur’an-ı Kerim’in ve iman hakikatlerinin ders verdiği iki manevi silah devreye girer: Musibetlere karşı Sabır, hadiselerin ağırlığına karşı Tevekkül.

1. Sabır: Üç Farklı Cephede Mücadele

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sabrı pasif bir bekleyiş olarak değil, aktif bir direnç kuvveti olarak tarif eder. Bediuzzaman sabrı üç kategoride ele alır:
* Masiyete (Günahlara) Karşı Sabır: Nefsin haram arzularına karşı durmak.
* Musibete Karşı Sabır: Hastalık ve belalara karşı isyan etmeden dayanmak.
* Taatte (İbadette) Sabır: İbadetlerin sürekliliğindeki zorluğa göğüs germek.
Üstad’ın sabır konusundaki en mühim tespiti, insanın bu “sabır kuvvetini” yanlış kullanmasıdır. Cenab-ı Hak, insana her an için yetecek kadar sabır kuvveti vermiştir. Ancak insan, “vehim” (yanlış düşünce) ile bu kuvveti dağıtır.
Risale-i Nur’da bu hakikat şöyle tasvir edilir:
> “Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini, eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir. Ve o kuvvetle dayanabilirsin.” ,
“”Sen, üç sabırla mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.”
>
İnsan; geçmişteki bitmiş acıları düşünüp hüzünlenerek ve gelecekte gelmesi muhtemel (ama henüz gelmemiş) günleri düşünüp endişelenerek, elindeki sabır kuvvetini sağa sola saçar. Neticede “hazır zamandaki” musibete karşı sabrı tükenir ve şikayete başlar. Halbuki “bugün” için verilen sabır, bugünün yüküne yeter.

2. Tevekkül: Kâinatın Sultanına Dayanmak
Tevekkül; sebepleri tamamen reddetmek veya tembellik etmek demek değildir. Bilakis, vazifesini yaptıktan sonra, yükü üzerinden atıp neticeyi Allah’tan beklemektir. İnsan, hadiselerin dizgininin kendi elinde olmadığını, her şeyin “Müsebbibü’l-Esbab” (Sebepleri Yaratan) olan Allah’ın kudretinde olduğunu bilmelidir.
Risale-i Nur’un Yirmi Üçüncü Sözünde tevekkülün tarifi şöyledir:
> “Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.”
>
Tevekkül eden insan bilir ki; kâinat başıboş değildir. Bir Sultan-ı Zîşan, her şeyi idare etmektedir. Bu inanç, insanı “dünya kadar ağır” yüklerin altında ezilmekten kurtarır.

3. İmanın Verdiği Emniyet ve Huzur
Sabır ve tevekkül, imanın derecesine göre kuvvet kazanır. İnsan, Allah’ın “Hakîm” (Hikmet Sahibi) ve “Rahîm” (Merhamet Sahibi) olduğuna ne kadar kuvvetli inanırsa, başına gelenlerde o kadar hikmet arar ve O’na güvenir.
Musibetler, zahiri (dışsal) nazarda çirkin ve acı görünebilir. Ancak tevekkül ehli, o hadisenin arkasındaki “Kader-i İlahi”nin adaletini ve rahmetini görür.
> “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (iki cihan saadetini) iktiza eder.” (Sözler)
>
Bu silsile gösteriyor ki, tevekkül imanın doğal bir neticesidir. Allah’a inanan, O’na güvenir. O’na güvenen, hadiseler karşısında titremez.
Netice: Vekil Olarak Allah Yeter
Kur’an-ı Kerim, müminlerin en zor anlarında bile sığınacakları o muazzam kaleyi Al-i İmran Suresi’nde şöyle gösterir:
> “Bize Allah yeter. O, ne güzel vekildir!” (Âl-i İmrân Suresi, 3/173)
>
Hayatın ağır yüklerine karşı belimiz büküldüğünde yapılacak iş: Evvela sebeplere başvurmak (fiili dua), sonra “Hasbünallah” (Allah bize yeter) diyerek O’nun rahmetine itimad etmek ve o andaki sıkıntıya karşı sabır kuvvetini idareli kullanmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025




NETİCE VE HATİME: İMANIN İNSANA KAZANDIRDIĞI EBEDİ TESELLİ

NETİCE VE HATİME: İMANIN İNSANA KAZANDIRDIĞI EBEDİ TESELLİ

Kâinat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde ve “Burhan-ı İnnî” (eserden müessire giden delil) metoduyla baktığımızda gördük ki; her şey “Ebed! Ebed!” diye haykırmakta ve bir “Dâr-ı Saadet”i göstermektedir. Peki, bu hakikate iman etmek, insanın şu anki dünya hayatını nasıl değiştirir? “Yokluk” korkusundan kurtulan bir ruh, nasıl bir huzura kavuşur?

1. Yokluk Kâbusundan Varlık Nûruna

Eğer ahiret inancı olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı olur. Çünkü akıl ve şuur sahibidir; geçmişin hüzünlerini ve geleceğin (ölümün) korkularını bugüne taşır. Sevdiklerinin ebediyen yok olacağını, kendisinin de çürüyüp hiçliğe karışacağını düşünen bir insan için dünya, ne kadar süslü olursa olsun, manevi bir cehennemdir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde ve bilhassa Sözler mecmuasında bu dehşetli hali ve imanın getirdiği nuru şöyle mukayese eder:
> “Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddimesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.

Lemalar” (Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a – Hastalar Risalesi’nden)
>
Ahiret inancı, “ölüm” kelimesinin manasını değiştirir. Ölüm; “idam” değil, “terhis”tir. Kabir; karanlık bir kuyu değil, nurlu bir âleme açılan kapıdır. Bu inanç, insanın ruhundaki o derin “ebediyet yarasını” tedavi eden yegâne merhemdir.

2. Hüzünlü Ayrılıkların Vuslata Dönüşmesi

İnsanın en nazik ve hassas damarı “şefkat”tir. İnsan, annesinden, evladından, dostlarından ayrılmaya dayanamaz. Ahiretsiz bir düşüncede, her ölüm ebedi bir ayrılıktır (firak-ı ebedi). Bu düşünce, kalbi paramparça eder.
Ancak “Haşir” ve “Ahiret” hakikati imdada yetiştiğinde, insan anlar ki: Bu ayrılık geçicidir. Sevdikleri yok olmamış, sadece “mekân değiştirmişlerdir” ve ileride “Dâr-ı Saadet”te onlarla tekrar görüşecektir. Bu hakikat, en acı ölümlerde dahi insana sabır ve metanet kuvveti verir.

3. Lezzetlerin Devamı ve Şükür

Önceki analizlerimizde “Bab-ı Kerem ve Rahmet”te değindiğimiz gibi; nimetin devam edeceği inancı, o nimeti hakiki nimet yapar. İnsan bilir ki; bu dünyada tattığı lezzetler, asılları ahirette olan meyvelerin numuneleridir.
Dünyadaki güzelliklerin solması ve bitmesi onu üzmez. Çünkü bilir ki; o güzelliklerin kaynağı olan Esma-i İlahiye bakidir ve o isimlerin tecellileri ahirette daha parlak bir şekilde devam edecektir. Risale-i Nur’un ifadesiyle:
> “Madem O var, her şey var.”
>
Allah’ın varlığı ve ahiretin vaadi, insan için her şeye bedeldir.

Genel Netice: Kâinatın Sırrı Çözülmüştür
Silsile boyunca incelediğimiz İstidat, Hafîziyet, Sultaniyet, Rahmet, Adalet ve Risalet hakikatleri birleştiğinde, şu netice ortaya çıkar:
Bu kâinatın Sahibi, insanı bu dünyaya sadece yemek, içmek ve sonra yok olmak için göndermemiştir. İnsan;
* İstidatlarıyla ebede namzettir,
* Hafîziyetle amelleri kayıt altındadır,
* Sultaniyetle bir Padişahın memurudur,
* Rahmetle beslenen nazlı bir misafirdir,
* Adaletle hesaba çekilecek bir sorumludur,
* Risaletle uyarılmış ve müjdelenmiş bir yolcudur.
Kur’an-ı Kerim, bu büyük müjdeyi ve kurtuluşu şu ayetle ilan eder:
> “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkâf Suresi, 46/13-14)
>

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
14/11/2025