Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

İnsan vücudunun o muazzam donanımını (göz, hafıza, kalb) inceledikten sonra; şimdi o vücudun ihtiyacı olan ve Rezzâk-ı Kerim’in “Rahmet Hazinesi”nden gönderdiği meyveleri tefekkür edelim.
Kur’an-ı Kerim; meyveleri sadece birer gıda olarak değil, Cennet nimetlerinin birer numunesi ve kudret-i İlahiyenin birer isbatı olarak nazara verir. Risale-i Nur’da bu meyveler, “Kudretin mucizeleri” ve “Rahmetin hediyeleri” olarak tasvir edilir.

1. Hurma: Mü’minin Temsili ve Şifa Kaynağı
Hurma, Kur’an’da en çok zikredilen meyvelerden biridir. Hem dünya rızkı hem de Cennet nimeti olarak anlatılır.
* Ayet-i Kerime (Hz. Meryem ve Hurma):
Hz. Meryem’in doğum sancısı çektiği esnada Allah ona taze hurma yemesini emreder. Mealinden:
> “Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.” (Meryem, 19/25)
>
* Tefekkür ve Hikmet:
Bilimsel olarak hurma, doğum sırasında ihtiyaç duyulan enerjiyi ve rahim kaslarını düzenleyen (oksitosin benzeri) maddeleri ihtiva eder. Kuru bir topraktan, o tatlı ve vitamin deposu meyvenin çıkması, toprağın değil, Rahman’ın işidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), hurma ağacını (Nahle) mü’mine benzetmiştir; kökü sağlam, meyvesi boldur.

2. İncir ve Zeytin: Üzerine Yemin Edilen Mucizeler

Cenab-ı Hak, Tin Suresi’nde bu iki meyve üzerine yemin ederek söze başlar. Bu, onların biyolojik ve manevi kıymetine büyük bir işarettir.
* Ayet-i Kerime:
> “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin olsun ki…” (Tîn, 95/1-3)
>
* Zeytin (Nur ve Bereket):
Zeytin ağacı Kur’an’da “mübarek” bir ağaç olarak geçer. Yağı, ışık verme özelliğiyle “Nur” suresinde Allah’ın nurunun tasvirinde kullanılır. Hem gıdadır, hem katıktır, hem ışıktır, hem ilaçtır.
* İncir (Biyolojik Hafıza):
Risale-i Nur, inciri “Haşir” ve “Hafıza” bahsinde mühim bir delil olarak kullanır.
Koca incir ağacının bütün planı ve programı, o küçücük çekirdeğinin içine yerleştirilmiştir. Bu durum, Allah’ın “Hafîz” (Koruyan/Kaydeden) isminin bir cilvesidir.
Risale-i Nur’dan İktibas:
> “Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir unvanıdır. Yani eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.”
> (Mektubat, Onuncu Mektup)
>
3. Üzüm: Kuru Çubuktan Akan Şerbet
Üzüm, Kur’an’da cennet tasvirlerinde sıkça geçer. İnsana verilen rızkın, sebeplerin (ağaç, dal, toprak) eseri olmadığını, doğrudan Kudret’ten geldiğini haykırır.
* Ayet-i Kerime:
> “Sizin için orada hurma ve üzüm bağları inşa ettik. Oralarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz.” (Mü’minûn, 23/19)
>
* Risale-i Nur Nazarı:
Bediüzzaman Hazretleri, üzüm asmasını “kupkuru bir çubuk” olarak tarif eder. O kuru odundan, incecik bir sap ile takılmış, içi şerbet dolu, ambalajı (kabuğu) narin o sulu topların çıkması, kör tesadüfün işi olamaz. O kuru çubuk, bir fabrika değil, sadece bir tabeladır; rızkı gönderen Allah’tır.

4. Nar: Mücevher Sandukçası

Nar, iç dizaynı, tanelerinin yerleşimi ve ambalajlanmasıyla tam bir “İlahi Sanat” harikasıdır.
* Ayet-i Kerime:
Rahman Suresi’nde cennet meyveleri sayılırken özellikle vurgulanır:
> “İkisinde de (her çeşit) meyve, hurma ve nar vardır.” (Rahmân, 55/68)
>
* Tefekkür:
Bir nar tanesini düşünün; incecik bir zarda saklanan tatlı su. Yüzlercesi bir araya geliyor, hiçbiri diğerini ezmiyor, sıkıştırmıyor. Dışına sertçe bir kabuk örülüyor ki bozulmasın.
Risale-i Nur’da meyveler, “Konserve kutuları” ve “Kudretin tatlı hediyeleri” olarak isimlendirilir. Nar, bu hediyelerin en süslü olanlarındandır, adeta bir sandukça-i murassadır (süslü mücevher kutusu).

5. Muz (Talh): Dizilmiş Lezzet
Vakıa Suresi’nde cennet ehlinin nimetleri anlatılırken “Talh” kelimesi geçer. Müfessirlerin çoğu buna “muz” manası vermiştir.
* Ayet-i Kerime:
> “Ve meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları…” (Vâkıa, 56/29)
>
* Hikmet:
Muzun, lifli yapısı, kolay sindirimi ve salkım halindeki o düzenli dizilişi, “nizam” ve “intizam” sahibini gösterir. Ambalajı (kabuğu) en pratik, kendisi en leziz bir rızıktır.

Netice: Sikke-i Tevhid (Birlik Mührü)
Bütün bu meyvelere baktığımızda şunu görüyoruz:
Toprak aynı, su aynı, güneş aynı… Fakat birinden zeytin çıkıyor, diğerinden incir; birinden acı biber, diğerinden tatlı üzüm.
Bu durum isbat eder ki; bu meyveler tabiatın ve şuursuz toprağın işi değil, “İlim, İrade ve Kudret” sahibi bir Zât’ın, yani Allah’ın, kullarına özel olarak hazırladığı ikramlardır. Her meyve, O’nun birliğine (Tevhid) bir mühürdür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

Cismaniyetin pencereleri olan göz ve hafızadan süzülüp, şimdi insanın mahiyetinin en derin, en derûnî merkezine; “Kalb” ve “Vicdan” mekanizmasına iniyoruz.
Risale-i Nur’da ısrarla vurgulandığı üzere; insan sadece et ve kemikten ibaret bir cisim değildir. Onun hayatını idare eden, imanın ve küfrün, sevginin ve nefretin merkezi olan manevi bir kalbi ve yalan söylemeyen bir vicdanı vardır.

1. Kalb: Âyine-i Samed (Samed Olan Allah’ın Aynası)

Manevi literatürümüzde ve Risale-i Nur’da “kalb”, göğüs kafesindeki et parçası değil; “Lâtife-i Rabbaniye” denilen, hislerin ve inancın merkezidir.
* Ayet-i Kerime:
Cenab-ı Hak, kalbin gıdasının ve huzurunun ancak kendi zikriyle mümkün olduğunu şöyle beyan eder :
> “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
>
* Tefekkürî Nazar:
İnsanın kalbi, kâinata sığmayacak kadar geniş arzulara sahiptir. Ebedi yaşamak ister, sonsuz aşkı arar, her şeye sahip olmak ister. Halbuki dünya fanidir, sınırlıdır.
İşte bu “sınırsız istemek” ve “sınırlı dünyada bulamamak” çelişkisi isbat eder ki; bu kalb, fani dünya için değil, Baki bir Zat için yaratılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati, “Kalb, âyine-i Samed’dir” (Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın aynasıdır) sözüyle özetler.

2. Vicdan: Fıtrat-ı Zîşuur (Şuurlu Yaratılış)

Vicdan, insanın içindeki “manevi yasakçı” ve “doğruyu gösteren pusula”dır. Akıl bazen safsatalarla yanılabilir, nefis yalan söyleyebilir; fakat vicdan, fıtratı gereği yalan söylemez.
* Vicdanın Dört Unsuru: Risale-i Nur, vicdanın dört ana unsurdan oluştuğunu ve bunların dört ayrı gayeye baktığını ifade eder:
* İrade: İbadetullaha bakar.
* Zihin: Marifetullaha (Allah’ı tanımaya) bakar.
* His: Muhabbetullaha (Allah sevgisine) bakar.
* Lâtife-i Rabbaniye: Müşahedetullaha (Allah’ı manen görmeye) bakar.
* Fıtrat Yalan Söylemez: Bir tohumun “Ben sümbül olacağım” demesi yalandan uzak olduğu gibi, vicdanın da bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacı haykırması gerçektir. Bir ateist bile, çok çaresiz kaldığında gayr-i ihtiyari içinden bir “Medet!” hissi duyar. İşte o ses, vicdanın sesidir.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Vicdanın Şehadeti
Bediüzzaman Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde, aklın yolu şaşırsa bile vicdanın Allah’ı unutmayacağını şöyle tasvir eder:
> “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”
> …
> Fıtrat yalan söylemez. Mesela, bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Mesela, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Mesela, bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.

İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. “(Mesnevi-i Nuriye, Nokta)
> Aynen öyle de: İnsanın mahiyetindeki o şiddetli hiss-i beka (ebediyet arzusu) ve o şedid muhabbet-i vücud ve o büyük iştiyak-ı hayat ve o hadsiz acz ve o nihayetsiz fakr; fıtraten ve bilbedahe Bâki bir Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un ve bir Vâcibü’l-Vücud’un varlığına ve bekasına delalet eder, bakar.
> Hatta aklın, şuurun, sözünü anlamadığı veya inanmadığı bir zamanda; o vicdan, o fıtrat, onu yalanlar, şehadetini gösterir.
>
4. İki Mühim Nokta: İstinad ve İstimdad

Vicdanın derinliğinde iki mühim “nokta” vardır:
* Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan sonsuz acizdir, düşmanları ve belaları çoktur. Vicdan, dayanacak bir Kudret-i Mutlaka arar. “Allah” der, O’na dayanır.
* Nokta-i İstimdad (Yardım İsteme Noktası): İnsanın ihtiyaçları sonsuzdur, fakirdir. Vicdan, ihtiyaçlarını verecek bir Rahmet-i Vâsia arar. “Medet” der, O’ndan ister.
Bu iki nokta, vicdanı daima Kâbe-i Hakikat olan Allah’a çevirir. Namazdaki kıyam ve secde de bu iki noktanın bedeni ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

Hayvanat âlemindeki o ibretli levhalardan sonra, şimdi kâinatın özü, meyvesi ve en mükemmel sanatı olan İnsana; yani kendi enfüsî dünyamıza dönelim.
Kur’an-ı Kerim’in “Ahsen-i Takvim” (en güzel kıvam ve suret) olarak tavsif ettiği insan vücudu, âdeta küçültülmüş bir kâinattır. Bu muazzam sarayın iki mühim penceresine; “Göz” ve “Hafıza” hakikatine Risale-i Nur’un dürbünüyle bakalım.

1. Göz: Ruhun Penceresi

Biyolojik olarak göz, ışığı algılayan bir organ gibi görünse de, hakikatte o, ruhun bu âlemi seyrettiği bir penceredir.
* Ayet-i Kerime:
Cenab-ı Hak, bu nimetin şükrünü ve mesuliyetini şöyle hatırlatır (Meali):
> “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minûn, 23/78)
>
* Bilimsel ve Tefekkürî Nazar:
En gelişmiş kameralar dahi, insan gözünün “odaklanma hızı”na ve “renk algısı”na ulaşamaz. Göz, saniyeler içinde milyarlarca ışık fotonunu alır, beyne iletir ve ruh orada “görüntü” denilen manayı süzer.
Gözdeki mercek, ışığı kırar ama manayı kırmaz. Sâni-i Hakîm, göze öyle bir yapı vermiştir ki, insan o küçük et parçasıyla koca güneşi, yıldızları ve dağları içine alır.
* Risale-i Nur’dan İktibas: Göz Kime Satılmalı?
Bediüzzaman Hazretleri, Altıncı Söz’de gözün mahiyetini ve nasıl kullanılması gerektiğini şaheser bir tasvir ile anlatır. Eğer göz, nefis hesabına çalışırsa basit bir şehvet aleti olur; Allah hesabına çalışırsa kâinatın rahmet çiçeklerini seyreden bir arı olur.
> “Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.
> Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad (vasıta) derekesinde bir hizmetkâr olur.
> Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve O’nun namına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.”
> (Sözler, Altıncı Söz, s. 28)
>
2. Hafıza: Hardal Tanesindeki Kütüphane
İnsan vücudunun en hayret verici faaliyetlerinden biri de hafızadır. Mercimek tanesi kadar bir et parçasında (hafıza merkezi), insanın bütün hayat serüveni, öğrendiği diller, yüzler, sesler ve bilgiler saklanır.
* Ayet-i Kerime:
> “…Hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 50/18.Meali)
> Hafıza, bu yazılma işleminin insanın kendi vücudundaki maddi delilidir.
>
* Risale-i Nur Nazarı: Ahiretin Tapu Senedi

Risale-i Nur, hafızayı sadece bir “bilgi deposu” olarak görmez; onu Haşir (diriliş) ve Hesap gününün en büyük isbatı sayar.
Nasıl ki bir ağacın bütün programı küçücük çekirdeğinde yazılıdır; insanın bütün amelleri de hafızasında ve “Levh-i Mahfuz”un küçük bir numunesi olan kuvve-i hafızasında kaydedilir. Bu kayıt, “Bir mahkeme var, bu kayıtlar orada gösterilecek” diye haykırır.
* Risale-i Nur’dan İktibas: Hafîz İsminin Tecellisi
Bediüzzaman Hazretleri, Haşir Risalesi’nde hafızanın bu yönünü şöyle isbat eder:
> “Evet, şu hafîziyetin bu surette tecellisinden anlaşılıyor ki şu mevcudatın Mâlik’i, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddid şeylerde hıfzeder.

Şu hafîziyet işaret eder ki ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mal defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük en mükerrem en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesap ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.

Acaba hiç kabil midir ki insan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hayır ve aslâ! ”
> (Sözler, Onuncu Söz, Yedinci Hakikat)
>
3. Netice: Enfüsî Bir Ders
Göz penceresinden baktık, hafıza kütüphanesini karıştırdık. Gördük ki:
* Göz: Bize, “Bak ve İbret Al, Sâni’ini tanı” diyor.
* Hafıza: Bize, “Unutma, her şeyin kaydediliyor, hesap gününe hazırlan” diyor.
İnsan, bu cihazlarla donatıldığı için diğer canlılardan ayrılır ve “Emanet”i yüklenen bir halife olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

Gözümüzü yukarı kaldırdığımızda gördüğümüz o parıltılı noktalar, aslında her biri dünyamızdan binlerce kat büyük olan ateş toplarıdır. Akıl, o koca kütlelerin boşlukta nasıl durduğunu düşünürken hayretinden donakalır. Risale-i Nur, yıldızları ve galaksileri; bu kâinat sarayının tezyinatı (süsleri), lambaları ve ilahi kudretin haşmetli şahitleri olarak tasvir eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de Semâvât: Direksiz Duran Tavan

Cenab-ı Hak, o muazzam kütlelerin görünür bir direk olmaksızın nasıl durdurulduğunu nazara verir.
Ra’d Suresi 2. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” (Ra’d, 13/2)
>
2. Bilimsel Nazarla: Cazibe (Kütle Çekim) ve Hız

Modern astronomi ilmi, gök cisimlerinin bu nizamını “Kütle Çekim Kanunu” (Cazibe-i Umumiye) ve “Merkezkaç Kuvveti” ile açıklar.
* Hassas Terazi: Eğer çekim kuvveti (Cazibe) bir parça fazla olsa, yıldızlar birbirine çarpıp kıyameti koparırdı. Eğer merkezkaç kuvveti (dönme hızı) bir parça fazla olsa, hepsi uzaya savrulup dağılırdı.
* Sessiz Sürat: Dünya, saatte yaklaşık 108.000 km hızla dönerken, Güneş sistemi de bütün ailesiyle birlikte galaksi içinde saniyede 220 km hızla yol alır. Bu dehşetli hıza rağmen, ne bir gürültü duyarız ne de sarsıntı hissederiz. Sanki bir beşik gibi sükûnetle gezdiriliyoruz.

3. Risale-i Nur Nazarı: “Kayyum” İsminin Tecellisi

Risale-i Nur, fen bilimlerinin “Çekim Kuvveti” dediği kanunun arkasındaki hakikatin, Cenab-ı Hakk’ın “Kayyum” (Her şeyi varlıkta tutan) isminin bir tecellisi olduğunu isbat eder. “Kanun” dediğimiz şey, tek başına bir güç değildir; Kudretin icraatına verdiği bir isimdir.
Eğer Allah, “Kayyumiyet” tecellisini bir an çekse, o milyarlarca yıldız, tesbih taneleri gibi dağılır ve kâinat yokluğa yuvarlanır.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Yıldızların Konuşması

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Otuz İkinci Söz’de, gökyüzünü bir şehre ve yıldızları da o şehrin elektrik lambalarına benzetir. Sonra o yıldızların lisan-ı haliyle (hal diliyle) insana verdiği dersi şöyle tasvir eder:
> “yıldızlar namına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zatın sanatıyız ve hizmetkârlarıyız ki bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lambaları gibi onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilan eden ışıklı bürhanlarız. Her bir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvi, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.
…….”Sinek kanadından tut tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın.” diye ilan ederler. ”
> (Sözler, Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkif.)
>
5. Tefekkürün Özü: Dehşetten Ünsiyete (Dostluğa)

Normalde insan, bu sonsuz boşluk ve devasa ateş topları karşısında korkmalı ve ürkmelidir. Ancak iman gözlüğüyle bakıldığında; o yıldızlar korkunç birer canavar değil, Rahman olan Rabbimizin sarayını süsleyen munis (dost) birer lamba olur. “Rabbimin mülkü ne kadar geniştir” diyerek insan ferahlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

Zira Kur’an-ı Kerim, yeryüzünü bir beşik, dağları birer direk, denizleri ise içinde hazinelerin saklandığı birer depo olarak tasvir eder. Bu ıslak ve derin âlemde, Rezzâk isminin (rızık veren) en parlak tecellilerini ve suyun kaldırma kuvvetinde gizli olan Rahmet hakikatini görelim.

1. Bilimsel Nazarla: Derinlerdeki Hayat ve Işık

Bilimsel araştırmalar, güneş ışığının ulaşamadığı o karanlık dip denizlerde bile hayat olduğunu isbat etmiştir. Normal şartlarda, fotosentez olmadığı için hayatın olmaması gerekirken, orada bambaşka bir nizam işler.
* Karanlıkta Işık: O zifiri karanlıkta yaşayan bazı balıklar, kendi vücutlarında kimyasal reaksiyonla ışık üretirler (Biyolüminesans). Bu, onlara o karanlıkta hem yol gösterir hem de avlarını cezbeder. Tesadüfün, hiç görmediği bir karanlığa göre “fener” icat etmesi mümkün müdür?
* Basınca Meydan Okuma: Okyanus diplerindeki muazzam basınç altında, çelikten denizaltıların bile ezildiği derinliklerde; jel kıvamındaki nazik balıklar, o basınca dayanacak bir yapıda yaratılmıştır.
* Rengarenk Sanat: Güneşin renginin solduğu derinliklerde, mercanların ve balıkların o harika renkleri ve desenleri, “Beni gören bir Nazar var, bu sanat O’nun içindir” diye lisan-ı hal ile haykırır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Deniz: Rızık ve Süs

Cenab-ı Hak, denizi sadece bir su birikintisi olarak değil, insana hizmet eden bir hazine olarak yaratmıştır.
Nahl Suresi 14. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. Bütün bunlar O’nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl, 16/14)
>
3. Risale-i Nur Nazarı: Acziyet ve Rızık Dengesi

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, rızkın zekâ ve kuvvetle değil, acziyet ve fakr ile geldiğini isbat etmek için balıkları ve tilkileri mukayese eder.
* Kurnaz Tilki: Zekâsına ve gücüne güvenen, rızkının peşinde koşan tilki ve maymun gibi hayvanlar, rızklarını çok zahmetle ve az bulurlar. Sık sık aç kalırlar.
* Aptal Balık: Gücü, kuvveti ve aklı olmayan, yani tam bir acziyet içinde bulunan balıklar ise; rızıkları ayaklarına kadar gelir, zahmetsizce beslenirler. Hatta o kadar bereketlidirler ki, milyonlarca yumurta ile çoğalırlar ve insana da gıda olurlar.
Bu durum gösteriyor ki; rızkı veren Kudret, aciz ve zayıf olanı daha çok himaye etmektedir.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Rızık Kanunu
Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar adlı eserinde bu hakikati, “İktisat Risalesi” bağlamında şöyle tasvir eder:

> “Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkâranesi, mükemmel rızıklarına medar olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.
…….Hem çok âlimlerin ve ediblerin zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların fıtrî, kanaatkârane vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakîlleşir.”
> (Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte)
>
5. Hikmet Penceresi: Kaldırma Kuvveti mi, Rahmet Eli mi?

Fen bilimleri buna “Suyun Kaldırma Kuvveti” ve “Arşimet Prensibi” der. Bu bir tesbittir, doğrudur. Ancak tefekkür ehli için o kuvvet; İlahi Rahmetin suyu istihdam etmesidir.
Eğer suyun o özelliği olmasaydı veya suyun yoğunluğu biraz daha az olsaydı; o devasa gemiler, tonlarca yükle birlikte batıp giderdi. Denizler arası ticaret, ulaşım ve Nahl suresinde geçen “suları yara yara gitme” nimeti olmazdı. Demek ki su, kendi başına bizi kaldırmıyor; onu bir beşik gibi musahhar eden (emre amade kılan) Allah’ın rahmetidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

Bilimsel araştırmaların hayretle incelediği, Kur’an’ın “vahy-i ilahiye” mazhar olduğunu bildirdiği bu küçük mucize hem mimarisiyle, hem kimyasıyla, hem de sosyal hayatıyla tam bir harikadır.

1. Bilimsel Nazarla: Mühendislik ve Kimya Harikası

Biyoloji ve zooloji ilmi, arının o küçücük dimağında (beyninde) dönen muazzam hesaplamaları keşfettikçe hayran kalmaktadır. Bu faaliyetler, kör bir içgüdüyle değil, ancak ilahi bir sevk ile izah edilebilir:
* Altıgen Mucizesi (Geometri): Arılar, peteklerini neden kare veya daire değil de altıgen yapar? Matematiksel isbatlar gösteriyor ki; en az balmumu (malzeme) harcayarak, en fazla balı (ürünü) depolamak için kâinattaki en mükemmel şekil altıgendir. Binlerce arı, farklı noktalardan petek örmeye başlar ve ortada buluştuklarında milimetrik bir hata, bir ek yeri izi dahi olmaz.
* Dans Dili (İletişim): Bir kâşif arı, zengin bir çiçek tarlası bulduğunda kovana döner ve “sallanma dansı” yapar. Bu dansın açısı güneşe göre yönü, titreme süresi ise mesafeyi tam bir isabetle bildirir.
* Kimya Laboratuvarı: Zehirli çiçeklerden topladığı nektarı, kendi vücudundaki laboratuvarda şifalı bir gıdaya dönüştürür. Bu dönüşüm, modern kimyanın taklit edemediği bir sanattır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Arı: “Vahy-i İlahi”
Cenab-ı Hak, diğer hayvanlara “ilham” ettiğini buyururken, arı için doğrudan “vahyetti” tabirini kullanır. Bu, arının vazifesisinin ne kadar hassas ve rabbani olduğunu gösterir.
Nahl Suresi 68-69. Ayetler şöyledir:
> “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz evler edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!’ Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen bir kavim için bunda büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 16/68-69)
>
3. Risale-i Nur Nazarı: Küçücük Bir Fabrika

Bediüzzaman Hazretleri, arının cüssesinin küçüklüğüne inat, vazifesinin büyüklüğünü ve sanatının mükemmelliğini nazara verir. O, arıyı bir “Rabbani Makine” veya “İlahi bir Fabrika” olarak tasvir eder.
Arı, karınca gibi sadece “ben” demez, “biz” der ve ürettiği balı insanlara ikram eder. Bu hâl, onun “Rahman” isminin bir tecellisi olduğunu gösterir.
> “Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder. .”
> (Şualar, Yedinci Şua, İkinci Bab, İkinciHakikat)
>
4. Sinek ve Arı Farkı: Müsbet ve Menfi Hareket

Tefekkürümüzde bir incelik daha var: Sinek ve arı farkı.
* Sinek, pisliğe ve yaraya konar; mikrop taşır (menfi hareket).
* Arı ise, daima temiz çiçeklere, güzel kokulara konar; şifa taşır (müsbet hareket).
Bu da insana bir derstir: Güzel gören güzel düşünür. Mü’min, arı gibi olmalı; her şeyin güzel tarafını (çiçeğini) bulmalı ve oradan bal (hakikat) süzmelidir.

5. Netice: Kanaatin Bereketi
Önceki adımda, karıncanın hırs ile ayaklar altında kaldığını görmüştük. Arı ise kanaat ettiği, başkaları için yaşadığı ve vazifesini “Allah namına” yaptığı için başlar üstünde uçar. İnsanlar ona hizmet eder, kovanını korur. İşte sır buradadır: Kim kendisi için yaşarsa küçülür, kim başkaları ve Allah rızası için yaşarsa büyür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Mucizevi topluluklar, Hayvanat Âlemi.

Tefekkür yolculuğumuzda “Mucizevi topluluklar, Hayvanat Âlemi.

Evvela yerin altındaki o muazzam teşkilatçıları, “Karınca Milletini” hem bilimsel bir nazarla (akıl gözüyle) hem de hikmet nazarıyla (kalp gözüyle) inceleyelim.

1. Bilimsel Nazarla: Yeraltındaki Mühendislik ve Nizam

Modern zooloji ilmi, karıncaların hayat tarzını incelediğinde şoke edici bir “sosyal nizam” ile karşılaşır. Bu küçücik canlılar, tesadüfle açıklanamayacak kadar kompleks bir şuur eseri sergilerler.

* Mükemmel İş Bölümü: Bir karınca kolonisinde kraliçe, işçiler, askerler ve dadılar vardır. Hiçbiri “Ben neden kraliçe değilim?” diye isyan etmez. Vazifesine tam bir sadakatle, adeta bir memur disipliniyle bağlıdır.
* Kimyasal İletişim (Feromonlar): Karıncalar konuşmazlar ama “feromon” denilen kimyasallar salgılayarak muazzam bir iletişim ağı kurarlar. Bir tehlike anında saniyeler içinde bütün koloni haberdar olur. Bu, onların Sâni-i Hakîm tarafından donatılmış hassas antenleri sayesinde gerçekleşir.
* Mimari Deha: Yerin altında, ısı ve nem dengesi milimetrik ayarlanmış, atık odaları, erzak depoları ve kraliçe dairesi ayrı ayrı planlanmış devasa şehirler inşa ederler.

2. Kur’an-ı Kerim’de Karınca: “Neml Sûresi”

Cenab-ı Hak, bu küçük mahlukun ehemmiyetine binaen Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sureye “Neml” (Karınca) ismini vermiştir. Ayette, karıncanın bir “şuur” sahibi olduğu ve koloniyi uyardığı şöyle anlatılır ( Meali):
> “Nihayet Karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler’ dedi.” (Neml, 27/18)
>
Bu ayet, onların başıboş böcekler değil, bir topluluk (ümmet) şuuruna sahip olduklarını isbat eder.

3. Risale-i Nur Nazarı: Hırs ve Kanaat Dengesi

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, karıncaları (zerreler bahsinde olduğu gibi) çok mühim bir ahlaki dersin başrolüne koyar. Karıncalar ile arıları (bir sonraki konumuz) kıyaslayarak, insana “Hırs” ve “Kanaat” dersi verir.
Bilimsel olarak karıncaların kış için ihtiyaçlarından katbekat fazlasını biriktirdikleri bilinir. Risale-i Nur, bu durumu “Hırs” olarak niteler ve neticesini şöyle tasvir eder:
“Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.” (Mektubat.28.mektup.)
*”Evet hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz’î bir ferde kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvari taleb-i rızık ise bilakis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir.

İşte bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane yerlerinde durup hırs göstermediklerinden rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlat besliyorlar. Hayvanat ise hırs ile rızıkları peşinde koştukları için pek çok zahmet ve noksaniyet ile rızıklarını elde edebiliyorlar.

Hem hayvanat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı haliyle tevekkül eden yavruların meşru ve mükemmel ve latîf rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi ve hırs ile rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmet ile kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki: Hırs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.”
> (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, İkinci Mebhas, s. 273)
>
4. “Cumhuriyetçi” Karıncalar
Bediüzzaman Hazretleri ayrıca karıncaların sosyal yapısındaki o eşitlikçi ve yardımlaşma esaslı düzeni latif bir dille anlatır. Kendisine yemeğindeki taneleri toplayan karıncaları öldürmesi söylendiğinde şöyle cevap verir:
“”Bu karınca ve arı milletleri, cumlıuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
(Tarihçe-i Hayat)
>
Buradaki “Cumhuriyetçi” tabiri; karıncaların aralarındaki paylaşımı, vazife bilincini ve bir fert gibi değil, bir şahs-ı manevi (tüzel kişilik/kolektif ruh) ile hareket etmelerini ifade eder.

5. Tefekkürün Özü

Karınca dünyasına baktığımızda şunu görüyoruz:
Allah (c.c.), “Rezzâk” ismiyle onları rızıklandırıyor, “Mülhim” (İlham eden) ismiyle onlara mühendislik öğretiyor. Fakat aynı zamanda insana bir ders veriyor: “Ey insan! Karınca gibi hırslı olup sadece dünya için biriktirme, yoksa manen ezilirsin. Çalışkan ol ama hırs gösterme.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzun en hayret verici ve akılları en çok zorlayan durağı, “Haşir”

Tefekkür yolculuğumuzun en hayret verici ve akılları en çok zorlayan durağı, “Haşir” (öldükten sonra diriliş)

“Zerre” bahsinde gördüğümüz o baş döndürücü hareketliliğin, nihayetinde nasıl bir nizamla tekrar toplanacağını anlamak, imanın en mühim rükünlerinden biridir. İbn-i Sina gibi bir dâhinin “Akıl buna yol bulamaz, bu nakildir (sadece ayetle bilinir), akılla anlaşılmaz” dediği bu meseleyi, Risale-i Nur bir askeri ordu temsiliyle akla yaklaştırır ve “isbat” eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de “İade” (Tekrar Yaratılış)

Cenab-ı Hak, insan aklının “Çürümüş kemikler ve dağılmış zerreler nasıl toplanır?” şeklindeki şüphesine karşı, ilk yaratılışı delil gösterir.
Rum Suresi 27. Ayet şöyledir:
> “O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce ve eşsiz sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Rûm, 30/27)
>
2. Risale-i Nur’un Keşfi: “Boru Sesi” ve “Askeri İntizam”

Risale-i Nur, dağılan zerrelerin toplanmasını, bir ordunun toplanmasına benzetir.
Nasıl ki bir ordu, “İstirahat!” emriyle dağılır; askerler çarşıya, pazara gider ve birbirine karışır. Fakat “Başına geç!” borusu çaldığında, her asker derhal kendi bölüğünü, taburunu bulur ve nizamla dizilir. Çünkü hepsi kayıtlıdır, nizamı bilirler.
Aynen öyle de:
* Vücut Zerreleri: İnsan vücudunun zerreleri de ölümle dağılır; toprağa, suya, havaya karışır.
* İsrafil’in Borusu (Sur): Haşir sabahında Sur borusu çaldığında, o zerreler -ki hepsi Kudretin emrine mutî birer askerdir- Sultan-ı Ezelî’nin emriyle, asli yerlerine koşarlar.
* Kalıp ve Kayıt: İnsanın ruhu ve manevi mahiyeti (Ene), o zerrelerin toplanacağı plan ve kalıp gibidir.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Akla Yaklaştıran Temsil

Bediüzzaman Hazretleri, Onuncu Söz’de (Haşir Risalesi) bu hakikati, akılları tatmin edecek bir vuzuhla şöyle tasvir eder:
“Hem, hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemâl-i intizamla zerrâtı emr-i -1- ile kaydedip yerleştiren ordular icâd eden Zât-ı Zülcelâl, tabur-misâl cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esâsiye ve eczâ-i asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?
Hem, bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icâd ve ifnâsında haşre numune ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenâhı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan, asırlar, günler adedince misâl-i haşir ve Kıyâmetin numunelerini göreceksin. Sonra, bu kadar numune ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib’âd etmekle inkâr etsen, ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın.”(Sözler.10.söz)
“bir zat bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zat bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.
…….Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemal-i intizamla zerratı “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi? ”
> (Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat)
>
4. Hikmet Penceresi: İlk Yaratılış mı Zor, İkincisi mi?

Mantıken, bir şeyi hiç yoktan, modelsiz icat etmek (ilk yaratılış), var olan ve dağılmış parçaları tekrar toplamaktan (ikinci yaratılış) daha zordur. Gözümüzün önünde her bahar mevsiminde, milyarlarca bitki ve hayvanın, köklerinden ve tohumlarından diriltildiğini (Haşr-i Baharî) görüyoruz.
* Bahar Haşri: Kışın ölen yeryüzü, baharda “Bâ’sü ba’de’l-mevt” (öldükten sonra diriliş) hakikatini haykırır.
* Hafîziyet (Koruyuculuk): Bir incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını saklayan (Hafîz) Allah, insanın amellerini ve zerrelerini de öyle muhafaza eder.

5. Netice
“Zerre”nin başıboş gezmediğini, “Ene”nin de bir anahtar olduğunu anlamıştık. Şimdi anladık ki; o zerreler, “Haşir” meydanında büyük bir mahkemenin kurulması ve insanın hesabını vermesi için tekrar o anahtar (Ene/Ruh) etrafında toplanacaktır. Bu, ilahi adalet ve hikmetin zaruri bir neticesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda ‘Ene’

Tefekkür yolculuğumuzda ‘Ene’

“Âfâk”tan (dış âlemden) nazarlarımızı çevirip, hakikatin en mühim tılsımı olan “Enfüs”e (iç âleme), yani “Ene” (Benlik) hakikatine odaklanalım.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler mecmuasında yer alan “Otuzuncu Söz”, bu konuyu izah eden şaheser bir metindir. Bediüzzaman Hazretleri, “Ene”yi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının gizli hazinelerini açan bir miftah (anahtar) olarak tasvir eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de “Emanet” Sırrı

“Ene”nin mahiyetini anlamak için evvela onun Kur’an’daki yerine, “Emanet” kavramına bakmak icap eder.
Ahzab Suresi 72. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72)
>
Risale-i Nur’un tefsirine göre, göklerin ve dağların yüklenmekten çekindiği o “emanet”in bir veçhi de “Ene”, yani insandaki benlik şuurudur.

2. Ene’nin Mahiyeti: Vahid-i Kiyasî (Ölçü Birimi)

Allah’ın sıfatları (İlim, Kudret, İrade vb.) mutlak, sınırsız ve muhit (kuşatıcı) olduğu için, insan aklı bunları doğrudan idrak edemez. Sınırsız olanın bir ucu yoktur ki kavranabilsin.
İşte bu noktada “Ene” devreye girer. Cenab-ı Hak, insana cüz’i bir ilim, cüz’i bir kudret ve cüz’i bir mülkiyet vererek farazi bir sınır çizmiştir. İnsan, bu sınırlar dahilinde kendi mahiyetine bakar ve şöyle der:
* “Ben bu evi yaptım ve sahibiyim; Allah da şu kâinat sarayını yapmıştır ve sahibidir.”
* “Ben cüz’i ilmimle şu kadarını biliyorum; O ise külli ilmiyle her şeyi bilir.”
Böylece “Ene”, mutlak hakikatleri anlamak için kullanılan bir vahid-i kıyasî (kıyas birimi) ve bir dürbün vazifesi görür. Kendinde var olan numunelerle, İlahi sıfatların aslını tasdik eder.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Tılsımın Anahtarı

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “Ene”nin bu hassas vazifesini ve mahiyetini Otuzuncu Söz’de şöyle izah eder:
> “BÖYLE bir anahtarın, âlem-i insaniyetin eline verilmesinin sırrı şudur ki:
> “Mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Mesela, zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse o vakit bilinir.
İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur.” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. ”
> (Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.)
>
4. Felsefe ve Nübüvvet Nazarında “Ene”
Bu noktada tefekkürümüz iki yola ayrılır:
* Nübüvvet Yolu (Mana-yı Harfi): Ene, kendisinin bir gölge, bir ayna ve bir ölçü birimi olduğunu bilir. “Benim varlığım kendimden değildir, Malik-i Hakiki O’dur” der. Bu şuurla hareket edince, “Ene” incelir, şeffaflaşır ve içinden Hakk’ın nuru görünür. Bu yol, insanı fazilet ve kemâlâta götürür.
* Hikmet-i Tabiiye / Felsefe Yolu (Mana-yı İsmi): Eğer “Ene”, gafletle kendisine bakıp, varlığını kendinden zannederse; “Ben kendimin malikiyim” derse, o zaman enaniyet (egoizm) kalınlaşır. İlahî hakikatleri yansıtmak yerine, onları örten bir perde olur. Bu hal, insanın derûnî dünyasında firavunlaşmaya giden kapıyı açar.

5. Netice: Ene’den Hüve’ye Geçiş

Tefekkür yolculuğumuzun bu durağında anlıyoruz ki; “Ene”, nihai bir gaye değil, bir vasıtadır. Gaye, “Ben” (Ene) diyerek başlamak, fakat o benliği aradan çıkarıp “O” (Hüve) diyerek hakikati teslim etmektir.
Enfüsî dairedeki bu tefekkür, bizi kâinattaki (Âfâkî) delillerle birleştirdiğinde, imanımız “taklidî” olmaktan çıkıp “tahkikî” bir seviyeye yükselir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Zerre

Zerre

Nasıl ki “Ene”, insanın manevi mahiyetinin anahtarıdır; “Zerre” de kâinatın maddi yapısının ve yaratılışındaki faaliyetin en mühim anahtarıdır. Bediüzzaman Hazretleri, Otuzuncu Söz’ün “İkinci Maksat”ında bu konuyu; maddeci felsefenin “tesadüf” zannettiği hareketliliğin, aslında ilahi bir kalem ve bir dokuma olduğunu isbat eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de “Zerre” Hakikati
Cenab-ı Hak, ilminin ve kudretinin her yere nüfuz ettiğini, en küçük yapı taşı olan zerreye dahi hakim olduğunu Kur’an’da şöyle beyan eder.
Sebe Suresi 3. Ayet şöyledir:
> “…Rabbimden göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey bile gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (Sebe, 34/3)
>
Bu ayet, maddenin en küçük parçasının dahi başıboş olmadığını, “Levh-i Mahfuz” denilen ilahi kader defterinde kayıtlı bir memur olduğunu gösterir.

2. Zerre’nin Hareketi: Tesadüf mü, Tahavvülât mı?

Maddeci düşünce (Hikmet-i Tabiiye), atomların hareketini anlamsız bir kaos veya kör bir tesadüf olarak görür. Risale-i Nur ise bu hareketi “Tahavvülât-ı Zerrat” (Zerrelerin Dönüşümü/Hareketi) olarak tanımlar ve hikmetini şöyle açıklar:
* İlahi Kalem Uçları: Zerreler, Kudret kaleminin uçlarıdır. Kâinat kitabını yazmak için sürekli hareket halindedirler.
* Dokuma Mekikleri: Her bir zerre, sanatlı bir kumaşın dokunmasında işleyen bir mekik gibidir.
* Talim ve Terbiye: Cansız (camid) zerreler, hayat mertebesine çıkmak, nurlanmak ve şereflenmek için bir seyahattedirler. Topraktan bitkiye, bitkiden hayvana, oradan insana geçen bir zerre, adeta rütbe alır.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Zerrelerin Vazifesi

Bediüzzaman Hazretleri, zerrelerin bu baş döndürücü hareketinin hikmetini muazzam bir tasvir ile şöyle anlatır:
> “her bir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse işlenilmez, işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor.
…….Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.
……..
Sâni’-i Hakîm, anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki harekât-ı zerrat hikmetsiz değil belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturuluyor.
……Madem Sâni’-i Hakîm, her şey için o şeye münasip bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’y edip gitmek için bir istidat vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatte muazzam bir kanun-u rububiyetin ucu görünüyor. “> (Sözler, Otuzuncu Söz, İkinci Maksat.)
>
4. Tefekkürün Özü: İki Anahtarın Birleşimi
Önceki adımda incelediğimiz “Ene” ile şimdi incelediğimiz “Zerre” şöyle birleşir:
* Ene (Benlik): İnsana, “Ben kimim? Sahibim kim?” sorusunu sordurur ve Rabbini tanıtır.
* Zerre (Atom): “Ben başıboş değilim, bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle hareket eden bir memurum” diyerek kâinatın sahibini gösterir.
Ene, ilahi sıfatların anlaşılması için bir mikyas (ölçü), Zerre ise ilahi kudretin faaliyetini gösteren bir aynadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğu – Kâinatı ve İnsanı anlama.

Tefekkür yolculuğu – Kâinatı ve İnsanı anlama.

Bu yeni ufukta, Âfâk (dış âlem) ve Enfüs (iç âlem) dengesi üzerine bina edilen tefekkür ile ilgili Âyet-i Kerime, Kur’an-ı Kerim’in muhtevasındaki hakikatin, hem dış dünyada (kâinat) hem de insanın derûnî dünyasında (vicdan/ene) tasdik edildiğini beyan eder.

1. Âyet-i Kerime’nin Meali
Fussilet Suresi 53. Ayet şöyledir:
> “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki) uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)
>
2. Âfâkî Tefekkür: Kâinatın Şehadeti (Dış Dünya)

Âfâk; ufuklar, dış dünya ve bizden hariç olan kâinatın tamamıdır. Bu dairede tefekkür, cihan şümul bir nazarla, kâinat kitabını okumayı gerektirir.
* Külli Nazar: Âfâkî tefekkürde, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri külli (bütüncül) olarak görünür. Bir çiçekte cemal isminin nakşını gören insan, bahar mevsimindeki bütün çiçeklerde o ismin ihtişamlı tecellisini müşahede eder.
* Tabiatın Dili: Tabiat dediğimiz bu muazzam sanat eseri, tesadüf ve karmaşadan uzak, tam bir nizam içindedir. Her bir mevcudat, Hâlık’ının varlığına ve birliğine bir isbat ve burhandır.
* Büyük İnsan (İnsan-ı Ekber): İslâm düşünce geleneğinde kâinat, “Büyük İnsan” olarak tavsif edilir. Zira kâinatta dağınık halde bulunan bütün hakikatler, insanda toplanmıştır.

3. Enfüsî Tefekkür: Nefsin Şehadeti (İç Âlem)

Enfüs; insanın nefsi, derûnî dünyası, mahiyeti ve manevi cephesidir. Bu dairedeki tefekkür, insanın kendi varlığı üzerinden Rabbini tanımasıdır.
* Ene ve Enaniyetin Sırrı: İnsandaki “Ene” (benlik), Cenab-ı Hakk’ın mutlak sıfatlarını anlamak için verilmiş bir vahid-i kıyasîdir (kıyas birimi). İnsan, kendi cüz’i ilmiyle Allah’ın külli ilmini, kendi cüz’i kudretiyle O’nun mutlak kudretini idrak eder.
* Küçük Âlem (Âlem-i Asgar): İnsan, kâinatın bir misal-i musağğarıdır (küçültülmüş örneği). Kâinatta ne varsa, numunesi insanda mevcuttur.
* Vicdanın Sesi: İnsanın derûnî yapısında, yalan söylemeyen bir vicdan vardır. Bu vicdan, daima bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacı haykırır ve hakikati arar.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Hakikatin İki Yüzü

Bediüzzaman Hazretleri, bu iki tefekkür metodunun (Enfüs ve Âfâk) birbirini nasıl tamamlaması gerektiğini, insanın mahiyetindeki “Ene”nin (Benlik) anahtar rolü üzerinden şöyle tasvir eder:
> “İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs’atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanın bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasıyla şuurca alâkadar olduğundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan nev’i gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi neviler sırasına geçer.”
“Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın nevilerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevam ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde caridir.” Mesnevi-i Nuriye.
>
5. Netice ve Tefekkürün Meyvesi

Bu yolculukta “Enfüs” ve “Âfâk” birbirine zıt değil, bilakis birbirini tamamlayan iki tasvir alanıdır. Kur’an-ı Kerim, bu âyetiyle bizleri:
* Dış dünyadaki (Âfâk) ilahi sanatları ibretle temaşa etmeye,
* İç dünyamıza (Enfüs) dönüp, acizliğimizi ve Rabbimize olan ihtiyacımızı idrak etmeye,
* Neticede, her iki dairede de parlayan “Tevhid” nurunu görmeye davet eder.
Dışarıda (Zahirde) gördüğümüz nizam, içeride (Dahilde) hissettiğimiz manayla birleşince iman, “tahkiki” bir mertebeye ulaşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




SON DERS VE VASİYET: VEDA DEĞİL, DEVAM EMRİ

SON DERS VE VASİYET: VEDA DEĞİL, DEVAM EMRİ

Bediüzzaman Hazretleri, 1960 yılının Mart ayında, ağır hastalığına rağmen yanındaki talebelerine “Beni Urfa’ya götürün” demiştir. Urfa’ya vardığında, vefatından birkaç gün önce, talebelerine son bir ders vermiş ve bu dersi kaleme aldırmıştır. Bu ders, Risale-i Nur hizmetinin kıyamete kadar sürecek olan “Hareket Metodu”nu belirler.

1. Son Dersin Özü: Müsbet Hareket ve Asayiş

Üstad’ın son nefesinde dahi üzerinde titrediği en büyük mesele **”Müsbet Hareket”**tir. O güne kadar kendisine yapılan onca zulme, işkenceye ve zehirlemeye rağmen; talebelerine intikamı, sokağa dökülmeyi veya devlete isyan etmeyi değil; sabrı, asayişi ve sadece iman hizmetini vasiyet etmiştir.
Son Ders’te geçen şu ifadeler, bu hareketin manifestosudur:
> “Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası-II, RNK Neşriyat).
>
Bediüzzaman, “Dahilde (ülke içinde) kılıç çekilmez” düsturunu yerleştirerek, anarşiye ve teröre set çekmiştir. Cihadın; kılıçla değil, “Sözler”le, yani ilimle ve ikna ile yapılacağını (Manevi Cihad) göstermiştir.

2. Gizli Kabir Vasiyeti: Şahsı Değil, Kitabı Sevmek

Tarihte birçok büyük zatın kabri türbe haline getirilmiş, insanlar zamanla o zatın “fikrinden” ziyade “şahsına” bağlanmış, hatta bazen tevhid inancını zedeleyecek derecede kabirperestlik oluşmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca “teveccüh-ü nas”tan (insanların ilgisinden) kaçtığı gibi, vefatından sonra da şahsının putlaştırılmasını engellemek için kabrinin gizli kalmasını vasiyet etmiştir.
Vasiyetinde şöyle der:
> “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruha gelir. Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum.”
>
Nitekim kader-i İlahi bu vasiyeti infaz etmiş; 1960 ihtilalinden sonra kabri meçhul bir yere nakledilmiştir. Bugün Said Nursi’nin belirli bir mezarı yoktur; fakat Risale-i Nur külliyatı her evde, her kalpte yaşamaktadır. Bu durum, insanların “Fani Said”e değil, “Baki Kur’an Hakikatlerine” bağlanmasını sağlamıştır.

3. Genel Değerlendirme: Çizdiğimiz Harita

Bu tefekkür serisi boyunca, Risale-i Nur Külliyatı üzerinden muazzam bir harita çıkardık. Geriye dönüp baktığımızda şu manzarayı görüyoruz:
* Ontolojik Temel (Varlık): Ene ve Zerre, Tabiat Risalesi, Hüve Nüktesi ile maddenin ve benliğin hakikatini, tesadüfün imkânsızlığını ve Allah’ın varlığını isbat ettik.
* Teolojik Zirve (İman): Haşir, Mirac, Kader, Esma-i Hüsna ile imanın en derin meselelerini akıl ve kalp dengesinde çözdük.
* Sosyolojik Reçete (Toplum): Uhuvvet, Hutbe-i Şamiye, Münazarat ile İslam birliğinin, kardeşliğin ve meşrutiyetin (hürriyetin) formüllerini inceledik.
* Psikolojik Destek (İnsan): Gençlik, İhtiyarlık, Hastalar, Meyve Risalesi ile hayatın her evresine ve her haline özel teselliler bulduk.
* Metodolojik Kılavuz (Yol): Muhakemat, Lahikalar, Sikke-i Tasdik ile Kur’an’ı anlama usulünü ve iman hizmetinin prensiplerini öğrendik.

Netice: Sözler Sizin Malınızdır
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, eserlerinin son sözünü okuyucusuna bırakır ve onları bu davanın “sahibi” ilan eder.
> “Sözler (Risale-i Nur), şahsi malım değildir. Kur’an’ın malıdır, Kur’an’ın denizinden tevellüd etmiştir… Sizler de bu Nurlara sahip çıkınız.”
>
Bizim bu çalışmamız; bir okyanustan alınan bir bardak su misalindedir. Asıl kaynak, o eserlerin kendisidir ve her okuyuşta yeni manalar açılmaya devam edecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 




RUH VE BEDEN DENGESİ

RUH VE BEDEN DENGESİ

Bu, mahlukatın en câmi (kapsamlı) numunesi olan insanın aslı ve fıtratını (yapısını) teşkil eden gayet mühim bir husustur. Ruh ve beden, birbirine hem muhtaç hem de bazen zıt görünen, fakat küllî bir hikmetle bir araya getirilmiş iki ayrı hakikattir.

Bu izahı, sırasına göre ve hikmet zaviyesinden ele alalım:

1. Bedenin Ruha Katkıları

Beden, ruhun bu şehadet âlemindeki (görünen dünyadaki) hanesi, bineği ve aletidir. Ruh, manevî ve “emrî” (emirden gelen, soyut) bir hakikat olduğundan, maddî âlemle doğrudan temas edemez. Bedenin ruha sağladığı en mühim katkı, faaliyet sahası sunmaktır.
* Tecrübe ve İlim Vasıtası: Beden, ruhun “havâss-ı hamse” (beş duyu) dediğimiz pencereleridir. Ruh; göz ile nazar eder (bakar), kulak ile işitir, dil ile tadar. Bu faaliyetler neticesinde maddî âlemden malumat toplar. Bu malumat, ruhun marifet (Allah’ı tanıma) ve tefekkür (düşünce) faaliyetinin hammaddesidir.
* Fiilî İbadet Mahalli: Ruhun derûnî (iç) ibadetleri (tefekkür, muhabbet gibi) olsa da, secde etmek, oruç tutmak gibi fiilî ubudiyet (kulluk) ancak beden ile mümkündür.
Beden, ruhun niyetini fiiliyata döken bir âlettir.
* Esmâ’ya Aynadarlık: Beden, Cenab-ı Hakk’ın Musavvir (Şekil veren), Sâni (Sanatkâr), Rezzak (Rızık veren) ve Şâfî (Şifa veren) gibi isimlerinin tecelligâhıdır. Ruh, bizzat kendi bedeninin harika sanatına, nizamına ve idaresine bakarak Rabbini tanır.
Lehinde (Yararı): Beden, ruhun ebedî hayatını kazanması için lüzumlu olan “kesb” (kazanım) ve faaliyeti icra etme imkânı sunar. Ahiretin tarlasıdır.
Aleyhinde (Zararı): Beden, aynı zamanda kayıtlayıcıdır. Topraktan yaratıldığı için ihtiyaçları (yemek, uyku, şehvet) vardır. Ruh, bedenin bu zahirî (dış) ve nefsanî arzularına tâbi olursa, ulvî (yüce) faaliyetinden düşer. Beden, ruha bir “hicap” (perde) veya “zindan” olabilir.

2. Ruhun Bedene Katkıları

Ruh, Cenab-ı Hakk’ın “emir âleminden” gelen bir “latîfe-i Rabbaniye” (İlahî, latif bir hakikat) olup, bedene hayat veren asıldır.
* Hayat ve Şuur: Beden, ruh olmadan bir et ve kemik yığınından ibarettir, “cemed” (cansız) hükmündedir. Bedene hayatı, şuuru, idraki ve hissetmeyi veren ruhtur. Bedenin bütün azaları, ruhun emriyle faaliyet gösterir.
* Kıymet ve Mana: Bir avuç toprağı “ahsen-i takvim” (en güzel suret) mertebesine çıkaran, ona kıymet ve mana kazandıran, ruhtur. Ruh, bedeni basit bir maddî yapı olmaktan çıkarıp, kâinatın manasını anlayan ve tefsir eden bir muhatap haline getirir.
* İrade ve Hareket: Bedeni sevk ve idare eden “sultan” ruhtur. İrade, karar, düşünce ruha aittir; beden bu kararları icra eden “hizmetkârdır”.
Lehinde (Yararı): Ruh, bedeni “canlı” kılar, onu âlemle alakadar eder ve ona en yüksek payeyi verir.
Aleyhinde (Zararı): Ruhun yüksek hassasiyetleri, bedene de tesir eder. Mesela, derûnî bir korku, kaygı veya hüzün (ruhun halleri), bedenin de rahatsızlanmasına (psikosomatik hastalıklar) sebep olabilir. Hayvanlarda bulunmayan endişe-i istikbal (gelecek kaygısı) gibi derûnî acılar, ruh vasıtasıyla bedene de tesir eder.

3. Terakki, Acı ve Tatlı Mertebeleri

Ruh ve bedenin bu birlikteliği, bir imtihan ve terakki (yükseliş) vesilesidir. Bu terakki, acı ve tatlı (haz) tecrübeleriyle gerçekleşir.
Acı ve Mertebe:
* Bedenin çektiği zahirî acılar (hastalık, açlık, yorgunluk), ruha mühim dersler verir. Bu acılar ruha aczini (güçsüzlüğünü) ve fakrını (ne kadar muhtaç olduğunu) hissettirir.
* Aczi ve fakrını anlayan ruh, gurur ve enaniyeti (benliği) bırakıp, hakiki teselli makamı olan tevekküle ve duaya yönelir. Böylece ruh, bu bedeni acılarla terakki eder, manen temizlenir.
* Zahirî hastalıklar, ruhun derûnî hastalıklarına (manevî kirlerine) bir nevi kefaret ve şifa olur. Beden acı çekerken, ruh sabır ve rıza makamlarında yükselir.

Tatlı (Haz) ve Mertebe:

* Bedenin hissettiği zahirî lezzetler (lezzetli bir yemek, güzel bir manzara), aslen ruha aittir. Ruh, bu lezzetler vasıtasıyla, o nimeti yaratan Mün’im-i Hakiki’ye (Nimetin Gerçek Sahibine) intikal etmelidir.
* Eğer ruh, bu lezzeti şükür ve tefekkür için bir vesile yaparsa, o basit bedensel haz, ruh için bir marifet dersine dönüşür ve ruh terakki eder.
* Aleyhte olan cihet şudur: Eğer ruh, bu zahirî ve fani lezzetlere takılır kalırsa, bedenin esiri olur. Lezzetleri “nefis” hesabına alırsa, bu durum ruhun tedennî etmesine (alçalmasına), ulvî faaliyetlerini unutmasına sebep olur.
Kısacası, beden bir imtihan aletidir. Ruh, bu aleti hayra (şükür, sabır, ibadet) kullanırsa mertebesi yükselir; şerre (isyan, gaflet, nefsanîlik) kullanırsa mertebesi düşer.

4. Hikmet ve İbret Cihetleri

Bu birlikteliğin hikmeti (yaratılış gayesi) ve bize verdiği ibret (ders) ise şudur:
Hikmet Ciheti
Cenab-ı Hak, kâinatı maddî (mülk âlemi) ve manevî (melekût âlemi) olarak iki cihette yaratmıştır. Bu iki âlemi de anlayabilen, her ikisinden de ders alabilen câmi bir nüsha yaratmak murad etmiştir.
* İnsanın Câmiyeti (Kapsayıcılığı): İnsan, bedeniyle maddî âlemin bir hulâsası (özeti), ruhuyla da manevî âlemin bir fihristidir. Bu ikisinin birleşmesiyle insan, kâinatın “küçük bir modeli” ve “halifesi” olma şerefini kazanmıştır.
* İmtihanın Aslı: Hikmet, bu iki zıt unsurun (maddî beden ve manevî ruh) mücadelesidir. Ruh, bedenin arzularına esir mi olacak, yoksa ruh bedeni ulvî gayelere mi yönlendirecek? İmtihanın aslı budur.
* Marifetullah (Allah’ı Tanıma): En büyük hikmet, marifettir. Ruh, hem kendi bedenindeki harika sanata (zahire) hem de kendi fıtratındaki sonsuz acz ve fakra (derûna) bakarak, sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan Yaratıcısını bulmak ve tanımak için bu bedene yerleştirilmiştir.
İbret Ciheti
Bu birliktelikten alacağımız en mühim ders (ibret) şudur:
* Bedenin Fâniliği, Ruhun Bâkiliği: Bedenin hastalanması, zayıflaması, yorulması ve nihayetinde ölmesi; ruhumuza, bu bedenin fani (geçici) bir “han” olduğunu, asıl ebedî olanın kendisi olduğunu ihtar eder. Bedenin zevali (yok oluşu), ruha Bâki olanı araması için bir tenbihtir (uyarıdır).
* Aslolanın Ruh Olması: Beden ne kadar süslense veya kuvvetlense de, ruh olmadığında bir kıymeti yoktur. İbret şudur ki, kıymet ve şeref, maddede değil manadadır. İnsanın aslı “ruh”tur; beden ise o ruha verilmiş bir “libas” (elbise) veya “hizmetkâr”dır.
* Hizmetin Neticesi: Bu dünyada ruhuna hizmetkârlık eden, onun ibadetlerine ve terakkisine alet olan beden, o hizmetinin mükâfatı olarak ahirette ruha münasip, ebedîliğe layık bir surette yeniden yaratılacaktır. İbret odur ki, fani olan, Bâki’ye hizmet ettiği nisbette bekaya (ebedîliğe) mazhar olur.

✧✧

Ruh ve beden arasındaki o hassas dengeye “nefs”in dâhil olması, meselenin tam da esası ve imtihanın merkezidir.
Nefs, beden ve ruh izahımızda, her ikisiyle de doğrudan alakadar olan, fakat mahiyeti farklı bir kuvvettir.

Nefsin Mahiyeti ve Dengedeki Yeri

Eğer ruh “emir âleminden” gelen ulvî (yüce) bir sultan ise ve beden o sultanın bu dünyadaki “maddî hanesi ve aletleri” ise, nefs o hanenin içinde yaşayan ve bedenin ihtiyaçlarını (yemek, içmek, uyumak, cinsellik gibi) kendi hesabına talep eden, enaniyete (benliğe) dayalı bir kuvvettir.
O, bedenin zahirî (dış) ihtiyaçlarını ve arzularını asıl gaye zanneder. Ruhun ulvî gayelerinin (marifet, muhabbet, ebedî saadet gibi) zıddına, fani ve dünyevî lezzetlerin peşindedir.

Ruh-Beden Dengesindeki Faaliyeti

Ruh ve beden arasındaki alaka, “nefs” vasıtasıyla bir mücadele alanına döner.

1. Bedeni Alet Olarak Kullanması (Leh ve Aleyhte):
* Aleyhte Cihet (Tedennî / Alçalma): Nefs, bedeni kendi arzuları için bir “binek” olarak kullanır. Gözü, harama bakmak için; dili, gıybet ve malayani (boş söz) için; mideyi, sadece lezzet için (şükür için değil) kullanmaya sevk eder. Bu durumda beden, ruhun ulvî faaliyetlerine değil, nefsin süflî (alçak) arzularına hizmetkâr olur. Bedenin “tatlı” bulduğu hazlar, ruh için “zehir” olur ve onu tedennî ettirir.
* Lehte Cihet (Tezkiye / Temizlenme): Eğer ruh, aklın ve kalbin yardımıyla nefsi terbiye ederse (buna “tezkiye-i nefs” denir), o vakit nefsin şiddetli talepleri, terakkinin (yükselişin) en mühim vasıtası olur.

2. Acı ve Tatlının Mertebesini Değiştirmesi:
Nefs, acıdan kaçar ve tatlıya (haz, lezzet) koşar.
* Tatlı (Lezzet): Ruh, bir nimetteki lezzeti şükür için ister; nefs ise sadece zevk için ister. Eğer ruh galip gelirse, o bedensel lezzet “tatlı” bir şükür olur, ruhu yükseltir. Eğer nefs galip gelirse, o lezzet “acı” bir gaflete dönüşür, ruhu esir eder.
* Acı (Meşakkat): Ruh, ibadetin meşakkatine (zahmetine) sabreder; nefs ise bu “acıdan” kaçmak ister. Ruh, hastalığın “acısına” sabreder; nefs ise feryat edip isyana sürükler. Eğer ruh galip gelirse, o “acı” tecrübe, sabır vasıtasıyla ruha “tatlı” bir manevî mertebe kazandırır.
Terakki ve Mücadele (İmtihanın Aslı)
İnsanın terakkisi, yani manevî yükselişi, ruhun nefse karşı verdiği bu mücadeleye bağlıdır.
* Meleklerin nefsi olmadığı için mertebeleri sabittir; mücadeleleri yoktur.
* Hayvanların ruhu ulvî gayeler için değil, sadece bedeni idare etmek için olduğundan ve nefisleri akılla terbiye edilmediğinden, onların da imtihanı ve terakkisi yoktur.
* İnsan ise, hem melek gibi ulvî bir ruha hem de hayvanî arzuları talep eden bir nefse sahiptir.
İmtihan şudur: Ruh mu nefsi terbiye edip bedeni hayra kullanacak, yoksa nefs mi ruhu esir alıp bedeni şerre alet edecek?
Bu mücadele sayesinde insan, “esfel-i sâfilîn” (aşağıların en aşağısı) mertebesinden “âlâ-yı illiyyîn” (yücelerin en yücesi) mertebesine çıkabilecek bir potansiyele sahip kılınmıştır. Nefs, bu terakkinin dinamosu ve yakıtıdır. Ona karşı kazanılan her muvaffakiyet, ruhu bir mertebe yükseltir.

Hikmet ve İbret Cihetleri

Cenab-ı Hakk’ın insana böyle cidal (mücadele) edici bir nefs vermesinin hikmet ve ibretleri vardır:
Hikmet Ciheti:
* Nefsin varlığı, “faziletlerin” (erdemlerin) ortaya çıkması için zaruridir.
* Eğer nefsin şehvet talebi olmasaydı, “iffet” denilen ulvî ahlakın bir manası kalmazdı.
* Eğer nefsin hiddet ve gazap kuvveti olmasaydı, “şecaat” (cesaret) veya “hilm” (yumuşak huyluluk) gibi faziletler tezahür etmezdi.
* Eğer nefsin tembellik arzusu olmasaydı, “ibadetteki sebat” bir kıymet ifade etmezdi.
* Demek ki hikmeti, insandaki sonsuz terakki kabiliyetlerini fiiliyata çıkarmak ve Esma-i İlahiyenin zıt cilvelerini (Celal ve Cemal gibi) tek bir fıtratta göstermektir.
İbret Ciheti:
* İnsanın alacağı en mühim ibret, en büyük düşmanının dışarıda değil, kendi içinde (derûnunda) olduğudur.
* Nefs, insana daima kendi acziyetini ve Rabbine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Zira insan, tek başına nefsiyle başa çıkamaz; daima Allah’a sığınmak (istiaze) zorundadır.
* İbret şudur ki, bu dünyadaki en büyük cihad (mücadele), insanın kendi nefsiyle olan cihadıdır. Bu cihadı kazanan, ebedî saadeti kazanır; kaybeden ise hem bedenine hem ruhuna zulmetmiş olur.
Hulasaten nefs; ruhu, bedenin fani lezzetlerine çeken bir kuvvet; aynı zamanda ruhun, terbiye ederek üzerine basıp yükselebileceği bir basamaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




ESMA’NIN FARKLI YANSIMALARI

ESMA’NIN FARKLI YANSIMALARI

“ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazen âsâra muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazen esmayı, kemalât-ı İlahiyenin unvanları olduğu cihetle sever. Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever.

Mesela, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlukata karşı, âcizane istimdad ihtiyacını hissettiğin halde; biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse o zatın in’am edici unvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zatı, o unvan ile seversin. Öyle de yalnız Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve cennette enva-ı lezaiz ile ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mesud ettiği cihette o Rahman ismi ve Rahîm unvanı, ne kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى رَحٖيمِيَّتِهٖ

yerindedir anlarsın.

Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat, senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zatın Hakîm ismine ve Mürebbi unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın.

Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zatın Vâris, Bâis isimlerine, Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.

İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan binler enva-ı hâcat ile bin bir esma-i İlahiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi –çünkü o esma Zat-ı Zülcelal’in unvanları ve cilveleri olduğundan– muhabbet-i zatiyeye döner.

Şimdi yalnız numune olarak bin bir esmadan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki Rahmanu’r-Rahîm ve Hak ismini a’zamî bir dairede görmek istersen şu temsile bak: Nasıl ki bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki her bir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silahları ayrı ve mizacına deva olacak ilaçları ayrı oldukları halde; bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı takım, bölük tefrik edilmeyerek belki birbirine karışık olduğu halde onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu’cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz bir tek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilaç ve silahlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü bir taburda on milletten efrad bulunsa onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.

İşte öyle de Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmanu’r-Rahîm’in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, her birinin libası ayrı, erzakı ayrı, silahı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kādir-i külli şey’den başka, bu sanata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir? “(Sözler.32. Söz.)

✧✧

Varlık ile Yaratıcı arasındaki en mühim rabıtanın, yani muhabbetin, nasıl Esma-i İlahiye (Allah’ın İsimleri) üzerinden tezahür ettiğini ve insanın bu tecelliler karşısındaki hususi vaziyetini tasvir etmektedir.

1. Allah’ın Esması (İlahi İsimler)

Esma-i İlahiye, Cenab-ı Hakk’ın Kemalât-ı İlahiyesinin (İlahi mükemmelliklerinin) unvanlarıdır. Onlar, Zat-ı Zülcelal’in (Yüce Zat’ın) sonsuz sıfatlarını ve faaliyetlerini bize tanıtan başlıklar hükmündedir.
İnsan, metinde “câmiiyet-i mahiyet” (mahiyetinin/yapısının toplayıcılığı, kapsamlılığı) olarak ifade edilen bir fıtrata sahiptir. Bu kapsamlı yapı, “hadsiz ihtiyacat” (sınırsız ihtiyaçlar) doğurur. İnsan, fıtraten (doğuştan) bu “binler enva-ı hâcat” (binlerce çeşit ihtiyaç) ile “bin bir esma-i İlahiyeye” muhtaçtır.
Metnin vurguladığı nokta şudur: Bizim Esma’ya olan muhabbetimizin aslı, onlara olan fıtrî ihtiyacımızdır. Bu ihtiyaç “muzaaf” (katlanmış) oldukça “iştiyak” (şiddetli arzu), iştiyak katlandıkça “muhabbet” (sevgi) ve muhabbet katlandıkça “aşk” haline gelir.

2. Esmanın Farklı Tecellisi (İsimlerin Farklı Görünümleri)

Tecelli, bir ismin kâinatta görünür hale gelmesi, faaliyete geçmesidir. Metin, bu tecellilerin tek bir tarzda olmadığını, farklı “mertebeleri” ve “tabakatı” (katmanları) olduğunu belirtir.
En mühim nokta, Esma’nın genellikle birlikte ve birbiri içinde tecelli etmesidir. Metnin sonundaki temsilde (orduda ve bahar mevsiminde) bu durum çok net izah edilir:
* Tecelli, “adl ve hikmet içinde” gerçekleşir.
* “İsm-i Hak ve Rahmanu’r-Rahîm’in cilvesi” birlikte görünür.
* “Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm unvanları” hep beraber seyredilir.
Bu, şu demektir: Kâinattaki bir fiilde sadece Adl (Adalet) ismi değil, o adaletin içinde Hakîm (Hikmetle yapan), Rahman (Merhamet eden) ve Rezzak (Rızık veren) isimleri de iç içe tecelli eder. Bir çiçeğin yaratılışında hem Musavvir (Şekil veren) hem Müzeyyin (Süsleyen) hem Latîf (Güzel yapan) isimleri birlikte faaliyet gösterir.

3. Tecellinin Eşyada Makes Bulması (Görünümün Varlıklarda Yansıması)

Eşya (varlıklar, yaratılmış her şey), Esma’nın tecellileri için bir “makes” yani yansıma mahallidir. Metin, buna “âsâr” (eserler) der. Muhabbetin ilk tabakası, “âsâra muhabbet suretiyle esmayı sevmektir.”
Metindeki bahar mevsimi temsili, eşyanın bu yansımayı nasıl gösterdiğini harika bir şekilde tasvir eder:
* Eşya: “Zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat (bitkiler) ve hayvanat ordusu.”
* Makes (Yansıma): Bu eşyanın (tüm canlı türlerinin) “birbiri içinde oldukları halde” her birinin;
* Libası (elbisesi/görünüşü) ayrı,
* Erzakı (rızkı) ayrı,
* Silahı (savunma mekanizması) ayrı,
* Tarz-ı hayatı (hayat tarzı) ayrı,
* Talimatı (görev programı) ayrı,
* Terhisatı (görevinin bitişi) ayrıdır.
* Yansıyan Esma: Bu muazzam ve “hayret verici muhit bir intizam ve mizan” (kuşatıcı düzen ve ölçü) ile yapılan idare; Hak, Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Adl, Hakîm isimlerinin “şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek” (karıştırmayarak) tecelli ettiğini gösterir.
Kısacası, her bir varlık (eşya), bu isimlerin bir veya birkaçını parlak bir surette yansıtan bir ayna hükmündedir.

4. İnsanın Zatındaki Farklı ve Farklılık Oluşturan Tecelli

İşte bu nokta, metnin kilit noktasıdır ve meselenin de aslıdır. Eşya (diğer varlıklar) Esma’ya “makes” olur, ancak insanın “zatı” (özü, mahiyeti) farklı bir makes bulur. Bu farklılığı oluşturan iki temel unsur vardır: Câmiiyet (Kapsayıcılık) ve İhtiyaç (Bilinçli Muhtaçlık).

1. Câmiiyet (Kapsayıcılık) Cihetiyle Farklılık:

Metin, “insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan” der. Diğer varlıklar (eşya) Esma’nın bir kısmını yansıtır. Mesela bir elma ağacı Rezzak ismini gösterir, bir dağ Azamet ve Celal ismini gösterir.
Ancak insan, “câmiiyet-i mahiyet” (kapsamlı yapı) cihetiyle, adeta bütün Esma’ya ayna olabilecek bir kabiliyettedir. Sadece bu da değil, bütün Esma’ya muhtaçtır.

2. İhtiyaç ve Şuur Cihetiyle Farklılık:
Diğer eşya, isimleri şuursuzca yansıtır (icraatın makesidir). İnsan ise bu isimleri şuurlu olarak idrak eder ve onlara olan ihtiyacını hisseder.
Metin bu farklılığı şöyle izah eder:
* Sen, şefkat ettiğin “akraba ve fukara” için Rahman ve Kerîm isimlerinin tecellisine muhtaçsın ve bunu seversin.
* Dünyanın ve içindeki mahlukatın “kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir” edilmesine bakıp, perişaniyetten kurtulmak için Hakîm ismine ve Mürebbi (Terbiye eden) unvanına muhtaçsın.
* Sevdiğin insanların “mevtleri hengâmında (ölüm anında) adem zulümatından (yokluk karanlığından) kurtulması” için Vâris, Bâis, Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin isimlerine ruhun muhtaçtır.
Farklılık oluşturan tecelli şudur: Hayvanat ve nebatat (eşya), Rezzak isminin fiilî tecellisine mazhardır (rızıklanır). İnsan ise, hem fiilî tecelliye mazhardır (rızıklanır) hem de Rahman ve Rahîm isimlerinin muhabbet ve şefkat tecellisine şuurlu bir muhtaçlıkla ayna olur.
İnsan, sadece bir eserin güzelliğini (âsârı) değil, o eserdeki Kemâlât-ı İlahiyeyi (Esma’yı) ve o Esma’nın arkasındaki Zat-ı Zülcelal’i (Allah’ın Zat’ını) sevme kabiliyetine sahip yegâne varlıktır.

Hulasa (Özet)
* Eşya (Varlıklar): Esma’nın fiilî tecellilerinin (icraatının) makesidir (yansımasıdır). Onlar, Esma’yı gösterirler.
* İnsan (Zat): Esma’nın hem fiilî hem de şuurlu tecellilerinin makesidir. İnsan, “câmiiyet-i mahiyeti” sebebiyle bütün Esma’ya muhtaçtır. Bu ihtiyaç, ona sadece Esma’yı değil, Esma’nın sahibi olan Zat-ı Zülcelal’i sevmeyi (Muhabbet-i Zatiyeyi) netice verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sürgün edildiği beldelerde (Barla, Kastamonu, Emirdağ) talebeleriyle sürekli mektuplaşmıştır. Bu mektuplar, sadece hal-hatır sormak için değil; hizmetin rotasını çizmek, talebelerin şevkini artırmak, onları siyasetten ve şiddetten uzak tutup “İhlas” ve “Sadakat” çizgisinde birleştirmek için yazılmıştır.

1. Şahs-ı Manevi ve Tesanüd (Dayanışma) Sırrı

Lahikaların en temel vurgusu; ferdiyetçiliğin terkedilip, “Şahs-ı Manevi” (Tüzel Kişilik/Kollektif Ruh) havuzunda erimektir. Bu asırda küfür ve dalalet “şahs-ı manevi” (örgütlü, komite halinde) olarak hücum ettiği için, buna karşı tek başına mukavemet edilemez.
Üstad Hazretleri, Nur talebelerini bir fabrikanın çarklarına benzetir. Çarklar birbirine rekabet etmez, birbirinin önüne geçmeye çalışmaz; bilakis birbirine yardım eder, birbirinin hareketini tamamlar. Buna “Tesanüd” (Dayanışma) denir.
Şualar’da bu ruh şöyle tasvir edilir:
> “Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.”
“Aziz kardeşlerim! Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”,
“Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.”,
“Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatin şe’nidir.”,
“Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. ”
>
2. İştirak-i A’mal-i Uhreviye (Ahiret Amellerinde Ortaklık)

Lahikaların getirdiği en büyük müjdelerden biri “Amellerde Ortaklık” düsturudur. Şirketteki ortaklar nasıl kârı paylaşırsa, ihlasla hizmet eden Nur talebeleri de birbirlerinin sevabına ortaktır.
Bir talebe Kur’an okuduğunda veya bir risale yazdığında, o sevap bölünmeden, “Hisseli Tapu” gibi bütün hakiki kardeşlerin amel defterine geçer. Bu sır sayesinde, bir Nur talebesi günde binlerce hatim okumuş, binlerce kişiye iman dersi vermiş gibi bir manevi kazanç elde edebilir. Tek şart; “İhlas” ve “Sadakat” dairesinde kalmaktır.

3. Müsbet Hareket: Asayişin Manevi Bekçileri

Bediüzzaman Hazretleri’nin, bilhassa Emirdağ Lahikasında ve vefatından önceki son dersinde üzerinde ısrarla durduğu konu **”Müsbet Hareket”**tir.
Bu prensip; ne olursa olsun sokağa dökülmemeyi, fiziksel çatışmaya girmemeyi, devlete ve asayişe zarar vermemeyi, hakkını ararken dahi sadece “yapıcı” ve “tamir edici” olmayı emreder. Çünkü “dahilde” (ülke içinde) kılıç kullanılmaz. Dahildeki mücadele ancak “manevi” ve “ilmi” olur.
Üstad Hazretleri, talebelerine şu kesin talimatı verir:
> “Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası-II,).
>
Bu düstur sayesindedir ki; milyonlarca talebesi olmasına ve çok ağır zulümler görmesine rağmen, Nur talebeleri hiçbir zaman teröre veya anarşiye bulaşmamış, daima “asayişin manevi bekçisi” olmuşlardır.

4. Siyasetten İstiğna (Uzak Durma)

Lahikaların belirlediği en önemli strateji, iman hizmetinin siyasete alet edilmemesidir. İman o kadar yüksek bir hakikattir ki, hiçbir siyasi görüşün şemsiyesi altına giremez ve inhisarına (tekeline) alınamaz.
Eğer Nur talebeleri bir siyasi tarafa meyletse; o siyasi görüşe muhalif olanlar, “Bunlar siyaset yapıyor” diyerek iman hakikatlerine de küsebilir veya düşman olabilir. Halbuki iman dersine her kesimden insanın (muhalifin de, iktidarın da) ihtiyacı vardır.
Bediüzzaman, “Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) diyerek, hizmetin tarafsızlığını ve saffetini korumuştur.

Netice: Kablo Hattı ve Nur Postacıları

Lahikalar, Nur fabrikasının elektrik kabloları gibidir. Enerjiyi (şevki), talimatları (düsturları) ve haberleri (müjdeleri) taşır. Lahika okumayan bir Nur talebesi, hadiseleri yorumlamakta zorlanır, istikametini kaybedebilir veya şevki kırılabilir.
Hülasa; Lahikalar, bir “mürşid” gibi talebeyi eğitir, onu “Ben” demekten kurtarıp “Biz” demeye alıştırır ve “Sadece Allah rızası için” hizmet eden bir dava adamına dönüştürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025