Yüz
yıl önce devrim ve darbelerle dini kaynaklardan yani toplumun beslenip nefes
aldığı, inanç ve ibadetlerini geliştirip uygulama bulduğu ve İslam’ın yayılmasında
önemli rol oynayan tekke, zaviye, dergah ve külliyeler kapatıldı.
Adeta
toplum manen aç ve susuz bırakıldı.
Arkasından
jandarma takip ve dipçikleriyle topluma korku salındı.
Bir
yandan cahil diğer yandan dine düşman toplum oluşturulmaya, maarifle de marifetten
uzak bir eğitim uygulamaya konuldu.
Bu
engelleme ve baskılar fetö, Adnan Oktar, İslamoğlu, vs gibi merdiven altı
uygulamaların önünü açmış oldu.
Bir
yandan dinden kopan diğer yandan dinde bocalayan, ifrat ve tefrit içerisinde
istikametsiz bir nesil ortaya çıktı.
Topluma
dini, imani ve Kur’ani alanda hizmet vermeye çalışan Nur cemaati, Süleyman Efendi
ve ehli tarikin önüne engeller konuldu.
163.
Madde ile ve takiplerle önleri tıkanmaya ve cezalandırma yoluna gidildi.
Ondada
yeterli başarılı olamayanlar bu cemaatları içten vurmak üzere içlerine
yerleştirdikleri mit ve ajanlar ile böldürme yoluna gidildi.
Oluşan
zararlarla beraber yine de gelişmeleri durduramayan derin devlet, gizli dinsiz
komite fetö gibi daha geniş kapsamlı cıa ile beslenerek toplum ve de İslam
dünyası yüz sene önce İngiliz eliyle şekillenen Suud hanedanlığı gibi bir
oluşumla vehhabi zihniyetini getirme ve yerleştirme yoluna gitti.
Onda
da başarılı olamayınca fetö bahanesiyle tüm cemaatler hedef tahtasına oturtulmaya
çalışılmaktadır.
Böylece
Türkiye tekrar yüz sene öncesine döndürülmeye çalışılmakta ve çaba gösterilmektedir.
İslâm
dünyası da bundan nasibini almaktadır.
Fetö
bahanesiyle yeni proje, cemaatleri bitirme ve meydanı Şia, Vehhabi ve Selef
adıyla Deaşa bırakma projesidir.
Hedef
inançta ve amelde kaos ortamı oluşturmaktır.
****************
Dindar
Nesil.. diye diye geldiğimiz nokta çok düşündürücü!
MAK
Danışmanlık tarafından 30 büyükşehir ve (Ağrı, Aksaray, Artvin, Bayburt,
Bitlis, Bolu, Düzce, Elazığ, Giresun, Gümüşhane, Karaman, Karabük, Kars,
Kastamonu, Kırıkkale, Kırklareli, Kütahya, Nevşehir, Osmaniye, Sinop, Bilecik,
Yozgat, Uşak) 23 il, 154 ilçede 5 bin 400 kişi ile yüz yüze yapılan anket
çalışmasında ülkemizde insanların İslam dinine bakış açıları, dini bilgileri ve
bu konudaki görüşleri araştırıldı.
Ortaya
çıkan sonuçlar ise beklenen “Dindar Nesil” yerine, sanal dünyaya
entegre olmuş, haz ve egosuna düşkün, kültürsüz, duyarsız ve menfaatçi yeni bir
neslin geldiğini haber veriyor.
%
14 Allah’a inanmıyor.
%
25 Meleklere inanmıyor.
%
24 Kur’an-ı Kerim’in vahiyle geldiğine yani Kur’an-ı Kerîm’e inanmıyor.
%
74 Evindeki Kur’an-ı Kerim’i okumuyor.
%
37 Peygamber Efendimize inanmıyor.
%
45 Kadere (Hayır ve Şerrin Allahü teâlâ dan geldiğine) inanmıyor
%
27 Öldükten sonra dirileceğinize ve hesaba çekileceğine inanmıyor.
%
68 Kur’an’ı Kerim’i Arapça hattından okuyamıyor.
%
75 Hiçbir Kur’an Kursu’na eğitim almak amacıyla gitmemiş.
%
85 Cennete gideceği kesin olsa bile; şu an Cennete gitmek için ölmeyi düşünmüyor.
%
77 Peygamber Efendimizin hayatını hiç okumamış.
%
43 Hiç camiye gitmemiş.
%
55 Ramazan ayında oruç tutumuyor.
%
70 İslam dini ile ilgili bilgileri öğrenmek için okumuyor.
%
78 Namaz kılmıyor.
%
20 Dua etmiyor.
%
59 Selamlaşırken “selamün aleyküm” demiyor.
%
46 Halifelik istemiyor.
%
10 Günah işlediğinde pişman olmuyor.
%
35 Gusül abdesti almıyor veya bilmiyor.
Bütün
bu sonuçlardan sonra dönüp şu soruyu kendimize sormamız gerekmiyor mu:
Sâhi,
biz nerelerde yanlış yaptık!
MEHMET
ÖZÇELİK
01-08-2019
OYUN İÇİNDE OYUN
OYUN
İÇİNDE OYUN
Ordu
kendini bağlayan zincirlerini kırdı.
Orduda
Abd ile bağlantılı, fetö mesnetli güçlerin gitmesiyle, ordu kendine geldi, içte
yaptığı savaşını gerçek düşman olan dışa aktardı.
Kendisini
toplamaya çalıştığı gibi, yine durum göstermektedir ki; ittihadı islama, islam
dünyasını toplamaya ve toparlamaya ordu vesile olacaktır.
Ordu
yuvasına döndü.
Dağıttığı
evlatlarını yuvasında topluyor.
***************
O
silahlar 60 bin ABD askeri için.
ABD’nin,
PKK işgali altındaki Suriye’nin doğusu ve kuzeyine taşıdığı 25 bin TIR ile
yüzlerce uçak dolusu silah için önemli bir tespit geldi. Emekli Tuğgeneral
Abdullah Kılıçarslan, o silahları Doha, Akdeniz ve Basra’dan Suriye’ye
taşınacak 60 bin ABD askerinin kullanacağını söyledi.
ABD’nin
Türkiye’ye karşı ilk koridor tuzağını 1991 yılında kurduğunu anlatan
Kılıçarslan, “Dönemin ABD yönetimi, Irak işgali öncesi PKK’ya alan açma amacı
ile ilk tampon bölge planını Kuzey Irak sınırlarımız boyunca devreye soktu.
Şayet Lazkiye deniz sınırından başlayıp Aynel Arab, Münbiç, Kamışlı, Resulayn
ve Şeddadi’den Musul ve Kerkük’e uzanan koridorda kontrol Türk askerinde
olmazsa, tüm Ortadoğu’da çok daha büyük kaos ve felaket yaşanır” dedi.
Kılıçarslan,
“PKK’ya karşı gerçekleştirilen Çelik Harekatı dönemiydi. Özel Kuvvetler olarak
aldığımız özel istihbarat çerçevesinde Cudi Dağı eteğinde 400 kişilik PKK’lı
grubu izlemeye aldık. Gece 3 sularında Ballıkaya köyünde toplanan terörist
gruba yakın mevzilere sızdık. Tüm hazırlıkları bitirdiğimiz anda tepemizde bir
ABD helikopteri belirdi. PKK’lı grupta o an olağanüstü hareketlilik yaşandı.
Bizim planımız tamamını kıstırıp ele geçirmekti. Sonuca bu denli yaklaştığımız
anda, bize kuşuçuşu 15 km mesafedeki Zaho-ABD Üssü’nden havalanan helikopter
kuşatmayı haber verdi ve teröristler Kurt
Dağı yönünde kaçmaya başladı. O gün 113 tanesini etkisiz hale getirdik. Ancak
Pentagon 287 PKK’lıyı kurtardı” dedi.[1]
************
İngiltere
başbakanına dikkat edin.
Boris
Johnson’ın Türk asıllı olduğu söyleniyor.
En
büyük kazığı ondan yeriz.
Zira
bu İngiliz kafasıdır.
Nitekim
babası müslüman Hüseyin olduğu söylenen Obama en büyük kazığı attı ve oyunu
oynadı.
Bir
Türk bağlantılı diye getirilen varsa, mutlaka onda bir hinlik ve büyük bir oyun
var demektir.
************
Farzedelim
ki, Sayın Erdoğan yıprandı ve kazanamadı.
Şu
anda Gül veya Davutoğlunun kurduğu Parti’nin onun yerini doldurma veya
gerekliliği ortaya çıkmış olmaz.
Zira
onlar yıkmaya çalıştıkları veya en az tabirle savunmadıkları bir yıkımın vebali
üzerine oturmuş ve meşruluğu tartışılır olacaktır.
-Şu
anda Gül Erdoğanla savaşmıyor
görünüyorsa da, onların atadıkları ve temsilcileri birbirlerinde açık bulma,
aykırı harekette bulunarak zaafa uğratma çabasındalar.
Son
örneği; Gül-ün Aym-ye atadığı başkanın Pkk-ya terörist diyemeyen ve onların
devleti katil ve soykırımcı terör bildirisine karşı 1128 akademisyenin
aklanması yönünde kullandığı oy bunun bariz delilidir.
Yani
devletin Pkk unsurlarına karşı asker-polis ve tüm birimleriyle canlarını ortaya
koyanlara silah sıkan, devleti bölmeye giden teröristlere destek veren
insanlara terör bildirisiyle destek verenlere mahkemelerin verdiği
cezalandırmaları hiç sayarak Aym-nin verdiği hak ihlali kararı çok
düşündürücüdür.
Bitmeyen
Pkk terör örgütünün kanayan bir yarasıdır.
“Allah bir şeyi dilediğinde O’nun
buyruğu, sadece ‘Ol!..’ demektir,
hemen oluverir…”[2]
O
emir hala devam etmektedir.
O
ses hükmünü sonsuza kadar devam ettirmektedir.
Nuh
tufanında;” “Ey arz (yeryüzü), suyunu
yut! Ey sema (suyunu) tut!” denildi. Ve su çekildi ve emir yerine getirildi. Ve
(gemi), Cudi (dağı)nın üzerine yerleşti. Ve zalim kavme: “Uzak olsunlar.”
denildi.”[3]
Yer
ve göğün oluşumunu sesle yaptı.
-“Sonra,
duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: ‘İsteyerek veya
istemeyerek buyruğuma gelin’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik’ dediler.”[4]
“Allah söz konusu emriyle şöyle
demek istemiştir: ‘Ey
gök ve yerküresi! İkiniz de sizin içinizde yarattığım şeyleri açığa çıkarın; ey
gök, sen sende yarattığım güneşi, ayı ve yıldızları ortaya çıkar… Ve ey
yerküresi! Sen de sende yarattığım bitkileri, ağaçları, meyveleri, ırmakları ve
denzileri ortaya çıkar!’ Onlar da bu
emri yerine getireceklerini söylemişler.”(Taberi).
İlk
yarattığı Kaleme, Söz-le “Yaz” Dedi.
Ruhlara
ruhlar aleminde; “ Elestü bi Rabbiküm”, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
ifadesini sesle verdi.
-Dinin
musikiye bakışı müsbet olup, ölçüsünü de vermiştir.[5]
Kâinat
hep bir ağızdan ilahi musikiyi seslendirmektedir.
Kâinat
sesler dünyasıdır denilse yanlış olmaz.
İletişimler
bir nevi varlıkların kendi lisan, ses ve tarzlarıyla sürdürülmektedir.
-“Git
fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, “Ne diyorsunuz?”
de; elbette, “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini
işiteceksin. Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye
edilen küçük hayvanâttan ve yavrulardan sor, “Ne diyorsunuz?” de;
elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler.
(Hattâ
bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar.
Hatırıma geldi, “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?”
Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma
dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir sûrette, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm,
yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri,
tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi, “Acaba şu zikir bu
ferde mi mahsustur, yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi
haksız bir mûterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece
işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi
sarîh değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette
hır hırları arkasında “Yâ Rahîm” fark edilir. Git gide hır hırları,
mırmırları aynı “Yâ Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasîh bir zikr-i hazin
olur. Ağzını kapar, güzel “Yâ Rahîm” çeker. Yanına gelen ihvanlara
hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz”
dediler. Sonra kalbime geldi, “Acaba şu ismin vech-i tahsîsi nedir ve ne
için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisâniyle etmiyorlar?” Kalbime
geldi, şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nâzik ve insana karışık bir
arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit
hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin
hilâfına olarak, esbâbı bırakıp yalnız kendi Hàlık-ı Rahîminin rahmetini kendi
âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Yâ Rahîm”
nidâsıyla, kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbâbperestlere ihtar
ediyorlar.)
Semâyı
dinle; nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver; nasıl
“Yâ Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl “Yâ
Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, “Yâ Hannân, yâ
Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ
Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir
insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen
de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en
küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve
hâkezâ, kıyas et.”[6]
-“Hem
meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel,
plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup
tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en
mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar
memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine “Bârekâllah”
der.
İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın
güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı
bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki
bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı
Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at
karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte bütün o masnuât, bütün onlardan
matlûb neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir sûrette gösterdiklerinden
ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihât-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tâbir
edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlûb olan
makàsıd-ı Rabbâniyenin husûlünden hâsıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve
ferahla, tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh, o derece âlî
ve mukaddestir ki; bütün ukùl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların
künhüne yetişemez ve ihâta edemez. “[7]
-“Sâni-i
Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san’atı o derece mânidardır ki, o san’at bir kitap
suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı
beşer, hakikî fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o
kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük
Kitab-ı Mübînin bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm şeklinde ilân edildi. Hem nasıl
ki, kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki
sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san’at, o derece
mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf
gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i
Rabbâniye vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid kafada mânevî, gaybî, hayattar
olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve
beyana o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki, Sultan-ı Ezelîye muhatap
olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki
sıbga-i Rabbâniye, hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı.
Hiç mümkün müdür ki, kitap derecesine gelen bütün mevcudattaki san’ata ve hitap
makamına gelen insandaki o sıbgaya Vâhid-i Ehadden başkası karışabilsin?
Hâşâ!
…bütün
eşyayı büyük bir mikyasta o büyük sarayın levazımatı şekline getirerek şâşaalı
bir surette haşmet-i rububiyetini gösterdiği gibi; cemal noktasında, rahmeti
dahi, en küçük zîhayata kadar her zîruha envâ-ı nimetini verir, onunla tanzim
eder, baştan aşağıya kadar nimetlerle süsleyip lütuf ve keremle tezyin eder ve
o haşmet-i celâliyeye karşı cemâl-i rahmetini o küçücük lisanlarla, o büyük
lisana karşı çıkarır. Yani, güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla
“Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o
küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ
Kerîm” diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar,
tatlılaştırıyorlar. Hiç mümkün müdür ki, o Celîl-i Zülcemalden ve o Cemîl-i
Zülcelâlden başka birşey, kendi başıyla şu âlem-i ekber ve asgara icad
cihetinde müdahâle edebilsin? Hâşâ! “[8]
-“Evet,
evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin
şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa
getiren ve hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor,
mütemadiyen güm güm eder.
Padişahların
padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi
doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan
ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı
onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla
dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum
kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren
ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin
kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi
bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının
vızvızlarını işitecek midir? “[9]
**************
Müzikle
tedavide;
“Musiki
makamlarının, tedavi ettiği hastalıkların listesi şöyledir:
Rast
makamı: Akıl hastalığından ve felç illetinden kurtulmaya yönelik yardımcı ve
destekleyici bir makamdır.
Irak
makamı: Asabî mizaçlılara ve hafakana iyi gelir.
Son
günlerde başta medya ve onun oluşturduğu toplum adeta mesaisini Suriyeliler üzerine
oturtturmuş gibi.
Ortada
bir problemin veya çözülmesi gereken bir hususun olduğu kesin.
Ancak
problem Suriyeliden mi kaynaklanıyor yoksa içi doldurulmayan hayali bir
rejimden mi kaynaklanıyor?
Özellikle
bir kesim heyula bir rejimi koruma adına, milyonlarca Suriyeliyi gözünü
kırpmadan ateşe atma gayretindeler.
-Düşmanlık
Suriye vatandaşı olma düşmanlığı değil, Arap olup, Arapça yazıp, Kur’an’ı
Kerim’i ve İslâmı hatırlatmasından kaynaklı sıkıntıdır.
-“CHP’li
Adana Büyükşehir Belediyesi İstiklâl Marşı Derneği’nin Osmanlıca yazılan
“Pazar Ola” isimli dükkânının tabelasını kaldırtarak büyük tepki
çekti.”
Arap
harfi var diye Osmanlıca Türkçeli tabelayı da kaldırdılar!.[1]
-Mesele
Suriye mi İslâm mı?
Ensar
olmak ağır mı geliyor?
Medine
gibi medeni olamadık mı?
Sıkıntı
muhacirlerde mi yoksa ensarda mı?
Yoksa
üçüncü bir el mi işin içinde?
*************
İçe
mi kapanmalıyız yoksa dışa mı açılmalıyız.
Dar
mantıkla, az olsun, bizim olsun mu?
Bu
memleketin kaçta kaçı yerlidir?
Sürekli
muhacerete sahne olan bu Anadolu köprü mesabesindedir.
Biz
sizi ölüme terkedip, tehlikeye atıp, belli olmayan yerde sizi terkedip, bir kaç
milyon daha öldükten sonra çıkan sıkıntı ve baskı sonrası mı alacağız?
Kabuğumuzu
kırıp İslam dünyasını kucaklamamız gerekmektedir.
Geçmişinde
büyük devlet olmuş bir milletin yapısına da, karakter ve büyüklüğüne de
yakışmaz.
-Küçük
düşünüpte -yüz sene önceki gibi- Suriyelilerin niçin geldiği üzerine kavga
edileceğine, ABD’nin İsrail hesabına daha önce dağda yönettiği PKK’ya,
şimdilerde devlet kurmaya, onların istekleri doğrultusunda Türkiye’ye
yaptırımlar yapmaya çalışıyor. O kaçırılıyor gibi?
Suriyeliler
meselesi önemsiz olmayıp, problemin kaynağı gösterilmeye ve yara kasıtlı
kaşınmaya çalışılıyor.
İşin
garip ve de hazin tarafı; bunu yapıp yaygara koparanların çoğu, yüz sene kadar önce göçmen olarak bu vatana gelmiş
kimselerdir.
Veya
Çanakkale savaşında bu vatanı korumak için gelen yüzlerce Halepliden habersiz
olmuş şuursuz kimselerdir.
Düne
kadar dedem Halebe gider, oradan kumaş alıp memlekette satardı.
Bir
akrabamızın kızını Halebe gelin vermiştik.
Belli
ki İslâm yara aldığı gibi, insanlıkta yara almış…
-Memleketimizde
bulunan üç milyon Suriyelinin bizim ilmimize ve hayatımıza katkıları olacaği
gibi, ihtilaf noktaları ve yaşayıştaki farklılıklarda ortaya çıkacaktır.
Küçükten
büyüğe farklı olan Suriyelilere mümkün olduğunda gidip gitmeyeceklerini
sorduğumda çoğu hevesle, ortam olduğunda gitmek istediklerini ve vatanlarına
dönme istediğinde olduklarını dile getirmektedirler.
Başkalarını
özellikle zulme uğramış insanları düşünmeyen, gerçek manada insan değildir.
Dünyada
olduğu gibi memleketimizde de terör hukuktan beslenmektedir.
Hukuktaki
açıklardan yararlanan veya yararlandırılan terör örgütlerinin suçları ya
hafifletilmekte veya affedilmektedir.
Mesela
Ergenekon davasında ömür boyu müebbedle yargılananlar birden çıktılar.
Askerin,
polisin millet için hayatını ortaya koyarak terör örgütleriyle dağ bayır
demeden savaşmalarına karşı, terör örgütüne devletide katil olarak ilan
etmişti.
-“
Terör örgütü PKK, Diyarbakır ve Şırnak’ın bazı ilçeleri başta olmak üzere Doğu
ve Güneydoğu’da kazdığı çukurlar ve tuzakladıkları bombalarla sivil-asker
ayrımı yapmadan saldırılar düzenlemiş, 20 Temmuz 2015’ten sonra terör örgütü
mensuplarınca düzenlenen saldırılarda 793 güvenlik görevlisi şehit olmuş,
300’den fazla sivil hayatını kaybetmiş, bu bölgeler yaşanmaz hale gelmişti.
Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK’ya yönelik “çukur” adı verilen
operasyonlar düzenleyerek bu bölgeleri terörden temizlemişti.
“Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi”
adıyla Ocak 2016’da hazırlanan metin, terör örgütü PKK’nın Doğu ve
Güneydoğu’daki bazı illerde kazdıkları çukurlarla ülke güvenliğini ve birliğini
tehlikeye attığı bir dönemde kaleme alınmış ve 1128 akademisyen bildiriye imza atmıştı.
Bildiride, güvenlik güçlerinin, terör örgütünün bu
yasa dışı faaliyetlerine karşı yürüttüğü mücadele “devlet katliamı”
olarak nitelendirilmişti. Halkın güvenliğini sağlamaya yönelik güvenlik
güçlerince gerçekleştirilen operasyonlarda yüzlerce şehidin verildiği bir
dönemde yayımlanan bildiri yoğun tepki almıştı.
Akademisyenlerin bildirisinde, “Bu kasıtlı ve
planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası anlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun
emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir. Devletin başta Kürt
halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve
uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma
yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlalinin sorumlularının
tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan
vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararın tespit edilerek tazmin
edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım
bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasını talep ediyoruz.”
ifadelerine yer verilmişti.”
–Anayasa
Mahkemesi skandal bir karara imza attı.
Anayasa Mahkemesi, sözde “Barış
Bildirisi” başlığı altında terör örgütü PKK’ya
destek veren ve güvenlik güçlerinin yaptığı operasyonları itibarsızlaştırmaya
çalışan imzacı akademisyenleri aklayan bir karar verdi.[1]
Bu durumda meşru görülen pkk-nın
meşruluğu, ordu ve askerin gayrı meşruluğu devreye girmiş oluyor.
Bu karar teröriste güç verecek,
terörün önünü açacaktır.
Eğer gerçekten anayasa mahkemesi
hukuki bir karar verdiyse veya bu kararında dürüstse askeri ve polisi adam
öldürmekten cezalandırsın.
Az mı geldi?
Asker ve polisi destekleyen halkı ve
de devleti de cezalandırsın!
Kısaca Türkiye onlarca yıldır
hapishaneye çevrildiği ve darbelerle bu yerine getirildiği gibi, toplu kıyıma
gitsin!
Ya da bu kararı verenler istifa edip,
dükkanlarını kapatsınlar!!!
Kimin eli kimin cebinde derler ya.
Aynen onun gibi, kimin kafası ve kararı, kimin kararındadır.
Türkiye-nin öncelikli ve en önemli
problemi hukuk problemidir.
Zamanımızın
atıkları o kadar çok ki, çok rahatlıkla bunlardan atık dağları oluşur.
İşte
onlardan birisi;
İslamoğlu
Hz. Hatice ye “iki koca atığı” gibi ahlaksız sözler sarfetmiş.[1]
Zırva
tevil götürmez.
Hz.
Hatice için bu ifadeyi kullanan insan sağlıklı, dengeli ve de istikametli bir
insan değildir.
o
bir fasık-ı mütecahirdir. Pervasızdır.
Bu
ağız iran yani şia ağzıdır. Maalesef iran camilerinde çok rahat hakaret
edilmektedir.
Pis
kaba giren pislenir, temiz kalmaz ve de kalamaz.
Bu
ağız Hz. Haticeye düşmanlıktan ziyade, Hz. Peygambere olan za’f-ı imandan,
muhabbet eksikliği ve saldırısından kaynaklanır.
Toplumda
olan sevgiyi sulandırmak ve ortadan kaldırmaya yönelik sinsice bir tavırdır.
Oysa
şimdiye kadar Efendimize aşırı sevgiden dolayı sapıtan bir kişi gösterilemez.
Ancak O’na olan sevgisizlik ve düşmanlıktan dolayı sapıtan ise, gayet çoktur.
Bu
adamın problemi Hz. Hatice vesaire ile birebir değil. Problemi Hz. Peygamber
iledir.
Hadi
Hz. Hatice-ye sevgin yoksa da bari onunla 25 yıl beraber olmuş, ondan sitayişle
bahsetmiş Peygamberimize demi saygın yok?
onun
tefsir mealinde de kullandığı sokak döküntüsü, kopukların söylentisi olan
yaftalarını tenkid etmiştim.
Allah
kelâmında o ağıza alınmayacak kelimeleri kullanan birisinin, bu saçmalıkları normal
kalır!
Demek
ki bu sadece orada değilmiş. Ağız yalamalığından ve yamukluğundan
kaynaklanıyormuş.[2]
-Hz.Ayşe
(r.a) şöyle der:
“Hz.Hatice’ye
ne kadar gıpta ederim. Başka hiç bir kadına gıpta etmem. Bir gün Resulullah’ın
yanında Hz.Hatice’den bahis geçmişti. Bu benim damarıma dokundu. Döndüm dedim
ki,
‘O
yaşlı bir kadındı. Şimdi Hak Teala sana daha iyisini ve daha güzelini
vermiştir.’ Resulullah bu sözü duyunca kederlendi hatta kızdı.
Kızgınlıktan tüylerinin diken diken olduğunu hissettim. Şöyle buyurdular:
‘Yemin
ederim ki böyle değil. Ben ondan daha iyi bir kadına kavuşmadım. O iman
getirmiş bir hatun idi. Onun iman getirdiği zaman halk bütün bütün kâfir idi. O
beni kabul etti, beni teşvik etti, kendi malı ve serveti ile bana yardım etti.
Diğer karılarımdan çocuğum olmadığı hâlde Hak Teala bana ondan evlat
verdi.'”
Hz.Ebu
Hureyre (r.a) rivayet eder, Allah Resulu buyurdu:
“Dört
hatunun faziletleri bütün dünya hatunlarının faziletlerinden üstündür. Meryem
Binti İmran, Firavun’un karısı Asiye, Hatice binti Huveylid ve Fatma binti
Muhammed.”
Hz.Hatice
(ra) Resulullah (asm)’ı aramak için dışarıya çıkmıştı. O sıra bütün Araplar
Zatı Saadetlerine düşman idiler. Cebrail (a.s), kendine bir adam kıyafetinde
görünür. “Acaba bu adam düşman mıdır, değil midir” diye
Peygamberimizi (asm) ona sormaktan çekinir. Eve döndüğünde, Resulullah (asm)
dönmüştür, olayı anlatır. Zatı Saaadetleri buyururlar:
“Senin
gördüğün ve beni sormak istediğin o zatın kim olduğunu biliyor musun? O Cebrail
Aleyhisselam idi. Bana dönüp onun selamını sana bildirmemi söyledi ki, cennette
senin için incilerden yapılmış bir bina hazırlanmıştır. Tabii orada böyle
üzüntülü, sıkıntılı ve zahmetli külfetli şeyler bulunmayacakır.”
Bir
ara Cebrail (a.s) Peygamberimiz (asm)’in huzuruna gelip:
“Hak
Teala Haticeye selam eder. Sen bunu Hatice’ye
ulaştırasın.” Resulullah ulaştırır. Hz.Hatice:
“İnnallahe
hüve’s-selam. Hak Teala selamın ta kendisidir. Cebraile de Selam olsun. Sana da
Selam olsun Ya Resulallah.”
Bu
vaka Hz.Hatice (ra)’nin dini ferasetine delalet eder. Burada
cevabında “Ve Aleyhisselam” (O’na da selam olsun dememiştir.)
Sahabiler
ilk başta namazda teşehhüd okudukları zaman “Et-Tahiyyatü Lillah”demezler
ve “es-selamü Al’llah” derlerdi. Peygamber Efendimiz (asm)
böyle söylenmesini men ettiler ve buyurdular ki;”Allah Teala’nın
esasen “Selam” ismidir. Bunun
yerine “Et-tahiyyatü lillah” deyiniz”
Bir
ara Resul-i Ekrem (asm) hasta olan kızı Hz.Fatıma (r.a)’ı ziyaret eder.
Buyurur:
– Kızım
nasılsın?” Hz.Fatıma arz eder:
– İyi
değilim, hastayım, işin fena tarafı şu ki, evde yiyecek hiçbir şey de
yok. Peygamberimiz buyurur:
–
Kızım sen istemez misin ki, dünyanın bütün kadınlarının hanımı olasın? Hz.Fatıma
arz eder:
–
Babacığım, Meryem bint-i İmran ne idi? Peygamberimiz buyurur:
– O kendi devrinin kadınlarının hanımı idi, sen de kendi devrinin kadınlarının hanımısın. Hatice de son devrin kadınlarının en iyisi ve hanımıydı.[3]
-Yazıyı
ağır bulacaklara sorarım; birileri bizim annemize; “iki koca atığı”
sözünü etseydi, tepkimiz ne olurdu?
Gayet
belli değil mi?
Ne
münasebet mi?
Peygamberin
eşleri Kur’an-ı Kerim-in ifadesiyle; ‘Mü’minlerin anneleridirler.’ Ahzab Suresi
6. Âyette:”Peygamber müminlere kendilerinden
daha yakındır, eşleri
de onların anneleridir.Aralarında
kan bağı bulunanlar Allah’ın kitabında (mirasçılık bakımından) birbirlerine,
diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; dostlarınıza lutufta
bulunmanız başkadır. Bu hüküm kitapta kayıt altına
alınmıştır.”
Dünyada
kendi annesine “iki koca atığı” diye böyle küfreden aklı selim
birisini gördünüz mü?
Azamet
ya Celil diyen arzdaki balıklarla dolu denizlerin sesine icabet ederken, Kibriya
gök denizindeki haşmetli yıldız kandillerinin ya Münevvir sesini yankılandırır.
Azamet
vücut alemlerine kulak verirken, Kibriya adem alemlerinin kapılarını setreder
ve seddeder.
Herşey
hayatıyla Azametini ilan ederken, ölümüyle de Kibriyasına sığınır.
Azamet
şükre ve hamde mukabil gelirken, Kibriya zulüm ve küfrü reddeder.
Onun
Azametine sığınıp, Kibriyasına dayanıyoruz.
Dinlede
bak denizlere, dağlara, esen rüzgar ve fırtınalara, hepside ya Cemil ya Azim
derken, tüm kâinat lisanı mahsusiyle ya Celil ya Kebir demektedir.
Tohumlar,
çekirdek ve yumurtalar ya Azim derken, ağaç olup meyve vermiş ağaçlar, sünbüller,
gökte uçan kuşlar, yürüyen canlılar ya Kebir derler.
Herşey
O’nu söyler.
Makama
ve mekâna göre söyler.
Yerinde
söyler, doğru söyler.
Bulunduğu
dairedeki esmanın adıyla nida eder, dua eder.
Bu
konuda sürekli Azamet ve Kibriyayı dile getiren Bediüzzaman, bunu Külliyatında
kapsamlı ve sürekli dile getirir.[1]
-“Hem madem, gündüz bedahetle güneşi
gösterdiği gibi, zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve
dirilmekte, perde arkasında bir Mutasarrıf, gayet intizamla koca küre-i arzı
bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir
çiçek suhuletinde ve mîzanlı ziynetinde ve zemin sayfasında üçyüz bin haşir ve
neşrin nümune ve misallerini gösteren üç yüz bin kitap hükmündeki nebatat ve
hayvanat taifelerini onda yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak,
karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız,
sehivsiz, hatasız, mükemmel, muntazam, mânidar yazan bir kalem-i kudret, bu
azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmetle işlediği gibi; koca
kâinatı bir hanesi misilli insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o
insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri
emanet-i kübrâyı ona vermesi ve sair zîhatlara bir derece zabitlik mertebesiyle
mükerrem etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyesine ve sohbetine müşerref eylemesiyle
fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi
ve beka-i uhreviyeyi kat’î vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiçbir şüphe
olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve
müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye,
Muhyî ve Mümît ve Hayy ve Kayyûm ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlıkımızdan
sormamıza cevap veriyorlar.”[2]
-“Ve’z-Zâhir ismine mazhar olan o ağacın suret-i
cismâniyesi ise, öyle tenasüplü ve san’atlı ve süslü bir hulle, bir libas ve
ayrı ayrı nakışlar ve zîynetler ve yaldızlı nişanlarla tezyin edilmiş, güya
yetmiş renkli bir hûri elbisesidir ki, hafîziyet içinde azamet-i kudret ve
kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmeti gözlere gösterir.”[3]
-“ Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten
birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i
arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki
seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların
Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve
emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i
İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine
karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve
kanaat ettim.”[4]
-“ Evet, izzet ve azamet isterler ki, esbab,
perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini
çeksinler tesir-i hakikîden.”[5]
-“ koca semavata münasip, isyansız ve daima
ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış
ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad
etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san’at ve
rahmet-i İlâhiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar
yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i
rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar. “[6]
-“ cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar
etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip
şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk
yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim
eder. “[7]
-“Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve
kibriyâlı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul ve mümteni bir
yol takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve
imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.”[8]
-“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey
azamet-i kibriyâsından ihtifâ etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl! Ey Kàdir-i Mutlak!
Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resûl-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar, Senin
mevcudiyetine ve vahdetine şehâdet ederler; öyle de, cevv-i semâ, bulutlarıyla
ve şimşekleri ve ra’dları ve riizgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücûb-u
vücuduna ve vahdetine şehâdet ederler. “[9]
-“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey
azamet-i kibriyâsından istitâr etmiş olan Zât-ı Akdes!
Zeminin bütün takdîsât ve tesbihâtıyla, Seni
kusurdan, aczden, şerikten takdîs ve bütün tahmîdât ve senâlarıyla Sana hamd ve
şükrederim. “[10]
Siyaset
felsefecisi Lütfü Özşahin, Türkiye’nin Rus S-400’lerini almaktaki ısrarının
altında, NATO’nun Türkiye’ye yönelik olası bir işgal planına hazırlığın
yattığını savundu.
S-400’leri
kime karşı aldık.. Rusya, Türkiye’yi işgal edecekse S-400’leri neden
versin. Türkiye’yi havadan işgal edebilecek tek güç ABD’dir. Dolayısıyla
NATO’nun Türkiye’yi işgal etme planı vardır. Bunu havadan yapacaklar.
Tatbikatını yaptılar. NATO, Türkiye’yi korumak için yoktur. Bağlı tutmak,
kontrol etmek ve yeri geldiğinde de darbe yaptırmak vardır.”
“NATO’da
gladio yapısı vardır. Bunların direktifi olmadan ülkelerde darbe olmaz.
Türkiye’nin bütün darbelerinin arkasında onlar vardır. Hatta FETÖ’de bunların
bir parçasıdır.”[1]
-Yapabilir
mi?
Elbette.
Sicili pek temiz değil…
Zira
yaptıkları yapacağının delilidir.
15
Temmuzu yapan natodaki fetöcüler geri dönmediler.[2]
Türkiyeye
yapılan küresel saldırılar, İttihadı İslama giden yolda, küresel frenleme
faaliyetleridir.
*****************
TRT
Haber, Yunanistan’ın başkenti Atina’ya 65 km uzaklıkta olan, terör örgütü
PKK’nın Lavrion Kampı’nı görüntüledi. 1980’li yıllardan beri PKK’lıların
elinde bulunan kampta 350-400 civarında kişinin olduğu tahmin ediliyor. [3]
-TSK
vurdu, İsrail’in yardımına ABD koştu!
PKK’lı
teröristlerin Ceylanpınar’ı hedef alan roket atışına TSK’nın yaptığı misilleme
bölgedeki Mossad varlığını ortaya çıkardı. Türk topçu bataryalarının
Rasulayn’da imha ettiği 7 nokta arasında yer alan Fireysa köyündeki 3 İsrail
ajanı paniğe kapılarak ABD’den yardım istedi. Ayn İsa’dan havalanan 2
helikopter gece 01.00’de gelerek ajanları götürdü.[4]
Aslında
bu gibi kirli oyunlar bir gazeteci veya yazar tarafından 15-20 yıl önce deşifre
edilseydi, büyük bir yankı yapardı.
Bugün
o kadar etkili olmamasının sebebi, artık yapılanlar gizli yapılmıyor, açıktan
açığa yapılıyor, neredeyse herkes tarafından iletişiminde yaygın olmasından
dolayı haberdar olunuyor.
Buna
ragmen bu durum adeta bir çok insan tarafından ya önemsenmiyor, normal,
gündelik basit olaylar olarak görülürken, basireti bağlı olanlar şahsa yönelik
tavır almalarından adeta düşmanın ekmeğine yağ sürmektedirler.
Düşmanla
aynı safta yer tutmaktadırlar.
************
İstanbul
hafıza müzesinde, Darbeler Çağı köşesinde, 1950-2016 tarihlerinde dünya
genelinde 531 darbe gerçekleştirildiği, bunların 210’unun amacına ulaştığı,
Türkiye’de ise 1960-2016 tarihlerinde 9 darbe ve darbe girişimi
gerçekleştirildiği bilgisi verdi.
-Türkiye
peyderpey iç temizliğe girmiş durumda.
Evvela
ordu içinde yapılan temizlikten sonra, çevre temizliği ve içerideki ihanet
şebekelerinin temizliğine gidilmektedir.
Bu
zincirlerini kurmakla beraber, elini ve kucağını İslam dünyasına uzatacak, yüz
yıl önce dağıttığı ve dağıtılan evlatlarını tekrar kanatları altına alacaktır.
Türkiye
İttihadı İslam devresine girmiştir.
Kırılan
manevi zincirler bunu mecburi hale getirecektir.
Bütün
birimlerin ve kurumların, teyakkuz halinde olması, rehavete kapılmaması
gerekir.
-İncirlik
neden önemlidir?
İncirlik’te
50 nükleer bomba var.
Belçika’nın
ulusal medya kuruluşu HLN, ABD’nin bazı NATO ülkelerindeki nükleer envanterini
gösteren “gizli belge”yi yayınladı. İddiaya göre 5 ülkede 150 nükleer başlık ve
bomba var. Bunların 50’si Adana İncirlik Üssü’nde bulunuyor.[5]
***********
Hendek
savaşında kazı işi devam ediyordu. Bir ara, Sahabîler sert bir kayaya
rastladılar. Onu parçalamaya uğraşırken balyoz, kazma kürek gibi bir sürü
âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olamadılar. Durumu, o sırada
kıldan dokunmuş çadırının içinde dinlenmekte olan Resûlullah Efendimize haber
verdiler:
“Yâ
Resûlallah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü
parçalayamadık! Bu husustaki emriniz nedir?”
Peygamber
Efendimiz, Selman-ı Farisî`nin balyozunu aldı. “Bismillah” diyerek
kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve “Allahü
Ekber, bana Şam`ın anahtarları verildi! Vallahi, ben şu anda Şam`ın kırmızı
köşklerini görüyorum” buyurdu.
Sonra,
yine “Bismillah” deyip kayaya balyoz ile ikinci darbeyi indirdi.
Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine, “Allahü Ekber, bana Fars`ın
anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kisra`nın Medâin şehrini ve onun
beyaz köşklerini görüyorum” buyurdu.
Ondan
sonra üçüncü defa yine, “Bismillah” deyip balyoz ile vurdu. Kayanın
geri kalan kısmını da yerinden kopardı.
Yine,
“Allahü Ekber, bana Yemen`in anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben,
San`a`nın kapılarını görüyorum” buyurdu.
Resûl-i
Kibriyâ Efendimizin, haber verdiği bütün bu fetihler Hz. Ömer ile Hz. Osman
zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.) Müslümanlara
şöyle dedi:
“Bu
fetihler sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya
Kıyâmete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden
Muhammed`e (a.s.m.) vermiştir.”[6]
Yıllar
geçtikçe 15 temmuz 2016 darbe girişiminin acı ve sancıları daha da acılaşıyor.
Yaranın
ve darbenin büyüklüğü daha da netleşip derinleşiyor.
Bu
milletin izzeti abideleşiyor.
Tarihi
şanlanıyor, şahlanıyor.
Zincirlerini
kırıp, ölüme gülerek koşuyor, ölümü korkutuyor.
Dünyaya
kendini bir daha hatırlatıyor.
Asaletini
tescilliyor.
Köleleşmiş
ruhlar gibi yaşamaktansa, özgürce ölümü severek kucaklıyor.
Ruhların
ucuza satıldığı an ve zamanda, dünyayı elinin tersiyle iterek ebediyeti alıyor.
Tozlansada
ölmeyen bu ruh, kendini güncelliyor.
Güçlü
olarak çıkıyor.
Allah’ın
müjdelediği bu millet, bu ruhu taşıyan millettir.
Müjdeler
olsun.
Şehidlerin
ruhu şâd, hainlerin ruhu berbâd olsun.
***************
Devlete
hariçten müdahale edip ingilizin oyununa aldanarak baş kaldıran Şeyh Said bu
gün yok.
Bediüzzaman
ona cevabında; “Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve
neticesizdir. Çünkü Türk-Kürt birdir, kardeştir.Türk Milleti bin senedir
İslamiyete bayraktarlık etmiştir. Dini uğrunda milyonlarca şehit vermiştir.
Binaenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına kılıç çekilmez
ve ben de çekmem!”[1]
Onun
bu menfi çıkışına Bediüzzaman’ı da yanına çekip davet etmesine karşı, onu
vazgeçirmek için uyaran Bediüzzaman ona tabi olsaydı, oda bugün olmazdı.
Daha
dehşetli olarak fetöde dış oyuna, İngilize aldanıp, Şerif Hüseyin gibi olma
sevdasıyla ona ortak ve alet oldu, oda silinip gitti.
Bir
çoklarının hayatını karartıp, beddualarını da almış oldu.
Tarihin
her döneminde olmuştur: kendisinde belli bir güç bulan, iktidarı elinde
bulunduranlar devlete baş kaldırmış, baş olmak için her türlü ayak oyunlarına
ve entrikalara başvurmuşlardır.
Hızla
yükselen fetönün veya fetönün içindekilerin bir iktidar kavgasına girecekleri
veya bir yerde patlak vereceği belliydi.
Çünkü
bir güç zehirlenmesi başlamış, tüm vücudu sarmıştı.
*************
Ergenekoncular
gibi bunlarda bir kaç sene sonra çıkarlar mı?
Çıksalar
bile bunca zulme ortak olmak ve bunca zillet ömür boyu yeter onlara…
Haşhaşilerin
kirleri gitti ve bittimi ki, buda bitip kapansın!
Bunun
dışındaki aklanma ve unutulma gibi durum avunma ve aldanmadır.
-Fetö
aklanır mı?
Hasan
Sabbah aklanırsa?!…
Hatta
bunlar haşhaşilerden daha dehşetlidirler.
Bunlar
sadece uyuşturucuyu değil, bir çok alanı kontrol etmektedirler.
İstihbarat
örgütü olup, münafık bir yapıdır.
-Bunu
destekleyenler ve ortak olanlar hangi yüzle – varsa böyle bir yüz- dışarı
çıkabilecekler.?
Şehit,
gazi ve millete bahaneleri ne olacak?
En
güzel yapılacak iş, bu işten vazgeçip, Tevbe Edip, Allah’a vereceği hesabını ve
dilekçesini hazırlamalıdırlar.
-Herşey
güzel olacak sinsi oyunu, bir perdeleme ve dağılmayı engellemeye çalışmanın
hilesidir.
-ABD
merkezli Fox News televizyon kanalı, FETÖ’nün 15 Temmuz hain darbe girişimine
özel bir yayınla destek vermişti. Yayına katılan yorumcular, darbe girişimini
yapan teröristler için ‘Bunlar bizim çocuklarımız, bunlara sahip çıkmalıyız’
mesajlarını verdiler. Darbe yayınında en dikkat çeken sözlerden biri de ‘Ya
İslam kazanacak, ya da biz kazanacağız’ olmuştu. İşte 15 Temmuz gecesi tarihe
geçen o skandal sözler..[2]
*************
“Sekiz-dokuz
ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai
yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i
askeriyeye münafi olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye
muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat
bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede
noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve
devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek
havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık
anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, hercümerc ve
müdahale-i ecnebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit sebeplerden
çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra
bir mucize daha gösterdi. “[3]
Hayatını
verdi, ölüme severek yürüdü, ölümü korkuttu fakat işgale taviz vermedi.
Bunu
bilemeyen fetö, her ortamı hazırlayıp, başarı kesin iken milletin yediden
yetmişe, ayığından kafası bulanığa kadar insanımızın izzetinden habersizdi.
Milletin
azmini hesaba katmadı, beklemedi.
-Bugün
fetö yok ancak kalıntıları devrede.
Ankara’da
dün kozmik odaya girenle, İBB-nin kozmik bilgilerini yetkisi olmadığı halde
kopyalayanlar, aynı elin uzantılarıdır.
-Mısır’daki
darbe girişimi ile, bizdeki aynı tarihte olması bir tesadüf değildi.
Yıl
2013.
Mısır’da
seçimle gelen Mursi devrilirken, bizde de gezi olaylarıyla nabız yoklanıyor,
başarılı olunamayınca 3 yıl sonra işgal girişimine başlanmış oluyordu.
“Kara
Havacılık Komutanlığı’nda görevli binbaşı ifadesinde, ailesiyle tatilde
olduğunu, cuntacıların araması üzerine 15 Temmuz günü birliğe döndüğünü
anlattı. Cuntacı Deniz Aldemir’in arabadayken telefonunu kapattırarak, “Ben
senin hizmetten olduğunu biliyorum ama uzatmayacağım, bu gece faaliyetimiz
olacak. Çok kan akacak” dediğini aktaran binbaşı bunun üzerine Milli İstihbarat
Teşkilatı’na gittiğini anlattı.”[1]
-Daniele
Ganser 12 Eylül 1980 darbesinin CIA tarafından yapılan bir derin devlet darbesi
olduğunu kanıtlarla anlatarak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin de CIA destekli
bir derin devlet yapılanması tarafından gerçekleştirildiğine ışık tutuyor.
Kendisi ayrıca bir başka devlete müdahale etmenin Birleşmiş Milletler
Antlaşması’na aykırı olduğunu, bu yasağı delmek içinse ABD’nin ülkelerin
ordularına ve istihbaratına kendi adamlarını yerleştirerek gizli savaş
yürüttüğünü söylüyor.”
-İngiliz
Başbakanı Lord Palmerston (Henry John Temple, 3. Viscount Palmerston, 1784
–1865)’un bir bürokratken söylediği “İngiltere’nin ezeli ve ebedi
düşmanları yoktur, ezeli ve ebedi dostları da yoktur, İngiltere’nin ezeli ve
ebedi çıkarları vardır” sözünü sanırım NGO ilke edinmiştir.
Aslında
bu batının genel inancıdır.
-Batının
Türkiyeye bakışı ise;” “TÜRKİYE BİZİM ARKA BAHÇEMİZDİR”, sistem
değişecekse ancak biz değiştiririz denmiştir.”
-MİT
Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Savaşman, 1977″de CIA hesabına casusluk
yaptığı gerekçesiyle tutuklandıktan sonra yaptığı açıklamada, böyle bir
suçlamanın gülünç ve Türk güvenlik sisteminin en temel gerçeklerinden bihaber
kimseler tarafından yapılabileceğini söylüyordu.
Savaşman, “CIA”dan MİT”le birlikte çalışan en az 20 kişilik bir
grup vardı ve bunlar MİT içindeki en yüksek organı oluşturuyorlardı” diye
açıklıyordu. “Hem istihbarat alış verişini, hem de Türkiye içi ve dışındaki
ortak harekâtlara dönük işbirliğini sürdürmekle görevliydiler.” Savaşman
işbirliğinin kendi görev süresi esnasında başlamadığını ısrarla vurguluyordu:
“Bizim istihbarat servisimizle CIA”nın işbirliğinin geçmişi
1950″lere dayanıyor… Teşkilatın kullandığı bütün mekanik malzemeler CIA
tarafından temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışındaki
kurslarda eğitilmiştir. Teşkilat binası CIA tarafından kurulmuştur.”
Savaşmanın ifadelerinden CIA”nın Türkler”e işkence aletleri de
verdiği ortaya çıkıyordu: “Sorgu odalarındaki tüm aletler, en basitinden
en kompleks yapıdakilere kadar CIA” dan temin edilmişti. Bu çalışma içinde
ben de vardım, oradan biliyorum.” MİT personelinin “yıllardan beri
CIA gibi çalışmakta ve “Amerikan Servisi hesabına görev almakta”
olduğunu belirten Savaşman, özellikle vurguluyordu: “[Personel] yurt içi
ve yurtdışındaki operasyonlarda ücret kabul etmektedir.”
Türkiyedeki
darbelerde ipin ucu başkalarının elinde idi. Bunun en etkili ayağı ise
istihbarattı.
1971
darbesi arifesinde Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, 1980 darbesi
arifesinde de Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya Washington”a birer
ziyaret gerçekleştirmişti.
Dönemin
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil (1965- 1971 ve 1975-1978 yıllan arası
bu görevde bulundu), daha sonraları darbeyi şöyle tanımlayacaktı:
“12 Mart”ta CIA vardır. Büyük ölçüde vardır… 12 Mart, haşhaş
vardır.[2]
*****************
Allah
işgalden bu milleti korumuştur.
Tıpkı
Çanakkale Savaşı’nda bir Seyyid onbaşının insan gücünün üzerinde bir güçle 276
kiloluk mermiyi dört basamak kadar sırtında taşıyıp, merminin ağzına koyarak
son mermiyi ateslemis, İngiliz büyük savaş gemisi Oşinin bacasından girerek
batmasına ve savaşın çehresinin değişmesine neden olmuştur.
15
temmuzda da binbaşı O.K. nin olayı önceden mite haber vermesiyle gece 3- te yapılacak
darbe erkene alınıp telaşa düşülmüş, Ömer Halisdemir-in özel harakat komutanı
Semih Terziyi öldürmesiyle de darbe akamete uğramıştır.
Çanakkaleden
bir farkı, orada 256 bin şehit verilirken, burada 250 şehit verilmiştir.
Herkes
bunun bir darbe, gittikçe işgale varan bir hareket olduğunun farkına varıp,
göğsünü siper ederken, CHP’nin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tankların
arasından elini kolunu sallayıp, belediye başkanının evinde kahvesini içiyor,
başarısız olununcada, bunun bir tiyatro olduğunu söyleyip, sulandırmaya
çalışıyordu.
Aynı
zihniyet bugünde devam etmektedir.
PKK
bir kaç gün öncesinden saldırısını durdurmuş, başarılı olunması halinde doğudan
8 bin kadar deaşlı ve pkklı giriş yapacaktı.
İngiltere’nin
Kıbrıs’ta bekleyen 50 bin askeri kendi vatandaşlarını koruma bahanesiyle
beklemekteydi.
Erdoğan’ın
yakalanması halinde altın rengine boyanmış 20 ton altın külçe hazırlanmış,
senaryo gereği 20 ton altınla kaçarken yakalandı, denilecekti.
Fetö
ise Yavuz Sultan Selimin Topkapı sarayında bulunan kürkünü kaçırtırken yakalanmış,
onun yerine diktirdiği yeşil kaftanla, Ankara’da kendisi için hazırlanan köşke
hasmetle giriş yapmak için dört gözle sonu bekliyordu.
Ermeni,
Yunan, İngiltere, ABD hep birlikte nefeslerini tutmuş, neticeyi bekliyorlardı.
İşgalin
kapısını fetö açsada, askeriyedeki Atatürkçüler başarılı olunmasını köşelerinde
bekliyor, hemen yakayı ele vermek istemiyorlardı.
-Akıncılar
Hava Üssü’nde 15 Temmuz darbe girişimini yöneten eski Kuzey Deniz Saha
Komutanlığı Kurmay Başkanı Tuğamiral Ömer Faruk Harmancık’ın;
“Cumhurbaşkanını öldüremedik, planlarımız boşa gitti, Cumhurbaşkanının Almanya’ya
kaçtığı yönünde haberleri yaymamız lazım, yoksa her şey boşa gidecek” şeklinde
yalan sözlerinin uluslararası medyada aynen uygulandığı ortaya çıktı..[3]
-Türkiyede
15 Temmuz gecesi; 250 şehit, 2703 gazi, binlerce her yaştan kahraman bu
hayasızca akına karşı göğsünü siper etmişti.
O
gece; 8561 asker katıldı, 35 Uçak, 37 helikopter, 74 tank, 4000 hafif silah
kullanıldı.
O
gece; 169 bin 13 kişi hakkında adli işlem yapıldı.
-Allah
bir Ömer Halisdemir-le ve kahraman binlerle, darbeye girişen ve ortak olup
örtmeye çalışan; karakteri bozuk olanların 50 yıllık planlarını boşa
çıkarıyordu.
Bediüzzamanın
deyimiyle; Bu millete darbe vuranlar, bu milletin kanını taşımamaktadırlar.
-Fetönün
sadece emniyet, askeriye, eğitim değil, bunun birde medya ve siyasi ayağı
vardı.
Siyasi
ayağı faaliyette, medya ayağı ise yurtdışı merkezli olup, içtede sulandırma ve
bulandırma faaliyetlerini yürütmektedir.
Siyasi
ayağı yetersiz ve kirli ittifakları ortaya çıkınca çabuk yıprandı ve zayıfladı.
Bunun
için mevcut hükümeti yıpratma yolunu tercih ettiler.
-Bilderbergcilere
Ahmet Davutoğlu 1 kere, Ali Babacan 8 kere, Abdullah Gül mü, onu söylemeye
gerek yok. O zaten kraliçenin gözde ve güzidesi.
Bir
zamanlar masonlar, şimdide Bilderberg mi?
Ne
menem bir şeymiş bu yav.
Seçerek
davet ediyorlar. Fehmi Koru gibi.
Bilerek
çağırıyorlar. Umut beklediklerini, kenarda bir gün kullanmak üzere
bekletiyorlar. En azından yara ve şüphe açıyorlar.
-Bugün
kimin kiminle olduğu gayet zahir olarak anlaşılıyor.
HDP
milletvekili mecliste ip-lilerin ipini pazara çıkardı.
Büyük
bir zillet!!!
Hükümeti
zayıflatanlar, dış güçleri ve PKK’yı güçlendirmektedirler.
-Yeni
oyun Suriyeliler üzerinden yapılmaktadır. Bunun için de her kirli yola
gidilmekte ve toplum tahrik edilmektedir.
-Fetö
oyunu, Türkiye merkezli, İslam dünyası kontrollüdür.
Oysa
Esaret altındaki bir adamın fetvası kabul edilmez. Cıanın, Pentegonun ve Mossadın
oyuncağı ve ortağı olan bir adam ve beyanı hükümsüzdür.
Mehdi
efendi!?, kainat imamı!? Vatikan’ın gözde ve güzidesi çokların ciğerini yaktı.
Allah
da onun ciğerini yaksın.
Milyonlarcanın
dünya ve ahiretini berbat etti.
-Fetö,
20 Ağustos’ta yayınlanan sohbetinde “Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok
tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır.
Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize
ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar.” dedi. .
Bu
bile ne mal olduğunu anlamak için yetmez mi?
-Yıllardır
bizi bizlerle uğraştıran batı haçlı zihniyeti, çevremizde ve içimizdeki maden
ve yer altı zenginliklerimize ve değerlerimize sahip çıkarken, içimizdeki bu
oyuna gelen beyinsizlerde buna alet olmakta ve çanak tutmaktadır.
Akdeniz
ve Ortadoğu’daki oyun bunun alanıdır.
Dün
Musul ve Kerkükü alanlar, bugün Akdeniz ve çevremizi almaktadırlar.
Allahın Rahim ve Vedud isimlerinin tam tecelli ve tezahürü kadında
olmaktadır.
Bir sözde; Kadın anlaşılmak için değil, yaşanmak içindir.
Yaşanacak kadını buldunsa, onu anlamaya çalışma. Bu onun
anlaşılamazlığından değil, derinliğinden ileri gelmektedir.
Latife olarakta olsa anlatılır; Adamın biri sahilde dolaşırken bir
küp bulur ve açınca içinden bir cin çıkar.
Adeta esaretten kurtulan cin adama; Ben bin yıldır bu şişenin
içerisinde idim. Dile benden ne dilersen.
Mühendis olup ancak en büyük hayalini gerçekleştirmek isteyen adam
cine;
Büyük okyanusun üzerine bir köprü yapılmasını istiyorum, der.
Cin bu duruma cevaben, çok çimento ve kum gideceğinden dolayı
biraz zor olduğunu söyler.
Bunun üzerine adam, Yahu ben şu kadınları bir türlü anlamıyorum,
onları bana anlatır mısın, deyince birden irkilen cin;
Efendim, o köprü kaç gidiş, kaç gelişli olsun, der.
Kendisince kolayı tercih etmiştir.
-Cennetin imtihanı kadınla ve dünya hayatında Kabille Habil
arasındaki imtihanı da kadınla başlar.
Kadınla devam etmiş ve de etmektedir.
Şeytanın insanları en çok avladığı yöntem kadın olmuştur.
Bu en nezih değer, değersizleştirilmeye çalışılmıştır, asırlar
boyunca…
-“Ameller (in sıhhat ve değerleri) ancak niyetler ile (ve
niyetlere göre)dir. Herkes için ancak niyet ettiği şeyi
vardır. (Niyetine
göre mükafatlanacaktır). Artık hicreti Allah (rızası) için
ve Resulü için (ona yardım için) olan kimsenin, lıicreti Allah ve Resulünedir (Onların rızasını kazanmıştır), Kim ki edineceği dünyalık için hicret eder
veya evleneceği bir kadın için
göç ederse, onun hicreti de o kasdettiği şeyedir.”
Niyetin önemini en açık bir şekilde ifade eden bu hadis-i şerifin sıhhatinde hadis bilginleri
ittifak halindedir. Hatta manası gibi lafzının da mütevatir olduğunu kabuI edenler olmuşsa da
en doğrusu meşhur hadislerden olmasıdır.
-İmam Şafii rahmetu’llahi
aleyh, ilmin üçte biri bu hadistedir, buyurmuştur.
Hakikaten insanın bütün sorumluluğu azim ve iradesinde olduğu için niyetin,
büyük önemi vardır. Çünkü amel bir cisim, niyet ise onun ruhudur.[1]
Kadında
bu niyetle bir kıymet alır ve değer taşır.
Kadın
bozulursa, toplumda bozulur.
**************
Kötülüğün
kaynağı tartışmasının ilk aşamalarında şu soruldu:
Zinadan olan çocuk, diğer herhangi bir çocuk gibi ana rahminde Allah tarafından
yaratılmaktadır. Buna göre zinanın sorumlusu Allah mıdır? Eğer öyleyse zina
eden niçin cezalandırılır? Hasan bunu şöyle açıklar: Allah zina edeni çocuktan
ötürü cezalandırmaz. Bir itaatsizlik fiili olan zinası sebebiyle onu
cezalandırır. Bu itaatsizlik çocukla aynı değildir. Menisini helali olmayan bir
yere koyan zani, sahibi olmadığı
bir başkasının tarlasına tohum eken kimse gibidir. Allah ister filizlendirsin
isterse filizlendirmesin her ikisi de itaatsizlik fiilidir.
-Hasan,
kendilerini masum gören ve kötülüğü (zulmü) Allah’a nisbet edenlere karşı
deliller öne sürer. O, Kur’an’dan, Adem’in söylediği, “kendime zulmettim”
(Kur’an 7/23) sözünü ve Musa’nın öldürme günahını “şeytanın işi” (28/15) olarak
tanımlamasını içeren ayetleri iktibas eder. Ne Musa kendi günahının Allah’tan
olduğunu düşündü, ne de Adem günahının Allah’ın kaza ve kaderi olduğunu
zannetti. Hiç kimse zulüm sahibi olarak telakki edilmeyi istemez. Dolayısıyla
bu insanlar, kendilerine nisbet edildiğinde onaylamak istemedikleri bir şeyi
Allah’a nisbet etmeye nasıl kalkışırlar?
-Son günlerde
artan cinsel taciz ve tecavüzler, aileyi bulandırmakta, kadının kişilik ve
değerini düşürmektedir.
Bunun önemli bir
sebebi ise; tecavüzü engelleyecek manevi haya, ar, namus ve örtü gibi
kalkanların eksiklik veya zafiyetindendir.
Temeli ise iman
zaafiyetidir.
Millet haklı
olarak tesettürle mücadele etti. Tesettürü kazandı.
Peki ya haya,
namus, utanma, ar, başı örtmeyle beraber gözü örtme tesettürü gibi manevi
tesettürde ne kadar başarılı olundu?
-Örtü
nasıl olmalıdır?
Örtüyü
örten örtüye başka bir örtü gerekmeden…
-Yazıp söylemekten
haya ediyorum ancak bir gerçeği ve ailenin bozulmasının kaynaklandığı noktaya
işaret etmek amacıyla söylüyorum.-sürçü lisan edersem af ola-
Yeşil çam sinemaları
ve ahlaksızlıkları adeta bir kanalizasyon gibi evlere ve zihinlere aktı.
Soyadı Ar olan ancak ne kadar Ar-lı olduğu kendisinin ifadesinden de anlaşılacağı üzere Müjde Ar; – “80 Filmin 60’ında Irzıma Geçildi.
Toplumun
ahlakını çok bozduğunu ifade ediyor.
Gençliğinin
hep böyle geçtiğini ve gel de bu gençlikten bir fayda bekle.”, diyerek
iğrençliklerini çok rahat dile getirmektedir.
Çirkin
sahne ile zihninizi kirletmemek için linkini vermiyorum.
******************
-Boşanmalar
aileyi yormakta ve yıpratmaktadır.
-2001
yılından bu yana Türkiye’deki boşanma istatistikleri ele alındığında en fazla boşanma
olayının 2018 yılında yaşandığı görüldü. TÜİK verilerine göre 2018 yılında 142
bin 448 çiftin geçinemeyip boşandıkları belirlendi. Yapılan araştırmalara göre;
2001 yılındaki boşanma sayısı 91 bin 994 olarak kayıtlara geçerken bu rakam
2017 yılında da 128 bin 411 oldu. 2016 yılında boşanan çift sayısı 126 bin 164,
2015 yılında ise 131 bin 830 olarak kayıtlara geçti.
Aydın’da
ise 2018 yılında 7 bin 734 çift evlenirken, 2 bin 677 çift ise evliliklerini
bitirerek boşandı. Karacasu ilçesinde ise 109 çift evlenirken, 65 çift ise
boşandı.
-Sâdi
derki, Bir gün hamamda bir sevimli insan bana bir parça güzel kokulu kil verdi.
O kile: “Misk misin, yoksa amber misin, senin güzel kokundan mest oldum.”
dedim. Kil cevap olarak bana şöyle dedi:
“Ben adî bir kil idim, fakat bir zaman gül ile arkadaş oldum, onun güzel kokusu
bana sindi, yoksa ben bildiğin toprak parçasıyım.”
Kadın
gül olursa, kokusu ailede yayılır, sirayet eder.
Bu
insanlar kimle yan yana durmakta, kimin isi, sisi, pisi bunlara bulaşmaktadır?
Mutlu
aileler birbirine benzer, mutsuz ailelerin ise her biri farklıdır. Leo Tolstoy
-”Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından
şekvâlar işittim. “Eyvah!” dedim. “İnsanın, hususan Müslümanın
tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı
bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım. Bildim ki, nasıl İslâmiyetin
hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için, gençleri
yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahete sevk etmek için bir iki komite
çalışıyormuş.
…Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve
kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki
âdâb-ı İslâmiyetle olabilir. Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki,
kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına,
kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki
itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o
kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî
arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara
göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati
bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı
korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından
istiskal eder. Erkek ise, nâmahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal
eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik
ithamı altına girer, zaafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez.”[2]
MEHMET ÖZÇELİK
14-07-2019
[1]Bak.
MART- NİSAN 1969.Diyanet DERGiSi
-82-83. SAYI
Her
varlık kendi norm, konum, kapasite, kabiliyet, kişilik, yetenek, fabrika
çıkışlı, kapsam alanı vüs’atinde yaratılmıştır.
Ondandır
ki, o standartlar çerçevesinde gelişmekte, hayatını sürdürmektedir.
Mikroskobik
canlıdan devine kadar. Kendi bünyesi içerisinde bir memnuniyeti
gerçekleşmektedir.
Bunca
sayısız farklılıklar içerisindeki her varlık, kabına göre doyumunu
gerçekleştirmektedir.
Bulunduğu
konumda memnun edilmekte ve memnun olunmaktadır.
Önemli
olan ise onca varlığı memnun etmektedir.
Midesinin
memnuniyetini yerine getirmekten aciz olan insana karşı, bütün mideleri doyuran
bir Rab var.
Herkes
kararını buluyor.
Bu
dünyada herkes kendini buluyor ve kendi oluyor.
-Hak
ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak
Ol nüshada bu âdem nokta imiş ancak.
Ol
nokta içinde nice bin gizli derya
Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak. Niyazi Mısri
Rabbiyle
bağlantı ve intisab kurarak kendisini bulması amaçlanmıştır.
Yoksa
bu uçsuz bucaksız kainatta kaybolacaktır.
Ah
min‐el aşk ve halatihi
Ahraka kalbi bi hararatihi
-Karıncalar
gibi sen ufak, ufak yürürsün
Meleklerden ileri seyranı arzularsın
Topuğuna çıkmayan suyu deniz sanırsın
Sen katreyi geçmeden ummanı arzularsın.
Var sen Niyazi yürü atma okun ileri
Derdi ile kul olmadan sultanı arzularsın. Niyazi Mısri
-Güneşimiz
büyük kalabalıktaki yıldızlardan sadece birisi.
Sadece
bizim galaksimiz Samanyolu, 200 milyardan fazla yıldızla çevrili.
Ve
fakat Samanyolu, Evrene saçılmış 100 milyar galaksiden sadece birisi.
Yani
Evrendeki 100 milyar galaksinin her birinin kendine ait 100 milyarlarca yıldız
sistemi, ve her yıldız sisteminin de ayrı ayrı onlarca gezegeni var.
İnsanın
yaşadığı dünya nokta iken, insanlar o nokta içerisinde ise bu uçsuz bucaksız
kainatta görülmeyecek kadardır.
MEHMET ÖZÇELİK
13-07-2019
YORGUN EĞİTİM
YORGUN EĞİTİM
Tek
tip eğitim. Tornadan çıkmış, kabiliyetleri söndüren eğitim sistemi.
”Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nu tek parti döneminin son Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu
da (10.601948-22.5.1950) şöyle açıklıyor:
“Tevhid-i Tedrisat kanunu’nun manası, ruhu şudur: Türkiye’de bundan böyle
bir tek umumi tahsil müessesesi, bir tek mektep yaratmak, bir tek terbiye
vermek ve bir tek zihniyet sahibi insanlar yetiştirmek, bu sayede de bir tek
bütün millet meydana getirmek.”
Bakanlığa
bağlı imam-hatip mektepleri 1931 yılında, Darülfünun İlahiyat Fakültesi 1933
yılında kapatılmıştır. Din dersleri, 1930-1931 öğretim yılından itibaren genel
öğretim kurumlarından, 1939’dan itibaren de köy ilkokullarından kaldırılmış,
böylece din öğretimi genel öğretimin tamamen dışında bırakılmıştır.
Milli
Eğitim Bakanlığı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na dayanarak, din görevlisi yetiştirmek
için kaynaklardan biri olan Kur’an kursları da almak istemişse de, Başkan Rıfat
Börekçi bunların meslek okulları olarak Diyanet Işleri Başkanlığı’na bağlı
kalmasını sağlamış, hatta sayılarını da yavaş yavaş artırmıştır. Cumhuriyet
tarihi boyunca hiç kapatılmadan öğretime devam etmiştir. 1949 yılına kadar
genel öğretim içinde din öğretimi olmadığı gibi din görevlisi yetiştirecek bir
öğretim kurumu da kalmamıştır.
1946’dan
sonra din öğretimi alanında arayışlar yeniden başlamış, yaklaşık 16 yıllık bir
uygulamadan sonra genel öğretim içinde din öğretimine tekrar yer verilmiştir.
1949 yılında Bakanlığa bağlı, öğretim süresi on ay olan imam-hatip kursları
açılmış, aynı yıl ilkokullara din dersleri konulmuştur. İsteğe bağlı olarak
konulan din derslerinin ilk yıldaki uygulaması zamanın bakanı şöyle
yazıyor:”.. Çocuğun din dersine girmesini
istemeyen ana baba okula b~ yolda bir mektup yazmalıydı. Hatırlarım, neticede
bana yalnız Ankara Üniversitesi profesörlerinden birinin Türkiye ölçüsünde bir
tek mektubunu getirmişlerdi. Biz hususiyle Alevi köylerinde din derslerinin
zorlanmamasını tavsiye etmiştik. Oysa bütün Aleviler çocuklarını din dersine
gönderdiler. Sivas’ta bir kısım Ermeniler de çocuklarını bu derslere göndermek
istediler, memnunlukla kabul ettik.”
Program dışı olarak konulan din dersleri 4 kasım 1950’de program içine alındı.
Dersin müfredat programı 1968 yılında diğer bütün derslerle birlikte yeniden
ele alındı. Bu dersleri sınıf öğretmenleri okuttuğu için 1953 yılında, ilk
öğretmen okullarının 9. ve 10. sınıflarına haftada birer saat zorunlu din
dersleri konuldu. İcra Vekilleri Heyetinin 13.8.1956 tarihli kararıyla, orta ve
dengi okullara isteğe bağlı olarak, birer saat din dersleri konuldu.”
Din
öğretimindeki bu uygulama 1967 yılına kadar böyle devam etti. 1967 yılında
halktan gelen binlerce dilekçe, özellikle 200 dolayında milletvekilinin yazılı
isteği, bakanlıkça dikkate alınarak, Talim Terbiye Kurulu’nun kararıyla
(21.9.1967 tarihli) bütün lise ve dengi okulların 1. ve 2. sınıflarına da
isteğe bağlı olarak birer saat din dersleri konulmuştur.1980 öncesi genel
öğretimdeki din öğretimindeki en son gelişme;
23.9.1976 tarihinde, Bakanlık kararıyla Din Bilgisi derslerinin, temel eğitim
ikinci kademesinin (ortaokul) üçüncü sınıfı ile lise ve dengi bütün okulların
üçüncü sınıfına da konulmuş olmasıdır.
Cumhuriyet
tarihimizde 1949 yılından itibaren, isteğe bağlı olarak, yeniden başlayan din
öğretimi uygulamaları, 12 Eylül 1980 sonrasındaki arayışlar ve çalışmalar
sonunda, 18.10.1982’de yürürlüğe giren Anayasa’nın yirmi dördüncü maddesinde şu
hukuki temele ulaşrmştır: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin
gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve
ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun
dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de
kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.”[1]
-Milli
Eğitim sistemi bir asırdır problemli olmuş, bir türlü hala bu kadar maddi
gelişmelere ragmen; akıl ile kalb, madde ile manayı, manayı ismi ile manayı
harfiyi beraber götürecek seviyeli bir eğitime geçilememiştir.
İnançlı
idarecilerde başa geçse hala fizik, fen bilimleri anlatılırken, nedense
yaratıcısı devre dışı bırakılıp, tabiatın yaptığı nazara verilmektedir.
Eğitim
kör ve topal olarak yürümektedir.
Aklı
aydınlatan fen ilimleri yetersiz kaldığı, gerçek ilim adamı yetişmediği gibi,
kalbi aydınlatan din ilimleri hakkıyla, kalbi tatmin ve memnun edici bir
seviyede olmamıştır.
En
iyi haliyle akademik kalıp, ruh ve ahlak hakkıyla verilememektedir.
Maarif
sınıfta kalmış, maariften marifete geçiş yapamamıştır.
Bu
konu çokları tarafından da dillendirilmiştir.[3]
-Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından bayan müfettiş, bir okulu teftiş etmek için
görevlendirilir:
Müfettiş
okula gitmek için yola koyulur ancak yolda arabası hararet yapar ve aracı
çalışmaz. Oradan geçen bir çocuk araca doğru yanaşarak yardıma ihtiyacının olup
olmadığını sorar.
Müfettiş:
Araçlardan anlar mısın?
Çocuk:
Babam tamircidir bende bazen ona yardım ederim.
Arabanın
motoruna bir bakış attıktan sonra, alet-edevat çantasını ister. Çocuk bir kaç
dakika uğraştıktan sonra, müfettişten aracı çalıştırmasını rica eder. Bu arada
müfettiş bütün bu olanları dehşet içerisinde izliyordu. Araç tekrardan hareket
etmeye başladı! Çocuğa teşekkür etti ve bu saatte neden okulda olmadığını
sordu.
Çocuk:
Bugün okulumuza müfettiş gelecekmiş ve öğretmenin dediğine göre benim sınıfın
en tembel öğrencisi olmamdan dolayı evde kalmam gerekiyormuş.
Fikir:
Yetenekler böyle bitirilir. Zeka ve üreticilik sadece dersi anlamak ile alakalı
bir şey değildir. Her şahsı, yeteneklerini ortaya çıkarabilmek için uygun ortama
koymak gerekir. Aptallık diye birşey yoktur, sadece farklı yollar vardır…
Osmanlı
mekteplerinde her çocuk ilgi alanı ve yeteneğine göre değerlendirilip ona göre
eğitiliyordu. Bütün öğrencilere standart dersler verilmiyordu. Mekteplerin duvarında
ise şöyle yazıyordu: “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye
zorlanmaz…”
Eğitimiz
artık çok yorgun. Reflekteye ihtiyacı var.
Yüz
yıldır değişmeyen, değiştirilmeyen, aynı motorla giden eğitimin dinlenmeye, dinlendirilmeye,
bu durumun birilerine dillendirilmeye ihtiyacı var.
MEHMET ÖZÇELİK
12-07-2019
[1]CUMHURİYET DÖNEMİ DİN EGİTİMİNE GENEL BAKlŞ.Doç. Dr.
Halis AYHAN. 15-17.