ABD SALLANTIDA

ABD
SALLANTIDA

Bir
çok devletin ve özellikle islam dünyasını işgal ederek ahını alan Abd, bu gün
hem içten ve hem de dıştan sallantıdadır.

Psikolojikmen
bunalımda olan Abd, silahlı saldırılarla birbirini öldürüp, toplumsal patlamayı
yaşamaktadır.

Kasırga
ve sellerle kentler yok edilmektedir.[1]

-Dünyayı bekleyen tehlikeler.

Buzulların erimesiyle tüm dünya
etkilenecektir.

Ancak özellikle ABD ve Avrupa büyük
tehlike altındadır.

Buzulların erimesiyle dünyamızın su
seviyesi yükselirken birçok kara parçası da sular altında kalacak. Sulara
gömülecek toprak parçaları arasında Miami, New York, Sindey, Shanghai, Buenos
Aires gibi dünyanın en önemli kentleri de yer alıyor.

ABD’nin dünyaca ünlü birçok kenti
tarihe karışma tehlikesi ile karşı karşıya kalacak.

Avrupa kıtası için de benzer durum
söz konusu.. Yapılan bilimsel çalışmalara göre, Hollanda’nın çok büyük bir
bölümü sular altında kalırken, Londra ve Venedik gibi şehirler haritadan
silinecek.

Asya kıtasında da 160 milyon
insanın yaşadığı Bangladeş, okyanus suları tarafından yutulacak. Yine benzer
şekilde Hindistan’ın en önemli kentlerinden olan ve 4,6 milyon insanın evi olan
Kalküta da eriyen buzulların kurbanı olacak.

Avustralya’da insanların yaşadığı
sahil şeridinin yüzde 80’i sular altında kalacak.

Çin, Kore Yarımadası ve Japonya
üçgeninde Güney Çin Denizi bölgenin tam anlamıyla kabusu olacak. Shanghai’ın
neredeyse tamamı sularla kaplı olacak.[2]

Aile
mefhumunun kalmayıp, boşanmaların artışıyla bir çöküş yaşamaktadır.

*****************   

“Ülke dışındaki
çıkarlarımız… Bu tâbirin hududu yoktur. Bu tâbirin içine ABD’nin ihtiyacı
olan veya olabilecek her şey girer.” Casper Weinberger. Reagan dönemi’nde
ABD Savunma Bakanı.

-”Oğul Bush döneminde Milli
Güvenlik danışmanı ve Dışişleri Bakam olan Condoleezza Rice, 2004’te
Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini söylemişti. Rice raporun
yayınlanmasından kısa bir süre önce Mısır, İran, Türkiye ve Suriye’ye atıfta
bulunarak Türkiye’nin bölünebileceğini ima etmiştir. Hemen hemen aynı
tarihlerde ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi Morton Isaac Abromovvitz de 2014
yılının Türkiye için kritik yıl olduğunu söylemiştir.”[3]

-İsrailli diplomat Oded Yinon,
“İsrail İçin 1980’ler Stratejisi” adlı makalesinde İran ve
Türkiye dâhil bütün Ortadoğu ülkelerinin etnik ve mezhep yapısının İsrail için
büyük fırsatlar sunduğunu belirtmektedir. Yinon’a göre Irak üç devlete, Suriye
altı devlete bölünmelidir.”[4]

-“Bana öyle geliyor ki, bir ya da
iki nesil sonra insanların esareti sevmelerini sağlayan ilaçlara dayalı bir
sistem geliştirilmiş olacak. Böylece bütün toplum acı vermeyen bir toplama kampım
dönüştürülecek ve insanlar hürriyetlerinin ellerinden alınmasından mutlu
olacaklar; çünkü propagandaya da ilaç kullanarak beyin yıkama sonucu insanlar
isyan etmeye dair bütün arzularından arındırılmış hâle gelecekler.” Aldous
Huxley, 1959”[5]

-“Alman iktisatçı Wemer Sombarf a
göre, bugünkü ABD’yi kuranların büyük çoğunluğu, Avrupa’dan gelen dönme
Yahudilerdir.
ABD’nin hızla gelişmesinde, onların getirdiği büyük paralar iktisadi gelişmenin
esas lokomatifidir. Sombart bizzat Kristof Kolomb’un gizli bir Yahudi olduğu
tezini ortaya atmıştır. Sombart’a göre; “Amerikalılık dediğimiz şey, deyim
yerindeyse damıtılmış Yahudi ruhundan başka bir şey değildir.”[6]

-Herşeyi madde ve menfaat üzerine
oturtturan batı ve özellikle Abd içten yıkılacaktır. Yıkılmasını sağlayacak
sebepler ise; Uyuşturucu, fuhuş, borçlanma, zulüm, bunalım gibi temel
unsurlardır.

MEHMET
ÖZÇELİK

07-09-2019


[1] https://www.ntv.com.tr/dunya/dorian-abdnin-dogu-kiyilarini-vuruyor-yuzlerce-kisi-mahsur-kalmis-olabilir,y625GO7Hyk6k6kVcjYQJaQ

[2] https://www.google.com.tr/amp/s/www.cnnturk.com/amp/dunya/korkutan-gercek-butun-buzullar-eridiginde-dunyanin-yeni-haritasi-boyle-olacak

[3]
EVANJELİZM. D r. R a m a z a n K U R TO Ğ LU.Sh.19. Bak. M. I. Abromowitz,
Nationalinterest, 20 Eylül 2012.

[4]
Age.20.

[5]
Age.51.

[6]
Age.80.




DÜNYA DOSTLUK YERİ

DÜNYA DOSTLUK YERİ

Dünya dost yeri ve özelliklede dost edinme yeri. cennette kalınsaydı bu dostluklar olmayacak ve de edinilemeyecekti çünkü dostluk edinilmesini gerektirecek bir ortam, bir sebeb ve en önemliside bir ihtiyaç ortamı bulunmamaktadır.

Tıpkı cennette tenasül olmadığından dolayı çoğalma, akrabalık ve akrabalık bağları bulunmamaktadır.

Hocaya bir kişi sorar, hocam keşke atamız Âdem cennette suç işlemese, dünyaya gönderilmeseydi!

Orada rahat edip kalsaydık.

Hoca cevap vererek, oğlum daha iyi ya. Baksana, cennetten gelirken iki kişi olarak geldiler, milyarlar olarak geri dönüyorlar.

Kim daha karlı?

Elbette ikiyi verip milyarları kazanan kârdadır.

-İnsan kelime anlamı itibarıyla enis, dost, kendisiyle ünsiyet edilip alışılan manasınadır.

İnsana yaratılıştan dost ve düşmanlık duygusu duygu olarak onun proğramına konuldu. Ve ondaki bu dostluk duygusunun oluşturulmasını sağlamak amacıyla bir çok sebeb mevcut kılındı.

Burada sürdürülen dostluğun başlangıcı ruhlar aleminde başladı.

İlk tanışma ruhlar aleminde gerçekleşti.

Evlilik ile başlayan akrabalık, arkadaşlık, dostluk bu alemde gerçekleşti.

Ebedi ahiret aleminde ise bu dostluk tanıdıkça ve artarak devam edecektir.

Dostluk oluşumu akrabalık gibi yakınlıktan daha yakın bir yakınlılıktır. Samimidir.. Fedakarlıktır.

Geniş daireden dar daireye doğru gelecek olursak; insan, arkadaş, akraba ve dosttur.

Dostluluğun olmadığı hiç bir yakınlık, yakınlık değildir.

Bu gün kirletilen aşk gibi en temiz kelimelerden birisi de dostluktur.

İçi doldurulması gerektir. İşte dostluk ile ilgili güzel sözler;

-Allah sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. Allah dost olarak yeter. Allah yardımcı olarak da yeter. (Nisa, 45. Ayet)

-Mümin erkekler ve mimin kadınlar birbirlerinin dostudurlar.” (et-Tevbe, 9/71)
-Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.”(el-Enfâl, 8/73)
-“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz müstesnadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihâyet dönüş Allah’âdır.” (Âli İmrân, 3/28)
-“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” (Âli İmrân, 3/118)
-“Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar.” (el-Enfâl, 8/73)
-Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmeyin.” (en-Nisâ, 4/144)[1]

-Allah’ım! Senden Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıran ameli yapmayı isterim. Allah’ım! Senin sevgini, bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevgili kıl.(Tirmizî, “Deavât”, 73.)

“En üstün ve en değerli amel, sevdiklerinizi Allah rızâsı için sevmek, sevmediklerinizi de yine Allah rızâsı için sevmemektir” (Terğîb)

-Tüm dünya krallarının ayrıcalığına bile değişmeyeceğim dostlarım var.

Bir dost edinmenin en iyi yolu dost olmaktır.

Sadık bir arkadaş on bin akrabaya yeğdir.

Dostluk iki bedende yer alan tek akıldır.

Gerçek dost başka yerde olmak istese de senin yanında olandır.

Cennet hariç hiçbir şey gerçek dostluktan iyi değildir.

İyi bir dost terapiden ucuzdur.

İyi dostu olanın aynaya gereksinimi yoktur. – Mevlana

Hatasız dost arayan dostsuz kalır.

– Dost; acı söyleyen değildir Acıyı tatlı söyleyebilendir.

“Yılan sokması seni sadece canından eder.

 Ama kötü dost hem candan hem de imandan eder!” – Mevlana

 – “Dost ise düşünme ver ömrünü gitsin. Dost değilse hiç bekletme yol ver gitsin.” – Mevlana

–  İnsan gözden ibarettir aslında geri kalan cesettir.

  Göz ise ancak gerçek dostu görendir. – Mevlana

– Üç çeşit dost vardır: 1.Gıda gibidir her gün onu ararsın; 2.İlaç gibidir, bazen ihtiyaç duyduğunda arasın; 3.Hastalık gibidir o seni bulur.

– Dostluk çukurda biriken yağmur suyu değil ki güneş vurunca kurusun. Bizim dostluğumuz deniz misali buharlaşsa da yağmur misali geri döner iyi ki varsın.

– Hayatta kimseye güvenmeyeceksin demek saçmalıktır inan. Ama kime ‘iki defa güveneceğini’ hesaplamalı insan. Sana hep güvenirim benim can dostum.

– Dostluk, toprak bir maşrapa gibidir, önemsiz bir nedenden birdenbire kırılır ve bir daha kullanılmaz.

– Dost; göze sezdirmeden gözyaşı silendir.

 – Hayatı yenecek kadar güçlü, hayattan beklentilerini alacak kadar umutlu, umudunu yitirmeyecek kadar inançlı, mutlu ve sevgi dolu günler senin olsun can dostum.

– Gerçek dostlɑr birbirinden uzɑktɑ iken de birbirlerinin ne düşündüklerini nɑsıl dɑvrɑnɑcɑklɑrını bilirler.

– Dost deniz kenarındaki taşlara benzer. Önce tek tek toplarsın sonra birer birer denize atarsın ancak bazılarına kıyamazsın. İşte sen o kıyamadıklarımdansın…

– Dostluk günah olmayacak kadar masum, köle olmayacak kadar özgür, umulmayacak kadar yakın, unutulmayacak kadar derin, tek başına yaşanmayacak kadar zordur.

DostIuk para gibidir; eIde ediImesi koIay, korunması zordur!

Gerçek dostIar yıIdızIara benzer, karanIık çökünce iIk onIar görünür!

Bir çayınızı, bir de dostla aranızı soğutmayın. İkisi de bekledikçe bayatlar.

Kan bağı mı? Hayır can bağı. Çünkü vefalı bir dost bin akrabaya bedeldir.

LOKMAN HEKİM’E SORMUŞLAR !.

“BU DÜNYADA NE ÖĞRENDİN?”

1- Namazda kalbime sahip olmayı ,

2- Yemekte elime sahip olmayı ,

3- Cemiyette dilime sahip olmayı ,

4- Yaptığım iyiliği unutmayı ,

5- Bana yapılan kötülüğü unutmayı ,

6- Allah’ın kudret ve kuvvet sahibi olduğunu ,

7- Ölümün hak olduğunu öğrendim

MEHMET ÖZÇELİK

11-03-2018

[1] Kuranda dost ile alakali tahmini 41 ayet geçiyor.  http://meal.ihya.org/kurandan-ayetler/kuranda-gecen-dost-ile-ilgili-ayetler.html    http://www.kuranfihristi.net/fihrist/dost




YAHUDİ İNANCI

YAHUDİ İNANCI

Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.”[1]

-Yahudi kutsal kitabında ahiretin varlığı ve ahirete imanla ilgili konuda açık bir bilgi yoktur.

Yahudilikte ahiret pek işlenmez, bir kısmı cehennemi tanrının merhametine aykırıdır, diye inkar ederler.

Bizdekilere ne kadar da benziyor, değil mi?

-Cehennemde ise ancak 12 ay kalacaklarına inanırlar. Bu Talmutta belirtilmektedir. Bakara 80-81-de de belirtilir.

“Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.”

-Ortodoks Yahudiliğin temel inançlarından olan mesih inancına göre mesih, Davudun soyundan gelecektir.

Davut ise o bir kral mı yoksa semavi bir şahsiyet olup olmamasında ihtilaf etmişlerdir.

-Tevratta 248- i emir,365- i yasaklardan oluşan 613 kural vardır. Dindar bir Yahudi ise hayatını bu kurallara göre tanzim eder.

-Yahudiler ibadet günü olan şabat yani cumartesi yapmaları yasak olan 39 tür iş vardır.

Buna teknolojik işlerde eklenmektedir. Araba, telefon, elektronik aletler kullanmak, ışığı açıp kapamak, asansör düğmesine basmaya kadar yasaktır.

Kur’an-da Yahudiler için; Beni İsrail, hud, hadu, yehud olarak geçer.

-Beni İsrail 41 yerde geçer.

Yahudi kelimesi medeni surelerde yer alır.

-Davud peygamber zamanındaki Yahudilerin maymuna çevrilişi âyette şöyle anlatılır;

“İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz. Onlara ‘Aşağılık birer maymun olunuz’ dedik; bunu, çağdaşlarına ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara öğüt olsun diye yaptık.”[2]

-Bediüzzaman Hazretleri 5. Şua gibi muhtelif eserlerinde onlardan, âyetin beyanı üzere düştükleri zillet ve meskenetten bahsetmektedir.

-Ahir zamanın dehşetli komitesi olan Süfyan ve İslam Deccalından bahsedilmektedir.

-“…mühim kuvveti Yahudidir… Yahudiler içinde tevellüd eder…”

-Yahudi yayın kuruluşu şalom gazetesinden şöyle anlatılmakta:

“Bu bayram yahudilere düşman olanların koz olarak kullandıkları bir kutlama günüdür. bu bayramda kutlama gecesi için katılanların mutlaka evli olmaları gerekir. bekar olanlar erkek veya kız hiçbir şekilde kabul edilemez. hatta bu bayram hakkında bekarlara bilgi dahi verilmez. o geceye katılan evli çiftlerin şık giysilerini giyerler. hanımlar kıymetli takılarının yanında, ziyafet masasındaki eşlere servis yaparlar. bir müddet sonra hep birlikte eğlenildikten sonra, mum söndü ayinine geçilerek bütün ışıklar söndürülür. evli çiftlerden kadın ve erkek istediğini tercih etmekte serbesttir.”[3]

-Kıssadan Hisse:

-Semseddin Muallim diye tanınan fakir kelamcı rivayet etti ki: Bir gün  Hüdavendigar hazretleri, arkadaslara bakıp (söyle) buyurdu:

Peygamberimiz, Allah’ın elçisi Muhammed (s.a.v.) buyurmustur ki: “Bir suya taş attığın vakit su nasıl açılırsa, Allah’ın nuru bir müminin kalbine indiği vakit, onun kalbi de öyle açılır, genişler, hoş ve latif bir sahra olur.” Bunun üzerine ashab: “Ey Allah’ın Resulü! Eger tabiatın ve şehvetin uğursuzluğu sebebiyle Adem oğlunda, kalbinin açıldığını görecek olan göz perdeli ve tozlu olursa, kalbinde bir genişlik ve açıklık meydana geldiğini nasıl anlayabilir?” diye sordular. Peygamber: “İman eden, kalbinin genişlediğini, bütün dünya ehlinin, dünya mal, mülk ve lezzetinin gönlünde soğuması ve tatsız bir hale gelmesi, dünya dostlarından ve kendi ahbaplarından nedensiz ve karşılıksız bir yabancılık duymaya başlaması ile anlar.” buyurdu.(Ariflerin Menkıbeleri)

MEHMET ÖZÇELİK

03-01-2018

 

 

[1] ALİ İMRAN-78.

[2] Bakara.65,Araf.166.

[3] Bak. https://forum.memurlar.net/konu/932285/

https://plus.google.com/+C%C3%9CBBES%C4%B0ZHoca/posts/T4zjqaSCiXk

http://www.akpartiforum.com/sebataylar-ve-mum-sondu-tavsiyemdir-t25334.html?s=7bd75e308f66846861bd8c60ff852550&

 




DOĞU HÂÂ LÂ CAHİL

DOĞU HÂÂ LÂ CAHİL – Sesli Dinle

*Bediüzzaman Doğuyu geri bırakan 3 tesbiti şöyle yapar;
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.

Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz”

İşte diğer bir tesbiti;

“Üçüncü Cinayet: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi (hamal ve gafil ve safdil olduklarından) bazı particiler onları iğfal ile vilâyat-ı şarkiyeyi lekedâr etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu meâlde:

İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husûmette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz. “[1]

-*Bediüzzaman, 1909’da Dini Ceride adlı bir gazetede “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” adlı makalesinde fikriyatını “dokuz” madde halinde özetler. Bu makalenin alt başlığı, onun şuurlu şekilde belli maksatları mücadele programına aldığını göstermesi bakımından zikre değer: “Bediüzzaman’ın Fihriste-i Makasıdı ve Efkarının Programıdır.” Bu dokuz maddeyi şöyle özetleyebiliriz:

Birinci madde: İslâm âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak.

İkinci madde: İslâm maarifini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek: Bu üç merkez medrese, mektep ve tekkedir.

Üçüncü madde: İlmî çevrelerde ilmî hürriyeti tesis etmek.

Dördüncü madde: Medreselerde ihtisas şubeleri te’sis etmek.

Beşinci madde: Mürşid-i umumi olan vaiz ve hatiplerin yetişmesini de ele almak.

Altıncı madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak. Burada asıl mevzumuzu teşkil eden üç düşman mevzubahis edilir.

Yedinci madde: Hilafet makamının ıslâhı meselesi.

Sekizinci madde: Osmanlı Devletinin beylikler devrine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında ittihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi.

Dokuzuncu madde: Millî birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayi olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek

*********************

Doğu hala cahil,cehaletten kurtulmuş değil.

Evet,doğu hala cahil.

Kandırılmaya müsait.

Belli ki hayattan ve geçmişten pek ders çıkarmış değil.

Havaya göre değişmekte,çok çabuk havalara girmektedir.

Bir farkla ki,eskiden diplomasız idi,buna bir de diplomalısı eklendi.

Doğu hala kuvvetli bir akla sahip olmadı.

Akıl gösterecek ve akıl verecek âkiller heyetinden mahrum.

Veya böylelerini oluşturmuyor,barındırmıyor,pek de aramıyor gibi…

Doğu hala saf,kolayca aldatılabilecek durumda…

Doğu hala kavgaya,teröre açık.

Doğu hala ekonomik yönden bir fark olsa da,yine fakir durumda.

Doğu hala ihtilafa açık,fitneye müsait,oyuna çanak tutabilecek durumda.

Doğu sürekli sıcaklığını koruyordu,ısınma daha da artacak gibi.

Doğu Türklerin bedeni,Türkler Kürtlerin aklı.

Doğu net değil.Kimlikler belli değil.

Müslim-gayr-ı Müslim,Türk-Ermeni,gizli eller,bulanık zihniyetler hala varlığını devam ettirmektedirler.

Doğu ekilen kirli tohumları dermektedir.

*İşte diğer tesbitler;

“Akıl ve ilim fen hükmettiği istikbalde elbette, burhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” der.79

“İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacaktır.”

*”İstikbalde silah kılınç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevi kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak”

*Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslimlere karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medeni biliriz. İslâmiyeti (onlara) mahbub ve ulvi göstermektedir.”

*”Avrupa bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ- istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zanlarını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım.”

*”Ecnebilere düşman nazarıyla değil, belki saadetimize ve İ’la-yı Kelimetullaha bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi teşvik ve icbar ettiklerinden, dost ve hâdim nazarıyla bakacağız..”

*”Hem de düşmanlarımız onlar (ecnebiler) değil. Asıl bizi bu kadar düşürüp İ’la’yıKelimetullaha mani olan cehalet ve neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan sû-i ahlâk ve harekattır. Ve ihtilaf ve onun mahsulüolan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımızın (gayesi) bu üçinsafsız düşmana hücumdur.”

*”Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden cehalet, ağa oğlu” “zaruret efendi ve hafidi (torunu) husumet” bey’dir. “Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlardır.”

MEHMET ÖZÇELİK

13-06-2015

[1] Divan-ı Harb-i Örfi | İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi | 23.




YANLIŞ EMSAL OLMAZ

YANLIŞ EMSAL OLMAZ
“Su-i misal emsal olmaz” (Mecelle)
“Kötü emsal olmaz.”
Birisinin hatasıyla başkası mesul olmaz.
İslâmiyet “ Ve lâ teziru vâziretün vizre uhrâ” sırrıyla,bir kişinin hatasıyla bir başkasının,yakınının günahkâr olamayacağı gerçeği,bir kişinin hayatının dahi ne derece kutsal olduğunu ifade eder.

Nitekim bir gemide dokuz masum bir caninin bulunması durumunda o gemi hiçbir suretle batırılamayacağı gibi,,dokuz cani bir masum dahi olsa ,o bir kişinin rızası olmadıkça adalet gereği o gemi batırılamaz.

Evet,hak haktır. Küçüğüne,büyüğüne bakılmaz. Kimin için olursa olsun. Ve her insan suçu sabit olmadıkça masumdur.
*Apartman olarak Adıyaman-da doğal gaz almak için müracaat ettiğimizde çıkan zorlukları görünce müracaat etmekten vazgeçtik.
-Hemen benim ön blokumda oturan annem-gilin apartman olarak müracaata hak kazanması üzerine,rahatsız olup evde bile zor yürüyen annemin yerine çekine çekine ben müracaat ettim.
Bunu da kendilerine dile getirdim.Ancak ilk müracaatta bu esnekliği gösterdiklerini söylediler.
Doğalgaz saatini almaya gittiğimde ise aynı tedirginlik gene bende sürmekteydi.Hatta bunu anlayan annem;
-Oğlum rahatsız mısın,yemek yemediysen sana yiyecek hazırlayayım,dedi.
Hayır deyip ayrıldım.
Korktuğum başıma geldi. Görevli şefe gönderdi.
Annemin ve benim nüfus cüzdanım mevcut ve de aboneliği ben yapmış olduğum halde muhtardan aynı kağıt içerisinde ben ve annemin aynı apartmanda oturduğumuza dair bir belge istendi.
Durumu arzetmiş olmama rağmen illa böyle bir belgenin gelmesi gerektiği ve bir sahtekârlıkla karşılaştıklarından bunu istediklerini söylediler.
Yani bir sahtekârlık emsal alınarak,bilinmeden tüm müşteriler aynı durumda değerlendirilmiş oldu.
Aslında suyu yokuşa sürüp böyle yapılacağına,o sahtekâr veya sahtekârlıkla uğraşıp,herkes mağdur edilmeseydi,daha mantıklı bir iş yapılmış olurdu.
Acaba soruyorum;Bu durumda her gelen sahtekâr olarak yani bu da sahtekârlık yapar diye düşünülmüş olmuyor mu?
Düşünülüyor olacak ki bu zorluklar çıkarılıyor.
-Neyse muhtardan annemin ve kendimin ikametgâh belgesini aldım ve getirdim.
Bu seferde ikisinin aynı kağıt üzerinde işlenmemiş olmasından dolayı bir daha muhtara gönderildim.
Muhtar bilgisayarda ikisinin aynı kağıtta olamadığını söyledi.Ben de baktım,aynı kağıda ikisinin yazılması mümkün olmuyordu.
Tekrar doğalgaz firmasını aradık.Elle yazma teklifimizi kabul edeceklerini söylediler.
İşin bir garip noktası da elle yazmada başladı.
Kendi ismimin yanına annemin bilgilerini girerken muhtar kapı numaralarını ve bazı şeyleri girmememi söyledi.Yoksa kabul edilmeyebilirdi!
Yani sahtekârlık mı yapayım,dedim.
Oda beni düşünerek,kabul etmeleri ve aynı apartmanda kaldığımız intibasını vermek için bazı numaraları yazmamamı istedi.
Numara yapmam ve sahtekârlık da bulunmam işten değildi.İşler böyle işliyormuş!.
Ben sahtekârlığa itildim,dürüst davranmamak için zorlandım.
Oysa kolay halledilmesi gereken bir mesele de hatta geri kalmışlığın bir uygulamasına sebeb olarak kurban edilmiyor muyduk?.Bu durum internetten bile çözülemez mi?
Neyse ki daha sonra anlaşıldığı üzere doğalgazı çekenlerinde eksikliklerinden dolayı aboneliği yapıp ödemeyi işaretlememeleri üzere sonraya kaldı.
Hantal bürokrasi yürümediği gibi,başkasını da yürütmedi.
Bu gün git,birkaç gün sonra gel…
Kendini aşamayanlar,başkalarını aşağılamaya başlıyorlar.
Peki beni bu sahtekârlığa zorlayanlar sahtekâr olmuyor mu?
Kendilerine şunu dedim;
Hadiste;”Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız,Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.”
Kurumlarda ve bürokraside sadece bu hakikat uygulansa çözülmeyecek bir mesele yoktur.
*Muhtarda dertliymiş.O da bir olayı anlattı.
Vatandaşın birisi ev alıyor.Tapu,elektirik her şey tamam.Sadece su abonesi alacak.
Belediyeye gidiyor.Su işlerinden kendisine,evi aldığı kişinin ölmesinden dolayı,vereselerinin tümünden imza getirmesini söylüyorlar.
Muhtar bu durumu reise bildiriyor,reis müdürü arıyor;-Neden böyle oluyor,diye.
Ve vatandaş tekrar müdüre gidiyor,böyle bir konuşmanın olmadığını söyleyerek işini yapamıyor.
Bir su abonesi için her tarafa dağılmış olan,tapusu bulunan,elektirik abonesi olan kişi şu an almaktan vaz geçerek suça itiliyor.
*Dahasını anlatmaya gerek yok, sizlerde bilirsiniz.
Deveye demişler;Neden boynun eğri?
Nerem doğru ki!demiş.
Herhalde bir iki neslin daha gitmesi gerekecek…
Devlet ve bürokrasi,zillet içine düşmek istemiyorsa,milleti bağlayan bağları çözmelidir.
Milletin nabzını tutmalıdır.
Devlet alt kademesinden üst kademesine kadar millet bürokrasiye kurban ediliyor ve sahtekârlığa göz göre göre yönlendiriyor.
Başbakanın bile sık sık şikayet ettiği bu bürokrasi samimiyetten uzak,kör bir resmiyetle,kör topal olarak götürülmektedir.
Bu durumlarla karşılaştıkça insanlarla ilişkilerde soğukluk hissediyorum.
Bana güvenmeyene ben de güvenmekte zorluk çekiyorum.
İnsanlara selam vermeme,şüpheli değerlendirmede kendimi mecbur davranmak zorunda kalıyor gibi hissediyorum.
Biriken bu durumlar insanı hayattan soğutuyor…
Devlet bürokraside sahtekâr davranmak ve vatandaşı sahtekâr görmek istemiyorsa buna bir çözüm bulmalıdır.
Resmiyeti değil,samimiyeti ön plana çıkarmalıdır.
Eskisi kadar olmasa da,devlet hala samimi ve dürüst değildir.
Bürokratik bağlar hala bu milletin ayağında bir prangadır.
Bir yandan bu olumsuzluğu görmüş olmam,genel bir problemi değerlendirmeme sebeb oluşturdu.
Bu durum şahsi bir mesele olarak değil,kamunun genel bir problemi olarak kaleme alınmıştır.
İlk ve son sözüm;
-Birisinin yanlışı başkalarına emsal olmaz.
-Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız.Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.
05-10-2013
MEHMET ÖZÇELİK




VUR DE VURALIM!!!

VUR DE VURALIM!!!
Mhp hortladı mı? Hortlatılmaya mı çalışılıyor?
Yoksa bu durum onun zaten kanında mı var?
Yoksa önemsiz deyip,bu onların az bir kısmı mıdır?
1970 yıllarında zaten vurmuş,milletin darbelerle vurulmasına sebep olmuşlardı…
Oysa Mhp-nin 1980-den bu yana en önemli başarısı, oyuna gelmemiş olmasıdır.
Chp-de nasıl ki yüzde beş oranında yüzde doksan beşi dengeleyen ve kontrol eden menfi insanlar var ise,aynı olay Mhp-de de bulunmaktadır. Bunlar diğer yüzde doksan beşi kontrol edip sevketmektedir.
Vur de vuralım,kafası,işte bu yüzde beşin kısır kafasıdır.
Cahiliyet döneminin,güdülme zihniyetinin bir ürünüdür.
Kimi vuruyorsun,kime vuruyorsun!!!
Haddini bil…
Artık 1970-lerde değiliz.Millet uyandı.Komplocuları çok iyi tanıyor.Aynı silahın hem sağ ve hem de sol için kullanıldığı çok açık ve net olarak bilinmektedir.
Ergenekon terör örgütünün sağdaki kolu,Vur de vuralım,zihniyetidir.
“Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı…”
*Vur de vuralım…
Dağa çıkalım!
Eşkıya olalım!
Eşkiyaya inat,eşkıya kalalım!
İnenlere inat,dağa kaçalım!
Silah alalım!
Dağdan vuralım!
Herkesi dağ-layalım!
Menfi milliyetçilik yani ırkçılıkta nefsani bir zevk bulunmaktadır.
Irkçılık bir kanser hastalığıdır.Tedavisi mümkün değildir.
Esas olan milliyetçilik midir yoksa mukaddesat mıdır?
Hangisi önceliklidir?Hangisi hangisine basamaktır?
Yoksa mukaddes midir milliyetçiliğe feda edilecek olan?
“Gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı feda ediyorsunuz? O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el’iyâzü billâh!”
Gençlik sarhoşluğu içinde olanları besleyen bir uyuşturucudur ırkçılık.
“Altıncı kısım ki gençlerdir; onların iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz var, senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok. Çünkü ilhâda giren ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz. Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor.”
“Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfi milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyanın zevÂlindeki elem ona çok hazin teessüf ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hem müflis olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı başıma alsaydım!” dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki istikamet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-i saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!”
*İnsanlar bir tarağın dişleri gibidir.Hepsi saçın düzeltilmesine hizmet ederler.Tarağın tüm dişleri aynı değildir.
Ve de çarkın dişleri gibidir.Aynı hedefe yönelirler.
Osmanlıyı başarılı kılan Türk milliyetçiliğinin öne çıkması değil,İ’la-yı kelimetullah idi.Allah’ın yüce ismi öne çıkartılmaktaydı.
Osmanlılık çatısı altında 73 millet çok iyi yaşıyordu.
Bugün ateşe benzinle gidilmektedir.
Bunun da zamanı varmış,zamanı gelecekmiş.
1970-ler gibi mi?
Millet düzlüğe çıkınca veya bir çok şey tam deşifre olunca olsa gerek!!!
“Bir mü’min bir delikten iki sefer ısırılmaz.”
Türkiye’nin içte iki ve dıştaki prangaları çatlamaya başladı.
Darbeci zihniyet ve ona çanak tutanlar…
Türkiye;-Vur de vuralım-,-öl de ölelim-lerin değil,-adam olan ve olacakların beldesidir.
*Bu milliyetçilik nasıl bir milliyetçiliktir?
Rahmetlik Muhsin Yazıoğlu’nun temsil ettiği milliyetçilik mi, Alparslan Türkeş’in temsil ettiği mi?Yoksa nasıl bir milliyetçilik???
Türkeş vefat ettiğinde ilk işim hafta başında okula giderek,ülkü ocaklarının ikinci temsilcisi olan arkadaşı ziyaret edip,baş sağlığı dilemekti.
Öyle de yaptım.Ancak çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştım.Zira arkadaş;
-‘Boş ver hocam,iyi ki öldü.Yoksa tüm ülkücüleri Atatürkçü yapacaktı.’
MEHMET ÖZÇELİK
30-03-2013




VAZİFEMİZ

VAZİFEMİZ
Bir zamanlar emir ile susanlar,şimdilerde ise yine bir emir ile silahlandılar,hep birden hücuma geçtiler.
Tetikçilerin hedefi toplumda kaos oluşturmaktır.
Bu beni o kadar rahatsız etmemektedir.
Zira herkes kendi tinetinin gereğini yapacaktır.
Ancak bizi üzen durum;temiz görünen ve bilinen insanların bu kirli insanlarla iş birliği yapıp,çamura batmalarıdır.
Cemaatın –inşaallah gerçekte olmasa görüntüde de olsa- bir asırdır kavgalı olduğu chp ile bir araya gelip,ittifak edebiliyor.
Nerede mi?
İnançlı,güvenilir,şimdiye kadar benzeri ve hizmeti olmamış bir insanı al aşağı etmede…
Hoca ta Pensilvanya-dan Taksim yürüyüşüne katılıp ölen bir genç için ballı bir taziye mektubunda bulunurken,ölen şehit polisler için,Suriye için,mısır için aynı hassasiyeti göstermiyor!
Düşündürücü değil mi?
Sen bir devlet adamı mısın?Seni niye ilgilendiriyor?O da çamura bulanmış, şaibeli insanlarla el ele vermek suretiyle ve de hassas bir dönemde.Bu neyin nesi?
Hassas ve dikkatli olması gereken hoca,maalesef ateşe odun taşımaktadır..!!
*Vitrindeki cemaat ile,gerideki cemaatı birbirinden ayırmak gerekir.
Vitrindeki cemaat hiç hoş görünmüyor.Ancak gerideki çok az bir kısmı temsil etmektedir.
Gerideki ya suskunluğundan,ya hayretinden,ya da bocalayışından suskun kalıyor.
Nifak tohumları hızla saçılıyor,maalesef diğer yandan da sulanıyor,bilerek veya bilmeyerek…
*Milletin basireti büyük geçinenlerin basiretini geçti.Memnun edici ve darbeyi zorlaştırıcı bir durum.
Hadiste:”Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez.”
Cemaat hiç olmazsa,toplumun nabzını göz ardı etmemelidir.
*30 mart seçimleri için ,bir 31 mart vakası tertiplenmektedir.
Cemaat bunun neresindedir?
Cemaat ve hoca kırk yıllık milletten kazandığı teveccühü zedelemiş,hiç olmazsa yanlışa destek olmamakla tarih nazarında nefretle anılmamalıdır.
Şimdiye kadar menfilere karşı bile savunulan cemaat ve hoca,bundan sonra ne kadar rahat savunulabilecektir?
Destek oldukları mı?Onlar aynı zihniyetlerine devam edeceklerdir.Yüzler yine milletten yana dönülecektir.!!!
Başta hoca ve cemaat taraftırlar.Yakıp yıkan,darbe heveslileri ve dış güçlerin istekleri doğrultusunda taraf olunmuştur.
At izi ile it izi birbirine karışmış,ortak sloganları ise;Erdoğan gitmelidir.
Bir asır önce Abdulhamid aleyhine başlatılan saldırı,bugün cemaatın yayın organları tarafından da aynısı yapılmaktadır.
Abdulhamide yapılan istibdat isnadı aynen Erdoğana da yapılmaktadır.
Bir çok konuda benzerlik arzetmektedir.
Bir cemaatın tüm yayın organlarıyla birlikte 360 derece bu kadar çabuk değişeceği akıl ve havsalanın almayacağı bir durumdur.
“Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Musa dedi ki: «Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!”
Asrın sahibi ve sözcüsü olan Bediüzzaman bu hastalıkları önceden teşhis ve tesbit etmiştir.Bir bakalım;
“Dediler: “İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?”
Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.
“Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”
Dediler: “Fırkacılık lâzım-ı Meşrutiyettir.”
Dedim: “Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden, nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücut-adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister.
“İnat, bazan müfrit fırka müteassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder. Su-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar… Vâhi emareyi bürhan, bürhanı vâhi emare görür.
“İşte şu zulümdür -“İnsan ise, şüphesiz ki, çok zâlimdir.” -sırrını gösterir. Zira, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdit edilmemiş; meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyemâ, ene’nin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
“Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsaf-ı mâsume olan şahsına, hattâ ehibbâsına, hattâ meslektaşına zulmünü teşmil eder. ‘ya -“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”
-karşı temerrüd eder.
“Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere demiş: ‘İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.’ Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâmı müşkül mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, ‘Sükût et’ demiyor. ‘Alkışla, mütelezziz ol, beni sev’ diyor, onları misal gösteriyor.
“İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. ” – Buna kıyas et. –
Denildi: “Mağlûbiyet mâlûmdu, biz bilirdik. Bilerek bizi belâya attılar.”
Dedim: “Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harp, sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabilir? Acaba fikir dediğiniz şey (el’iyazü billâh) arzu olmasın? Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir.
“Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?”
İşte misâlîlerin münevver gece meclisinde ve dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbde çıkan beyanatım: İstersen kabul et, istersen etme; anlamak şartıyla.
İster al gûş-i kabul-i câne, ister hiddet et.
• • •
Bir şey daha kaldı; en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz. “
*Zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” -Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar. -zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.
Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.”
*”Aziz kardeşlerim, siz kat i biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, ru-yi zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için, dünyevi merak aver meselelere bakıp, vazife-i bakiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fani hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde, gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlahi, onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevi cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirtlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fani hayata bedel, baki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkarlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat i ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.
Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi-muvakkat olduğu için-bizim meselemizin en küçüğüne-bekaya baktığı için-mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsi vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?”
*”Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifâkın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umumi zâyi olurdu.”
*”Risâle-i Nur, nifak ve şikâkı, tefrikayı, fitne ve fesâdı kaldırıp, kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesânüd ve teâvünü yerleştirir. Risâle-i Nur mesleğinin bir esâsı da budur.”
*”Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekâbetsiz bir sûrette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidâyet rekâbetli ihtilâf ediyorlar?”
Mühim ve müthiş bir sual: Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?
Elcevap: Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ:
Ehl-i hakkın ihtilâfı hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifakı dahi hakikattarlıktan değildir. Belki ehl-i dünyanın ve ehl-i siyasetin ve ehl-i mektep gibi hayat-ı içtimaiyenin tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul taifelerin, cemaatlerin ve cemiyetlerin vazifeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o vezâif mukabilindeki alacakları maişet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u cah ve şan ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan alacakları Haşiye1 mânevî ücret taayyün etmiş, ayrılmış. Müzâhame ve münakaşayı ve rekabeti intaç edecek derecede bir iştirak yok. Onun için, bunlar ne kadar fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler.
Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve ta-hassus etmediği ve herbirinin makam-ı içtimaîde ve teveccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabuldeki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çoklar namzet olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok eller uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekabet tevellüt edip vifakı nifaka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder.
Haşiye 1:İhtar: Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!
İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ihlâstır. Yani, hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enâniyetin hatırına galip gelmekle, — “Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir.”
– sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğnâ etmekle Haşiye1 -“Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” – sırrına mazhar olup, hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.
Haşiye 1: Sahabelerin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan îsâr hasletini kendine rehber etmek, yani, hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünkü, hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakit de “Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârâne, başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek, “Kendileri ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.” sırrına mazhariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir. “
MEHMET ÖZÇELİK
13-03-2014




TIKAÇ

TIKAÇ
*’Yeter, Atatürk’ü korumayın artık’
(AB İlerleme Raporu’nda, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamada sıkça kullanıldığı uyarısı yer aldı )
Yukarıdaki ifade,Avrupa İlerleme 2011 raporundan.
Dünyada hiçbir devlet adamı ve özellikle hayatından sonra bizdeki gibi ve de firavun ve nemrutlar da dahil olmak üzere kanunla korunan bir kişi yoktur.
Kanuna konulan Atatürkü koruma kanunu,aslında onu korumak değil, korumaya muhtaç ve aciz bir kimse olduğunu ima etmektir.
Toplum ve tarih tarafından kabul edilen ve kabul gören bir kimse,asla ve asla kanunla korunmaz ve de korunmaya da ihtiyacı yoktur.
Bizdeki bir asırlık tezatlar hariç olmak üzere.
*Atatürke bağlı ve bağımlı kalınarak tanınamaz ve gelişilemez..
*Atatürkün devleti,az olsun benim olsun,demiştir.Kaybedilenleri kazanma yoluna gitmemiştir.
*Bundan olsa gerek ki;Afet İnan başkanlığındaki bir heyet 1935-38 yılları arasında Anadolunun bir çok yerlerinden ve türbelerinden getirilen 64 bin kafatası tarihe karıştı.Irkçılık zihniyetiyle kafatası avcıları,içinde Mimar Sinan-ın da bulunduğu kafataslarını müzeye koyacağız bahanesiyle tarihe ve o insanlara saygısızlık yapmakla kalmamış,denaetlerini göstermişlerdir.”
Kafatası avcılığı yapılmıştır.
*Atatürk Avrupacı,İnönü Atlantikçidir.
Bundan dolayı Atatürkle milletin karşı karşıya getirilmesinden ve de gelmesinden önce,Atatürkle İnönü karşı karşıya gelmişlerdir.
Paraların üzerinden Atatürk resminin kaldırılarak,yerine İnönü-nün resmi konularak başlanmıştır bu kavga.
*Türkiye-de kurulan laiklik ılımlı bir islamın doğması için değil,ölmesi için planlanmıştır.Ancak içten yükselen manevi dinamikler,İslam ülkelerindeki yerinin farklı olmasında önemli rol oynamıştır.
Hesap tutmadı ve tersine tepti.
Bunun delili lozan-da yapılan anlaşmada ve Türklere verilen tavizin bedelidir.
Elimize kelepçe vurmayanlar,akıl ve kalbimize prangalar vurdular.
*Vatanın kurtulmasında adeta yediden yetmişe,kadın erkek,yaşlı genç herkesin başarısını görmeyerek,bütün başarıyı bir şahsa vererek zulmedilmekte,milletin kahramanlığı gölgelenmektedir.Veya Atatürke insan üstü bir özellik verme çabalarıdır.

” MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK PAŞA’NIN SIRRI:
Fevzi Pasa… bu ifşayı, refikası Fitnat hanıma söyle açıklamıştır:
«Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeye»
Ve iste Mareşalin senelerce sakladığı büyük sır ki, Sultan Vahdettin’in vatansever bir insan olduğunu ve kurtuluşu (İstiklal savasın kazanılması) Anadolu’da gördüğünü apaçık göstermektedir.
Dinleyelim Fevzi Paşayı:
«Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti.
“Pasa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu’da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu’da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin”
Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı: “Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır” “Haşa Padişahım”
“Bir namuzsuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır ?” “Haşa Padişahım” “Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?” “Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir” “O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?..” “Hiç düşünmeden cevap verdim: “Padişahım, Mustafa Kemal Pasa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır” Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı…Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:
“Paşa, Paşa…Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun…Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa’yı göreceğim »
Vatanın kurtarılmasında tüm Anadolu ayaktaydı.
*1918-de Vahdettin başa geçince ordu komutanı olan M.Kemal,büyük övgülerle onu tebrik eder.
*Şakir Paşa Vahdettine iki defa;M.Kemali anadoluya göndermemesini zira onun saltanat ve hilafet düşmanı olduğunu söylemesine rağmen Vahdettin;memleketin selametinin önemli olduğunu,kendi saltanatının gitmesinin önemli olmadığını söyleyerek, her türlü yetkiyle donatarak anadoluya gönderiyor.
*Atatürk samsuna çıktığında kendisine verilen yetki kimseye verilmemiştir.
*Savaşa girip bir çok silah atmadan sahip olduğumuz yerleri terk etmemizin müsebbibi ittihat ve terakkidir.Vahdettin bunu gazete ile duyurmuş ve sadrazamlıktaki bu ekibi tehditlere rağmen devre dışı bırakmıştır.
*Özellikle Cemal-Talat-Enver üçlüsünün ihmali büyüktür.
Felaketin sorumlusu olan bu kişiler,bir sabah deniz yoluyla Almanyaya kaçarken,memleketi de düşmanın kucağına atmışlardır.
Suriye-de bulunan İsmet İnönü de burayı bırakarak merkeze geçer.
*Türkiye nasıl bir Türkiye?Kimin hakim olup hükmettiği bir Türkiye?
Atatürk mahkumu Türkiye mi,Atatürk hakimiyeti Türkiye mi,Atatürkün hükmettiği Türkiye mi,Olmayan bir Atatürk sultası mı hakim,Korkutulan Atatürkle mi karşı karşıyayız,Hayali Atatürk korkusu mu üretilmekte,Korku devletinin başı mı Atatürk,Büyütülen dev mi Atatürk,Zamanımıza değil,zamanın kendisine taşındığı bir Atatürk mü,Ismarlama Atatürkçülük mü,Kahramanları setreden hayali kahraman mı?Resmiyeti aşamayan bir Atatürk mü?Bunların hangisi?
Ölmüş gitmiş,dünyadan bağlantısı kesilmiş,günah ve sevabıyla huzuru ilahiyeye varmış bir kişiye bu milleti adeta mahkum etmek,olsa olsa bir azınlığın çoğunluğa hakimiyet kurma çabasından başka bir şey değildir.
*Cumhuriyet devleti miras yedi bir devlettir.
Geçmişine sahip olmadı,olmamakla kalmadı,ona aid ne kadar değerler ve birikim varsa,hoyratça,şuursuzca,kin ve nefret içinde ortadan kaldırdı.
17-10-2011
MEHMET ÖZÇELİK




YÜZDE ALTMIŞ-YETMİŞ OLMADIKÇA…

YÜZDE ALTMIŞ-YETMİŞ OLMADIKÇA…
“Mısır’da halkın yüzde 63,8’inin desteğini alan ülke tarihinin ilk demokratik anayasası Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Anayasanın yürürlüğe girmesiyle Mursi, daha önce bir kararname ile üzerine aldığı yasama yetkisini Şura Meclisi’ne devretti. Şura Meclisi, kanun çıkarmakla görevli olan alt kanat Halk Meclisi seçimleri yapılıncaya kadar bu görevi üstlenecek. Mursi’nin kısa süre içinde Halk Meclisi seçimleri için de bir tarih açıklaması bekleniyor. Dün toplanan Şura Meclisi’nde Mursi’nin atadığı 90 milletvekili yemin ederek görevine başladı. Daha önceki yasalara göre 270 sandalyeli Şura Meclisi üyelerinin üçte biri cumhurbaşkanı tarafından atanıyor.
İki ayak olarak gerçekleştirilen anayasa referandumunda halkın yüzde 63,8’i ‘evet’ oyu kullanırken, ‘hayır’ oyları yüzde 36,2’de kaldı. Ancak katılım oranının yüzde 32 civarında olması muhalifler tarafından anayasanın halkın genel teveccühünü kazanmadığı şeklinde yorumlanıyor. Muhalifler yeni anayasanın İslamcı ve antidemokratik olduğunu, anayasayı hazırlayan Anayasa Komisyonu üyelerinin tüm toplum kesimlerini temsil etmediğini öne sürüyor.”
İslâmın zeki bir evladı olan Mısır,İngiliz siyasetine denk bir siyaset sürdürmektedir. Çünkü siyaseti,dünya siyasetini elinde tutan İngilizden öğrenmektedir.
Türkiye ise,aynı manadaki bir başarıyı elde edebilmesi için,mevcut % 51-lerdeki oyunu, % 60-70-lere çıkarması gerekmektedir.
Bunu başarırsa,islâm alemi çapındaki bir İttihad-ı İslâmın tesisinde de başarılı olabilir.
Buda halkın üçte ikisine yakını demektir.
Olumsuz bir görüşte olan bir insan dahi,başındakinin dürüst ve iş yapan,kendi rahatını temin eden bir kişi olmasını ister,onu destekler.
Bu konu ile ilgili tesbitinde Bediüzzaman şöyle der:
“İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”
Bediüzzamanın da belirttiği gibi; Yüzde altmış yetmiş tam mütedeyyin ve dindar olmadıkça İslâm namına bir parti kurulamayacağı gibi, zarar da verecektir. Yıllardır şahit olunan uygulamalar da bunu te’yid etmektedir. Bu bir övmek veya diğerini yermek değildir. Bir gerçeği söylemek gerekirse; Kur’an Kursları ve İmam-Hatipler Rahmetli N. Erbakan’ın döneminden ziyade, diğer dönemlerde açılmış, aksine onun döneminde kapattırılıp, zarar görülmüştür.
Şimdiki ifadeyle; Demokrasi denilen normal aletin işleyişi Menderes ve Demirel dönemlerinde uygulamaya konulmuş, Turgut Özal’ın dönemindeki ANAP’ıyla da Menderes döneminde aralanan kapı açılmıştır.
Erdoğan dönemi ise bu demokrasinin maddi ve manevi her iki dönemdekini de katlayarak sürmesidir.
*Türkiye’deki zincirler çözülünce,İslâm dünyasında özellikle arap dünyasındaki zincirlerde çözülmeye başladı.
-1920-23 arasında yüzde 2,5 katılımla mecliste kabul söz konusu iken,öncesi ve özellikle sonrasında büyük artışlar olmaktadır.Yüzde yüzlere kadar.
1931-de ’20 milletvekili köylü ve ameleden seçiliyor,sırf halka sempatik görünüp,mesaj vermek için,amaçlı olarak.
Atatürkü benimsemeyen bir kısım ittihatçıların seçimlere girmesinin önü kesiliyor.Böylece 1923-te istenilen sonuç elde edilmiş oluyor.
Tam bir çalkantılı ve entrikalı dönem.
Grup toplantıları gizli yapılarak,sesin dışarıya sızması engelleniyor.Ve seslerin kısılması sağlanıyor.İtiraz yok.
Tam bir senaryo.İstenilen seçiliyor,mecliste muhalefet olmuyor.
Mecliste balkan doğumlu çok sayıda insanın olması düşündürücü. Selanik, Manastır gibi.
Meslekleri;Hakim,Savcı,asker,avukat,üniversite hocası.
Meclis gibi bir çok arşivin açılmamasına rağmen,sızan sızıntılar neticesinde (bak.Tek partinin iktidarı.Ahmet Demirel) görülmektedir ki;
“Doğu ve güneydoğunun tek parti döneminde tamamen meclis dışına itildiğini görüyoruz.DP’yle birlikte yeniden kuruluyor bu bağ”
Dp-nin başarısının sırrı da burada yani millete ve doğuya dönmesindedir.
Süleyman Demirel de bunu çok iyi kullandı.
Bugünkü Chp,hala tek partinin chp’sidir.
“Cumhuriyet rejimi kurulurken,dindarlar ve Kürtler siyaset dışında kaldı.”
Daha doğrusu zorla ve cebirle bırakıldı.

*Üstadımızdan, niçin Demokrat Partiyi muhafazaya çalıştığını sorduk.
Cevaben: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbariyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.
Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.
“Milletçilere gelince: Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Haşiye Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum” dedi. “
* Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”
Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”
Denildi: “Nasıl anlarız?”
Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.
“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir.
“Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.”
* “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır: nifaka inkılap eder. Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise: o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına set çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”
*Şeriatta devlete isyan edilmez. İsyan edenlere bâği denilir. Kendileri ikaz edilir, dinlemezlerse öldürülürler.
*Bu gün islâm dünyası tam bir parçalanmışlık içerisinde baharı beklerken adeta kışa döner gibi bir görünüm vermektedir.
*”Alem-i insaniyette ve İslamiyette, üç muazzam mesele olan, îman ve şeriat ve hayat’tır. İçlerinde en muazzamı îman hakîkatleri olduğundan, bu hakaik-ı îmaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabî ve alet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakîkatlerini, dîni dünyaya satan veya alet eden adamların nazarında, cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan îmanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri gayetşiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar. Hatta sizin bu kardeşiniz, siz de bilirsiniz, bu on sekiz senedir, o kadar muhtaç olduğum halde, siyasete, hayat-ı içtimaiyeye temas etmemek için hükûmete karşı birtek müracaatım olmadığı gibi, bu sekiz-dokuz aydır, küre-i arzın bu herc ü mercini birtek defa ne sual ve ne de merak ettim.”
İnşaallah bu sancı yeni bir doğumun ve doğuşun sancısı olacaktır.
Türkiyedeki hükümet-cemaat kavgaları da,üç mesele olan iman-hayat-şeriattan üçüncüsü olan şeriata yani İslam dünyasının yönetimde etkin olmasına geçişteki bir sancıdır.
Genelde de İslam dünyasının ittihadına doğru bir gidiştir.
Ancak -maalesef- bunun gerçekleşmesini engellemek için içte ve dışta öncesinde yapılan entrikaların daha kapsamlı olarak yapıldığı görülmektedir.
Hükümet sağdan vurulmaktadır.
Şu durumda siyasetçilerin yani hükümetin yapması gereken ayak bağı olacak durumları göz ardı etmeden % 60-70 – i yakalamasıdır.
MEHMET ÖZÇELİK
25-01-2014




ZULMÜN LEŞ-KERLERİ-LİDERLERİ

ZULMÜN LEŞ-KERLERİ-LİDERLERİ
Pkk-yı kimler besledi.
İrticayı pkk-dan daha tehlikeli gören zihniyet ve mensupları.
Beşli çetenin mahsulü.
Bin yıllık islamın bayraktarlığını yapmış olan ordu,camiler kurarken,birden camisini bombalayan,i’layı kelimetullahta bulunurken,birden içinde bulunan namaz kılanları,eşleri örtülü olanları,dine bulaşmış! olanları içinden attı.Bununla da kalmadı,hiçbir hayat hakkı tanımaksızın,başka kurumlarda çalışmasına müsaade etmedi,atıldığında eşi hastanede yatarken,hastaneden çıkarıldı ve on beş gün içinde ölmesine sebeb olundu.
*Tarihte eşkiyaları ortaya çıkaran en büyük âmil,adaletsiz yönetim,halktan kopuk bir idare ve dıştan desteklenerek içi zayıflatmak amacıyla sürekli olmuştur.
Devlete karşı açılan bir bayrak! tır.
16.ve 17.yüzyıllar bunun yaygın dönemidir.
Kuralsız da olsa, devlet gibi büyük bir güce sahip olmanın gururu insanları baştan çıkarmış,keyfi hareketlere sevketmiştir.
Tarihteki “Celali İsyanları” devleti 14 yıl kadar uğraştırmıştır.
Geçmişten günümüze bu milletin en hassas ve yumuşak karnı;Şia ve ermeni olmuştur.Birini İran beslemiş,diğerini Ermenistan…
Eşkiyalığın en büyük zararı;devletin gücünü dağıtıp,toplamasını ve toparlamasını engellemektir.Onun için çoğu zamanda dış destek bulmuştur.
Her dönemde çıkmış,devleti dışarıdan ve içerden zayıf düşürerek darbeye ve yıkmaya hazır hale getirmiştir.
Tıpkı bizdeki pkk-nın içte Ergenekon,dışta ise Ermenistan,Avrupa ülkeleri, Suriye,iran, Almanya,Abd gibi devlet destekli olması gibi…
Kandırılan gençler,para vaat edilen ve Hasan Sabbah gibi cennet vadedilen insanların kandırılmasıyla oluşturulmuş bir çapulcu güruhudur.
Bütün bunların özeti;cehalet,fakirlik ve toplum ve kabile ihtilaflarıdır.
Bu üçünün olduğu yer olan doğu bölgeleri ise,tam da buna müsait bırakılmış,tetiklemeye hazır yerlerdir.
Ordunun içinde bulunan Ergenekon terör örgütü mensupları,sırf darbe yapma uğruna teröristleri beslediler.
1970-lerin sol zihniyeti buna eleman sağladı.Boşluğunu bunlarla doldurdu.
*Her dönemde kaosla oluşturulan darbe ortamları,28 şubatta da geniş bir katılımla yani en üstteki Demirel-den en alttaki işçiye kadar destek oluşturuldu.
28 Şubatı kurgulayanlar,yapanlar ve alkışlayarak maddi ve manevi destekte bulunanlar;bu milletin kiri ve döküntüsü olan bir asırlık çöplükleridirler.
Bunlar toplumu da kendi çöplüklerine çekmektedirler.
Rahmetle değil,lanetle anılacak kimselerdir.
İsrailin ortamı hazırlama planıyla beraber,Abd-nin kriptolu emriyle içteki maşaların devreye konulmasıyla oluşturulmuştur.
Menfi insanların ortak noktada buluştukları bir zemin olmuştur.
*Kader cihetiyle ise;Kader her şeyin güzel cihetine bakar.Bu da olumlu olan yönleridir.
Kimlerin ne olduğu,ne kadar samimi olup olmadığı bu ateş ve ateşleme ile ortaya çıkmıştır.
Samimi Müslümanlar için bunlar ve yaptıkları birer gübre ve gbrelemelerin yapıldığı gübrelik oldu. (Epey yaksa da…)
İnançları insanları bu ateş pişirdi ve biledi.Bir kısmını yaktı kül etti.
Hz.Âdem-den beri devam eden iman ve küfür mücadelesinin şiddetli bir safhası oldu.
Dün 28 şubatı yapıp sürdürenler,bugün zillet içerisinde hesap vermekte,içeride yatmaktadırlar.
Burada kendi illet,zillet ve mahcubiyetleri içerisinde yanmaktadırlar.
Geçmişten beri unutulmadan süre gelen Dakyanuslar,Firavunlar,Nemrudlar ve Hülâgular kafilesine,28 şubatçılarda eklenmiş oldu.
Bu lekeli tabloya zulmün lider kadrosu denilmesi layık ve yerinde oldu.
MEHMET ÖZÇELİK
28-Şubat-2013




ŞÖHRET

ŞÖHRET

Zirvelerde olma sevdası.Fırtınadan,boyrazdan,kar ve tipiden habersiz olarak…
Ancak zirveyle kişi arasında bir tenasübün olmaması,düşüşleri de hızlandırmaktadır.
Bu günlerde şöhretli,3 günde meşhur olmuş sanatçıların emniyetin uyuşturucu operasyonuyla, uyuşturucu kullanan insanların bir arada yakalanması,nazarları meşhurlara !!! çevirdi.
Şöhretle yapılan sanat birbirleriyle bağdaştırılmadı.
Oysa yıllardır görülmektedir ki;insanlar ya meşhur olmak için kaybetmektedirler veya şöhret olduktan sonra kaybetmektedirler.
Kişiye bir alkış uğruna elli takla attırmaktadır şöhret.
Desinler ve alkışlasınlar diye yapılan işler,köksüz ve ağırlığı,kıymeti devam etmeyen ve de kıymet kazandırmayan işlerdir.
Şöhret çok şeyi vermeden ve de bazı şeyleri kaybettirmeden elde edilecek bir meret değildir.

*Şöhret gdo-lu ürün gibidir.Olduğundan veya olması gerekeninden daha fazla şişirmek veya göstermektir.Altı ayda olacak bir ürünü hormon yoluyla altı haftaya belki de altı güne indirerek gerçeği gizlemektir.
Bu bir hızlandırılmış eğitim gibi olmayıp,gizlenmiş bir büyümedir.Gelişmemiş bir insanın aksine fazla gelişmişliği demektir ki;bu da obezite gibi hastalıklara davetiyedir.
Anne karnında dokuz ay on gün de olacak bir çocuğu altı aya indirmek için hariçten yapılan bir müdahaledir.Bu da yumurtanın içten gelişip oluşarak kırılması değil, dışarıdan müdahale ve kırmayla ölümüne sebep olmadır.
Gelişimi kısa olanın,hayatı da kısa olur.Çabuk büyüyen,çabuk ölür.İnsanın da gdo-lusu hastalıklara davetiye çıkarır.
Kısa sürede merdivenleri çıkarak şöhret olanın inişi de kısa sürede olur.

*Şöhret aynı riyadır,riya ve gösterişin ta kendisidir.
Şöhret,makam,mevki,mal;kişinin kendisi olmasına mani ve kendisini kaybetmesine önemli sebeblerdendir.
Kişiyi başkası ve başkaları olmaya sevkeder.
Bir türlü kendisi olamaz.
Hayat boyu başkası olmaya ve başkaları gibi yaşamaya,başkalarının beğenisini kazanmaya çaba sarfeder.
Esas olan ise,kişinin kendisi olması ve kendisi olarak kalmasıdır.
-Şöhret kişiye aid olmayanı kişiye mal eder.Bunu hazmedemeyip taşıyamayan bu kişi,bu yükün altında ezilir.

*Gerçek alim ve sanatçılar –hafâ turabı- altında kendilerini gizlemişler,olmuş ve olgunlaşmışlardır.
Şöhret olgunlaşmaya engeldir.
Riskli ve kaygan bir zemindir.
Şöhret şeytani bir sıfattır.
Gerçek şöhret,gözlere değil,gönüllere taht kurmaktır.

*Aldanma insanların samimiyetine ,
Menfaatleri için gelirler vecde ,
Vaad etmeseydi Allah cenneti ,
O ‘ na bile etmezlerdi secde ..
MEHMET ÖZÇELİK
31-01-2013




SIRMA SAÇLIYDI!!!

SIRMA SAÇLIYDI!!!
İnsan, abartmayı seven bir varlıktır. Bundan dolayı kişi, elinden giden basit, kusurlu birçok şeyi çok önemli, çok güzelmiş gibi anlatır.Onu göklere çıkarır.
Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur.
Rahmetli çok iyiydi.
O kadar filimde rol aldı ki,yüzlerce defa kendisine tecavüz edildi ancak o bıkmadan sanatını sürdürdü!!!
Rahmetli sanatında taş gibiydi,hep kötü rollerde oynadı ama çok iyi bir insandı.
Ölürken bile şaka yapmaktan geri kalmadı.
Rahmetliyi görseydin ne güzel içki alemlerinde roller aldı,ömrünün yarısından sonrasını ise özellikle okullara giderek içkinin zararlarını anlatmakla geçirdi.
Solcuydu ama tok bir insandı.Ömrünün sonlarına doğru hep günah çıkarmaya çalıştı.
28 şubat ve öncesinde evet hatalar yapmıştı ama bir an boş durmamış,iyilik yapmaya bir an durmadan and içmişti.
Rahmetli olacak koç ve yiğit ve de sevecendi.Hep filimlerde de sevilen ! kişi rollerinde oynardı.
Nice sanatçılarımızın öyle kötü rol oynadıklarına bakılmamalı, arada sırada iyi rolleri oluyor,sonunun iyi bitmesi için mecburen kötü rollerde oynuyorlardı.
Hayat filimlerinin sonlarına yaklaşılınca güzel roller almaya çalışıyorlardı.
Ortasını bir türlü yakalayamayıp,hem ağlayıp hem de gülen bir millet olduğumuzdan;
Kemal-i Şen ve neş-e içerisinde gülen ve güldürülmeye çalışılan,gülmeye hasreti gideren bir millet haline her akşam getirilişimizde işin cabası.
Evlere şenlik bir Kemal!!!
Siyasetçilerimize de öyle kötü bakmayın.Onlarda sırma saçlı!!, al yanaklı !!,badem gözlü!!,inci sözlü!! insanlardı.
Kara kuru bir oğlan olsa da,kalbi çok temizdi!Bazen gürlerdi.Kömür dudaklı,sol bileği kuvvetli Bülent bir deli! Kanlı idi.
Hele biri vardı ki mesut yaşayışlı,derin ! bir kişiliğe sahipti.
Daha çevik gibi olanlarımızı da söylemiyorum.Onlar devamlı yedekte bulunur,yedek parça lazım oldumu kullanılırdı. İşi bitince de bir kenara atılırdı.Ama namı yaşardı.
En zirveye çıkan bile vardı.Sezgisi kuvvetli,her şeyi sezer ve ezer geçerdi.Bir kükredi mi soldan ve sağdan kimseyi bırakmazdı.
Öyle biri vardı ki yumruğunu demir eliyle masaya vurdu mu,kırk yılda topladıklarını bile dağıtırdı.
Türkü koruyan,evreni kuşatanlarımızda sadet harici girmiş kimselerdi.
Özel olarak çıkanlarımızda vardı ancak onlarda çok yaşamıyor ve yaşatılmıyordu.
Hepsinin amacı kadayıf pişirmekti.Kadayıfın altını kızartanlar,yakanlar,şekerini unutanlar,fazla kaçıranlar,velhasılı her bahçenin dikenlerinden,şeyy yanlış söyledim galiba-güller ve gül-de vardı.Ne ararsan….
Tanrı ?! gül-leri dikenlerden korusun!!!
*Kelin sırma saçlı badem gözlü olması için,mutlaka ölmesi lazım!!!.
Hele diğer sanatçılarımız ve siyasetçilerimiz de bir lsün,siz görün o zaman ne de çok sırma saçlılarımız varmış da,hayat-tayken kıymetlerini bilememişiz!!!
Yazık oldu bize,şey yani yazık olsun bize!!!Meğer değerlerimizi!!! Bilememişiz….
-Kimler geldi kimler geçti bu felekten
Kalbur ile un elerken,deve geçti bu elekten…
-Zorlamayın ağlayamam,ölü benden olmadıkça
Birer birer tükenir mi,biner biner ölmedikçe…
-Ben niye sırma saçlı olmuyor muşum?.Bari bir atasözü söyleyeyim de,hiç olmazsa onunla,ata sözlü,badem gözlü olayım.Hiç olmazsa şimdi olmasa da,sonradan hatırlanırım!!!
-Katıra sormuşlar;-Baban kim?
-Dayım attır-demiş.
-İlhamım devam ettiğinden bir tane daha söyleyeceğim;
-Bana geçmişini söyle,sana kim olduğunu söyleyeyim…
MEHMET ÖZÇELİK
20-01-2013




SIR PERDESİ

SIR PERDESİ
*Her şeyin oluşumu intizamla yapılan bir tahrik iledir.
Allah kâinat gibi,insanın da duygularını tahrik ediyor.Bu tahrik bazen musibetlerle, bazen merakla,bazen şeytan ve görevleriyle,menfiliklerle, düşmanlarla, yangın,sel gibi afetlerle gerçekleşiyor.
Bir yandan şeytana kıyamete kadar kulların aldatılmasında müsaade edilmekle, kıyamete kadar bu tahrik,duyguların açılımı devam etmekte,diğer yandan da dünyanın öbür tarafında meydana gelen bir tsunami tüm dünyanın şefkat duygularını tahrik ediyor,onları onlara tahrike koşturuyor.
*Afrika-da açlıktan kırılan insanlara karşı dünyayı ayağa kaldırıp,şefkat ve yardım duygularını müsbet manada tahrik edip ortaya çıkarırken,diğer yandan da duygusuz insanların duygusuzlukları deşifre olmuş oluyor.
Bazen de unutulmuşları bu gibi vesilelerle hatırlatıyor.
Bir anlık şeytanın olmadığı düşünülecek olursa,imtihan fevt olur,ortadan kalkar.
Zira şeytan bir yandan menfi insanları deşifre ederken,diğer yandan da hakka taraf olan insanların Allah’a yakınlaşmalarını ve şeytandan kaçmalarına sebep olmuş oluyor.
Şeytan ve menfilikler olmasaydı,bu durumda da cennet ve cehennem,insanın yaratılması,peygamberlik müessesesi,duygulara ekilen farklı kabiliyetlerin neşv-u neması gerçekleşmemiş olurdu.
Aynı zamanda Peygamber Efendimizin yaratılması gibi,farklılıklar da ortaya çıkmamış olurdu.
Eğer gerçekten yapısı itibarıyla tamamen şer olan şeytan,nice sayısız hayırların ortaya çıkmasına vesile olduğunu idrak etseydi,şeytanlığı bırakırdı.
Bir vakıadır ki;Bir gün öğretmenler toplantısında baş örtüsü meselesinin gündeme getirilerek karıştırılacağını duymuş,durumu müdüre söyleyerek tedbirli olmasını hatırlatmıştım.
Müdür bunu gerçekleştiremedi.Menfi olan insanlar içlerindeki kirleri dışarıya akıttılar.
Sonunda ben kalkarak,birazda ağır ifadelerde suskunluğu sağladım.
O sırada sürekli sessiz kalıp,dinlemekte olan felsefe öğretmeni kalkıp ilk ve son cümle olarak şunu söyledi;
-Müdür bey,lütfen bu meseleleri gündeme getirmeyin.Açıldıkça örtünen insanların sayısı da artıyor.
Doğru söylemişti.Bu tahrik insanların içinde bulunan inanç duygusunun ortaya çıkmasına vesile olmuştu ve hala da olmaktadır.
*Allah alemde her şeyi tahrik ediyor.Yani her şeyi harekete geçiriyor.Hareket neticesinde hayat varlığını sürdürüyor.
Tıpkı kışın şiddetli hareketinin,baharın güzel görünümünü oluşturmaya sebep olması gibi.
Savaş olmasaydı,askeri gelişmeler,hastalık olmasaydı tıbbi gelişimler gerçekleşemezdi.
Böylece hem müsbet ve hem de menfi oluşumların ortaya çıkması,eşyayı tahrik iledir.
*Urfalı büyük şâir Yûsüf Nâbî (vefat 1712), çağdaşı olan Çorlulu Ali Paşa’nın kararıyla evi yıkılıp perîşân olunca aşağıdaki gazeli yazmış.
Derler ki; “Keşke yüz evi olup yüzü de yıkılsaydı da Nâbî’den, böyle yüz eser kalsaydı.”
Bu şiire çok sonraları yapılan nazire ve tahmisler cidden kayda değer evsaftadır.

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz.
“Zaman bağının baharını da gördük güzünü de; üzerimizden neş’e rüzgârları da geçmiştir gam fırtınaları da.”
*Nitekim Mehmet Akif-e tekrar İstiklal Marşı yazıp yazamayacağı sorulduğunda cevaben;
-Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın,der.
Zira öyle bir istiklal marşının bir daha yazılabilmesi için,bir istiklal savaşının daha olması gerektir.
*Kendimde Bosna-Hersek-de Sırpların zulmünün film yapılıp seyretme sonucunda yazmış olduğum –Belene-adlı şiiri bir daha yazmaya çalışsam yazamam.
Yazılabilmesi için bir Bosna savaşı daha olması gerekir.
Kâinatta her şeyde hayrın ortaya çıkmasında,netice ve değer itibarıyla şerrin de çıkmasında bu tahrik durumunun ne kadar önemli olduğunu Bediüzzaman şöyle izah ediyor:
“ Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yâni “acımak ve şefkat etmek” mânâsı, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve Kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. “
*Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”
*“Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğu için, cüz’-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir.”
*“İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icadediyor, zerratı tahrik ediyor.”
*” Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer.”
* Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!”
“Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi.”
*“Tergib ve terhibin devamı ancak vicdanda mevcud tahrik edici bir âmirin vücuduyla olur.”
“Akılları; marifete, dikkate tahrik eder.”
“ Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhde eden Üstad-ı Sâni Hulusi Beyefendimi, teşbih ve tabiri caiz ise, saatçilerde bulunan yıldızvari sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki, o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcud her saatı tahrik eder, işletir.”
Hulusi abiyi risale-i nurun birinci talebesi kılan olay,bu tahrik meselesidir. Hakikatların ortaya çıkmasına bir muharrik olmuştur.
“O ihtiyaca işaret etmek, hem ihtiyacı uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için, Kur’anda bazı kıssalar tekerrür ediyor.”
02-10-2011
Mehmet ÖZÇELİK




SELAMETİMİZ ERMENİLERLE SULHTATIR

SELAMETİMİZ ERMENİLERLE SULHTATIR
30 Yıldır pkk belası bilinmektedir ki dışarıda bizzat Ermenilerin katılımı,avrupanın kışkırtması ve içteki ergenekonun kullanmasıyla yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Bunun da en büyük maddi olarak çöreklenip destek bulduğu,organize edilip planlanıp uygulanmaya konulduğu yer ise;az bir kesimde olsa ordunun içindeki bir kısım cunta ekibi ve İsrail destekli grubun işidir.
Ses kayıtlarıyla ortaya çıktı ki,bir Yargıtay üyesi;tam apo ve pkk-dan yararlanılacak zamandır demiş ve İsrailli ekip tarafından eğitildiği tesbit edilmiştir.Yakalananlar içerisinde sünnetsiz Ermeniler olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu gün artık hiçbir şey gizli kalmamıştır.
Yapılacak iş ise;bunu kökünden kesmektir.Bu da;
-İçte Ergenekon ve bağlantılarının bitirilmesi ve de dışta Ermenilerle zillete düşmeden izzeti koruyarak barış yolunu seçmektir.
Yoksa Ermeniler kullanılmaya,batı kullanmaya devam edecektir.Pkk illeti de bitmeyecektir.
Bu gün ermeni soykırımı yalanını gündeme getiren Fransa-nın arkasından diğer Avrupa ülkeleri devam edecek,Almanya-daki saldırılar sürdürülecektir.
Bu konuda Bediüzzamanın yüz sene önceki tesbitleri çok dikkat çekici ve çözümü hızlandırıcı sebeplerdir.
Hem hastalık gösterilmekte ve hem de tedavi reçetesi sunulmaktadır.
“Suâl: “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?”
Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.
Suâl: “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?”
Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.
Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husumet zarardır.”
*”Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.”
Âyetteki ifade umumi değil,mutlaktır.Mutlak ise kayıt altına alınabilir.
Oysa bir Müslüman ehli kitaptan olan bir eşini islama zorlayamayacağı gibi,elbette onu karı kocalık cihetiyle sevecektir.
Buradaki ifade,onları hristiyan veya Yahudilik dini üzerine sevmeyiniz demektir.Hristiyan ve Yahudilik cihetiyle sevmekten nehiydir.
*Ermenilere Osmanlıda bazı hizmet görevlerinin verilmesi,aynı zamanda onların belalarını defetmek ve toplumun dışında bırakmayıp içine çekerek kontrol etmek içindir.
Bu gün Ermeniler başkasının kontrolündedir.
“Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilaf ve fesad tohumlarını saçan mülhidlere karşı müdafaat-ı ilmiyem, hangi sûretle hükûmet aleyhine alınıyor.”
*”Kürt siyasetçi Kemal Burkay, terör örgütü PKK ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. PKK’nın 1977 yılında derin devlet tarafından kurulduğunu, 1980’den sonra ise Suriye’nin kontrolüne girdiğini belirten Burkay, Abdullah Öcalan’ın, yakalandıktan sonra Ergenekon üyesi komutanlar tarafından yönlendirildiğini kaydetti.
Burkay, PKK’nın 1977 yılında devlet tarafından diğer örgütleri etkisiz kılmak amacıyla kurulduğunu ve finanse edildiğini savundu.
PKK’nın 1980 yılından 1999’a kadar Suriye’nin kontrolünde olduğunu belirten Burkay, Öcalan’ın kendisine Hafız Esed’ın kardeşine bağlı olduklarını söylediğini, bu kişiyle iki kez birlikte görüştüklerini anlattı. 1999’da yakalanan Öcalan’ı 12 yıl boyunca Ergenekon’a bağlı paşaların yönlendirildiğini kaydeden Burkay, teröristbaşının tutuklandıktan sonra PKK güçlerini sınırın güneyine çekmek istediğini ancak bir komutanın, “En azından 500’ü içeride kalsın, belki bize lazım olur.” diyerek karşı çıktığını kaydetti. Burkay, 2004 yılına kadar neredeyse silah bırakma durumuna gelen örgütün, darbe planlarının yapıldığı bu dönemde yeniden eylemlerine başladığını kaydetti.”
*”Meclis İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde kurulan ve terörden kaynaklanan ihlalleri araştıran alt komisyon, Kemal Burkay’ın ardından bir başka Kürt aydın ve siyasetçi İbrahim Güçlü’yü ağırladı. Hayat hikâyesini ve Kürt sorununa bakışını anlatan Güçlü, “Sağımdakiler öldürüldü, solumdakiler öldürüldü. Bugüne kadar hayatta kaldığıma şaşırıyorum. Bir zamanlar Kürt sorununun çözümü için sosyalizme güveniyorduk. İnsanlığın geldiği son noktayı sosyalizm sandık. ‘Allah razı olsun sosyalizmden’ diyorduk.” ifadelerini kullandı.”
MEHMET ÖZÇELİK
23-01-2012




MÜNAKAŞA

MÜNAKAŞA
Uzun yıllar toplumda bir birlik olmadığından dolayı,çok alanda münakaşayı netice verecek konular sürekli olagelmiştir.
Sadece gündeme göre konular farklılık arz etmektedir.
1970-lerde birinci derecede iman-küfür tartışmaları sürerken,1980-lerden sonra siyaset,ekonomi gibi sürekli farklılık arz eden konular üzerinde tartışmalar sürmüştür.
Bu da toplumda her alanda bir vahdet ve birliğin olmamasından kaynaklanmaktadır.
Münakaşada,benim doğrularım senin doğrularını döver,yener,seninkinden daha çoktur ve doğrudur.
Münakaşanın genelde yenen tarafı yoktur.
İlim erbabı ve öğrenme arzusu içerisinde olan kimsenin araştırmasına sebebtir.
Münakaşanın bütün boyutlarını Bediüzzamanın bakış açısından, eserlerinde örnekler vererek izah edeceğiz.
*”İkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.”
-Münakaşanın en geniş alanı siyasettir.İslam dünyasının en büyük imtihanı da,siyasi münakaşalarla süre gelmiştir.
*”Meselâ, semâvâta başı temas etmiş pek yüksek bir minare ve o minarenin altında, küre-i arzın merkezine kadar bir kuyu kazılmış farz ediyoruz. İşte, ezanı umum memlekette umum ahaliye işitilen bir zat minare başından ta kuyu dibine kadar hangi mevkide bulunduğunu ispat etmek için, iki fırka münakaşa ediyorlar.”
-Münakaşanın önemli bir sebebi de;seviye ve bakış farkıdır.
Burada münakaşa edenlerin bulundukları mevki bakış açısı açısından gayet önemlidir.
*”Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilh.” meâlindeki hadise dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.
Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadis-i Şeyheynin ittifakına alâmet olan işaretiyle bir hadis bana gösterildi; “Hadis midir, değil midir?” sual edildi.
Ben dedim: Böyle muteber bir kitapta Şeyheyn hadisinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım. Demek hadistir. Fakat hadisin, Kur’ân gibi bazı müteşabihâtı var; ancak havass onların mânâlarını bulabilir. Şu hadisin zâhiri dahi, müşkülât-ı hadisin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş; öyle kısa değil, belki böyle cevap verecektim:
Evvelâ: Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki:
Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.
Saniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadis ise, hadisin merâtibini ve vahy-i zımnînin derecâtını ve tekellümât-ı Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avam içinde müşkülât-ı hadisiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.
Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, biçare avâm-ı nasın zihninde sû-i tesir ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan katî hadisleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadisin mânâsını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalâletin itirâzâtına ve “Hurafattır” demelerine yol açar. Madem bu müteşabih hadîse, lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celb edilmiş ve bu çeşit hadisler çok varid olmuş. Elbette şüpheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadis katî olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir.”
(Meseleyi izaha kavuşturmak üzere devamında açıklaması yapılmaktadır.)
Münakaşa çözüme kavuşmazsa,çok münakaşaları da beraberinde getirir.
*Kimler tarafından ve hangi konularda münakaşa edildiği ve bunun önemini belirtmek babında sadece münakaşa konularını arz etmekle yetindik:
“O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik, münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevap yazıyorum.”
“Mütefennin bâzı dostların münâkaşa ettikleri üç meseleye dâir üç suâllerine muhtasar üç cevaptır.
BİRİNCİ SUÂL: “Hazret-i Âdem’in Cennetten ihrâcı ve bir kısım benî âdemin Cehenneme idhâli hikmeti nedir?” suâline, gâyet katî bir cevap veriyor.
İKİNCİ SUÂL: “Şeytanların ve şerlerin halk ve îcâdı şer değil mi, çirkin değil mi? Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Ale’l-Itlakın cemâl-i rahmeti nasıl müsaade etmiş?” suâline karşı gâyet katî bir surette cevap veriyor.
ÜÇÜNCÜ SUÂL: “Mâsum insanlara ve hayvanlara musîbet ve belâları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlakın adâleti nasıl müsaade ediyor?” diye suâlin cevabında gâyet muknî ve katî bir tarzda cevap veriyor. “
-Bilgi sahibi insanların münakaşa konuları,seviye bakımından değerli ve kale alınacak hususlardır.
*Ve özetle fetva makamında şu ölçüyle hüküm verilmektedir;
*“İşte, münakaşanızın içindeki üç sualinizin muhtasar cevapları bu kadardır. İzahları otuz üç adet Sözlerdedir.
Aziz kardeşim,Sen bu mektubu Eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasip gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan Eczacıya selâm et, de ki:
Mezkûr mesâil gibi dakik mesâil-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.”
-Münakaşayı kaldırmak için ehline sorulmalıdır.
*Münakaşa ölçü dairesinde oldukça ayrışmaya ve gerçeklerin ortaya çıkmasına da sebebtir.
*“Semânın, sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttırâdı ve vüs’at ve nurâniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutîdirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzâheme ve münâkaşayı icâb edecek bir sebep yoktur. Zîrâ, memleket geniş, fıtratları sâfî, kendileri mâsum, makamları sabittir.
Evet, zeminde ezdâd içtimâ etmiş, eşrâr ahyâra karışmış; içlerinde münâkaşât başlamış. O sebepten, ihtilâfât ve ıztırâbât düşmüş; ve ondan, imtihânât ve müsâbakât teklif edilmiş; ve ondan, terakkiyât ve tedenniyât çıkmış.”
*Allahın yarattıklarında ise bir münakaşa söz konusu değildir.
*“Evet, Kur’ânı Mu’cizü’l-Beyânın sûrelerine ve âyetlerine ve hususan sûrelerin fâtihalarına; âyetlerin mebde’ ve makta’larına dikkat edilse, görünüyor ki, belâgatların bütün envaını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksâmını, ulvî üslupların bütün esnâfını, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efrâdını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlâhiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimâiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurânî kanunlarını cem’ etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münâkaşa, bir karışık çıkmamak, kahhâr bir nizâm-ı i’câzînin işi olabilir.”
*Münakaşa hakkı olmayanlar ise şunlardır;
“Mâdem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zîrâ münâkaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.”
*Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, inşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde, nizâsız mübahaseye alışsınlar.”
-Ayrılmanın ilk kapısı münakaşa ile başlar.
*”Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer’in (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.
Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.
Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”
Her birisi dedi: “Bana bir altın verdi.”
O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi:
“Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.”
Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”
-Münakaşa hak namına olmalıdır.Hakkın hatırı âlidir,hiçbir hatıra feda edilmez.
*”Ehl-i hakkın ihtilâfı hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifakı dahi hakikattarlıktan değildir. Belki ehl-i dünyanın ve ehl-i siyasetin ve ehl-i mektep gibi hayat-ı içtimaiyenin tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul taifelerin, cemaatlerin ve cemiyetlerin vazifeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o vezâif mukabilindeki alacakları maişet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u cah ve şan ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan alacakları mânevî ücret taayyün etmiş, ayrılmış. Müzâhame ve münakaşayı ve rekabeti intaç edecek derecede bir iştirak yok. Onun için, bunlar ne kadar fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler.”
-Hak ehli hakkı düşünürken,gaflet ehli menfaatı esas alır.Bir menfaatına,onlarca değerini feda eder.
*”Hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”
-Ortak noktalarda ittifak edilmeli,asgari müşterekler ön plana çıkarılmalıdır.
*”Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşâtı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telâkki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz.”
– Büyük şerden korunmak için,küçük meseleler göz ardı edilebilir.
*”Kıskançlık ve hasedin sebebi: Birtek şeye çok eller uzanmasından ve birtek makama çok gözler dikilmesinden ve birtek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler.”
-Münakaşa bir tarafın diğer tarafa üstünlük oluşturması sebebiyle çıkar.
*”Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir filozofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”
Münakaşayı kaldırmak için o meselenin ehline sorulmalıdır.
*”Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.”
-Aslında tüm münakaşaların sebebi;gerek fikirde,yaşayışta,bulunulan mevki ve makamda vahdeti,birliği muhafaza edememeden kaynaklanır.
*”Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.”
-Çoğunlukla münakaşa –birde karşıdaki ehli insaf ve hakikatı arayan bir kimse değilse- netice alınmadan sonuçlanır.Geriye kırık kalbler kalır.
*”Sakın, sakın münakaşa etmeyiniz; casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.
Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski Harb-i Umumîde Rusya’nın şimâlinde doksan zabitimizle beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zatların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatle gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç dört adama dedim: “Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz.” Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular:
“Neden bu haksız tedbiri yaptın?”
Dedim:
“Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır.”
-Genel itibarla münakaşa etmemelidir.Çözümsüzlüğe ve inada sebeb olmaktadır.
*”Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim.”
-Özellikle küfür cephesi bunu çokça kullanmaktadır.
*”Risale-i Nur’un talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir mektubumuz bulunan Eğirdirli bir adamın bir jandarma çavuşuyla vukuatsız bir münakaşa-i lisaniyesi yüzünden beni ve yüz yirmi adamı tevkif ile dört ay mahkeme tahkikinden sonra, on beş bîçareden başka, bütün beraat kazanmakla mâsumiyetleri tahakkuk eden yüzden ziyade adamlara binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir? Böyle imkânatı vukuat yerinde istimal etmek hangi usul iledir? Ve Denizli’de dokuz ay tetkikten sonra, beraat kazanan yetmiş bîçarelere binler lira zarar vermek, adaletin hangi düsturu iledir?”
-Münakaşa haksız olanın eline bir koz vermeye sebebtir.
*”Çok zaman evvel Dârü’l-Hikmet-i İslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şua, farz-ı muhal olarak, dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale eder ve âsâyişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir vecihle bir suç teşkil etmez.”
-Münakaşanın kapısını ve kapağını mümkün mertebe açmamalıdır.
*Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruattaki ihtilâfı bırakmaya ve medar-ı münakaşa etmemeye mecburuz.”
-Bu zaman ihtilafı kaldıracak ittifakı, münakaşaya gitmemekle temin edebiliriz.
*”Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücâdele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlâhiye ile mağlûp ede ede İstanbul’a kadar geldim.”
-Münakaşalar kişinin önünde birer engeldir.
*”Evet, o zat (a.s.m.) vazifesi itibarıyla, hakkın bürhanı, hakikatın ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir. Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmâniyenin misali, rahmet-i Rabbâniyenin timsali, hakikat-i insaniyenin şerefi, şecere-i hilkatin en kıymettar ve kıymetli bahâdar bir semeresidir. Tebliğ ettiği dini de harika bir sür’atle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zatın dâvâlarında nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân var mıdır?”
-Başta tüm peygamberler ve özellikle peygamberimiz getirdikleri ve gösterdikleriyle münakaşayı kaldırmıştır..Susturmuştur..
*”Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir.”
-Münakaşa bilmemekten kaynaklanır.
*”Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emvâl-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi, insan da o vücudu beslemeye mükelleftir.
Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:
Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki:
“Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?”
Dedi ki: “Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.”
Dedim ki: “Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin” diye ikna ettim.
Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam ederim. “
-Kişinin ilk münakaşası nefsinde ve nefsiyle başlar.Bunu aşmak büyük bir aşamadır.
*Nefs-i emmare, devekuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya Sofestai gibi münakaşa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Tearuzan, tesakutan kabilinden, “Hiçbirisi de hak değildir” diye hükmeder.”
-Münakaşada hakikata göz kapanmamalıdır.
*”Ümmi bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne’l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbi olduğuna delalet etmez mi?”
-Kişi münakaşada haddini bilmelidir.Her önüne gelenle münakaşa etmemelidir.
*”Zerre gibi küçük şeyler veya adi fiiller, Halıkın halkıyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dahil oldukları bedihidir. Bu itibarla, onlardan bahsetmekte, bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur.”
-Kadere teslimiyet imanın bir gereğidir.Kul Rabbisiyle nasıl münakaşa edebilir ki?
*”Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, “alem benimdir” diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz. Müzahame ve münakaşa, yalnız nev-i beşerde olur. İşte, hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.”
-Vücudun bütünlüğü,vücutta münakaşa olmamasındandır.Ruhun üstünlüğü,vücutta bu birliği ve beraberliği sağlamasındandır.Münakaşa yolunu kapatmak için,hepsini tek bir hedefe tevcih etmiştir.
*”Aşağıda işiteceğin gibi, istifadede müzahemet ve münakaşa yoktur. Nasıl ki Zeyd diyebilir ki, “Şems benim lambamdır, dünya benim evimdir.” Ömer de öyle diyebilir ve aralarında münakaşa da olmaz. Evet, Zeyd, mesela dünyada tek farz edilirse, istifadesi nasılsa, bütün insanlar içinde iken istifadesi yine öyledir-ne fazla olur ne noksan. Yalnız “gareyn”e ait olan kısım müstesnadır. Zira yiyecek, içecek ve saire şeylerde münakaşa olur.”
-Güneşin her yere ve herkese tarafsız ışığını ve ısısını karşılıksız vermesi,münakaşayı kaldırmıştır.
*”Risale-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz” deyip yatıştırsınlar.”
-Münakaşada ihtiyat elden bırakılmamalıdır.Fevrilikten kaçınılmalıdır.
*”Hem Nur Müellifi bir mektubunda “Dahilde tarafgirâne adâvet ve münakaşalara vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâmın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’ân’ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim” demek suretiyle, hizmet-i İslâmiyenin ve mesâil-i diniyenin umumunu tazammun eden vüs’at ve camiiyeti hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nev’ini teyit ve teşvik ettiğini ve bir cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan Risale-i Nur dairesinin umum ehl-i İmân ve İslâma şâmil bulunduğunu ifade ediyor.”
-Teferruatta farklılık münakaşa sebebi olmamalı,temeldeki ittifak esas alınmalıdır.
*”O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.
Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz.”
-Münazarayı kesmenin ve de karşıdakini mağlub etmenin en güzel yolu;insaf,tevazu, hürmet elden bırakılmamalıdır.
*”Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsi hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslamda intişarına karşı hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri musalâhakârâne vaziyeti almaya mükelleftirler.”
-Küçük tamirler yapayım derken,büyük zararlar açılmamalıdır.
*”Risale-i Nur’un hatırı için Risale-i Nur şakirtlerinin mabeynindeki tefani, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturuyla bu iki kardeşim, dünyevi ve cüz i ve hissi şeyleri medar-ı münakaşa etmesinler. Pederlik ve veletliğin iktiza ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nur’un şakirtliği iktiza ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim, benim hatırım için, birbirini tenkit etmemek lazım geliyor.”
-Tefani ve bir birlik içerisindeki bütünlük münakaşayı kaldırır.
*”Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalahakarane davranınız. Enaniyetlerine dokunmayınız. Bid at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi lerle uğraşıp, onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.”
-Münakaşada benlikler tahrik edilmemelidir.Karşıdakinin gururuyla oynamamalıdır.
*”Perde altında Nurcuların kuvve-i maneviyelerini kırmak için bazı hocalar vasıta oluyorlar. Aldanmayınız ve sarsılmayınız ve onlarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün oldukça dostane muamele ediniz, “Biz onlarla kardeşiz” deyiniz. Ve bu pusuladaki noktaları unutmayınız, ta sizi aldatmasınlar.”
-Münakaşa manen yıkmaya ve yıkılmaya,zihinde şüphelerin oluşmasına sebebtir. Pusulanın sapmasına neden olur.
*”Ankara da, divan-ı riyasetinde Mustafa Kemal le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” Yüzüne şiddetli mukabele ettiğim halde bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde, burada küçük bir zabit ve bir çavuş, o ihaneti ve hakareti yaptılar. Maksatları beni hiddete getirip bir mesele çıkarmak olmasından, hıfz ve inayet-i İlahiye bana sabır ve tahammül verdi.”
Münakaşa hiddet ateşini tutuşturur.Ateş ise şeytandandır.
*”Madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilafdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak Kur’ân ve İmân aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz i teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.”
-Münakaşa daha büyük kopmalara ve sapmalara neden olur.
*”Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer i yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer i var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer i yok, hiç zararı da yok.
İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkur hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslamlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler.
Hem o harplerde, çok ehemmiyetli Sahabeler, nasılsa iki tarafda bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki Sahabelere, Talha ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereye dahi tarafgirane bir inkar, bir itiraz kalbe gelir. Hata varsa da tevbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri tetkik etmektense, şimdi bu zamanda bilfiil İslamiyete dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir halet, mü min ve müdakkik bir zatın vazife-i kudsiyesine muvafık gelemez.
Hatta Sabri ile küçücük münakaşanız, hem Risale-i Nur a, hem hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik bir alimin Risale-i Nur a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken, bilakis üç cihetle Nura zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş diye, iki üç gün sonra haber aldım ki, Sabri, manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim. “Ya Rab! Erzurum dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlâs Lem alarında denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin, hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alakanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helal et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki, büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara kefaret olur.
Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatasını affettirir. Sizin alicenaplığınızdan, o Nur hizmetleri hatırı için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.”
-Menfi şeyler zulmani olup,nur ve nurani şeyler gibi olumlu yayılma göstermez.Olumsuz bulutlar oluşturur.
*”Bazı misyonerler de, din-i İsa nın (a.s.) hakiki ruhanisi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar.”
-Münakaşa en yakınındakini kaybetmeye neden olurken,münakaşa etmemek en uzakta bulunanı bile kazanmaya sebebtir.
*”Hem münakaşa, münazaa ve mesail-i diniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahese etmemek lazımdır ki, Nur aleyhinde garazkarlar çıkmasın.”
-Münakaşa eden taraftır.Bi-taraf olan ber-taraf olur.Münakaşa da tarafını haklı çıkarma hırsı oluşur.
*”Medâr-ı hayrettir, duamda Nurcular dairesinde her gün isimleriyle yâd ettiğim iki sofî meşrep, kendilerini satmak fikriyle bana ve Nura iliştiklerine dair mektup geldi. Ben gücenmedim, onları daha ziyade duama aldım. Aynen eskiden İstanbul’da eski partinin desiseleriyle bize ilişen malûm ihtiyar şeyh gibi, onları hem kendime mübarek kardeş, hem dost bildim, hakkımı helâl ettim. Fakat iki İhlâs Lem’alarını okumalarını arzu ediyorum.
Kardeşlerim, siz dahi böylelerden gücenmeyiniz, münakaşa etmeyiniz.”
-Münakaşa sadece münakaşa edileni kaybettirmez,çevresinin de kaybına,yanlışın sahiblenmesine sebeb olur.
*”Meşrebimiz münakaşa ve münazara olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan, bu meçhul zatın mektubunda üç esasın hakikatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim.”
-Mesleği müsbet olanlar münakaşa etmezler.
*”Türk milleti Müslümandır. Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır.”
-Hüküm ve kararlar münakaşayı kaldırır.
*”Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor.”
-Bazı kişiler,bazen bu bazı ırklar halinde yapılarında münakaşa damarı sürekli faal haldedir.Vaz geçmez.
*”Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.”
-Ahiret işleri kesin ve sonuç bildiren işlerdir.Zıtların birbirinden ayrılmasıdır.Her şeyin fâş olup,hakikatların açık ve net göründüğü yerler olduğundan,münakaşa söz konusu değildir.
*”Sakın sakın münâkaşa etmeyiniz; câsus kulaklar istifâde ederler. Haklı olsa, haksız olsa, bu hâlimizde münâkaşa eden haksızdır; bir dirhem hakkı varsa, münâkaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.”
*İlk ve Son söz olarak münakaşa etmemeli,münakaşa kapısını açmamalı,münakaşayı alevlendirmemelidir.
MEHMET ÖZÇELİK
27-06-2014