KABİR VE KABİR AZABI

KABİR VE KABİR AZABI

İnsan bir yolcudur. Bu yolculuk ise yokluktan, ruhlar aleminden çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve de kabirle âhiret alemine olan yolculuk başlar.

Kabir hayatı başlı başına bir hayattır.[1]

Bu dünya hayatından sonraki başlayan uzun ahiret yolculuğunun ilk menzili ve ilk durağıdır.

Kabir azabı haktır ve muhakkaktır.

Âyet ve Hadislerle sabittir.[2]

-“Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”[3]

Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu geniş ve sahih olarak neticeye kavuşturmuştur.[4]

Kur’an-ı Kerim-de geçen iki ayetle sabittir ki; Şehitler ölmez.

Kendilerine münasib bir hayatı vardır.

Onun gibi de, kabir de Hadiste buyurulduğu üzere;

“Kabir ya cennet bahçesinden bir bahçedir veya cehennem çukurundan bir çukurdur.”

“Peygamberler kabirlerinde (Mecburiyet olmaksızın, zevk aldıklarından dolayı) namaz kılarlar.”

-“ Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: “Necaşi rahimehullah öldüğü zaman biz onun kabrinin üzerinde uzun müddet bir nur görüldüğünü konuşurduk.”  [5]

*Kabir azabının en zahir delili şu ayettir.

“Onlar sabah-akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı günde kendilerine, “Firavun ailesini en çetinine sokunuz” denilecektir.”[6]

Elmalı tefsirinde şöyle izah edilir;

“Âyet kabir azabına işaret eder. Kabirde azap ruhlaradır. İbn Mes’ud (r.a)’dan rivayet edildiğine göre kâfirlerin ruhları siyah kuşların bedenine girip sabah akşam cehenneme karşı tutulurlar, bu iş kıyamet gününe kadar böylece devam eder.

Buharî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.) ister cennetlik, ister cehennemlik olsun, ölen kişiye kabirde, sabah akşam gideceği yer gösterilip “İşte dirildikten sonra gideceğin yer!” denileceğini bildirmiştir.”

MEHMET ÖZÇELİK

[1] En’am.98.Tevbe.84,Hac.7,Furkan.53,Fatır.22,Yasin.51-52,Kamer.7,Mümtehine.13,Mearic.43, Abese.21,İnfitar.4,Adiyat.9,Tekasür.2.

[2] http://www.kuranikerim.com/kutubi-sitte/5460.html

http://hadis.resulullah.org/index.php?s=oku&id=2776

http://hadis.resulullah.org/index.php?s=oku&id=2774

Taha.124,Mümin.46,Nuh.18,

[3] http://www.erisale.com/#content.tr.1.171

[4]http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Home&SubSection=Search&Command=Results&TextAny=kabir&TextExact=&TextAll=&TextNone=&where=Kulliyat&BookName=Sozler&BookName=Mektubat&BookName=Lemalar&BookName=Sualar&BookName=MesneviiNuriye&BookName=IsaratulIcaz&BookName=EmirdagLahikasi&BookName=KastamonuLahikasi&BookName=BarlaLahikasi&BookName=TarihceiHayat&BookName=HizmetRehberi&BookName=BeyanatveTenvirler&BookName=AsayiMusa&BookName=SikkeiTasdikiGaybi&BookName=Muhakemat&BookName=Munazarat&BookName=HutbeiSamiye&BookName=Sunuhat&BookName=DivaniHarbiOrfi&BookName=HutuvatiSitte&submit=Arama+Sonu%E7lar%FDn%FD+G%F6ster

[5] Ebu Davud, Cihad 29, (2523.

[6] Mü’min.46.




İLAHİYATIN PROBLEMLİ İLAHİYATÇILARI

İLAHİYATIN PROBLEMLİ İLAHİYATÇILARI

Şimdilerde İslamiyet içten vurulmaya çalışılıyor.

Kurt gövdenin içine girip kemirmektedir.

Tehlike küçük değil, büyüktür.

Gerçek niyetleri sezemeyenler, bu tehlikeli sele kapılabilirler.

Bunun için ileride din ve İmam-Hatip meslek derslerini verecek olan öğretmenler işlenmeye çalışılmaktadır.

Kokuşma baştan başlatılmıştır.

Balık baştan kokmaya başlamıştır.

İnşaallah, bu milletin köklü geçmişi, bu köksüzlüklere pirim ve destek vermeyecektir.

-İlahiyat fakültelerine  akademik çalışma için gidenlerin, samimi bile olsalar, çoğunluk itibarıyla eski hallerinden samimiyet ve teslimiyetlerinden neredeyse pek hal kalmıyor.

Öyle ki babalarını bile sorgular hale geliyorlar.

İlahiyatlarda hikmet sorgulaması ve araştırmalardan ziyade, fessefi ve şüpheci bir akım gelişiyor.

Öyle ki, belki babam Adem değildir veya öyle diyenler de varmış, diyerek başkalarının en azından borazanlığını ve neredeyse savunuculuğunu yapmaya başlıyor.

Eskiyi araştırmak, tahlil ve tashihten ziyade, tenkid ve redde yönelik bir tavır içine giriliyor.

İmam-ı gazali ve Ebu Hureyre sorgulamasıyla başlayan yıkım faaliyeti,  Efendimizi basite irca etme ve arkasından önce Kur’an-ı Kerim-e şüphe iras etmeyle başlayarak, daha sonra Kur’an-ı Kerim-i şiadan etkilenerek veya şia savunuculuğu yaparak sorgulama yoluna gidiliyor.

En iyisi bile; öyle diyenler var, diyerek muteber olmayan nakilleri nakletmeye başlıyor.

Hadis-i Kudsilerle Kur’an-ı Kerim-i mukayese ederek, Kur’an-ın bu manada eksikliğini tartışmaya açabiliyor.

-1970- lerde  siyaseten hükmetmeye çalışan şia yani İran, bu gün fikren ve bulandırmalarla hakimiyet kurmaya çalışıyor.

********************   

İttihad-ı İslamın tahakkuku için, aynı zamanda İttihad-ı Kulub, İttihad-ı Fikir olmalıdır. İslam dünyası için Kur’an-daki ortaklık gibi , akaid  ve muamelatta da bir birlik sağlanmalı. Yani hurafelerden, yanlış olan noktalar belirlenmelidir.

Yanlışlar ehli sünnet çerçevesinde tashih edilmelidir.

-İslama hizmet etmiş olanlar ölçüsüzce devre dışı bırakılmamalıdır.

-Eğer her şey Kur’an-da var ise, ya sen niye konuşuyorsun?

Ve de Kur’an-da Peygamberimize ve de alimlere uyulmayacak diye bir ifade mi var?

Belki onlarca uyulmasını ifade eden ayetler mevcuttur.

-Mesela Kur’an-ı Kerim-den sonra en muteber olan Buhari ve Müslim devre dışı bırakılmaya çılışılmaktadır.

Oysa Buhari de ittifak edilmiş, onu kabul etmeyen de ittifak edilmemiştir?

İşte aradaki fark…

Sınırlı olarak onda da ittifak bile olunsa, onlarda acaba ittifak olunmuş mu?

**********************  

Hariçten düşman aramaya, islama darbe vuranları engellemeye gerek kalmamaktadır. Zira zaten onların görevlerinin aynısını hatta daha fazlasını, onların yapamadıklarını içimizde bulunan; -Şefaatı, Kabir azabını, hatta hayra vesile olan Kutlu doğumu inkar ve reddeden sözüm ona herifler yapmaktadırlar.

**********************

Efendimiz şöyle buyurur: “Sakın sizden birinizi, emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, köşesine yaslanmış olarak cahilce, „Biz Allah‟ın Kitabı‟nda ne bulursak ona uyarız; hadis tanımayız!‟ derken bulmayayım!” [1]

 

 Peygamberimizin helal kıldığını helal, haram kıldığını haram saymamızı ister.

“Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”[2]

MEHMET ÖZÇELİK

 

 

[1] İbn-i Mâce, Sunne, 2; Tirmizî, İlim, 10.

[2] Ahzâb, 33/36.

 




DARBELERİN GÜNLÜĞÜ

DARBELERİN GÜNLÜĞÜ

*Yüz sene önce petrol için boğazımıza basan batı, bu gün enerji için boğazımızı sıkmaya çalışmaktadır.

İç ve Dış darbeler yolu denenerek…

*Bir asırdır ilk defa devletin derinliklerine, ergenekonun inine girildi, gizli devlet ve gizli  dinsiz komitenin deşifresine başlandı.

Artık mücadele açıktan açığa sürdürülmektedir.

*Yarım asır önce rusyanın yaptığı; böl-parçala-yut politikasını, bu gün Avrupa yapmaktadır.

*Milliyet yazarı Yaman Törüner, Akıl Oyunları kitabıyla ünlü yazar Michael Powell’ın yeni çıkan kitabının içinden darbeyle ilgili bölümleri süzdü. Yazar, “bir ülkeye daha çok demokrasi getirmek” adına yapılan darbelerin nasıl hazırlandığını da anlattı, “yabancı devletler tarafından desteklenmeyen bir darbe yapılamaz” dedi. Darbenin en önemli hazırlıklarından birinin de “gazeteleri, televizyonları ve interneti kontrol etmek” olduğunu söyledi.

*” Rıza Tevfik anılarında şöyle anlatıyor: “Bir gün Talat’a dedim ki; ‘biz bu ihtilal için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti ilan ettik. Gidelim bu süferayı (Büyükelçileri) ziyaret edelim, teşekkür edelim’.
Evvela İngiliz sefaretine gittik. Galatasaray’daki o muhteşem binayı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emindim ki sefir de dahil olmak üzere bütün sefaret erkanı içerideydi. Fakat bizi karşılayan sefaret kavası, kimi sorduksa “yok” dedi. Çok soğuk bir adem-i kabuldü bu! Bir mana veremeden dönmüştük.
Oğlum Said İngiltere’de oturuyordu. Onu ziyarete Londra’ya gitmiştim. Said’e İskoç asilzadelerinden Lord Nikilsin (1908 döneminde İstanbul’daki İngiliz sefiri) cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alakalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihya eylemek üzere ziyarete gittim. Sohbet sırasında İstanbul sefaretinin bize gösterdiği soğuk adem-i kabul hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum: “Dostum Rıza Tevfik bey… Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilal olacak, İstibdatla beraber Sultan da, bu bahusus temsil ettiği hilafet müessesesi de alaşağı edilecekti. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız, gerçi Kanuni Esasi geldi, fakat Sultan da hele hilafet müessesi de yerinde baki…”
Lord cenaplarına tekrar sordum; “İngiltere Devleti fakimesini hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?”… “ Ha..! Dostum Rıza Tevfik bey… Biz Mısır’da, bilhassa Hindistan’da İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan yılda bir defa Selam-ı Şahane, bir de Hafız Osman Kur’an-ı Kerimi gönderiyor, bütün İslam ümmetini hudutsuz bir hürmet duygusu içinde, emrinde tutuyor. İşte biz bu ihtilalden ve siz Jön Türklerden ihtilal sonunda, sultanların da hilafetin de, yani bir selam-ı şahane ve bir hafız Osman Kur’an-ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz…” [1]

********************  

 

NATO’nun Gizli Orduları, Daniele Ganser- in eserinden notlar;

Türkeş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Naziler”in Türkiye”deki bağlantı kişisiydi.

Ülke çapında ismini ilk kez 1944″te, antikomünist bir gösteriye katılma suçlamasıyla yanındaki 30 kişiyle birlikte tutuklandığında duyurdu. Genel de ırk üstünlüğü teorisine, özelde de Türkler”in üstünlüğüne inanan Albay Türkeş, kariyeri süresince beyanatlarının çoğunda Hitler”in Mein Kamp! (Kavgam) kitabından alıntılar yaptı. Savaşın ardından 1948″ de CIA ile bağlantıya geçti ve söylenenlere göre bu süre boyunca, CIA emirleri doğrultusun “Türkiye”de gizli bir gölge ordu kurma çalışmalarına katıldı. Birleşik Devletler”le işbirliği güçlendikçe, karizmatik lider Albay Türkeş ülkesiyle Birleşik Devletler arasında mekik dokumaya başladı ve hem Pentagon”la hem de CIA”yla samimi bağlantılar kurdu.

1955″ten 1958″e kadar NATO”yla ilgili Türk askeri görevi nedeniyle Washington”da görev yaptı.

Türkiye 4 Nisan 1952″de NATO”ya katıldığında, Alb. Türkeş”in de katkılarıyla ülkede çoktan bir gizli ordu kurulmuştu. Karargâhın adı Seferberlik Tetkik Kurulu”ydu (STK” ve Amerikan Askeri Yardım Heyeti”nin (JUSMATT) Ankara Bahçelievler”deki binasında faaliyet gösteriyordu. Seferberlik Tetkik Kurulu 1965″te yeniden yapılandırıldı ve adı Özel Harekat Dairesi (ÖHD) olarak değiştirildi.

1990 Gladyo açıklamaları sırasında Türk gizli askerlerin komuta merkezi bu adla anılıyordu. Özel Harp Dairesi, teşhir edilen bu ismi bir kez daha değiştirmek zorunda kaldı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) adıyla faaliyet yürütmeye başladı.

1955″ten 1958″e kadar NATO”yla ilgili Türk askeri görevi nedeniyle Washington”da görev yaptı.

*CIA ve Adnan Menderes hükümeti arasında 1959″da imzalanan askeri bir anlaşmada gizli ordun yurtiçi görevi ifade edilirken, gizli askerlerin “rejime karşı iç ayaklanma durumunda da” harekete geçirileceği belirtiliyordu.

CIA ordusu gerçekten askeri bir darbeyi engellemek için mi oluşturulmuştu?

*Böyleyse bile, başarıdan hayli uzak bir yapılanma olduğu kesin. Çünkü Türkiye, 27 Mayıs 1960″da askeri bir darbe yaşadı; CIA liyezon askeri Kurmay Albay Türkeş”in de aralarında bulunduğu 38 asker hükümeti alaşağı edip Başbakan Adnan Menderes”i tutukladı. Gizli savaş uzmanı Selahattin Çelik, Türk ordusunun Özel Harp Dairesi” “gizli duvarları arkasından seçilmiş hükümetlere defalarca müdahale ettiğini belirterek, ÖHD”nin Türk demokrasisini korumak için oluşturulmuş bir birim olmaktan çok, Türk demokrasisinin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehdit olduğunu söylemektedir.

Türk ordusu generalleri, çok gizli Özel Harp Dairesi komutanlığına getirilmeden önce, kural olarak resmen “emekli” ilan ediliyordu; böylelikle gizli komutanlık görevini görünmezlik zırhı altında sürdürebiliyorlardı.

Çelik, “Özel Harp Dairesi”nin en önemli faaliyetleri, üç askeri darbeydi” yorumunda bulunuyor.

*Darbeden sonra cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Orgeneral Cemal Gürsel yönetimindeki Türk darbeciler sözlerini tuttular; darbe sabahı, Kurmay Albay Alpaslan Türkeş”in Türk Silahlı Kuvvetleri adına Ankara Radyosu”ndan yaptığı açıklama şu sözlerle bitiyordu:

“Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO”ya inanıyoruz ve bağlıyız CENTO”ya inanıyoruz ve bağlıyız.

*Aslın da Türkiye”de bir askeri darbe hazırlığı yürütüldüğüne dair ipuçları, yıllar önce yaşanan bir olayla da açığa çıkmıştı.1957 yılında Türkiye “nin gündemine damgasını vuran ve “Dokuz Subay Olayı” diye adlandırılan bir skandal yaşandı.

Samet Kuşçu adlı bir subay, Aralık 1957″de Başbakan Adnan Menderes” e giderek, ordudan bir grubun darbe hazırlıkları yürüttüğü ihbarında bulundu ve bu gruptan dokuz subayın ismini verdi.

Kuşçu “nun, başlangıçta bu gruba dâhil olmak istediği, ancak sonradan vazgeçtiği belirtiliyordu. Askeri mahkemede, ordu içinde gizli bir ihtilal hazırlamak suçlamasıyla yargılanan subaylar, altı ay sonra beraat ettiler. Samet Kuşçu, yanlış ihbarı nedeniyle iki yıl hapis cezası aldı.15

Darbeden sonra CIA”nin Türkiye”deki bağlantısı Kurmay Albay Türkeş, Cemal Gürsel”in sağ kolu ve kişisel sekreteri oldu.

*Demokratik yapıların yok edildiği süreci Türkeş yönetti.

Tutuklanan Başbakan Adnan Menderes, dört siyasi liderle de idam edilirken, toplam 449 politikacı ve hâkim tutuklanarak ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ardından darbeyi gerçekleştiren 38 subay arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. Albay Türkeş, yanındaki bir düzine subayla birlikte, Pantürkizm vizyonuna sadık kalarak otoriter bir devlet yapısı kurulmasını isterken darbeci askerlerin çoğunluğu ülkede hukukun ve düzenin yeniden sağlanması için yeni bir anayasa hazırlanmasından ve seçimlere

gidilmesinden tavır aldılar.

*Kurmay Albay Türkeş, Hindistan Yeni Delhi”de ki Türk büyükelçiliğine askeri ateşe olarak gönderilerek siyasi arenadan soyutlandı. Darbeci yönetiminde kalan diğer subaylar yeni bir anayasa oluşturdular ve anayasa Temmuz 1961″ de yapılan referandumla kabul edildi.

Yaşamı boyunca kendisine ilham veren Pantürkizm vizonundan asla sapmayan Türkeş, 1963 Mayıs ayında Hindistan”dan döndükten sonra, subay arkadaşı Talat Aydemir”le birlikte bir kez daha hükümeti devirme girişiminde bulundu. Darbe girişimi başarısız oldu ve ikili tutuklandı.

Aydemir ölüme mahkum edilirken Türkeş “kanıt yetersizliği nedeniyle serbest bırakıldı.

*Turhan, Bozkurtların kontrgerilla yapısına dâhil olduğuna, İstanbul”un Erenköy semtinde bulunan Ziverbey Köşkü”ndeki işkence odalarında, ilk elden tanık oldu.

Köşk,1950″lerde eski Sovyet ülkelerinden, özellikle de Bulgaristan ve Yugoslavya”dan insanları “sorguya çekmek” için kullanılmaktaydı ve kontrgerilla, işkence teknikleri üzerine ilk eğitimini bu köşkte almıştı. Köşkün karanlık odalarında, izleyen yıllarda da, kontrgerilla tarafından öldürülen ya da sakat bırakılan yüzlerce insanın çığlıkları yankılandı. Turhan yaşadıklarının bir bölümünü, “İstanbul Erenköy”deki işkence köşkünde, MİT sorgu timi şefi emekli subay Eyüp Özalkuş “un işkence timi

gözlerime gözbağı taktıktan sonra ellerimi ve kollarımı bağladılar. Sonra bana “artık Ordu üst yönetimi emrinde, anayasa ve yasalardan bağımsız faaliyet gösteren bir kontrgerilla biriminin ellerinde” olduğumu söylediler.

*Türkiye” deki gölge yapı araştırmasında, MİT ve kontrgerilla birimlerinin CIA sponsorluğunda kapalı bir kutu olan Özel Harp Dairesi komutasında faaliyet gösterdikleri, başka bir anlatımla kurumsal anlamda iç içe geçmiş iki yapı oldukları ortaya çıktı. Özel Harp Dairesi”nin eğitim ve komutasını üstlendiği, uygulaması ise MİT ve kontrgerillaya düşen özel harp metotlarının “açık ve sinsi faaliyetler” tanımı altında adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, şike, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık ve şantaj” faaliyetlerini kapsıyordu.

*CIA, Türk gizli servis yapısına öylesine nüfuz etmişti ki MİT”in önde gelen mensupları dahi Beyaz Saray”a bağlı olduklarını kabul ediyorlardı.

*Savaşman, “CIA”dan MİT”le birlikte çalışan en az 20 kişilik bir grup vardı ve bunlar MİT içindeki en yüksek organı oluşturuyorlardı” diye açıklıyordu. “Hem istihbarat alış verişini, hem de Türkiye içi ve dışındaki ortak harekâtlara dönük işbirliğini sürdürmekle görevliydiler.” Savaşman işbirliğinin kendi görev süresi esnasında başlamadığını ısrarla vurguluyordu: “Bizim istihbarat servisimizle CIA”nın

işbirliğinin geçmişi 1950″lere dayanıyor… Teşkilatın kullandığı bütün mekanik malzemeler CIA tarafından temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışındaki kurslarda eğitilmiştir. Teşkilat binası CIA tarafından kurulmuştur.” Savaşmanın ifadelerinden CIA”nın Türkler”e işkence aletleri de verdiği ortaya çıkıyordu: “Sorgu odalarındaki tüm aletler, en basitinden en kompleks yapıdakilere kadar CIA” dan temin edilmişti. Bu çalışma içinde ben de vardım, oradan biliyorum.” MİT personelinin “yıllardan beri CIA gibi çalışmakta ve “Amerikan Servisi hesabına görev almakta” olduğunu belirten Savaşman, özellikle vurguluyordu: “[Personel] yurt içi ve yurtdışındaki operasyonlarda ücret kabul etmektedir.”

*Birleşik Devletler”de örtülü faaliyet operasyonları üzerine eğitim alan Abbas, bir MİT ajanı olarak adını ilk kez Beyrut”ta, İsrail gizli servisi Mossad”la yürüttüğü ortaklaşa operasyonlarla duyurdu.

Abbas 1968 ile 1971 yılları arasında Filistin halkına yapılan sayısız kanlı saldırı içinde yer aldı. Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Savaşman, duruşmada Abbas”ı “Lübnan”da CIA”yla beraber operasyonlara katılan, Onllardan yüklü ücret ve ikramiyeler temin eden, Filistin kamplarındaki solcu gençleri hedef alan faaliyetlerde gösterdiği başarı sonucu mükafatlandırılan” bir kişi olarak tanımlıyordu. Abbas Türkiye”ye döndükten sonra CIA”yla yakın ilişkileri sayesinde MİT hiyerarşisi içinde hızla yükseldi ve hassas terör operasyonları yürütmeyi sürdürdü. Akıl hocası CIA istasyon şefi Clarridge İtalya”daki CIA istasyon şefliğine atandıktan sonra bile yükselişi devam etti.

Clarridge 1981″ de Başkan Reagan ve CIA şefi Bill Casey emri altında çalışmaya başladığı sırada dahi Abbas”la irtibat halindeydi. O sıralarda CIA genel merkezi Latin Amerika masasında görev li olan Claridge ABD”nin Nikaragua”daki Kontralar”a sunduğu destekle ilgileniyordu.

*1973″te Barış gazetesi Türk toplumunu felce uğratan esrarengiz şiddet olaylarının ve vahşetin ortasında PM 30-31 talimnamelerini yayınlayacağını duyurdu. Ancak gizli talimnameyi ele geçiren Barış muhabiri ortadan kayboldu ve bir daha kendisinden haber alınamadı. İki yıl soma Talat Turhan, var olan açık tehlikeye karşın çok gizli PM 30-31 “in Türkçe çevirisini yayımladı; ardından ABD”nin bu terör talimnamesi İspanya ve İtalya”da da yayımlandı.

Gizli NATO ordularının tüm Avrupa”da açığa çıkartılması sonrası, araştırmacılar FM 30-31 ile gölge ordular arasındaki doğrudan bağ üzerinde çalışmaya başladı.

Allan Francovich, BBC için hazırladığı Gladyo belgeselinde üst düzey ABD”li yetkililere PM 30-31 B “nin bir kopyasını gösterdi. 1960″lı yıllarda CIA İstihbarat Başkan yardımcılığı görevinde bulunan Ray Cline, “bu güvenilir bir belgedir” sözleriyle belgenin varlığını teyit ediyordu.

*Kontrgerilla gölge ordusu operasyonlarını yaygınlaştırdığı da, hükümeti 1973″te devralan Başbakan Bülent Ecevit kendi ifadesiyle “tamamen tesadüf eseri” gizli kuvvetten haberdar edildi.

Ecevit daha sonraları, 1974″te dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar”ın, ABD desteğinin kesilmesi nedeniyle, “acil bir ihtiyaç için Başbakanlık”ın örtülü ödeneğinden bir kaç milyon dolar istemesiyle” başlayan ve kendisini “dehşete düşüren” bilgilendirilme sürecini şöyle aktaracaktı:

“O yıllarda milyonlar büyük paraydı ve benden istene miktar da örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı. .. Genelkurmay”dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. “Özel Harp Dairesi için istiyoruz” yanıtı geldi.

“Öyle bir resmi dairenin, o zamana kadar adını bile duymamıştım… “Şimdiye kadar bu dairenin giderleri nereden karşılanıyordu?” diye sordum. O zamana kadar bu dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD”nin karşıladığı; ancak artık ABD”nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle başbakanlığın örtülü ödeneğinden para istemek zorunda kalındığı bana bildirildi… Özel Harp Dairesi”nin nerede bulunduğunu sordum. “Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada” yanıtını aldım…

*Aldığı yanıt nedeniyle “hayrete düşen ve kaygılanan” Ecevit, ordudan söz konusu dairenin işlevleri ve kuruluş biçimi hakkında bilgi istemiş, bunun üzerine kendisine bir brifing verilmişti. “Öz sunuş (brifing) toplantısına rahmetli Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık”la birlikte katıldım. Bilgi vermek üzere de rahmetli Genelkurmay başkanı Semih Sancar”la, o sırada Özel Harp Dairesi Başkanı olduğunu öğrendiğim General Kemal Yamak ve bir-iki subay katıldı.”

Ecevit brifingde anlatılanları özetle şöyle aktarıyordu; “Özel Harp Dairesi, Türkiye”nin veya bir kısım topraklarımızın düşman istilasına uğraması” durumunda, istilacılara karşı gerilla yöntemleriyle ve her türlü yeraltı etkinliğiyle mücadeleye hazırlanmak üzere kurulmuştu.

“Adları gizli tutulan bazı “vatansever gönüllüler” de Özel Harp Dairesi”nin sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gereğinde bu gönüllü sivil vatanseverlerin kullanmaları için de, Türkiye”nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu.”

*”Brifingde verilen bilgiler çok gizli olduğu için; o acı devlet sırrını bir zehir gibi içimde saklamak zorunda kaldım” diyen Ecevit”in kaygılarının ne kadar doğru olduğu zamanla ortaya çıkacaktı. 1977 yılında Türkiye” de büyük bir katliam yaşandı. 1970″lerin terör yılları boyunca Türkiye”deki işçi sendikaları konfederasyonları uluslararası işçi günü 1 Mayıs “ta Taksim Meydanı”nda büyük eylemler

gerçekleştirmişlerdi.

1976″da süregelen ve artan terör olaylarına karşın eyleme 100 bin kişi katılmış ve barışçıl bir gösteri yapılmıştı. 1977″ de ise meydanı 500 bini aşkın eylemci doldurmuştu. Dehşet saatleri gün batımında, konuşmacıların bulunduğu platforma, meydana hâkim konumda bulunan Sular İdaresi”nin duvarları üzerinde ve İntercontinental Otel”in çatısında mevzilenmiş meçhul kişiler tarafından kalabalığa ateş açılmasıyla başladı.

Kabalık panikledi ve yaşanan olaylarda otuz sekiz kişi öldü yüzlerce insan yaralandı. Silah atışı 20 dakika boyunca devam etmiş, ancak alanda bulunan bir kaç bin polisten hiç biri müdahale etmemişti.

CIA istasyon şefi Clarridge”le “kardeşten öte” bir ilişkisi olan Türk CIA ajanı Hiram Abbas 1 Mayıs katliamında bizzat yer almıştı.

İntercontinental Otel, Şili”de 1973″te Allende hükümetine karşı girişilen darbenin de

finansörlerinden olan ITT grubuna aitti. 1 Mayıs”tan üç gün önce otelin tüm müşterileri boşaltılmış ve yeni rezervasyonlar kabul edilmemişti.

1 Mayıs günü otele yabancı bir grup geldi. Katliamdan otel başka bir şirket tarafından satın alınarak ismi “The Mamara”olarak değiştirildi. Soruşturma sırasında, video ve ses kayıtları birdenbire ortadan kayboldu.

O sırada Başbakanlık koltuğunu Süleyman Demirel”e devretmiş olan ve ana muhalefet partisi lideri olarak mecliste bulunan Bülent Eevit katliamın hemen ardından Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk”ü ziyaret ederek kendisine Özel Harp Dairesi”yle ilgili bilgileri aktarmış ve terör eyleminde gerillanın parmağı olduğundan şüphelendiğini bildirmişti.

Korutürk meseleyi Başbakan Süleyman Demirel”e açmış. Ancak Demirel iddiayı ciddiye almadığı gibi “büyük bir tepki de göstermişti.”

*1978″ de yeniden başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra da Özel Harp Dairesi “nin “sivil uzantısı ve gizli silah depolarının” izini sürmeye devam eden Ecevit, kuşkularını doğrulayan bir anıyı da aktarıyordu: “1978-1979″daki Başbakanlığım sırasında bir Doğu ilçemizi ziyaret ederken, oradaki Askeri birliğin komutanı olan generalle görüşüyordum. Kendisinin bir ara Özel Harp Dairesi”nde çalışmış olduğunu öğrenince, kuşkularımı belirterek, kendisinden bilgi almaya çalıştım. Generalin kuşkularımı yersiz bulması üzerine bir soru yönelttim: “Farzımuhal, bu ilçedeki Milliyetçi Hareket

Partisi(MHP) Başkanı aynı zamanda Özel Harp Dairesi”nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı? General, “Evet öyledir, ama kendisi çok güvenilir vatansever bir arkadaşımızdır” yanıtını verdi.”

*Aynı dönemde Albay Türkeş”in sağcı partisi MHP, kontrgerilla, Özel Harp Dairesi ve terör olayları arasındaki bağlantıyı araştırmaya başlayan bir isim daha vardı: Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz.

Araştırma sonrası hazırladığı nihai raporda Öz, “Bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. Kontrgerilla, Genel Kurmay Harp Dairesi”ne bağlıdır” diyor ve ekliyordu: “Kontrgerilla il ve ilçelerde, seferberlik işlemini yürüten kurum olarak askerlik şubelerince yönetilmektedir. Bu konuda en çok, aşamalı eğitimden geçen astsubaylar kullanılmaktadır. Sivil güvenlik güçleri içinde Mit elemanları ve 1. şube görevlileri kullanılmaktadır.

Bu çok gizli sırrı açığa çıkartan Savcı Doğan Öz, 24 Mart 1978″ de uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi.

Katili ülkücü İbrahim Çiftçi”nin yargılanması tam yedi yıl sürdü ve bu süre içinde Ankara Sıkıyönetim 1 No”lu Askeri Mahkemesi dört kez Çiftçi”ye oybirliği ile ölüm cezası verdi. Karar her defasında Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Yerel mahkeme son kararda şu kaydı düşerek davayı kapattı: “Sanık İbrahim Çiftçi”nin… Doğan Öz”ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüştür.

Ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan… Sırf bu hukuki zorunluluk nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi”nin beraatına… Karar verilmiştir.

İbrahim Çiftçi” Avukatı tüm yargılama boyunca müvekkilinin “normal” Vatandaş olmadığını dile getiriyordu. Serbest bırakılan Çiftçi son olarak 1997 yılında MHP genel başkanlığına adaylığını koydu.

 

MEHMET ÖZÇELİK

07-05-2016

 

[1] https://www.facebook.com/alper.tan.33/posts/558434507607333

Bak.Destansı hüzün.sh.45.İbrahim Refik.

 




YÜKSELEN FERYATLAR

YÜKSELEN FERYATLAR

Üç yıl kadar önce Diyarbakırlı bir dostumun yakını misafirliğe gelmişti.

İlk işim ona Diyarbakır ile ilgili bilgi sordum.

O zaman sadece iki mahallenin problemli olduğunu, medyanın ise bunu tüm Türkiye-ye taşıdığını söylemişti.

Dün yine bize oturmaya geldiğinde, oturur oturmaz vicdanını rahatlatmak ve bunları bir yerlere duyurmam için, gidene kadar anlatması bitmedi.

Hanımlardan kalkma emri gelince mecburen anlatacaklarını bitirmeden kalkmak mecburiyetinde kaldı. Ancak meramı anlaşılmıştı. Onun dilinden sizlere arz edeyim;

-Devlet sineklerle değil, bataklığı kurutmalıdır. O ölen teröristlerin çoğu aslında tamamen dağdan gelmiş olanlar değil. Gerek merak ve erkeklik taslamak amacıyla toplu silahların gelmesi haberi üzerine etraftan toplanan hırsız, dolandırıcı, uyuşturucu, varoşlardan toplanan gençler idi.

-Benim akrabamdan birisi üç defa dağdan kaçarak geldi. Çocuğu ailesini öldürmekle tehdit edip, tekrar dağa çıkardılar.

-En önemlisi Diyarbakır belediyesine bir katrilyona yakın yolları, belediye hizmetlerini yapması için para gönderilmişken, bu paralarla;

-Belediyede dağdaki pkk –lılar çalıştırılmaktadır.

-Kreşten gençlik ve kadın kolları gibi onlarca dernekle pkk- nın reklamı yapılmaktadır.

-Erdoğan-ı yaptığı sarayla tenkid edenler, Diyarbakır belediyesinin yaptığı Kongre Merkezi veya Meclise rakip oluşturulacak federel devlet meclisi şimdiden hazırlanmıştır. Bir ona baksınlar, sarayın küçük kaldığını göreceklerdir.

Pkk- nın meclis binası şimdiden hazırdır.

Meclisten atılacakların yeri de şimdiden belirtilmiş oluyor.

-Devletin kurumlarında pkk-nın tv-si gösteriliyor. Hatta bende biraz dinleyeyim dedim ve şu kanaata vardım; Bu anlatılanları dinleyen insanlar mutlaka dağa çıkarlar. Devlete ve Erdoğan-a düşman olurlar.

-Maalesef üst düzeyden insanlar pkk- ya destek olmaktadır. Öğretmenler adeta pkk- ya eleman yetiştirmekte, doktorlar pkk- ya hizmet edip, yaralı asker ve polisleri kasıtlı olarak tedavi etmeyip, kan kaybından ölmesine sebeb olmaktadırlar.

-Büyük Şehir Belediyesi uygulaması en çok pkk- ya yaradı. Bu sayede daha önce Akp veya Fazilet partisinin başkanlığını yaptığı Diyarbakır- Mardin- Van gibi yerler Hdp- nin eline geçmiş oldu.

-Bir arkadaşımın sekiz çocuğu olduğundan sıkılarak söylüyordu. Pkk mensubu olan kimseler ise hem çok evlilikle hem de çok çocuk yaparak en az yirmi çocuğa sahip olan bu kimseler orada bir hakimiyet kurmaya çalışıyor.

-Bir tanesi ölse, daha gitse pek umurunda olmuyor.

İş yapanlar mesela inşaat işinde olanlar pkk- nın payını ayırıyor.

Belediyenin ihaleleri yine onlara veriliyor.

-Şu anda Diyarbakır-da bulunan halk, yerli halk değildir. Genelde Mardin- Siirt- Bitlis- Van gibi on bir diğer illerden gelmiş kimselerdir.

Mesela İzmir-de yüz binin üzerinde Diyarbakır-lı mevcuttur.

Çünkü o insanlar üç tercihle baş başa bırakıldı;

Ya bana katılırsın, Ya gidersin, Ya da beni desteklersin.

-Orada insanlar kolay kolay konuşamıyorlar. Bunları orada anlatamıyorlar. Aksi takdirde ajan olarak yaftalanıyorlar.

Seksen yaşındaki hacı amca bile, hiç ummadığın dindar insanlar bile özellikle kürt ırkı sebebiyle Hdp – Pkk- ya sempati besliyor.

Devlet yeterli sahiplikle bulunmuyor. Devlet gündüz oralara hakim olsa bile, gece oraya hakim olmuyor.

Adamlar kalabalık bir grub halinde, silahlı evlere giriyor, barında ve yemek gibi ihtiyaçları karşılanıyor.

Özel istihbarat ve güvenlik ekipleri oluşturulmalıdır.

-Temizlendi denilen sur bile ancak üçte biri durumunda…

Belediyeler onlara her türlü gıda, silah gibi yardımlarını sürdürüyorlar.

Devlet hafif kalıyor. Ağırlığını göstermesi, destek verenlerin acilen cezalandırılması gerekir.

Devlet bu temizleme faaliyeti içerisinde kesinlikle anlaşma yoluna gitmemelidir.

Bu tıpkı aç olan canavara şefkatle yaklaşmak demek olur ki, arkasından diş kirasını isterler.

Bu gün pkk dişinin kirasını istemektedir. Devlet bu konuda ihanetlerinde etkisiyle çok ihmalkâr ve ilgisiz davrandı.

-Bediüzzaman Said Nursi- nin Diyarbakır gibi tüm doğuda büyük bir ağırlığı var. Bunlara tepki çekmemek için dokunamıyorlar.

Bunlara destek olunup-  Nur Dershanelerin her tarafta açılmasıyla bu teröre engel olunabilir.

Bu işin tek çözüm yolu budur.

Devlet kendisine bağlı aşiretleri ve müsbet cemaatleri ve de sivil toplum örgütlerini desteklemelidir. Onlarla birlikte hareket etmelidir.

Ağırlığı olan kişilere sahiplenmelidir.

-Hüdapar- da silahlı gençlere sahip olduğundan, onlara da pek ilişemiyorlar.

Mahalleler pek korumasız durumda. Karakolların boşaldığı yerlere teröristler giriyor. Karakolların ve emniyet güçlerinin arttırılması gerekir.

Pkk- nın direk tek hedefi islamiyettir. Tüm gayretleriyle islamiyeti kaldırmak için çaba gösteriyorlar. Diyarbakırın merkezinde belediye eliyle Zerdüşlüğün heykelini dikilmiştir. Belli ki Hz. Adem le başlayan iman- küfür mücadelesi açıkça burada sürdürülmektedir.

İslamiyet kalkmazsa bu işin olmayacağını açıkça söylüyorlar. Ondan dolayı din derslerinin yerine kürtçe öğretme yoluna gidiyorlar. Bunu ta kreşten itibaren başlatıyorlar.

-Kesinlikle belediyelerin özellikle büyük belediyelerin onların ellerine bırakılmaması lazım. İşte büyük şehir olunca çok nüfusa sahip olan bu kişiler hatta dört evlilik yaparak kırk çocuğa sahip olup, kontrolü ellerine geçiriyorlar. Sürdükleri insanların yerine kendi elemanlarını getirerek de orada yerleşip, güçleniyorlar.

-Çok iyi bildiğim surun her karışına bomba yerleştirmişler. Asker ve polise yazık oluyor. Çok hainane çalışıyorlar.

Ekonomik ve her türlü destekleri ve yolları engellenmedikçe , bu iş bitmez.

Tam bir korku imparatorluğu kuruluyor.

Deniz gibi coşan içimdeki fırtınadan yükselen 1,5 saatlik anlatımdan, denizden bir katre…

MEHMET ÖZÇELİK

 

 




GEÇMİŞİ UNUTMA

GEÇMİŞİ UNUTMA

Ünlü iş adamı Durmuş Döven, Ben eski Solcuydum, komünist olacağım diye uğraştım, parayı kazanınca kapitalist oldum, her şeyden evvel şimdi muhafazakar oldum. Her dönem bir şey oluyorum. Zaten vardır ya; Parayı bulana kadar komünist, parayı bulunca kapitalist, kadın koca bulana kadar feminist diye. Bu dünya düzeni bizim elimizde değil.[1]

*1920-de tek adam dönemi başladı. 1930-da tek şef dönemine girildi. 1950-de nefes alma dönemine geçildi. 1960 darbeler dönemi açıldı. 1970 kominizm ve İran tehlikesi Türkiye-yi sarstı. 1980 sefahetin kapısı açıldı. 1990 faili meçhuller başladı. 2000 yılından itibaren dibe vuruşla yukarıya çıkış dönemi başladı. 2010 derin devletin koruyucusu olan hukuk yırtıldı. 2020 mi, -inşaallah- İttihadı İslam devri devreye girecektir.

-1950 de Menderes, 1982 de Özal ve 2002 de Erdoğan devri, bu kirli dönemde aradan çıkan fabrika hatası mamullerdir.

-100 yıl içerisinde her on yılda bir bu milletin ayağa kalkması engellendi.

Bitirilmeye çalışılırken, o münbit zeminlerde bitti, yeşerdi.

*********************   

”Baba İshak’ın Güney Anadolu’da yaydığı Hıristiyanlık-Müslümanlık-Mazdekizm karışımı doktrin dikkate alındığında, her iki olayın ideolojisi de, dinler arası senkretik bir nitelik gösterir.

Şeyh Bedreddin İsyanında da özellik de halifeleri Torlak Kemal ve Börklüce

Mustafa’nın, Müslümanlık-Hıristiyanlık-Yahudilik karışımı bir inancı, başka

bir deyişle heterodoks bir İslam anlayışını propaganda ettiklerini biliyoruz.”

….isyanın amacı da, söylendiğine göre, özlenen “adaletin hakim olduğu bir toplumsal düzen” yaratmaktır. Ancak bu amaç sadece bir tek yolla, siyasal iktidarı ele geçirerek gerçekleşebileceğinden her iki isyan da bir açıdan siyasal hareketlerdir.

Nasıl Babai İsyanın aslında siyasi-sosyal bir hareket olmasına rağmen, kendinden sonra Babai Hareketi denilen büyük bir dini-mistik hareket doğurmuşsa, Şeyh Bedreddin İsyanı da aynı nitelikte bir ayaklanma olmuş ve kendinden sonra Bedreddinilik yahut Simavenilik denilen dini hareketi doğurmuş ve bu yolla Balkan Aleviliği’ni yaratmıştır.

….Osmanlı kuvvetleriyle yapılan son muharebede, Şeyh Bedreddin’in yanındaki sipahiler ve feodaller, toprak vaat edilir edilmez, Osmanlı kuvvetlerinden yana geçmişler, Şeyh’in yanında kalanlar ise kendi müridleri olmuştur. Oysa Babai İsyanı’nın başarısızlığının sebebi ihanet değil, Türkmenler’in zırhlara bürünmüş paralı Frenk

askerleri ve ağır silahları karşısında çok amatör ve zayıf kalışlarıdır.

….Araştırmacıların bugüne kadar onun hakkında yaptıkları değerlendirmeler Şeyh Bedreddin’i bütün türevleri hesaba katılmak kaydıyla iki zıt çizgiye indirger:

  1. a) Her ne kadar büyük bir alim olsa da Şeyh Bedreddin sonuçta devlete karşı ayaklanmış bir isyancıdır.
  2. b) Mazlum halkların ezilmesine karşı çıkarak onları paylaşımcı, eşitlikçi bir düzen içinde yaşatmayı amaçlayan büyük bir devrimcidir.

…..Bize göre ise o, Osmanlı merkeziyetçi yönetimine karşı olan bir İslam alimi ve mutasavvıf kimliğiyle, yaşanan toplumsal kargaşaya son verip toplumu ve mensup olduğu kesimi selamete eriştirme konusunda kendini yetkili görerek bir “mehdi” ruhuyla düzene karşı çıkan bir aksiyon adamıdır.[2]

-Bu gün doğuda yapılan ve de paralel yapının mehdiyeti de aynı noktaya oturmakta, cahil bir halk ile, ermeni gücü başta olmak üzere farklı hesapları tek hesapta birleştirme faaliyetidir.

-Dünkü baş kaldırı “zındık ve mülhid” hareketi olarak değerlendirilirken, bu günkü hareket ise “ Mehdiyet ve Ateistlik” gibi iki zıt kavramın devlete karşı baş kaldırışıdır.

Bu isyan hareketleri en az yüz yılda bir depreşiyor ve depreştiriliyor.

*****************  

Hiç bunların içinde  insaflı, vicdanlı, düşünceli, insanlığını kaybetmemiş kimseler yok mu?

Yeter diyecek, isyan edip, dur diyecek?

Seviyeli, vicdanlı, anlayışlı, dindar, ahiretini düşünen, şefkat ve merhamet sahibi insanlardan hiç mi nasibi yoktur…

Suriye-de zulme ortak olanlar insan ismine layık kimseler değildirler.

***********************

Yıllar öncesi büyük elçilerimizi öldüren direk ermeniler, bu gün içteki ortaklarıyla beraber polis ve askerimizi ve bu arada vatandaşlarımızı da öldürmektedir.

*Bu günlerde askerin darbe yapacağı söylentilerine, askeriye acil cevap verip, reddetti.

Ancak darbe yapılacağı kesin. Ancak bu darbe ordu eliyle değil, hukuk eli ve uygulaması ile yapılacaktır.

*Güzel bir başarı.

Artık Türkiye-ye vurmak isteyenler en yakın yerden , cumhurbaşkanlığı, başbakanlık gibi bir mahalden değil de, Can Dündar seviyesinde! Bir saldırı seviyesizliğine kadar düşmüşler.

Eskiden arkadan, dost gözükerek vururlardı, şimdi ise bir gazetecinin arkasına sığınarak vurmaya çalışmaktadırlar.

En üst seviyeden darbe yer ve kurtulamazdık.

Tuzluyayım da kokmayasınız, emi…

*17-25 aralık 2013 darbesi sağdan gelirken, 28 şubat 1997 darbesi ise soldan gelmiştir. Ancak 17-25 Aralık 28 şubattan daha tehlikelidir.

28 şubatta direk halka darbe yapılırken, 17-25 aralıkta ise, halkın seçtiği hükümete yapılmıştır.

İkisi de masonik bir darbedir.

*****************

ÇİN EN ÇOK ATEİST NÜFUSA SAHİP ÜLKE

Araştırmalarda %49 çıkan Çin Ateist Nüfusu, bu alanda Dünyanın zirvesinde.1.3 Milyar İnsanın yaşadığı Çin Halk Cumhuriyetinde ateist sayısı 600 Milyondan fazla!

Bunun en büyük sebebi ise Komünizm ile yönetilen Çin’in dini inançlara karşı baskı oluşturması.

Ayrıca Konfüçyanizm dininin bölgede hakim olması bunun ikincil sebebi çünkü Konfüçyanizm tek bir yaratıcının olduğu dini inanca karşı.

TÜRKİYE’DEKİ ATEİST – İNANÇSIZLIK ORANI

Aynı araştırmaya göre, Türkiye’deki inançsızlık oranı yüzde 4’ün altında.

EN ÇOK ATEİSTİN YAŞADIĞI ÜLKELER

1- Çin
2- Japonya
3- Çek Cumhuriyeti
4- Fransa
5- Avustralya
6- İzlanda[3]

********************  

*Türkiye tarihi yalanlar üzerine kurulu bir tarihtir.

Aslında tarih bile değildir.

Kuşa benzetilmiş nutkun yani atatürkün hatıra defterinin yamalanmış halidir.

Diyarbakır vekili Hacı Şükrü, İstanbul hükümetinin ve ve Vahdettinin besmele ile taşlanmasını öneriyor.

Bir asırdır dünyanın en tartışılan kişisi olan Atatürk yani kendi ifadesiyle Kamal, öyle görülüyor ki, en az bir asır daha tartışılacaktır.

***************

*Tarih boyunca garib gurebaya, fakir fukaraya, üç milyon Suriyeliye, milyonlarca afrikalı ve ve ihtiyaç sahiplerine el atıp yardımda bulunan, asker ve eğitim gibi bir çok yatırımlara imza atan bir şahsa yapılan haksız ithamlara bakın!

Dinime dahleden bari müsülman olsa…

 

*”Orhan Kemal, 3,5 yılını hapiste Nazım Hikmet’le birlikte geçirir. Çıktıktan sonra yazdığı Çöpçü, Arka Sokak ve Grev adlı öyküleri yüzünden yeniden başı belaya girer. “İtalya, Almanya bizden daha ileridir” dediği için yabancı rejimler ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 5 yıl ağır hapis cezasına mahkûm edilir (1939).

Sait Faik Abasıyanık da Şahmerdan (1940) adlı kitabındaki “Çelme” başlıklı öyküsünde yöneticiye hakaret suçuyla sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Yetmezmiş gibi Medar-ı Maişet Motoru adlı romanı 1944’te sıkıyönetimce toplatılır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu yaşlılık demlerinde yeğeni Murat Belge’ye ilginç bir itirafta bulunur:

“Hayatımda ne yapmak istedimse hep tersini yapmak zorunda kaldım. Proust gibi bir yazar olmak isterdim ama Balzac gibi olmam gerekti.”

Bu itiraftan sonra Yakup Kadri’nin kitaplarını yeniden gözden geçiriyor Belge: “Nur Baba’yı düşündüm. İlk romanı. Aslında tekke havasını,Bektaşiliği çok sever. Buna rağmen o romanda tekke şeyhinin nasıl bir dolandırıcı olduğunu anlatmak zorunda kalmış. Dediğinde bir doğruluk payı olduğuna o zaman kanaat getirdim.

****************** 

Japonlar Türklerin neden geri kaldığını araştırmak üzere Türkiye-ye gelirler. Uçaktan inince ilk kişiye Türkiye hakkında soru sorarlar. O kişi de; eğer ben başbakan olsaydım şöyle yapardım, böyle yapardım, diye başlar konuşmaya.

Daha fazla araştırmaya gerek görmeyen bu araştırmacılar, mesele anlaşılmıştır, der. Çünkü kendi işini yapmayıp başkasının işine burun sokan bu insanlar bir toplumda bulundukça, geri kalmaları kaçınılmazdır.

Türkiye-de bunlardan sürüyle…..

*”30 yıl öncesinin Milli Piyango talihlisi Mehmet Sarıoğlu, köylülerin aralarında para toplayarak yaptığı bir barakada soğuktan donarak hayata gözlerini yumdu.”(Yeni Şafak-20 Ocak 2008 Pazar  

*RAUF DENKTAŞ KIBRISTA BULUNAN 10 TANE KUMARHANEDEN HER BİRİNDEN GECEDE 2 BİN DOLAR TOPLAM 20 BİN DOLAR PARA ALIYORDU.HER GECE KENDİSİNE KUMARHANENİN ÜSTÜNDE BULUNAN LİONS DERNEĞİNE GETİRİLİYORDU.

YAPILAN YORUMLARDA;

KIBRIS’I YILBAŞI GECELERİNDE KUMARHANELERLE,MEYHANELERLE,PAVYONLARLA,UYUŞTURUCUYLA ANILAN BİR YER YAPTIĞI İÇİN…
…KIBRIS’I DARBECİLERİN MEKANI YAPTIĞI İÇİN…
…KIBRISTAKİ BÜTÜN KURAN KURSLARINI KAPATIP,DİN EĞİTİMİNİ YASAKLADIĞI İÇİN…
…KIBRISTA KURAN ÖĞRENEN İLKOKUL TALEBELERİNİN ELLERİNE KELEPÇE VURUP KARAKOLLARA ÇEKTİĞİ İÇİN…
…ERGENEKON DAVASINI GÖZDEN DÜŞÜRMEK İÇİN KATİLLERİN AVUKATLIĞINI YAPTIĞI İÇİN…
…AK PARTİYİ DEVİRMEK İÇİN KARANLIK ODAKLARLA EL ELE VERDİĞİ İÇİN…
…KIBRISI ERGENEKONCULARA PEŞKEŞ ÇEKTİĞİ İÇİN…
…KIBRISTA YILLARCA ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN BAŞ MİMARLIĞINI YAPTIĞI İÇİN…
…HAYATI BOYUNCA DARBECİ İSLAM DÜŞMANI GENERALLERİ FİNANSE ETTİĞİ İÇİN…
…BAŞBAKAN ERDOĞANA “KIBRISI RUMLARA SATIYOR DİYE İFTİRA ATTIĞI VE DARBECİLERİN SÖZCÜLÜĞÜNE SOYUNDUĞU İÇİN…”
…HAYATI BOYUNCA İSLAMA SAVAŞİ AÇTIĞI İÇİN HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ…
…ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM…

*Bizim ULUSALCI RAUF DENKTAŞ,PKK YÖNETİCİSİ DOĞU PERİNÇEKLE ,BİR YANLARINDA MÜSLÜMAN KIZLARIN BAŞINI ZORLA AÇMAK İÇİN İKNA ODALARINI KURAN NUR SERTER,BİR YANINDA MÜSLÜMANLARA HABİS UR DİYE HAKARET EDEN VURAL SAVAŞ…(ve arka planda pusulasını şaşırmış ülkücü Mehmet Gül)
…KIBRIS’IN SAHTE KAHRAMANI RAUF DENKTAŞ, ÖMRÜNÜN SON GÜNÜNE KADAR AK PARTİYİ DEVİRMEK İÇİN DARBECİLERLE EL ELE VERMEKTEN VAZGEÇMEYEN İNANÇ VE DEMOKRASİ DÜŞMANI ZAVALLI…
…HAYATIN BOYUNCA DİNİMİZE VE MÜSLÜMANLARA DÜŞMANLIK ETTİĞİN İÇİN HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ..

*****************   

26 Ağustos 2014’te yapılan görüşmede Önder, raporu okuduktan sonra Öcalan ‘’Siyaseti doğru, dikkatli ve ciddi yapmalısınız. Emeğinize saygı duymalısınız, yoksa kasıp kavrulursunuz. Buna dikkat etmelisiniz. Sırrı, sen yedi yıl cezaevinde kaldın, kendi emeğine sahip çıkmalısın. Kaldı ki sen bir yetimsin’’ diyor. 

Öcalan’ın sözleri üzerine Sırrı Süreyya Önder söz alarak, ‘’Olur mu Başkanım? Siz söylediniz ya, benim babam sizsiniz, ben kendimi yetim saymıyorum’’ ifadelerini kullanıyor. 

Kitapta Öcalan’ın bu sözlere çok güldüğü belirtilerek, şu ifadeleri kullandığı aktarılıyor:

‘’Ben senin siyaseten babanım, sen bana siyaseten Adıyaman’daki o değerli emekçi İl Başkanı’nın emanetisin. Bizim de bir sol geleneğimiz var, emek geleneğimiz var, buna sahip çıkıyoruz. Ekonomik güçlüklerin var, biliyorum, onu çözebilirsiniz.’’

”Ekonomik sorunum yok”

Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın ardından tekrar söz alarak şu yanıtı veriyor:

‘’Hiçbir ekonomik sorunum yoktur Başkanım, çözdüm ben.’’[4]

MEHMET ÖZÇELİK

16-04-2016

[1] http://ekonomi.haber7.com/is-dunyasi/haber/1693736-doven-kapitalisttim-simdi-muhafazakar

[2] OSMANLI TOPLUMUNDA ZINDIKLAR VE MÜLHİDLER – AHMET YAŞAR OCAK.SH. 208.209.

[3] http://www.risalehaber.com/en-cok-ateist-orada-yasiyor-264898h.htm

[4] http://www.habervaktim.com/haber/459546/teroristbasinin-oglu-sirri-sureyya-onder.html

 




BİTMEYEN GARABETLER

BİTMEYEN GARABETLER

Abdullah Gül gerçekten de ölçüsüz bir kişiymiş.

Daha önceleri bir çok yanlışını dile getirdiğim bu zat; bu seferde;

“Abdullah Gül terör sorununda yumuşak güçten yana olduğunu, askeri gücün sadece hazır olarak bekletilmesi gerektiğini söyledi.”[1]

Bu ağız hiç de milletin arzu edip istediği bir ağız ve söz değildir.

Oysa aç olan canavara şefkat göstermek onun iştahını açar, döner bir de dişinin kirasını ister.

Gül, onları tanımamış olsa, yarım asırdır hala bilememiş olsa gerek ki, yumuşak güçten bahsetmektedir.

-Gül- ün cumhurbaşkanı olması acaba bir hata mıydı?

Gül-ün bu tavrı ve düşüncesiyle Türkiye yönetilemez…

***************************  

İşte bir örneği daha;

“AK Parti’ye yakınlığı ile bilinen ve eşi de AK Parti kurucularından olan Mazlum-Der Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, PKK’yla silahlı mücadeleyi “cehenneme gidilecek yol” olarak değerlendirip, açılım sürecinin yeniden başlatılmasını istedi.”

AK Parti 22. dönem Adıyaman milletvekili ve İHH mütevelli heyet üyesi Mazlum-Der Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, TÜSES’in bu çağrısına tam destek vererek, “çözüm sürecine dönülmeli” dedi.[2]

Meğer yarım  asırdır pkk-nın neden bitmediği gün be gün ve şimdilerde çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu insanlarda hiç mi anlayış, şuur, tarihten ibret alma, geniş düşünme ve mertlik yok mu ya Rabbi!!!

Hala oyun görülmüyor, onca şehit olan asker ve polisin acısı vicdan ve kalblerde hissedilmiyor!!!

*Pkk ve onu destekleyenler kesinlikle ve kesinlikle bu milletin kanını, Türk kanını taşımamaktadırlar.

Bu milletin askerine ve polisine, Türk Kürt ayırmadan vuran insan, bu milleti temsil eden, bu vatanın evladı olmayıp, kanı da temiz bir insan değildir.

*****************   

*Öcalan-ı devreye süren abd ve batı, Güleni geri planda bekletmekteydi.

Hesapların değişmesi veya planın olgunlaşması üzerine bir müddet soldan bu millete vururlarken, bu sefer Öcalanı paketleyerek bize teslim eden Abd, Güleni devreye koydu.

Bu sefer de sağdan vuracaktı, gayet masum görünerek…

-Paralel yapı şu anda, dahili ve harici her türlü kirli ittifakı yapmaktadır.

50 yıllık sinsi oyununu gerçekleştirmek üzere, inançta ve  yaşayışta, fikirde ve zikirde taban tabana birbirleriyle muhalif olan cemaat ve cemiyetlerle ortaklık yaptığı gibi, ittifaka açıktır da…

-Gülen Risale-i Nur hizmetinin önünde de perde hatta engeldi.

Kader onu sildi.

-Sırada kim veya kimler var?

İran her zaman yedekte…

O kimler tarafından desteklenecek veya sağ-sol karışımı birisimi piyasaya sürülecek?

**********************   

Derin devletin, derinine giriliyor.

Süfyanizmin dördüncü devresi de bitiyor.

Yeni dönemde dahilde cemaatlerin önü açılırken, hariçte İttihad-ı İslama gidilmektedir.

Gizli komite ile , gizli dinsiz komitenin beraber kullandığı ağlar çözülüyor.

Ordu dizginini derin devlet ve gizli komitenin boyunduruğundan kurtarıyor.

*************************  

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AK Partili Mustafa Şentop, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın sözlerinin bireysel görüşü olduğunu, laikliğin Anayasa metninden çıkarılmasının söz konusu olmadığını açıkladı. Şentop, “Laikliğin anayasadan çıkarılması konusunu tartışmış bile değiliz” dedi.

Kahraman’ın sözleriyle ilgili konuşan AK Parti Grup Başkanvekili Bostancı da “Anayasa taslağında böyle bir gündemimiz de yoktur” ifadesini kullandı.

TBMM Başkanı İsmail Kahraman dün yaptığı açıklamalarda 1982 Anayasası’nın herhangi bir yerinde Allah isminin geçmediğini belirterek “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım” demişti.[3]

-İşte kim haklı?

Birleşik Haziran Hareketi adlı marjinal grup TBMM Başkanı’nın laiklik yorumundan sonra Ankara’da eylem çağrısında bulundu.[4]

-Hiç olmazsa bari papa kadar olun…

14 asırdır bu milletin çekmediği zulüm, bu son asırda Laiklik adıyla çektirildi.

Bunu görmemek ve de bilmemek sadece körlük, basiretsizlik değil, seviyesizlik ve telafisi mümkün olmayan bir vebaldir.

“Papa 16’ncı Benedict’in Avrupa’da artan ahlaksızlığın nedeni olarak “Laiklik”i hedef gösterdiği kaydedildi.[5]

-Gerçekten Türkiye-de şu anda at izi ile it izi birbirine karışmış durumda.

********************  

Ekonominin dibe vurması sonrası ayağa kalkması gibi , milli eğitimin de dibe vurması gerekiyor.

Dibe vurmamış mı ki?

Daha varmış her halde…

İşte bir dibe varış yolu daha…

Milli Eğitim Bakanlığı, öğrencilerle ilgili garip bir teşvike imza attı. Sinemaya, tiyatroya gidene ek TEOG puanı verilmesi planlanıyor.[6]

***********************     

1970- lerde kominizmle bozulan insanlar, 1980 –lerde kalben bozulmaya, 1990- lardan itibaren de terörle yaşantısı bozulmaya başlamıştır. Bu gün o üç kuşak derilmektedir.

Ortaya aklı bozuk, kalbi bulanık, yaşantısı dengesiz bir toplum çıkmaktadır.

İyi olanlarda defolu kısmından… Saded harici olanlar…

***********************   

Ergenekon davalarının bir düzmece olduğu söylenmektedir.

Tamamen iftira, kaos oluşturma, birilerinin önündeki engelleri kaldırma faaliyetidir, gibi değişik gerçekler söylenir.

Bütün bunlar ne kadar doğru olursa olsun ancak şu hiçbir zaman unutulmamalıdır;

Pis bir zemine, derin devleti oluşturmaya, gizli komite olmaya çalışan kim olursa olsun, hangi cephede bulunursa bulunsun, mutlaka önceden oraya yerleşmiş olanları devre dışı bırakmadan oraya yerleşemez.

Ergenekon bahanesiyle ergenekonun sol kolu deşifre oldu, sol kolu koparıldı ancak yerine sağ kolu yerleşmeye çalıştı.

Güzel olan ise hem eskisi hem de yenisi deşifre olmuş oldu.

Paralel yapının şer oyunu, -istemese de- hayrın ortaya çıkarak, ikisinin de devre dışı bırakılmasına sebeb olmuştur.

Ergenekon kesinlikle ve kesinlikle masum değildir.

Kirli, şaibeli, derin insanlar ,diğer bir kirli el bahane edilip de masum gösterilemez.

-Türkiye de Ergenekon yoktur, diyenler, Türkiye-nin bir asırdır geçmişini bilmemesi demektir.

*************************   

Özal, Osmanlı’nın çöküşüne neden olan İttihat ve Terakki ile bugünkü CHP yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekti: “CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar… Halifeye saygıyı dini bir vecibe sayan Hint Müslümanlarını bir türlü kontrol edemeyen İngilizler, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devlete bir şartla izin verdiler: 5 yıl içerisinde hilafeti kaldırmak… Ve 1924 yılında hilafet kalktı, Müslümanlar başsız kaldı. Şimdi Hıristiyanların Papa’sı var, Müslümanlar ise darmadağın. Bunun sonucu, İngilizler, Hindistan ve petrol havzalarını rahatlıkla kontrol ederken, halife Vahdettin Han’ın dünya Müslümanlarından son isteği Anadolu’da başlattığı direniş için dua istemek oldu. Hindistan Müslümanlarından dua dışında bir şey istenmediği halde bu direnişe destek için tonlarca altın gönderildi. Ancak bu altınlara CHP’liler el koydu ve bir kısmıyla da malum İş Bankası’nı kurdu.”

*Merhum Özal, Türk gazetelerindeki şeriatçı devletler tartışması konusunda ise şunları söyledi: “İran Şiidir, bu güne kadar daha gayrimüslim bir devlet ile savaştıkları görülmemiştir. Şiiliği yaymak için sürekli Sünni Müslümanlarla savaşmışlardır. Vahhabiler ise İngilizlerin kurduğu  bir cereyandır, bunlar da çok Sünni kanı dökmüştür. Bunların ikisi de mezhep değildir, birbirlerine düşmandır.  Şeriat  İslam’ı yaşamaktır, bizim gazeteciler din cahili oldukları için bilmiyorlar ve bunlara şeriat devleti diyorlar. Tıpkı Paris’te bir patlamada ölen Hıristiyanlara  şehit diye haber yaptıkları gibi.”[7]

*Eskiden Avrupalı kadınlar çocuklarını uyuturken,- Bak Osmanlı geliyor- diyerek çocuklarını sustururken, bu gün içimizdeki sol ve karışık zihniyet –eyvah, yoksa Osmanlı mı geliyor- telaşı ile yaygara koparmakta, bunu tehdit unusur saymaktadır.

*Yüz sene önce islamın ve İslam ümmetinin şeref ve izzet mücadelesini vermekte olan Osmanlıya karşı bu gün Türkiye aynı izzet ve şerefi koruma mücadelesi vermektedir.

MEHMET ÖZÇELİK

26-04-2016

[1] http://www.haber7.com/siyaset/haber/1916350-gul-teror-sorununda-yumusak-gucten-yanayim

[2] http://www.habervaktim.com/haber/467452/ahmet-faruk-unsaldan-yeni-acilim-cagrisi.html

[3] http://www.haber7.com/siyaset/haber/1916625-ak-partiden-laiklik-aciklamasi

[4] http://www.habervaktim.com/haber/467460/birlesik-haziran-harekatindan-provokasyon.html

[5] http://www.habervaktim.com/haber/467444/papa-benecdict-ahlaksizligin-nedeni-laiklik.html

[6] http://www.habervaktim.com/haber/467436/milli-egitim-bakanligi-sinema-ve-tiyatroya-giden-ogrenciye-ek-puan-verecek.html

[7] http://www.habervaktim.com/haber/466621/iste-turgut-ozalin-kayip-roportaji.html

 




ADIYAMAN-DA VEFA

ADIYAMAN-DA VEFA
-Vefa mı dedim? Nerede bulunduğunu söyleyeyim;
1960-70 yılları arası on yıl kaldığım; İstanbul-Edirnekapı- Vefa semti- Vefa stadı- Vefa bozacısının bulunduğu yerde.
-Önce bir yağlama yapayım ta ki bir gıcırdama olmasın.
Adıyaman-ın toprağı gibi insanları da münbit ve verimlidir.
Ancak vefasızlık ve sahipsizlikten dolayı kaybetmektedir.
Tıpkı Kayısı ve Narın kaynağı Adıyaman iken, bu gün Malatya buna sahiplenmiştir.
-Türkiye-nin neredeyse her tarafında Adıyamanlılarla karşılaşabilirsiniz. Hemen hemen hepsi de bulundukları yerde başarılıdırlar.
Peki bu başarı neden burada görülmemektedir?
Çoktan beridir yazmayı düşünüyordum ancak neresini yazayım ki diye bekletiyordum.
Bu Pazar günü arkadaşlarla Ş. Urfa yolundaki Çadırkent’e giderken gördüğümüz yolun durumu ve arkadaşların haklı tenkidi sitemimi dile getirmeye sebeb oluşturdu.
Nitekim Malatya- G. Antep ve Ş. Urfa tarafı yapılmış iken bizim taraf tam bir keşmekeş içinde.
Bir yandan da normal görüyorum. Nasıl mı?
Adıyaman-ın en eski mahallesi Bahçelievler mahallesidir. Ben 19 yıldır, annem 23 yıldır orada oturmaktadır.
Şimdiye kadar orada belediyenin bir icraatı görülmemiştir.
Birkaç kere muhtara söyledim, bir keresinde de –iyi niyetli olup ancak beklenilen gayreti göstermeyen muhtara, seninle kavga etmeye geldim, dediğimde nedenini sordu;
19 yıldır ister beceriksizlikten, ister yetersizlikten, isterse iyi niyetli ve samimi olmamaktan dolayı bir şey yapılmadığını söylediğimde; kendisinin Başkanlara söylediği halde, buna vakıf olduklarını söyleyip ancak geçiştirdiklerini dile getirdi.
Belediyeye ayıp ve leke olarak Bahçelievler mahallesinin yol ve görüntü kirliliği yeter. Köy yolları bile bu kadim mahalleden daha iyi.
-Şu bir gerçektir ki; Türkiye –az bir fark olsa da- Avrupa-dan 30 yıl geride, Adıyaman da Türkiye-den 30 yıl geridedir. Nedenleri nedir acaba;
-Adıyaman-dan kolay kolay lokomotif çıkmaz, vagon mu? İstediğin kadar.
Adıyaman Türkiye-nin beyin göçü gibi kendi insanına sahip çıkmamakta, vefa örneği göstermemektedir.
Aktif değil, pasif kalınmaktadır.
-Bir devre çevresini tanıyan vekil veya bürokrat, ikinci devre proje yapmaya başlıyor, eğer üçüncü devrede seçilir veya kalırsa bir şeyler yapmaya çalışıyor.
Bir meslektaşın güzel bir tesbiti vardı; Şimdiye kadar paralelin girişimi vardı, şimdilerde ise ahbab dost ilişkisi yerini aldı.
-Adıyaman-ın en büyük problemi olan işsizlik konusunda bile çözüm olarak, para karşılığı iş bulma gibi seviyesiz ve kişilikten uzak bir yola gidiliyor, çözüm olarak..
İşe göre para.. Bunu sadece duymadım, biliyorum da… Bilmeyen mi var yoksa!!!
Bu milletin desteğiyle milletin sırtından sülük gibi beslenmektir.
Oysa başarı ve liyakat aranmalıdır.
-Adıyaman halkı bir bütünlük sağlayamıyor. Yabancıya karşı bile kısa zamanda ısınıp geç soğumasına karşı, kendi insanına aynı samimiyeti ve bağlılığı gösteremiyor. Köylerden göç alması sebebiyle, eskisi kadar olmasa da haset ve nemelazımcılıktan kaçınılması gerek..
-Bir araya gelip, beyin takımları ve ehliyle istişare yapılarak, hızla uygulamada tam bir yetersizlik hüküm sürmektedir.
İşler koordineli ve süreklilik esası üzerine sürdürülmemektedir.
Neler mi yapılabilir;
-Ankara da bürokratlarla iç içe olan siyasiler burayı oraya, orayı da buraya taşımalıdırlar.
Yılların birikimi ve eksikliği el birliği ile giderilmelidir.
-İş alanları açılmalı, üretim sahası oluşturulmalı, rehberlik ve yönlendirme ve bilgilendirme yapılmalıdır.
-Adıyaman-ın görünümü hızla değişmeli, demode olmuş uygulamalarla memleketimiz yenilenmemelidir.
Mesela, üst geçit yerine alt geçit yapılarak; oraya iş yerleri, çayhane, kırtasiye gibi yerler eklenebilir. Yaşlılarda düşünülmüş olur.
-Hiçbir şey bilinmiyorsa bile çevre vilayetlerin yaptıkları örnek alınabilir.
-Kültür hizmetleri arttırılmalı, gençliğin manevi ihtiyaçları giderilmelidir.
-Adıyaman esnaflarının çalıştırdığı personelin sigorta giderleri, çevresinde bulunan Büyük şehirlerin sigorta giderlerine göre çok yüksek. Zaten işsizliğin yoğun olduğu Adıyaman’ da bir de sigorta giderlerinin yüksek olması hem işverenlerin işçi çalıştırmasını engellemekte, hem de Adıyaman ekonomisi ticaret , üretim azaldığı için gerilemektedir.
Bunların dışında kültürün beşiği olarak görülen Adıyaman’ da ,dışarıdan gelen insanların daha rahat Adıyaman’ a ulaşabilmelerini sağlayan havayolu bir çok il hatta İstanbul’dan bile daha yüksek bilet fiyatları bulunmakta.
-Adıyaman çıkmaz sokaktan; ya deniz, ya kara, ya tren ya da hava yoluyla ki, tüm bu imkânlar var olup, çıkışı sağlanmalıdır.
-Gap projesi kesinlikle desteklenmeli, Ş. Urfa gibi Adıyaman-ında faydalanması ve buraya akışı sağlanmalıdır.
-İşkur pasif durumdan kurtarılıp, Ahi teşkilatı gibi canlandırılmalıdır.
Şimdilik bir katreyle yetindim. İbret ve ders alına…
MEHMET ÖZÇELİK
17-04-2016




İLK İNSAN VE ÂDEM

İLK İNSAN VE ÂDEM

Âdem –den başka Âdem düşünenler acaba şunu da düşünmüşler midir?

Bakara suresinin başında geçen, Allah-ın bir halife yaratacağını meleklere bildirmesi, hangi Âdem içindir?

Cennette yasak olan ağaca yaklaşan kimdir?

Cennette bulunanlar Âdem ve Havva-nın dışında bulunmakta mıdır?

Bulunmakta ise neden onlardan ve de yaptıklarından haber verilmemektedir?

Kendisine secde ve hürmet edilen Âdem kimdir?

Neden çoğul değil de, tekil olarak söylenmiştir?

Cennetten ihraç edilip çıkarılan Âdem ve Havva hangi Âdem ve Havva-dır?

Onlardan başka ihraç edilen var mıdır?

Eğer başka Âdem ve Havva varsa, neden onların çocuklarından ve icraatlarından, yaşantılarından bahsedilmemektedir?

Şeytan Âdem ve Havva-yı mı yoksa bir çok Âdem ve Havvaları mı kandırmıştır?

Kendisine 10 suhuf gelen Âdem kimdir?

Diğer Âdemler de peygamber midirler?

Peygamberimizin Âdemi veya atası kim olmuş oluyor?

Kendisine eşyanın ismi talim olunan Âdem hangi Âdemdir?

İnsanların şeceresi başlangıçta bir mi yoksa bir çok Âdemlere mi dayanmaktadır?

Yahudilere iç yağı haram ve bizlere helal iken, neden ilk yaratılışta önceki ikiz olarak dünyaya gelen kardeşlerin çaprazlama olarak evlenmesi bu hükme tabi olmasın?

Nitekim ilk yasak kendisiyle beraber dünyaya gelenle evlenmek idi.

Kabilin Habil-i öldürme sebebi de, kendisiyle beraber yaratılmış olan kız kardeşinin Habil-le evlenmesini istememesinden kaynaklanmıştı.

Nitekim bir zamanlar bizde yabancı para bulundurmak ve hala o adla söylenen kaçak çay bulundurmak yasak ve cezayı gerektiren bir durum iken, bu gün bu durum serbesttir.

Mâide Sûresinin 48. âyetinde , “Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik” buyurulur.

Bediüzzaman bu konuda: “Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan (a.s.m.) sonra şeriat-ı kübrası (büyük şeriatı) her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır.”[1]

-“Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan, silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet, hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla, iki yüz bini mütecaviz olan envâın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise:
Bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz hadsiz makine-i acibe-i İlâhiyenin tasnî ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle, herbir fert ve her bir nevi, müstakillen Sani-i Hakîmin yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet, Sâni-i Zülcelâl herşeyin cephesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.”
[2]

Veda hutbesinde ; “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır.”

Aklına güvenip izah etmeye çalışanlar maalesef kendi akıllarında boğulmaktadırlar.

Her zaman Kur’an bize yeter deyip, başka kaynak tanımayanlar maalesef bu konuda Kur’an-ı kabul etmemektedirler.

Akıllarında başka delil aramaktadırlar.

O akılda bari akıl olsa, ne gam…!!!

Maalesef manalar kelimelere feda edilmektedir.

-İnsanlık tarihinin sabahı Hz. Âdemle, kuşluk vakti Hz. Nuhla, Öğle Hz. İbrahim-le ve İkindi Efendimizle başlar.

-Âdemden önce yer yüzünde şuurlu varlık olarak cinlerin olduğu ittifaken sabittir.

-Allah her şeyi bir Âdem-den yaratmıştır.

Her bir nevi mahlukun bir Âdemi bulunmaktadır.

Bitkilerin, hayvanların ve de cinlerinde vücuda gelmesinde bir ilk Âdem bulunmaktadır.

İnsanların da kendisinden var olduğu bir Âdemleri bulunmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde;

“Hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa dâima yüzünü, gözünü, kanadını  temizlemekle bize abdesti ve nezâfeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan gözümüz önündeki kabilenin bir senede neşrolan efradı, benî-âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sâir kabileler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri; elbette kıyamette ecsad-ı insaniyenin inşasına bir misal değil, belki binler misâldirler. “[3]

 

-“Nev’-i beşerin en yüksek, en müstakîm, en sâdık bu dört tâifesi; Âdem (A.S.) zamanından beri hadsiz hüccetler, mu’cizeler, kerâmetler, deliller, keşfiyatlar ile bütün kuvvetleriyle dava edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakîkat-ı tevhid, elbette Güneş gibi kat’idir.” [4]

-Evet Âdem (A.S.) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takib ile ni’met ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve îman; kâinatın hakîki güzelliğine ve intizam ve kemâline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem kâinat sâhibinin lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeğe vesile olarak dünyada îman hakîkatlariyle ma’nevî bir Cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gadab-ı İlâhî ve musîbet tokatlarını yemekle beraber, dalâleti cihetinden, akıl alâkadarlığiyle kâinatı bir hüzüngâh ve matemhâne-i umûmîye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selh-hâne ve gâyet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir ma’nevî Cehennemde olup, âhirette dâimî bir azab çekmeğe kendini müstehak eder.”[5]

MEHMET ÖZÇELİK

12-04-2016

 

 

 

 

[1] Sözler, s. 454.

[2] Muhakemat, Sayfa 110.

[3] Şualar | İkinci Şuâ |40.

[4] Şualar | OnBeşinci Şuâ | 550.

[5] Şualar | OnBeşinci Şuâ | 551-2.

 




AKIL KÂFİ MİDİR ?

AKIL KÂFİ MİDİR ?

Her şey Kur’an-da var? Başka şeye ihtiyaç var mı? Veya;

Neden her şeyi Risale-i Nurlardan örnek veriyorsun, diyenlere denilir ki;

Bunu soranlar iki kısımdır;

Biri öğrenmek ve hakikatı öğrenmek amacıyladır.

Diğeri ise hakikatı gizlemek ve hakikatın yolunu kapamak amacıyladır.

Hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.

İlim çin-de dahi olsa, gidip alınır.

Sen dinini Kur’an-dan mı öğreniyorsun yoksa din alimlerinden mi?

Neden müftüye soruyorsun da, direk Kur’an-ı Kerim-e bakmıyorsun?

Neden eczaneye gidiyorsun da, o ilaçların yapıldığı bitkilerden yemiyorsun?

Neden çocuğunu okula gönderiyorsun da, direk kitapları alıp, oradan öğrenmesini sağlamıyorsun?

Madem her şey Kur’an-da vardır, neden milyonlarca kitaplar yazılmış ve de onları okuyorsun ve de okunuyor?

Madem Kur’an var, o halde peygambere , O’nun uygulamalarına ve izahlarına da ihtiyacım yoktur, diyebilir misin?

Bir cevher, antika ve de müzedeki eşyalar kıymetli iken, onları tarif edecek olana, ihtiyacım yoktur diyebilir misin?

Kur’an-ın bütün meselelerini anlamakta kendini yeterli bulabiliyor musun?

Eğer senin aklın ve bir akıl yeterli olsaydı, bunda akıllar gereksiz mi olurdu?

Benim aklım var, bana yeter, başka akıllara ihtiyacım yoktur, diyebilir misin?

Bütün ihtiyaçlarımı ben karşılayabilirim ,diyor musun?

Onun gibi de, her şeyi ben bilebilirim, benim bilgim bana yeter, başka eserlere ihtiyaç duymam, diyebiliyor musun?

Kur’an-da kuru ve yaş, her mesele ve her şey vardır, lakin herkes her meselesine vakıf mıdır? Anlamada yeterli midir?

Kur’an-ı anlatmak ile Kur’an-dan anlatmak bir birinden ayrı şeyler midir?

Suyun maddesi bir iken, aynı suyu yılan içip zehir akıtırken, arı içer bal akıtır.

Bal yatan bir alime ihtiyaç yok mudur?

Aslında faydalı da olmuyor mu?

Güzel bir bahçeye giren farklı özelliklerdeki insanların hepsi, o bahçeden aynı derecede mi istifade ederler.

Şairin durumu ile, bahçıvanın, boyacı ile esnafın o bahçeye bakışları aynı mıdır?

Mezheb imamlarına ihtiyaç duymadan dini anlayabilip yaşayabileceğini söyleme cesaretine ve seviyesine sahip misin?

Bütün fizik ilimleri alemde mevcuttur.

Fizik alimleri olmadan anlayabilir misin?

Doktora ihtiyaç duymadan, kendi kendini tedavi edebilir misin?

Eğer ederim dersen, şimdiden vasiyetini yazabilirsin!!!

Akıl hakikatın kendisi değil, hakikatı anlama aracıdır.

Ancak o aklın da akıl olması gerek!

Zira bir damla su da sudur, okyanus da sudur.

 Fark kapasitededir.

Aklım bana yeter, diyen insan, aklı yetersiz insandır.

Risale-i Nurlar Kur’an-dan alınmış ve O’ndan lemean etmiş hakikatlardır.

Tahlil neticesinde buna vakıf oldum.

Kur’an genel deryadır.

Hadis ve yazılan eserler ise Kur’an-dan süzülen hakikatlar, şubeler, deniz, nehir ve çeşmelerdir.

Gücün varsa, kulacın kuvvetliyse okyanusta yüzersin.

Niyetin iyiyse, kazanmak istiyorsan, O okyanustan uzanan çeşmelerin altına testini koy, doldurmaya gayret et.

Denizde yüz, nehirde yüz, çayda yüz, ırmakta yüz, dereden al, az akan çeşmeyi dahi hor görme…

İstifadeye çalış…

MEHMET ÖZÇELİK

12-04-2016

 




SINIRLARIN KALKTIĞI DÜNYAYA DOĞRU

SINIRLARIN KALKTIĞI DÜNYAYA DOĞRU

Allah-ın iki kısım kanunu vardır; Birisi, Kâinata koyduğu kanun, sınır, hudud.

Diğeri ise; İnsanların hayatına koyduğu emir, yasak, had ve hududlardır.

İlahi kanunu çiğneyen insan oğlu, nasıl ki haddinden aşmış, zulme dönüşmüş ise, aynı şekilde kâinata da konulmuş olan ilahi kanunlar onları ayakta tutmakta, dengeyi sağlamış olmaktadır.

-Bir şey her şey ve her şeyde bir şey olabilirken, İlahi İrade ona belli bir had, sınır ve de hudud çizmektedir.

-İnsanı diğer varlıklardan ayıran en farklı yönü, özellikle üç duygusu olan Kuvve-i Şeheviyye, Gadabiyye ve Akliyye duygularına had ve sınır konulmamış olmasındandır.

Bu had konulmayan duygularıyla o insanı ebede uzatmaktadır.

İnsan duygularıyla ebede namzed bir varlıktır.

Hayvanlarda ve meleklerde ise bu durum söz konusu değildir.

-Spermlerin hepsi insan olsaydı, düşünmesi bile düşündürücü olurdu.

-Sarmaşığa, ağaçlara, suya, akla gelebilecek her bir şeye, eğer bir had ve sınır konulmamış olsaydı, o şeyler her şeyi ve her yeri istila etmiş olurdu.

-Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri;

*”İnsanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi  ve Cennet’i gâyet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî isti’dâtları ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtrî kuvveleri ve hadsiz maksadlara müteveccih ihtiyaçları ve za’f ve aczleriyle beraber hücumlarına ma’rûz kaldıkları hadsiz musîbet ve a’dâları ile beraber gâyet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gâyet dağdağalı bir hayat, yaşamak için gâyet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müdhiş hâlet olan mütemadî zeval ve firak belâsını çekmek içinde -ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı sûretinde görülen- kabre ve mezaristana bakıyorlar.” [1]

*”Her şeyin şekli, hey’eti, hadsiz tarzlarda olabildiği için hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde bir tek şekil ve miktarda sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücûd vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.” [2]

*”Cenâb-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sâir binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sâir hayvanat gibi; kuvâlarına, latifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidât verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.” [3]

*”Bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecâtı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sâir hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelân eder gibi, gayrı mütenahî cânibine gider. Çünkü insan, Hâlıkı Kâinat’ın esmâsının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir isti’dâd verilmiş. Meselâ insan hırs ile, bütün dünya ona verilse diyecek. Hem hodgâmlığiyle, kendi menfaatine binler adamın zararını kabûl eder. Ve hâkezâ… Ahlâkı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrudlar ve Fir’avnlar derecesine kadar gittikleri ve sîga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâkı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder.

Hem insan hayvanların aksine olarak hayata lâzım herşey’e karşı cahildir, herşey’i öğrenmeye mecbûrdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sîga-i mübalağa ile cehûldür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir-iki ayda belki bir-iki günde, ba’zan bir-iki saatte bütün şerâit-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir-iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı farkeder. İşte cehûl mübalağası, buna da işâret eder.”[4]

MEHMET ÖZÇELİK

10-04-2016

 

[1] Şualar | OnBeşinci Şuâ | 613-4.

[2] Tarihçe-i Hayat | Birinci Kısım – İlk Hayatı | 127.

[3] Tarihçe-i Hayat | İkinci Kısım – Barla Hayatı | 185, Lemalar | Yirmiikinci Lema |171,241.

[4] Mektubat | Yirmi Altıncı Mektup | 333, Sözler | OnBeşinci Söz |178.

 




EZELİ YARATIŞ EZELDEN YARATIŞ

EZELİ YARATIŞ EZELDEN YARATIŞ

*Allahın zatı gibi isim ve sıfatları da ezeli ve ebedi.

Bu zaviyeden bakacak olursak, Allahın yarattıklarının ve onların alemlerinin de ne kadar, ne derece sayısız olduğunu da anlamış oluruz.

Bir de diğer sıfatlarını düşünecek olursak, bunların dahi tecellilerin sayıya girmeyecek derecede çoklukla ve çoklukta olduklarını bilir ve anlarız.

Allahın sıfatlarında süreklilik vardır.

Allah sürekli olarak yaratandır ve oda öyle ki Allah bir şeye iki kere tecelli etmez.

Her an bir işte ve tecellidedir.

İnsanın 6500 sene önce, dünya 5 milyon sene önce , kâinatta 15 milyar yıl önce yaratıldığı fizik alimlerince söylenmektedir.

Ezeli ve ebedi olan Allahın elbetteki yaratışı 15 milyar yıl önce başlamış değildir.

Yaratma ezelden başlamış ve de bu yaratma sürekli devam ede gelmektedir.

Yine sonsuzun içerisinde bulunan küçüklü büyüklü hangi rakam ve sayı olursa olsun, sonsuza göre aynı derece ve aynı yakınlılıktadır.

Sonsuzdan neyi çıarırsanız çıkarın veya neyi eklerseniz ekleyin bir değişiklik ve farklılık olmayacaktır.

Kâinat ve eşya hangi zaman diliminde yaratılırsa yaratılsın, sonsuzluğun içerisinde aynı derecede ve durumdadır.

15 milyar yıl önce de yaratılmaya başlanmış olsa da bu sonsuzluk içerisinde geç kalınmış değildir.

Ancak Allah sürekli yaratıp var eden ve tecellisini sürekli sürdürendir.

Varlıklardaki değişim, tecellinin değişimindendir.

************************ 

Aslında biz Allahı yeteri derecede tanımıyoruz.

Efendimizin buyurduğu gibi; ‘ Ma arafnake hakka marifetike ya maruf’, – Ey bilinen Allahım. Senin marifetini hakkıyla bilemedik.-

–Yavru balık anne balığa sormuş;

-Anne bana suyu anlatır mısın?

Anne balık cevaben;

-Yavrum sen bana suyun dışında bir şeyi anlat da, ben sana suyu anlatayım.- demiş

-Elbette –Her şey O’dur- değildir.

Belki – Her şey O’ndandır.-

Heme ost ,değil, Heme ezosttur.

Allah sürekli yaratan ve sürekli olarak diğer isimlerini varlıklar üzerinde tecelli ettirendir.

Zât, sıfat ve isimlerde süreklilik esastır.

***********************  

Madem Allah ebedidir, bizim dahi yolculuğumuz ebededir.

Ebedi olan Allah, bizim için ve bizim ihtiyaçlarımızı ebede dek karşılayacaktır.

Madem O var ve ebedidir, o halde ne gam!

Ölümde, her türlü sıkıntı da gelip geçicidir.

Çünkü O daimidir.

İnsan da ebede namzed ve adaydır.

Allah insanı işte bu ebediliğini tezahür ettirmek için var etmiştir.

Ebediyyen sadece Halık sıfatını değil, tüm sıfatlarını insan üzerinden aleme gösterecek ve gerçekleştirecektir.

Hadis-i Kudsi-deki; -Ben gizli bir hazine idim, mahlukatı (yani insanı) yarattım, ta ki kendimi bileyim ve bildireyim.-

-Ucu açık bir yolculuğa çıktık.

Hadi hayırlısı.

Var mısınız.

O’nun varlığına katılır mısınız?

Bu ise O’nun varlığına katılım ve de İNTİSAB ile mümkündür.

İntisab ile mensubiyet gerçekleşir.

O nisbetle varlığı ebediyyen devam eder.

Varlık O’nun varlığından geçer.

Gerçek yokluk, O’nunla olan nisbetin kesilmesidir.

-Kişi sevdiğiyle beraberdir.-

Kim kimi severse, onunla ebediyyen beraber olacaktır.

Dünyayı seven dünya ile, faniyi seven fena ile, Bekayı ve Baki olanı seven de, Beka ile bekaya mazhar olacaktır.

MEHMET ÖZÇELİK




DEVLET MİLLET EL ELE

DEVLET MİLLET EL ELE
Paralelin ibadet ve hizmetle uğraşan alt yapısı maalesef kirli üst yapının yaptıklarını görmedi, göremedi, beklemede kaldı.
Hdp ve Chp ile olan ittifak biraz kopmalara ve soğumalara sebeb oldu.
Ancak bir kısmı hala taraftarlığını, bekle gör politikasını, muhabbetin gözünün kör olması ve etmesiyle bu körlük devam etmektedir.
Verilen gazlar yeterli olmasa da bir kısmını safında tutmaktadır.
-Hükümet neden paralel yapının bu kirli ilişkilerini görmedi? Göremedi mi?
Diğerlerinin görmediği, hüsnü zanda bulunup, itimatsızlıkta bulunmadığı, herkesin kendi içindeki küçük kırılmalar kopmaya yetmediği ve en önemlisi de, ilgi ve bağlantıda hep paralel yapının ibadet kesimi muhatab alındı.
Kokuşma engellenemedi. Kanalizasyon açıldı, kokuşmalar başladı.
Küçük hesaplar birleşince büyük hesaplar anlaşılmış oldu.
-Paralel yapı devletin gizli ve derin bilgilerine ulaşınca, derin devlet olan Ergenekon-un yeri boşaltıldı.
İyi de oldu.
Ancak güç sarhoşluğuyla hareket eden paralel yapı o boşluğu doldurarak, kendisine imkan sağlayan insanlara darbe yapmaya başladı.
-Derin devletin sağ eli, sol elini koparıp, yerine geçmiş oldu.
Bu sefer devlet sağ derin devletle mücadele edince, sol derin devlet deşifre olarak tekrar devreye girmiş oldu.
Ancak bu sefer sağ ve sol derin devlet hükümete karşı ittifak ettiler.
Bununla da kalınmadı, dış ve iç tüm cemiyetlerle kirli ittifaka girildi.
Ve bu açıkça yapıldı.
-Bu gün her şeyin ortaya çıkmasıyla görülmüştür ki; bu hesap taa 1960 yılları ve sonrasının hesaplarıdır.
*17-27 Aralık darbe girişimi dolayısıyla bu durumu değerlendiren Çölaşan; ‘Bizim başaramadığımızı Fethullah’la ekibi başardı’
Çölaşan, son yolsuzluk operasyonunu böyle değerlendirdi ve ekledi: Bunların bizde belgesi yoktu. Onlar, devleti ele geçirmiş olmanın avantajını iyi kullandı.
******************
Terörist başı verdiği mesajda;” PKK’nın sözde lideri Cemil Bayık, hedefinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AK Parti iktidarını devirmek olduğunu söyledi.”
Böylece ister paralel yapı olsun, isterse muhalefet olsun Erdoğan-a hücum etmekle kime hizmet ettiklerini göstermiş olmaktadırlar.
-Devlet millet 1950- den sonra ilk defa bir araya gelmiş, ortak düşmanlarına karşı dik durmaktadır.
*******************
*Türkiye-de hürriyetleri bağlayan kanunlar entrikalarla kabul ettirildi.
Mesela; Türkiye-nin bazı doğu bölgeleri olağan üstüne alınacak, memurların maaşlarında bir artış olacaktı.
Belirtildiği üzere, Elazığ bu olağan üstüne alınmayan şehirlerden idi.
Ancak bu kanunun mecliste kabul edilmesinden önce Elazığ-da silahlar patladı, mahallelerde silah sesleri gece boyu duyulmaya başlandı.
Bir gün sonrasında da Elazığ da olağan üstüne alınan illerden oldu.
-Atatürk büstlerinin kırılmasıyla 5816 sayılı atatürkü koruma kanunu çıkartıldı, bir çok zulmün kapısı açılmış oldu.
Lozan anlaşmasının kabulü de, başta şiddetli muhalefet eden Rize milletvekili Ali Şükrü boğularak öldürüldü, sonrasında çıkarılan karışıklıklarla Osmanlıyı temsil eden 1. Meclis vekilleri lağvedilerek, gelen 2. Meclis üyeleri ile kabul edilmiş, daha doğrusu entrikalarla kabul ettirilmiş oldu.
1993 yılındaki faili meçhul olaylar, Turgut Özal-ın öldürülmeye çalışılması, 2000 yıllarındaki Ergenekon soruşturmasıyla beraber Danıştay saldırısı, darbe girişimleri, Chp-nin genel başkanı Deniz Baykal-a karşı kurulan kaset oyunu, sayısız kumpaslar kirli işlerin ve ilişkilerin birer ayak sesleri idi.
Darbe sağdan ve soldan geliyorum, diyordu.
******************
”MİT MÜSTEŞARI EMRE TANER “KULLANDIK” DEMİŞTİ Hizbullah’ı büyüten de MÎT 2006 yılında Kasım’ın son haftası, Avrupa Karma Parlamento toplantısına katılacak milletvekillerine MÎT karargâhında brifing verilmişti. MÎT Müsteşarı Emre Taner, brifingte, Hizbullah terör örgütünün bir dönem devlet tarafından kullanıldığını söyledi. Taner ayrıca, “Hizbullah uzun süredir sessizliğe bürünmüştü. Yeniden harekete geçirme faaliyetleri var. Takip ediyoruz. Yakında yeniden seslerini yükseltmek isteyebilirler” diyordu.
MÎT Müsteşarı, “Büyük Kürdistan”ın kurulması için bazı ABD ve israil kaynaklarının Türkiye’yi hizaya getirme çabalarının yoğunlaştığını söylüyor, bu hedef için önümüzdeki yedi yılın çok önemli olduğunu savunuyordu.
Abdullah Öcalan’ın MlT bağlantısını ortaya koyan bilgiler “Şafak Bildirisi” olayıyla sınırlı değil.
“Kürt Dosyası”nın 30. Sayfasında şu satırlar yer alıyor: Abdullah Öcalan, 1973 yılında bir bahar günü birkaç arkadaşıyla birlikte Ankara’da Çubuk Barajı’na gidiyor ve parti kurup gerilla yöntemleriyle ayaklanma hazırlamak gerektiğini anlatıyor ve PKK’nın temelini atıyordu.
Abdullah Öcalan’ın 24 Mayıs 1978 yılında evlendiği karısı Kesire Yıldırım’ın MİT’le bağlantılı olduğu biliniyor. Bu durumu sonradan Abdullah Öcalan da dile getiriyor. Uğur Mumcu, Kesire Yıldırım’ın babası Ali Yıldırım’ın yaşam öyküsünü ve şeceresini çıkardığı kitabında, Yıldırım’ın Korgeneral Abdullah Alpdoğan’la Dersim ayaklanması sırasında ve sonrasında sık sık görüştüğünü anlatıyor.
Eski Rızgari grubunun lideri İbrahim Güçlü, 1980’de 200 kişiyle geçtiği Suriye’de Abdullah Öcalan’ın Muhaberat’a teslim oluşuna tanıklık eder. Güçlü, “Ortadoğu’da ilişkiler karşılıklı çıkar temelinde gelişiyordu” dedi Aydınlık’a. “Tarafların kişilikleri, kimlikleri önemli. Bazıları istenmeden verir. Bazıları prensiplidir. Öcalan, pragmatik kişiliğe sahip.” MİT’in kurduğu örgüt, 1980’den sonra Suriye Muhaberatının kontroluna girdi. 1990-1998 yılları Suriye’de muhaberat, Kuzey Irak’ta ABD kontrolü biçiminde çift başlı kontrol dönemi.
MEHMET ÖZÇELİK




GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BEDİÜZZAMAN

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BEDİÜZZAMAN

-Bundan yüz sene önce Bediüzzaman; vatanın izzetini korumak üzere doğuda ruslar ve onların maşası olan Ermenilerle fiili mücadele etmekte;

Yıkılmalar dönemi, yıkılmayan kalmamış, bir yandan cephede rus ve ermeni ile savaşırken, diğer yandan alemi islama gelen darbeleri önce kendisinde hissetmekte;

-İlmin izzetini korumak üzere düşmanın kurşunlarına aldırmadan , Habib kâtibine – Yaz- diyerek mükemmel bir tefsir örneği olan İşarat-ül İ’caz-ı yazdırmakta;

-Rusyaya esir düştüğünde rus komutan Çarın yeğeni Nikola Nikolaviç-e karşı ayağa kalkmamakla İslâmın izzetini korumakta;

-İngiliz işgali altındaki istanbulda, İngiliz Muhibler Cemiyeti yani ingilizi sevenler derneği kurulmuş, boğazımıza bastıkları bir halde iken, milletin izzetini korumak üzere; -Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne, tükürün- diye haykırıp ölümü hakir görmekte;

-Lozanda Lorg Gürzon-un direktifiyle istiklalimiz tanınırken, istikbalimiz elimizden alınmış, -Din öldürülecektir- kararıyla lozanın iç yüzünü ortaya koyarak, – Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası ,ihya-yı din ile olur şu milletin ihyası.-  hakikatını yüzlerine vurarak, Dinin ihyası için meydana atılmakta;

-Gladiston-un –Bu Kur’an Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hakim olamayız. Ya bu Kur’an-ı ortadan kaldırmalıyız ya da  Müslümanları bundan soğutmalıyız- gizli planına karşı;

-Ben de Kur’an-ın sönmez ve söndürülmez bir hakikat olduğunu  tüm dünyaya işittireceğim- diyerek Kur’an-ı Kerim-in izzetini koruyarak ilan ve tebliğde bulunmakta;

-Hurşit Paşanın pencereden asılan 15 kadar insanı göstererek tehdit-vari; -Sende mi şeriat istemişsin?- sözüne karşı;

– Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu başı zendekaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.

Fakat ihtilalcilerin istediği gibi değil… ,diyerek İmanın izzetini koruyup, küfre meydan okuyan adam…

****************** 

Zorlu dönemlerin insanları da zorlu oluyor.

624 yıldır devam eden, 24 milyon m2- ye hakim Osmanlı yıkılmış, devletler yetim kalmıştı.

Bir yandan külleri savrulmuş, diğer yandan küllerinden yeni bir devlet oluşturulmaya çalışılmış.

En önemlisi ise; eskiyle yeniyi, geçmişle geleceği birleştirmek üzere köprü görevi görecek bir değere ihtiyaç vardı.

Yeni devlet ve lafzen ve görünürde eşkinin  devamı, manen ise tamamen ondan kopuk idi.

İcraatları taban tabana zıt, adeta bin yıllık birikimin içi boşaltılmış,, kendi insanına zulmeden bir devlet doğmuştu.

Bediüzzaman milleti adına bu zulmü çekti.

Gelen nesle hitab ediyor, gelen neslin önünde durmayın, çekilin diyerek, milletin sahiplendiği bu kişiye, devlet düşman kesiliyordu.

Zulüm üzerine zulüm, hapisler, zehirlemeler, nefiyler onu yıldırmıyordu.

Bir asırlık iman mücadelesi neticesini veriyordu.

İman sarayının odalarını göstererek adeta aynel yakin derecesinde, görmek istemeyenlerin gözlerine hakikatları sokuyordu.

Küfrün beli kırılmıştı, bir daha doğrulmamak üzere.

Eserleri dünya dillerine çevriliyordu.

Şimdiye kadar hep Arapçadan Türkçeye çeviriler yapılırken, ilk defa Türkçeden tüm dillere çeviriler yapılıyor, dünyaya yayılıyordu.

Asrın adamı, asrının adamı, muasır şahsiyet, asırlara manen hükmeder hale geliyordu.

Ortaya koyduğu reçeteler insanlara deva, insanlığa şifa oluyordu.

Ekilen nur tohumları milyonlarca sünbül veriyordu.

Zulmetler dağılmış, asır nur asrı oluyordu.

Allah zulmetler içerisinden nuru ve nurunu çıkarıyordu.

 

İTTİHAD-I İSLAM

Yüz sene önce büyük tehditlerle karşı karşıya kalan Osmanlı parçalanarak yok edildi. İstiklali tehdit altındaydı.

Aynı saldırı bu günde yapılmaktadır. Bu günde istikbalimiz tehdit altındadır.

Bu gün İttihadı-ı islama farzı ayn derecesinde bir ihtiyaç vardır.

*Bu konuda Bediüzzaman önemini şöyle dile getirir:

*Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.”[1]

*Elhasıl: Sultan Selim‘e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş:

İhtilâf u tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.

İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.[2]

*Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir.[3]

*“İttihad-ı İslâm, şarktan garba, cenuptan şimale mümted bir meclis-i nurânîdir ki, el’an üç yüz milyondan fazla bulunur ki, gafletlerinden nâşi gayr-ı meş’ûr bir sûrete girmiş olan bir rabıta-i metin ile birbiriyle merbutturlar. Misâk-ı ezeliye ile, peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz, ittihada memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve tekâyâ ve zevâyâdır. Ve şu cemiyetin reisi, Resul-i Ekremdir (a.s.m.). Kanun-u esasîsi, Kur’ân-ı Azîmüşşândır.[4]

ttihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur.[5]

 

*Şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar.[6]

 

*Evet, Osmanlıların hürriyeti, koca Asya tali’inin keşşafıdır; İslâmiyetin bahtının miftahıdır; ittihad-ı İslâm sûrunun temelidir.[7]

 

*Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.[8]

 

*O zâtın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.[9]

*”Küfrün inşikakından ne görüyorsun?”

“İttihad-ı İslâm.”

“İttihad-ı İslâm nedir?”

İttihad-ı İslâm, şarktan garba, cenuptan şimale mümted bir meclis-i nurânîdir ki, el’an üç yüz milyondan fazla bulunur ki, gafletlerinden nâşi gayr-ı meş’ûr bir sûrete girmiş olan bir rabıta-i metin ile birbiriyle merbutturlar. Misâk-ı ezeliye ile, peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz, ittihada memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve tekâyâ ve zevâyâdır. Ve şu cemiyetin reisi, Resul-i Ekremdir (a.s.m.). Kanun-u esasîsi, Kur’ân-ı Azîmüşşândır.[10]

 

MEHMET ÖZÇELİK

 

 

 

 

 

 

[1] İsparta Hayatı( 32 / 155), http://www.erisale.com/#home

[2] Bediüzzaman’ın İlk Hayatı( 43 / 142) / İlk Hayatına Kısa Bir Bakış( 37 / 52

[3] Emirdağ Lahikası – II( 187 / 272) / 100.~119. Mektuplar( 1 / 32

[4] Şuâât (Marifetü’n-Nebi)( 49 / 49) / Tevhidin Tenviri( 2 / 2)

[5] Hutbe-i Şâmiye( 44 / 89) / Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin Zeylinin Kısa Bir Tercümesi( 7 / 9

[6] Emirdağ Lahikası – II( 58 / 272) / 40.~59. Mektuplar( 14 / 23) / Mektup: 50( 1 / 2

[7] Münâzarat( 23 / 92)

[8] Emirdağ Lahikası – II( 22 / 272)

[9] Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar Ve Bir Kısım Güzel Mektuplar( 6 / 1

[10] Şuâât (Marifetü’n-Nebi)( 49 / 49

 




SÜFYANİZMİN SON AYAK SESLERİ

SÜFYANİZMİN SON AYAK SESLERİ

Deccal ve deccalizm tüm insanlığı tehdit eden ateizm ve inançsızlık iken, Süfyanizm islam dünyasını ve özellikle hilafet merkezini tehdit eden ve kominizmden daha dehşetli bir inançsızlığı işlerken, diğer yandan bin yıllık islama aid tüm değerleri ve birikmişleri devre dışı bırakır.

Öyle ki; bin dört yüz yıldır islam adına yapılanlardan adeta değiştirilmedik ve kaldırılmadık bir şey kalmaz.

İşte bir örneği:

Tâlimat: Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinlerden bahis bâzı yazı ve mütâlaasına ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra dinler mevzuu üzerinde gerek târihî, gerek temsilî ve gerek mütâlaa kâbilinden olan her türlü makâle, bend, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlamış bu kâbil tefrikaların en çok üç gün zarfında nihâyetlendirilmesi ehemmiyetle ricâ olunur. [1]

1917-1990 yılları arasında kominizm dünya üzerindeki etkisini kaybederken, süfyanizm hala varlığını ve gücünü devam ettirmektedir.

 

Tüm Risale-i Nur Külliyatından iktibas ederek hazırlamış olduğum Veciz Sözler adlı eserimde [2] ele aldığım Süfyanizm ile ilgili tesbitlerde Bediüzzaman şu izahlarda bulunur;

Hem bazı ehl-i velayetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm Devletinin başına   geçecek olan Süfyanî Deccal ise; gayet muktedir ve dâhî ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ü şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrazam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyane icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnad ve o vasıta ile koca ordunun ve hükûmetin teceddüd ve inkılab ve harb-i umumî inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acib ve hârika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işaa ettirir.”[3]

 “Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

            İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.”[4]

“Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.”[5]

“Bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir.” Bu cevabdan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.” Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim.”[6]

“Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.”[7]

“Yedinci Mes’ele: Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi’ olacaklar.” Ve’l-ilmu indallah,(Gaybı ancak Allah bilir.) Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik İmam-ı Ali’nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccal’ın cebr u ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.”[8]

“Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibi- mana verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.”[9]

“İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.”[10]

“Bir zaman Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh’a yahudi çocukları içinde birisini gösterdi, “İşte sureti” dedi. Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh, “Öyle ise ben bunu öldüreceğim” dedi. Ferman etti: “Eğer bu Süfyan ve İslâm Deccalı olsa, sen öldüremezsin; eğer o olmazsa, onun suretiyle öldürülmez.

Bu rivayet işaret eder ki; onun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüneceği gibi, kendisi yahudiler içinde tevellüd edecek. Garibdir ki, onun suretindeki bir çocuğu katledecek derecede ona hiddet ve adavet eden Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh, o Süfyan’ın en çok beğendiği ve takdir ettiği ve çok defa ondan senakârane bahsedeceği bir memduhu -Hazret-i Ömer’le- çıkmış.”[11]

“Ehl-i siyaseti Risale-i Nur’a karşı cephe almağa ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka ve ezan mes’eleleri ve deccal ve süfyan ünvanları, Risale-i Nur şakirdleri yabanilere karşı lüzumsuz medar-ı bahs ve münazaa edilmemek lâzımdır ve ihtiyat etmek elzemdir ve itidal-i demmi muhafaza etmek vâcibdir. Hattâ sizde cüz’î bir ihtiyatsızlık, buraya kadar bize tesir ediyor.”[12]

“Hem de “İnnâ a’taynâ”  nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünki Süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor. Ve en büyüğü dahi alakası bilfiil çekilmiş. Mason komitesinin mahkumu ve âleti olup azabiyle meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bakî kalan iki şahıs ise ellerinden gelse tâmire çalışacaklar.”[13]

“Hem büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var. Bir günü; bir devre-i hükümetinden öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye, gayet yüksek bir belagatla ümmetine haber vermiş.” [14]

            – Süfyanizmin dört devresi vardır. Dördüncü devresinde kendisini korumaya çalışır, hiçbir şey yapmaz. Paralel yapının hukukçuları ve hakimleri tarafından korunmaya çalışılmaktadır.

            Bütün su-i istimallerin olduğu ve alınacak kararların devre dışı bırakıldığı, toplumun ve yöneticilerin, hükümetin icraatta elini kolunu bağlayacak en önemli kurum hukuk ve hukukçulardır.

            Menfiliklerin çöreklendiği yerlerdir hukuk ve adalet…

            Toplumun bir çok kesiminin memnun olmadığı hukuktan işte bir haber;

            “680 hâkim-savcı açığa alınıyor.

HSYK Teftiş Kurulu Paralel Yapı’nın yargı ayağındaki isimleri tek tek tespit etti. 680 hakim ve savcı için soruşturma başlatıldı. İhracı gündeme gelen isimlerin yargılanmaları sağlanacak.”[15]

*Rusya istilacı, bölüp parçalayarak yutma özelliğine sahiptir.

Karakteri bozuk. İnsani yüzünü göstermesi aldatıcı olur.

Tıpkı timsah göz  yaşları gibi. Hem avını yer ve hem de arkasından göz  yaşı döker.

İştahını açmış olmasından dolayı olsa gerek?

1960-larda Kominizme karşı savaş derneği kuran Gülen, ne garip bir tecellidir ki, ruslarla el ele verip, Rus yanlısı Hdp- ye destek vererek Türkiye-ye cephe almaktadır.[16]

            Süfyanın hakimiyetini kurduğu ve sürdürdüğü yer, askeriyedir.

            Süfyanın elinden ilk kurtulacak kurum ordu ve asker, sonrasında ise hukuk ve adalettir.

            “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.” [17]

-“Bir gün, Eskişehir’de, Yıldız Otelinin üst katında Hazret-i Üstadın odasında hizmetindeydik. Bir kuşluk vakti idi. Beş adet jet uçağı otelin üstünden şiddetli ses çıkararak geçtiler. Pencereler de açık idi. Hazret-i Üstad gülümseyerek, ‘İnşaallah bunlar bir zaman İslâmiyete büyük hizmetler edecekler’ dedi. Ve ilaveten, ‘Sungur, askeriyede bir ruh var. O ruh, benimle dosttur. Bilmiyorum, ya o bir kişidir veya cemaattir; sağdır ve ölüdür; velîdir veya kutubdur. Bilmiyorum, fakat bir ruh var ki; o ruh benimle dosttur’ diye beyanda bulundular.

“Bunlarla iftihar ediyorum”

-“Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ‘ ve ‘ Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum’ derdi.[18]

-Kaderin karar verip önünü açtığı kimsenin  önünde duran yıkılır ve rezil olur.

Yükseklerden gelecek kararı  durduracak bir karar, zarardır ve geçersizdir.

Nuh dedi ki: ‘Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma.’

«Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).»[19]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] 24.7.1942 Matbuât Umum Müdürü nâmına İzzettin Tuğrul Nişbay.

[2] http://www.tesbitler.com/category/veciz-sozler/

[3] Ş.594-595,S.341,343-344.

[4] M.56-57,K.K.388.

[5] M.270,441,L.425,Ş.583,K.K.545.

[6] Ş.359,417,558,K.K.637.

[7] Ş.579,583.

[8] Ş.585,K.K.643-644.

[9] Ş.585,591,596,K.K.645.

[10] Ş.593,545.

[11] Ş.595-596,K.K.650.

[12] Ks.248,E.II/42,52,61,107,T.399,543.

[13] St.118,Kevser suresi.

[14]http://www.sorularlarisale.com/makale/1623/risale- i_nurlarda_deccal_ve_sufyan_konulari_nasil_islenmistir.html       Bak.Şualar, 587, http://www.saidnur.com/foreign/trk/risaleler/siracunnur/5sua.htm

[15] http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/03/06/680-hkim-savci-aciga-aliniyor#

[16] http://www.haber7.com/guncel/haber/1836046-gulen-ruslarin-elini-sikip-bakin-neler-soyledi

http://www.yeniakit.com.tr/haber/gulenden-ruslari-sevindiren-aciklamalar-145143.html

https://www.google.com.tr/?gws_rd=ssl#q=G%C3%BClen+HDP+el+ele+-+Ahaber

http://www.tesbitler.com/2016/03/02/eksen-degil-kisilik-kaymasi/

[17] Şualar, 596.

[18] http://www.risale-inur.org/msungurveli7.htm

http://www.tesbitler.com/wp-content/uploads/2015/01/manevi-destek.htm

[19] Nuh.26-27.




ÇANAKKALE İMANIN KÜFRE HAKİMİYETİ

ÇANAKKALE  İMANIN  KÜFRE  HAKİMİYETİ

          Evet;Çanakkale imanın ve imanlının küfre ve küfranı dağıtıp savunanlara tarih boyunca hiç unutamıyacakları bir tokat,bir şamardır. Osmanlı şamarı…

            Kur’an-ı Kerim-de cihad,Allah yolunda savaşmak ile ilgili olarak yüzden fazla ayete rastlamaktayız.[1]

            Savaşların diyalog için olduğunu söyleyen Dr. M. Daryal şöyle der:”Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra müşriklerle aralarındaki diyalog kesildi. Çünkü gelen vahiy artık Medine’ye geliyor,Mekke vahiyden mahrum kalıyordu. Bu sebeble Mekke’liler bundan sonra nasıl müslüman olacaklardı veya müslümanlarla müşrikler arasındaki diyalog nasıl devam edecekti? Bence müslümanlarla müşrikler arasındaki diyalog ancak Medine’ye hicretten sonra harblerle sağlanmıştır.”[2]

            Sırtlanların Çanakkale’ye saldırısından bir hafta sonra,Başkumandan vekili Enver Paşa’nın daveti üzerine Osmanlı başkentinde bulunan Amerikan büyük elçisi yahudi Morgenthau hatıralarını hayret ve dehşetle anlatarak:”Topların çoğu 1895 modeli Alman ve Fransız silahları idi. Oysa,denizden ve havadan bombar-duman edilmişti bu topraklar. Peki,nasıl olmuştu da,İngiliz ve fransız amiralleri bu istihkamları yok edememişlerdi?

            İngiliz ve fransızların boşa ateş ettiklerini yani Türklerin toprağa soba borularını yerleştirip onları ateşlediklerinden ingiliz ve fransızları yanıltmadan dolayı boşa ateş edildiğini ve dünyanın en güçlü armadasında sulara gömülerek,kaçırtmayı Türk ordusunun kahramanlığını ifade ediyordu…[3]

            -Fahrettin Altay;Çanakkale de Arı burnuna Atatürk’ten önce 2.3 alayın düşmanı durdurmak üzere gidip durdurduğunu,Atatürkün ise ondan sonra gecikmeyle düşmanın Conk bayırında tesadüf edip geri püskürttüğünü,belirtmektedir.[4]

            Ve Altay devamla:”Atatürk’ün kendi komutanı olan 3. kolordu komutanı Esad Paşanın yanına gidiyor. Esad Paşa,Atatürk’e neden geldiğini,neden geri döndüğünü sorunca oda;”Düşmanın büyük kuvvetlerinin Kaba tepe kumsalına çıkmaya başladığını haber aldığını”belirtir. Esad Paşa,bir yanlışlık olduğunu,düşmanın bu bölgeye çıkmadığını belirtir. Gerçek de Esad Paşanın belirttiği gibi olmuştur. Atatürk,yanlış rapora kanıyor. Bir subay merkez tepeyi kumsal tepe zannetmiş. M. Kemal cepheye gidince merkez tepeye düşmanın çıktığını görüyor. Elindeki 72. alayla saldırıya geçiyor. Başarılı olamıyor,geri çekiliyor.[5]

            Mikusch,yazdığı eserinde Atatürk’ün düşmanın çıkacağı yerleri bilmeyip,askeri tatbikata çıkardığında bir askerin,ingilizlerin geldiğini söylemesi üzerine M. Kemal kurmay başkanına;”Savaş cephanesi var mı?”diye sorar oda;””var” demesi üzerine;”Haydi öyleyse”karşılığında bulunur.[6]

            Atatürk’ün Çanakkale’de emir aldığı Esad Paşa uzun boylu hatıralarındaki açıklamalarını özetle şöyle belirtmektedir:”İngilizlerin Arı burnu ve Seddül bahire karşı kat’i surette çıkarma yapmaya karar verdikleri anlaşılmış olduğundan, (Atatürk’ün tümeni olan 19. tümene) 11. tümenden 33. alay ile Anadolu yakasındaki 64. alay,Arı burnuna sevk edilerek 19. tümen kumandanının emrine verilmiştir.” Ve;”19,tümen ise,kendisinden umduğum kahramanlığı bu defa gösteremedi ve bir adım ilerlemedi.”der.[7]

            -F. Altay:” 19 Mayıs başarısızlığından sonra M. Kemal,in emrindeki kuvvetlerin bir kısmı elinden alınıyor.”[8]

            Esad Paşa hatıralarında:”M. Kemalin 29 Haziran günü saat 21.00’de düşmana şiddetli bir gece taarruzu yapmaya teşebbüs etti ise de başarısız”oldu demektedir.[9]

            Aynı hatanın;”Anafartalar savaşı”nda da olduğunu söyleyen Esad Paşanın[10] bu ifadeleriyle beraber askerlerimizin gayretleriyle ve o kadar imkansızlıklar içerisinde azmimiz bizi ayakta durdurmuştur.

            Mehmetçik Çanakkale’nin geçilmezliğini zulümle değil,kahramanlıkla,adaletle göstermiştir.

            Yani Moorehead’ında belirttiği gibi;”Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri,kendilerine dağıtılan gaz ve maskelerini kullanmayı reddediyorlardı. Bunun sebebi sorulduğunda,şöyle cevap veriyorlardı:”Türkler gaz kullanmazlar. Onlar temiz,mert savaşçılardır.”

            Ancak İngiliz,yani Çörçil şöyle düşünmüyor ve zehirli zehirini savurmayı emrediyor. Ancak kader müsaade etmiyordu. Zira rüzgar geçici de olsa karadan denize esiyordu.[11]

            -Çanakkale İngiliz ve tebaaları (Avustralya,yeni Zelanda,Kanada,Yunanistan,Hindistan) toplam dört yüz bin askerle,fransanın 80 bin,toplam 500 bine yakın askerleriyle,denizde yüzdürdükleri batan dağlarına karşı,batmayan kalelerin mücadelesinde;bir defa daha iman küfre meydan okumuştu.

            Nusret gemisinin döşediği mayınların belirlediği sonuç ile,ilâhi nusretin desteği birleşmiş;gerçek nusret ve zafer tecelli etmişti.

            Ve ilahi Nusret Seyyid Çavuş eliyle de tecelli ediyordu. Zira Muhammed oğlu Seyyid 215 okkalık yani 276 kiloluk mermiyi beş basamak sırtında taşıyıp topun ağzına yerleştirerek Allah’ın adı ve izniyle son kurşun,son koz ve imkan idi.Savaşın sonunu belirleyecek son an idi ve öyle oldu. İngiliz zırhlı gemisi Ocean bacasından giren bu mermi ile,zırhlı bir yandan batarken,bir yandan da şaşkına dönen ingiliz ve fransızlar şaşkınlığı kaçmakla teskin ediyorlardı.

            Düşmanı şaşırtan olay ise;Kimle çarpıştıklarının,karşılarındakinin görünenler mi,yoksa görünmeyenler mi? olduğunun bilinememe ve çözülememesinde saklı idi.

            Vehbi Vakkasoğlu bir Çanakkale ilgili hatırada:” Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in ‘Yetiş ya Muhammed; kitabın gidiyor!’ feryadı Medine-i Münevvere’ye öyle bir ulaşmış ki Efendimiz’in geldiğini, ilahi yardımların yağmur gibi Mehmetçikler’in üzerine yağdığını idrak edememek mümkün değil. Rivayet o ki; 1915’de Hindistan’dan Peygamber sevgilisi bir zat, bölgedeki savaşa aldırmaz ve doğruca Medine’ye gider. Ama gider görür ki; Peygamber’in ruhaniyeti orada değildir. Ağlayıp sızlanır. Türbedarın kapısında bekleyen yaşlı bir adam, yolcuya üzülür. O gece rüyasında Peygamber’i görür. Ona der ki, “Hindistan’dan gelen ümmetime söyle. Ona görünmemem, adımı taşıyan asker evlatlarım Çanakkale’de zor durumda; onları yardım için orada bulunuyorum.”

            Binlerce yıldır bizi tanıyan düşman,başta ingiliz ve fransız;Çanakkale’de daha iyi tanımış oldu.

            Çanakkale ordumuzun tarihi seyrinde tüm imkansızlıklar ve –bitti- denilen noktada yeniden sünbüllenebildiğimizin ifadesi olarak görünmemizi göstermiştir.

            Ve hırsla dolu olan düşman;ne kadar büyük olursa olsun,manen,ruhen ve içinin boş olmasından dolayı yıkılabileceğini bir defa daha görmüş,görünmüş ve de tüm dünya ve tarih isbatlayarak göstermiştir.

            Bizim için vatanın en küçük bir ferdi,düşmanın en büyük fertlerinden ve komutanlarından daha büyüktür.

            Binaenaleyh;bu savaş bizim için bir “Yedek Subay” savaşı olmuştu.

            Yılların emeği gelecek nesillere müstakbel yemeği hazırlamış,düşmana bu yemeği ve nimetleri zehir etmişti.

            Ve yıllardır,belki de asırlardır o zehirin etkisiyle kıvranmış ve de kıvranacaklardır.

            Güçler,diğer ifadeyle sıkletler eşit olmamasına rağmen bizler 253 bin şehid vermiş,düşman ise;252 bin ölüsünü bırakarak kaçmıştı…

            Çünkü bizimkiler ölüme gülerek,düğüne koşar gibi giderken,düşman ölmemeye ve ölmemek için gidiyordu. Fark gayet net ve açık…

            Çanakkale kilit noktası olduğundan çok önemliydi. Çünkü o şifre çözülürse,her şey çorap söküğü gibi sökülecekti.

            İngiltere başbakanı Çörçil’in dediği gibi;bunun çözülememesi,birinci dünya savaşının iki sene daha uzamasına sebeb olmuştur.

            Bu Müslüman Türklere bu ruh,dinin bağlayıcı,kopma ve dağılmadan koruyucu esasından kaynaklanmaktaydı.

            Yani;1. dünya harbinde tüm Müslümanları bir fetva cihada çağırmaya yetiyordu.[12]

            -Bu arada ingiliz siyaseti ve ingiliz kini de,kinini kusmaktaydı.

            Yani Anzakları da kendi hilelerine alet etmekteydiler. İşte bakınız;bir Anzak asker;”Bir gün çok susamıştım,su içmek için dereye indim. Bir Türk subaya başımda bir anda beliriverdi. Ödüm koptu. Fakat susuzluktan oraya geldiğimi anlayınca;”Haydı iç ve çekil,git buradan”dedi,bana dokunmadı.”

            Bir diğer anzak da:”Biz kaçarken ayaklarımıza çaput bağlıyorduk. Çünkü Türk askerinin ölüsüne (şehitlere) ayakkabımızla basarız da uyanırlar diye korkuyorduk.”[13]

            İki anzak,İngilizlerle  Çanakkale’ye gidecek olan iki tümen anzak askerini,200 kişilik süvari birliğine karşı koyarak geciktirmeyi başardılar.[14]

            Peki neden savaşa gidip,İngilizlere katıldıklarına gelince;bir çok sebeble beraber,-Halifeyi kurtarma- bahanesi onları sevk eden önemli faktörlerden idi.[15]

            Nitekim bunu teyiden Nezih Uzel’in konu ile ilgili yazısında:”Haydar paşa İngiliz mezarlığında,tesbit edilen 31 müteveffayı sıralarken bunların bir kısmı –isimsiz- büyük bir kısmı ise İslami isimlerdir.[16]

            Madalyonun diğer yüzü,işin gerçek mahiyetini ortaya koyuyor olsa gerek…

            -Asıl işin esas ve hakikatı bu hadiseleri yaşayanlardan ve canlı şahitlerinden dinlemektedir. Binlerce canlı şahid,aynı zamanda olmuşken şehid ve de gazileri,bunları konuşturmak,dinlemek ve de tekrar yaşattırmak…

            -Olayın şahidi Alman Mareşal Liman Von Sanders,şahit olduğu olayları şöyle anlatıyor:” Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkansızdır. çelikten,manevi kudretten,vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sualin cevabı,işte bu gösterişsiz,mütevekkil ve sessiz Anadolu çocuğunun kendisiydi.

            Saadet,Türklerle beraber aynı safta dövüşmektir. Bu şerefi ömrümün sonuna kadar taşıyacağım.”diyordu.[17]

            Bedrin arslanları gibi Çanakkale’nin arslanlarına kimler yardıma koşmuyordu ki…

            Askere denilir:”Derler ki muharebede bizim askerlerin gözüne yeşil sarıklı askerler görünürmüş;siz de gördünüz mü onlardan?

            -Hayır Efendim,biz görmedik. Yalnız kuşlar vardı.Yeşil yeşil. Ateşin arasından geçerlerdi. Sonra zeytin ağaçlarına konarlardı. Başka bir şey görmedik. İşte o zeytin ağaçlarını kurşun,gülle kırmış,yıkmış,dalını budağını karıştırmış. O yeşil kuşlar oraya konarlardı. Kurşun murşun,Allah tarafından,onlara dokunmuyordu.”[18]

            Yahya çavuşun 11 arkadaşıyla,3000 düşman askerini yok ettiği siper. Ve düşmanın gemiyle çıkartma yapıp,kan gölüne döndüğü kıyı. Çanakkale zafer abidesi…

            Bir kahraman takım ve Yahya çavuştular

            Tam üç alayla burada gönülden vuruştular

            Düşman tümen tümen sanırdı bu şahane erleri

            Allah’ı arzu ettiler,akşama kavuştular…

            Evet,Çanakkale geçilmez. Doğru,geçilmez. Çünkü karşılarında duran Kim? Bilen kim? Kim biliyor? Melek mi? Cin mi? İns- mi? Dünyalıklar mı? Başka yurtların,ülkelerin mahlukları mı? Düşman;”Meçhul orduyla” savaşıyor. Meçhule kurşun sıkıyor,bombar duman yapıyor. Asker meçhul.. anıt meçhul.. Aman Allahım! Biz asırlarca meçhul askerler tarafından korunmuşuz da haberimiz yokmuş! Demek biz yalnız değilmişiz! Kimmiş bu meçhuller???

            Çanakkale geçilmez. Çünki Stalin’in ilk hedefi Çanakkale boğazını ele geçirmek idi.[19]

            Eğer gayb perdesi açılsaydı,savaşın tüm safhalarının harikalarla dolu olduğu daha zahir ve net görülecekti.

            Nitekim:”Batan düşman gemisinden ayağı yaralı yüzerek sahile çıkmaya çalışan düşman subayı,karşısına çıkan Türk neferinin kendisine yaptığını özetle şöyle anlatıyordu:”Türk askeri yanıma yaklaştı,yere diz çöktü,cebinden çıkardığı sargı bezi ile yaramı sardı,kaputunu çıkardı,titreyen ıslak vücuduma sardı. Mermi yağmuru altında koluma girdi. Yavaş yavaş geriye doğru yürüdük. Türkler siperlerinde bana sıcak çay ikram ettiler. Kendime geldim.”[20]

            Evet,bu ne ilk idi,ne de sondu ve nede son olacaktı. Nitekim bataryayı ateşe tutan ve sonunda tayyarenin düşmesiyle denize atlayan tayyarecileri mıntıka kumandanı süvari kaymakamı Mahmud beyin emriyle kurtaran erimizin bu hareketi,birinin ölüp ancak diğerinin kurtarılmasına karşı ingiliz şunu diyordu:”Türkleri şöyle cesurdurlar,böyle ali cenaptırlar diye kitaplarda okudum. Bu defa da cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu derece fedakarlıklarını bilemezdim. Bu derecesini bir ingiliz bile yapamaz.”[21]der.

            -22 kişilik Yeni Zelandalılarla üçü adresini ve isimlerini de vererek anlatmaktadırlar ki;267 kişilik ingiliz taburu tırmandıkları tepede bir bulut tarafından yutuluyor.

            Hatta ingilizler yurdumuzu işgal ettiklerinde 267 kişinin iadesini istemişlerdir.

            Osmanlılar ise böyle esir almadıklarını söylemişlerdir.

            -İ. E. Şumnu’nun eniştesi Gazi Zeynel hatırasında,yaralanıp baygın düşüyor,uyandığında tepede yalnız,açlık hissediyor. O anda; beyaz sakallı,nurani biri belirip,heybesinden çıkardığı somunu vererek –iyileşeceksin evlat-diyerek,kayboluyor.”[22]

            -3.Kasım-1710’da istişare amacıyla İstanbula çağrılan Kırım hanı Devlet Giray’ın Rusya’nın sulh istemeyeceğini (gerek onların,gerekse de tüm batı alemi de dahil):”Bu kafirin kasdı İstanbuldur. Bu caniblere yürümesine şek-ü şüpheniz kalmasın.”diyerek,gerçek niyetlerini net[23] olarak ifade etmiştir.

            Çanakkale de bu hainane niyet yatmaktadır.

            Ya Rusya bizim boğazımızı sıkıp,canımıza okuma yoluna gidecek veya başkalarını üzerimize gönderecektir.

            Ya da;bizler sürekli askeri,siyasi ve ekonomik yönden hazır olacağız. Savaş için değil,kendimizi savunma,müdafaa ve caydırmak için…

            Çünkü biz boğazları boğazımızda tutmakla,kendisi için nefes borusu olan gerek Çanakkale,gerekse de İstanbul boğazlarına Rusya sürekli el atma yoluna giderken,İngiliz ve fransız da gözü gibi gördüğü bu yerlerden gözünü esirgememektedir.

            Bedelsiz hiçbir şey olmuyor. İşte bir bedel:

            “Çanakkale alay karargahında bulunan Muzaffer,vazifeli olarak İstanbul’a gönderilir. Malzeme temin edecektir. Gereken para ise,İstanbul’daki erkan-ı harbten istenecektir.

            Muzaffer,malzemeleri ve yedek parçaları bulur. Fakat idarede para yoktur.Çanakkale’ye,yani cepheye bu malzemelerin ne kadar elzem olduğunu bilen Muzaffer,acılar içinde kıvranır. Dolaşır,dolaşır ve aklına gelen bir fikirle tüccara geri dönerek der ki:

            “Resmi muamele akşam üstü bitecek. Vapur yarın öğleden evvel Çanakkale’ye kalkıyor. Onun için sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır ediniz.” Sonra durur ilave eder:”Altın para vermiyorlar. Kağıt para verecekler.”

            Sabah ezan vakti,Muzaffer resmi araç ve eratla gelir. Bir”Yüzlük kaime”verir ve acele Sirkeci İskelesine yetişilir.

            O gün, piyasa açılınca elindeki”Yüzlük kaime”yi Osmanlı bankasına götüren yahudi tüccar,şu cevabı alır: Sahtedir.

            Mesele şudur:Muzaffer,o devir kağıt paralarının kağıdından temin etmiştir. Çini mürekkeb ve boya ile bütün gece uğraşarak ayırt edilmeyecek kadar güzel bir taklid para yapmıştır.

            Muzaffer,sadece şu farkı bilerek meydana getirmiştir: Eskiden paraların üzerinde”Bedeli dersaâdette altun olarak tevsiye olunacaktır.” Yani,”Bedeli İstanbul’da altun olarak vardır.”yazısı bulunur.

            Muzaffer ise,kendi imalatı olan paraya şöyle yazar:”Bedeli Çanakkale’de altun olarak tesviye olunacaktır.”

            Para,daha sonra Şehzade Abdulhalim Efendi tarafından satın alınarak İstanbul Emniyeti’ne teslim edilir. Halen müzededir.

            Mehmed Muzaffer ise,yirmi yaşında iken katıldığı ikinci cephe olan Gazze’de şehid olur. Tarih 07-3-1917’dir.

            Fatihalar onun içindir.”[24]

            -Mehmet Geçcan’ın:”Çanakkale savaşlarından menkıbeler”adlı kitabında da belirttiği üzere:”14-15 yaşlarında,Eceabat köyünden Zeynel isminde bir çocuk,ihtiyar bir ninenin,oğlum Zeynel,Maydos’a git de,biraz aş getir yiyelim.”demesi üzerine Zeynel gider. Bir de ne görsün;mutfakta kazanlar kaynıyor. Ancak aş kazanlarının başında  yaşlıca ihtiyar kişiler oturmuş. Kazanın altına uzattıkları parmak uçlarından alevler fışkırıyor. Kazanlar da fokur fokur kaynıyor. Yemek piştikten sonra aşçı başı kazanların başında:”Bârekallah ve berekâtı kelâmullah”duasının bereketiyle millet doyuyor,kaplarındaki bitiyor. Ancak karavanalar dop dolu.

            Zeynel bu durumun,üzerinde icra ettiği tesirden yanlarında kalmayı istiyor,ancak kabul edilmiyor.

            Bu Zeynel daha sonra çavuş olarak istiklal savaşına katılıyor.

            -18-Mart-1915 günü;her zaman olduğu gibi yine imanın tekniğe,mananın maddeye,hakkın batıla,imanın küfre;düğüne gidercesine ölümün yüzüne gülüp,ölüme gidenlerle,ölümden ve ölmekten kaçanların buluştuğu muhteşem bir gündür.

            Düşman kumandanlarını hayrette bırakan manzaralar. Yer gök ölü püskürdüğü halde gelişmeler sadece santim santim. Çanakkale geçilmemekte. Zira Mehmetçik et ve kemiğinden duvar örmüş,kanını da harç yapmış. İlahi terkibli bir kale…

            -Çanakkale gazilerinden Mülazım Halit Üngör’ün ifadesi üzere:”Siperde iken düşman tarafından bir asker sıçraya sıçraya bize doğru geliyordu. Eratlar ateş ettiği halde vurulmuyordu. Anlaşılan bomba atma mesafesine girince el bombası atacaktı. Nişan aldım ve vurdum. Sürüne sürüne yanına gidip üstünü aradığımda üzerinden bir Kur’an çıktı. Müslüman olduğunu anlamıştım. Ah bu sömürgeci ingilizler,fransızlar… Bu Kur’an Çanakkale abide altı müzesine tarafımdan hediye edilmiştir. Yıl ise 15-Nisan-1915 idi.

            (Devamla);22-Haziran-1915 saat 10’da tel örgüleri önünde yaptığımız bir hücum esnasında yaralandım. Mitralyöz kurşunu ile olduğunu zannederim. Kurşun,omuzumda asılı çantayı delerek geçti. Bu çanta ve kanlı gömleğimi bir hatıra olmak üzere sakladım.”der.

            -Çanakkale askeri bedrin arslanlarını hatırlattığı gibi,bir cihetle Yavuz’un askerlerini de hatırlatmaktadır: İşte bir Çanakkale şehidi olan Hasan Etem’in 17-Nisan-1915’de annesine yazdığı uzun mektubun bir bölümü:

            İşte bu geçen dakikalar anında,hizmet eri!

            -Efendim,çayınız,buyurunuz içiniz,dedi.

            -Pekala,dedim. Aldım baktım,sütlü çay…

            -Mustafa bu sütü nereden aldın?dedim.

            -Efendim,şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?

            -Evet,dedim. Evet ne kadar güzel.

            -İşte onun çobanından 10 paraya aldım. Bağlardan üzüm alıp,asmalarının altına Yavuz’un askerleri de parasını koymuştu. Ruh aynı ruh…

            -Başta ingiliz olmak üzere dünya devletlerinin harb sahasında –her ne kadar imkansızlıklar söz konusu olsa da- bizlerden almaları gereken çok ders ve ibretler vardır.

            İşte hatıralar, Mehmet Niyazi-Çanakkale Mahşeri-kitabından:”Şerifali Arslan-Çan/Mallı Köyü: “Seddülbahir’de Şeytandere’ye geldik. Bulunduğumuz yer açıklık. Gavur bir nefer görse yağdırıyor mermiyi, kavuruyor ortalığı kafir. İkindi sıralarıydı. El Turan Tabyası’ndan yürüdü asker. Biz ateşe davrandık. Ermeni vardı aramızda. O da asker, postalık yapıyordu. Ermeni posta bağırıyor; “Atmayın, bizim askerler” diye. Ateşi kestik. Bir takım asker kalmış koca 26. Alay’dan. 26. Alay’ı karıştırıvermiş daneyle (bomba) kafir. 26. Alay’ın yerini aldık 25. Alay olarak. Bir de Seyyar Jandarma Alayı vardı. Onlar da bizlerle beraber eridiler gittiler. Orada bir burunda kaldık bir akşam üzeri. Üzerimize çeviriverdi makinalı tüfeği düşman. 3 kişi kaldık koca takımdan.”

            – Mehmet Yavaş, Çan-Göle Köyü: “16 yılda geldim köyüme. Balkan’a, Rus’a gittim. Çanakkale’de çarpıştım. Sabaha karşı bir vapur geldi Seddülbahir önüne. Geminin etrafı fırdolayı kayık. Manga kolunda kayıklar siperlere doğru geliyorlar. Tüfeklerin mesafesine girince, ateşe başladık. Öğleye kadar kayık kırdık orada. Ne kayığı bitti, ne askeri bitti kafirin. Denizin üzeri hep gemiydi. Gavurun zırhlısı çoktu. Atılan mermiler üzerimizden geçip gerilerimize düşüyor. Sonra Eşek Adaları tarafından ateş açtılar üzerimize, 26. Alay’ı toprağa gömüverdiler. Biz 25 kişi bir sıçanyolu bulup çıktık. Bir baktık Seddülbahir önlerindeyiz. Gökyüzünde bir mermi patlıyor. Lapır lapır dolu gibi kurşun yağıyor üzerimize. Bir binbaşı bizi orada bir derenin içine götürdü. “Arkadaşlar vatan elden gidiyor, namus gidiyor, ırz gidiyor” diye konuştu. Binbaşıyla 26 kişi olmuştuk. Soğandere’de hücuma kalktık. Denizden gavurun makinalı tüfek ateşi geliyordu. Biz ateş ediyoruz. Gavur da askerini kılıçla döve döve üzerimize yürütüyor. Ama askeri yürümüyor gavurun. Yatsıya kadar ateş yaptık. Soğandere’de belimden ve bacağımdan yaralandım.

“Çanakkale içinde bir dolu sandık 
Alayların içinde dört asker kaldık 
Çanakkale içinde bir top kestane 
Kalan gazilere çalı dibi hastane.”

Gavur kaçtıktan sonra bir kısmımız Mekke tarafına gitti. Bizim alay Rus’a gitti. Ruslar’la ve Ermeniler’le harp ettik. Cenk için dolaştık dünyayı şöyle bir çevirdik. Hamdolsun.”

            – Mehmet Öztürk, Biga – Gürçeşme Köyü: “10 senede geldim askerden. İlkin Çanakkale’de girdim savaşa. Çanakkale’de topçu ayırdılar beni. 5. Bölük’e düştüm. Üç gün sonra geçirdiler bizi karşı yakaya. Arıburnu tarafına.. Üç ay ateş ettik düşmana. Ne Boğaz’dan geçebildi, ne karadan. Geri gitti. Biz Ali İhsan Paşa cephesindeyiz. Seferberlikte 80 kişi gitti bizim köyden. Ben Arabistan’a gittiğim için geç geldim köye. Çanakkale’de kırıldı bizim bu köyden gidenlerin çoğu, birkaç kişi ancak gelmişler. Onlar da ya kolu yok… Ya bacağı.”

            – Ali Demirel, Biga-Gündoğdu Bucağı: “Köyden bir çıktım 8 senede geldim. Arıburnu Cephesi’nde 27. Alay’daydım. Alayın o meşhur aynalı tüfeklerini ben yapardım. Düşmanın çıktığı sabah, 1 ve 3. Taburlar Maydos (Eceabat)’taydılar. Biz yalnız İkinci Tabur vardık Arıburnu’nda. Arkadan 1. ve 3. Taburlar da yetiştiler. Gavur bizim üzerimize çıktı. Bütün alayca hücum ettik düşmana. Bizim bölükte bütün subaylar vuruldu. Lapsekili Eyüp Sabri kaldı bölüğün başında, başçavuştu.. Düşman mevzileri bize çok yakındılar. Bomba atarlardı bizim mevzilerimize. Düşman kaçarken, tünel kazıp içine dinamit doldurmuş. Patlatınca bizden bir bölük gitti. Kimse kurtulamadı. Toprak minare gibi havaya çıktı. Düşman mevzilerine yaptığımız bir hücumdan, bir aynalı tüfek ele geçirmiştik. Tüfeğe baka baka bizim tüfeklere ayna siper yaptım. Kafanı çıkarmadan aynalara bakıp düşmanı görürdün. Gavur üzerimize çıkınca hücum ettik. O ara ateşe tuttu bizi kafir. Kalçalarımdan yaralandım. Üç ay yattım. Sonra mevzilere döndüm.”

           

BİR  YOLCUYA

 

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,

İstiklal uğrunda, namus yolunda, Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

 

Bu tümsek, koparken büyük zelzele, Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı boğuldu sele, Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin, Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,

Bir harbin sonunda, bütün milletin, Hürriyet zevkini tattığı yerdir.( NECMETTİN HALİL ONAN)

 

ŞEHİTLER ABİDESİ İÇİN

Gökkubbenin altında yatar, al kan içinde,

Ey yolcu, şu toprak için can veren erler.

Hakk’ın bu veli kulları taş türbeye girmez,

Gufrana bürünmüş, yalınız Fatiha bekler.

 

            ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE

            Şu boğaz harbi nedir? Var mı dünyada eşi?

            En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

            Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

            Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

            Ne hayasızca tahaşşüd ki,ufuklar kapalı!

            Nerde,gösterdiği vahşetle,bu bir Avrupalı

            Dedirir,yırtıcı,his yoksulu,sırtlan kümesi,

            Varsa gelmiş,açılıp mahpesi,yahut kafesi.

            Eski dünya yeni dünya,bütün akvam-ı beşer,

            Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi,hakikat mahşer,

            Yedi iklim-i cihanın duruyor karşısında,

            Avustralya’yla beraber bakıyorum Kanada

            Çehreler başka,lisanlar,deriler rengâ renk

            Sade bir hadise var ortada,vahşetler denk.

            Kimi hindu,kimi yamyam,kimi bilmem ne bela,

            Hani,tauna da züldür bu rezil istila.

            Ah o yirminci asır yok mu? O mahluku asil,

            Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil.

            Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına,

            Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına

            Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz,

            Medeniyet denilen kahpe,hakikat yüzsüz.

            Sonra mel’undaki tahribe müekkel esbab,

            Öyle müthiş ki,eder her biri bir mülkü harab…

                                   **********

            Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

            Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın

            hercü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab

            Seni ancak ebediyetler eder istiâb.

                        ——-

            Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem:

            Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

            Tüllenen mağribi,akşamları sarsam yarana…

            Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

                        ——–

            Sen ki,son ehli salibin kırarak savletini,

            Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i,

            Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…

            Sen ki,İslâmı kuşatmış,boğuyorken husran,

            O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

            Sen ki,ruhunla beraber gezer ecramı adın;

            Sen ki,a’sara gömülsen taşacaksın… Heyhat,

            Sana gelmez bu ufuklar,seni almaz bu cihat…

            Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber

            Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.

                                   *******

            Çanakkale içinde aynalı çarşı

            Anne ben gidiyorum düşmana karşı

            Çanakkale içinde sıra sıra selviler

            Binbaşılar oturmuş,asker öğütler

            Çanakkale içinde bir kırık testi

            Anneler ve babalar ümidi kesti

            Arı Burnu’ndan çıktık,yan basa basa

            Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa…

                                   ********

            Gök kubbenin altında yatar,al kan içinde,

            Ey yolcu,şu topraklar için can veren erler.

            Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez

            Gufrana bürünmüş,yalnız Fatiha bekler….

 

                                                                                              MEHMET    ÖZÇELİK

                                                                                                          

[1] Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. (Terc.Heyet) 2 / 40,153,166,Konularına göre Kur’an-ı Kerim fihristi. N. Yüksel.sh.183-192 arası.

[2] Zaman gaz. 15-3-1991.

[3] Agg.18-3-1991.

[4] Agg.18-3-1991.

[5] 10 yıl savaş.agy. 90-91,bak . Zaman gaz.18-3-1991.

[6] Agg.18-3-1991,19-3-1991. M. Kafkas.

[7] Agg.19-3-1991 ve age.

[8] Agg.19-3-1991.

[9] Agg.19-3-1991.

[10] Agg.19-3-1991.

[11] Agg.17-3-1993.

[12] Agg.18-19-Mart-1991.

[13] Agg.18-3-1991.

[14] Agg.19-3-1991.

[15] Agg.17-3-1992.

[16] Agg.19-3-1991.

[17] Agg.17-3-1992.

[18] Agg.18-3-1992. Hatıralar ışığında çanakkale. İ. Refik.

[19] Rusya askeri bilimler akademisi üyesi Prof- Lev Alexandroviç Bezimenski-yenin arşiv belgesindeki plana göre,hedef bu idi.Bak.Türkiye gazt.10-5-1996.

[20] 10 yıl savaş.Agg.19-3-1992.

[21] Agg.19-3-1992.

[22] Zafer derg.Mart.1990.

[23] Yeni Asya gazt.30-8-1980.

[24] Zaman gazt. 18-19-Mart-1992,20-3-1992.N. Şahiner,21-3-1992.