KİM KİMDE ?

KİM KİMDE ?

Evet,kim kimde? İnsan mı dünyanın içinde,yoksa dünya mı insanın içinde bulunmaktadır? Belki de her ikisi?

Maddi-manevi duygularıyla insan tam bir madde ve dünya haine gelmiş… Herkesin ağzında dünya. Herkes maddeyi konuşuyor. Manadan bir eser yok…

Zahiren dünyada yaşıyoruz. Ancak maddenin bizdeki galebesiyle,madde ve dünya kendi iç alemimizde büyük bir yer tutmuş Hiç çıkmıyor. Belki de mana pek girmiyor?

İki-üç kişi bir araya geldi mi,hemen maddeye birincilik ve öncelik veriliyor. Sonuna kadar onunla devam eden sohbet,neticede yine onunla sonlanıyor.

Böylece o sohbeti ebedileştirecek,ebede ve sonsuz hayata aid bir değer kılacak bir söz olmadığından,sohbette buraya münhasır ve burada kalıyor,kıymetsizleşiyor. Neticede,hayatta neticesiz ve geçici bir hayattan ibaret kalmış oluyor.

Oysa bu sohbetimizi ebedileştirebiliriz. Sonsuz meyveler ve neticeler verdirebiliriz. Sohbete imandan ve Kur’an-dan bir renk ve güzellik katarak…

Zira bizler bu dünyanın malı değiliz. Buradakileri de o ebedi aleme götürecek de değiliz. Çünkü buranın silik parası,o sonsuzluk yurdunda geçmez.

Kendi memleketinden kalkıp başka bir devlete giden bir insan,oraya aid olan –Riyal-Mark-Dolar- gibi paraları yanına alıp kullanması gerekiyorsa,aksi takdirde mağdur kalacaktır. Öyle de;ahiret yolunun yolcusu olan insanında ebedi aleme aid geçer bir akçeyle gitmesi bir çok işlerini kolaylaştıracak,rahat ettirecektir.

Dünyanın maaşı,enflasyonu,zammı,fiyatları orada yoktur. Bütün bunlar hep kabir kapısına kadardır. Orada biter ve söner.

Ebede namzed olan insan,ebedi şeylerle meşgul olmalıdır. Kıymeti de onu gerektirmektedir. Layık olan da budur.

Çocuk gibi,bir müddet sonra kırılacak ve bozulacak olan şeylere,oyuncaklara kalb bağlanır ise,ulvi ve yüce şeyler hep gerilerde kalacaktır. Duygu ve kabiliyetler de sönecektir.

Genelde;büyük insanlar bir ataya geldiklerinde,büyük şeylerden konuşurlar. Küçük şeylerle pek meşgul olmazlar. Ancak küçüklere baktığımızda küçük ve kıymetsiz şeylerin talebindedirler.

İnsanlar nasıl düşünür,konuşurlarsa;öyle de yaşarlar. Nasıl yaşarlarsa,öyle de ölürler. Nasıl ölürlerse,öyle de dirilirler ve haşrolurlar.

Varsın dünyanın malı ahirete gölge olmasın,burada kalıb,oraya manası gitsin.

Bana seni gerek,seni,demeli…Leyla’dan önce Mevla’yı bulmalı. Yunus misal:Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun.

İbrahim (AS) vâri:”Sönüp giden,yok olup kaybolan şeyleri sevmem.”[1]

Dünya ve içindekiler dünya kasasında kalsın,kalb kesesine konulmasın.

“Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz.”[2]

Hadis-de:”Dünya,yurdu olmayanın yurdu,malı olmayanın malı ve aklı olmayanın topladığı şeydir.”

-“Kim dünyayı severse ahiretine zarar verir. Kim ahiretini severse dünyasına zarar vermiş olur. Bâki olanı fâni olana tercih ediniz.”[3]

20-12-1994

MEHMET ÖZÇELİK

[1] En’am.76.

[2] Bakara.156.

[3] İbni Kesir Muhtasarı. (Arapça) 3 / 631.




K A N

– K A N

İnsanlık tarihi ilk kanını Kâbil-in Hâbil-i öldürmesiyle[1] başlatmış ve akıtmış,tarih boyunca akan ve akıtılan bu kan,hala zamanımıza kadar da devam edip,süre gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de kan (dem) doğrudan on ayette[2] geçmektedir.

İnsanlığın yaratılışında meleklerin İstifsar yani açıklanmasını isteme babında Cenâb-ı Hakka karşı ilk ifadeleri ibret-amizdir=

“Hatırla ki Rabbin meleklere:Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,dedi. Onlar=Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken,yeryüzünde fesat çıkaracak,orada KAN dökecek insanı mı halife kılıyorsun?dediler. Allah’da onlara:Sizin bilemeyeceğinizi her halde ben bilirim,dedi.”[3]

Kan görme,kan akıtma bu bir insan tabiatının fıtri bir halidir. Ancak her şeyde olduğu gibi,bunda da iyiye,hayra ve doğruya yönlendirmek gerekmektedir.

Nitekim bir şeydeki helal veya haramlık;o şeydeki emir veya nehye bakar. Allah emreder iyi olur,nehyeder şer ve kötü olur. İllet ve sebep budur ve Hak-dandır.

Allah’ın izni ve rızasına göre hüküm almakta ve verilmektedir.

Mesela;yemek helal iken,yasaklanmış veya başkasına aid ise haram olmaktadır.

Domuz,kan,leş,Allah’dan başkası adına kesilen haram iken,mecellede ki hüküm gereğince”Zaruretler haramı helal kılar-bu durumda haddi aşmadan,doymadan yenilmesinde günah yoktur.[4]

Evlilik helal iken,zina haram kılınmıştır.[5]

Adam öldürüp,kan akıtmak haram iken[6],Allah yolunda cihad etmek helal kılınmıştır.[7]

Hayvana eziyet haram iken,Allah için kurbanlık bir hayvanın kanını akıtmak helal kılınmıştır.

Ve bir kurban Allah için kesilirken helal,O’nun ğayrı,putlar adına[8] veya besmelesiz kesilen[9] hayvanlar haram kılınmıştır.

Kadındaki kan yani ay hali (hayız)onlar için bir eziyettir.[10] Temizlenmek eziyetten kurtulmadır.

Abdeste mani olan kadın akması,elbise de bulunması halinde de namaza manidir.

İnsanın içerisinde duran kan hayata hayat katar iken,akması halinde hayatı tüketmekte,çalışan organları çalışmaz hale getirmektedir.

Tarih boyunca hayata ve insanlığa düşman olanlar,sürekli kan akıtmakla hayat bulacaklarını sanmışlardır. Yüz binler bir çırpıda öldürülürken,zulüm binaları onların üzerine kurulmuş,neticede de âbad olmadan kendileri de berbad olarak bu dünyadan göçüp gitmişlerdir.

Ne insanlar kana doymuş,ne de dünya…

Kan içenler,kana susamış kansızlar olarak tarihe geçmiş,silinmez bir kan lekesi halinde kalmışlardır.

Kan kendi içinde güzeldir,dışa akmadıkça…

Balık suda hayat bulduğu gibi,sudan çıkmadıkça…

10-3-1998

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Maide.27-32,bkn.Konularına göre K.Kerim Fihristi. N.Yüksel.sh.263.

[2] Bakara.30,84,173,Maide.3,En’am.145,A’raf.133,Yusuf.18,Nahl.66,115,Hac.37,bkn.Mu’cemul Müfehres.M.F.Abdulbaki.sh.261.

[3] Bakara.30.

[4] Bakara.173,Maide.3,En’am.145,Nahl.115.

[5] İsra.32,Nur.30-31,Furkan.68.

[6] Furkan.68.

[7] Nisa.95-96,Enfal.72,Tevbe.19-20,41,44,Furkan.52,Hac.78,Hucurat.15.

[8] Maide.3.

[9] En’am.121.

[10] Bakara.222.




KILIÇ KUŞANANIN , AT BİNENİN , SİYASET SİYASETİ YAPANINDIR

KILIÇ KUŞANANIN , AT BİNENİN , SİYASET SİYASETİ YAPANINDIR

Vasıtanın önemi veya önemsizliği,kullanana göre şekillenmekte ve kıymet almaktadır.

Vasıta ve vesile,ancak vasıta ve vesiledir. Vesilelikten öte bir kıymeti yoktur.

Bir silah,bir bıçak,bir ateş v.s.,araçlar yönlendirenin yönlendirmesiyle yönlenirler.

Siyasette bir vasıtadır.

Siyasetçiye göre siyaset yönlenir.

Siyaset,iyi bir idare ve sevk aracı iken,kötü bir siyasetçinin elinde menfur bir alet olur.

Düşmanın elindeki bir ateş tüm dünyayı yakıp,herkesi ağlatırken,dostun elinde,her şeyi pişiren,ısıtan sıcak bir alet olup,herkesi güldürür.

Güldürme ve ağlatma,onu yapana göredir.

Oldurma,öldürme ve de sildirme,onu uygulayana göredir.

Kılıcı kuşanan kim? Kim kuşandı?

Ata binen kim ? Kim bindi ata?

Siyaseti yapan kim? Kim yapmakta siyaseti?

Takdirle mukadder…

21-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK




KANSER VE SEBEBLERİ

KANSER VE SEBEBLERİ

Erişkin olan bir insanda takriben 50 trilyon hücre bulunmaktadır. Hayat tek bir hücre ile başlar. Büyüme tamamlanıncaya kadar milyonlarca defa bölünme gerçekleşir. Bölünme,lalettayin bir bölünme olmayıp,mükemmel bir sistemle kontrol edilir. Büyüme tamamlandıktan sonra da bölünme devam eder. Bu ise yavaş yavaş olup,ölen ve zedelenen hücrelerin yerini almak içindir.

Kanser ise bu sistemin bozulmasıdır.

Cenâb-ı Hak geçmiş ümmetleri çeşitli cezalar ile cezalandırmış,ağır imtihanlarla,ince elekten eler gibi elemiştir.

Bizlerde bunlardan nasibimizi çeşitli şekillerde almaktayız.

Bazen ibret,bazen ders,bazen ceza,bazen kaza,bazen keffâret,bazen de lütuf ve kahrın değişik tecellileriyle görmekteyiz.

Netice;su-i istimalimizin bir neticesidir.

Vücuttaki fiziki yapının dengesindeki bozukluk,manen ve moralmen çökmüşlük kanser illetini öldürücü kılmaktadır.

Muhtelif şekilleri olan kanserin tedavisinde üç metot tavsiye edilir=1)İlaç 2)Işın 3)Neşter.[1]

Şu bir gerçektir ki;kanserde en müessir bir tedavi yöntemi;onu İmanla yenmek,İmanın tezahürü olan sevgiyle izale etmek,bitkisel ilaçlarla,sebze ve meyve gibi yiyeceklerle tedavisine çalışmak.

Kendisine,İngiliz doktorların Londra hastanesinde 40 gün ömür biçmelerine rağmen birkaç yıl yaşayan Bediüzzamanın avukatlarından Bekir Berk’e”İngiliz doktorlar;seni,bizim ilaçlarımız değil,sana yapılan dualar kurtardı dedi”diye nakleder.

Bu konuda doktorlarımızdan Dr.S.Saygılı;”Dua,kanseri tedavide önemli bir faktördür.”

Prof. Dr.U.Derman:”Moral gücü ve inancın kanser gibi uzun süreli bir hastalığın iyileşmesinde bir ölçüde etkisi vardır.”

Prof. Dr. A.Songar:”Nice tedavisi mümkün olmayan hasta Allah’a bağlanarak,tevekkül ederek kurtulmuştur.”

Prof. Dr. S.Yalçın:”inanmaya bağlı “şifa”olaylarının sayısız örnekleri vardır.”

Doç. Dr. M. Çakmak:”Kansere yakalanıp sevgiyle iyi olan bir genç kız vardı. Yıllar geçti,evlendi ve çocuğu bile oldu.”[2]

Bitkisel tedavinin de kanseri yenmede önemli bir rolü olduğu da gerçek ve tecrübe edilmiş bir vakıadır.

Prof. A. Songar:”Çörek otu,susam ve bal gibi vitaminlerle immün (bağışıklık)sistemi geliştirilerek akciğer kanserini yenen ilim adamları var.”der.[3]

Kansere sebep olan vücuttaki bu anarşiyi,dengesizlik ve sağlıksızlığı uygulamada yapılacak en iyi yöntem;anarşiyi durdurup,emniyeti sağlamak,dengeli beslenme ve sağlıklı bir hayatı temin ile olacaktır.

Tavsiye edilen ve edilecek olan bitkiler ise;Isırgan otu,yılan otu,zakkum,porsuk bitkisi,kum zambağı,çörek otu,çiriş otu,merkep hıyarı,kaplumbağa kabuğu tozu,incir ve kuşburnu..”[4]

Özellikle karabaş balı veya karabaş otu,değil sadece kansere aynı zamanda bir çok hastalığa,özellikle damar açıcı olarak tedavide kullanılmıştır. Çünki bir çok hastalığın sebeplerinin başında,damar tıkanıklığı gelmektedir.

Mübalağa gibi görülse de;ölüm hariç her derde deva olabilecek nitelikte bir bitkidir Karabaş Balı.

Zaten bütün ilaçlarda bitkilerden yapılmaktadır.

1996 yılının bir yaz günü Bolu/Gerede yol ayırımında inmiş,Gerede’ye gidecektim. Yolu kesin tesbit etmek için tarlada çalışan kadınlı-erkekli otuzdan fazla insan vardı. Birisine ne yapmakta olduklarını sorduğumda;bana şunları anlattı:

“Biz her sene gelir bu –Lacivert renkli- otlardan ve başkada bulunan değişik otlardan toplar,patrona kilo karşılığı veririz. Oda bunları bir Alman eczacılık firmasına satar.

Patronumuz birkaç kamyon dolu bu çiçeklerden gönderdi ve biz de bir müddet daha toplamaya devam edeceğiz.”

Evet,bizim itibar etmeyip belki ihmal ettiğimiz bir uygulamayı başka devletler,uzaktan gelerek bizatihi uygulamaktadırlar.

Yemeyenin malını yerler.

“Ülkemizde ham maddesi bitki olan halihazırda 122 ilaç bulunmaktadır. Tedavi maksadıyla ise 500-den fazla bitki türü kullanılmaktadır. Dünyada bu gayeyle kullanılan şifalı bitki sayısı 20.000-i aşmaktadır.”[5]

Toplamayanın malını da böyle toplarlar.

Sebze ve meyvelerin de önemli çapta önleyici ve frenleyici özellikleri vardır.Bunlar;Lahana,kabak,şeftali,çilek,domates,mısır,havuç,portakal ve diğerleri…[6]

Derdi veren Allah,dermanı da vermiştir. Yeter ki aransın!

Nitekim bizde,kanseri tedavi edebileceğini söyleyip,adeta yüz bulamayarak azarlanan Dr. Ziya Özel’e,batı kucak açtı,onu davet edip,her türlü kolaylığı gösterecekleri garantisini de verdiler. Biz hakkını vermezken…

Doktorunun kıymetini bilmeyen,ölsün!

Kansere sebep olan faktörler içerisinde;Sigara,alkol,deterjanlar,kozmotik ilaçlar,sun’i gübreler,zira-i ilaçlar,nitrikli yiyecekler,radyoaktif maddeler,virüsler,stress-şehir hayatının gürültüsü,kimyasal organik maddeler,boyalı şekerler,izolasyonlu evler,kanser yapıcı genler,bacalardan çıkan isler,kızartmalar,kanser ilaçları,eksoz gazları.[7]

Tedbirleri konusunda ise;Sekiz saat çalışın.Sekiz saat dinlenin.Sekiz saat uyuyun.Her sabah bir duş alın.Her gün A,C ve E vitaminli besinler alın. Alkol içmeyin.Sigara içmeyin.Bir öğünde fazla yemeyin. Israrla aynı şeyi yemeyin. Kızartmalar yemeyin.[8]

İbni Sina-nın:”tıbb ilmini iki kelimede topladım.”sözünün hakikatı bir kez daha görülmektedir;

1)Yediğin zaman az ye. Yedikten sonra 4-5 saat ara ile daha yeme. Çünki şifa hazımdadır.

2)Konuştuğun zaman az konuş. Sözün güzelliği kısalığındadır.

Çaresi bulunabilecek olan kansere karşı,çaresi olmayan,çaresizlerin tek çaresi olan ölüm hakikatı,her an kendini hatırlatmaktadır.

Özellikle ve özellikle deterjanın temizleyici özelliği nazara verilirken;onda bulunan bileşik maddelerin çevredeki mikroorganizmalar tarafından parçalanamamasıyla;hem çevreyi kirletmekte,hem de kansere neden olmaktadır.[9]

Fıtri güzelliğini göremeyen insanların özellikle bayanların,sun’i güzellik sevdasından dolayı kozmetik kullanımı da hem allerjilere,hem de kansere yol açan faktörlerdendir.

Gıdaların saklanmasında kullanılan plastik kablarında,karışık maddelerin gıdalara geçmesi suretiyle kansere neden olduğu da ifade edilir.

Özellikle domuz margarin yağlarının da kanser riskinde rol oynadığı unutulmamalıdır. Onun yerine sıvı yağlar tercih edilmelidir.

Her yönüyle sağlığı koruyan İslamiyet;getirdiği önleyici tedbirler,yaptığı tavsiyeler ile sağlıklı bir hayatı temin etmektedir.

Nitekim;sünnet olma sünneti ile penis kanseri olma riskini azaltmaktadır.

Ayette:” Çocukların iki yıl emzirilmeleri[10] tavsiyesi ile[11]ilmi bir hakikatı ortaya koyarak,bir yandan çocuklardaki ölüm riskini azaltmakta,diğer yandan da beyni ve tüm vücudu beslemektedir.

En büyük ve en sağlıklı insaniyet,İslâmiyet iledir.

11-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.Türkiye gaz.1-3-1991.

[2] Agg.25-2-1991.

[3] Agg.24-2-1991.

[4] Agg.28-2-1991.

[5] Sızıntı der.Temmuz.1996.sh.257.

[6] Agg.26-2-1991.

[7] Agg.27-2-1991.

[8] Agg.1-3-1991.

[9] Bkn.Vakit gaz.27-3-1994.

[10] Bakara.233,Lokman.14,Ahkaf.15.

[11] Bak.zaman gaz.24-12-1994.




KAHVENİN HATIRI KALMADI

KAHVENİN HATIRI KALMADI

Aslında kahve kalmadı. Çünki babalar onu eve almazken,evlerde de aldıracak kalmadı.

Kahve hatırdır. Hatır gitti! Hiç kahve durur mu? Hatırın olmadığı yerde,kahve kalır mı? Hiç duru mu?

Hatır ve hatıraların yad-ı olmalı,ya-da gelmeli. Tâ ki adı olmalı,kendi kalmalı…

Toplum hafızasını kaybetmiş. Bir kısmı rafa kaldırmış,kimisinin de arşivde saklı…

Hafıza kayıb,hatır kayıb,elbette kahveye ise;kalmak ayıb…

Acı kahvenin tatlı hatırasının yerini bugün,zehirli,isli,pis sigara almış. Onda ise,hatır değil,çifteli katır nalları kalmış…

Sıcak gibi görünen ikram içinde,soğuk bir isyan üfürülmektedir.

İsyan ve onu takibeden nisyan bulutları ufkumuzu kaplamış. Daha doğrusu kapamış,kapatmış…

Bizi bizden koparmış. Değerlerimizi aparmış. Meçhullere doğru fırlatmış. Her şeyimiz meçhullerde. Mazide de kalmamış.

Kahvede,kahvemiz de bundan nasibini almış.

Kahve,âah-sız dünyanın içeceği..

Bugün kahve kalmadı,yerini aah-lar aldı.

-Kahve-i rûh-i siyahım şifâ verir bedene.

Mevlam rahmet eylemesin tütün icad edene.

Tütüne murdar demeyin,onu içen âr eder.

Tütünü necasete atmayın,necaseti murdar eder.

İşte müsebbiblerinden bir kaçı;Artık daveti terslemiş,adavete icabet etmişiz.

Neticesi tatlı olan acıları bırakmış,yerini öcülere terk etmişiz.

Dünyaya öcüler hakim,öncüler gittiğinden beri…

Ufuklarla ve ufuklarda değil,ufaklarla meşgulüz. Çünki ya ufkumuzu kaybetmişiz,yada dar…

7-12-1997

MEHMET ÖZÇELİK




ŞERRE KARŞI BİLE İYİLİK İYİLİK GETİRİR

ŞERRE KARŞI BİLE İYİLİK İYİLİK GETİRİR

Adıyaman-ın eşraf ve tüccarlarından Muhammet Ali Özçelik ticaret için,kumaş almak üzere Gazianteb ve Halebe gider,mal alırdı.

Yine bir gün G. Antebe gitmiş,her zaman kalmış olduğu Arpacı Ali-nin hanına yerleşmişti.

Han ise;alt katı hayvanlar için,üst katı da otel olarak kullanılıyordu.

Gece yatmak üzere odasına çekilmiş,uykuya dalmak üzere idi. Birden bir elin kemerinde dolaştığını fark etti. Üzerine atlayıb yakaladığı adamın kulağı eline gelmişti.

Bu genç birisi idi. Kendisine yalvarıp yakarıyor,bırakmasını istiyordu. Borcunun çok olup,otelciye bile veremediği parasından dolayı yatağına el koyup,bunu bir ihtiyaçtan dolayı yaptığını söylüyordu.

Bu yalvarışa fazla dayanamayıp o gence acıdı,bununla da kalmayıp sabah olunca otelde bulunan Adıyamanlı hemşerilerinden topladığı paralarla da hem gencin borçlarını ödedi,hem de ona harçlık verdi.

Durumu kendisine ilettiği otelci de insafa gelmiş,onların yaptığı civanmertliğe kendiside yatağı vererek,borçlarını da silmekle katkıda bulunmuştu.

Yıllar yılları kovaladı. Öyle ki aradan tam yedi yıl geçmişti. Yedi arkadaşıyla Halebe gitmiş,mal alarak geri dönmek üzere yola çıkmışlardı.

Bir müddet sonra yolda kendisiyle beraber arkadaşlarını eşkiyâlar sarmış,mallarını almaya koyulmuşlardı. Tam bu sırada ileriden gelen –durun-sesiyle herkes durmuş,kendileri de şaşkın bir şekilde bekleşmeye ve başlarına gelecekleri korku ve dehşet ile

düşünmeye başlamışlardı.

Eşkıya grubunun reisi olduğu anlaşılan bu şahıs kendisinin önüne gelerek hürmet ve saygı gösteriyordu.

Bu da ne idi? Azar ve tekdir yerine,bu taltifler?

Çölün ortasında,eşkiyâların arasında bulunan bu şahıs da kim di? Kendisi gibi,hiç kimse de bir şey anlamış değildi?

Neticede reis olan o kimse kendisini açıklamış minnetini dile getirmişti;ta yedi yıl önce kendisine otelde iyilikte bulunmuş olduğu o genç hırsız idi.

Yeme,içme,kalma gibi her türlü ikramda bulunan bu şahış,G. Antep sınırına kadar getirdiği bu tüccarlara adeta bir siyânet,koruyucu melek muamelesi yapmış,memnun ederek onları uğurlamıştı.

Yedi yıl önce yapılan iyilik,iyilik getirmiş,hem malları,belki de canları korunmuştu.

05 09 1999

MEHMET ÖZÇELİK




G A F L E T

G A F L E T

Âyette:”Kendi kendine yalvararak ve ürpererek,yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.”[1]

Gaflet,bulut anlamına olup,kalbin üstünü örterek bulutlamasından bu ad verilmiştir.

Bir kâfir için küfrü ne ise,bir mü’min için de gaflet ve sefaheti odur. O derece mü’mine zarar verir.

Demiri eritmede pasın rolü ne ise,iman için de günah ve gafletin rolü öyledir.

Zira;”Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse,kurt değil,belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor.”[2] O günah,büyük bir canavar olup,sahibini yutar. Dünya ve ahiretini mahveder.

Gafleti izale edecek olan Allah’ı zikir,onu hatırlama ve anmadır. Tersi yönüyle,gafleti besleyen Allah’ı unutmadır.

Âyette:”Allah kimin gönlünü İslâma açmışsa o,Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah’ı anmak hususunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”[3]

“Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa,yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz.”[4]

Hadisde de:”Şurası muhakkak ki,bazen kalbime gaflet çöker. Ancak ben Allah’a günde yüz sefer istiğfar eder.(affımı dilerim.)”[5]

İstiğfar günahı gerektirir. Bu vesile ile gaflete yardım eden en büyük amil gaflettir. Bediüzzamanın ifadesiyle:”Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra ta nuru imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.”[6]

Peygamberimizin istiğfarı;devamlı terakki ve yükselişi ifade manasında denilmiştir. Yani onun iki gününün eşit olmayıp,ibadet ve taatte bir sonraki gününün,bir önceki gününden daha üstün oluşundan ileri gelir.

Kadı Iyaz ve İbnul Esir bunu şöyle anlatır:”(örtüden)maksad;Rasulullahın şe’ni olan mütemadi zikrine giren fasılalardır. Her hangi bir iş sebebiyle,bu zikrine fasıla girdi mi,bunu bir günah addeder,arkadan istiğfarda bulunurdu.”der.

Bu bir nevi ibadet,tazim ve şükür anlamınadır istiğfar. Ve”Tıpkı göz kapağı gibi”Göze gelen çöpü atmak üzere onu bir an için kapar. Bu,zahirde görmeyi engellerse de,hakikatta görmeye kemal getirir.” [7]

Yaz zamanı gaflet zamanıdır. Sefâhetin ve fuhşun kol gezdiği bir andır. Günahların insana fazlaca hücum ettiği vakitlerdir. Yaz zamanı adeta cennet kapılarının kapanıp,cehennem kapılarının açıldığı aylardır.

Sakınıla… Korunula… Kaçınıla…

Gerek sefâhet ve kötülüklere ve günahlara karşı en önemli tesirlerden birisi de Kur’an-ın okunması,öğrenilmesi ve anlaşılmasıdır. onu anlatan hakikatların dinlenilmesidir.

Kur’an kalblere gıda ve saykaldır.

Ölümde gafleti izale eder. Ölümü düşünmek,ölümü anmak…

Ölüm var ölüm,ölünde görün…

Ölümü gören ve bilen bir insan;günahlara ne derece rahatlıkla girebilir?

İçtima-i hayatın her olumsuzluğu gaflete yardım eder,kasavet bulutlarını arttırır.

Allah kâfirleri gafletle ve “yüz çevirici” olarak vasfetmiştir.[8]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] A’raf.205.

[2] Lem’alar (Osmanlıca)B.Said Nursi.sh.14.

[3] Zümer.22.

[4] Zuhruf.36.

[5] K.S.7/123.

[6] Lem’alar.age.sh.14.

[7] K.S.7/124.

[8] Enbiya.1.




İ S T İ K A M E T

İ S T İ K A M E T

İstikamet;düzgün,denge,ölçü,istikrar,hidayet,sevgi ve iman gibi kapsamlı

doğruluğu ifade etmektedir.

Kavşak ve virajlarla dolu şu hayatta zikzaksız bir yolu takib etme halidir. Genelde kazalar kavşak ve virajlarda olur. Kazasız bir istikrar burada kendisini gösterir.

İstikameti hayatın her kademesine yayarak,her şeyde bu sicim gibi düzgünlüğü göstermektir. İstikamette esas olan devamlılığı sürdürmektir.

Allah Hz. Musa-ya azmış olan Firavn-a gitmesini,insanın azgın olduğunu,ona ‘Kavli Leyyin- ile [1] yumuşak bir lisanla istikamete çağırmasını emreder. Öyle ki; ümit kesik olsa bile son nefese kadar açık olan fıtrat kapısından dolayı devam eden imtihan süresinde tebliğ etmek o istikameti göstermektir.

Dünyadaki tüm dengesizlikler,zulümler ve feryatlar hep istikametin bozulmasındandır. Hayat istikameti yakalamak üzere vardır. Kur’an ve Sünnet bunun miyarıdır.

İstikamet bir pusuladır. İstikametsiz hayat,pusulasız giden gemi gibidir. Meçhule kalkan bu gemi korku,telaş ve kazaların davetçisidir.

Başarı;istikametten çıkar,müstakim olmanın sonucudur.

Zaman hattı müstakim üzere gitmiyor,bu dalgada istikamet,istikrardır. İstikamet huzurdur,emniyettir.

İstikamet;her şeyde orta yolun takib edilmesidir. İfrat ve tefritten uzak kalmaktır.

Hadisteki:”Şeyyebetni sureti Hud”,’Hud suresi beni ihtiyarlattı’ yani o surede bulunan;”Festakim kema umirte”,[2]’Emrolunduğun üzere dost doğru ol’

En zor ve devamı müşkil olan bu yol Fatiha’daki ‘Sıratı müstakime hidayet’in taleb edildiği yol olan –Nebilerin,Sıddıkların,Şehidlerin ve Salihlerin yolu olan üstün yoldur.

Bu yol her insanın kendi hedefini ve gayesini yakaladığı bir yoldur.

Duada yapılan:” Ve terfeuna biha aksal ğâyat”muhal gibi görülse de,o aksel ğayat,en son olan hedef her insanın kendi aksal gâyatı olup,kabiliyet ve istidadının kabiliyet ve kapasitesi nisbetince gelişip açılmasıdır. Kendisini ve kendi hedefini yakalamasıdır.

Buda Hadiste geçen;”Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.”,’Kim kendisini bilirse,Rabbisini bilir.’Bu hadis konusunda Muhyiddin-i Arabi:”Her ne kadar muhaddislerin yanında senedi itibariyle sıhhati sabit değilse de,amma keşif yoluyla yanımızda onun sahihliği sabittir.”der.[3]

İnsanların kendi hayatlarındaki farklı hedeflerini yakalamaları gibi,Hz. Âdem-den kıyamete kadar insanlığın maddi ve manevi açıdan kabiliyetlerini öldürmeden ve söndürmeden sürdürmesi,yakalamaya çalışması,liyakatını göstermesidir. Ahiretine ehil olması ve istidat sermayesini yerinde kullanmasıdır.

“Allahümme,innel ayşe ayşul ahireti,Fensuril ensare vel muhacire.”

“Allahım!Muhakkakki hayat,ahiret hayatıdır. Ensar ve muhacire yardım et.”

21-06-2000- MEHMET ÖZÇELİK

[1] Taha.24,43-44,Naziat.17.

[2] Hud.112,Şura.15.

[3] Risale-i Nurun kudsi Kaynakları.A.Badıllı.236,232.




HAPİSHANE OLGUNLUKTUR

HAPİSHANE OLGUNLUKTUR

Bediüzzaman hazretleri hapishaneye ‘Medrese-i Yusûfiye’ yani Yusuf peygamberin medrese ve mektebi der. Ders yeri,terbiye ve olgunlaşma yuvasıdır.

Hz. Âdem ve onun şahsında zürriyeti yani evlatları dünya hapishanesine sırf olgunlaşmak için cennet sarayından dünya hapis ve zindanına indirilmiştir.

Diyebiliriz ki;dünya hapishanesine ve onun hücrelerine girmeyen olgunlaşamaz. İşte anne karnı bir hapishane. .dünya hapishane..iftira ve haksızlığa uğrayıp düşülen hapis,hapishane.. Peygamberler –Yusuf Aleyhisselam gibi),büyükler (Bediüzzaman gibi) hep hapse girmiş..hayatın sıkıntıları ayrı bir hapishane..ruh beden hapishanesinde talim görmekte..cüruf,budak ve fuzûliyatlarını aklamaktadır.

Sıcak ve rahat bir eve göre okullar ve zahmetli üniversite eğitimi bir hapishane..insanlar ise orada cehaletten kurtulmaktalar…

Bir batılının ifadesiyle:”Üniversiteli hapishaneye girmekle tahsilini ikmal eder.”

Bir nevi okuldan alınanı hayatta uygulamak ve gerçekleştirmekle zirveye terakki başlar.

İnandığını yaşamayan,yaşadığı şeye inanmayan insan olgun bir insan değildir.

Hak bildiğini ve inandığını rahatının kaçması korkusuyla terk eden bir insan ne kadar olgun bir insandır?

Günah kirleri ve dikenleri üzerinde yürüyen bir insan ne derece sağlıklı ve hedefe varıcı olabilir?

Hadis-i Kudsi-de:”Eğer siz (Melekler gibi) günah işlemeseydiniz,sizi helak eder,günah işleyen (günaha meyilli) bir kavim yaratırdım.”

Nasıl ki sorulan sorular öğrenci için bir engel ve aşama ise;günahlar ve şerlerde insanlar için bir imtihan vesilesidir.

İnsanlar günah ve şerler ile;cennet ve cehenneme ayrıştırılmaktadırlar.

Devlevî-nin dediği gibi:”İnsanın kuyuya düşmesi körlüğündendir. Eğer gözlü düşerse o hayvanlığındandır.”der.

Günahlarında mahiyeti farklı farklı kuyulardan oluşur. Günahların büyüklüğü nisbetin de,kuyunun boğuculuğu da farklılık arz eder.

Hadis-de:”Eğer şeytanlar Adem oğullarının gönüllerinde dolaşmasaydı,onlar,göklerin gizliliklerini ve melekût alemini görürlerdi.”

Maarif-de:”şeytan,damarda kan gibi dolaşmaktadır.”buyurulur.[1]

Hapishane dirilmedir. Hayat hapishanede dirilir. Hayat da hapishane olursa dirilme olur.

Toprak altındaki hapishanede kalıp terbiye görmeyen tohum,yeryüzüne çıkıp ta sünbül veremez.

Nizamî-nin ifadesiyle:”Yerden bir nebat yaprağı bitmemiştir ki bir doludan zarar görmesin.”

Zira günahlara karşı yapılacak mücadele de elbette ufak tefek zararlar olacaktır. Ancak mesele Takvâdır. Yani şirki terk,maâsiden yani günahlardan uzak,mâsivaullahı kalben terktir.

Ve neticede bütün kâinatı bir Kur’an gibi okumaktır.

Nefis ve şeytanla mücadele edip saadeti yakalamak,olgunlaşmaktır.

Hadis-de:”Savaşa hazır olduğunuz müddetçe refah içinde yaşarsınız.”[2]

Bu cihad ise;İslam hukukçularınca üç devrede ele alınmıştır:

1)Yüksek bir gayeye ulaşmak için bizzat peygamber tarafından ve sahabe tarafından ve sahabe denilen onun etrafındaki arkadaşlarının yardımıyla yapılan manevi cihad ki,buna cihadı kebir adı verilmiştir.

2)Manevi cihad ile varılan yüksek gayenin savunulması için ilk ümmet devrinde yapılan savaşların ifadesi olan cihad-ı sağir (küçük cihad) dir. Buda bir takım âdab ve şartlar dahilinde yürütülmüştür.

3)Peygamberin vefatından sonra olan cihaddır. Bu devirdeki cihad ilk zamandaki hamlenin hızı ile ve İslâmın ilk asırlarında her iki cephesi itibariyle çok yüksek bir tekamüle ermiştir.

Birincisi,Kur’an-ın emirlerini yayma.

İkincisi,savaş şeklinde gelişmiş ve sosyal bir ibadet halini almıştır.”[3]

Cennet sarayından dünya hapishane ve zindanına gönderilen bu insanlar burada eğitim ve talimlerini yapıp,vazifelerini bitirdikten sonra diplomalarını alarak başarıyla tekrar geldikleri yer olan cennete gidecek,ebedi rü’yete,cemâlullahı temaşaya mazhar olacaklardır.

Aksi takdirde imanı olan günahkarlar ikmale kalarak başarana,temizlenene,tasfiye işlemi bitene kadar cehennemde kalacaklardır.

İman kaydı olmayan veya kaybeden insanlar ise;ebedi cehennem hapsinde müebbed hapse mahkum olacaklardır.

Dünya ümitsizlik yeri,ahiret ise ümid yurdudur.”Ümitsizlikte çok ümit vardır. kara gecenin sonu beyazdır.”der Nizami.

Şu dünya hapishanesinde gerek millet olarak biz ve gerekse de tüm İslam alemi ayrı bir hapis hayatı yaşamaktayız.

İnşaallah insanımız hapishane tahsilini bitirmek üzere. Üçte ikisini ikmal ve itmam etmiş.

Bitirmenin verdiği bir rehavet olmakla beraber,iş yeniden baştan başlıyor demektir.

Çünkü diploma alınmıştır. İnsanımız daha diplomasını almamış,liyakat kesb etmemiştir. Sıkıntı,musibet ve belalar bunun en zahir birer delilleridir.

Geniş çapta ise,işte İslam alemi. Onlarda diplomalarını alma aşamasında…

Bütün bunlarla beraber dünyada acâib değişimler gözlenmektedir. Fransız ihtilali gibi isyanlar hapishanelerden başlatılmışlardır. Haber-de:”Cezaevleri örgüt kampı.”[4]

Oraların Yusuf peygamberin bir medresesi haline getirilmesi gerektir. Din görevlilerince oraya düşmüş insanlar eğitilmeli,sanat erbabınca sanat öğretilmelidir.

Aksi takdirde oralar eğitim yuvaları olmaktan ziyade,fesat yuvaları haline dönüşür.

Hattat Emrullah Demirkaya-nın Bediüzzamana hat şeklinde yazıp verdiği dörtlükte yani Bediüzzamanın aynen kendisini tasvir etmiş olduğunu,söyleyerek,kabul ettiği hat yazısında;

Ağlatırsa gam yeme,bendesini Cebbâr-ı Hakim.

lutfuna mazhar düşüp na-gah bir gün güldürür.

Bu meseldir”Tu’reful eşyâ-u min ezdâdiha

Pes ânun içün,kahrın evvel,lutfun sonra bildirir.

22-1-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Sh.132.

[2] Hadislerle Müslümanlık. Y. Kandehlevi. 2 / 416.

[3] Büyük islam tarihi.-Heyet- 12 / 355.

[4] Zaman gaz.17-1-1995.




HEDEFDEKİ VESİLELER

HEDEFDEKİ VESİLELER

Vesile ve vasıtalar,hedefler içindir. Onları netice vermek için vardırlar. Ve o vesile ile kıymetlenmektedirler.

Her zaman için gaye,vasıtadan önce ve önde gelir.

İman,ma’rifet ve ibadet birer gayedir. Bunlara götüren yollar olan ilim,çalışma,dünyevi vesileler vasıtalar olup,kıymetleri hedefin büyüklüğü ile ölçülür.

Allah-a götüren her şey birer vesiledir. Dünya vasıtalar dünyasıdır. Bütün bunlarla hedef amaçlanmaktadır.

Binilen araç ne kadar sağlam ve hızlı olursa,gidilen hedefe o kadar sağlıklı ve çabuk varılır. Teknolojik yönden zengin olan 20. asır insanı,bindiği araç bakımından aynı zenginliğe sahip değildir. Bundan dolayıdır ki,bocalamaktadır.

Araç hedefsiz ve istikametsiz olunca,araçtaki de ona göre yönlenmektedir. Asrın insanı aracını kalitesine göre değil,görüntüsüne göre seçmiştir. Araç da kalıp,araç da boğulanlar,amaca ulaşamazlar.

Araçlar muhteliftir,değişir. Ancak amaç birdir,değişmez.

Allah-a giden yollar,mahlukatın nefesleri sayısıncadır.

Bir yanda giden,diğer yanda gidilen iki tamamlayıcı unsur bir arada… Bir yanda tabi olup uyan,diğer yanda metbu,uyulan. Her zaman için metbu tabiden üstündür ve önce gelir. Tıpkı İslâmiyetin metbu’,ona uyanların ise,tabi durumda olmaları gibi…

Her şey hedefe göre ve hedef için ayarlanmış,hedef ayarlıdır…

18-12-1998

MEHMET ÖZÇELİK




İ L E R L İ Y O R U Z

İ L E R L İ Y O R U Z

Evet ilerliyoruz. Oda iki nala ilerliyoruz. Hem de yetmiş yıldır. Ve de yaya. İki ileri,bir geri. Rus gibi. Çin gibi. Neden mi?

Çünkü;Hilafeti kaldırdık. Halifeyi sürdük. Baş da İngilizleri sevindirdik. O hilafet ki,şimdi parçalanmış ve bitkin bir vaziyette olan 46 İslâm devletini yek vücut halinde birbirine bağlayıp,büyük bir kuvvete sahib kılmıştı. Şimdi ise her biri bir boyunduruk altında,boyunduruğunu kırmış değil.

Evet beyler ilerliyoruz. İlerliyelim,önlere doğru. İlerilere doğru. Lütfen ilerliyelim.Ayakta ve dışarda kalmayalım.Oysa dün içerde oturuyor ve efendi idik. Acaba şimdi neyim? Ben de bilemiyorum. Bilenler lütfen iki adım öne çıksın.

İlerliyoruz dedik ya! Çünkü harf inkilabı yapmış. Bir gecede eskimez dili bilen,17 milyon bir gece de cahil kalmış,bir şey bilmez olmuştu. Hakikaten şimdi yetmiş yıl geçmesine rağmen ne biliyoruz?

Medrese ve Tekkeleri kapattık. Milletin manevi teneffüs kanalını kapattık. İsimli ve isimsiz 163 gibi maddelerle kazıklı Voyvoda gibi milletin başına diktik ve kendi halkımızı buna oturtturup,reva gördük. Çünkü ilerliyeceğiz! Nerelere? Meçhule kalkan bir gemi…

İrtica senaryoları ile bu vatanın öz evladını mağdur ve mazlum eyledik.Oysa bu necib millet zamanımızı geçmişe götürmeyecek,geçmişi,ecdadı,Rasulullahın zamanını,onun nurlu ve huzurlu zamanını zamanımıza getirecekti. Bu bunalmış asrın,bunalmış insanına. Getireceği için suçluydu…

Misal mi? İşte bir asrı saadet müslümanı olan Bediüzzaman. Senelerce çektiği çile,hapis,zehirlemeler,tehcir ve tahkirler,düşmana yapılmayacak bed muameleler. Öz vatanında garip,öz vatanında parya. Yüzüstü sürünmeye mahkum. Nedir suçu? Suçu, o zatın yüzünü kızartacak suç değil. Ona bu zulmü reva görenlerin yüzünü kızartacak,yüz kızartıcı suç,utanç duvarını bile utandıracak bir suç. Din demiyecek,İlâh demiyecek,Peygamber demiyecek,Milletinin imanını kurtarmaya kurtarmaya çalışmaktan daha büyük bir zulüm mü olur?

O zar ki;87 senelik hayatında dünya zevki namına bir şey bilmeksizin,milletinin imanını selamette görmeye çalışmasından başka bir gaye,hedef ve emelinin olmaması. Elinden tutmamız gerekirken,yitmişiz. Dünyasına ve maddesine dayananlara mukabil,o da Allah’a dayanmış.

İskilipli Atıf Efendi. Şapka kanunu çıkmazdan evvel şapka aleyhinde yazdığı bir kitaptan dolayı idama mahkum olur. Şapka giymediği için idam edilenler ve zulme uğrayanlar. Binlerce delilden işte bir misal:

İsparta’nın bir köyünde,köylü vatandaş geçimi için tarlasında çalışmakta. Başında takke var. Köyleri gezmekte olan zamanın valisi oradan geçerken vatandaşı görür ve yanına gelerek neden takke takıp,şapka takmadığını sorar. Vatandaş da;

-Efendim. Güneşin altında çalışıyoruz,başımız terliyor,takkeyle başımızı siliyoruz,kirlenince de yıkıyoruz. Şapka da ise bu rahatlık olmuyor. Hem benim,takkenin yasak olduğundan da haberim yoktur.

Kızarak vatandaşın şapkasını da alan vali,ertesi gün jandarma göndererek vatandaşı mahkemeye verir.

Her gün şehre gelirken yoğurtta getiren bu vatandaş,mahkeme günü de aceleyle daha önce de getirdiği kadına yoğurdu verir ve aceleyle kovalarını boşaltmasını söyler. Adamın telaşını gören kadın sebebini sorar. Ne yapacaksın,benim mahkemem var,hemen ona yetişeceğim,der.

Kadın ne mahkemesi olduğunu sorup,kendisinin de avukat olduğunu söyleyince,şaşkınlıkla beraber sevinen vatandaş durumunu arz eder.

Avukat kadın ona şu yolu gösterir.Mahkemeye gittiğinde sana takkeyi gösterip,bu senin mi diyecekler? Sen de kesinlikle benim değil,haber,m de yok,diyeceksin.

Mahkemede aynı durumla karşılaşan köylü vatandaş,avukat kadından aldığı talimatı aynen yerine getirir. Bu sefer şaşıran hakimdir. Şahit olarak dinlenilmesi için valinin gelmesi gerekmektedir. Bir hizmetliyle valiye davetiye yapılır,ancak büyüklüğüne yediremeyen vali gelmekten çekinince bizim vatandaş da beraat eder.

Üst seviyedekinin yaptığına bak. Demek ki,İlerliyoruz. İlerilere doğru.

-Adıyaman’ın eşrafından bir büyüğümüz (D. Kutlu) 1980 sonrasında başında takke ile gezerken,yanından geçmekte olan sıkı yönetimin sıkı komutanı jipinden iner,başından takkeyi alarak hakaret ile bir daha takmamasını tenbihleyip gider.

Âaah,şu uçak ve füzelerin ayaklarına takılan takke ve örtüler var ya,âah ah.

Şahit olduğumuz bir olay:Kırşehir devlet hastahanesinde gözden muayene olmak için içerde sıra bekliyordum. Birden doktorla hasta arasında bir münakaşa başladı. Doktor;beyefendi şapkanızı çıkarmadan sizi sıhhatli tedavi edemem. Adam ise;çıkarmam diye diretmekte. Neden kafanı şapkama taktın?

Epey sürdükten sonra çıkardı. Doktora iyice kabalık yaptıktan sonra. Daha sonra ben girdiğimde kedisini sinirle görünce doktora şunu söyledim,sinirleri yatışsın diye;

Doktor Bey! Bu şapka bu başa girene kadar,ne kadar baş gitmiş. Tekrar bu şapkanın bu baştan çıkması kolay olur mu? Zorla gitmiş,kolay çıkmaz. Bu latifemden doktor biraz rahatlamış ve tasdik etmişti.

-Dini yasaklayan,yaşamasını engelleyen 163. madde hakkında Bediüzzaman’ın ve mağdurların avukatı olan Merhum Bekir Berk şöyle der:”163. madde din hürriyetinin kanlı katilidir.”

Her mahkemede 163 mağduru vardı. Türkiye’nin 67 vilayetinin 66’sında sulh ceza,Asliye ceza,Ağır ceza,Yargıtay,Askeri mahkemeler ve askeri Yargıtay’da Laikliğe aykırı hareket ettiği iddiasıyla mahkemelere sevk edilen,karakollara tıkılan,hapishanelere atılıp zindanlarda çürütülen Mü’minlerin müdafaasını deruhte ettim.

Mahkemenin kendisine iade ettiği kitaplarını Komiser Şükrü’ye vermeyince Nazilli’de gece evi basılan Mehmet Oğuz,karakola götürülen kitapların yeri sorulur. Mahkemenin suç unsuru bulmadığı o kitaplarla laikliğe aykırı propağanda yapıyorsunuz diye götürülen Mehmet Oğuz karakol’da başı duvarlara vurula vurula 163. maddenin şehidi olur.

TCK’nın 163. maddesi dininin gereklerini kimseye zarar vermeden eda etmek,tenevvür etmek isteyen,iman icablarını yerine getirmek isteyen Mü’minlerin üzerinde bir zulüm kamçısı,bir cellat satırı olarak kullanıla gelmiştir.

Yazar İlhan Murad’ın mahkumiyetinde kullanılan ifadede:”Her ne kadar,sanık İlhan… hakkında iddia edilen suç ile ilgili hiçbir delil,belge ve bilgi yoksa da… Dosyada mevcut bilgilerden…dillerini bildiği,Osmanlı tarihinde bir uzman ve devlet yanlısı ve milliyetçi ve itibarlı bir kişi olduğu anlaşıldığından…mahkumiyetine karar verilmiştir.”[1]

Azarbeycan Şeyhulislâmı Allahşükür Paşazade:”Halkın kalbinde din var. O kadar ki o dinin temsilcisi olarak ben ilgilerinden dolayı sokağa çıkamıyorum. Ben ailenin 9. ve tek erkek çocuğuyum. Anamın Allah’a şükür demesinden dolayı adım Allahşükür oldu. Ve din eğitimini biz tarlalarda,zemin katlarda gördük.Görmesinler diye bahçeye süpürge ekilir ve ortası boş bırakılırdı ki orada Kur’an öğrenilsin. Kızlarda öğretim görüyorlardı. 30 yaşında Şeyhulislâm olmadan önce imamdım. Benim rehberliğim Kafkas,Gürcistan,Azarbeycan. Bu üç cumhuriyetin Şeyhulislâmıyım.Sizler arasında bir köprü kurmak istedik.”der.

Acaba bizdekinin onlardakinden ne farkı var idi? İleri gider,geri kalmaz. İlerliyoruz ya!

Bizde başbakan olan Şükrü Saraçoğlu’nun:”Din tedrisatı yasağını otuz sene devam ettirebilirsek ondan sonra Türkiye’de böyle bir mesele kalmaz.”deyip inançsızlık tohumlarını bu cennet vatana ekmişlerdi. meyveleri de seksenden önce ve şimdi de derilmektedir.

Bu vatanda din daima kontrol altında tutulmuş ve tutulmaktadır. Millete emniyet edilmediğinden dini yaşantısını engellemek için her türlü resmi ve gayrı resmi yollara baş vurulmuştur.

İşte binler misalden bir misal:Kayseri’de değerli bir büyüğümüz anlatmıştı;(Ali Mutlu)Babam bize Kur’an öğreteceği zaman birimiz pencerede durur,dışarıyı kontrol ederdik,acaba jandarma geliyor mu,diye. Babam abime öğretirdi ben bakardım,bana öğretirdi abim bakardı.Bu şekilde ben Kur’an-ı öğrendim.”

Yine 1986 yıllarında Adıyaman’daki kütüphane müdürü arkadaş çağırmıştı. Gittim,bir odaya götürdü beni. Odada torbaların içinde eskimez yazı kitaplar dolu. Bunlar gramer,Hadis ve muhtelif muhtevada olan kitaplar idi. Bunları oranın eski bir ilk okulu olan Cumhuriyet ilk okulunun çatısında bulduklarını söyledi. Bunlar çatıda bulunan eserler,ya yakılan,suya dökülen,toprağa gömülen ve Bulgaristan gibi ülkelere kağıt fiyatına satılan binlerce eser?

Zatın birine soruyorlar. Bu odanı dolduran kitaplara nasıl sahip oldun? Cevaben;Meydanda dağ gibi yığılıp yakılan kitaplardan kurtulanları veya az yanmışları alarak elde ettim,der.

Ağrı’lı bir öğrencimin velisi anlatmıştı:İstanbul’da bir müteahhidin yanında usta olarak çalışıyordum. Bir gün müteahhit deniz kenarında bulunan bir Osmanlı Paşasının yapıp bağışladığı kütüphanesinin yıkılıp yerine apartman kurulacağını,ancak kitaplarla teker teker uğraşmak hem zaman alacağından,hem de onun için ayrı bir işçi tutup masraf etmek gerektiğinden kitapları da kimse görmeden hemen yanındaki denize,suya dökmesini söylediğini,anlatmıştı.

Ben ise öyle yapmadım.İstanbul’da birkaç caminin imamına söyleyip,onlarında arkadaşlarına duyurarak,yarın sabah erkenden gelmelerini söyledim. Ertesi günü geldiğimde kütüphanenin önü tıklım tıklım idi. Sandık sandık bütün kitapları onlara dağıttım ve ben de hatıra olmak üzere içlerinde en büyük boylu ve ağır olan bir kitabı kendime ayırdım,diye anlattı.

Yağmalanan miraslar. Senelerdir yiyiyoruz,yiyiyoruz,bir türlü bitiremiyoruz. Ve de yemeyene domuz,diyoruz. Biz o ecdadın bıraktığı mirası yiyiyoruz,acaba ya bizden sonrakiler ne yiyecek? Eğer bizim bıraktıklarımızı yiyecek olurlarsa,korkarım kıtlıktan ölürler. Öyle zannediyorum ki;ecdadın mirası onları da doyurur,elin gavuruna muhtaç etmez.

-Laiklik dendi,milletin örtüsüyle oynandı. Ne demek olduğu da bir türlü vuzuha kavuşmadı,kavuşturulmadı. Dinsizlik değil,dindarlık hiç değil,o halde ne?

Laikliğin yanlış uygulanan bir yönü ;tarih boyunca peygamberlerin din ile hayatı ve hayatın birimlerini birleştirip kaynaştırmalarına rağmen,bunların yıllardır birbirinden ayrılmaya çalışılması ana problem olmuştur. Dini devletle,bilimle,dünya ile ayrıştırıp,kavgalı bir taraf oluşturmuştur.

Sakın Agop gibi olmayalım. Yahudi Agop hanımına yahudilikten ayrılacağını söyler. Oda sen bilirsin, der. Yahudi haham başına da bunu bildirir. Ve hristiyan olur. Ancak oda kendisini tatmin etmez. Ondan da ayrılacağını ve ayrıldığını bildirir. Ve başlar İslâmiyeti araştırmaya. Fakat ölüm daha çabuk gelir. Bizim Agop müslüman olamadan ölür.

Hanımı kocasını yahudilerin mezarına gömmek ister. Onlar hayır,derler. O yahudilikten ayrılmıştı. Hristiyanların mezarına getirir.Onlarda –evet-hristiyan olmuştu,ancak tekrar ayrıldığından mezarımıza gömemeyiz,derler. Çâr-ı nâ-çâr,müslümanların mezarına gömmek istediklerinde de müslümanlar;bu müslümanlığı araştırıyordu ama müslüman olmamış,kelime-i şehadet getirmemişti. Onun için kabul edemeyiz,derler.

Kadın ağlaya ağlaya kocasının başının ucuna çöker ve der:Agoop Agop. Musa’yı üzdün,İsa’yı küstürdün,Muhammedi de bulamadın,kaldın ortada,kaldın ortada…

Evet. Biz de Agop olmayalım,ona benzemeyelim. Biz biz olalım,ne isek onda kalalım.

Arapça’ya konulan yasak ile kendi kitabımızdan habersiz kalmışız. Ondan sonra sızlanılmış,din alet ediliyor,diye. Dinin ayrı ayrı her bir meselesini yaşamaya ve ihya etmeye çalışan cemaatların çıkışından şikayetçi olmaya başlamışız. Dinin vanası kapatılınca,elbette her kes kendi vüs’atince,güç ve kuvvetince ayrı ayrı kuyular açacak,açtığı kuyudan beslenecek. Bundan da kimsenin şikayete hakkı yoktur.

İnsanın her bir ihtiyacını karşılayabilecek bir birim mevcuttur. Dinini soracak ve öğrenecek birim ise yoktur. Çünkü Diyanet ve Müftülük gayet dar bir sahada belirli bir hizmeti yapmaktadır. Kimse bir hocanın veya müftünün yanına ben buraya dinimi öğrenmeye geldim,diye pek gitmemiştir.

-1400 senedir okunan ezanı Arapça oluşundan Türkçeye çevirme,o şanlı nebinin tanıtılmaması veya kötü tanıtılmaya çalışılması,70 yıldır eğitimin rayına oturtulmayıp kör ve topal olarak yürümesi,sefâhet ve eğlencenin ayyuka çıkması,birbirleriyle asırlardır kardeş olarak yaşayan ayrı ayrı millet,ırk ve mezheblerdekilerin bir birlerine olan düşmanlıkları hep bu temeldeki aksaklık ve bozukluklardan kaynaklanmaktadır.

Ne ve neler olduğunu bilemediğimiz bu Allahın belası yanlış uygulamalar birkaç nesil ve kuşağı heder ve helak etmiştir.

-Edirne’de bulunan mutasarrıf padişahtan para ister. Padişah da orada bulunan azınlıklardan toplamasını emreder. Ancak mutasarrıf bunu nasıl yapacağını uzun boylu düşünür ve yolunu da bulur. Oranın papazını çağırır. Önceden oraya hazırlayıp koymuş olduğu koyunun ne olduğunu sorar. Papaz da-Koyundur Efendim-der. Mutasarrıf hemen;Vaay sen buna nasıl koyun dersin. Git 40 bin altın getir,der ve getirttirir. Papaz bu durumdan diğer bütün azınlıkları da haberdar eder. Ta ki onlarda böyle bir hataya düşmesinler. Bu altınlar bir müddet idare eder. Buda bitince yahudi haham başını çağırır ve ona da sorar. Oda-keçidir Efendim-der. Vaay sen koyuna nasıl keçidir dersin,diyerek ona da 40 bin altın getirttirir. Bir müddet oda idare eder.

Son olarak Ermeni başı çağrılır. Mutasarrıf ona da koyunu göstererek ne olduğunu sorar. Ermeni de,Vallahi bu Allahın bir belası ama biz de bilemiyoruz ne olduğunu der ve çıkar.

Yanlış politikaların kurbanı olan bu millet olarak bizler de bilmiyoruz ne olduğunu. Allahın bir belası mıdır nedir?

10-10-1996.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman Gazt.8-6-1991.




G Ü N D E M

G Ü N D E M

Bazı meseleler vardır ki;bunlar gündeme,gündemimize oturur,bizleri meşgul eder. Bunların içinde bir kısmı anlık,bir kısmı saatlik,bir kısmı günlük ve haftalıktır.

Ciddi manada ay boyunca gündemi meşgul eden meseleler,yok denecek kadar azdır. Hele bu yıl ve yıllar ise,nadirattandır.

Hayatımızda,hayatımızı basit gündemlerle meşgul etmeye çalışanlar,ancak buna bir hafta devam edip,balon gibi sönmeye mahkum kalmaktadırlar.

Toplumu ve değerlerini bitirmeye çalışanlar,böylece kendilerini bitirerek,bitkin olarak bitişe doğru son sür’at gitmelerini hızlandırmış oluyorlar.

Bazı meseleler de vardır ki;asırların ve asrın meselesidir.

Tüm hücumlar,engellemeler,onu bir anlık gündemin dışına çıkartmaz. Zira o asrın gündeminin merkezindedir.

İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri asrımızın gündeminin merkezinde olan bir şahsiyettir. Bundan dolayıdır ki o ve eserleri birimizin değil,hepimizin meselesidir.

Asrımızın maddi-manevi doktorudur o.

Önceki asrın ve asırların vekili onu tebşir ederken,sonraki asırlarda onun gösterdiği düsturları kendilerine düstur edineceklerdir. Zira o M. Akif-in dediği gibi;

Doğrudan doğruya Kur’an-dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.

hakikatına mazhar ve müzhir bir zattır.

O, İmam-ı Gazâli-nin belli bir zamandan sonra yakalamaya çalıştığı aklın yolunu,İmam-ı Rabbani-nin de hayatının sonlarında yakalayıp ta ömrünün ve ömürlerinin kifâyet ve vefâ etmediği kalbin yollarının her ikisini de yakalamış ve başkalarının da birer Gazali ve Rabbani olmak üzere yakalamanın yolunu göstermiştir. O imkanı sunmuş ve sağlamıştır. Madde ve teknolojinin ilimle kapılarının açılması gibi,mananın da kapıları maddeyle bağlantılı olarak açılmış olmaktadır.

Efendimiz Muhammed Aleyhis-salatu vesselam ise;kainatın evveline ve ahirine sahib bir zat olup,tüm mahlukatın gündemini oluşturmaktadır. Her şey ve her kes ondan bahsetmektedir.

Allah’da ondan haber vermektedir.

Zira o zat Aleyhis-salatu vesselam,her şeyin oluşumuna sebeb olmuştur.

Allah ise vesileliğin ötesinde varlığın ve hakikatin ta kendisi olup,gündemler üstü gündemi oluşturacak Vacib-ül Vücud bir zattır.

Gündem sahifelerimiz her gün yazılmakta,dolup meşgul edilmektedir.

Ancak ne ile ve ne kadar? Gündemimiz nasıl? Gündemimizi kimler almaktadır? Kimlere verildiyse,elbette onlar!

Ne kadar almaktadır?Elbette verildiği kadar!

Gündemlerimiz tekrar bizlere dönecek,iade edilecektir. Okumak üzere.

Ahiretteki durumumuzu gündemlerimizle kendimiz belirlemekteyiz.

Gündemimiz acaba nasıl gitmektedir?

Hayırlı Gündemler!

16-03-1997-MEHMET ÖZÇELİK




G İ R D A B

G İ R D A B

Zamanın birinde bir tilki varmış. Kıllımı kıllı.Tilki kıllı dediysem kılı çok demek değil. Kılı kırk yarar cinsinden.Arkadaşı Duygusuz tilki , canım duygusuz dediysek hiçbir şeyi duymaz demedik ya?

Bir de abileri durumunda olan Arslancık varmış. Amaaan,hakaret etmiş,bir iş yapamaz olduğunu söylüyorum zannetmeyin! Tilkilere aldanır da,ondan…

Ormanlar Girdabı,Girdab;bir çukur içerisinde bitkin bir vaziyette sahibsiz fidan ve filizlerin geliştiği,daha henüz ne idüğü açığa çıkmamış,kurumuş daha kurulmamış,ağaçlar bozması bir yerin hazin adı…

Ağaçlar aralıklı,birbirinden uzak. Ağaçlara pek benzer tarafları da yok ya! Ne ağaç denecek,ne odun denecek,ne de kalem denecek gibi durumları kalmamış. Hayret,kurumamış,sökülmemiş,eğilmişmiş. Yaa yine de düşmemişler mübarekler,her nedense? Pek sahiblenecek tarafları da yok. Acaba şimdiye kadar çok mu meyve vermişler? Çok hizmetlere hizmet etmiş demi bu hale gelmişler? Söyleyende yok ya! gerçi bununla beraber müşterileri de yok değil. Etraftan hatta biraz uzaklardan da olsa yakıtını,zahmetini çıkaracağı kadar almak için çeşitli şekillerde de geliniyor. Bu gelişler bazen garib sonuçlarla da neticeleniyor.

Böyle bir ormana arabalarıyla gelenler geldikleri taraftaki ağaçların sıklığından içeriye giremiyeceklerini anlayınca;ya bazen dağı aşıb,diğer seyrek ağaçların bulunduğu taraftan girmek veyahut da çar-na-çar gerisin geriye sessizce dönmek kalıyor.

Orman bu kadar mahzun dediysek,kimsesizde demedik ya! Devriye gibi gezib korucularda var. Deynek kılınçları,yaprak kalkanları,ağız naraları bitkince de olsa var.

Oranın Abdalhan sakinleri ise pek ilgisizler. Sürülerinden de pek emin olmadıkları halde çobanlık yapmadıkları gibi,İt-de talib olsa devredebilirler. Yakın komşu köylerden Muştulhav bozmalarından bozuk,bozulmuş,boz bir bozboz –işi ney ki? İşi olsa da nolur ki?-buna talib olur ve o güzelim sürüleri her gün tanınmayan meralara götürür.

O otlaklarda dilediği şekilde otlatır. Oda kendi özel yetiştirdiği otlarla. Hayvanlar hiç karşılaşmadıkları,şimdiye kadar hiç yemedikleri nanelerle şey yani otlarla karşılaşırlar. Ancak mecbur bırakıldıkları durumlarla karşı karşıya kalan hayvanlar,isteksizce de olsa yerler. Ancak yenileceklerinin hiç de farkında değildirler! Başkalarına yem olmak üzere beslenmektedirler.

Gün be gün değişen hayvanlar,azar be azar eski ırklarından ve ırkdaşlarından bir çok özellikleriyle ayrılmakta,kopukluk gösterib,uzaklaşmaktadırlar.

Pek yedikleri doyurmamakla beraber,sun’i gıda diyerek yedirilen bu gıdalarda anormal gelişme gösterirler. Dışı seni yakar,içi beni yakar,kabilinden. Meğer Hormonlu yiyeceklerle beslenmekte imişler. Ama ne hormon?

İleride ise kral haşmetinde tahtına kurulmuş,bahtını kaybetmiş,kuruntulu çoban katılarak bu durumu seyrederken,bir yandan da katıla katıla gülmektedir.

Gülüşlerinde tam bir sinsilik görülmekte,bakışlarında derin düşünce ve bazı hesabların yattığı anlaşılmaktaydı.

Sürü sahib köylüler geç de olsa bu değişikliğin farkına vardılar. Ancak iş işten çoktan geçmiş,köprü çoktan geçilmişti. Atı alan Üsküdarı geçmişti. Ağlamalar,sızlamalar,dize vurmalar fayda etmiyordu. Bu karmaşık yollarda düze çıkılması gerekiyordu. Onun için hiç olmazsa baharda doğacak olan yavru ve yavrucuklara sahib çıkılmalıydı,vakit geçmeden…Onlar kurtulmalıydı. Kurtulmasına kurtulmalıydı da,nasıl? Zira ne mer’a var,ne çoban,ne de kuzucukları yetiştirecek eleman… Bunlar yetmiyormuş gibi,sürülerinin etrafında dolanan azılı kurtlar? O kurtlar nasıl atlatılıp,kuzucuklar onların ellerinden nasıl alınacaktı? Gel de bu keşmekeşlikten kurtul?

Çobanın siyaseti,bunların tedbirsiz ve ilgisizliği malı çoktan elden çıkartmış,artık herkes kendi başının çaresine bakıp,kendini kurtarma çabasına düşmüştü. Bu uğurda her şey,her değer feda edilmişti. Artık değerlerde değerini yitirmiş,alıcı bulamaz olmuştu.

Değerlere sahib olmakla tecrid edilip değersiz kılındığı yetmiyormuş gibi,bu durum kendisiyle beraber yedi sülalesine ödettiriliyordu. Oda çektire çektire. Bu uğurda yüz altmış üç adet idam sehbası bile hazırlanmıştı,bir öcü gibi.. Hött..Heeeee..Tamammmmıı.. Böylece her şey tamamdı veya öyle olacak ve görünecekti…

Artık eşkıya dağdan inmiş,görevini daha rahat ve vicdani bir şekilde Adalet köprüsü kullanarak,kurulacak o köprüden geçilecekti…

Kısaca ve kısa yoldan işler tamamlanıyor,suskunluk sağlanıyordu,ipin ucu ellerinde olanlarca…

Bu hal tüm âfakı sarmıştı. Yer gibi gök dahi bu durumu şaşkınlıkla seyrediyor,göz yaşlarıyla hıncını boşaltıp,teskin etmeye çalışıyor,ağlıyor,ağlıyordu.

Köylüler bu durumu görüşmek için bir araya gelemiyor,meselelerini konuşamıyorlardı da. Çare olacaklar yok ediliyor,çaresini bulacak eserler imha ediliyordu. Çaresizdiler. Çar-ı naçar… Her taraftan ümid kesik bir vaziyette idi.

Artık önlerine gelen,karşılarına çıkan her şeye bir çare gözüyle bakıyorlardı. Aldanıyor,aldatılıyorlardı.

Çaresiz bırakılıyor,çaresizliği arttıracak çareler sunuluyordu. Kirli su doğrudan sunulmuyor,sular kesilerek suya muhtaç insanlar kirli suları içmeye mecbur bırakılıyordu.

Menfi cebhede olduğu gibi,müsbet cebhede de bir kuraldır ki;Zorlu dönemler,zorlu insanlara gebedir. bir çare olarak herkes bu zorbalıklara karşı,zorlu bir kurtarıcıyı dört gözle beklemekteydiler. Zulmün ve menfiliğin sıkletinde olacak bir kurtarıcı. Zira ringdeki rakiblerde sıklet aranır.

Işıktan mahrum bırakılan bu insanlar,güneşin doğuşunu beklemekteydiler. Güneşe hasret kalan bu insanlar,güneşi de unutur olmuşlardı. Her eline meşale alanın etrafına toplanılıyor,arkasından gidiliyordu. Tam bir çaresizlik içerisinde idiler.

Yeter ki nesillerini tüketen,geçmişlerini karartıp,nurlarını söndürene karşı bir nur verilsin. O nur isterse bir mum ışığı olsun. geçmişini bir nebze aydınlattığı gibi,geleceğine de ışık tutsun.

Tek-tük etrafta ışıklar yanmaya başladı. Ancak bu azıcık ışıktan da rahatsız olan Çobanın yetiştirdiği özel yarasalar buna tahammül edemediler. Üflediler,üflediler. Söndürdük dediler. Nesillerini ve köklerini kestik dediler. Nura ait ne varsa yok ettiler veya yok ettik zannettiler.

Sönük ışıklı olanlar sönmüş,bir kısmı içten içe kendi kendini yakarcasına,yiyip bitirircesine devam ederken,yıldız timsal olanı bulutların arkasında ışığını yakmaya devam etmiş,sönmeden ve söndürülmeden ve de söndürülemeden etrafını merkezden muhite doğru aydınlatmıştır. İlk etapta önemsenmemiş,önü bulutlanmış,üfürülmüş,üfürülmüş,bazen gizlenmiş,bazen açığa çıkmış ama yine de bitmemiş. Üfürüldükçe parlamış…

Şımarık çoban tüm çiçeklerin köküne kezzab dökmüş,tüm sigortaları attırmış,tüm nesilleri kısırlaştırmanın veya hariçten bozuk damızlık getirmenin bozukluğu ile rahat ve emniyetli olan hayatını devam ettirmiştir.

Ancak kaderden revamıdır? Allah’ın adaletine sığar mı? Hem müsabakanın gereğimidir ki;ringe rakibsiz çıkılsın? Veya bir tarafın her şeyi tam,diğer tarafın ise hiçbir şeyi ve hususiyeti olmasın?

İşte bizim çoban rakibinden habersiz kırıb geçmekte,kesip biçmektedir. Hayatının uzun müddeti böyle rakibsiz,ringde gurur içerisinde dolaşmakta iken karşısına davetsiz çıkan beklemediği rakibin kendi foyasını meydana çıkarması telaşına kapılır. Çünkü karşısındakini tanımıştır. Onun kendisini tanıdığı gibi…

Şimdiye kadar bayraklar elden ele dolaştırılmış,en son çobana teslim edilmiş,tıpkı rakibininki gibi…

Bu yönüyle bu oyun son oyun,oynanacak,ortaya konulacak,kozlar da son koz olacaktı. Bu yönüyle bu son oyun,oyunların sonunu belirleyecektir.

Neticeyi sezen çoban,rakibini hile dolaplarıyla mat etme yollarını arar. Tilkinin kuzuya,kurdun koyuna bahanesi nevinden bahaneler uydurur. Sen niye benim suyumu bulandırıyorsun? Oysa koyun ve kuzu derenin aşağı tarafındadırlar,tilki üst tarafta,su nasıl bulansın ve bulandırılsın?

Senin yavrun,benim çocuğumu niye dövdü? Oysa kuzunun daha kendisi yavru,yavrusu da nereden çıktı? Bir de biri kuzu yavrusu,diğeri ise tilki ve kurt yavrusu? Şu tezada bakın!

Şeyyy. Yan gözle niye baktın…Yavrucak kuzu tilki değil ki kem gözle bakmış olsun. bahane ya,her şey olur… Bin sene önce kuzunun dedesi onun dedesini dövmüş de olabilir.

Hükümet gibi olan,ancak zorbalıklarla iş görüb,hiçbir iktidarı olmamakla muktedir olmayan çoban,hileyle iş görür,işlerini hile ile yürütür. Tam bir hilebaz,düzenbaz ve de hokkabaz…

Çobanın kurduğu fabrikanın çarkları devamlı zehir gibi zakkum üretir. Zıkkım mı zıkkım. Yapısı öyle,yılan gibi. Suda içse zehir akıtmakta…

Öyle bir fabrika kurmalı ki;zehire panzehir,zakkuma mukabil cennet meyvesi olsun. Her taraf bunlarla dolsun. Zakkumlar yok olsun. Yiyenler,yemek arzu edenler solsun,her taraf yemiyenlerle dolsun. Yemeye de mani olunsun.

Fabrika kurulmuş,üretime geçmiştir. Nur üretmektedir. Ancak şimdilik tüketim pek olmamaktadır. Zira ambargo bütün şiddetiyle uygulanmakta,nitekim hala da devam etmektedir…

Havanın teneffüsü bile şarta bağlı. Bütün bu zorluklar içerisinde vücut saksısında mahdut ve mâdud yani sayılı ve sınırlı çiçekler yetiştirilir. İstikbale sunulur. Kışta gelenlerin baharda geleceklere sundukları ebed boyutlu hediye…

Gitmeyen kış götürülmeye,gelmeyen bahar bin bir meşakkatle getirilmeye çalışılır.

Bir baharın gelmemesi için bütün vasıtalar kullanılmış,tüm engeller denenmiştir.

Ancak kainatın küçük bir örneği olan ve bütün mevsimleri,tabiattaki umum kanunların bir nümunesi kendisinde bulunan, fedakar insanların fedakarlıklarından mevsimler oluşturulmaya başlanır.

Bir yandan mevsimlerin gelmesi,bir yandan da mevsimlerin oluşturulmasıyla uzun zamanlarda ancak elde edilebilecek neticeler kısa zamanda elde edilmeye çalışılır.

Artık devran tersine dönme meylini göstermiştir.

Çobanın yerine devrettiği yaverinin devride kapanışa doğru yol almış,istibdat devri artık kendisini koruma çabalarına düşmüştür.

Nesli kesik olan Ebterler,yavaş yavaş neslini Kevser gibi nesillere çar-ı na-çar devretme mecburiyetinde kalmış,çıkışın inişine doğru hızla tepe taklak,bir daha kalkmamak üzere gümlemeye gitmekteydi.

Her çıkışın bir inişi,her doğuşun bir zevali hakikatı tahakkuk etmekteydi.

Devri zulüm gidişe,devri saadet gelişe başlamıştı. Artık becayiş yapmışlardı. Çünki,artık zulüm çarşısında müşteri azalmış,malları satılmaz olmuştu. Kimse talib olmuyordu. İflasın eşiğindeydiler. Şapka düşmüş,kel görünmüştü. perde açılmış,foya meydana çıkmıştı. Kimin ne olduğu gün yüzü gibi anlaşılıyordu.

Artık eski duruma olan taleb,daha seri bir şekilde yeni ve gerçek saadete yönelmiş,taleb arttıkça üretim fazlalaşmış,fazlalaşma oldukça,zulüm ve zulümat bir daha dirilmemek ve kalkmamak üzere toprağa gömülmüştü.

Çoban ve âvanelerinin devri ve devranları ebediyyen bitmiş,nur ve nurun temsilcilerinin devri bütün haşmetiyle başlamış ve görülmüştü. Çünkü güneş doğmuş,bahar gelmişti.

Bütün güzellikler cennet suretinde tecelli edip görülürken,diğer yandan da bütün çirkinlikler,bütün çıplaklığı ve çirkinliğiyle cehennem olarak ortaya çıkmıştı.

Ne mutlu cennet ve temsilcilerine…Binler nefrin ve nefret cehennem ve ehline…

Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil…

Akibet,netice ve sonuç;Takva ehli olan iyilerin ve ehli imanındır…

MEHMET ÖZÇELİK




HAPİSHANE RUHUN Mİ’RACI

HAPİSHANE RUHUN Mİ’RACI

Cenâb-ı Hak ayette:”Dedik ki;hepiniz cennetten inin. Şayet benden size bir hidayet gelir de her kim ona tabi olursa onlar için her hangi bir korku yoktur ve onlar üzülmezler.”[1]

Lugat anlamıyla cennet,bahçe anlamına gelip,güzelliği ifade eder. Dünya ise,-İnin- tabiri kıymetli,değerli,yüce,taht gibi bir yerden düşüp,tenzili,aşağı veya aşağılığı ifade eden yere inmek demektir.

Diğer bir ifadeyle;Saraydan zindana gönderilmeyi,rahat ve huzurlu bir yerden rahat ve huzurun olmadığı bir yere gitmeyi ifade eder.

İnilen yer olan cennet;”Gözlerin görmediği,kulakların işitmediği ve insan kalbine doğmayan şeylerin bulunduğu yeri ifade eder”ken,diğeri olan dünya;”Eddünya Sicnul mü’mini ve cennetül Kafiri.”Yani;”Dünya (cennete göre) mü’minin zindanı,hapishanesi,sıkıntı yeri,kafirin de cennetidir. (cehenneme nisbeten)”

O halde mü’minin bulunduğu yer bir zindan,bir hapishane,başka bir ifadeyle Islahhane,iyileştirme yeridir.

Âyetlerde:”Dönüş O’nadır.”[2]denilmekle,O’ndan gelen insanın neticede O’na döneceği anlatılmaktadır. Maksad bura değil.O ve Oradır.

O halde O’nsuz ve O’ndan uzak olan varlıklar,özellikle insanlar karanlık,yokluk ve zindanda olmaya mahkumdurlar. Allah’ın emir ve yasakları da ona yakınlık ve uzaklık kabilindendir.

İnsanın ilk yaratılışı hususunda meleklerin insanın yaratılması yönündeki korkuları,büsbütün yersiz değildir. Ancak meleklerin hastalık hususundaki teşhisleri doğru olmakla beraber (yani,yer yüzünde fesad çıkaracak,orada kan dökecek.)[3],tedavideki isabet yanlıştır. Yani insan denilen varlığın yaratılması yönündeki oylar;Zira Allah bunu bildiğinden;”Sizin bilemiyeceğinizi her halde ben bilirim.”[4] Meleklerden taraf değil,yaratma yönünü tercih etmiştir.

Bunun üzerine Allah,Talim ve Teklifte meleklerin bilmediğini uygulamaya koymuştur. Bunda da uzun,zincirleme olarak zindan ve hapishaneler,meşakkatli bir hayat rol oynar.

Allah ruh cevherini beden hapishanesinde hapseder,terbiye eder. Beden kıskacı ve çarkları arasında yoğurur.

Beden ruhun hapishanesidir. İki zıd kutbun bir arada bulunduğu yer.

Manevi alemin,ruhlar aleminin mahsulü olan ruhla,maddi alemin,toprağın,bir damla suyun mahsulü ve onunla şekillenen et-kemik-kandan müteşekkil bir cesetten oluşan insan.

Tanımadığınız yiyecek,giyecek,barınacak,bir çok yönüyle sizden farklı olan cinlerle beraber yaşayabilirsiniz. Eğer bir de yaşamaya mecbursanız! Ruhla beden de istekleri farklı olmakla beraber olmakla beraber yaşamak zorundasınız. Ruhun istekleri ali ve yüce,bedenin ise adi ve süfli.

Ruh,ebedden ve ebedi zattan başkasına razı olmazken,beden nefsin ve nefsin hoşuna giden şeylerin peşindedir.

Ruh padişahı beden çadırında barındırılmaktadır.

Cennette yaşayan,her duygusunun memnun edildiği bir hayattan,bir çok isteklerin doyurulmadığı ve doyurulmaya müsait olmayan dünya hapishanesine indirilmiş ve ihraç edilmiştir insan…

Anne karnı da ayrı bir hapishane. Organlarınız var,o yönden zenginsiniz, ancak kullanamıyorsunuz. Orası da hapis hapis içindedir. Kur’an-ın ifadesiyle;-Üç karanlık devre-Tecrid. Üç aşama.

Anne karnından dünyaya geldik yani gönderildik. geldiğiniz yerden memnun musunuz? Elbet,hayır. Hiç hapishaneden memnun olunur mu?

Ancak geldiğimiz dünya birinci yerden pek de o kadar farklı değil. birincisi olan anne karnı kapalı hapishane,dünya ise üstü açık hapishane. Bu seferde atmosferin kıskacı altındayız.

Bir yandan ruhun boyutları ebede uzanırken,beden dar ve sıkıcı dünyanın ve mengeneleri arasında sıkışmaktadır.

Dünya hapishanesinde en fazla memnun olanlar,bedenini en fazla memnun edenler ve onun için çalışanlardır. Çünkü oda dünya hapishanesinde ruhun hapishanesidir.

Görüyor musun,adam ne güzel hapishanede ! kalıyor?

Ruhunu memnun etmeye çalışanlar ve ruhun memnun olacağı yer için çalışanlar,dünyadan en az nasiblenenler,belki cefada en fazla nasiblenenler onlardır. Zira hapishanenin kurallarıyla,sarayın kuralları bir değildir. Buda içinde yaşayanların yaşayışlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.

Hapishane ruhun miracıdır. Mü’min oradan yükselir ve terakki eder.Mahpusların piri olan Yusuf Peygamber Mısır azizliğine oradan yükselmiştir. 12 yıllık bir hapishane hayatı. O da bir nebi için…

Nebiler nebisi,her şey kendisi için yaratılan Efendimiz için ise,Mekke tam bir hapishane,kabuslu bir zindan hayatı. Zira kavim ve kabilesi,herkes aleyhinde ve düşman…

Ahmed bin Hanbel’de;-Kur’an mahluk (yaratılmış) değildir.-dediği için hapishanenin şerefli misafiri olmuştur.

İmam-ı azam Ebu Hanife hapishanede kırbaçlanmış,neticede onun tesiriyle ölmüştür.

Asrın çilekeşi,iman abidesi Bediüzzamanın 28 senelik hayatı hep zindanlarda ve hapishanelerde geçmiştir. Zindanlardan zindanlık,zindan gibi kararmış insanları kurtarmış,onları cennete ehil olacak insanlar haline getirmiştir.

Hapishaneleri Yusuf’(AS)un medreseleri haline getirip,irfan sahibi kıldığı bu insanları dışarıdakilere üstad eylemiştir. Bedenen cehennem içerisinde olan bu insanlar,ruhen cennet hayatı yaşamaktadırlar. Bedenen cennet hayatı yaşayan muhalifleri ise,manen,ruhen cehennemi bir hayatı ve haleti yaşamaktadırlar.

-Türkiye’de –Huzur yok-diyen Celal Bayar’a Serdengeçti;-hapis olan Bediüzzamanın ve talebelerinin bulunduğu koğuşu tavsiye ederek,gerçek huzurun kaynağının nerede olduğunu da göstermiş oluyordu.Bunda dolayı o zat;”Allah’ı tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır,huzurludur,manen saraylardadır. Onu unutan ve tanımayan,itaat etmeyen saraylarda da olsa zindandadır,bedbahttır.”der.

İşte zindan ve sarayın ölçüsü.

Asrın çilekeş insanları din mazlumlarıdır. çünkü bunlar dünyayı ahirete,maddeyi manaya,faniyi ukbâya,hevâ ve istekleri Hudâya,nefsi ruha tercih etmemişlerdir.

Dünyada da,ahirette de cennete giden yol cehennemden geçer.

yunus Emre,Mevlâna ve bir çok âbidler saraylarda ve saray gibi yerlerde yetişmemişlerdir. Mağaralardaki uzlet hayatı,inzivaya çekilme,ruhu değil,nefsi terk etme ve hapsetmeleri onları gönüllere sultan eylemiş,o gönüllerin kilitli ve paslı kapılarını açmışlardır.

Köşklerde,saraylarda,avâneleri içerisinde tantanalı bir hayat yaşayan Fir’avn,Nemrut,Karun gibi her şeyleriyle gitmiş,Musa,İbrahim,Hz. Muhammed (SAM) gibileri,dinleri ve mensublarıyla hala yaşamaktadırlar. Unutulmuşlar gibi değil. Devamlı yâd edilerek…

Vücutta yerleşen bir hücre oraya gelinceye kadar bir çok mutfaklarda piştikten sonra ancak oraya yerleşmektedir. Mesela,bir buğday tanesi toprağın karanlıkları ve ezici vaziyetinden sonra fırının alevlerinde pişer,ağız değirmeninde üğüdülür,midede ayrıştırıldıktan sonra eğer uygun görülürse vücutta münasib bir yere oturabilir,aksi takdirde dışlanır.

Mevlâna’nın:”Hamdım,Pişdim,Yandım”sözü gibi.

Âyette:”Kolayca,zorluk çekmeden cenneti kazanacağınızı mı düşünüyorsunuz?”

Efendimiz de:”Cennet zorluklarla kuşatılmıştır.”buyurur.

Bunlarda göstermektedir ki:”cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil.”Ahirete giden yolda,uzun hapis hayatı neticesi olarak kazanılmaktadır.

Dünya hapishanesindeki hapis müddeti bittikten sonra,Azrail’in refakatinde kabir hapishanesine nakledilecek. Eğer ruh bedenin hapsinde yani emrinde idiyse,hapis müddeti daha ağır bir şekilde devam edecek. Ancak bedenin,nefsin emirlerine boyun eğmemiş,zahmetli bir hapis hayatı yaşamış ise,artık ameli nisbetinde cennete girişin başlangıçları belirmiş olacaktır.

Ancak hapis müddeti bitmiş değildir. Bunu,mahkeme salonunda sorguya çekilme demek olan Mahşerdeki sorgu ve sual takib edecektir.

Arkasından ebedi karargaha giden yol.

Bu yol ya ebedi zindan,hapishane ve hüsranla sonuçlanacak. Veya geçici zindanlardan ebedi saraylara,cennetlere geçiş…

İnsan bir yolcudur. Yolculuk ise;Ruhlar aleminden,anne karnından,çocukluktan,gençlikten ihtiyarlığa,kabre,haşre,sırattan cennete veya cehenneme giden uzun bir yolculuğu vardır.

12-9-1991

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.38.

[2] Bakara.156.

[3] Bakara.30.

[4] Bakara.30.




DÜNYANIN HAFTALIK RAPORU

DÜNYANIN HAFTALIK RAPORU

Her insanın bir proğramı vardır. Her şey bir proğram dahilinde olursa,proğramlı ve sıhhatli olur.

Hayat bir proğram düzeni içerisinde akmaktadır. Bir su gibi… Ancak hayatın akışını değiştiren,bir nakış gibi dokunuşunu bozan başıboş insan anarşist ! leri hariç.

Kader;her şeyin bir proğramı,plan ve projesidir.

Ancak iradesiyle hareket edip,insanlık binanın kurulmasında,iradesizlerin müdahalesidir ki;memnuniyetsizlikleri gün yüzüne çıkarmakta..

Dünyanın şöyle bir proğramı içerisinde,insanın haftalık raporuna nazar gezdirip bakacak olursak;

-Değil binlerce yılın raporunu sunmak,her bir insanın raporu başlı başına asırların proğramını ihtiva etmektedir.

Ve işte haftalık rapordan kesitler;

Beş gün önce baba ve annenin yaratılmasıyla dünyaya gönderilen bu insanlar;bir gurbet,gariplik ve yalnızlık içerisinde,hayatlarını devam ettirme çabası içerisine girdiler. Düştüler,bazen düşürüldüler.

Daha kendisini toparlamadan ve de toparlayamadan yol ayrımına gelindi. Ayrılıklar ve farklılıklar kendisini göstermeye başladı.

Artık her şey bundan sonra oluşmaya başladı. Zira kimisi çıkış ve yükselişi tercih eder ve o yola giderken,kimisi de inişe doğru bir düşüş içerisine girdi.

Zamanla aradaki ara fazlasıyla aralanınca;karalamalar,yaralamalar ve birbirini anlamamalar,baş ve boy göstermeye başladı.

Ve tâ olay çeşitli hadiseler içerisinde dördüncü güne kadar geldi,Cehalet Asrı…

Evet,cehalet asrı..adı üstünde. Tüm cahilliklerin rakipsiz,rakiplerini alt edip,kol gezdiği devre..cehalet devri ve devresi…

Öyle ki;tüm saadetlerin cehalette arandığı,şerefin şerefsizlikle elde edilmeye çalışıldığı dönem. Misal mi?

-Kızını diri diri gömmekte mutlu olan baba,aksi ise onun için mutsuzluk.

-Zenginler zenginliği başkasının malını talan etmekte ve gasbetmekte bulması.

-Zihinleri bulandırmaya ne hacet! Hayatı bulandıran her şey.

Ancak”Küfür devam eder,zulüm devam etmez.”hakikatınca,bu zulmün ilel- ebed devam etmesi de mümkün olamazdı. Ve olmadı da…

Nitekim dünyanın üçüncü gününde;dünyanın ve asırların beklediği saadet,bir güneş gibi,saadet asrı olarak doğdu.

Güneşi kim reddedebilirdi ki? Zira yarasa bile ona muhtaç!

Saadet güneşi,saadet asrında doğmuştu.

Asırların anlatıp bitiremediği ve bitiremiyeceği o asrı,yine ancak asırlar anlatmaya devam edecektir.

Asırların merkezi ve özeti olan o asır,dünyanın kalbi mesabesinde atmaktadır. O’nun durması,dünyanın durması demektir.

-Ve ikinci günde;yara yara gelen Selçuklu ve Osmanlının gündemi oluşturmasıyla gerçekleşti. İslâmın şehamet ve celadetinin şahlandığı ve bayrağının dalgalandığı dönemdir bu dönem…

İ’la-yı kelimetullahın tüm aleme nokta nokta yayıldığı,insanlığı İslâmın kucakladığı bir dönem…

Her kemalin bir zevali,her zevalin de bir kemâli vardır.

-Ve nihayet birinci gün geldi ve çattı. Duraklama ve hasta adam’ın,hastalandırma dönemleri.

İçten ve dıştan yapılanlarla hastalığı arttırma ve fitne kazanlarını kaynatmalar. Bir yandan menfi,bir yandan da müsbet gelişmelerin olduğu dönem.

Tarih en güzel şahittir-sözünde de belirtildiği gibi;Geçmişten geleceğe tutulan ışıklarla,tarih hakikatını isbat ve ifade edecektir.

Ve bu günden yarına;hangisini,nasıl ve ne şekilde alalım,tercih edelim çırpınışları.. Acaba kimler kimlerin çocukları ki;onu istiyor ve seçiyor? Veya seçmelidir? Takdir insanlığın tercihi… Proğram kaderin proğramı…

9-9-1996

MEHMET ÖZÇELİK