2000-2001 YILI RAMAZAN SENARYOLARI

 

2000-2001 YILI RAMAZAN SENARYOLARI

          2000 yılı Ramazanın da caminin duvarına ve zemzem suyuna bevledenler;şimdi de yemeğe bevlettiler. İçkinin yemeğe konulup,tuz ile tesirinin kaybolacağı şüpheleri ortaya atıldı.

           Süveyd İbnu Gafle (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer’in Ebü Müsa (radıyallâhu anhümâ)’ya yazdığı mektubu okudum, diyordu ki: “Emmâ ba’d! Bilesin bana deve katranı gibi siyah, sert bir şarap taşıyan bir kervan Şam’dan geldi. Ben onlara bunun kaynatılarak ne kadarının buharlaştırılacağını sordum. Bana üçte ikisi uçuncaya kadar kaynatacaklarını söylediler, yani pis olan üçte ikisi gidiyor. Şöyle ki üçte biri pis kokulu kısım, üçte biri bozuk kısım (geriye kalan üçte bir temiz kısım kalıyor). Sen yanındakilere, emret, bu kalan üçte biri içsinler.” [1]

Olayın hangi amaçla,hangi durumda söylenmiş olduğu gibi durumların da göz önünde bulundurulması gerektir. Bir meselede yüzde birlik ihtimal değil,yüzde doksan dokuzluk hüküm geçerlidir. İçkinin necis oluşu açıktır,gübrede de ayrıştırma neticesinde faydalı şeyler bulunabilir! Ancak ne derece yenilmesi söz konusu olabilir?

            Olayın kimyevi özelliğiyle beraber,bir pisliğinde kimyevi yönden etkisinin kaybedilmesi onu ne derece meşru kılabilir?

            Hocayla alay etmek amacıyla;-Hocam sinek yenilir mi? sorusuna hoca yüzünü ekşiterek;-Evet yenir,demiştir. Yani ye yiyebilirsen!

            Hz. Ali’nin bir denize bir parça içki düşse,orada koyun otlasa onun etini yemem veya onun sütü sağılsa içmem veya orası ekilip buğdayıyla ekmek yapılsa o ekmeği yemem meyânındaki sözü meselenin ciddiyetini ve kerahetini hatırlatmaktadır.

            Yani bir pisliğin nötrleştirilerek yenilip içilmesi ne kadar sağlıklı olur?

            Meselenin fikri boyutuna baktığımızda;Sol çevreler genelde sol vurmakla beraber,bazen de sol gösterip sağ vurmuşlardır. Hasan Cemal bunu itiraf etmekte,kendi ifadesiyle şeriatçı basını izleyip,komplolar,senaryolar düzdüklerini ifşa etmiştir.

            Tüm general Erol Özkasnak’ın da itiraf ettiği ve kendisinin de aktif olarak içinde bulunduğu 28-Şubat-1997 yılından itibaren bu durum daha da farklılık kazanarak,dini temsil etmekte gibi görünen veya kendilerinin göstermeye çalıştığı kimseleri yanlarına alarak ihtilafı körüklemeye,İslâmı içten zedelemeye koyulmuşlardır. Ancak bunu farklı bir alternatif ve bilgi ve bulgu ile değil;yıllardır,asırlardır tartışılıp fıkıh kitaplarının köşelerinde kalan,fıkhi ifadeyle zayıf görüş olan”Kîle” (Denilmiş) leri ele alarak yola çıktıklarından toplum tarafından maya tutmamıştır,kafaları karıştırmanın dışında…

            Çünkü atılan maya bozuk veya asırların gerisinde kala kala küflenmiş,kabul görmemiş görüşlerdir onlar.

            Toplumun dini açıdan eksikliğinden yararlanan bu insanlar,bu boşluktan istifadeyle ya bazen müşteri bulmaktalar veya toplumun şaşkınlığından istifade cihetine gitmekteler. Buda onların iştahını kabartırken sol cephe ve menfi cepheler mal bulmuş mağribi gibi bu şaşkınlıktan ve gâlib edası tavrından dolayı rahat gezebilmekte,kendilerine zemin bulabilmektedirler.

            Ancak bazen hesaplar ters tepebilir. Toplumun bilinçlenmesine,tozlanan bilgilerin süpürülmesine,raflardaki asırlık kitapların tozlarının alınarak yeni kitapların eklenmesine yol açabilir ki;müsbet nazarla baktığımızda bunu görebiliriz. Her ne kadar zayıf bünyelilerde bazı yaralar açsa da…

            Hz. İsa’nın nüzulü,Mehdilik,Deccal,Kabirlerin ziyareti… İlk üçü birbiriyle bağlantılı olan konulardır.

            Hz. İsa’nın hala hayatta olmasının hiçbir mantık dışı bir durumu yoktur. Onu babasız,Hz. Adem’i hem babasız hem de annesiz yaratan Allah’ın onu beşeri ihtiyaçlara ihtiyaç duymadan Hz. İdris ve Hz. Hızır gibi hala hayatını devam ettirmesi kudretine zor değildir. Bediüzzamanın Mektûbat adlı kitabının 1. Mektubunda hayatın mertebelerini izah ederek gayet muknî izahlarıyla beraber İslâmi eser ve hadis kaynaklarında bu üç hususa genişçe yer verilmiştir.

            Ancak hedefte olan;Kur’an-ın etrafındaki surları yıka yıka –şuurlu veya şuursuz olarak- Hadislere ve Rasulullaha gelmek,ondan sonra sadece Kur’an-ı senâ ederek;Muhammed’de bir insandır.-masumiyeti içerisinde sünnetleri,tesbihleri,duâları,namazın sünnetlerini de bir kenara bırakarak,farzlarla iştiğâl etme yoluna gitmeyi dava etmek. Sonuç malum… Daha sonra Allah Rahim,cehennemine mi atacak,ihtiyacı mı var ki,mantık oyunlarıyla etrafını boşalttıkları Kur’an-a doğrudan saldırılacak.

           Tam bir İngiliz siyaseti…

            İçten ve içtekilerle yıkma senaryoları…

            Ancak,Allah’ın hesabı hesaba katılmamaktadır! Hesaplar üstü hesap. Hesaplarını alt-üst edecek hesap.

            “Onlar hile yapar,Allah’da hile yapar. Allah hile yapanların hilelerini boşa çıkarmada en hayırlı olanıdır.”[2]

            Hadis’de:”Allah fâsık ve fâcir eliyle de bu dini te’yid eder.”

            Ancak Kur’an-ı kafasına göre tefsir edenlere karşı Kur’an-da büyük tehditler vardır. Kur’an şu ikazı da yapmaktadır:”Şimdi (ey mü’minler) onların size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki;onlardan vaktiyle bir zümre vardı, Allah’ın kelâmını işitirler,sonra onu iyice anlamalarını müteakip bile bile tahrif ederlerdi.”[3]

            Yahudilerin yaptıkları bu tahrifin İslâmda da olmaması için peygamberimiz şu tehditte bulunur:”Her kim Kur’an-ı kendi aklına göre tefsir ederse (yani dinin umumi kaidelerini dikkate almazsa) muhakkak kafir olur.”[4] Küfre giden yolu kendisi ve insanlar için açmış olur.

 

                                                                                                                      15-01-2001    

                                                                                                          MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Mürşid.CD.2265.Nesâi, Eşribe 53, (8, 328-330).

[2] Al-i İmran.54.

[3] Bakara.75.

[4] Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali.-Heyet- Bakara.75-in izahı.




İSLÂMİ AÇIDAN MUSİKİ

İSLÂMİ   AÇIDAN   MUSİKİ

                 “Müzik seslerin mimarisidir.”(Madame de Steal)

         “Andolsun,Davuda tarafımızdan bir üstünlük verdik.’Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin.’ dedik.”[1]

            “Doğrusu biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları,toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi.”[2]

            Musiki;kainatta olan her şeyin bir terennümüdür. Bu terennüm belli bir ritim ve düzen içerisinde olursa,ruha ve kalbe rahat ve ferahlık verir,aksi takdirde ruhun ve kalbin boğulması ve feryadıdır.

            Mevlâna’nın”Dinle Ney’den kim şikayet etmede / Ayrılıktan şikayet etmede.”Kainatta bir ney gibi Vuslat neylerini çalmada ve söylemede…

            “Tabiat bana ilham veriyor. Bazı şarkılar benim için bulutlar gibidir,bazıları ise sular gibi…” Ve;”Biz kainatı hissetmek için müzik dinleriz der Kitaro.

            Bir ressam gibi ses renkleri cümbüşünden musiki yapan Kitaro:”Dünyadaki savaşlar uzaydan gelmiyor.İnsanlar meydana getiriyorlar. İşte ben,içlerinde savaşlar yaşayan insanlara bu iç savaşı dindirecek müziği yapmak istiyorum. Her şeyden önce gerçek müzik insanların içinde. Bir bestekarın yaptığı,insanın içindeki bu esrarlı ritmi keşfetmek. Ben de öyle yapıyorum. Tabiat,din,ilim,bir yerde kesişiyorlar. İşte ben,o kesişme noktasında yaşıyorum. Bestelerimi orada yapıyorum.”der.

            Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir ölçü getirir:”Şeriatça bazı savtlar (sesler) Helal-bazıları da haram kılınmıştır. Evet,ulvi hüzünleri,Rabbani aşkları îras eden sesler,helaldır. Yetimane hüzünleri,nefsani şehevatı tahrik eden sesler,haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise,senin ruhuna,vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”[3]

            C.Meriç:”Şiir duyguların kelimelerle ifadesi,musiki seslerle…”der.[4]

            Yusuf İslâm’a,niçin müziği terk ettiği sorulduğunda şöyle cevap verir:”İnsan bir sahilden diğerine ulaşınca,artık kayığı sırtında taşır mı?”der.

            “Evin büyüğü def çalmaya heves ederse,ev halkının huyu da raksetmiş olur.”denilir.

            Bursalı İsmail Hakkı;Kitabun Necat adlı kitabında musikiyi iki kısımda işler:Biri bedene hitab eden musiki,diğeri,ruha hitab eden ve ikincisini tavsiye eder.

            N.Uzel ezgi ile ilgili olarak yabana atılmayacak bir hakikatı da şöyle ifade eder:”Ezgi nedir? Ben biliyorum..bilen var mı bilmem. Akıllı sözleri,şeytani nağmelerle yutturmak gibi geliyor bana..yani sözler helal,nağmeler haram..her ne ise..musiki ile barışalım derken bu işlerle uğraşanları darıltmayalım…”[5]

            Mevlâna.”Ney gibi hem zehir,hem panzehir;hem elemsiz,hem müştak bir şeyi kim görmüştür? “der. Şerhini yapan Tahir-ul Mevlevi ise şöyle izah eder:”Ney,dinleyenin kabiliyetine göre hem zehir,hem panzehir tesirini gösterir. Hevâ ve heves erbabından olanlara,şüphesiz zehir gibidir. Çünkü kendisindeki şehvaniyet ve hayvaniyeti arttırır. Fakat görülüp işitilen her güzellikten Allah’ı hatırlayan için de,şüphesiz,panzehir gibidir. Çünkü kalbteki gaflet zehirini giderir. Keza (ney),iyi bir arkadaştır ve dinlenilmeye müştaktır. Zira (ney) in mahiyeti torba içinde asılı,yahut bir köşeye dayalı durmakla değil;üflenip dinlenmekle meydana çıkar. Ricalullah hazeratı da ney gibidirler. Şekaveti ebediyye erbabına karşı,zehir-zenberek olurlar. Saadet-i ezeliyye ashabına ise şifa tesiri gösterirler.

            “Ney,kanlı bir yoldan bahseder,mecnuna aşkları hikaye eyler.”[6]

            Ahmet Hamdi Tanpınar da:”Ney,in biricik sırrı hasrettir.”der.

            Müzik konusunda Congreve:”Müziğin,vahşi hayvanları yatıştıracak,kayaları yumuşatacak ve yüz yıllık çınarları eğecek bir çekiciliği vardır.”der.

            Vicher ise:”Hiçbir şekil ve hiçbir kelime kalbin derinliklerini ve özelliklerini müzik kadar anlatamaz.”der.

            Conficius ise:”Bir memleketin ahlak bakımından nasıl idare edildiğini anlamak isterseniz,o ülkenin müziğini inceleyiniz.”der.[7]

            Kırk küsur yıllık Türk-Din musikisi öğretim üyesi olan İlahiyatçı Doç. A. Altınkuşlar ise bu konuda özetle şöyle der:”Garb müziği hristiyan müziğidir. Bütün batı milletlerinin bunda bir iştiraki vardır. Hepsi bu müziği kendisinin olarak kabul eder.

            Türk musikisi Cumhuriyetin ilk yıllarında yasak edilmiş (1928) veya yasak süsü verilmiştir. Türk musikisi:”O kadar müessir bir musikidir ki,batı müziğinin kaslara kadar tesir etmesinin yanında,onun tesiri insanın iliklerine kadar işler. akıl hastalarının tedavi edilmesinde kullanıldığı bu gün herkes tarafından bilinmektedir. Hatta musiki ile meşgul olan Türkler öyle reçeteler icat etmişler ki:”Filan makam,filan günün filan saatlerinde icra edilirse,filan hastalıklara iyi gelir.”diyecek kadar ileri götürmüşlerdir bu işi. Bazı vakfiyelerin kitabelerinde akıl hastalığıyla malul hastaların tedavisi için şu zamanda şu makam çalınsın diye yazdığı vakidir. Tire vakfiyesinde de böyle bir yazı mevcuttur.”[8]

            Bunu teyiden ve kendimizin de bulunduğumuz ve şahit olduğumuz;1983 yılında Kayseri İlâhiyat’da talebe iken İbni Sina sempozyumu ilk defa o yıl düzenlendiğinde bizde gitmiştik.

            Kılıçarslan’ın kızı Melike Gevher Nesibe’nin vasiyeti üzerine yapılan hastahane de ruh hastalarının kalacakları tek kişilik,sağlı sollu koridorun etrafında odalar yapılmış,üstten az bir ışık alıyor. Loş bir hava. Bir kümbeti hatırlatıyordu. Tam oraya girince solda genişçe bir boşlukta ise;müzik aletlerinin konulacağı yer mevcuttu. Yıl ise 602,miladi 1205 idi.[9]

            “Müzikle tedavinin efsanevi kaynağı Ahd-i Atik’de Davud Peygamberin Hastakras Saul’ün psişik deprasyonların tedavi için mezamir okuması ve mizmar çalmasına kadar uzanır. Anadoluda Frigler,Dionysos Kültü törenlerinde oynanan Koriband danslarında (oyunlarında) görülen esrime’leri flüt çalarak tedavi ederlerdi. En eski Türk-İslam hastahanelerinden olan Selçuklu Atabek’i Nureddin Zengi’nin 1154’de Şam’da inşa ettirdiği Nureddin hastahanesinde akıl hastaları müzikle tedavi edilirdi. Görülüyor ki müzikle tedavinin kökeni (aslı) çok eskilere uzanır.” Ve;

“İstanbul’da fatih,Edirne’de Beyazıd bimaristanlarında müzikle psikoterapi uygulanıyordu. Hastaların müziğin ahengi karşısında dinledikleri,ızdıraplarını unutarak musiki nağmeleri sayesinde tedavi edildikleri görülmüştür.”[10]

Musikiyle hastaların tedavi edildiği yerlerden biri olan Manisa’daki Bimaristan (1522) XIX. yüz yıla kadar akıl hastaları tedavi edilmiştir. Kanuni’nin annesi,Yavuz Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan Tarafından yaptırılmıştır.[11]

“Türkler müzikle tedavinin esasını araplar ve acemlerden almışlardı. Hoca Nasır Musa,Abdulmümin Safi,Saiddin,Barid,Keyhüsrev gibi arab ve acem bilginlerinin ve bilhassa Farabi (870-950) gibi büyük Türk bilgininin kitapları musiki için rehberlerimiz olmuştu. Ve o suretle kabul olmuştu ki,Tabib şuuri;”Madem ki tabib bu mertebeye alim ve usul nakarata arif olmaya,tababette kamil ve sanatta mahir olmayıp teşhisi emraza kadir olamaz.”yani”Müzikten anlamayan bir hekim tıpta bilgin ve mesleğinde yetenekli olmayıp hastalığı teşhise kadir olamaz.”demekteydi.[12]

Nitekim musikiyle tedavi Medinede’de uygulanmış,faydalı sonuçlar alınmıştır.Teğanninin caiz olup,[13] anlaşılan odur ki;her bir makamın birkaç hastalığa,tedavi olabilecek özellikte olduğu bildirilmektedir.[14]

Makamların etkileri ise şöyle sıralanmıştır:

-Rast;Felce.

-Irak;Ateşli yaratılışta olanlara (Atiklere)

-İsfehan;Zihin açıklığı,zekayı geliştirme,düşünce ve gönül bağlarının yenilenmesi arzu olunan hastalara.

-Rehavi;Baş ağrısı ve hafakanı olanlara uygundu.

Tabib şuuri bunu şiirle ifade edip,tercümesinde:1)Sevgili gam derdinden yanıp yakılsa buna şaşılmaz. (Çünkü) gül bahçesinde bülbül her an rast makamında inler.

2)Sözünün etkisi gönül ehlini hoşça zevklendirir. Çalgıcı ki bade meclisinde Irak makamında fasıl geçer.

3)Yiyip içip eğlenenlerin neşesini yükseltir ve gönle ulaştırır. Mecliste çalgıcının nağmesi her zaman Zirefkend makamındadır.

4)Ey çalgıcı,Rehavi makamında söyle ki kayıtlar ve kederden kurtuluş versin.

5)O nazlı,cilveli sevgili gönlü yanık aşığa neşe verir. Gönülde buluşma ve kavuşma dairsinin (yerinin) arzusuyla Hicaz makamına koyulur.”Ayriyeten:

“Irak makamı ve benzeri;rengi esmer ve yaratılışı sıcak ve hareketli olanlara…

-Rast ve benzerleri;soğuk mizaçlı ve sarışın olanlara…

-Kucek makamı;soğuk yaratılışlı ve beyazlara uygun sayılırdı.”

Milletler açısından da yaptığı tesirler ise:

-Türklere:Uşşak ve benzerleri.

-Araplara:Hüseyni ve benzerleri.

-Acemlere: Irak ve benzerleri.

-Rumlara ve Frenklere:Buselik.”[15]

Ve yine şuuri:”Tadil-i Emzice”adlı kitabında:

-Rast ve rehavi makamları seher zamanlarında etkilidir.

-Hüseyni makamı,sabahleyin.

-Irak makamı;kuşluk vaktinde.

-Nihavende makamı;iki ezan arası etkilidir,der.

Şair Tabibler kitabında da:

-Rast makamı;Felç illetine.

-Neva makamı;Kadın hastalıklarına.

-Zengüle makamı;Kalb hastalıklarına devadır,der.

Yine Rast ve Uşşak makamları;akıl ve kalbde deva ve tesir eder.

İngiliz Walter Odington ise:”O hala birinci sırada gelen bir musiki ustasıdır.”der.

Avrupa Major gamdaİ5=4,minörgamda 6=5 fasıla münasebetini İbni Sina ve Farabi’den öğrenmiştir.”[16]

Altınkuşlar:”Türk musikisi Tevhide dayalı bir musikidir. O tek sesli bir musikidir. Allah insanda musiki aleti yerine kaim olan hançeresini yaratırken tek sesli söylemeye müsait olarak yaratmıştır.

…Şiir ve musiki alt başı giden iki güzel sanatımızdı. Önce şiir,sonra da buna bağlı olarak musikimiz bozuldu. Bozuldu derken bunlar kendi kendine bozulmadı. Şair ve bestekarlar bozdu. Şiir ve musiki Osmanlıda hep yükseliş göstermişti.

İbni Haldun der:”Musiki milletlerin yükseliş ve çöküşleriyle alakadardır. Milletler yükseldikçe,musikilerde yükselir. Milletler çöktükçe musikilerde çöker. Osmanlının son zamanlarında batının tesiriyle diğer kurumlarının yanında güzel sanatları da çöküntüye uğradı. Bin senelik mazisi olan musikimiz en yüksek seviyesine de Osmanlı zamanında ulaşmıştı.

…İslâm alimleri musikiyi şüpheli bir saha olarak görmüşlerdir. Müziğin bu günkü halini görünce alimlerimizin endişelerini daha iyi anlıyoruz.

Batı müziği size kötü alışkanlıklar kazandırır,sizi hasta eder. Oysa Türk musikisi size şifa verir,farkında olmadan sizi tedavi eder.”[17]

Bu konuda İmam-ı Gazâli’nin görüşleri ise:”Yahya bin Muaz der:”Üç şey kaybettik. Bunların yokluğu bize zarardan başka bir şey getirmez. Birincisi,haramdan korumak suretiyle güzel yüz. İkincisi,Diyaneti korumakla güzel söz ve güzel es. Üçüncüsü de vefakarlıkla samimi arkadaşlıktır.”der.

Ebul Abbas:”Hızır’ı gördüm ve –Hocalarımızın üzerinde ihtilaf ettiği bu sema’ hakkında sizin görüşünüz nedir?diye kendisinden sordum.

-Hızır Aleyhisselam:O,öyle kaygan bir taştır ki,onun üzerine ancak alimler ayak tutturabilir,dedi,der.

Mümşad ed-Dinuri der:Resuli Ekremi rüyada gördüm ve kendisine:-Sema’ı (musikiyi) inkar eder misiniz?diye sordum. Resul-i Ekrem:_Hayır,hiçbir şeyi reddetmem,yalnız onlara söyle,Kur’an ile başlasın ve Kur’an ile bitirsinler,buyurdu”der.

Göz için güzel şeylerden zevk almak,burun için güzel kokulardan zevk almak,dil için güzel şeylerden tat almak ve diğer duygularda da olduğu gibi;kulak için de meşru ve helal,kuş sesi,su sesi,bülbül sesi gibi seslerden zevk alması meşrudur.

Âyette:”Yaratılışta dilediğini artırır.”[18] Buradaki –ziyade eder- in,güzel ses olduğu söylenir.

Hadiste:”Allah-u taâla gönderdiği her peygamberi güzel sesli göndermiştir.”(Tirmizi)

Âyette:”Seslerin en çirkini merkeb sesidir.”[19]buyurulur. Merkebin;ya acıktığından yada şehvetten dolayı anırdığı söylenir.Ebu Süleyman ed-Darani der:”Musiki,kalbde olmayan bir şeyi kalbe koyamaz. Ancak kalbde olanı harekete geçirir.

…Beşikteki çocukta bile güzel sözün tesiri görülen bir gerçektir. Ağlamakta olan çocuğun kulağına giden güzel ses,kendisini susturur ve o sese doğru meyleder. Develer bile katı tabiatları ile,sürücülerinin nağmelerine bayılırda ağır yük,kendilerine hafif ve uzak mesafede yakın gelir.

…Kuşlar bile,güzel sesini dinlemek için Davud (AS)un başı üstünde saf bağlarlardı.

…Musikinin zevki de önce sesin kulağa gelmesi ve sonrada kalbin ondan zevk alması iledir.

İmam-ı Gazâli beş sebeble musikinin haram olduğunu söyler:

1)Dinletendeki arıza.

2)Dinletme aletindeki arıza.

3)Ses ayarındaki arıza.

4)Dinleyicinin kendisinde veya devamındaki arıza.

5)Ve dinleyici şahsın avamdan olma arızasıdır.

Yasaklayanlar delil olarak bazı ayet ve hadislerle beraber Cabir’den rivayet edilen bir hadisi nakleder:”İlk ağlayan ve ilk teğanni eden şeytandır.”

Fudayl bin Iyaz’da:”Teğanni zinanın efsunudur..”der. Diğer biri:”Kötülüğün elçilerinden biridir.”der.

Emevi hükümdarlarından Abdulmelikin oğlu Yezid bin Velid’e Teğanniden sakınınız,zira o hayayı azaltır,şehveti çoğaltır,mürüvveti yıkar ve içki yerine geçer. Sarhoşun yaptığı kötülükleri yaptırır. Şayet mutlaka tağanni isteğini duyuyorsanız kadınları uzaklaştırınız;zira teğanni,zinayı teşvik eder.”der.

Bu ifadeleri;sanki bu zamanımızdaki hayranlarını görerek,çılgınlık ve zıvanadan çıkmalarına karşı söylenmiş gibidir.

Hadiste:”Ümmetimden bir grup insan,içki içecek fakat içtikleri içkiye başka ad takacaklardır. Başlarının üstünden def-dümbelek çalınacak ve (yanlarında) şarkıcı kadınlar bulunacaktır. Bundan dolayı Allah bunları yerin dibine geçirecek ve onların bire kısmını da (karakter olarak) maymunlaşmış ve domuzlaşmış hale sokacaktır.”[20]

Hadislerde de:”Kim ki şarkıcı bir kadın dinlerse,kıyamet gününde kulağına erimiş kurşun dökülür.”

“Şarkıcı kadınların satılmasına karşı alınan bedel,zehir ve katrandır. Onların şarkılarını dinlemek haram,kendilerine bakmak ise haramdır. Şarkıcılıktan elde edilen para,köpekten temin edilen kazanç gibidir. Köpeğin satılmasına bedel olarak alınan para ise haramdır. Haramla beslenen bir kimse için en uygun yerde cehennemdir.”[21]

“Zil,şeytanın düdüğüdür. Zil ve köpek bulunan yere melekler girmezler.”[22]

“Helal nikah ile haram nikah arasındaki fark,(helal bir) ses ve def bulunmasıdır.”[23]

Çalgı aletleri hakkında imam-ı Şafii:”Halkın Kur’an-la meşgul olmasını önlemek için bunu zındıklar icad etmişlerdir.”der.[24]

Serahsi fetvasında:”Bir kimsenin yalnız ve tek başına olduğu hallerde dahi,ulvi bir gayeye matuf olmayan;tam tersine eğlenceye yönelik olarak söylediği şarkı ve türkülerde haramdır.”der.[25]

Şibli:”Sema’ın zahiri fitne,batını ise ibrettir. İşaretten anlayan kimseye ibare dinlemek helaldır. İşaretten anlamasa fitneyi uyandırabilir ve felaketlerle karşılaşır”der.

Bir cümle normal ve düz okunurken ya hiç,yada az bir tesir yapar iken;musiki olarak okunduğunda –musikinin özelliği itibarıyla- herkeste bir tesir icra edecektir. İyi ise iyi,kötü ise kötü tesiri olacaktır.

Mehter marşında okunan cümleler,normalde pek tesir etmezken,marş olarak okunduğunda farklı bir duygu galeyana gelecektir.Bu her şeyde de görülür.

Kur’an-ı Kerim-de düz okunması ile,dünyaca meşhur Abdulsamed tarafından okunduğundaki tesir elbette daha farklı olacaktır. Sesi uygun olmayan bir kimsenin okuması halinde de tesir nisbeti azalacaktır.

İ. Gazâli özetle:”-Dünya şehvetleri galib olanlar ve gençlerin çoğu için haramdır. Çünkü sema’ ancak onların gönüllerini istila eden şehvetlerini galeyana getirir.

Sema’ı mahluk suretine tenzil etmeyerek,oyun ve eğlence yolu ile adet haline getirerek zamanlarının çoğunu sema’ ile geçirenler için de mekruhtur.

Yalnız güzel sesten zevk almak için dinleyenlere de mübahtır.

Allah sevgisi kendisine galebe çalıp iyi vasıflarını harekete geçirenler için de sema’ müstehabdır.”der.

Dindeki ciddiyet,Resul-i Ekremin ciddiyetinden fazla olamaz.”[26]

Evet:”Hisleri ve düşünceleri ses,hareket ve aletle anlatma sanatı olan musiki;puta tapan eski yunanlıların büyük putları olan Zeus’un kızları sayılan Mausa (Muz) denilen dokuz heykelin adından türediği”ifade edilir.

Müzik,milletlerin inanç sistemine,örf ve adetlerine paralel olarak icra edilmiş bir seslendirme sanatıdır.”

Avrupa ve Amerika ülkelerinde ise bugün müzik tam bir çılgınlıktır.

Hristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’in yasak ettiği müziği sonradan papazlar,hristiyan dinine soktular. Bir çok hurafeler karıştırdıkları,bu bozuk dinleri,ruhları besleyemediği için,müziğin nefislere hoş gelmesi:”Müziğin nefsin gıdası olması” meselesi,ruhani tesir sayıldı ve “Müzik ruhun gıdasıdır.”denilmeye kalkışıldı.”[27]  

Peygamberimizin (SAM) Davud’u (AS) övmesinden sonra:”Zaman olurdu ki,bir mecliste Davud’un sesinin tesirinden 400 kişinin cenazesi kaldırılırdı. (Yani bayılıp ölü gibi hareketsiz kalırlardı)”Diğer vakitlerde de bu tür olaylar olurdu.”

Peygamberimiz Ebu Musa el-Eş’ari için:”Andolsun ki ebu Musa’ya Davud hanedanının musikisi gibi bir musiki verilmiştir.”buyurur.[28]

İbni Abbas ayette geçen:”İnsanlardan kimide vardır Allah yolundan bilmeyerek saptırmak ve o yolu eğlence yerine tutmak için batıl ve boş lafa müşteri çıkar.”[29] Batıl ve Boş laftan maksad musiki ve benzeri olduğunu söyler.

Günümüz terbiyecilerinin de belirttiği üzere,musikinin çocuğun şahsiyetinin gelişmesi üzerinde müessir olduğunu söylerler.[30]

musikiye mutlak olarak ne helal denilebilir,ne de haram. Alacağı duruma göre hüküm alır. Bunun meşru dairede olmasını belirten Bediüzzaman şu ölçüyü koyar:”Evet,beşer hakikata muhtaç olduğu gibi,bazı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesât,beşte birisi olmalı.”der.[31]

Peygamberimiz peygamberlikten önce cahiliye dönemindeki eğlenceli düğünlere iki kere arzu ettiği halde dinleyip seyredemeden uyuya kaldığını ve peygamberliğe kadar da böyle bir şeyi arzu etmediğini söyler.[32]Kur’an-da geçen bir çok ayette oyun ve eğlencenin (20 kadar ayetin) hoş olmadığından bahsedilir.

İmam-ı Şâfii:”Eğlence dindar ve mürüvvet sahibi kimselerin işi olmamalı.”der.

M.İbnul Münkedir anlatıyor:”Bana ulaştığına göre,Allah taâla hazretleri kıyamet günü şöyle seslenecektir:”Kulaklarını eğlence ve şeytan çalgısından uzak tutanlar neredeler? Onları misk bahçelerine dahil edin.”

Sonra melaikeye seslenecek:”Onlara benim takdirlerimi duyurun ve haber verin ki,kendilerine artık ne korku var,nede üzüntü.”[33]

Kadın sesi,erkekler için haramdır. Kendi aralarında caizdir. Erkek-kadın karışmamak şartıyla.[34]

Erkeklerde belirttiğimiz ölçüler içerisinde harama düşmemek,vesilelikten kaçınarak,hayvani,nefsâni,şehevâni duyguları tahrik etmeyip,düşündüren,ulvi duyguları yücelten,helal olarak nefse küçük bir zevk ücreti çıkaran musiki helaldır.

Zalimi ve kadını övücü mahiyette de olmamalıdır.[35]

İbni Hacer ve Kurtubi gibi alimler ise;tambur ve kemençe gibi fasık,ayyaş ve sefihlerin kullandığı çalgı aletlerini kullanmanın ve dinlemenin icma ile haram olduğu görüşünü ileri sürüyorlar.[36]

Hadiste:”Allah taâla ümmetime içkiyi,kumarı ve darıdan yapılan içki ile davul ve tamburu yasaklamıştır.”

“İçki içip davul ve çalgı aletlerini kullanmak yüzünden ümmetimin bir kısmı mesholunacaktır.”

Âyette:”Biz onu,Kur’an olarak,insanlara dura dura okuyasın diye (ayet ayet,sure sure) ayırdık;ve yine onu peyderpey indirdik.”[37]

“Ve Kur’an-ı tane tane oku.”[38]

İhtiyaç ve ölçü mü’minin şiarı olmalıdır.

Kâinat başlı başına bir ilahi musikidir. Her bir varlık o koroda yerini almaktadır. İnce seslilikten kalın sesliliğe varıncaya kadar her ses vardır. Mesela bunlar;

-Kuş sesi,su sesi,bülbül,gök gürültüsü,karga sesi,merkeb,arslan,horoz,dalga,rüzgar vs.. Hepsi ilahi bir musiki halkasını oluşturmaktadır.

Teğanni konusunda Bediüzzaman eserlerinde:”Cenâb-ı Hak Hz. Davud’un (AS) tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki,dağları vecde getirip birer fonoğraf misullü ve birer insan gibi,bir serzakirin etrafında ufki halka tutub,bir daire olarak tesbihat ediyorlardı.

Mağaralı bir dağ,her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü,aksi sadâ vasıtasıyla –dağın önünde sen “Elhamdulillah” de;dağ da aynen senin gibi “Elhamdulillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti,Cenâb-ı Hak,dağlara ihsan etmiştir;elbette o kabiliyet,inkişaf ettirilir ve o çekirdek sünbüllenir.”[39]

“Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek,güvercinlerle oynamak,mektub postacılığı yapmak,papağanları konuşturmaya bedel en hoş,en yüksek,en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki,dağlar sana Davud-vari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesiminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musiki gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ,binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaibul mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar,Hüdhüdü Süleymani gibi birer munis arkadaş veya muti birer hizmetkar suretini giysin. hem seni eğlendirsin,hem müsteid olduğun kemalata da seni şevk ile sevk etsin,öteki lehviyat gibi,insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”[40]

Gece meydana gelen zelzelenin,maddi ve manevi yönden vermiş olduğu elemin sebebini Bediüzzaman şöyle izah eder:”Ramazanı şerifin teravih vaktinde,kemali neşe ve sürur ile,sarhoşçasına,gayet heveskârane şarkıları ve bazen,kızların sesleriyle,radyo ağzıyla bu mübarek merkezi İslâmiyetin her köşesinde cazibedarâne işittirilmesi,bu korku azabını netice verdi.”[41]

“Medeniyeti hazıra,hikmeti Kur’an-ın ilmi ve ameli i’cazına karşı mağlub oluyor;öylede medeniyetin edebiyat ve belağatı da Kur’an-ın edeb ve belağatına karşı nisbeti,öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı;hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir.) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane,ümitkarâne bir hüzün ile ğınası (şarkısı);hem,zafer veya harbe ve ulvi fedakarlıklara sevk etmek için teşvikkarâne kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki,edeb ve belağat tesir-i üslub itibariyle ya hüzün verir,neşe verir. Hüzün ise,iki kısımdır: Ya Fakdul Ahbabdan gelir,yani ahbabsızlıktan,sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki,dalalet-alûd,tabiat-perest,gafletpişe olan,medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün,Firakul Ahbabdan gelir. Yani ahbab var;firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün,hidayetedâ,nurefşân,Kur’an-ın verdiği bir hüzündür. Amma neşe ise,oda iki kısımdır:Birisi,nefsi hevesatına teşvik eder. Oda tiyatrocu,sinemacı,romancı medeniyetin şe’nidir. İkinci neşe,nefsi susturup,ruhu,kalbi,aklı,sırrı,maâliyata,vatanı aslilerine,makarrı ebedilerine,ahbab-ı uhrevilerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki;oda cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yeti Cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’an-ı mu’cizül beyanın verdiği neşedir.”[42]

İnsandaki kötü duyguları harekete getirip şarkı söyleyen haylaz bir gencin şefkat tokadı yemesine sebeb olacağını Bediüzzaman şöyle bir olayla anlatır:”Hamza namında 16 yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor,başkalarının da iştahalarını açıyor,haylazlık ediyordu. O’na dedim:Böyle yapma,tokat yiyeceksin. Birden,ikinci gün bir eli yerinden çıktı,iki hafta azabını çekti.”[43]

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Sebe’.10.

[2] Sad.18-19.

[3] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi. Sh.78,Bak. Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.Sh.176.

[4] Nur Sohbetleri. N.Şahiner.Sh.48.

[5] Zaman Gazt. 5-2-1994.

[6] Mesnevi Şerhi.Mütr.T.Mevlevi. 1 / 65.

[7] Güzel Sözler Antolojisi.B.eren.Sh.116.

[8] Zaman Gazt.1-5-1994,16-11-1994.

[9] Ayriyeten bakınız. Kayseri Şehri. H. Edhem. Sh.57-59.

[10] Türk Tababeti Tarihi.Dr.O.Şevki.Sh.136-137,Bak.Evliya Çelebi Seyahatnamesi. Neşr.Z.Danışman. 13 / 463.

[11] Osmanlı Medeniyeti Tarihi. Editör.E.İhsanoğlu. 1 / 262,bak Türk Tababeti Tarihi.age.136-137.

[12] Türk Tababeti Tarihi.age.sh.137-138,Bak.Divan Edebiyatı.A.Sırrı Levend.Sh.243.

[13] Tasavvuf.Mahir İz.sh.182.

[14] Bak.Zaman gazt.2-10-1993,Yeni Asya gazt.8-1-1994.

[15] Türk tababeti Tarihi.age.sh.140-142.

[16] Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. Ş. Döğen.Sh.186.

[17] Age. 1 / 5-94.

[18] Fatır.1.

[19] Lokman.19.

[20] İbni Mace. 2 / 1333,Bak.Ahmed bin Hanbel.Müsned. 5 / 329.

[21] Feyzul Kadir. 3 / 339.

[22] Müslim. 3 / 1672.

[23] Müsned. 4 / 259,Nee-i. 6 / 127.

[24] İslamda resim Heykel ve Musiki.Sh.97.

[25] Age.Sh.95.

[26] İhya-u ulumiddin. 2 / 677-751.

[27] Yeni Rehber ansiklopedisi. 15 / 95-96.

[28] Bak Büyük Günahlar C.Yıldırım. 1 / 285-295.

[29] Lokman.6.

[30] Bak Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Prof.İ.Canan. 8 / 66-67.

[31] Nur Aleminin Bir Anahtarı.Sh.18.

[32] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı.age. 11 / 219-223.

[33] Age. 12 / 321-332.

[34] Fetvalar.Ahmet Şahin.Sh.197-198.

[35] Fetvalar.H.Günenç.Sh. 1 / 235.

[36] Age. III / 183.

[37] İsra.106.

[38] Müzzemmil.4.

[39] Sözler.Sh.235.

[40] Age. Sh.236-237.

[41] Age.Sh.158.

[42] Age.Sh.374-375.

[43] Şualar. B. Said Nursi.Sh.280.




L A İ K L İ K

                           

L   A   İ   K   L   İ   K

          Mukaddesatı çiğnenmiş,öz yurdunda harabeye dönmüş,yıllarca yapılan içli dışlı yıkımlar,dindarları takipler,eza ve cefalar. Hüküm laikçe…                            

            Kimine göre;dinsizlik,kimine göre uygun sistem,kimine göre de ne o,ne de bu. O halde ney? Atatürkçülük mü? Peki Atatürkçülük ne? Bir din ve mezheb olmadığına göre,devrim ve inkilablar mı? Neyin devrilmesi? Neyin değişmesi? Açıklık getirilmesi gereken hususlar. Kimlerce mi? Milletin hakemliğinde muhalifin ve muvafıkın karşılıklı meseleleri takdimiyle.

            Binlerce meselelerimiz çözüm beklerken biz hala tedirginlik ve korku içerisindeyiz. Korkumuz niye? Ortada bir yanlışlık ve haksızlık yok ise… Bu ise tarihin tekerrürü,geçmişte yapılan hareketlerin tekrarı ve de uygun adım yerinde saymadan başka bir şey değildir.

            Oysa dünya herkes için terakki dünyası olsun da yalnız bizim için mi tedenni dünyası olmakta devam etsin. Hayır ve asla. Buna insanlar müsaade etse de,zaman göz yumsa da tarih affetmeyecektir.

            İlmin ve vesikanın,delilin hükümran olduğu ve de olacağı şu asırda fikre ve dile pranga vurmak,gerçeklere göz yummak demektir.

            Baba evladını,kişi kişiyi,öğretmen talebelerini bir laiklik meselesinde bile aydınlatamazken bu millet olarak acaba ne anlamaktır? İşe gelmeyenleri olsa gerek!

            Bununla beraber batıda kalıp oradan bize bakan vatandaşlarımızın orada daha iyi ve rahat İslâmiyeti yaşamalarını söylemeleri ister istemez bize şu soruyu sordurmakta: Bizdeki bir çok sorularla beraber laiklik sorusunun gerçek anlamı balıklar kavağa çıkınca mı açıklama getirilecek? Sınırları çizilerek açıkça ne zaman ifade edilecek?

            Salman Rüşdi gibi kalem-şörlük yapabiliyorsun! Çünkü laiksin! Dini meselelerde hakaret kastıyla herzeler savurabilirsin! Çünkü laiksin! Eğer laik değilim sözünü,H. İbrahim Çelik söylemişse suç,Doğu Perinçek söylemişse suç olmaz! Çünkü laikiz! Veya buna layıkız. Adını siz kurun nasıl laikiz?

            Oysa Avrupa’da gelişen bu laiklik,skolastik,engizisyon mahkemeleri ve batıl bir dinin baskısı gibi koyu karanlıktan kurtulmak için giriştiği reform sadece bir elbise değiştirmek iken biz bunu böyle bir değiştirme ihtiyacı yani dinin terakki ve buna benzer şeylere mani olma durumu söz konusu değilken,cildimiz durumunda olan İslâmiyeti değiştirmek,cildimizi soymak demek,hayatı tehdit edip ölüme kasdetmek demek olan hareketi seçtik. Elbette cildi yavaş yavaş da soysanız haklı olarak bir feryad,bir çare,bir sebeb ararken,böyle bir harekette ne derece iyi niyet gösterecek veya beklenecektir?

            Gelecek nesillerin;-Ey Mirasyedi yaramazlar!-demelerini beklemiyorsak, hüviyetimi- zi,kimliğimizi,meselelerimizi ortaya koyalım,AKLANALIM , PÂKLANALIM…

            İslâmiyetin müdafaa edilmeye ihtiyacının olmadığını,medeniyete beşiklik ve hiçbir zaman ışıktan mahrum olmayıp,ışıklandırdığını söyleyen”İslâmiyetin deha cevheri” yazarı fransız düşünürü R. Caratini şöyle der:”Bu insani ve fikri mayanın tuttuğu devir ortaçağ karanlığı ise,bugün kurtuluşu bulabilmek için,hepimiz ortaçağ karanlığı dedikleri zamana dönmeliyiz.”devamla:

            “Batı her şeyi yanlış anlıyor. Kur’an-a ve onun özüne dönüş,gericilik olamaz. Bu İslâmın özünde yok. Kur’an-ın özüne dönüş,yani batı dili ile fundemantalizm,İslam aleminin modern teknolojiyi ve müslüman olmayanlarla diyoloğu terk etmesi anlamına gelmez. Bazı ulema,İslam alemini hiçbir ekonomik ve siyasi kaideye bağlı kalmadan yaşatmak istiyorlar. Bazıları ise,İslâmın özüne dönebilmek için,siyasi iktidar sahibi olmak ve bu kudretle hedefe varmak niyetindeler.”[1]

            Bir Papaz olan Laura Veglieri’de şöyle der:”Cimri,yanık,medeniyet yollarından ve insan fikrinden uzak bir memlekette,vahşi her türlü zapt ve iradeye karşı serkeş kabileler arasında saf ve hayat verici bir pınar fışkırmıştır. Bu pınar İslâmiyettir. Kaynak o kadar coşkun idi ki,önce bir çay,sonra bir nehir halini aldı,muhtelif kollara ayrılarak bütün dünyayı dolaştı. Bu karıkalı meşrup nerede tadılmış ise orada,tefrikaya düşmüş milletler birleşirler,ihtilaflar sükunet bulur. İntikam hakkının hüküm sürdüğü aynı menşeden gelen kabileleri müttehid tutan,kan rabıtasından başka hiçbir şey içtima-i bağın tanınmadığı yerlerde,yeni bir his,aynı ahlak ve aynı din mefkuresiyle birleşmiş olan insanlar arasında kardeşlik hissi hakim olur. Bu ilahi pınar,önünde durulmaz bir sel halini alınca eski medeniyetlerin mağrur devletleri üzerine de görülmemiş bir kuvvetle atılmış ve hatta bu beldeler ahalisi hadisenin büyüklüğü hakkında bir fikir edinmeden,memleketleri teshir ederek,setleri yıkarak,muhtelif ırklardan tek bir millet yaratarak o devletleri sarmış,altüst etmiştir.

            Böyle bir hadise tarihte asla görülmemiştir. İslâmiyetin fütuhatında gösterdiği sürat,ancak bazı heyecanlı kimselerin akidesi olduktan sonra,milyonlarca insanın dini haline gelmesi şayanı hayrettir.

            …İslâmiyet hem din,hem kanundur. İnsanlara Allah’ı haber verdikten sonra şahsi hürriyet için bir takım sınırlar çizmiş ve ifası bir kudrete vabeste bazı hak ve vazifeler koymuştur. Fakat İslâmlar indinde halife dini bir şeftir,diktatör değildir. Lahuti hiç değil… Hak yolunu takip ettikçe kendisine itaat olunur,hak ve adalet yolundan ayrılırsa halk onu vazifeye davet eder. Ona ihtarda bulunur. Bu takdirde halkın sözüne kıymet vermezse yerine başka bir halife getirmek hakkını haizdirler.”[2]

            İnsan hakları İslâmdadır. Batının insan hakları beyannamesi 10-12-1948 yılının tufeyli olan bir mahsulü iken İslâmın ki 1400 senelik mahsuldar neticesidir.

            Sadece Veda Hutbesi batının kağıt üzerindeki göstermelik beyannamelerinin fevkindedir.

            Hürriyet yolunu açanlar laiklik gereği hürriyetleri alınmış ve idam edilmiştir. Bumudur laiklik?

            Gizli Kur’an okuma,gizleme,kaçma laikliğin uygulamalarındandır.

            Batıda dinin ve kilisenin hakim olmadığı bir kurum ve yer gösterilemez. Diyanet bile çok zincirlerle bağlı. İşte laikliğimiz.

            Din dersi öğretmeni her halde Dini anlatır. Öyle olması gerekir. Buna rağmen bir şikayet üzerine soruşturmaya gelen İlçe Milli Eğitim Müdürü;sınıfta örtüden bahsedip bahsetmediğimi sordu. Bende ;-Evet-dedim. Nasıl olduğunu sorunca bakanlığın bana anlatmam gerektiğini söyleyip;Setr-i Avret konusundan dolayı nasıl örtünmesi gerektiğini izah ettim. Örtünme konusuna üç sebebten birisiyle girecektim;Ya gündemde olan bir soru üzerine veya namazdaki örtünmeyi anlatmak amacıyla veya talebeleri bu konuda aydınlatmak,doğru bilgiyi yine o dersin sorumlusu olan bir kimse tarafından öğreneceklerdi.

            Bunun üzerine sayın müdür;Hayır ben onu demek istemiyorum,siz sevdiriyor musunuz –diyerek sözü değiştirdi. Bende;anlatmakla yükümlü olup,kimseyi zorlamayacağımı,kabul edip etmemek onlarındır diyerek,sözü bitirdiğimde haklı bulup ayrılmıştı.

            O bunu laiklik adına yapmıştı.

            Harpten çıkmış olan millet bitkin bir haldedir. Kendini bırakmış, hiçbir şey düşünmemiş, düşünecek halde de değildir.  

           Bazılarının ise hesabı vardır.M. Kemal bu hesabı çok iyi yaptı. İnkilabları uygulamak, laikliği yerleştirmek için birinci meclisi değiştirdi. Çünkü onlar Osmanlı meb’usu idiler,mücadeleleri,zorlukları,geçmişi bilen vatanperver idiler. Derken ikinci meclis de değişti. İstenilen seviyeye gelinmiş,arzu edilen kimseler yerleştirilmişti. Konuşan olursa Topal Osman-lar,Ali Şükrü’leri kaldırmak için… Üç Ali’ler de hazır beklemekteydi.

            Geçmişe aid ne varsa silindi hepsi… İnkilab ve laiklik uğruna…

            Ali Şükrü gibi inkilab kurbanlarının vasfı bu vahim durumlara tahammülsüzlükleri idi. İsmet İnönü’nün ifadesiyle:”Ali Şükrü bey meclisin en sert bir üyesi ve özellikle Atatürk’e karşı son derece insafsız ve kırıcı ifadeler ve hareketlerle muhalefet eden bir unsuru idi.” Veya Falih Rıfkı Atay’ın deyimiyle:”Mecliste M. Kemal’den kuşkulanan en tehlikeli ve azgın grup muhafazakar takımı idi.”[3]

            Çünkü Ali Şükrü hesap sormaktadır. “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edildi. Lord Gürzon’un oyunlarına kurban gittik.”[4]

            Anayasada,parti proğramların da yer alan:”Devletin dini,dini İslâmdır.” Dine,dini inançlara saygılı olma,gibi ifadeler laikliğe feda edilerek kaldırıldı. Kurulan İstiklal Mahkemeleri önce asmayı kararlaştırdı,sonra da ifade aldı,göstermelik olarak… Edirne’den Kars’a kadar bu kıyım sehpaları işledi.

            Takrir-i Sükunla millet susturuldu,ağızlar tırpanlandı. İslâmiyetin girdiği bütün müesseselerden çıkarılması birinci hedef olarak,Lozan anlaşmasının gereği olan:”Din öldürülecektir.” kararı uygulanmaya başlandı. Din çıkarıldı,yerine konulan laiklik ise –hala muğlaklığını koruyup ve öyle olması da istenerek- boşluğu doldurmak şöyle dursun,yeni bir çok boşluklara ve asırlık kavgalara zemin hazırladı.

            Laiklik hala halkla çatışma halindedir. Bu durumda da halk laikliğe feda edilmesi tercih edilirken,laiklik halka feda edilmeyip,inkilabların bekçiliğini yaparak,halkın ve hakkın üzerinde tutularak kabul edildi. Vücuda giydirilen laiklik elbisesi ve kumaşından kesilip vücuda göre biçilmedi,belki vücuttan kesildi. Haklı feryatlar çıkmaya başladı.

            Amerika laik;Turgut Özal’ın da dediği gibi,paralarının üzerinde:”In God we Trust” yani –Allah’a inanırız.”yazılıdır.

            Bush-Nixon yemininin İncile el basarak yaptı ve orada devlet dinden ayrı olup,din işine de karışmaz. Mahkemede yeminler İncil üzerine yapılır. Avam kamarasında toplantı İncil okunarak açılır.

            Türkiye ise bu sistemle 63 yılın 25 yılını yani yüzde kırkını sıkı yönetimle geçirmiştir.

            Avrupa da Gırnata el Hamra sarayının duvarları baştanbaşa –Allah dışında galib yoktur.-yazılı.[5]

            Ruşen Eşref Ünaydın’ın da anlattığı gibi:”Laikiz dedik,dinle alakamızı devlet olarak kestik. Cumhuriyetiz dedik,rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik. Kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeye kalkıştık. Latin harflerini aldık,yeni nesilleri binlerce yıllık tarih hazinesinden mahrum bıraktık.”[6]

            Ahmet Taşgetiren laikliğin İslâmiyeti tecrid ettiğini şöyle anlatır:”Laiklik Allah’ı devreden çıkaran ve insanın hükmünü putlaştıran bir doktrindir. Bo doktrinin,müeyyidesiz karakteriyle,insanın her türlü olumsuz eğilimini de putlaştırması kaçınılmazdır. Kıyıcılığı,sömürgeciliği,haksızlığı,ahlaksızlığı,laik insanın hakimiyet kazanması nisbetinde putlaştırması kaçınılmazdır. Türkiye’de düzen,bunca haksız bir niteliğe bürünmüşse,bunun altında,laik karakterden daha başka bir motif aramak boşuna çaba sarf etmektir.

            … Sapkınlıları laiklik özendirmiyorsa da İslâmsızlık özendiriyor. İslâmsızlık ise laikliğin ürünüdür. Yani nereden bakarsanız bakın bu ahlaksızlıkların özünde laiklik sendromu vardır. Ancak bunun bu netlikte kabulü laikliği iman haline getirmiş bir kişi için zordur. Laikliğin ahlaksızlığı yoksa da ahlakı da yoktur. Ve toplum değerleri de boşluk kabul etmez. Eğer ahlaki alanı boşaltmışsanız,onun yerini saydığınız şeylerin doldurması kaçınılmazdı. Laiklik toplum değerlerini İslâmdan tecrid etmeğe yönelmişti. Bugünde sonuçlarını devşiriyor. TV-de,sokakta,mektebte…”[7]

            Laiklik:1)İslâmı kendimize uydurmayı esas alır.

2)İslâmiyet hristiyanlık gibi sadece ahiret dini değildir. Zira onlarda ruhbanlık yani evlenmemek ve evlenmemeyi ibadet ve sevab itikad etmişlerdir.[8] İslâm ise kanunlar doğrultusunda,müsaade nisbetinde yaşanılmaktadır.

3)Hristiyanlık belli bir kavme gelmiş olup ahlak konularını ihtiva eder. Dünya ile ilgili hiçbir hüküm,emredip yasaklayıcı ahkam yoktur.

4)Sanki laiklik İslâmın önüne bir sed olarak yapılmış,esintisinden bile rahatsızlık duyulmakta,hatta öcü gibi bakılıp,korkulmaktadır.

5)İslâmiyet ismin Ali olup,Coni gibi olunmak demek değildir. İslâmiyet hem şekilde,hem de manada hakim pozisyonundadır.

6)Fert ve millet olarak baktığımızda,asırlar içerisinde acaba nasıl ve hangi durumdayız. Dünya mı,ahiret mi,ikisi de mi kazanılmış,yoksa kaybedilmiştir?

7)Her şeyin bir bedeli vardır. İmanında bir bedeli olacaktır. Oda ödenmesi ve yaşanması gerek…

            İngiliz ajanlarının müslümanların kuvvetli noktalarından tahrib etmeye çalıştıkları maddelerden biri:”Müslümanların akidelerine bid’atlar sokup,İslâmı gericilik ve terör dini olmakla,itham edeceksiniz. İslâm memleketlerinin geri kaldığını,sarsıntılara maruz kaldığını söyleyecek ve böylece onların İslâma olan bağlılıklarını zaifletmiş olacaksınız.”[9]

            Başkalarına laikliği uygun gören İsrail oğulları kendilerine neden uygun görmemektedirler?

            Mısır devlet başkanı müteveffa Enver Sedad’ın müsteşarı Hasan Tahimi’nin başkanlığında,müslümanların Camp David anlaşmasına karşı muhalefetlerini kırmak için bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyonun diğer bir amacı da (İhvan-ı Müsliminin ve) İran’daki İslâm inkilabının tesirini yok etmek ve İslâmın uyanışını önlemekti.

            Komisyon üyeleri,raporun metni,topladıkları istihbaratın özetinden sonra almış oldukları önleyici tedbirlerde:”Israrla laiklik yani din ve siyaset ayırımı düşüncesi işlenmeli. Müslümanlar devamlı taciz edilmeli,maddi ve manevi bakımdan sürekli baskı altında tutulmalı.

            Okullarda İslâm tarihi ve din dersleri proğramları yeniden ele alınmalı,din siyasetten ayrılmalıdır. Din yalnızca ahlaka bağlı olarak anlatılmalı. Hilafet ve bilhassa Osmanlıların halifelik müessesesi çok kötü ve çirkin bir şekilde tanıtılmalı. Ayrıca sürekli batının kiliseden ayrıldığı için hızla ilerlediği vurgulanmalı.

            Müslüman ulemaya bilhassa düşünceli olanlarına karşı iftira ve karalama kampanyaları açılmalı ve onları halkın karşısında küçük düşürmeliyiz. Zaman zaman aşırı müslüman dincileri gündeme getirerek onları tutuklamalı,halkın onlara yönelmesi yerine onlardan soğuması için kahramanlıklarını okşayarak ölçüsüz girişimlerde bulunmalarını teşvik etmeliyiz. Ayrıca onları red cephesi devletlerinin yani Camp David anlaşmasına karşı olan Libya ve Irak gibi devletlerin ajanları olarak göstermeliyiz.

            Üniversitelerdeki müslüman öğrenci liderlerinin ellerine dolaylı yoldan sınırlı miktarda patlayıcı maddeler ve silah koymalıyız. sonra bunları bahane ederek müslüman cemiyetleri tasviye edebilir,onlara dehşet ve ibret verici cezalar vererek diğer müslümanları caydırabiliriz. Cemiyet-ül Tekfir ve Şeyh Zehabi gibi liderler bahane edilerek müslümanlar yok edilebilir. Üniversitedeki kızlar ve çalışan kadınlar İslam düşüncesine karşı tahrik edilebilirler. Aynı zamanda erkeklere karşı da kolaylıkla kışkırtılabilirler. Çünkü İslam ahlakı ve aile sistemi kadınlara bazı kısıtlayıcı emirler getiriyor. Bunları abartıp,kızları ve kadınları hem İslâma hem de erkeklere karşı kışkırtarak harekete geçirebiliriz.

            Okul ve üniversitelerde öğrencilik dönemlerinde İslâm hareketi ile irtibatı olmuş kimseler ve sakallı gençler kesinlikle polisliğe,askerliğe ve devletin hassas mevkilerine alınmamalı,mevcut olanlarda önemsiz ve uzak bölgelere tayinleri çıkarılarak uzaklaştırılmalı. Müslümanların birliğini bozup aralarına nifak sokmak ve itimatsızlık oluşturmak için onlardan birbirlerini ihbar ediyormuş gibi ifadeler alınıp,bunlar yazıya dökülerek yayılmalı ve onların yüzleşmeleri önlenmeli ki gerçek ortaya çıkmasın. Aynı zamanda bütün müslümanlara ve İslâma karşıymış gibi görünmemek için sert tavırlarla çıkış yapmamaya dikkat etmeliyiz. Çünkü böyle yaptığımız takdirde müslümanlar,müslüman kardeşlerle bütünleşerek bize karşı koyabilirler.”

            Mısırda icra edilen bu oyun bizde de tamamen bir benzerlik arz etmektedir.

            Bizdeki laiklik batı usulü laiklik değildir. Batıda amiri de memuru da kilise ve İncille iç içedir. Bizde ise küs durumda olup,sırtı dönüktür. Ne zaman ve ne kadar hatırlanılmaktadır?

            Ali Ulvi Kurucu bir dostunun anlattığı bir hatırayı şöyle nakleder:”1974’de Türkiye’den 150 bin kişi hacca gelmişti. O zamanki Endonezya başbakanı Dr. Muhammed Nasır’da hacca gelmişti. Kendisiyle tanışırdık. Ziyaretine gittim. Bana-Türkiye’den bu sene hacca kaç kişi geldi? diye sordu. Ben,150 bin,deyince,Allah’a şükrederek secdeye kapandı. Gözleri yaşarmıştı… Bende heyecanlanıp ağladım. Dedi ki,-Lozan-ı ben iyi bilirim. Ben bir diplomatım. Lord Gürzon Balkan ve Birinci dünya harbinden ve kurtuluş savaşından bitkin vaziyette çıkan Türklerin işini bitirmek istiyordu. Bunun içinde ruh kökünden koparmayı planladı. Ortamı da müsaid görünce –Hristiyan olun,her şey bitsin.- Eğer halk isyan edecek duruma gelirse LAİKLİK DE anlaşırız,diyordu. Lord Gürzon’un istediği laiklik Rusya tipi bir anlayıştı. Şimdi bakıyorum,Türkiye’de lozandan sonra tek bir kilise yapılmadı. Ama bizim zayıf bir dönemimizde bize yardım teklif eden batılılar,önce hastahanelerle işe başladı. Millet fakirdi. Açtıkları hastahanelere hristiyan kuruluşlarından bol bol ilaç yardımları da geliyordu. Ama her hastanenin yanında bir kilise kurulmuştu. Tedavi edilen Endonezyalı’ya;-Bak sana şifayı Mesih İsa veriyor. (Haşa),gel seni bir takdis edelim deyip,cahil hastanın üzerine bir haç çıkarıyorlardı. Şimdi tezada bakın,ben düşünüyorum da şuna varıyorum:”Sizin milletiniz,kendisini Allah (CC) için cihada vakfetmiş. Şehid olup Allah yolunda can verirken sâfiyane ve kalbinden gele gele ellerini Allah’a açıp:”Ya Rabbi! evlatlarımın ve geride kalanlarımın imanı sana emanet.”diye dua ediyor. Onun içinde her şeye rağmen sizin nesilleriniz İslâmiyetten dönmüyorlar. Zira Allah’a tevdi edilen bir emanet asla zayi olmaz.”[10]

Bediüzzaman’ın talebelerinden Ahmet Feyzi Kul,laikliği ihlal suçundan mahkemeye verdiği uzun beyanatında özetle şöyle der:” Biz,kominist usulü laiklik istemiyoruz.[11]

Zira uygulamalar o doğrultudadır. Mesela:Celal Bayar;”Bir inkilapçı için bütün mürtecileri feda ederim.”[12]

Celal Bayar:”Biz Türkiyede şeriatı yaşatmayacağız.”[13]

  1. Sezgin:”Biz laik,Kemalist gençlik istiyoruz.”[14]

1937’de İnönü ve 180 arkadaşı adına verilen önerge ile kabul edilen laiklik[15] ‘den sonra Türkiye’nin genelindeki hal insanlık tarihinde eşine rastlanmayan uygulamalardır. O. Y. Serdengeçti’nin ifadesiyle:” Allah diyenlerin Yallah diye hapishanelere atıldığı” yıllar…

M.P.si meclis grubu reisi O.N.Köni:”Türkiye’de hristiyanlar,Museviler var,dini işlerini cemaatları görür. Bütçeleri buraya geliyor mu? İşlerine karışıyor muyuz? Bu ayrılık,gayrılık nedir? Onlar,bu sahada daha mümtaz yaşıyorlar demektir.

İbadetin şekline de karışıyoruz;şöyle kamet getirilecek,böyle ezan okunacak diye… Buna da hakkımız yoktur.

Bu müdahaleler anayasaya da,demokrasiye de aykırıdır.”[16]

Daha neler ve neler mi? Asırların bitiremeyeceği meseleleri satırlar bitiremez. İşte özetle:”1925’de M.E.B.ı olan Mustafa Suphi Din derslerini tümüyle yasaklar.”,”Camilere sıra konup,adı müslümanlık olan yeni bir hristiyanlık dini üretilmeye çalışılır.”,Mary Adkinns adındaki bayan misyonerin ifade ettiği gibi:”Amerika Türkiye üzerindeki emellerine ancak müslüman halkın hristiyan olması ile erişmiş olur.” emeline çalışılır. “Yıkılan ve ahır yapılan Türbeler.”,”Yakılan Kuran’ı Kerimler,Kilitlenen ve dinamitlenen camiler,Kur’an-ı Kerim-i okuturken dövülen kadınlar,yahudi Vakko’ları memnun etmek adına idam edilen Atıf Hocalar…

“O günler öyle günlerdi ki evinizden çıktınız mı,acaba hangi sokağa sapsam ki;darağacında sallanan bir adamla karşılaşmasam,derdiniz. Zira adım başı asılan birine rastlanıyordu. Bir defasında Hacı Bayrama giden dört yol ağzında böyle bir darağacıyla karşılaşmıştım. Anlaşılan pek dalgın yürüyormuşum ki,kendimi,birdenbire yüksekçe asılmış bulunan bir adamın ayaklarının altında buldum. Bu zat sonradan öğrendiğime göre Altındiş Halid namında birisiymiş. Darağacını bekleyen jandarma bana bir dipçik vurdu. Elimdeki çantayı fırlattım,ayakkabılarımı çıkartarak istasyona kadar koştuğumu hatırlıyorum.”

Bütün bunların sebebi ne idi? Bunlar, Atatürk’ün İnönüye şifreyle bildirdiği üç şey içindi:”Yeni Türk tarihinin dönüm noktaları üçtür:

1)Çete rejiminden ordu rejimine geçilmesi;

2)Lozan andlaşmasının yapılması;

3)Cumhuriyetin kurulup inkilablar rejimine başlanması…

Bu, üç büyük hadisede Atatürk’ün sağ eli,İnönü’dür.”[17]

Ancak şu garabetlere bakınız ki:”Ne dindara ne de dinsize ilişmemek”[18] tarzında hareket etmesi icab ederken;tersine işleyip,müslümanların kıyımı noktasında gerçekleştirilir. Şapkaya muhalefet etti gerekçesiyle bohçacılık yapan Şalcı Bacı adında bir kadın,içinde yazar Çetin Altan’ın dedesi kumandan Tatar Hasan Paşa’nında bulunduğu heyetçe idam edilir.[19] Ve 1939’da köy imamı olan İsa Parlak’ın şapkaya muhalefetinden dolayı vatandaşlıktan çıkarılmasıyla,aynı halin devam edip,hala vatandaşlığa kabul edilmemesindeki garabet…[20]

“Tek parti iktidarı,en masum dini hareketlerin laiklik bahanesiyle önlendiği bir devir oldu. Dini bir risale neşretmek veya bir gazete sütununda Dinden bahsetmek cesaret meselesi olmaktan da çıktı,resmi yasaklar arasına girdi. 17-5-1943’de Dahiliye vekaletine bağlı Matbuat umum müdürlüğü tarafından gazetelere gönderilen tamimde,dinden bahseden bütün yazı ve tefrikaların on gün içinde hitama erdirilmesi emrediliyordu. Gerekçe:”Biz her ne şekilde ve surette olursa olsun,memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”[21]

Müslümanların İslâmiyeti yaşamaları ve öğrenmeleri bizzat devlet eliyle engellendi. Engizisyon mahkemelerini unutturan,utanç duvarını çatlatan,haçlı seferlerini unutturan 163. madde ile,halkla İslâm arasına sur ve Çin seddi örüldü.

Hekimoğlu İsmail’in deyimiyle:”Türk ceza kanununun 163. maddesi de,dinsizlikten dine geçmek isteyenlerin prangasıydı. Bunun için her dindar,163-ü görünce ürperir.

Zulmün abidesi olan bu madde kanun mantığına da aykırıydı.

Anayasada ve ceza hukukunda laikliğin tarifi yoktur.”der.[22]

Bunu Süleyman Demirel’de söyler:”Cumhuriyetin temelinde laiklik ilkesi yoktur.”[23]

O 163. madde ki[24] şöyledir:”Laikliğe aykırı olarak,devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis,teşkil,tanzim veya sevk ve idare eden kimse,sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Laikliğe aykırı olarak,devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini,kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis etmek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek, her ne suretle olursa olsun propağanda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri devlet daireleri,belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen devlete ait olan iktisadi teşekküller,sendikalar,işçi teşekkülleri,okullar,yüksek öğretim müesseseleri içinde veya bunların memur,müstahdem veya mensubları arasında işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nisbetinde arttırılır.

Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller,yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nisbetinde arttırılır.”[25]

“163. madde Din hürriyetinin kanlı katilidir.”diyen merhum avukat Bekir berk:”Türkiye’nin 67 vilayetinin 66’sında Sulh ceza,Asliye ceza,Ağır ceza,Ağır ceza Yargıtay,askeri mahkemeler ve askeri yargıtay’da laikliğe aykırı hareket ettiği iddiasıyla mahkemelere sevk edilen,karakollara tıkılan,hapishanelere atılıp zindanlarda çürütülen müminlerin müdafaasını deruhte ettim.”ve devamla:

“TCK’nın 163. maddesi dinin gereklerini kimseye zarar vermeden eda etmek,tenevvür etmek isteyen,iman icablarını yerine getirmek isteyen müminlerin üzerinde bir zulüm kamçısı,bir cellat satırı olarak kullanıla gelmiştir.”

Başlangıçta bu maddenin ne şekilde kabul edildiği,ne şekilde tatbik edileceği,ancak ne şekilde tatbik edildiği hususunda 1950’den önce mecliste yapılan muhalefette DP adına Muammer Alakan şöyle tenkitte bulunmuştur:”163. maddeyi tedkik ettiğimiz zaman burada vicdan hürriyetine,fikir hürriyetine karşı büyük baskıların olduğunu görüyoruz.Vatandaş,mübhemiyetle karşı karşıyadır. Bununla kominizm aleyhtarı propağanda yapılmayacaktır.

Arkadaşlar bununla bilerek veya bilmeyerek kominizm mücadelesi yapılmak istenirken onun karşısına bir taviz kondu,dinde ceza-i müeyyidelerle karşı karşıyadır. Şimdi arkadaşlar geliniz burada bir anlaşma yapalım. Memleket,dünya karşısında bizi hacil düşürecek vicdan üzerindeki ve fikir hürriyetini bağlayıcı hükümleri kaldıralım. Vicdan hürriyeti,fikir hürriyeti,düşünüş hürriyeti ve bu devletin bekasını,emniyeti ihlal etmedikçe bunları söylemek hürriyeti mahfuz kalmalıdır. Biz memlekette demokrasiyi kökleştirelim derken biz memleketin anti-demokratik kanunlarını kaldırmak durumundayken bunların aksine,engizisyon kanunlarında görülen vicdanları ve fikir hürriyetini aynı derecede tazyik eden kanunlar vaz etmek selahiyetine malik değiliz. Bunun için bu cihete asla gitmemeliyiz arkadaşlar. Arkadaşlar bu istibdattır. Buna hiçbir akıl v mantık cevap vermez. Biz,bunun için teklif edilen bu maddeyi anti-demokratik buluyoruz. Ve demokratik hakların tatbikinde baskı vasıtası olarak kullanılacağını telakki ediyoruz. Başbakanın bunu demokrasiyi tatbik etmek için,demokrasiyi korumak için teklif ediyoruz şeklindeki sözleri hayret uyandırmıştır. Bu sözler,hürriyet uğruna giyotine gönderilen madam Rola’nın sözlerini hatırlatıyor:”Ey demokrasi senin adına,senin namına nasıl kanunlar tehdit ediliyor.”diyordu.

Gerçekten de 40 yıl boyunca bu millete giyotin içittirilircesine;zulüm,baskı,kominizm ve anarşiye pirim ve rüşvet verilmiş,ekilip-yeşertilmiş,din ve mukaddesatına bağlı olanlar susturulmuş,ektikleri güller soldurulmuş,ekimine de son verilmiş. Ve işte şimdiki derdiklerimiz!!!

Aynı konuda İstanbul müstakil milletvekili Osman Nuri Köni’de endişesini şu şekilde dile getirir:”Bu kanun anayasaya aykırıdır. Tekrar ediyorum kusura bakmayınız ki bu tasarı dinsizlik hakkında hiçbir fıkrayı ihtiva etmiyor. Dinsizliği terviç ediyor,bu anayasamıza muğayirdir… Dini İslâma tecavüz vardır bu fıkrada. Bu ne derece doğrudur takdirinize ve vicdanınıza bırakıyorum arkadaşlar. Din propağandası yapılmıyacak deniyor ,fakat dinsizlik hakkında sükut. Yani yapılacak deniyor. Bunun manası budur. Laiklik maskesi altında bir tahakküm meydana getirmektir. Eğer başbakan demokrasiden bahsetti ise bu hürriyetsiz demokrasidir. Açık söylüyorum beni ikna etsinler, görünüş de demokrasi müessesatımız var hem demokrasiye sığınıyorlar hem de onu yıkmaya uğraşıyorlar.Halbuki öyle inkilablar,din müessesesine tecavüz mahiyeti taşıdıkları takdirde vasıtayı istibdat,vasıtayı zulüm eder. İstihsal edilen gaye nedir?

Tasarı,dine bilhassa dini İslâma tecavüz taşıyan hükümleri ihtiva etmektedir. Rica ederim bu kanunu tekrar tekrar okuyunuz. Vicdan ve fikir hürriyeti bumudur? Halbuki başbakan hakiki demokrasiden bahsediyor alemi kandırmak,aldatmak için. iz adli baskı icad ediyorsunuz. Adliyeyi de manen öldürüyorsunuz,alet ediyorsunuz ne diyeyim? Bu masum milletin mezarını kazıyorsunuz,başka diyecek bir şey yoktur. Milleti esir gibi yaşatmak istiyorsunuz. TBMM size hitab ediyorum,bu tasarı dini İslâma tecavüz,laikliğe külliyyen muhalif ve anayasayı ayaklar altına alan bir tasarıdır.”

Bu madde insanları diri diri gömme sanatıdır. Demokrasi havariliği yapanların aldatmacasıdır. Vicdanları sönmüşlerin bir takdiridir. Buna karşı sükut sükut değil,tam bir sukuttur,düşüklüktür. Okunmayan bu kanunu hayatımızla ödedik.

O.N.Köni’nin:”Hükumeti Osmaniyenin son zamanlarında,bilhassa mütareke devrinde,memleketi asla sevmeyen bir sadrazamı vardı. Damad Ferid,öyle değil mi? Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Damad Ferid Paşası işte bu Şemseddin (Günaltay)beydir.”[26] dediği o zamanın başbakanı olan bu zat ise şu sahte kılıfı giydiriyordu:”Hiç merak etmeyin bu madde böyle olacak,fakat hiçbir vakitte tatbik olunmayacak. Ancak pek fevkalade ahvalde yani;”Şeriat isteriz.”gibi bir ihtilalde nazarı dikkate alınmak için yapılmıştır. Biz memlekette ihtilal ve irtica-ı yaşatmayacağız. Buna meydan vermemek için çalışıyoruz. DP başkanı Celal Bayar ile bu meseleyi birkaç defa konuştum. DP başkanı daima irtica endişesini izhar etti. Bende kendisine irticayı önleyecek kanun tasarısı hazırlayacağımızı söyledim. Sizlere mi başkanınıza mı inanayım? Rica ederim samimi olunuz efendiler. Kanun belki hiç tatbik edilmez,fakat hükümet elinde böyle bir kanun bulunması memleket düşmanlarına ve fena düşünenlere karşı hükümeti önleyici imkanlarla tatbik edilecektir.”[27]

Demoklesin kılıncı gibi,elde hazır bulunan kof bir iddia. Bunca yıldır kimin tehlike,kimin dost olduğu maskelerin düşmesiyle daha net görülmektedir.

Laiklik neymiş bir de bunu Halide Edib Adıvar’ın bir hatırasından dinleyelim:

“Edinburg Muharrirler Kongresinde bizimle çok alakadar ve çok kuvvetli hristiyan ve dindar olan biri demişti ki;

“Sizdeki Laisizm,nihayet İslam dinini kaldıracak ve hepiniz hristiyan olacaksınız.”Ben gülerek;

“Müslümanların hristiyan olmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü hristiyanların insani yüksek tarafı esasen İslamda da vardır.”demiştim. O da dedi ki:

“Laisizm ruhunu,İncil’deki bir hikaye ile ifade eder. Musevilerin sofu ve riyakar bir zümresi olan Pharisee’ler,musevileri yıktığına inandıkları ve düşman bildikleri İsa’nın ayağını kaydırmak ve ona Romalılara yok ettirmek maksadıyla ona ajanlar gönderiyorlardı. Bunlardan birisi Hz. İsa’ya:”Sen doğru bir adamsın efendim. İnsanlara Allah’ın yolunu gösteriyorsun. Bu halde Sezar’a (Kayser’e,Roma hükümdarına) vergi vermek doğru mudur? diye sormuştu. İsa:

“Vergi parasını bana gösterin.”demiş. Sonra’da Sezar’ın resmini işaret ederek:”Sezar’ınkini Sezar’a,Allah’ınkini Allah’a verin.”demişti…

(Ve adam sözüne şöyle devam etti:

“Bana öyle geliyor ki hanımefendi:Siz Türkler,Laisizmi yaparken yalnız Sezar’ınkini değil Allah’ınkini de Sezar’a verdiniz.”[28]

Ne kadar benziyoruz değil mi?

Bediüzzaman’da laiklik konusunda şu açıklamalarda bulunur:”Hükümetin laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa,hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu,gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet,dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi;Türk milleti misüllü bütün asırlarda mümtaz olarak,bütün aktar-ı cihanda,nerede Türk varsa müslümandır.”[29]

Yani:”Dini dünyadan tefrik edip-bîtarafâne kalmak- prensibini kabul etmiş;dinsizlere,dizsizlikleri için ilişmediği gibi;dindarlara da,dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır.”[30]

CHP’nin 1947 tarihli kongresinde laiklik tarifi şöyle yapılmıştı: “Laiklik, yalnız din ile siyasetin arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönüyle din arasında münasebet kurulmamasıdır. Binaenaleyh laiklik, sosyal hayatın her yönünü, müsbet bilimin verilerine uydurmasını tazammum eder” (1947 tarihli CHP kongresi metninden).[31]

Bediüzzaman 1908 yılı Aralık ayında;Tanin baş yazarı Hüseyin Cahid’in”Laiklik”isteyen yazısına karşı verdiği cevapta:”Bana öyle geliyor ki,sizlerin hatası bilhassa şu noktadan istikametleniyor. Ve çıkış istikameti hatalı olduğu için elde edilen neticeler,tezatlardan kurtulamıyor. Sizler,İslâmiyetin esas hükümlerinin üzerinde temelini bulmamış zihniyetle,başka dinlerin ve kavimlerin mecralarından muhassallaşmış neticeler alıyor,bunların üzerinde,zamanın icablarını mülahaza ediyorsunuz. Bu hatadır. Çünkü,dünya yüzündeki dinler arasında münhasıran İslâmiyettir ki,kendi mensubları için,hayatın iki safhasında da,hükümleri ebedi kıstaslar koymuştur. Münâkehât,muamelat ve ukûbatın ihtiva ettiği esaslar haricinde,bir insanın dünya üzerindeki hayat safhasına giren hangi mevzular kalıyor. Bunu hiç düşündünüz mü? Emin olunuz ki,yoktur. Yalnız yapılacak olan,akıl ve irfanın yolu ve nuru ile,içtihadın vazifesinin,yalnız mahsus olmayan hususata münhasır olmayıp,örf ve adata da müstenid olan,ahkamı mahsusa da dahi,içtihadın vazifesini müdrik olmaktır.

Ey Hüseyin Cahid bey! Zat-ı aliniz,bu şekilde zamanın tağayyürü halinde ahkamın tebeddülü esasını kabul edebilmek cesaretini ve dur-endişliğini göstermiş zihniyet önünde,sadece şükran ve hayranlık hissetmeden nasıl oluyor da,başka dinlerin çaresizlik içinde tutmaya çalıştıkları bedbaht istinadgâhlar üzerinde dolaşıyorsunuz. Bunu izah edebilir misiniz?

Edemezsiniz,çünki,sizlerin en büyük hatanız,bizimle hiçbir maddi-manevi münasebeti olmayan menbaları,bizim için kabil-i tatbik kabul etmeniz,yaşadığımız zamana da bu esasata göre boyanmış renkli camlarla bakmış olmanızdır.”[32]

Yani;aleme ve her şeye boyanmış renkli ve de siyah camların arkasından bakıp,değerlendirmenin diğer adıdır laiklik… Renkli camın arkasındakinin hakikatı her ne olursa olsun,camın rengi değiştikçe hakikatın rengi de değişmekte ve ona göre şekil almaktadır. Boyalı laiklik,renkli dünya. Rengarenk insanlar ve alemleri. Boyalı fikirler ve zikirleri…

Almanyanın tanınmış ilahiyatçılarından Prof. Hans Küng laiklik konusunda:”Laik kafa yapısına sahib olanlar dünya insanlığı hayatında,insanlık tarihinde dinleri çok önemli bir faktördür. Ve bu,bugünde aynen geçerliliğini muhafaza etmektedir. İslamiyet:”Din insanların şahsi meselesidir umumla alakalı değildir.”diyenler aksini açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Ve yine din ile siyasetin yani devlet işlerinin basitçe birbirinden ayrılamayacağını yine İslâmiyetten öğreniyoruz. Biz politikayı,siyaseti ve ekonomiyi bir tarafa din ve ahlakı diğer tarafa koyuyoruz,fakat neticede ortaya çıkan bunun yanlışlığıdır. Bunun en bariz misalleri de,halkımız arasında idareciler hakkında:”Onlar yukarıda her şeyi yapıyorlar ve bu hakkı nereden alıyorlar?”sorusu hiç de haksız değil.”[33]

İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee’de:”-Kurtulmak için ne yapmamız gereki-yor?sorusuna verdiği cevapta:”POLİTİKA alanında dünya hükümetini başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. EKONOMİ alanında,serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı (yer ve zamana göre değişebilme esnekliğine sahib) (Yazar burada sosyalizme atıfta bulunması önceki yaşantısının etkisinin bir belirtisi olarak görülmektedir.Bu gün yıkılan rusya ve dünya sosyalizmi,sosyalizmin hiçbir reçete olabilecek özelliğe sahib olmadığını göstermekte,despot bir idareyi hedef almaktadır. )çalışma düzenleri bulun. RUH alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin. Bu gün batı dünyasında bu amaçlara ulaşmak için çalışmalar yapılıyor. Eğer bu üç alandaki amacımıza ulaşırsak,medeniyeti ayakta tutmak savaşında zafere ulaşabiliriz….

Bu üç görevden Din alanında olanı ilerde çok önem kazanacaktır. Ruhsal diriliş öyle bizim istediğimiz zaman gerçekleşecek bir olay değil,ruhsal olgunlaşmayı yavaşça izleyen bir olay.”[34]

Sakın Yahudi Agop gibi olmayalım. Agop hanımına gelir,yahudi dinini bırakıp hristiyan olacağını söyler. Oda sen bilirsin,der. Papaza da gelerek hristiyan olduğunu açıklar. Ancak bir müddet sonra hristiyanlığı beğenmediğini papaza söyleyerek hristiyanlıktan ayrılır ve müslümanlara gelerek İslâmiyeti araştıracağını söyleyerek,araştırmaya koyulur.. Ancak ömrü kifayet etmez,bir müddet sonra müslüman olamadan ölür.

Agop’un hanımı kocasını gömmek üzere yahudilerin mezarına götürür. Ancak yahudiler onun kendi dinlerini terk edip,hristiyan olduğunu söyleyerek kabul etmezler. Hristiyan mezarlığına getirdiğinde onlarda;evet,hristiyan olmuştu ancak bir müddet sonra ayrıldığından dolayı kabul edemeyiz-derler. Müslümanların mezarlığına getirdiğinde ,müslümanlar da kabul etmezler,çünkü onun İslâmiyeti araştırmakta olduğunu ancak daha müslüman olmadan öldüğü için kabul edemeyeceklerini söylemeleri üzerine hanımı kocasının başı üzerinde oturup bir yandan ağlarken bir yandan da şöyle feryad eder:Aaah Agop aah…Musa’yı küstürdün,İsa’yı terk ettin,Muhammed’i de bulamadın,kaldın ortada,kaldın ortada. Vay senin haline,vay senin haline…

Sakın bizim laikliğimiz de Agop’laşma olmasın?

Kendi değerlerimiz var iken Avrupa’ya dilencilik neye?”Avrupa’ya dilencilik etmek İslam adına büyük bir cinayettir.”,”Batıyı kıble tayin ederek,batıya müteveccihen namaz kılmak gibidir.”

“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız… Aya,Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra,hangi akıl ile onların sefâhet ve batıl efkarlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler,ittiba değil,belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agah olunuz ki! Siz ahlaksızcasına ittiba ettikçe,hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünki şu surette ittibaınız milliyetinize karşı bir istihfaftır ve milleti bir istihzadır!”[35]

 

                                                                                                          28-11-1992

                                                                                              MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gazt.6-5-1992.

[2] Mabetsiz Şehir. O.Y.Serdengeçti.sh.95-98.

[3] İnkilab Kurbanları. Hüseyin Yılmaz. sh.11,24.

[4] Age.sh.60.

[5] Altınoluk dergisi.Ağustos.1990.

[6] Zaman Gazt.18-12-1990.

[7] Agg.11-11-1992.

[8] Bak. Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 1 / 33.

[9] Hempher’in itirafları.İngiliz casusu.Sh.48.

[10] Zaman Gazt.6-11-1992.

[11] İttihad Gazetesi. 11-11-1969.

[12] Agg.30-12-1969.

[13] İnönü Dönemi. Abdurrahman Dilipak. Sh.216.

[14] İttihad Gazt.30-12-1969.

[15] İnönü Dönemi.age.Sh.201.

[16] Age. Sh.203.

[17] Age. Bak. Sh.59,65,85,100,139,265,267,270,272,274,276,278,280,282.

[18] Din ve Vicdan Hürriyeti. Prof. W. Hamel. Sh.158.

[19] Bak.Zaman Gazt.19-11-1992.

[20] Agg.4-11-1992.

[21] Laikli nedir,ne değildir? Yeni Asya yayınları. Sh.14.

[22] Zaman Gazt.5-11-1992.

[23] 2000’e Doğru.20-11-1988. Sh.13.

[24] Bak.Sur dergisi.!990.Ocak,Din-Devlet İlişkileri.H.Hüseyin Ceylan. 2 / 433.

[25] Bak Diyanet Dergisi. Şubat.1991. Sh.17.

[26] İnönü Dönemi.age.Sh.205.

[27] Zaman Gazt.13-5-1991.

[28] Temellerin Duruşması. Ahmet Kabaklı.Sh.201.

[29] Tarihçe-i Hayat. Sh.205.

[30] Age.214.

[31] Bak.Yeni Şafak Gazt.Nazlı Ilıcak.3-11-2001.

[32] Tarih Sohbetleri.Cemal Kutay. 6 / 199-200,202-203,,Bak.Devlet Felsefesi. Safa Mürsel. Sh. 481-482,237.

[33] Zaman Gazt.20-5-1992.

[34] Medeniyet Yargılanıyor. Sh.42.

[35] Lem’alar. B. Said Nursi. Sh.111.




KÖPEK BESLEME VE SATIMI ÜZERİNE

KÖPEK BESLEME VE SATIMI ÜZERİNE

          Âyette:”Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik. Fakat o,yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer;eğer üstüne varsan,dilini çıkarıp solur,bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat,umulur ki düşünür,ibret alırlar.”[1]

            Ve:”Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onları görse idin dönüp kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.”[2]

            Böylece Kur’an-ı Kerim-de 4 ayette zikredilmektedir.

            Hadislerde ise:”İçinde köpek ve zil bulunan yolculara (rahmet) meleği arkadaşlık etmez.”[3]

            “Av ve çoban köpeği dışında köpek besleyenin ecrinden her gün iki kıratlık eksilme olur.”[4]

            “Eğer köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasaydı,hepsinin öldürülmesini emrederdim.”[5]

            “Fâhişe bir kadın,bir kuyu başında susuzluktan dilini çıkarmış soluyan ve ölümle pençeleşen bir köpeğe rastladı. Hemen ayakkabısını çıkararak baş örtüsüne bağlayıp hayvana su çıkardı. Bu sebeble kadının günahları affolundu.”[6]

            İbni Abbas (RA) anlatıyor:” Rasulullah (SAM) köpeğin semeninden (para,alım satımından) nehiy buyurdular. Eğer (sahibi,öldürülen) köpeğin semenini istemeye gelinirse,avucunu toprakla doldurun.”[7]       

            Ve Ebu Mesud anlatıyor:”Rasulullah (SAM) köpeğin semenini,fahişenin mehrini ve kahinin ücretini yasakladı.”[8]

            “Şarkıcı kadınların satılmasına karşı alınan bedel zehir ve katrandır. Onların şarkılarını dinlemek haram,kendilerine bakmak ise haramdır. Şarkıcılıktan elde edilen para,köpekten temin edilen kazanç gibidir. Köpeğin satılmasına bedel olarak alınan para ise haramdır. Haramla beslenen bir kimse için en uygun yerde cehennemdir.”[9]

            “Arkadaş! Esbab ve vesaiti,insan,kucağına alıp yapışırsa,zillet ve hakarete sebeb olur. mesela,kelb,bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfatı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadakat ve vefadarlığı darbı mesel olmuştur. Bu güzel ahlakına binaen,insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya layık iken,maalesef,insanlar arasında mübarekiyet değil,necisül ayn addedilmiştir.

            Tavuk,inek,kedi gibi sair hayvanlarda,insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde,insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun sebebi ise,kelpte (Köpekte) hırs marazı fazla olduğundan esbabı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki,mün’imi hakikiden bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh,vasıtayı müessir bilerek müessiri hakikiden yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki,tahir olsun. Çünkü hükümler,hadler günahları affeder. Ve beynen-nas tahkir darbesini,gaflete keffâret olarak yemiştir.”[10]

            “Kedi,köpek gibi hayvanlar hisleri fazla olduklarından zelzele gibi hadiseleri önceden hisseder ve oradan ayrılırlar.”[11]

            Köpeklere;insanlara götürülen hizmetten daha fazla ihtimam gösterilmekte,onlar için enstitülerden tutun da,özel reyonlarda alış veriş yerlerinin tanzimine kadar…

            Acaba bu insanların düşüşünden midir? Yoksa onların yükselişinden midir?

 

                                                                       MEHMET   ÖZÇELİK

[1] A’raf.176,bak. Maide.4.

[2] Kehf.18,22.

[3] Kütüb-ü Sitte. Prof. İ. Canan. 7 / 480, 8 / 33-34, Müslim. 3 / 1672,

[4] Age. 10 / 280, 14 / 160,Mecmuatün minet-Tefasir.(Arapça) 2/235

[5] Age. 10 / 283,14 / 159.

[6] Age. 14 / 161.

[7] Age. 14 / 527.

[8] Age. 14 / 518.

[9] Feyzul Kadir. 3 / 339.

[10] Mesnevi-i Nuriye. B. Said Nursi.sh.62.

[11] Şualar. B. Said Nursi. sh. 325.