YANMAYAN ODUN

YANMAYAN ODUN

Haramın binası olmaz,derler.Bu söz hayattan bir yansıma ve bir gerçektir.Herkes kendi hayatında az çok bunun örneğini görebilir.Görülememesi görmek istenilmemesinden veya iğneyi kendisine değil de başkasına batırmak istenilmesinden kaynaklanır.Fark yorumdadır.

Nitekim haram yolla gerçekleşen bir iş bir nebze insanda bir rahatlama ve genişlik,bolluk oluştursa da,dolaylı yoldan gelen bir hastalık,bir kayıp neticesinde kaybedilen hesaplandığında,gecikme zammı,enflasyon farkının da alınmış olduğu görülecektir.

Öylelerden birisi olan köy korucusu şiddetli bir kış günü köyden şehre doğru merkebiyle gitmektedir.Kar neredeyse bir metreden fazladır.Bu korkunç durumda yolu yarılasa da bu şekilde şehre varamayacağını anlar.

Ancak nedense bu sene kış çok şiddetli geçmektedir. Evde de odun pek kalmadı.Bir yandan nefis,diğer yandan boş durmayan şeytan bunu dürtükler;Gelmişken bari boş gitme,bahçesinde bulunduğun kişinin kurumuş ağaç ve dallarından yükleyebildiğin kadar merkebine yükle,hiç olmazsa bir faydası olsun.Hem zaten kimsede yok ya!İhtiyacın da var!Ne olacak yani,elbette Allah’da affeder!Hem çocukların soğukta mı kalsın?

Peş peşe süregelen sorular ve avukat gibi savunmalar…

Nefsi buna fetva verir ve odunları yükleyip köye varır.

Yıllardır kullandığı soba,orada neyin nasıl yanacağını bilmektedir.Odunları sobaya girecek şekilde keser.Bir kucak alarak sobaya koyup yakmak üzere sobanın önüne indirir.

Odunları teker teker sobaya koymaya çalışır.O girmez,öbürünü koyar.Aldırmaz,öbürünü koymaya çalışır,biraz da uğraşır.Ancak getirdiklerinin hiç biri sobaya girmemektedir.Odunlar sobadan büyük değillerdir.Küçüklü büyüklü farklı farklı olmasına rağmen bir türlü odunları sobaya koyup ta yakmayı başaramaz.Bu işte bir farklılığın olduğunu sezmiştir.Bu işte bir iş var.

Evet,beceremediğinden değil,başaramadığından yakamamıştır.

Ve aldığı odunları tekrar götürüp aldığı yere koymaktan başka da çare bulamamıştır.

Aradan aylar geçer.Bir gün bahçe sahibiyle bir yerde karşılaştığında ona şu itirafta bulunur:Tevbeler olsun,bir daha sizin odunları alıp yakmayacağım.Neler çektim, diyerek samimi itirafta bulunur.

Bahçe sahibi ise,kendilerinin maddi manevi berat sahibi olduklarını,kimsenin haram malına el atmayıp yemediklerini söyleyerek,bu helal malın başkalarına da haram yoldan nasib olmayacağını ifade eder.

Hay-dan gelen ancak Hu-ya gider.O’ndan gelen O’na,helal-dan gelen helala gider.

Helal dairesi geniştir,keyfe kâfi gelip,harama girmeye lüzum yoktur.

16-06-2003

Mehmet ÖZÇELİK




DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

“- Nitekim Bedir’de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah’tan korkunuz, O’na şükretmiş olasınız.

Hani sen müminlere `Allah’ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun.

Evet, eğer siz sabreder ve Allah’tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder.

Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah’tan kaynaklanır.”[1]

“Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennem’dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!”[2]

“Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O’ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.”[3]

“Sizinle karşılaşan iki topluluğun durumunda ne büyük ibret vardır.Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyor,öteki kâfirdir.Gözleriyle onların iki misli olduğunu görüyordu bu kâfir topluluk.Allah dilediğini yardımıyla kuvvetlendirir.Bunda gören göze sahib olanlar için büyük ibret var.”[4]

“Ey iman edenler,Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya) vesileler arayın,O’nun yolunda cihad edin ki mutluluğa eresiniz.”[5]

Burada vesileler yaklaşmaya sebeb gösterilirken,devam eden âyette ise,küfür tek sebeb olarak o vesileliği ortadan kaldırmaktadır.

“Küfredenler,yeryüzünde olanların hepsi onların olsa ve bunlara bir misli daha katılsa da kıyamet günü azaptan kurtulmak için bütün bunları fidye olarak verseler,yine kabul edilmez.Onlara acıklı azap vardır.”[6]

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı. (Rehber Ans.)”

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır.

(Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Vesilelik meşru ve caizdir.Yeterki aradaki iman ve küfür bağı,O’nu düşündürücü durum ile düşündürmeyici durumların farkları açıkça belirlenmiş olsun.

M.Feyzi Efendi:”İnsan ölünce ruhun cesedden Tedbiri kesilir.Fakat Nisbeti devam eder.Cesed kabirde çürüse bile,cesedin hakikatı mahfuzdur;ruhla nisbeti,bağı devam eder.Enbiyanın ve bazı kibar-ı evliyanın vefatından sonra dahi cesedle ruhun hem tedbiri,hem nisbeti devam eder.Cemadat olsun,nebatat olsun,hayvanat olsun;cüz olsun,kül olsun;müfredat olsun mürekkebat olsun,hepsinin kendi mertebesinde o mertebeye layık ruhu hükmünde olan melekutu vardır.O melekutta hakkı tesbih ederler. Evamir-i tekviniyeden gelen hitabata isyansız itaat ederler.”[7]

Feyzi Efendinin göstermiş olduğu yüzlerce keramet,onun maddi yapısının ötesinde manevi tasarrufunun cereyan ettiğini gösterir.Nitekim;felç olmuş,konuşmayan bir kimseye Kaside-i Bürde’nin okunup,misvağın suyun içerisine konularak içirilmesi halinde dilinin açılması hangi maddi kurallarla izah edilebilir.

Bu zatın; yanına gelenlerin her hangi maksad ve sorularla gelmeleri halinde onların sorularına aynen cevab vermeleri örnekleri yüzlerce olup,bizde kendimizde bizzat müşahede edip,tasdik ettik.Bu hangi maddi alıcılarla izah edilebilir.Maddi manevi ihtiyaçları giderme hangi tesadüfle izah edilebilir.

Bizi bu konuyu araştırıp incelemeye yiten bir sebeb de;Doç.Abdulaziz Bayındır’ın iyi hazırlanmış olduğu ödevinde,bir şeyh efendi ile girmiş olduğu münakaşa ve münazarada bazı haklı çıkışlar yaparak,yapmış olduğu haksızlıklar oldu.

Bazı haklı olarak tenkid ettiği ifrat hareketlere karşı,tefritte bulunuyor,masum gibi görünen gerekçelerle hazırlamış olduğu 2 bölüm halindeki Tasavvuf konusunu işlerken,cerbezeli ve mantık oyunlarıyla önemli hatalara düşüyordu.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında bu konuya bir çok cihetlerle değinilmektedir.Gerek Evliyanın tevessülü ve yardımı,gerekse de velayet,şeyhlik,şefaat konuları izah edilecektir.

”Cenâb-ı Hakka bir hacetimiz olduğu zaman,(ASM) Efendimizi kalben niyet ederek vesile ve vasıta kılmalıyız.Edeb bunu iktiza eder.Hem,seven,sevdiğinin hatırını kırmaz.Peygamberimize bir hacetimiz olursa,yâranları Hz.Ebubekir ve Ömer(RA) Efendilerimizi vesile yapmalıyız.”[8]

“Büyükler cenaze namazlarını,kendileri de kılarlar.”[9]

Kıyamet gününde Allah’ın izniyle vesilelik görevini yapacak olan peygamberler şefaatta bulunacaklardır. [10]

Hatta Peygamberimizle beraber ,[11] peygamberlerin dışında Melekler [12],yapılan iyilikler [13]ve yapılan dualar,[14] kurtuluşa birer vesiledirler.

Allah’ın sevdiği veli kimselerin bazı şeyleri bilmesi ilham veya Allah’ın ikramı olan keramet iledir.Bu gaybı bilmek demek değildir.

“Gaybın anahtarı O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilemez”[15].

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez”[16]

“(O bütün) gaybı bilendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır”[17].

“De ki: ‚Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. ‚De ki: ‚Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”[18].

Velilik Allah’ın dostluğunun kazanıldığı makamdır.

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

“Haberiniz olsun ki Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur.Onlar mahzun da olacak değillerdir.Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır.”[19]

Allah’ın onlara bu dünyadaki keramet yoluyla veriği ikramı,âhirette de devam edecektir.

“Dünya hayatında da,âhirette de onlar için müjdeler vardır.Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”[20]

Bu makam olgunluk,hamlıktan kurtulup pişme zamanıdır.

”Bir pîre demişler ki, evlen! Demiş :
Ben daha bulûğa ermedim!
insan veliliğe erince baliğ olur;
Velilik olmayınca çocukluk olur.”[21]

Bu zatlar hakikat,tarikat ve şeriatın birer kahramanı,önderleri ve muhafızlarıdırlar.

”Şeriat gemi, tarikat deniz hakikat ise inci gibidir. “

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

Tarikatlarda hakikata giden bir yoldurdur.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı.”[22]

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır. (Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Leysi şöyle dedi:Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’e çıktık.Kureyşin büyük yeşil bir ağacı vardır.Her sene ona giderler ve ona silahlarını asarlar ve onun için kurban keserlerdi.

Başka bir rivayette Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’den önce çıkmıştık. Müşriklerin yöneldikleri ve silahlarını astıkları Zat-ü Envat adını verdikleri bir ağaç vardı.Böyle büyük bir ağacın yanından geçtik ve dedik ki:

“Ey Allah’ın Rasulü!Onların –Zat-u Envat-ı gibi bizim içinde bir zat-u Envat yap-Nebi (SAM) hemen:

“Bu Musa’nın kavminin,Musa’ya âyette:”Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap.”[23] dediği gibidir.Siz de sizden öncekilerin takib ettikleri yolu takib edeceksiniz.”

Hadiste:“Allah,peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinen hristiyan ve Yahudilere lanet etti.Böylece onların yaptıklarından ümmetini sakındırarak şöyle devam etti:”Allahım kabrimi tapınılacak bir yer kılma.”

Hz.Ömer gölgesinde Rasulullah (SAM)’e biat edilen ağacı kestirmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır:Sizden öncekilerin helakinin sebebi,nebilerinin izlerini takib edip biat edilen yerleri ibadet yerleri kılmalarıdır.Sizden kim bu mescidlerden geçerse namazı kılsın,oraya özellikle gitmesin.”[24]

“Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni (bizi) cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle” demeli,Allah’ın kendilerinden razı olduğu,Onlarında Allah’tan hoşnud olduğu kimseleri [25]vesile yapmalı..Allah’tan isteyip,Allah’tan da beklemeliyiz.[26]

Şafii hakiki Allah olmasına rağmen insanlar doktora tevessül etmekte,şifa aramaktadırlar.Bunda bir beis olmamakla beraber,yanlış olanın şifayı Allah’tan beklememesi gibi,tevessülde de önemli olanın yani neticenin Allah’tan olduğunu bilmekle orantılı olmasıdır.

Bediüzzamanın eserlerinde uzunca anlatmış olduğu bu hakikatları komprime hülasalar nevinden sizlere arzedeceğiz:

VESİLE :

Bediüzzaman hazretleri binlerce yerde vesileliklerin önemli bir yer tuttuğunu ifade eder.Vesileleri ve sebebleri görüp,farklı olarak bunların arkasındaki müsebbibül esbab olan Allah’ı da beraber değerlendirir.İkisini birbirinden ayırmaz.Sebeb ve vesileler dünyasında,Allah’tan gelecek olan maddi ve manevi her şey bir sebeb ve vesileye binaen oluşmaktadır.Kudret ve irade asıldır,sebeb vesiledir.Sebeb şeffaf cam gibi olup,arkasındaki hakiki faili gösterdikten sonra,elbette reddedilemez.Ve vesilelere sarılmasında da bir beis olmaz.

“Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm”

“Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım.

“İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad’la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad’a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad’ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim..”[27]

“Kadınhan’dan bazıları yine ziyaret için Denizli’ye gitmişlerdi. Bunlardan Haydar Özarslan ismindeki adam saralı idi. Otuz senedir hastaydı. Her gün sokakta düşer, bayılır ve çırpınırdı. Hep saralı gezerdi. Halini Bediüzzaman’a anlatarak dua ve muska istemiş. Bediüzzaman:”Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua ederim. Sen de bu duaya âmin de! Belki Allah şifa verir.’

“Sonra Bediüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış:

“Yarabbi!.. Bu kulun zayıf, dayanamıyor. Bunun hastalığını bana ver. Bu adama şifa ver Yarabbi!…’

“Bizim memleketli olan bu adam ondan sonra sara hastalığı görmedi. İyileşip şifa buldu.

“Denizli’de Bediüzzaman’ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir koyuncu l50’şer lira para çıkarıp vermek istemişler.

“Biz para almıyoruz!’ diyerek vermek istedikleri l50′ şer lirayı reddetmiş.”[28]

”Üstadın hapiste iken Cuma’ya gitmesi

“Bediüzzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak vermemişler. Bir ara gardiyanlar, koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Telâş içerisinde camileri araştırmaya başlamışlar. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda İmarat, Otpazarı ve Mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler.

“Ancak namazdan çıkışta da kendisini bir türlü bulamamışlar.

“Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, Üstad koğuşunda duruyor. Bu hadise çoğu Afyonlu tarafından bilinmektedir.”[29]

”Hakikatlı bir rüya

“l952 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırad Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin’le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin’in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım.

“Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, ‘Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor’ dedi. Beraber Üstada gittik. Üstad, ‘Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!’ dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle ‘Fesubhanallah!’ dedi. Sonra rüyayı yorumladı: ‘Bu, Risale-i Nur’un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.’

“Üstad, Zübeyir Ağabeye, ‘Bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın’ dedi. Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti.”[30]

“İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[31]

Besmele hem vesile hem şefaatçı kılınmaktadır.

“Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatle -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar.[32]

Yağmura rahmet adı verilmiştir.Çünki rahmet vesile ve aracılığıyla bir çok isimler tezahür etmekte,varlıklarla yaratıcı arasında bir iletişim sağlanmaktadır.

“Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır. Evet salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten-lil-Âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”[33]

Her bir salavat,peygamberimizin Allah’ın yanındaki derecesini arttıran bir puandır.Bu vesile ile şefaatı uzması tahakkuk etmektedir.

“Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.”[34]

Dünya hayatı her şeyiyle âhiret ve nimetlerine ulaşmaya bir vesiledir.

“Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[35]

Sen olmasaydın,sen olmasaydın,ben bu eflaki,kâinatı ve dünyayı yaratmazdım hakikatı varlıkların vücuduna vesile olduğu gibi,ubudiyet ve duasıda ikinci hayatın ve cennetin icad ve ulaşımına da sebeb ve vesiledir.

-Çirkinlikler bile Allah’ın tenzihine vesiledir.[36]

İstiğfar ve tazarru’da niyaza vesiledir.[37]

Asl-ı vesvese bile ciddiyete vesiledir.[38]

“İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza “etmektedir.[39]

“Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.”[40]

Cenâb-ı Hak her şeyi kudretiyle bir anda yaratabilirken,sebeb ve vesileleri kudretine perde ve vesile kılmıştır.O vesile telleriyle kudretini tecelli ettirmektedir.

“Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.

İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa

Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.”[41]

Şer bile hakka vesile kılınmış,neticesi hakka vesile olmuş.

“Kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet(’tir.) Saadet-i Dâreyne giden yolu gösterir.”[42]

Allah’a ulaşmaya en büyük ve keskin vesile acz ve fakrdır.Zira O’nun en büyük ismi olan Samed ismi bunlarla tezahür eder.

“Kardeşim ben –Rahmanir-Rahim-isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise; Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbet mes’elesindedir. “[43]

Küçük yaşta ölen bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[44]

“Vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet”[45]

“Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mana-yı harfiyle, yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.”[46]

Bir göz hatırı için,çok gözler sevilir.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duası, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs nakletmişler. Hattâ bazı defa minber-i şerif üstünde, yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. Sâbıkan zikrettiğimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib’in bir şiiri ile iştihar bulmuş. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.”[47]

Haydi,o zatı vesilelikten çekip,bütün insanlıkla beraber,ehli imanla beraber dua edip yalvaralım,o zatın sür’atle kabul olan duasına mukabil,bizim ki ne derece makbul olur,düşünelim?

“Tevatüre yakın meşhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabe ve imana gelenler daha kırka vâsıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken dua etti:-Allahım,İslâmı Ömer bin hattab veya Amr bin Hişam ile kuvvetlendir.- Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.”[48]

O zat“bir vesile-i saadet’dir.[49]

“Vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın “[50]

Tüm güzel sıfatlar özelikle de kemal,hüsün ve ihsan gibi sıfatlar muhabbete birer vesiledirler.

“Mevcudat ve vesait ve ecram onun ef’aline mümanaat etmez, ta’vik etmez, belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi; eşya, vesile-i teshilat ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sür’at-i ef’al hükmüne geçer. Ta’vik, takyid, men’ ve müdahale şöyle dursun; belki teshil ve tesri’ ve îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i Zülcelal’in tasarrufat-ı kudretine herşey itaat ve inkıyad cihetinde -ihtiyaç yok- eğer ihtiyaç olsa kolaylığa vesile olur.”[51]

Zaten vesile,vasıta ve varlıklar onun ne fiillerine ne de irade ettiklerini engellemeye birer mani teşkil edemezler.Belki vesileler,kolaylığa vesiledirler.

“Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.”[52]

“Peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” Ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.”[53]

“Vasıta-i halas ve vesile-i necat…”ihlastır.[54]İhlassızlık ise helakete vesiledir.

“Tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.”[55]

“Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.”[56]

“Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür.”[57]

Anahtar hazinenin yerine geçmese de,açılmasına açığa çıkıp bilinip tanınmasına vesiledir.İlahi hazinenin sıfat ve isimleri de vesilelerle açığa çıkarlar.Hadis-i Kudside:”Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı yarattım,tâ ki kendimi bileyim,göreyim ve görüneyim.

“Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.”[58]

O’nun namına ve O’nun adıyla olup,O’na ulaştıran her şey sevilmeye layıktır.

“Tarîkatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir.”[59]

“Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar…Yani: Tekyesi, câmideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.”[60]

“Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkat…”[61]

Hakikata giden bir çok yollar içerisinde tarikatta hakikata ulaşmaya bir vesiledir.

“Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”[62]

“Madem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır.”[63]

“Ciddî bir mes’eleye vesile olabilecek bir latife…”[64]

Çok küçük şeyler var ki,büyük şeylere birer vesiledir.Minarenin her bir taşı,çakılı,minarenin oluşumuna vesiledir.

“Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re’s-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet’in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makul olabilsin? Birden hatıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet’ten olmazsa, madem zahir hale göre öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.”[65]

Vesilenin kıymeti vesile kadar,vesileliği kadardır.Aslı yerine geçemez.

“İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir.”[66]

Mekke ve Medineye gitmek için vasıtalar ne güzel vesile,ayakla ne güzel vasıtadır.Ancak onlar Mekke ve Medine yerine geçmemektedirler.

“Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Senden Güneş’e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneş’i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hattâ bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor. “[67]

“İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlahîdir ve mayesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.”[68]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[69]

“Hastalık mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.”[70]

“Dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim.”[71]

“İhtiyarlıktaki za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir.”[72]

“Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu “Şüphesiz rızık veren,sarsılmaz güç sahibi olan ancak Allah’tır.”[73]”Hastalandığım zamanda da o beni iyileştirir.”[74],”Yağmuru O indirir.Onlar tam ümitsizliğe düştüğü sırada rahmetini yaymakta olandır.”[75]gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan –Hüvellezi,Hüverrezzak- ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.”[76]

“İnsanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir..”[77]

“Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiği…”[78]

“Risale-i nur ve iman hizmeti gibi durumlar da belaların define birer vesiledirler.”[79]

“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.”[80]

Marifetten sonra en büyük vesile ibadet özellikle namazdır.

“İbadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”[81]

İbadetin bir çok hikmetinden bir hikmet ciheti,“İbadetin yapılması, ateşe girmemeğe vesiledir.”[82]

“Dünya âhirete vesiledir.”[83]

“Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir.”[84]

Herşey“Sâni’ ile masnu arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.”[85]

“Vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk…”[86]

“İsimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, “Ya Rab, üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!” diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâallah vesile-i icabe-i duadır.”[87]

“İkinci sualin: İbrahim Hakkı, “Cû’ ism-i a’zamdır” demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i a’zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i a’zamın vesile-i vusulü olduğuna işareten mecazî olarak Cû’ ism-i a’zamdır, yani bir ism-i a’zama bir vesiledir, denilebilir.”[88]

“Küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.”[89]

“Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap.”[90]

Benim adımı,kartımı,şifremi,karyerimi,namımı kullan…

“Dört def’a zelzelelerin başlaması ve intişariyle durmaları ve Anadoluda ekser yerlerde okunması harb-i umumînin Anadoluya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve-l Asr işaret ettiği halde, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nurun beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını mahkeme-i temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nurun intişarı ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risaleler sahiblerine iade edildiği halde bizi de o cihetce konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye, belâya karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.”[91]

“Medeniyetin ve san’atın hakikî üstadı, ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmüliyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyac ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.”[92]

Vesileler tamam olmadıkça,neticeler hasıl olmaz.

TEBERRÜK :

Üstad hazretleri kendisiyle bereketlenmek anlamına gelen teberrükü kabul eder,bu hususta yapılmasında da bir beis görmez.Teberrük batıl bir adet değil,belki müstahsen bir âdet-i islamiyedir.Ancak batıl olan bir şeyle veya yaratanı düşünmeden eşyaya bir kutsallık vererek yapılan bir teberrük o eşyaya verildiğinden dolayıdır ki bu nevi hareket cahiliye adetidir.

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- hacamat edip mübarek kanını Abdullah İbn-i Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş: “İnsanların senden çekeceği var.Senin de insanlardan çekeceğin var.”deyip, hârika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müdhiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah İbn-i Zübeyr, Emevîler zamanında hilafeti Mekke’de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmiş; nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.”[93]

“Yüzyirmi yaşında bulunan Mevlâna Hâlid’in (K.S.) cübbesini size bir gün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.”[94]

“Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir.”[95]

“Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler, yahud a’mal-i sâlihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler, yahud sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir faide vereceğini ifade eden sözler, yahud başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünki bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır.”[96]

Tıpkı kutsal bilinip,kendisi için kurbanlar kesilen Sava gölü,Hindularca kutsal bilinen Ganj nehri gibi…

“Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitab gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı ….”[97]

“Mübarek bir hanım, yanında çok senelerdenberi muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifde teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sahib çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım.”[98]

ŞEFAAT :

Risale-i Nur’da şefaatla yapılan vesileliğe sıkça değinilmekte,Sadece rasulullahın değil,aynı zamanda Kur’an-ı,Cevşen-i,Risale-i Nurları ve onun Âyetül Kübra gibi bir risalesini,ihlası,samimiyeti,duaları,ibadet ve namazı,Yasini vesile yaparak Cenab-ı Haktan istemiş,istenilmiş ve istenilmesi teşvik edilmiştir.Zira diğerlerinde olduğu gibi burada da bunlar Allah’a ulaşmaya birer engel değil,vesile kılınmış,ehemmiyetlilikleri sür’atle kabul ve icabete,iletişim ve ulaşıma aracı ve ricacı kılınmıştır.

“Evet, bu kelime (Besmele)öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.”[99]

“O besmeleyi)”Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[100]

“Rahman-ı Zülcemal, elbette kendi istiğna-i mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış.”[101]

“Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçiyi bul!”[102]

“Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.”[103]

“Rasulullah“O esmadan şefaat taleb ediyor…”[104]

“ Ukûl-ü aşere ve erbab-ül enva’ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk’a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed’in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tabi olmuyorlar?”[105]

Şefaatı yanlış ve geçersiz kılan sebeb,yanlış ve isabetsiz seçimdir.Yanlış kapıyı çalmakla,kapı açılmaz.

“Cenab-ı Hak,“fermanında ona tebaiyeti ve Sünnet-i Seniyesine ittiba’la şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye göstermiş…”[106]

“Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.”[107]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[108]

“Rasulullah;”Hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.”[109]

“Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat –El-Hükmü lillah-,-Hüküm Allah’ındır.-kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın.”[110]

“Küçük yaşta vefat eden bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[111]

“Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.”[112]

“İşte ey müslüman! Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba’ et!”[113]

“Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçı, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!”[114]

“Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. …

Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.”[115]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[116]

“Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”[117]

“Bana sekiz sene kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla’lı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, “Gözümün açılması için dua et” diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, “Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdur’lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet etsin- vefat eyledi.”[118]

“O Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “nefsî nefsî” dediği zaman, yine ümmetî ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.”[119]

“Kusurumun afvı için, Kur’anı ve Cevşen-ül Kebir’i şefaatçı ederek rahmetinden afvımı niyaz ediyorum.”[120]

“Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir.”[121]

“Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle”[122]

“Şahs-ı manevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen

Kardeşiniz,Said Nursî”[123]

Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanıyor. Ve her bir ferd ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma…[124]

“Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

İşte bu hâdise, kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an’la münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.”[125]

“Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, üstadımız yağmur duası etti. Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.”[126]

“Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hasiyet-i mümtazesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp, duasına âmîn derim.”[127]

“Risale-i Nur mü’minlere; Kur’an’dan hedaya-yı hidayet, kevneyn–i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman’dır.”[128]

“Hakikat-ı Leyle-i Kadr’i şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.”[129]

“Benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah, senin herşey’inde ve her işinde uzun bir zamanda, yâni tufûliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar.. yâni, bin ikiyüz doksandörtten tâ bin üçyüz kırkbeş, belki altmışdörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”Said Nursî.[130]

“İmam-ı Ali (R.A.) gayb-âşina nazariyle bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye” sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip-Ve bil âyetil kübra emini minel fecet-( Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine aman ver)[131]fıkrasiyle onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.”[132]

HADİSLERDE ŞEFAAT :

-Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:

Şöyle demiştir: (Bir kere) “Yâ Resûlâ’llâh, Kıyâmet gününde Sen’in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?” diye sordum. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten) tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ’llâh diyendir.”

-Abdullâh İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan rivâyete göre -şöyle demiştir: Kıyâmet günü insanlar küme küme, her ümmet peygamberinin peşinde (ileri, geri) dönüştürürler (ve büyük peygamberlere):

– Ey falan, şefâat et, ey falan, şefâat et, derler. En sonu şefâat dileği Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e erişip nihâyet bulur. Bu şefâat vâkıası Allâhu Teâlâ’nın peygamberi Muhammed Mustafâ’yı Makâm-ı Mahmûd’a gönderdiği gün vukû’ bulur. (Ve herkes o gün Muhammed Mustafa’yı tebcîl eder.)

-Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’den rivâyete göre, Resûlu’llah Salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Her peygamberin kendisine has müstecab bir du’âsı vardır. Onunla Allah’a du’â edegelmiştir. Fakat ben du’âmı âhirette ümmetime şefâ’at etmek için saklıyorum.

-Enes (İbn-i Mâlik) radiya’llahu anh’den Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü hulûl ettiğinde (Umûmî sûrette) ben şefâ’at ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbî! Gönlünde hardal dânesi kadar îmânı olanları Cennet’e koy, diye niyâz ederim, bunlar Cennet’e girerler. Sonra ben: Yâ Rabbî! Hardal dânesinden az îmânı olanları da koy, diye şefâ’at ederim. Enes İbn-i Mâlik der ki: (Az bir îmânı) dediği sırada ben Resûlu’llah’ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını biribirine zam ederek işâret ediyordu.

-Yine Enes İbn-i Mâlik radiya’llahu anh’den Ma’bed İbn-i Hilâl ma’rifetiyle şefâ’at hadîsi rivâyet olundu, Ebû Hüreyre’den uzun bir metin ile rivâyet olunan şefâ’at hadîsi yukarıda geçti. Buradaki rivâyetin sonuna Enes İbn-i Mâlik şu ma’lûmâtı ziyâde etmiştir.

Mahşer halkı ‘Îsâ’ya gelirler (şefâ’at dilerler). Hazret-i ‘Îsâ da onlara:

– İstediğiniz umûmî şefâ’atci ben değilim. Lâkin siz, Muhammed Salla’llahu aleyhi ve sellem’e gidip mürâcaat ediniz, diyecek. Bunun üzerine ehl-i mahşer bana gelecekler. Ben de onlara:

– Umum beşeriyete şefâ’at bana ihsân olunmuştur. Rabbimden müsâ’ade istiyeyim, diyeceğim. Rabbimden istediğim de müsâ’ade olunacak, ve bana Allahu Teâlâ’ya arz-ı Mahmedet için şimdi hâfızamda bulunmıyan birtakım hamd ü senâlar ilhâm olunacak. Bu mehâmid-i seniyye ile Allahu Teâlâ’ya hamdü senâ edip Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Sonra bana Allahu Teâlâ:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, hem (ne istersen) söyle, sözün dinlenecek, (ne dilersen) iste verilecektir, şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, buyuracak ben de artık:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde arpa dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Resûl-i Ekrem der ki: Ben de gidip vazîfemi îfâ edeceğim. Sonra dönüp geleceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a o birtakım hamdü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana taraf-ı ilâhîden:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, ve (ne dilersen) söyle, sözün dinlenecek, ve iste; istediğin verilecektir. Şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de hemen:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde zerre veyâ hardal dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Ben de gidip onları çıkaracağım. Sonra dönüp geleceğim. Bu def’a da Cenâb-ı Hakk’a evvelki hamd ü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve ne dilersen söyle, sözün dilenecek, ve iste, dileğin verilecek, şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, hardal dânesine yakın mikdarda, azın azı îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkar, denilir. Ben de gidip onları çıkarırım.

-Yine Enes İbn-i Mâlik’den gelen bir rivâyet tarîkında deniliyor ki: Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ’ya o mehâmid-i mübâreke ile hamd ü senâ edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve söyle; sözün dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, denilecek. Ben de:

– Yâ Rab! Bana müsâ’ade buyur da Lâ ilâhe illa’llah, diyen bütün ehl-i tevhîd hakkında şefâat edeyim, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

– İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilâhe illa’llah, diyen ehl-i tevhîd’in hepsini muhakkak sûrette Cehennem’den çıkaracağım, buyuracaktır.

KERAMET :

“Bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatı…”[133]

“Mi’rac ise, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş.”[134]

“Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu’cize-i kübrası olan Mi’rac ile, yani bir cism-i Arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz’a bağlı, semaya asılı olan Kamer’i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz’ın sekenesine, o Arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer’in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz’a medar-ı fahr olmuştur…”[135]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[136]

Velayetin bittiği noktada,nübüvvet başlar.Veli bu ulvi makamından dolayı kerametlerle ikram olunurken,nebi harika ikramlara mazhar olur.

“Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. Eğer bilmeyerek hârika bir emre mazhar olursa, meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevab verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafîzim vardır.” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise; o, kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.”[137]

Sahabe makamı velayetle nübüvvet arasında bir makam,bir köprü ve berzahtır.En büyük velayet onların makamıdır.Nübüvvete makes olduklarındandır ki,en büyük veli en küçük sahabeye yetişemez.

“Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserîsi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. Meselâ: Nasılki dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmak için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarîkatın çoğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.”[138]

“Şu mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiye ise, mu’cizeden ziyade bir keramettir, belki kerametten ziyade bir ikramdır, belki ikramdan ziyade ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için çendan dava-yı nübüvvete delildir ve mu’cizedir; fakat asıl maksad: Ordu aç kalmış; bir çekirdekten bin batman hurmayı halkettiği gibi, Cenab-ı Hak hazine-i gaybdan bir sa’ taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı a’zamın parmaklarından, âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor. İşte şu sır içindir ki, mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiyenin her bir misali, hanin-i ciz’ derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mu’cizenin cinsleri ve nevileri külliyet itibariyle, hanin-i ciz’ gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti.”[139]

Bazı bilinmeyen şeylerden haber vermek;ilmin kerameti,samimiyetin kerameti,hassasiyetin kerameti,ihlasın kerameti,ferasetin kerameti,Hissi kablel vuku’nun kerameti,Kur’an-ın kerameti,şeyh ve velinin kerameti,niyeti halisenin kerameti,iktisadın kerameti,sadakatin kerameti gibi hususlar sebebiyle vücuda gelebilir.

“Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak!” Sonra gizli Abdülmuttalib’i çağırmış, “O çocuğun ceddi de sensin” diye kerametkârane, bi’setten evvel haber vermiş.”[140]

“Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kabl-el vuku’ ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kabl-el vuku’ fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.”[141]

“Dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hacatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur’an-ı Hakîm’in kerametli esrarından o hacatımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor.”[142]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[143]

“Ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. “Elhamdülillahi alâküllihal” diyorlar. Keşf ü keramet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.”[144]

“Kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem hârikulâde bir âdeti de olabilir. Evet Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin (K.S.) acib ve istiğrakkârane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi, vaki’ olmuştur. Fakat her vakit öyle değil. Keramet nevinden bazı defa olmuştur. “[145]

“İktisaddaki bereketin keramet derecesine çıktığı…”[146]

“Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i dünyanın enaniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsa idi, keramet derecesinde veyahud büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu.”[147]

En büyük keramet ve ikramı ilahi imana mazhariyet,ibadete nailiyettir.

“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”[148]

“Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar i’zaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakk’a ibadet ediniz! Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatınızı izhar ediniz.”[149]

“İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; lâşe eti, necaset için haram olmuşlardır.”[150]

“İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin.”[151]

“Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazan Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki- Karun:”Bu varlık bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.”[152]-okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.”[153]

“Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem’alarını çok gördüm.”[154]

“Bu Re’fet’in bir keramet-i ferasetidir.”[155]

“İhlasın ve sadakatın dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazan daha fevkindedir.”[156]

“Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet…”[157]

“Keramet, mu’cize gibi Cenâb-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise, bâzan biliyor, bâzan bilmiyor -vukuundan sonra bilir-. Keramete mazhariyetini kablelvuku’ bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyarıyla tevfik-ı hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenâb-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, mâdem o keramet ikramdır; bütün tafsilâtiyle keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen; Hazret-i Şeyh; i’lâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden, mu’cizevârî, kudret-i beşer fevkınde bir şekil almış. Sun’î, irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünki intakdır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.”[158]

“Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.”Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.”[159]

“Keramet ise mu’cize gibi Cenâb-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir…”[160]

“Bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlise nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar, jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

– Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler.

“Bir gün Bediüzzamana soruldu:

– Kaydı nasıl açtın?

Dedi:

Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir.”[161]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[162]

VELİ :

“Bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler..”[163]

“Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli …”[164]

“Bir hacı, ne kadar ami de olsa, kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.”[165]

“Bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var…”[166]

“Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.”[167]

“En büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil.”[168]

“Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez. “[169]

“Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.”[170]

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zâtların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada arşa kadar uruc-u ruhanîleri oluyor.

Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.”[171]

“Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır.”[172]

“Makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.”[173]

“Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.”[174]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[175]

“Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.”[176]

“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.”[177]

“Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım.”[178]

“Sual : Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap :”De ki:”Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”[179]âyetiyle,

“(Bilinmeyenleri) Gaybı O bilir,kendi sırlarını da kimseye açıklamaz.Ancak bir peygamber olarak seçtiği müstesnadır.”[180] âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünki istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.”[181]

“İki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriata muhalif ve hatâ bir ictihad ile hareket edilmiş ola.”[182]

“S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?

C- Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!”[183]

“Türk Milleti asırlardanberi İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!”[184]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[185]

“Şüheda cem’iyetindenim. Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak, meş’umların en meş’umudur.”[186]

EVLİYA

“Mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.”[187]

“Birinci Sır: “Evliya niçin usûl-i imaniyede ittifak ettikleri halde, meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilaf-ı vaki’ ve muhalif-i hak çıkıyor? Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bürhan ile hak telakki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikatı görüyorlar ve gösteriyorlar. Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?”

Evet çünki hakikatta hakikî kemal-i etem öyledir. İşte şu esrarın hikmeti şudur ki: İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikatı taharri eder. Onun için hakikatın keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe’ olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve asliyet itibariyle cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidad, cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidadda onun hükmü hükümran oluyor.”[188]

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakk’ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.”[189]

“Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur’anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?

Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azabdır. (Eğer harama girmiş ise.)”[190]

“Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?

Elcevab: Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.

Eğer o muhabbetler, Kur’anın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim” diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. “Ah!” çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mazide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.”[191]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[192]

“Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.”[193]

“Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.”[194]

“Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler.”[195]

“Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yalnız iki zâtın; yani Hasan (R.A.) ve Hüseyin’in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları”[196]

“Gavs-ı A’zam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî ism-i a’zamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.[197]

“Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zâtlar taraflarından soruldu: “Risale-i Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”[198]

“Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir.”[199]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler. Ona demişler… O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i îmana istifade ettirmek için, benim şeklimde bazı evliyalar, benim yerimde işler görmüşler.”[200]

VELAYET :

“Ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet …”[201]

“Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, Şems’in cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder.”[202]

“Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeşinci Sözlerde isbat edildiği gibi, nübüvvetin velayete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”[203]

“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zahirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zahir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok meratibden seyr-ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.”[204]

“Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.”[205]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[206]

“Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”[207]

“Eğer denilse: Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına – Ey Sariye,dağa dikkat et,dağa!- deyip, Sâriye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz.Yani: Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”[208]

“Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”[209]

“Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.”[210]

“Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.”[211]

“Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder.”[212]

“Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.”[213]

“Mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir.”[214]

“Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.”[215]

“Cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.”[216]

“Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.”[217]

“Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer.”[218]

“Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velayet ise, hususî ve cüz’îdir.”[219]

“Velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor.”[220]

“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[221]

ŞEYH :

“Eğer derseniz: Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler.

Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim, ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım; bir tek adama tarîkat verseydim, şübheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.”[222]

“Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”[223]

“Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”[224]

“Gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar.”[225]

“Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.”[226]

“Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telaş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.” O zât bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennet’e gidecek.” Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, Cennet’e gönderdi. O kanı gören binler müridler daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât hükûmet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”[227]

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkattan hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım.” diye Cenab-ı Hakk’a yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.”[228]

“Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.

Sonra bir inâyet-i İlâhiyye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i Şeyhin “Fütuh-ül Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadiyle eski Said (R.A.) yeni Saide inkılâb etmiş. O Fütuh-ül-Gaybın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yâni, “Ey bîçâre! Sen Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiyede bir âza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.” İşte o vakit, o tefe’ül sırriyle, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyyen

anladım. O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuh-ül-Gayb” kitabında “Yâ gulâm!” tâbir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. “Eyyüh-el-münafık ” “ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü bitti.”[229]

“Avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla îmanlarını sarsılmadan muhafaza etmek…”[230]

“S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdin. Neden şimdi bid’aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

C- Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet nefsim için onları ne kadar severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.

Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk.. yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk.. Yani ihlas için terk-i menafi’-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh.. yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad…”[231]

“S- Bid’alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur.

“Bilmeden bir kavme fenalık edersiniz de,yaptığınıza pişman olursunuz.”[232]

C-Evet benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.”[233]

“S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi’-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.”[234]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[235]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[236]

KURBAN :

Kurban bir vesiledir.Kesilen kurban kişiye sıratta Burak olur.[237]

Bunun batıl oluşu;zamanla vesilelikten çıkıp gaye haline girmesi ile olmuştur.Nitekim islamdan önce,”Allah’a yaklaşmak amacıyla sanemlere kurbanlar kesilmesi…”gibi..[238]

“Hak yolunda,[239] Nur yolunda kurban olunması,[240] feda olunması da hakikata ulaşmak içindir.

Annenin evladını kurtarmak için kurban olması,[241] şefkatin hakikatıdır.

Kurban yapılırken,ibadete de vesile olması,[242]kurbanın hakikatıdır.

Dini akidelerin kurbanı olunması,[243] dinin kudsi hakikatındandır.

“İbadet amacıyla başkasının namına kurban kesmek…[244]caiz ve meşrudur.

“Cemaat için eşhasın kurban edilmesi,zayıf da olsa bir adalettir.[245]

Yanlış olan her şeyde ve her yerde “Özün söze kurban edilmesidir.[246].

“Çirkin hatalara kurban olunması.[247]

Kötü niyetle de kullanılabilir.“Kurban koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyordu.[248]

Adanan bazen bir kurbanlık hayvan bazende insan olur.“Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”[249]

“Aşiretime kurban olayım”[250]

TAKARRUB :

Bütün bunlar yaklaşmak amaçlı olup,bzen kişilerden kaynaklanan sebeblerde yanlışda da kullanılabilir.O kişilere ait eksik bir sıfat olup,yaklaşma aracı ve işlemine ait değildir.Kusur vasıtada değil,onu yanlış kullanandadır.

“Takarrüb istifadeye vesiledir.”[251]

“İnsanlar her zaman Allah’a yaklaşmak istemişlerdir.[252]

İLHAM :

Veli zatlar kalb telefonuyla Cenâb-ı hak ile manevi irtibat kurmuş,ilhama mahzar şahsiyetlerdir.İİlham farklı şekillerde tezahür eder.

“Ve telefon ise, ma’kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.”[253]

“Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir.”[254]

“Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğu…”[255]

“Şu sure (Zilzal suresi) kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.”[256]

“Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.”[257]

“Bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açar…”[258]

“Şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var “[259]

“İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.”[260]

“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”[261]

Medeniyet harikaları ilham ile insanlara bildirilmiştir.

“Bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadîs telakki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya -bazı arızalarla- hata olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilaf-ı hakikat çıkabilir.”[262]

İlhamda bir kemal ve yükseklik vardır.

“İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz’-i ihtiyarîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.”[263]

Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.”[264]

“Şahs-ı Âdem’e talim-i esma ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder…”[265]

Hidayette de ilham vardır.“Evet envâr-ı hidayeti ilham eden…”[266]

“Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar.”[267]

“ilham-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu ârifler…”[268]

“Bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”[269]

“Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.”[270]

“Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer. Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir.”[271]

“Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.”[272]

“Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.”[273]

“Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”[274]

“Evet herkes bizzât gaybı bilmez. Fakat i’lam ve ilham-ı İlahî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır.”[275]

“Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır.”[276]

“Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[277]

“Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (A.S.) mu’cizesinin ilhamatındandır.”[278]

“Takdis ederiz o zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”[279]

“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz islamı.”[280]

MÜLHEM :

“Ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar…”[281]

Risale-i Nurlar,“Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir.”[282]

28-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Al-i İmran-123-126.

[2] Al-i İmran-151.

[3] Al-i İmran-123-126.

[4] Âl-i İmran.13.Bak.Enfal.9-13,17-18,42-44,48,50.

[5] Maide.35.

[6] Mâide.36.

[7] Karanlıktan Aydınlığa.Şaban Kalaycı.sh.127.

[8] Feyizlerden Damlalar.Derleyen.Musa Özdağ.sh.77.

[9] Age.109.

[10] Bakara.48,123,254-255,Yunus.3,Hud.105,Meryem.85-87,Taha.109-110,Enbiya.28,Sebe’.23,Zümer.43-44,Mü’min.18,Zuhruf.86,Necm.26,Müddessir.48,Nebe’.38.

[11] Yunus.2,İsra.79,Mü’minun.118.

[12] Enbiya.28,Sebe’.23,Necm.26,Mü’minler,Duhan.41-42.

[13] Nisa.85.

[14] Âl-i İmran.194,Şuara.87-89.

[15] En’am, 59.

[16] Neml,63.

[17] Cin,26-27.

[18] En’âm,50.

[19] Yunus.62-63.

[20] Yunus.64.

[21] Şeyh Şirazî «Gülşen-i Raz»

[22] Rehber Ans.

[23] A’raf.138.

[24] İrtidat ve Mürtedin Hükmü.A.Heysemi.Çeviren.H.Müftüoğlu.sh.78-92,Bak.Nisa.171, Zümer.3, Yunus.18,İsra.56-57,Nahl.36,Enbiya.25,Bakara.255,Sebe’.22-23,İbrahim.35-36.

[25] Beyine.8.

[26] Şualar.257.

[27] Son.Şahidler.Mehmet.Feyzi Pamukçu.2/126.

[28] Son.Şahidler.2/265.

[29] Son Şahitler.2/320.

[30] Son Şahitler.2/362.

[31] Sözler.10-11.

[32] Sözler.14.

[33] Sözler.15.

[34] Sözler.24.

[35] Sözler.70,237,239.

[36] Sözler.231.

[37] Sözler.270.

[38] Sözler.278.

[39] Sözler.317,318.

[40] Sözler.611.

[41] Sözler.725.

[42] Sözler.777.

[43] Mektubat.30,79.

[44] Mektubat.79.

[45] Mektubat.80.

[46] Mektubat.107.

[47] Mektubat.143.

[48] Mektubat.144.

[49] Mektubat.199,201,304.

[50] Mektubat.226.

[51] Mektubat.250.

[52] Mektubat.260.

[53] Mektubat.261.

[54] Mektubat.270.

[55] Mektubat.271.

[56] Mektubat.418.

[57] Mektubat.444.

[58] Mektubat.450.

[59] Mektubat.451.

[60] Mektubat.452.

[61] Mektubat.485.

[62] Lemalar.5.

[63] Lemalar.58.

[64] Lemalar.105.Haşiye.1.

[65] Lemalar.111.

[66] Lemalar.130.

[67] Lemalar.135.

[68] Lemalar.156.

[69] Lemalar.159.

[70] Lemalar.214.

[71] Lemalar.234.

[72] Lemalar.235.

[73] Zariyat.58.

[74] Şuara.80.

[75] Şura.28.

[76] Lemalar.332.

[77] Lemalar.369.

[78] Lemalar.394.

[79] Şualar.341,384.Haşiye.1,402,412,425,443,514.

[80] İşarat-ül İ’caz.43.

[81] İşarat-ül İ’caz.83,99.

[82] İşarat-ül İ’caz.127.

[83] Mesnevi-i Nuriye.91.

[84] Mesnevi-i Nuriye.106.

[85] Mesnevi-i Nuriye.113.

[86] Barla lahikası.209.

[87] Barla lahikası.216.

[88] Barla lahikası.347.

[89] Kastamonu Lahikası.75.

[90] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[91] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.205,211.

[92] Tarihçe-i Hayat.93.

[93] Mektubat.103,Lemalar.339.

[94] Şualar.306.

[95] İşarat-ül İ’caz.31.

[96] İşarat-ül İ’caz.214.

[97] Kastamonu Lahikası.66,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.49.

[98] Tarihçe-i Hayat.329.

[99] Sözler.6.

[100] Sözler.11.

[101] Sözler.11.

[102] Sözler.11.

[103] Sözler.32.

[104] Sözler.72.

[105] Sözler.388.

[106] Sözler.460.

[107] Sözler.585.

[108] Sözler.649.

[109] Sözler.705.

[110] Mektubat.77.

[111] Mektubat.79,Lemalar.200.

[112] Mektubat.279.

[113] Mektubat.301.

[114] Mektubat.384.

[115] Mektubat.393.

[116] Lemalar.159.

[117] Lemalar.166.

[118] Lemalar.213.

[119] Lemalar.224-225.

[120] Lemalar.374,Şualar.59,622.

[121] Şualar.97.

[122] Şualar.257.

[123] Şualar.297.

[124] Mesnevi-i Nuriye.239.

[125] Barla Lahikası.168-169.

[126] Barla Lahikası.169.Kastamonu Lahikası.239,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.19-20,40.

[127] Kastamonu Lahikası.214.

[128] Emirdağ Lahikası.1/97,135.

[129] Emirdağ Lahikası.1/245.

[130] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[131] Şualar.297.

[132] Tarihçe-i Hayat.332.

[133] Sözler.88,235.

[134] Sözler.562.

[135] Sözler.589.

[136] Sözler.701.

[137] Mektubat.32,Şualar.749.

[138] Mektubat.50-51.

[139] Mektubat.131.

[140] Mektubat.173.

[141] Mektubat.248-249.

[142] Mektubat.357.

[143] Mektubat.372.

[144] Mektubat.451.

[145] Lemalar.64.

[146] Lemalar.147.

[147] Lemalar.174-175,Tarihçe-i Hayat.189,190.

[148] Lemalar.340.

[149] İşaratül İcaz.99,Bak.Bakara.22.

[150] İşaratül İcaz.193.

[151] Mesnevi-i Nuriye.45.

[152] Kasas.78.

[153] Mesnevi-i Nuriye.227-228,Bak.A’raf.182,Kalem.44.

[154] Barla lahikası.200.

[155] Barla Lahikası.208.Haşiye.1.

[156] Barla Lahikası.255.

[157] Emirdağ Lahikası.1/115.

[158] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[159] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[160] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.156.

[161] Tarihçe-i Hayat.43-44.Haşiye.1.

[162] Münazarat.93.Haşiye.1.

[163] Sözler.100.

[164] Sözler.134.

[165] Sözler.199.

[166] Sözler.273.

[167] Sözler.342-343,721.

[168] Sözler.489.

[169] Sözler.491.

[170] Sözler.565.

[171] Sözler.705.

[172] Sözler.758.

[173] Mektubat.6.

[174] Mektubat.352.Haşiye.1.

[175] Mektubat.372.

[176] Mesnevi-i Nuriye.240.

[177] Kastamonu Lahikası.228-229.

[178] Emirdağ Lahikası.2/199.

[179] Neml.65.

[180] Cin.26-27.

[181] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.162.

[182] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.195.

[183] Tarihçe-i Hayat.82.

[184] Tarihçe-i Hayat.150.

[185] Münazarat.77-78.

[186] Sünuhat-Tüluat.İşarat.108.

[187] Sözler.68.

[188] Sözler.335-336.

[189] Sözler.640.

[190] Sözler.643.

[191] Sözler.643-645.

[192] Sözler.649.

[193] Mektubat.343.

[194] Lemalar.17.

[195] Şualar.95.

[196] Şualar.95.

[197] Barla Lahikası.336-337.

[198] Kastamonu Lahikası.11-12.

[199] Sikke-i Tasdik-i gaybi.144.

[200] Tarihçe-i Hayat.586.

[201] Sözler.258.

[202] Sözler.338.

[203] Sözler.491.

[204] Sözler.492.

[205] Sözler.561.

[206] Sözler.701.

[207] Mektubat.22.

[208] Mektubat.52.

[209] Mektubat.83.

[210] Mektubat.100.

[211] Mektubat.355.

[212] Mektubat.444.

[213] Mektubat.446.

[214] Mektubat.447.

[215] Mektubat.450.

[216] Mektubat.450.

[217] Mektubat.450.

[218] Mektubat.455.

[219] Mesnevi-i Nuriye.63.

[220] Mesnevi-i Nuriye.223.

[221] Münazarat.24,Âsar-ı Bediiye.A.Badıllı.455.

[222] Mektubat.63.

[223] Lemalar.162.

[224] Lemalar.166.

[225] Lemalar.263.

[226] Şualar.315.

[227] Şualar.319.

[228] Şulalar.319.

[229] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.143-144.

[230] Tarihçe-i Hayat.308.

[231] Münazarat.70-71.

[232] Hucurat.6.

[233] Münazarat.73-74.

[234] Münazarat.75.

[235] Münazarat.77-78.

[236] Münazarat.93.Haşiye.1.

[237] Sözler.203.

[238] Mektubat.175,176,Şualar.629,Barla Lahikası.157.

[239] Mektubat.522.

[240] Mektubat.523,Emirdağ Lahikası.1/117,124,189,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.222,228.

[241] Lemalar.199.

[242] Şualar.233.

[243] Barla Lahikası.58.

[244] Emirdağ Lahikası.1/190.

[245] Emirdağ Lahikası.2/98,Sözler.717,Hutbe-i Şamiye.145.

[246] Tarihçe-i Hayat.20.

[247] Tarihçe-i Hayat.222.

[248] Tarihçe-i Hayat.239.

[249] Tarihçe-i Hayat.540.

[250] Sünuhat-Tuluat.İşarat.66.

[251] Sözler.258,Lemalar.111.

[252] Lemalar.392,442,İşarat-ül İcaz.217,Mesnevi-i Nuriye.147.

[253] Sözler.54.Haşiye.1.

[254] Sözler.134.

[255] Sözler.136.

[256] Sözler.171.

[257] Sözler.179.

[258] Sözler.260.

[259] Sözler.276.

[260] Sözler.316.

[261] Sözler.328.

[262] Sözler.342.

[263] Sözler.356.

[264] Sözler.367.

[265] Sözler.401.

[266] Sözler.432.

[267] Sözler.510.

[268] Mektubat.174.

[269] Mektubat.348.

[270] Mektubat.348.

[271] Mektubat.348.

[272] Mektubat.448.

[273] Mektubat.448.

[274] Şualar.124-125.

[275] Şualar.436.

[276] Şualar.699,Haşiye.1,706.Haşiye.1,714.

[277] İşaratül İcaz.207.

[278] İşaratül İcaz.208.

[279] Mesnevi-i Nuriye.80.

[280] Tarihçe-i hayat.161.

[281] Sözler.266.

[282] Şualar.711.




Z İ N A

Z İ N A

Zina;sağlıklı olarak devam etmekte olan neslin kopma noktasıdır.Sülale dediğimiz aile neslinin zinzirleme olarak devam edegelmekte iken bir noktadaki kırılma noktasıdır.Neseb insan neslinin bir nisbet ve bağlantı ve bağlılık ile ilk ata ve soy olan Hz.Âdeme kadar bağlılığıdır.Nesebsizlik ise bu bağlantının koparak,aranın açılması ve aradan çıkılmasıdır.Tıpkı normal seyrinde gelişen bir hücrenin hariçden idhal edilen bir hormanın gelişimi anormal şekilde etkilemesi demektir.İnsanlar bir soy ağacının bölümleri,birinleri,dal ve unsurları olarak devam edegelmektedler.Zina ise bu soy ağacından ayrılan kopuk dallar ve ekinin içerisindeki birer ayrık otlarıdır.Zina insan suyunun bulandırılmasıdır.Zina bir kopukluk,bir kopma noktasıdır.

Meşru nikah ile sağlıklı sürdürülen hayatın,gayrı meşru yolla devam ettirilmeye çalışılmasıdır.İnsan ve yaratılış fıtratına aykırı olan zina,yüz kızartıcı bir suçtur.İnsanın azgınlığı,taşkınlığı,yoldan çıkmasıdır.Zina raydan çıkıştır.Ekberül Kebair denilen yedi büyük günah içerisinde bulunmaktadır.

Peygamberimiz Hz.Muhammedi farklı kılan en büyük bir fark da;Tarihçilerin tesbitine göre 40 dedesi Adnan ve Hz.Âdeme kadar varan soyunda bir zina olayının olmaması,sağlıklı olarak Hz.Âdeme kadar neslinin devam etmesidir.Bu durum ise seçkinliğin ve seçilmişliğin bir şartı ve sebebi olarak da görülmektedir.

Soyu bulanık olan insanların maddi ve manevi yapısına etkisi büyüktür.Adeta bir noktada nüksetmektedir.

Hadisde: -“Zina gibi fuhşiyatın zuhuru,yerin hareketine,zelzeleye sebeb olur.”[1]

-“Zinadan sakınınız!Zira zinada dört hal vardır.Yüzde olan güzelliği,rızıkta olan hayır ve bereketi giderir.Allahın gadabını ve uzun müddet cehennemde kalmayı intac eder.”[2]

-“Ahmak yani diyanetsiz kadınların sütünü çocuklarınıza vermeyiniz,zira tesir eder.”[3]

Sütün etkisi böyle olursa,zinanınki ne derece olur kıyas edilsin.

Zina bütün din ve semavi kitaplarda menfur bir suç olarak görülmüş ve yasaklanmıştır.

-el-Berâ (ra)dan:

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından yüzü kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi geçirdiler.Peygamber sallallahu aleyhi ve selem onları çağırıp sordu:

“Kitabınızda zina cezasının öyle olduğunu mu okumaktasınız?”

“Evet”dediler.

Şer’i cezalar bahsinde geçen hadisin benzeri rivayet edildi.

Ayrıca burada şöyle geçer:”bunun üzerine emretti,recm edildi.Ondan sonra şu âyet indi:”Ey Peygamber!Küfre koşanlar seni üzmesin!”Size bir (fetva) verilirse alın’a kadar.[4]

(Yahudiler)diyordu ki:”Muhammed’e gidin!Eğer size ceza olarak yüzü kömüre boyamayı ve dayağı emrederse,alın;recmi emrederse kaçının!Bunun üzerine şu âyet indi:

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,onlar zalimlerin ta kendileridir.”[5]

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,onlar fasıkların ta kendileridir.”[6] Bunların hepsi kâfirler hakkında inmiştir.[7]

Nikahta keramet ve ünsüyet var iken zina bunu ortadan kaldırmaktadır.Nitekim Esma binti Haricetül Fezari evlendireceği kızına şu nasihatlarda bulunmuştu:”

Kızım,alıştığın hayattan bilmediğin bir hayata gidiyorsun.Hiçbir suretle tanımadığın bir kimse ile arkadaş oluyorsun.Sen ona yer ol ki,oda sana gök olsun.Sen onun dilediğini yap ki,o da sana istediğini versin.Sen ona döşek ol ki,o da sana yaslanacağın direk olsun.Sen ona cariye ol ki,o da sana köle olsun.Herhangi bir şeyde ısrar etme ki,sana kızmasın.Ondan çok uzaklaşma ki,seni unutmasın.Sana yaklaştıkça sen de ona yaklaş.Kızdığı zaman,kendini koru.Yüzünü,gözünü ve kulağını muhafaza et ki,güzel kokunu koklasın,güzel sözünü duysun ve güzelliklerini görsün.”

Zina bir şaşkınlık ve şaşırmışlıktır.Bu durumda söylenecek en güzel söz şu olsa gerektir:

”Allah kimseyi şaşırtmasın.şaşırtırsa süründürmesin.Süründürürse deli etmesin.Deli ederse dağıttırmasın.Dağıtırsa perişan etmesin.Perişan ederse sersem ve avare etmesin”[8]

”Üstad Bediüzzaman’ın sıkça söylediği kürtçe bir temenni:

“Hüda meru şaş dike, kaş neke. Kaş dike, fahş neke. Fahş dike, purş neke. Purş dike, perişan neke. Perişan dike, müşevveş sergerdan neke.”

Meali: Allah, adamı şaşırtırsa, süründürmesim. Süründürürse, fahşetmesin. Fahşederse, dilenci vaziyetine getirmesin. Dilenci vaziyetine getirirse perişan etmesin. Perişan ederse, başıboş sergerdan etmesin.”

Ferdi açıdan kişinin olduğu gibi devletlerin de çöküşü bu zina ve fuhşun yaygınlaşması sebebi iledir.Türkiyedeki bu tehlikeye baktığımızda istatistikler şunu göstermektedir:

-ATO’nun araştırmasında:”Türkiyede vesikalı yada gizli çalışan hayat kadınlarının sayısı 100 bine yaklaşıyor.Türkiyedeki kadın nüfusun 35 milyon civarında olduğu hesaba katıldığında,her 350 kadınımızdan birinin fuhuş batağının eşiğinde olduğu kaydediliyor.

“Hayatsız kadınlar dosyası”başlığı altında yapılan araştırmada,Türkiyede faaliyet gösteren 56 genelevde yaklaşık 3 bin hayat kadını çalışıyor.Türkiyede tescilli hayat kadını sayısı da 15 bini geçiyor.Genelevlerde,hukuki sorun yaratmasın diye vesikasız çok sayıda kadının çalıştığı,birçok kadının da genelevler dışında gizli fuhuş yaptığı belirtiliyor.

Raporda bir sektör haline gelen fuhuşta bir yılda dönen paranın asgari 3-4 milyar dolar olduğu belirtiliyor.

Fuhuş mafyasından,patron,bar,pavyon,disko,gece klüpleri,otelci,taksici,eğlence yeri sahibi gibi onbinlerce insan maddi kazanç sağlıyor.

18 yaşından küçük,15 ve 12 yaşına kadar ki kız çocuklarıda –çocuk hayat kadını-olarak pazarlanıyor.

2001 yılında ölen genelev patroniçesi Matild Manukyan 1944 yılında itibaren birçok kez vergi rekortmeni olmuştur.

Bu kadınlara yüklü miktarda senetler imzalatılarak alıkonulmakta,uyuşturucu da silah olarak kullanılmaktadır.[9]

İsveçte evlilik dışı gayrı meşru olarak doğan çocukların oranı 2003’de % 54,Danimarka % 46,Fransa % 39,İngiltere %37,İrlanda % 27,Portekiz % 20,Hollanda % 19,Almanya % 18,Belçika % 15,İspanya % 11,İtalya % 8,Yunanistan % 3….[10]

Bizde bir zamanlar aydınlarımız tarafından yapılan teklifte;yurt dışından damızlık insanlar getirmek idi.Bu da bir çok örneklerinden şöyle bir örneğini de feci olarak doğurmuş oldu:

-Cumhuriyet dönemi yazarlarından Refik Erduran;annesinin ısrarıyla onunla yatmakta ve oğluna ısrarla;”Senin kocanım” dedittirmektedir.Yazar olan Eşi Leyla Umar’ı birkaç kez aldatarak,sürekli başkalarıyla olan bir kişiliğe sahib kişi,diğer bir karısını boşayıp ve üvey kızıyla evlenerek ondan 3 çocuk babası.

Eşi Leyla Umar:”Ben aldatılmış kadın olmaktan o kadar utandım ki,bir yıl Türkiyeye dönemedim.”

Bu insanlar tek evliliği savunup,zina cezasına karşı çıkmakla,çok kadınla yaşayarak meşru olmayan bir yol tutmaktadırlar.Tıpkı Osman Yüksel Serdengeçti’nin dediği gibi;Kadını bir kocanın baskı ve bağımlılığından kopardılar,bir çok kocaya köle ve bağımlı yaptılar,sözünü doğrulamaktadır.Bu da kadını korumak değil,kadını kullanmaktır.

Zina aklı başında olan bir insanın ve olgun bir kişinin başvuracağı bir yol değildir.

Hadisde: “Gençlik, delilikten bir şûbedir.” buyurulur.[11]

Kur’an-ı Kerim’de geçen Zina ile ilgili Âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

-“Kadınlarınızdan zina edenlerin aleyhlerine dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.”[12]

-“Sizden her kim hür mümin kadınları nikah edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyelerinizden efendilerinin rızası ile nikahlamak var. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izni ile ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir).”[13]

-“Zinaya da yaklaşmayın; çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur.”[14]

-“Zina eden kadın ve zina eden erkekten herbirine yüz değnek vurun; eğer Allah’a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın! Ayrıca mü’minlerden bir grup cezalandırılmalarına şahit olsun!

Zina etmiş erkek, ancak zina etmiş olan veya Allah’a ortak koşan bir kadınla; zina etmiş kadın ise, zina etmiş olan veya Allah’a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.

Namuslu kadınlara zina suçu atıp sonra dört şahit getirmeyen kimselere de seksen değnek vurun ve artık ebediyyen onların şahitliklerini kabul etmeyin! Bunlar öyle fasıklardır.

Ancak ondan sonra tevbe edip düzelenler başka; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir.

Kendi karılarına zina suçu atıp da kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerden herbiri ise kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah’a yemin ederek şahitlik etmelidir.

Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.

Kadının dört defa: “Allah’a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!” diye şahitlik etmesi kendisinden cezayı kaldırır.

Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.”[15]

“Ve onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya dua etmezler; Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina da etmezler; kim bunları yaparsa ağır bir cezaya çarpılır.”[16]

“Ey peygamberin hanımları, sizden her kim açık bir terbiyesizlik ederse, ona azap iki kat katlanır. Bu Allah’a göre kolaydır.”[17]

“Ey peygamber, inanan kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri ve sana hiçbir iyi işte karşı gelmemeleri şartıyla sana biat etmeye geldikleri zaman biatlarını kabul et ve Allah’tan onların bağışlanmalarını dile! Çünkü Allah çok bağışlayandır. merhamet edendir.”[18]

“Ey peygamber, kadınları boşayacağınız zaman, onları iddetlerine doğru boşayın ve iddeti de sayın; Rabbiniz Allah tan korkun; açık bir terbiyesizlik yapmaları durumu dışında onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar! Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır. Her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, kendisine zulmetmiş olur. Bilmezsin, belki Allah, onun arkasından bir iş çıkarır.”[19]

ZİNÂ HADDİYLE İLGİLİ HÜKÜMLER :

-1561 – İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh)’i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti:

“Allah Teâla hazretleri Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’i hak (din ile) gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zinâ yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: “Biz Kitabullah’da recm cezasını görmüyoruz (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah’ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- süb–t bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah’da mevcut bir haktır. Allah’a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: “Ömer Allah Teâla’ nın kitabına ilâvede bulundu” demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah’a) yazardım.”[20]

-1562 – İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’inde: “Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehâdet ederlerse onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar. kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilattan menedin)” buyurdu.[21]

Cenab-ı Hakk, bu âyette (zinâ meselesinde) önce kadını zikrettikten sonra, erkeği kadınla birlikte ele alarak şöyle demiştir: “Sizler-den fuhşu irtikab edenlerin her ikisini de (kınayarak) eziyete koşun. Eğer tevbe edip (nefislerini) ıslah ederlerse artık onlara (eziyetten) vazgeçin. çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden, en çok esirgeyendir”[22]

Cenab-ı Hakk bu âyeti, celde âyetiyle neshederek şöyle buyurdu: “Zinâ eden kadınla zinâ eden erkekten her birine yüzer deynek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah’ın dinini tatbik hususunda, acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir zümre de bunların azabına (bu cezalarına) şahid olsun” (Nur 2). Sonra Nur sûresinde recm âyeti nâzil oldu. Önceki (celdeyi emreden) vahiy bekâr (zâni) içindi. Sonra recm âyeti tilâvetten kaldırıldı, ancak hükmü bâki kaldı.”

Bu rivayetin “…yüzer deynek vurun”ibaresine kadar olan kısım Ebu Dâvud’a aittir, mütebakisini Rezîn ilâve etmiştir.

-1563 – Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Sa’d İbnu Ubâde (radıyallahu anh): “Ey Allah’ın Resûlü, ne buyurursunuz, zevcemi bir erkekle yakalarsam dört şahid getirmek için bekleyecek miyim?” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“-Evet bekleyeceksin!” dedi.”[23]

Müslim ve Ebû Dâvud’un bir diğer rivayetinde: “Bir adam, karısının yanında bir yabancı yakalasa onu öldürebilir mi ne dersiniz?” diye sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır!” deyince, Sa’d: “Bilakis evet! Seni hak dinle şereflendiren Allah’a yemin ederim, fırsatı yakalarsam ondan önce kılıncımı işletirim” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Efendinizin ne söylediğine bakın!” buyurur.

-1564 – Ebu Hüreyre ve Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anhümâ) şunu anlattılar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a muhsan olmayan câriye zinâ yaparsa ne gerekir? diye sorulmuştu, şöyle cevap verdi:

“- Câriye zinâ yaparsa ona celde uygulayın, yine zinâ yaparsa yine celde uygulayın, yine zinâ yaparsa yine celde uygulayın ve sonra onu (kıldan mamul âdi) bir ipe mukabil de olsa satın gitsin.”[24]

Bir rivayette: “(Efendisi) ona celde tatbik etsin, bir de ayıplamasın” denmiştir.

-1565 – Ebu Abdirrahmân es-Sülemî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz.Ali (radıyallahu anh) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, kölelerinize -ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar- haddleri tatbik edin. Zîra, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bir cariyesi zinâ yapmıştı, ona celde tatbik etmemi emretti. (Dövmek üzere) yanına geldim. Yeni nifas olmuştu. Döversem öldürürüm diye korktum. Durumu Resûlullah’a arzettim. Bana: ” İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma” dedi.”[25]

-1566 – Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hür kimseye terettüp eden haddin bölünebilen çeşidinin yarısını köleye hükmetti. Sözgelimi zinâ yapan bâkirenin haddi, iftira (gazf) haddi ve şürbü’l-hamr (içki) haddi böyledir. (Bunlar bölünebilen haddlerdir, köleye hep yarısı tatbik edilir).

Rezîn ilavesidir.

-1567 – İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) hazretlerinden rivayete göre: Câriyelerinden birine hadd tatbik etmiş, bu maksadla ayaklarına ve bacaklarına vurmaya başlamıştı. Bunu gören Sâlim (rahimehullah) kendisine:

“- (Sen niye böyle yapıyorsun?) Cenab-ı Hakk’ın “Bunlara Allah’ın dinini tatbik hususunda acıyacağınız tutmasın..:”[26] sözü nerede kaldı?” der. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) de:

“- Beni ona şefkatli davranıyor mu buldun? Her halde Cenab-ı Hakk onu öldürmemi emretmedi” cevabını verir.(Rezîn ilavesidir.)

-1568 – Vâil İbnu Hucr İbni Rebîa (radıyallahu anh) anlatıyor; “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sağlığında, namaz kılmak maksadıyla bir kadın evinden çıkmıştı. Yolda ona bir erkek rastladı. Kadına çullanıp ihtiyacını giderdi. Kadın bağırdı, adam ise sıvıştı gitti.

(Çığlığı üzerine) kadına bir erkek uğramıştı. Ona başından geçeni anlatıp, bir adam bana böyle böyle yaptı dedi. Sonra, bir grup muhacire rastladı, başından geçeni onlara da anlatıp: “Bir adam bana böyle yaptı!” dedi. Hep beraber yürüyüp, kadının kendisine tecavüz ettiği kimseyi yakalayıp kadına getirdiler. Kadın:

“- Evet bu odur?” dedi. Sonra adamı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yanına götürdüler. Resûlullah adamın recmedilmesini emrettiği sırada, kadına tecavüz etmiş olan kimse kalkıp:

“- Ey Allah’ın Resûlü, suçlu benim!” diye itirafta bulundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına:

” Git. Allah günahlarını affetti” dedi. Zan altında kalmış olan kimseye de güzel sözler söyleyip (gönlünü aldı). Mütecavizin recmedilmesini emretti ve recmedildi.

Sonra Resûlullah şunu söyledi:

” Bu adam öyle bir tevbe ile tevbe etti ki, böyle bir tevbeyi Medine ahalisi yapsaydı kabul edilirdi.”

Tirmizî, şu ziyadede bulunmuştur: “Vâil (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in kadına mehir takdir edip etmediğini zikretmedi.”[27]

-1569 – İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer’e, zinâ yapmış olan deli bir kadın getirildi. (Recm edilip edilemeyeceği hususunda) halkla istişare ederek recmedilmesine hükmetti. Kadına Hz. Ali (radıyallahu anh) uğradı. (Hazırlığı görünce):

“- Bunun hâli nedir?” diye sordu. Kendisine: “Falanca kabileden deli bir kadındır, zinâ yapmıştır. Hz. Ömer (radıyallahu anh), recmedilmesine hükmetmiştir” dediler. Hz. Ali (radıyallahu anh):

“- Kadını geri götürün!” dedi, sonra Hz. Ömer’e uğrayıp:

“- Ey mü’minlerin emîri! Bilirsin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) :

“Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorum1u değildirler): Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifa buluncaya kadar bunamıştan.” Bu bîçare kadın falanca kabilenin bunağıdır. Ona tecavüz eden, muhakkak ki aklî noksanlığı sırasında tecevüz etmiştir” dedi.”[28]

-1570 – Habib İbnu Salim (rahimehullah) anlatıyor: “Abdurrahman İbnu Huneyn denen bir adam karısının câriyesine temasta bulundu. Hâdise, Küfe emîri Nu’man İbnu Beşir (radıyallahu anh)’e götürüldü.

“- Ben, dedi, hakkınızda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın hükmüyle hükmedeceğim: Eğer zevcen, câriyeyi sana helâl ederse, yüz deynek yiyeceksin, helâl etmezse recmedileceksin..”

Sonra (tahkik etti) karısının câriyeyi adama helâl ettiğini görünce, emîr yüz deynek vurdu.”[29]

1571 – Seleme İbnu Muhabbak (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hanımının câriyesine temas eden bir adam hakkında şöyle hükmetti: “Eğer, adam câriyeyi zorladı ise, câriye hürdür, adam, câriyenin efendisine (yani karısına) mislini borçlanmıştır, câriye rıza göstermişse, câriye adamın olur, câriyenin efendisine, onun bir mislini borçlanır.”[30]

-1572 – Berâ İbnu’l-Âzib (radıyallahu anh) anlatıyor: “Dayım Ebu Bürde İbnu Niyâr -beraberinde bir bayrak olduğu halde- bana uğradı. Kendisine nereye gideceğini sordum.

“- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bana babasının hanımıyla evlenen bir adamın kellesini getirmemi (ve malına da el koymamı) emretti, Ona gidiyorum” diye Cevap verdi.”[31]

-1573 – Hz. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle emretti: “Kim, nikâhı haram olan bir akrabasına cinsî temasta bulunursa -veya şöyle demişti; kim haram yakını ile evlenirse- onu öldürün.”

-1574 – Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın ümmü veledine temas etmekle itham edilmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ali (radıyallahu anh)’ye : “Git boynunu vur!” diye emretti. Hz. Ali, adama geldiği vakit, onu bir kuyunun içinde (yıkanıp) serinliyor buldu.

“Çık dışarı!” diyerek elinden tutup kuyunun dışına çıkardı. Hz. Ali, adamın mecbub (burulmuş) ve tenâsül organından mahrum olduğunu gördü. Artık ona dokunmayıp, durumu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e haber verdi. Resûlullah, onu, davranışı sebebiyle takdir etti.”

Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Şahid, gâibin görmediğini görür” buyurdu”.[32]

-1575 – Sehl İbnu Sa’d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek ismini de verdiği bir kadınla zinâ yaptığını itiraf etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına adam göndererek meseleyi sordurdu. Kadın, zinâ ettiğini inkâr etti. Bunun üzerine, adama hadd celdesi tatbik etti, kadına dokunmadı.”[33]

-1576 – İbnu Abbâs hazretleri (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bekr İbnu Leys kabilesinden bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek, bir kadınla (itiraf ederek) dört kere zinâ yaptığını söyledi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona yüz sopa vurulmasına hükmetti. Zîra adam bekârdı. Sonra, kadın aleyhine beyyine sordu. Kadın:

“- Ey Allah’ın Resûlü! Vallahi yalan söylüyor” dedi. bunun üzerine, Resûlullah, adamı iftira (kazf) haddine, yani seksen sopaya mahkum etti.”[34]

RESÛLULLAH’IN HADD TATBİK ETTİKLERİ KİMSELER :

-1577 – Hz. Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm)’a, Mâiz İbnu Mâlik el-Eslemî (radıyallâhu anh) gelerek:

“- Ey Allah’ın Resûlü, ben nefsime zulmettim, zinâ fazihasını işledim, beni temizlemeni istiyorum” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu reddetti (geri çevirip meselenin üzerine gitmedi). Ancak Mâiz ertesi gün tekrar geldi. Yine:

“- Ey Allah’ın Resûlü, ben zinâ fazihasını irtikab ettim!” diye ikinci sefer itirafta bulundu. Adamı ikinci sefer geri çeviren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamın kavmine birisini yollayarak:

“Onun aklında bir noksanlık biliyor musunuz, normal bulmadığınız bir davranışına rastladınız mı?”diye tahkik ettirdi. Ancak hep beraber:

“Biz onu gördüğümüz kadarıyla, aramızdaki sâlih kişilere denk akıl (ve feraset) sahibi biliyoruz” dediler. Mâiz üçüncü sefer müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara yine birini göndererek adam hakkında sordurdu. Yine ne kendinde, ne aklında bir kusur olmadığını söylediler.

Adam dördüncü sefer müracaat edince, ona bir çukur kazdırdı. Taşlanmasını emretti ve taşlandı.

Râvi der ki: Gâmidiye adında bir kadın da gelerek:

“Ey Allah’ın Resûlü, beni niye reddediyorsun. Görüyorum ki, beni de Mâiz gibi geri çevirmek istiyorsun. Allah’a kasem olsun ben hamileyim de!” dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

“Öyle ise hayır. Sen git ve çocuğu doğurunca gel” dedi. Kadın gitti çocuğu doğurunca, bir beze sarılmış olarak çocukla geldi.

“İşte çocuk, doğurdum!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Git, sütten kesinceye kadar emdir, sonra gel!” buyurdu. Kadın gitti, o çocuğu sütten kesince çocukla birlikte geldi. Çocuğun elinde bir ekmek parçası vardı.

“Ey Allah’ın Resûlü, işte çocuk, sütten kestim, yemek de yedi” dedi.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çocuğu alıp, Müslümanlardan birine teslim etti. Sonra bir çukur kazılmasını emir buyurdu. Göğsüne kadar derinlikte bir çukur kazıldı. Bundan sonra halka taşlamalarını emretti. Herkes taşladı. Hâlid İbnu Velid (radıyallâhu anh) elinde bir taş ilerledi, başına attı. Kan yüzüne fışkırmıştı, kadına küfretti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hâlid’in kadına küfrettiğini işitince:

“Ey Hâlid ağır ol!” dedi ve ilâve etti:

“Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun, bu kadın öyle bir tevbe yaptı ki, şâyet alış-verişte sahtekârlık yapanlar aynı tevbe ile tevbe yapsalardı, onların bile mağfiretine yeterdi !”

Sonra Resûlullah (tekfın) emretti. Kadının üzerine namaz kıldırdı ve defnedildi.”[35]

-1578 – Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zinâ yapmış olan bir kimse için celde ile hadd tatbik edilmesini emretti. Sonra, onun muhsan olduğu bildirildi. Bu sefer recmedilmesini emretti ve recmedildi.”[36]

-1579 – İmrân İbnu’l-Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a Cüheyneli, zinâdan hamile kalmış bir kadın geldi ve:

“- Ey Allah’ın Resûlü! Ben bir hadd cürmü işledim, cezasını bana tatbik et” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da kadının velisini çağırıp:

” Buna iyi muamelede bulunun. Çocuğu doğurunca kadını bana getirin!” buyurdu. Velisi öyle yaptı. (Doğumdan sonra gelince) Resûlullah kadının elbisesini üzerine bağlamalarını emretti. Sonra taşlamalarını söyledi ve taşlandı. Üzerine cenaze namazı kıldırdı. (Bunu gören) Hz. Ömer:

“- Bu zâniye kadına namaz mı kıldırıyorsun?” dedi. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz:

” Bu öyle bir tevbe yaptı ki, onun tevbesi Medine ahalisinden yetmiş kişiye taksim edilseydi onların hepsini rahmete bandırırdı. Sen Allah için canını vermekten daha efdâl bir amel biliyor musun?” diye cevap verdi.”[37]

-1580 – Ebû Hüreyre ve Zeyd İbnu Hâlid el-Cühenî (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Bir bedevî, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelerek:

“- Ey Allah’ın Resûlü, Allah aşkına, hakkımda Allah’ın kitabıyla hükmet!” diye yemin verdi. Bundan daha fakih olan bir diğeri de:

“- Evet aramızda Kitabullah’la hükmet, bana da izin ver!” talebinde bulundu. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz:

” Meramını söyle! (seni dinliyorum)” dedi. Adam:

“- Oğlum bunun yanında işçi idi. Karısıyla zinâ yaptı. Bana,”Oğlun için recm gerekir” dediler. Ben de hemen oğlum namına yüz koyunla bir cariyeyi fıdye verdim. Sonra bir de ilim adamlarına sordum. Bana: “Oğluna yüz deynek ve bir yıl sürgün cezası gerekir; bu adamın karısına da recm cezası icabeder” dediler” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“- Ruhumu kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun ikinizin arasını Kitabullah uygun şekilde hükme bağlayacağım: Cariye ve koyunlar sana geri verilecek. Oğluna yüz sopa ve bir yıl sürgün tatbik edilecek” buyurdu. Sonra, Eslemli bir adama seslendi:

” Ey Üneys! bu zâtın hanımına git, eğer zinâyı itiraf ederse onu recmet gel!”

Üneys, kadına vardı. O suçunu itiraf etti. Resûlulluh (aleyhissalâtu vesselâm) emretti, kadın recmedildi.”[38]

-1581 – İmam Mâlik diyor ki: “Bana ulaştığına göre, Hz. Osman (radıyallâhu anh)’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Derhal recmedilmesini emretti. Ancak Hz. Ali (radıyallâhu anh):

“- Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de “(İnsanın anne karnında) taşınma ve sütten kesilmesi (müddeti) otuz ay. dır..:” [39] buyuruyor. Keza bir başka âyette de: “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir..”[40] buyurmaktadır. Bu durumda hamilelik müddeti altı aydır.” Bu açıklama üzerine Hz.Osman (radıyallahu anh) kadının geri gönderilmesini emretmişti, ancak kadın recmedilmiş bulundu.”[41]

-1582 – Ebû İshâk eş-Şeybânî (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ebî Evfâ (radıyallâhu anh)’ya:

“- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiç recm tatbik etti mi?” diye sordum. Bana: “Evet!” cevabını verdi. Ben tekrar:

“- Nür süresinin nüzülünden önce mi, sonra mı?” diye sordum. “Bilmiyor’um!” dedi.”[42]

-1583 – Şa’bî (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallâhu anh), kadını remettiği zaman onu perşembe günü dövdü, cuma günü de recmetti. Ve şunu söyledi: “Ona Kitabullah(ın hükmü) ile celde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünneti ile de recm tatbik ettim.”[43]

-1584 – Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Yahudilerden bir kadınla bir erkek zinâ yaptılar. Birbirlerine: “Bizi şu peygambere götürün. Çünkü bir kısım hafıfletmeler getiren bir peygamberdir. Bize recm dışında fetvâlar verirse kabul eder, Allah indinde O’nun hükmünü kendimize delil kılarız ve: “Peygamberlerinden bir peygamberin bize verdiği fetvalar(la amel ettik, hevamıza uymadık) deriz” dediler.

Mescidde ashabıyla birlikte oturmakta olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelerek:

“- Ey Ebü’1-Kasım, zinâ yapan kadın ve erkek hakkında kanaatin nedir?” dediler. O, onlara tek kelime söylemeden Beyt-i Midrâslarına geldi. Kapıda durarak:

“-Hz. Musa (aleyhisselâm)’ya kitabı indiren Allah aşkına söyleyin, muhsan olan birisi zina yapacak olursa bunun Tevrat’taki hükmü nedir?” diye sordu.

“- Yüzü siyaha boyanır, eşek üzerine ters bindirilir ve dayak atılır.”

-Hadiste geçen tecbiye: Zânileri, enseleri birbirine bakacak şekilde bir eşeğe bindirilip, bu halde sokaklarda dolaştırılmasıdır- Râvi devamla der ki: “Yahudilerden bir genç (bu cevaba katılmayap) susmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun suskunluğunu görünce sualinde ısrar etti. Bunun üzerine genç: “Madem ki sen bize Allah’ın adına yemin veriyorsun (gerçeği söyleyeceğim): “Biz Tevrat’ta recm emrini görüyoruz” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“- Allah’ın emrini hafifletmenizin başlangıcı nasıl oldu?” diye sordu. (Genç) şu cevabı verdi:

“- Krallarımızdan birinin bir yakın akrabası zinâ yaptı. Kralımız, recmi ona tatbik etmedi. Sonra halka mensup bir aileden bir erkek zinâ yaptı. Bunu recmetmek istedi. Ancak adamın kavmi buna mani olup:

“- Sen yakınını getirip recmetmedikçe biz de adamımızın recmedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” dediler. Bunun üzerine, aralarında şimdiki cezayı vermek üzere anlaşıp sulh yaptılar.

(Bu açıklama üzerine) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“- Ben Tevrat’taki âyetle hükmediyorum!” dedi ve onların recmedilmelerini emretti ve recmedildiler. Zührî (rahimehullah) der ki: “Bana ulaştığına göre şu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur:

“Şüphesiz ki Tevrat’ı biz indirdik. Ki onda bir hidâyet, bir nur vardır. Kendisini (Allah’a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri, Yahudilere ait (dâvalarda) onunla hükmederlerdi…”[44] Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlardan biri idi.”[45]

-1585 – İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Yahudiler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelip, kendilerinden bir erkekle kadının zinâ yaptığını söylediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara:

” Recm hakkında Tevrat’ta ne buluyorsunuz?” diye sordu. Onlar:

“- Teşhir edip rezil ederiz ve dayak atarız” dediler. Abdullah İbnu Selam (radıyallâhu anh):

“- Yalan söylüyorsunuz. Zinânın Tevrat’taki cezası recmdir” dedi. Hemen Tevrat’ı getirip açtılar. İçlerinden (Abdullah İbnu Surya adında) biri elini recm âyetinin üzerine koydu. Sonra, âyetten önceki kısımlardan okumaya başlayıp (kapadığı kısmı atlayarak arka kısmını okumaya devam etti. Abdullah İlbnu Selam (radıyallâhu anh) müdahale edip:

“- Kaldır elini!” dedi. Adam elini çekti, tam orada recm âyeti mevcut idi. Bunun üzerine:

“- Ey Muhammed, Abdullah doğru söyledi. Tevrat’ta recm âyeti mevcuttur!” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) derhal o iki zâninin recmedilmesini emretti ve recmedildiler.”

İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) der ki: “Erkeğin, atılan taşlara karşı korumak için, kadının üzerine eğildiğini gördüm.”[46]

-“Dünyadan sakının. Kadınlardan da sakının. Zira şeytan çok aldatıcı, yanıltmak için gözetici ve netice alıcıdır. O, takva sahiplerini avlamakta kadınlardan daha uygun bir tuzağa sahip olmamıştır.” Hz. Muaz (r.a.)

-“Bakış, şeytanın zehirli oklarından biridir. Bir kimse, Allah korkusundan dolayı bakışına hakim olursa, Allah ona imanının tadını duyurur.Hz. İbni Mes’ud (r.a.)109. 12

Bakmaktan, sonra tekrar bakmaktan sakın. Zira birincisi senin için isteğinin dışında olmuştur. İkincisi aleyhinedir. (Yabancı bir erkeğe ve kadına bakmak meselesi) Hz.Büreyde (r.a.)

-“Bir genç kız ile, genç bir erkeği beraber gördüm. Onları şeytandan emin görmedim. (Bir erkek ile bir kadının, yalnız bir yerde beraber bulunmaları haramdır)”Hz. Ali (r.a.)

-“İbnu Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Allah katında en büyük günah hangisidir?” “Seni yaratmış olan Allah’a eş koşmandır!” buyurdular. “Sonra hangisidir?” dedim. “Seninle birlikte yiyecek diye, evladını öldürmendir! (kürtaj yaptırmak vs. gibi)” buyurdular. Ben yine: “Sonra hangisi?” dedim. “Komşunun helalliği (karısı) ile zina etmendir!” buyurdular.”[47] -“Zina fakirlik getirir.Hz. İbni Ömer (r.a.)

-“Allah bir karyeyi (beldeyi) helak etmek istediğinde ettiğinde, orada zinayı izhar eder. (yaygınlaştırır ve açıktan yaptırtır.)”Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

-“Zinada devam eden adam putperest gibidir.”Hz. Enes (r.a.)

-“Üç kimse, kıyamette, Allah’ın gölgeliklerinden başka hiçbir gölgenin olmadığı günde Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde bulunacaktır: Nereye yönelse, Allah’ın kendisi ile olduğunu bilen adam. Bir kadının zina teklifini reddeden adam (veya bir erkeğin zina teklifini reddeden kadın). Bir kimseyi, Allah’ın Celali (rızası) için seven adam.”Hz. Ebû Ümâme (r.a.)

LİVATA (Homoseksualite) VE HAYVANA TEMASININ HADDİ :

-1586 – İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Kimin Lüt kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef’ülü de öldürün.”[48]

Tirmizî, Ebü Hüreyre’nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebü Dâvud’da İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)’tarı yapılan bir rivâyette: “Livata yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir” denmiştir.

-1587 – Yine İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)’ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livata yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebü Bekir (radıyallâhu anh) üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır.”Rezîn ilavesidir.

-1588 – Hz.Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Lüt kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel’ündur.”

Rezin ilavesidir. (Münzir’de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır).

-1589 – Hz.Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ümmetim için en ziyade korktuğum şey Lüt kavminin amelidir” buyurdular.”[49]

-1590 – Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kadına dübüründen temas eden mel’undur” buyurdular.”[50]

-1591 – İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allahu Teâla hazretleri, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyamet günü rahmet nazarıyla) bakmaz.”[51]

1592 – Yine İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün”buyurdu.

İbnu Abbâs’a: “Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)” diye soruldu. Şu cevabı verdi: “(Bu hususta Resûlullah’tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifade edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muamele yapılmıştır.”[52]

Ebü Dâvud ve Tirmizî’de şu rivâyet de gelmiştir: “Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir.”

KAZF (İFTİRA) HADDİ :

-1593 – Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Maruz kaldığım iftiradan beni temize çıkaran vahiy indiği zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere çıkıp, durumu hatırlattı ve ilgili âyeti (Nur 11-23) tilavet buyurdu. Minberden inince iki erkek ve bir kadına kazf haddi vurulmasını emretti. Ve derhal icra edildi. Burada hadd icra edilen şahıslar Hassân İbnu Sâbit, Mistah İbnu Üsâse ve Hamnâ Bintu Cahş (radıyallâhu anhüm) idi.”[53]

-1594 – Ebû’z-Zinâd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ömer İbnu Abdilaziz (radıyallâhu anh) iftira sebebiyle bir köleye seksen sopa vurdu. Ebû’z-Zinâd der ki: “Bu hüküm hakkında, Abdullah İbnu Âmir İbni Rebîa’ya sordum. Bana şu cevabı verdi:

“- Ben, Osman İbnu Affân ve arkadan gelen diğer halifelerin zamanlarına yetiştim, hiç birisinin iftira sebebiyle köleye kırktan fazla vurduğunu görmedim.”[54]

-1595 – İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir insan diğer bir insana: “Ey Yahudi” diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. “Ey muhannes (kadınlaşmış)” diyecek olursa yine o kadar ceza verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün.”[55]

ZİNA ETMEK İSTEYEN GENÇ

Asr-ı saadette Peygamberimiz (A.S.) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:
– Ya Resulallah! Ben felanca kadın ile arkadaş olmak olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum dedi.
Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah’dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bırakın o genci buyurdu. Resulullah, genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:
– Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi? diye sordu. Genç hiddetle:
– Hayır Ya Resulallah, diye cevab verdi. Resulallah:
– Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar. Sonra:
– Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin? diye sorduklarında genç :
– Hayır, asla! diyerek hiddetleniyordu. Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu.
Sonra Hz.Peygamber (A.S.) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:
– Allahım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla, buyurdu.
Genç, Resulallah’ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış!
Resulallah:”Kadınlarınızın namuslu olmasını istiyorsanız başkalarının kadınlarına yan gözle bakmayınız” diye emrediyor.

-Hazreti Âişe radıyallâhü anhâ anlatıyor “Rasulullah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Nikah benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zirâ ben, diğer ümmetlere kaşı sizin çokluğunuz ile iftihar edeceğim. kimin maddi imkanı varsa hemen evlensin.”[56]

“B- Şahitlikte Nisap

Burada zikredilecek olan rakamlar, şahitlerin asgari sayılarıdır. Ayet ve ha­dislerle sabit oldukları için bu rakamlar kesindir. Daha çok olabilir; fakat, daha az olamaz[57].

1- Zina davası

Zina davasında dört erkek şahidin bulunması şarttır[58]. Başka hiçbir da­vada dört şahit şart koşulmamıştır. Bunun manası şudur : Allah Teala burada, kullarının suçunu örtmek istiyor ve ahlaksızlığın duyulup yayılmasına razı olmuyor . Bundan dolayı biri diğerine zina isnadında bulunur da iddiasını dört şahitle isbat edemezse kendisine iftira cezası (hadd-i kazif) olarak 80 değenek vurulur[59] ve ebediyyen şahitliği kabul edilmez. Bir kişi namuslu olan ka­rısına zina isnadında bulunur veya çocuuğun kendisinden olmadığını söy­lerse, iddiasını dört erkek şahitle isbat edemediği taktirde li’an[60] denen özel bir muamele tatbik edilerk bu kar-kocanın arık tefrik edilir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi burada kadınların şahitliği kabul edilmez[61].

2- Had ve kısas davaları

Zina dışındaki had ve kısas[62] cezalarının tesbiti için iki erkek şahidin bulunması şarttır. Burada da kadınların şahitliği kabul edilmez[63].

Bir erkekle iki kadın, hırsızlık davasına şahitlik etseler sanığa, elini kesme cezası verilmez, fakat malın tazmin edilmesine hükmedilir[64].”

“(1) Bir yasağın (haramın) çiğnenmesine sebep olan suçlar

Büyük bir günahın işlendiğine şahit olanların, asgari beşgün içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekir. Eğer özürsüz olarak bu süreyi geçirirlerse, bilahere yapacakları başvuru ve şahitlik kabul edilmez. Mesela : Evli olmadık­larını bildikleri bir erkekle kadının, karı-koca gibi yaşadığına tanık olanlar, özürsüz olarak beşgün içerisinde mahkemeye başvurup şikayette bulunmaz­larsa, bundan soraki başvuru ve şahitlikleri kabul edilmez[65]. Bu, davaya bakılmaması değil, şahitliğin kabul edilmemesi anlamındadır. Çünkü, şahitler bu davranışlarıyla bir kötülüğün devamına razı olduklarını göstermişlerdir. böyle büyük bir günahın işlenmesine göz yumanın şahitliği kabul edilmez[66].

(2) Had cezasını gerektiren suçlar

Bunlar, yalnız Allah hakkı olarak kabul edilen zina, içki yol kesme ve hır­sızlık suçlarıdır. Bu gibi hadiselere şahit olanlar şahitlik yapmakla, hadiseyi örtbas etmek arasında muhayyerdirer. Eğer hadiseyi gizlemeyeceklerse, süresi içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekir. Bir kişinin evvela hadiseyi örtbas etmesi, sonra mahkemeye başvurup şahitlik yapmaya kalkışması, içindeki bir kötülüğün, kin ve düşmanlığın kendisini tahrik ettiğini gösterir. Bu davranı­şıyla şahit, itham altına girdiğinden, onun bu konudaki ihbar ve şahitliği kabul edilmez[67].

Eğer gecikme, açık bir özre dayanıyorsa, başvuru kabul edilerek davaya ba­kılır. Mesela : Sanık, hakimi bulunmayan bir yerde olup onu hakim huzuruna götürmek gecikmeye sebep olmuşsa, bu bir özür sayılır ve davaya bakılır.

Ebu Hanife, gecikme konusunda bir zaman belirtmemiş, bunu hakimlerin taktirine bırakmıştır. Çünkü gecikme, bir özre dayalı olabilir. Özürler farklı öl­çülerde değerlendirilirler. Dolayısıyle, bunun bir zamanla sınırlandırılması imkansızdır. Konunun, hakimin görüşüne bırakılması gerekir.

Ebu Yusuf ve Muhammed, olay vukuundan itibaren meydana gelecek bir aylık gecikmenin, davaya bakılmasına engel olduğunu söylemişlerdir[68]. Uygulamada, bir aylık gecikme esas alınmıştır[69].

Hırsızlık suçunda sanık, bütünüyle Allah hakkı (kamu hukuku) kabul edi­len hırsızlık suçundan ve bir kul hakkı (özel hukuk) kabul edilen malın, sahi­bine ödettirilmesinden sorumludur. Zamanaşımı, sanığa hırsızlıktan dolayı el kesme cezasının verilmesine engel olur. Ancak malın tazmin edilmesi için hukuk davasının açılması, zamanaşımından etkilenmez[70].

İffetli ve namuslu bir kimseye zina iftirasında bulunmak(kazif), had ceza­sını gerektiren bir suçtur. Bunda Allah hakkı fazla olmakla birlikte, iftiraya uğ­rayan kişinin hakkı da söz konusu olduğu için böyle bir davaya bakılması, mağdurun şikayetine bağlıdır. Şikayetin gecikmesi, davaya bakılmasına engel değildir[71].

İçki içme suçunda davaya bakılabilmesi içni, henüz içki kokusunun ağız­dan gitmemiş olması şart koşulmuştur[72]. İmam Muhammed, bir aylık ge­cikmeyi içki için de geçerli saymıştır. Dava zamanaşımına uğramakla sa­nık büstün cezasız kalmaz. Hakim duruma göre bazı tazir cezaları uygulayabi­lir.

Sanığın suçunu itiraf etmesi halinde zamanaşımına bakılmaz[73].

c- Gaibliğin kalkması şartı

Bu husus medeni mahakeme için de şarttır. Davlaı mahkemeye gelmek­ten ve vekil göndermekten kaçındığı gibi, zorlada getirilmesi mümkün ol­mazsa, bu durumda özel muhakeme usulü uygulanır ki, bunu daha önce gör­müştük[74].

d- Dokunulmazlığın kalkması şartı

Osmanlılarda dokunulmazlığa benzer bir uygulama görmekteyiz. Mahke­melerden bazıları, bir kısım şahıslar hakkında ceza davasına bakamamakta ve suçları sabit olsa dahi tutuklama kararı verememektedir

IV. Mehmed’e ait Ceza Kanunnamesi’nin birincifaslında şöyle denmekte­dir :

«Kaza, tedris, tevliyet, meşihat, imamet, hitabet ve bunun gibi makam ve görev sahiplerine tazir lazım gelse etmeyenler. Hemen bir dahi böyle etmeye duyu kadı unfle (sertce) söylemek ol makulelere tazirdir. Hapsedecek yerde et­meyüp Dergah-ı Mualla’ya (saraya) arzederler. Ancak ağır suç işleyip kefil bu­lamayıp firar itimali olsa o zaman hapsedeler.»[75].

Kamu hukuku sahasına giren suçlarda, devlet başkanının dokunulmazla­ığı vardır. Ancak şahsi dava gerektiren ksas ve tazminat davalarında, devlet bakanı dokunulmaz değildir[76].”

RİSALE-İ NUR’DAKİ TESBİTLERDE :

“Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün olsaydı- tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iyye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki bir âmi ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatib ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur.”[77]

“Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.” dedi. Ben de derim ki: “Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men’etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”[78]

“”Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” [79] Gıybet şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni’ bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes’ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet Sure-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.

“Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?”[80] şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdud-uş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur’an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.”[81]

“Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ­ min haysü lâyeş’ur ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.”[82]

“Hem mektubunuzda “yedi kebair”i soruyorsunuz. Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak”tır.”[83]

“Muhterem hâkimler! Siz bilirsiniz, fakat bir kere de dâvâyı açan savcıya sorunuz.. bakalım hayır diyebilecek mi? Allahın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşanın hikmetleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse, propaganda suçtur diye menedilirse, ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katil suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlariyle kabil midir? “Komünizm” gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve âşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen ne ile önlemek mümkündür?”[84]

Mehmet ÖZÇELİK

07-11-2004

[1] Kenzul İrfan fi Ehadisin Nebiyyir Rahman-Muhammed Es’ad Efendi.776.

[2] Kenzul İrfan fi Ehadisin Nebiyyir Rahman-Muhammed Es’ad Efendi.778.

[3] Kenzul İrfan fi Ehadisin Nebiyyir Rahman-Muhammed Es’ad Efendi.854.

[4] Maide.41

[5] Mâide.45

[6] Mâide.47

[7] Rudani.C.4.Hadis no.6921.

[8] Hutuvat-ı Sitte.

[9] Yeni şafak.19-07-2004.

[10] Y.Şafak.30-7-2004.

[11] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c. 7, s. 106.

[12] Nisa.15.

[13] Nisa.25.

[14] İsra.32.

[15] Nur.2-9.

[16] Furkan.68.

[17] Ahzab.30.

[18] Mümtahine.12.

[19] Talak.1.

[20] Buhârî, Hudud 31, 30, Mezâlim 19, Menâkibu’l-Ensar 46, Megâzi 21, İ’tisâm 16; Müslim, Hudud 15, (1691); Muvatta, Hudud 8, 10, (, 823, 824); Tirmizî, Hudud 7, (1431); Ebu Dâvud, Hudud 23, (4418). Ebu Dâvud, Hudud 23, (4413).

[21] Nisa.15.

[22] Nisa 16.

[23] Müslim, Liân 14, (1498); Muvatta,Hudud 7, (2,823); Ebu Dâvud, Diyât 12, (4532, 4533.

[24] Buhârî, Büyû 66,110,17; Müslim, Hudud 30, (1703);Muvatta, Hudud 14, (826); Tirmizî, Hudud 13, (1440);Ebu Dâvud, Hudud 33, (4469, 4470, 4471).

[25] Müslim, Hudud 34, (1075); Tirmizî, Hudud 13, (1441); Ebu Dâvud, Hudud 34, (4473).

[26] Nur 2.

[27] Tirmizî, Hudud 22, (1452); Ebû Dâvud, Hudud 7, (4379).

[28] Ebu Davud Hudud 16. (4399.4400. 4401. 4402).

[29] Tirmizî, Hudud 21, (1451); Ebu Dâvud, Hudud 28, (4458, 4459); Nesâî, Nikâh 70, (6,124); İbnu Mlâce, Hudud 8, (2551).

[30] Ebu Dâvud, Hudud 28, (4460, 4461); Nesâî, Nikâh 70, (1,124); İbnu Mâce, Hudud 8, (2553).

[31] Tirmizî, Ahkâm 25, (1362); Ebu Dâvud, Hudud:27, (4456, 4457); Nesâî, Nikâh 58, (6,109-110); İbnu Mâce, Hudud 35, (2607).

[32] Müslim, Tevbe 59, (2771).

[33] Ebu Dâvud, Hudud 31, (4466).

[34] Ebu Dâvud, Hudud 31, (4467).

[35] Müslim, Hudud 22, (1695); Ebü Dâvud, Hudud 24, 25, (4434, 4441).

[36] Ebü Dâvud, Hudud 24, (4438, 4439).

[37] Müslim, Hudud 24, (1696); Tirmizî,Hudud 9, (1435); Ebü Dâvud, Hudud 25, (4440, 4441); Nesâî, Cenâiz 64, (4, 63).

[38] Buhârî, Muhâribin 30, 32, 34, 38, 46, Vekâlet 13, Şehâdât 8, Sulh 5, Şurüt 9, Eymân 3, Ahkâm 39, Haberu’I-Vâhid I, İ’tisâm 2; Müslim, Hudud, 25, f1697,1698); Muvatta, Hudud 6, (2, 822); Tirmizî, Hudud 8, (1433); Ebü Dâvud, Hudud 25, (445); Nesâî, Kudât 21, (8, 240, 241); İbnu Mâce, Hudud 7, (2549).

[39] Âhkâf 15.

[40] Bakara 233.

[41] Muvatta, Hudud 11 (2, 825).

[42] Buhârî, Hudud, 21, 37; Müslim, Hudud 29, (1702).

[43] Buhârî, Hudud 21.

[44] Maide 44.

[45] Ebû Dâvud, Hudud 26, (4450, 4451).

[46] Buhârî, Hudud 37, 24, Cenâiz 61, Menâkıb 26, Tefsir, Âl-i İmran 6, İ’tisâm 16, Tevhid 51; Müslim, Hudud 26, (1699); Muvatta, Hudud 1, (2, 819); Tirmizî, Hudud 10; Ebü Dâvud, Hudud 26, (4446, 4449).

[47] Buhâri, Tefsir, Bakara 3, Furkân 3, Edeb 20.

[48] Tirmizî, Hudud 24, (1456); Ebü Dâvud, Hudud 29, (4462, 4463).

[49] Tirmizî, Hudud 24, (1457); İbnu M ce, Hudud 12, (2563).

[50] Ebû Dâvud, Nikâh 46, (21.62).

[51] Tirmizî Radâ 12, (1165).

[52] Ebû Dâvud, Hudud 30, (4464); Tirmizî, Hudud 23, (1454).

[53] Ebü Dâvud, Hudud 35, (4474, 4475).

[54] Muvatta, Hudud 17, (2, 828).

[55] Tirmizî, Hudûd 28, (1462).Kütüb-ü Site.den.

[56] Kütüb-i Sitte c:17 s:190.

[57] Bkz. Bakara, 232; Talak, 2; Nisa, 15, Nur, 4; Hadis için bkz. 13.nolu dipnota. Abdulaziz Bayındır-ın yazısı….sh.98-den…

[58] Kuduri, 175; Abdurrehim, 2/402; Ali Efendi, I/346.

[59] Kuduri, 156.

[60] Li’an Koca karısına zina isnadında bulunup kadın iddiayı reddettiği takdirde karı – kocanın şer’i usule göre mahkemede dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, eğer yalan söyliyorlarsa Allah’ın gazab ve lanetini kendilerine dilemek dilemeleridir.Burada şahidliğiğin usulu ve kullanılan ifadeler diğerlerinden tamamen farklıdır. (Bkz. Bilmen, II/325,326).

[61] Feyzullah Efendi, şehadtü’n-nisvan, 303.

[62] Hadler, toplumuna zararı dokunan bir takim fena hareketlerden insanları uzaklaştırıp meneden ve huzurun sağlanmasında önemli katkısı bulunan cezalardır. Bunlar, suçlular hakkında bir ceza olduğu gibi diğerleri hekkında bir ibret ve uyanma vesilesidir. Hirsiza, sarhoşa, şarap içene, zina iftirasinda bulunana, zina edene ve yol kesicilere uygulanır. Her birinin miktari ve tatbik şekli değişmez bir şekilde bellidir.

Kısas , suç ve ceza arasında eşitliği amaçlayan bir ceza çeşididir. Katili maktule karşılık öldürmek, yaralıve organi kesilmiş birinin, kesik veya yaralı organına karşılık suçlunun aynı organını kesmek veya yaralamaktır. (Bilmen. III/18)

[63] Kuduri, 175; Neticetu’l-fetva, şehadet, 529; Abdurrehim, II/402.

[64] Eli Efendi, I/346. Sh.83-den……

[65] Ankaravi, I/406

[66] Bkz. aşağıda s. 161, 162

[67] Kâsânî, VII/46; Molla Hüsrev, II/85

[68] Kâsânî, VII/47

[69] Ankaravî, I/406

[70] Konu ile ilgili bir örnek için bz. belgeler böl. no 7

[71] Kâsânî, VII/47; el-Haskefî II/158; Molla Hüsrev, II/85

[72] İbn ‘Abidin, II/159

[73] Molla Hüsrev, II/85

[74] Bkz. yukarıda s. 115 vd.

[75] Ahmet Lûtfi 78, 79. Metin kısmen sadeleştirilmiştir.

[76] Timurtaşi; el-Haskefi ve İbn ‘Abidin, III/158, şehadeh ‘ale’z-zina’dan bir önceki konu.

[77] Sözler.483.

[78] Şualar.285,Tarihçe-i Hayat.414.

[79] Hucurât Sûresi, 49:12.

[80] Nur Sûresi, 24:16.

[81] Barla lahikası.268.

[82] Muhakemat.31-32.

[83] Barla lahikası .Age.335.

[84] Tarihçe-i Hayat.659.




HAYATTAN FİRAR

HAYATTAN FİRAR

İntihar hayattan firar etmektir. Askerliğini bitirmeden,komutanın izni olmaksızın,terhis almaksızın bir kaçış gibidir.Bir varış değil,sürekli kaçış ve bir aranıştır.Ömür boyu kaçak muamelesi görmektir.Bu kaçış nereye?Bu kaçış kimedir?Meçhule…

Meçhullere kanat çırpan bir kuş,meçhullere kürek sallayan bir gemi,meçhullere göçen bir kervan gibidir intihar.

Bir erken emekliliktir intihar.Görev süresini bitirmeden malulen hatta onunda ötesinde hiçbir zaman emekli muamelesi görmeyecek olan hileli,çözümsüz bir yoldur…

Erken doğumdur.Bir doğum değil,gerçek bir ölümdür intihar.Yapısını tamamlamadan,9 ay 10 gün dolmadan organları tamamlanamadan doğum anında ölüme geçiş ve ölümü seçiştir.

Acziyetin,çözümsüzlüğün,çözümü seçmeden problemlerde bocalamanın diğer bir ifadeyle kısa yoldan çözüme gitmenin çözümsüz bir yoludur intihar.

İntihar ruhu olgunlaşmamış,aklı dolgunlaşmamış bir vücut binasının yıkımıdır.

Desteksiz bir hayatın,maddi manevi gıdasız kalmış olan bir yaşamın göz yaşıdır.

Yarası kapanmayan bir yara,tekrarı olmayan bir imtihanın kaybedilmesidir.Önüne sunulan onca aşamaların son aşamasından kaçıştır.

Madenlikten bitkisel bir hayata,oradan hayvan ve canlılığı,oradan milyarlarca insan olabilecek spermler içinde seçilip insan olma seviyesine yükseliş ancak önüne serilen bunca nimet ve imkanları reddediş ve nankörlükte bulunuştur intihar.

İntihar hayat sigortasının aşırı yüklemeden dolayı atmasıdır.

Sorumluluktan kaçıştır.Bir yönüyle de hayattan eleniştir.Bitiş ve tükeniştir.

En ağırı ise ilahi huzurdan tardedilmeye sebeb olmasıdır.Çünki ilahi huzurdan kaçıştır intihar.

Cenaze namazı ilahi huzura uğurlayıştır,tıpkı askere gönderme gibi.İntihar ise bundan mahrumiyettir.

Ceza amelin cinsindendir.İntiharın da cezası yapılan intiharın cinsinden olur,intihar ettiği şekilde bir muameleye tabi tutulur.

Hayatın sürekli sonbaharıdır,baharı olmayan…bir türlü gelmeyen…

Bunca büyük bir kaybın,bitiş ve tükenişin hiç mi hiçbir kurtuluşu yok?

İnsan aklıyla sorumlu olan bir varlık olduğundan aklıyla sorumlu tutulmaktadır.Eğer intihar eden kişi aklı ve düşüncesiyle bu işi yapmaksızın,iradesine sahib olmayan,akli dengesini kaybetme sonucu yapma hali bir ümit ışığı yakmaktadır.Aksi takdirde,Din intihardan men etmekte ve yasaklamaktadır.

Bu çareye şu düşünce yardım etmiştir;Bir insan ki bir çay ikram ederken bile hesabını yapıp düşünürken,bir çay parası kadar parayı bile sokağa atmazken,her şeyden daha kıymetli olan böyle bir hayatı nasıl olurda bir hiçliğe atar,bir hiçlik uğruna önemsiz görebilir.O halde bunu bilerek yapmamış,akıl tıpkı mecnun gibi düşünme özelliğini yitirmiş,akıl perdelenmiştir.Veya intihar anındaki pişmanlık ve çırpınışlar akıllıca benimsenmiş bir olay olmadığına bir ümit ışığı yakmaktadır,inşallah…

17-06-2004

Mehmet ÖZÇELİK




YILANA DÖNÜŞEN HARAM

YILANA DÖNÜŞEN HARAM
15 yaşlarında idi.Köyde sürüyü önüne katmış,bahçelerine doğru gitmişti.Öğlen yemeğini bu arada yemek amacıyla bahçeden bir kaç domates toplayarak,torbasına koydu.
Suya doğru hayvanlarıyla beraber giderken,komşusunun bahçesinin kenarında adeta kendisine bakıp tebessüm eden çok güzel görünümlü ve büyük olan domates de ilişmişti.Her yönüyle kendisini çağırıyor veya nefsi kendisini ona doğru sevkediyordu.
Bir anlık kendi torbasında bulunmasına rağmen domatesi izinsiz koparmış ve torbasına diğer helal domateslerle beraber koymuştu.
Bir yandan hayvanlarını sularken,bir yandan da torbasından çıkardığı domatesleri soğuması için çeşmeye bırakmıştı.
Bir hayvanın sürüden kaçması üzerine onun peşine düşmüş,onu yakalayarak diğerlerinin yanına getirmişti.
Artık karnı iyice acıkmış,yeme ihtiyacını hissetmişti.
Hala aklına takılı kalan o farklı başkasına aid domatesi düşünüyordu.
Bu düşüncelerle çeşmeye vardı.
Her şeyden habersizce domatesi almaya çalıştığı sırada bir de ne görsün;
Halkalanmış büyükçe bir yılan ayağa kalkmış,adeta domatesin çevresinde nöbet tutmaktaydı.
O domatesleri almaya ne gücü ne de cesareti vardı.Korkarak oradan uzaklaşmaktan başka çare bulamadı.
O başkasına aid olan domatesi yiyemediği gibi,kendi domatesinden de olmuştu.
Bahçe komşusu olan domatesi aldığı bahçe sahibini bularak ona durumu aynen anlatıp helal etmesini istedi.
Bundan kendisi de bir ders çıkaran bahçe sahibi hakkını helal etmişti.

*Yine bir gün üzüm bağına gitmek üzere yola çıkmıştı.Bağa yaklaştığında bağ komşusu ileride durmuş,kalabalık halde orada bulunan çocuklara kızarak bağa girmemelerini söylüyordu.
Çocuklarda korktuklarından ve göründüklerinden dolayı bir türlü bağa giremiyorlardı.
Kendisi ise bir yandan bağına girip kenardan üzüm koparırken,diğer yandan da aynı hizada olup,farkına varılmayan komşunun bağından da üzüm koparıyordu.Bir ondan bir kendisinden olmak üzere büyükçe bir mendile üzüm doldurmuş,geriye ise dereye gidip suya koyarak soğuk soğuk yemek kalıyordu.
Üzümleri mendille birlikte suya bırakıp kenara çekilmiş.Bir müddet beklemişti.
Artık yeme zamanı gelmişti.
Dereye gidip üzümlere yaklaşınca yine gördüğü onu korkutmuştu.
Bir yılan mendilin etrafında halkalanarak beklemekteydi.
Ne mümkün yaklaşmak..üzümü mendille birlikte bırakarak orayı terketmişti.
Durumu bağ sahibine anlatmış,ondan da helallik dilemişti.
Bağ sahibi ise;ne mutlu bak sen uyarılıyorsun..haramı yiyemiyorsun,deyip oda helal etmişti.
Burada yılan görünen o haram,ahirette ise yılanlaşacaktır.Haram eşittir yılan olacak,adeta insanı sokacaktır.
Haramın binası olmuyordu.
”30 yıl öncesinin Milli Piyango talihlisi Mehmet Sarıoğlu, köylülerin aralarında para toplayarak yaptığı bir barakada soğuktan donarak hayata gözlerini yumdu.”

MEHMET ÖZÇELİK
27-09-2009




SES-SİZ OLUN!!HUKUKUN ÖLÜM SANCILARI ARTIYOR!!!

SES-SİZ OLUN!!HUKUKUN ÖLÜM SANCILARI ARTIYOR!!!

Türkiye-de hukuk sancılı,dolayısıyla millet de sancılı.
Hukukun sancıları geçmişten günümüze azalmamış,maalesef artış göstermiştir.
Hukukumuz kırk yamalı bohça gibi.Toplama bilgisayar gibi,garantisi yok.. delinebilirliliği çok..bu da onun virüs kapmasına,hastalanıp,toplumun hastalığını arttırmaya sebeb oluşturuyor,kolaylaştırıyor.
Türkiye de en az ifadeyle bir asırdır sancılı..son zamanlarda bu sancı daha da artış göstermektedir.Bu sancının önemli ayağını hukuk oluşturmaktadır.
Dalgıçlar batma tehlikesi ile karşı karşıya kaldıklarında kendilerini dibe vurup,öylece yüzeye çıkmaya çalışırlar.
Türkiye’deki her yönlü hukukun sancısı da öyle zannediyorum ki,dibe vurmaya doğru hızla giden bir vuruş olacak,ta ki yüzeye çıksın veya yüz güldürür olsun.
Danıştay hakkı,hukuku ve haddi olmayan bir konuda kendisiyle çelişen bir karar verebiliyor.Daha önce Diyarbakır barosunun müracaatını reddedip,taraf durumuna düşmesi düşüncesiyle reddederken,İstanbul barosunun katsayı düzeltme itirazını kabul edip,yök-ün kararına durdurma kararı verebilmektedir.
Katsayı adaletsizliğinin uygulanmasına itiraz eden bir meslek lisesi öğrencisinin danıştaya itirazına cevab veren danıştay;bu bizim işimiz değil,yök-ün işidir derken, şimdilerdeki siyasi ve taraf olan bir kararla yök-ün görevini üstlenmiş,kendisini alakalandırmayan bir eğitim kararında milyonlarca insanı üzüp,toplumu sıkıntıya sokan bir karara imza atmıştır.
Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya Akp-yi kapatma davasında taraf davranıp,google-den bulduğu gerekçelerle,kabul edilemez iddialarla, milletin yüzde 47-sinin oyunu almış bir partiyi kapatmaya çalışarak,Türkiyeyi otuz milyar dolar zarara sokmuş,toplumda gerginlik ve kaosu arttırmıştır.
Anayasa mahkemesi yıllardır kangrenleşen bu milletin temiz,dürüst,iyi insanlarının masumane baş örtüsü serbestliği için meclis tarafından 411 kişinin aldığı kararı tanımayarak,ortaçağ engizisyon mahkemelerini hatırlatan bir kararla hukuku zedelemiş,hukuku tanımamış,hukuksuz bir karara imza atarak bir milleti,milyonlarca insanı görmezden gelerek,tarihe bir leke olarak kendini yazdırmıştır.
Katoliklerin katı uygulamalarından olan bu mahkeme yani kabul ettiği engizisyon mahkemeleri;kendisinden olmayanları yakar,mallarına el konulur,her türlü işkence uygulanırdı.
Adeta;” Engisizyon Mahkemesi’nde mahkum suçunu kabul edene kadar işkence görürdü. Eğer suçunu kabul etmez ise işkenceden ölürdü, kabul ettiğinde de zaten hapishanede ömür boyu ceza çekerdi. Yani kısacası, neresinden bakılırsa bakılsın, Engizisyona düşen bir kişi ölmüş sayılırdı”
Bu da ihbarcılık temeli üzerine kurulmuştu.
Tıpkı bizdeki anlaşmalı dövüş misali;chp Anayasa mahkemesine veya İstanbul barosu danıştaya ihbar ederek;niyet okuyuculuk esasına dayalı bir kararla hükümlerin verilmesi yoluna gidilmektedir.
Sık sık dile getirildiği gibi;bu insanlar dindarlığa gidiyor,bir türlü ne olduğu ortaya konulamayan irtica hortlatılıyor,benden değil,niyeti hiç öyle söylediği gibi değil senaryo ve entrikalar ile yıllardır hukuksuzca uygulamalara kapılar açılıyor.
Oysa dindar olup İslâmın bayrağını dünyanın dört tarafına adalet gönderen ecdadından ne zarar gördün!
Seninki tam bir miras yedilik,nankörlük,körlük ve seviyesizliktir.
Dinden değil müslüman,gayrı müslimi dahi fazlasıyla fayda görmüştür.
Dinden kim ne zarar görmüştür?
Senin ebedi hayatını kurtarmak için dünya hayatını feda eden mi fedakar ve düşüncelidir,yoksa ebedi hayatını kurtarmaya çalışanın dünyasını zehir edip,sıkıntılara sokan mı anlayışlı ve fedakar insandır?
Orgeneral Şener Eruygurun darbe girişiminden dolayı Ergenekon Terör Örgütü kapsamında sorgulanmasına karşı eşi Mukaddes Eruygur’un ‘Bizden’ dediği 12. Ağır Ceza mahkemesine ne tesadüftür ki aynı mahkemede yargılanan diğer zanlılarda hep beraatle salıverildiler.
Birinin idam ve müebbedlikle yargıladığını öbürü salıverebiliyor.
Tıpkı Hindistanda uygulanan Kast sistemi gibi..üstünlerin hakimiyeti.. başkalarının katılımı yasak özel kişiler..hukuk karşısında da olsa eşit olmayan, devamlı farklı kişiler topluluğu..aslında bizdeki yıllarca süren kavganın önemli gövdesini oluşturan kısım bu kısım..azınlık olan elit tabakanın oluşturdukları dokunulmaz alanı,kendi kamusal alanlarına başkalarını veya bir doğuluyu dahil etmemek..onun yanlarına kadar ulaşmasını engelleyecek manileri araya koymak.
İşte bürokratik engeller..fişlemeler..sicil tutanakları..takipler..kayıtlar…
İşte çöl kanunu ve zihniyeti;“Danıştay’dan yasakçı kararın çıkmasına sebep olan İstanbul Barosu. YÖK’ün düzenlemesinin iptali için Danıştay’a başvururken ‘Eşitlik eşit insanlar arasında olur.’ ifadesini kullanan İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın’ın bu sözleri uzun süre tartışılmıştı.”
Bu KATSayı kararı aslında KAST sistemi ve KASIT-lı karardır.
Bu sözler medeni ve seviyeli sözler değildir.Hukuk karşısında herkes eşittir.Amirle memur,paşa ile er,Fatih Sultan ile rum Mimar,Hz.Ali ile yahudi arasında hukukta farklılık söz konusu değildir.
Daha niceleri..bunlar hukukçu?
Önce as,sonra yargılarsın!!!
İşte Türkiyenin en büyük sancısı.Bu büyük parçadan küçük bir yırtık taraf!
İşin enteresan tarafı ise,bu sancı dışarıdan değil,içeriden geliyor.
Acaba bu sancı doğum sancısı mı,yoksa ölüm sancısı mı???
Lütfen ses-siz olun!Hukuk can çekişiyor.Hukuk ölüyor!!!

İDAM KARARI ALINSIN…

Ağacın en büyük üzüntüsü,kendini parçalayanın yine kendi içinden çıkmış bir ağaç parçası olması imiş.Hukukta bugün kendi kendini parçalamakta ve yaralamaktadır.Ağacı ağacın içerisinden çıkan kurt çürütür ve yıkarmış.Bugün hukuk düşmanını dışarıdan değil,kendisinde ve kendi içinde aramalıdır.Hukuka en büyük kötülük yine hukukun içindeki bir kısım hukuksuzlar tarafından yapılmaktadır.Hakkını ve haddini bilmeyen bir kısım hukukçular…
Ne kadar hazin değil mi?
Hukukta hukuksuzluk,askeriye ergenekonun,jitemin açtığı yara ile oluşan güvensizlik,dışarıdan yapılacak darbelere karşı mukavemet etmesi gereken ordunun kendisinin darbelere teşebbüs etmesi,adalette skandallar,adli tıpta verilen ve düzenlenen yanlış raporlar,kısaca hastalanan uzuvlar devlet vücudunu çalışamaz hale getirmişlerdir.Kangren olmuş bu uzuvlar atılmalıdır.
İnsan hakları ve insancıllık uğruna idam hükmü kaldırıldı.Belki sonunda söylenmesi gerekeni başta söyleyeceğim;
Allah idamı kaldıran,kaldırmasını teşvik eden,altına imzasını atanlara acıların en acısını daha dünyada iken tattırsın.
Sebebi ise;Kâinatta en önemli şey hayattır.Bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmekle eş değerde tutulurken,bir insana hayat vermek ve hayat kurtarmak da bütün insanlara hayat vermekle eş değerdedir.
Hayat ancak hayatı alanın hayatının alınmasındadır.Hayat ucuz değil.Bir çok insanı sorumsuzca öldüren bir insanı,öldürülen taraf olmadan karar veren merci neye göre karar vermektedir?
Kendi ailesinden birisinin öldürülmesinde nasıl bir pozisyon takınacağına bir baksın!
Ve de bir çok insanı parçalayıp aç olan canavara şefkat gösterip onu öldürmemek veya onu öldürmeyi vicdansızlık saymak en büyük vicdansızlık ve de öldürülenlere en büyük haksızlıktır.
Zira o canavar bu durum karşısında iştahı açıldığından dönüp bir de dişinin kirasını isteyecektir.
İdam geri gelmelidir.İdamı kaldıranlar hapishanelerden ve kaostan beslenen insanlardır.
Olaya idam edilen kimse açısından değil,madur olan ve öldürülen insanlar açısından bakmak gerekir.
İdamı kaldırmak sorumsuzca bir karar,bilinçsizce bir uygulama, tehlikelere götüren bir uygulamadır.
Cem Garipoğlu,kaçırılan çocuklar ve organ mafyası vs.bunun örneklerindendir.
Bir çok örnekte görüldüğü gibi;Nitekim sabık cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezerin 250-nin üzerinde affedip dışarıya saldığı kimseler,tekrar çıkınca bir polisi vurdu,teröre devam etti,suç işlemeyi sürdürdüler.
Bu mu şefkat?Bu mu insaf?Bu mu vicdan?
O halde kimden Yanasınız?Ölenden mi yoksa öldürenden mi?
Ne diyelim!Allah ağlayanların sayısınca,ağlamaya sebeb olanları ağlatsın!
Buradaki idam,haksız yere idam edilen Rahmetli Adnan Menderes ve onun gibiler değil,onu idam edenlerin idam edileceği bir idam kararıdır.
Bugün hapishaneler tıklım tıklım,bir okul açmanın bir hapishane kapatmak demek olduğu yıllarca söylendi.
O zaman problem ya okullarda,ya da hapishanelerde,yani verilen cezalarda…
Ergenekon senaryosunda yüzlerce insanın öldürülmesini planlayan insanların idamını şefkate aykırı görenler,yüzlercenin hayatını hiçe saymaktadırlar.

*Şöyleki;Askeriyede yemeklere bir şeyler koydukları hep söylenir.O bir yana da,acaba özel bir birimin yemeğine gen bozucu,kafa bozucu,kalb bozucu bir şeyler mi koyuyorlar ki,bu birim kendini darbe yapmaya,kaos çıkarmaya,300 çocuğu koç müzesinin içerisinde havaya uçurma,gayrı müslimleri yok etme planı,yani tüm milleti kafese tıkma senaryoları,daha neler neler?İnsanın kanını donduracak davranış ve senaryolar.
Bir türlü memleketimin insanından memnun olmayan üst kademe,batının insanını devamlı kendi insanına tercih eden zihniyet.
Hep geçmişi kötüleyen orduda da milli eğitim de de aynı hastalık.23 nisanlarda,cumhuriyet bayramlarında yeni devleti yüceltmek ve güzel yanlarını söylemek yerine,geçmişe aid ne varsa hep kötülemek.En iyisi bile geçen seneden yazılmış olan yazıyı okuyor.En iyi amir veya müdürü onun getirdiğini aynen kabul ediyor veya bir kutlansın da nasıl kutlanırsa kutlansın..bana bir ses getirmesinde nasıl yaparsa yapsın bozuk zihniyeti…

*İslami hukuka göre,işlenen bir suça ceza vermek asıl değildir,madurun hakkının korunması asıldır.
Bunun gibi de idamda da birilerinin hayatının ortadan kaldırılması değil, bir çoklarının hayatının korunması amaçlanmaktadır.
Bu konu islam Hukukunda belirtilmiştir.
Rahmetlik babam unutamadığı bir olayı anneme şöyle anlatır:
1960-ın sonlarında,bir gece eve geç vakitlerde,gece yarısı gelmesinin sebebi olarak;İstanbulda bir börekçi bir kız çocuğunu fırında yakması sonucu suçu tesbit edilince Sultanahmet meydanında asıldığına,asılma sonucunda ise dilinin uzunca bir şekilde dışarıya doğru sarktığına şahit olur.
Bu neticeyi göz önünde bulunduran bir insan kolay kolay çocuk kaçırır mı?İnsan öldürür mü?Sorumsuzca araç kullanır mı?
Dünyanın bir çok ülkesinde bu idam cezası uygulanmaktadır
Bugün elli bin insanın ölümüne sebeb olan kişiyi kalk da,idam cezasını kaldır,onu affet!
Yarın o elli bin kişi ve onların yakınları olan yüz binlerce kişiler o kararı verenlerden davacı olurlar.
Eğer bir problem varsa bu idamın kaldırılmasından değil, düzenlenmesinden ve de haklı olarak uygulanmasından geçer.

Özetle:Rusya ve rejimi 1989-da yıkıldı.Bizde ise bir asırdan fazla devam eden ergenekon ve zihniyeti 2009 yılında sallantıya ancak geçebildi.Bu da yıkılacağının bir işaretidir.Aradaki farkın farkı ise;Bizdeki her şey nifak ve münafıklık perdesi altında yapılıyor olmasındandır.Benim babamda bilmem neydi,dedemde şöyleydi aldatmacalarıyla millet hep kandırıldı.

*’Irkçılarla Halkçılar ittifak etti,ihtilal yaptı’
Sürekli vatanseverlik adına millet tahrik edildi.Irkı islamın önüne geçirdi.Irkçılığı kemikleşmiş olarak hep öne çıkardı ve savundu.Milleti ve mensuplarını da kendileri gibi kemikleştirdi..etten ve özden soyulmuş ve soyutlaşmış bir kemik yığını.
Gövdenin değişmesi bir şeyi değiştirmez,önemli olan zihniyet değişmeli. Dünyanın değişen zihniyeti,zihniyetimizi de değiştirmektedir.
İsviçredeki minarelerin engellenmesine karşı çıkanlar,buradaki başörtüsü engeline karşı çıkmıyor,bunu normal görüyorlarsa;tuh olsun,yazıklar olsun…

MEHMET ÖZÇELİK
03-12-2009




HUKUKUN GÖRÜNÜMÜ

HUKUKUN GÖRÜNÜMÜ

Her kurum az çok sancılı olduğu gibi,hukuk sistemi de kendi içerisinde bir sancı yaşamaktadır.

Hukukun yavaş işlemesi,tam adaletin uygulanmaması,baskıların,su-i istimallerin,bir türlü değişemeyen kanunlar,hukuktaki yetersizlik ve eksiklikler,suçları işleyenlerin yeterli cezaya çarptırılmamaları,adeta öldürenlerin az bir ceza ile çıkması ve birde buna afların eklenmesiyle adaletin tam tesis edilmemesi,edilememesi,ettirilmemesi,adeta toplumun tüm kesimlerini etkilemekte,herkes için bir maduriyet söz konusu olmaktadır.

Hapishaneye ders vermeye gittiğimde dört hırsız gelmişti.Bunlardan 26 yaşında olanı yedi kere girmiş çıkmış,sekizincide üç kişiyi de beraberinde getirmişti.Hatta onlardan birisi bunun yüzünden buraya düştük deyince yedi kere giren kişi;gelmeseydiniz,ben mi size gel dedim,diyerek onlara sahip de çıkmamıştı.

Ve de bana bir daha yapmayacaklarına söz verdikleri halde bir hafta sonra gittiğimde gardiyandan aldığım bilgiyi doğrulamak üzere;hırsızlık yapacakmışsınız,doğru mu dediğimde bana;evet hoca,Kırıkkkalede bir yer daha var (bir market),onu da yapalım,bir daha yapmıyacağız,dediklerinde ağır konuşup dürüst olmadıklarını,bir hafta içerisinde hemen değişmiş olmalarından dolayı samimiyetsizliklerini söylediğimde içlerinden biri beni doğrulayarak;Evet doğrusun,bir kere ben o lekeyi yemişim,bir hırsızlık olsa direkmen ben suçlu bulunacağım,diye mazeret beyan edince cevaben;

Eğer dürüst yaşamak istiyorsan işte sana 12 milyonluk İstanbul,gider orada çaycılık yapıp simit satarasın,kimse de sana işte bak bu hırsız demez,diye uzunca konuştum ve sustular.Ancak bunların bu işe devam edeceklerini bilmek için kahin olmak gerekmez.

Hukuk yalama olmuş,nasıl olsa yapanlar çıkıyor.

Polisi dinliyorsun,biz yakalıyoruz,savcı,hakim bırakıyor,diyor.Savcı hakime soruyorsun,onlarda ne yapalım elimiz kolumuz bağlı,kanunlar böyle diyor.

Böylece köpeklerin serbest bırakıldığı,taşların bağlandığı bir hukuk uygulamasıdır gidiyor.

Türkiyede hukukçuların değil,HSYK yani hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun hükümet üyelerinden ikisini çıkarırsanız beşli çete lede kilerin sözü geçiyor.Onlarıistedikleri kimselerin görev yerini değiştiriyor,istedikleri kimseleri görevden alıyorlar.Nitekim öyle de oldu ve de olmaktadır.Bunların kararını bozmak için müraccat mercii de yok.

Meclisin aldığı kararı anayasa mahkemesinin on bir üyesi rahatlıkla bozabiliyor,o da hukuka aykırı olarak.Nitekim 367 kararında olduğu gibi.

Şırnakta kitabevine bomba atan subayları sorgulayacak olan savcı görevden alındı,Kenan Evren sorgulansın diyen savcı görevden alındı,ve şimdilerde Türkiyenin köküne bomba koyan Ergenekon terör örgütünü sorgulayan savcılar büyük bir ödülle ödüllendirilip desteklenecekleri yerde HSYK tarafından görev yerleri değiştirilmeye çalışılıyor,derin pkk-yı Diyarbakırda sorgulayan hakim ve savcıların yerleri değiştirilmeye çalışılıyor.Ve sürekli adalet akamete uğratılmaya çalışılıyor.

Rahmetlik dedem sürekli söylerdi;eskiden eşkiya dağdaydı,şimdi şehire indir,oda büyük şehirlere,oda merkeze..pkk-yı dağda otuz yıldır bitiremeyen ordunun bitirememesinin sebebi işte merkezde aranmamasından kaynaklanıyor.

Bir yıldan fazla tutmuş olduğum özellikle ergenekon haberleri,hukukla ilgili olan kısımları gerçekten gayet ürkütücü idi.Zira ergenekon ergenekon oraya da girmiş biraz fazla olur..oradaydı..ordudaydı..medyadaydı..para sektöründe idi..fuhuş,eroin,terör gibi kaos oluşturacak tüm yer altı teşkilatını kurmuş,yurt dışıyla da kuvvetli bir bağlantı kurmuştu.

İşte o haber arşivimde tuttuğum hukukla ilgili olumsuzluklardan bazı örnekler.Bunlar üzerine tıklanarak haber genişçe okunabilir.Bir bakın iç acıcı hükümler bulacak mısınız?

Yalnız burada olumlu bazı hukuktaki güzel ve cesur haberleri görürseniz,bunların çoğu Ergenekon savcılarının başarılarıdır.Hukukun yüz akıdır.

Gel de bu yargıya güven

HSYK’da PKK pazarlığı !

HSYK’da İtalya senaryosu!

HSYK’nın YARSAV’lı Üyeleri

HSYK’yı kilitleyen Ertosun, Ergenekon toplantolarının gediklisi çıktı

Hakimden ‘YUH!’ Dedirten Sorular

HSYK’DAN AHLAKSIZ TEKLİF

Perinçek Yazıyor, HSYK Yapıyor

Ankara’da Derin Toplantı Merkezi

Yargıtay Başkanı’na Sert Tepki

Yargıtay’ın hakaret olarak görmediği sözler

Eski savcı: Dava doğmadan ölebilir

Askeri savcıya çifte ceza

Askeri savcıya çifte ceza

HSYK müdahale edince !

Devlet İçinde Devlet: Kanadoğlu

GATA’da şoke eden mikrop oyunu

Büyükanıt aleyhine ‘iyi çocuk’ davası

Belçika’dan okulda başörtüsüne onay!

11 AB ülkesinde askerî mahkeme yok

Çevik Bir’e Yargı Yolu

Savcılara D Tipi baskı!

İşte ‘367 Sabih’in yeni kaos formülü

3. İDDİANAME ŞİP ŞAK FAİK’E TESLİM

94 gündür neden iyileşemedi? – İZLE

Şemdinli’ye Sivil Yargı Yolu

Ankara’da öyle bir senaryokonuşuluyor ki

Bu kararlara göre inanmamak elde değil

HSYK savcıları değiştirirse Türkiye’de kıyamet kopar

Yargıdaki siyasallaşmanın kitabını yazdı

Savcıya Ekmekli Rüşvet

Şeriat Mahkemelerini en çok kadınlar tercih ediyor

Hakim gitmediği duruşmaya katibi soktu

Çiçek gibi tahliyede ŞOK AYRINTI

O Hakim, ETÖ avukatıyla birlikte görev yapmış

Savcı CHP’de usulsüzlükten dava açtı

Jet tahliyeye en ilginç manşet – İZLE

HAKİM DEĞİŞTİ ALBAY ÇİÇEK TAHLİYE OLDU

Albayın tahliyesine tepki yağıyor !

8 albay ifadeye geldi, Çiçek ortada yok

Albay Çiçek tutuklandı

Dünyada Askeri Yargının İşleyişi

CHP, Evren’i hangi mahkemede yargılayacak?

Fişlenen hakime soru: şikayetçi misiniz

Savcı Öz’ün imzasını taklit ettiler

28 Şubat sürecinin başaktörü emekli Orgeneral Çevik Bir’e, 3 saatlik sorgusu sırasında

Askeri hakimden ŞOK İTİRAF

Avrupa’da askerî yargı sadece disiplin suçlarına bakıyor

Askeri savcının yaptığı 7 kritik hata

Savcı Öz’den flaş açıklama

Çevik Bir’e KKTC’deki suikast soruldu

Yasal haklarınızdan haberdar olun, ihlallerin önüne geçin

Hakim Yarbay İntihar Etti

‘Sizce Kenan Evren yargılanmalı mı?’

Aşk olsun dedirten hakim – Video

29 yıldır bitmeyen dava

Genelkurmay’ın yaptığı soruşturmalar sonuçsuz kalıyor

Danıştay’daki çalışmayan kameralarla ilgili çarpıcı ayrıntılar ortaya çıktı

Askeri Savcılık planın üzerini örttü

GATA’da Mason işgali

Askeri Yargı’yı Kim Neden Kurdu?

ASKERİ HAKİM ACI KONUŞTU

Askeri yargının sicili bozuk

Köstebek davasının hâkimi: Askerî yargı ne bağımsızdır ne de tarafsız

Askerî savcı sahte belge hazırlatmış!

Askeri yargıya nasıl güvenelim?

SAVCIYA DARBE İHBARI

Savcı İfadesini Alacak

Askeri Yargı’nın ‘Darbe’ sicili

Hukukçular endişeli: Üstü kapatılıyor

Askeri savcı: Belge TSK’ya ait değil

HUKUKÇULAR AYAĞA KALKTI

FLAŞ: Askeri Savcılık’tan ‘muğlak’ açıklama!

YARGITAY HAKİMİ NELER SÖYLEMİŞ NELER…

Askeri hakimler tarihi görev üstlendi

Yargıtay’dan Ergenekona Övgü

Başsavcı provakasyona mı geliyor?

HABERAL “BİZİM” MAHKEMEDE

ETÖ’cü Avukat TUTUKLANDI

Eminağaoğlu deşifre oldu; Yargıtay’da…

Ergenekon Mahkemesi, Almanya’yı kıskaca aldı…

Askeri Savcı ETÖ Savcısına Karşı

Terörün Avukatı

Kanadoğlu, Savcı Öz’e ifade verecek

Savcı Öz 8 suikastin peşine düştü

Yüksek yargıya ne zaman sıra gelecek!

‘Yargı Meclis’e aba altından sopa gösteriyor’

SAÇAN’A ”ADİLCİĞİM” DİYEN SAVCIYA SORUŞTURMA…

Danıştay saldırısı ve gerçekler

Danıştay’dan camiye engel

Danıştay hakimi, Yargıtay ve mahkeme kararlarını yok saydı

HSYK Giyotini Sallanıyor

Danıştay Başkanı’ndan tuhaf çıkış

“Sahte avukat” resmen aday!

‘Sahte Avukat’ Sinyali Verdi

YARGIYA YEMİNLİ EŞ BASKISI DİNLEMEYE TAKILDI

Askeri savcıların ulaşamadığı 4 delil

Savcılar, davaları çözmek için itirafçıların ifade vermesini isterken, jitem ‘konuşmayın’ emri verdi

ETÖ Savcılarının Haberi Var mıydı?

Yüksek Mahkeme’de Paksüt krizi

İlk Karşı Çıkan Yargıtay Oldu

YARSAV Başkanı’na soruşturma açıldı

ergenekon-savcilarindan-ugur-dundar-hakkinda-suc-duyrusu-

Beraat veren hakim fena yakalandı

Askerî savcıdan Taraf’a soruşturma

O İKİ ASKERİ SAVCIYA ŞOK

Vural Savaş’ın darbe saçmalığı VİDEO

Şemdinli savcısı Sarıkaya haklı çıktı

İŞTE 2. İDDİANAME – TIKLA İNDİR

İDDİANAMEDEKİ 4 DARBE PLANI

ETÖ iddianamesinden: Danıştay saldırısının amacı ülkeyi karıştırmak

Danıştay emrini paşalar verdi

Ankara’da Hakimler Sendromu

Askeri hakimlere şok suç duyurusu

ASKERİ SAVCIDAN MAHKEMEYE SAHTE BELGE İDDİASI

Anayasanın Babasından Uyarı!

İKİ ASKERİ SAVCIYA İNCELEME

Askeri mahkemeye Genelkurmay rüşveti mi?

Askerî savcıdan şok iddia!

Hani yargı bağımsızdı: Peki bu ne?

Başsavcı neyi bekliyor?

Savcılar hala neyi bekliyor?

Adalet 16 Yıl Sonra Emekleyebildi

Hukukçular: Karanlıklar eşelendi!

O Hakim Gül’e Bunu Niye Yaptı?

Cindoruk, Menderes’in avukatlığını yapmamış

Vicdan Mahkemesi kuruluyor

SAVCI ÖZ GATA’YI SALLADI

Yargıtay’dan travesti sevindiren karar

Danıştay cinayetinde Şok gelişme!

Savcı: Cumhuriyet Gazetesi’ne saldırıyı Ergenekon gerçekleştirdi

‘Yargı üzerinde 28 Şubat gölgesi var’

“Yargı devrimcilerin elindedir”

İtalyan savcıdan Ergenekon’a şok yorum

O hakim YARSAV üyesi çıktı!

Baroların foyası meydana çıktı

Anayasa Mahkemesi’nin kafasına silah dayadılar

Başsavcı CHP’ye kör!

Baro, ETÖ’nün avukatı mı?

Yargı ayağına soruşturma mı açıldı?

İstanbul Barosu yine devrede

Danıştay cinayetine Yahudi lobisi katkısı!

Savcı Öz için yüreklere su serpti

Kanadoğlu buna ne diyecek? / VİDEO

3 savcıdaki kafa karıştıran nokta

Ünlü savcıya da aynı şeyi yapmışlar!

Sabih Kanadoğlu’nun utanç fotoğrafı

HUKUK, KEMAL GÜRÜZ’E DE LAZIM OLDU

Eminağaoğlu’nu yakacak hata !

Savcı Öz’ün peşinde olduğu isim

Yargı’nın bağıran yüzü

Kanadoğlu hakkında şok iddia

Zekeriya Öz’e derin komplo !

YARSAV başkanına en sert uyarı

YARSAV Üyelerinin Bittiği An

Hukuk, siyaset ve iş dünyasından ortak çağrı: Yargıya baskı yapmayın

28 Şubat’ta mahkemeye askeri baskı

Sabih Kanadoğlu teknik takibe takılmış

Yargıtay, Ergenekon’da Sustu !

BU YIL ANAYASA DEĞİŞMELİ

İşte YARSAV’ın asıl amacı

YARSAV’ın Hedefi MİT&İstihbarat

Danıştay YARSAV’cı Yargıç Dolu

Yüksek yargıda partizanlık

Savcıdan, S.Peker ve T.Özkan tehtidi!

Flaş: Mahkeme TSK’ya şemayı sordu

Bir Numarayı hakim biliyor

Osman Paksüt’ten uyanıklık!

Ergenekon avukatından TSK’ya sipariş !

YÜKSEK MAHKEME’DE DÜMEN

Anayasa Mahkemesi Danıştay kararına sert çıktı

Ağar, özel yetkili mahkemede yargılanacak

Danıştay şifreleri bu mektupta!

DANIŞTAY BASKINI İRTİCA İŞİ DİYENLER ÖZÜR DİLESİNLER!

DANIŞTAY’DAN ”KUR’AN KURSLARINA YARDIM KAMU YARARINA UYGUN DEĞİL” KARARI

Hakimler kendi kendilerini yaktı

Şam Mahkemesi’nde kimler yargılandı

Savcı Öz düğmeye bastı!

Başörtülüye hakarete sürpriz ceza!

Savcılık: Sav’ın dokunulmazlığı kalksın

Yüksek Hegemonya:HSYK

Yargıtay Rüşvetin Yolunu Açtı

Hukukçular’dan ‘Paksüt çekilsin’ teklifi

Kanadoğlu’ndan büyük laflar!

‘Unvansız hukukçu’ da Ergenekon’da

İşte Başsavcı’yı zora sokan deliller

YARSAV Başkanının oy vermeyeceği parti

Anayasa Mahkemesi Cumhuriyet’i izah etmeli!

Hakimlere eskort kızla tatil rüşveti

‘Unvansız hukukçu’ yine tehdit etti!

Yeni anayasa şart oldu… Gerekçe, Anayasa Mahkemesi

İddianame okundukça, sanıklar geriliyor

Başsavcının sırrı ortaya çıktı

Anayasa Mahkemesi’nde iki generalin ne işi ne?

Atatürkçülere ‘Mahkeme’ sorusu?

BAŞSAVCIYA AĞIR SUÇLAMA

Ergenekon Hakimi Konuştu

Darbe anayasasından adil karar çıkmaz

Küçük Kızlara Fuhuş Serbest!

Bu savcıdan hâkim de kaçamıyor

6 üyenin “kapatılsın” kılıfı

HUKUKU UTANDIRAN KARAR

Yargıya rüşvet operasyonu 9 gözaltı

Ya Mahkeme ya da Meclis kapatılsın!

Gerekçe, Anayasa Mahkemesi’ni bitirir

Mahkeme hukuksal sınırların dışına çıktı

Anayasa mahkemesinin Başörtüsü gerekçeli karar metni

Ergenekon’da Danıştay paniği

Savcıya terör örgütü üyesi suçlaması

Türk yargısının 27 Mayısçı Çölaşan’ı

Türban gerekçesi Resmi Gazete’de

YARSAV Başkanı’nı fena fırçaladı !

Yargıtay’dan skandal karar

‘Cumhurbaşkanı Yalçınkaya’yı azledebilir’

Yargıtay’dan bir ilk!

DGM’nin Ünlü Savcısı Gözaltında

Sayıştay denetçileri garnizona sokulmadı

Anayasa ‘kapatılır’ diyor

YARSAV Başkanı görevden el çektirilmeli

Yargı da Doğan’a çalışıyor

Danıştay’dan tuhaf ‘Kuran kursu’ kararı

Mahkemeyi bekleyen şok dosyalar – Video

Kocaeli cumhuriyet savcısı görevi kötüye kullandı

Ankara Hakimevi’nde skandal

Savcı’dan kayınbiraderine torpil talebi

Paksüt’ten Akşam’a sipariş haber!

Savcılar neden sessiz?

BAYAN PAKSÜT ZANLI

Ferda Paksüt’ten skandal deşifre !

Eş Paksüt’e Ergenekon sorgusu

Osman Paksüt’e istifa çağrısı

Eminağaoğlu’nu yakacak belge !

Sabih Kanadoğlu’na şok suçlama

YARSAV Başkanından tuhaf savunma!

Yargıtay krokisi ile ilgili ŞOK tespit !

Savcı’nın çürük raporu sahte mi?

Başsavcıya ŞOK baskın için 7 soru

Adliyede skandal kayıp!

Mahkemede büyük skandal

Başsavcıya acil dava aç çağrısı

Danıştay saldırısında mason parmağı

Başsavcı Savaş ve Erbakan da hedefti

Anayasa Mahkemesi’nin kararına verilen tepkiler

Başsavcı Ergenekon’dan Rahatsız

Yargısal darbe yok, top Erdoğan’da !

Kanlı Danıştay baskını ‘haki ajanda’dan çıktı

YILIN KAYBEDENİ YARGITAY BAŞSAVCISI!

YARSAV başkanından ŞOK sözler-YARSAV’ın Ergenekon Bağlantıları

Ergenekon, yargı mensuplarını fişlemiş

Mahkeme AK Parti’yi kapatmadı

Şok iddia: Saldırının hedefi Anayasa Mahkemesi’ydi

Yargıya Aşamalı Baskın Planı

Yargıya Aşamalı Baskın Planı

Anayasa Mahkemesi Sobelendi

Başsavcı’yı etkilemek için Yargıtay’da suikast planlamışlar

Ergenekon’un yargıç listesi çıktı

Ergenekon’un yargıç listesi çıktı

Savcıların zehirlenme korkusu

Eski Yargıtay üyesinden tarihî uyarılar

Danıştay saldırısının amacı halkı kışkırtmak

Yüzyılın en büyük davası

Anayasa Mahkemesi Kapatılmalı

ERGENEKON İDDİANAMESİNİN TAM METNİ*****

Güzel: Danıştay’ı tarattılar

‘Davanın ardında o generaller var’

Başsavcıyı küplere bindirecek haber

Savcı Öz’e ölüm tehdidi göndermiş

İddianameyi sulandırma planı !

Anayasa Mahkemesi’nden tarihî karar

‘Yargı desteği olmadan bu işlere kalkışılmaz!’

Kanadoğlu’ndan Ergenekon İcadı

Savcının 17 hatası

Yargıtay Başsavcısı’ndan başörtüsü için ağır benzetme

Başsavcının kılavuzu CHP’li vekillermiş

Askerlerin tutunabileceği son çizgi Anayasa Mahkemesi

Başsavcının çok önemli bir delili çürüdü

Yargıtay: ‘CHP Cibiliyetsiz’ hakaret değil

Savcı Başbakan’a ‘RTE’ diyebilir mi

CUMHURBAŞKANI ANAYASA MAHKEMESİNE TAVIR KOYDU, SAVUNMA YAPMAYACAK

Anayasa mahkemesinin içi doldurulmamış gerekçeli kararı

Mahkeme dördüncü eşe izin verdi

Anayasa Mahkemesi Paramparça

Anayasa Mahkemesi’ne açık dilekçe

Anayasa Mahkemesi yüzde 100 muhalif!

Mahkeme’nin ‘red’ kararıyla ilgili tüm haberler

Mahkeme Meclis’i hiçe mi saydı?

Anayasa Mahkemesi’nin özgürlükleri iptal eden kararını nasıl buldunuz?Anket

ANAYASA MAHKEMESİ MECLİSİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ BİTİRME PEŞİNDE!

ANAYASA MAHKEMESİ HAYALİ SENARYO ÜZERİNE KARAR VERDİ!

Başsavcı’nın Laiklik Tanımı.Militan laiklik

Danıştay’ı bağlama rüşveti

Karar, uçuk senaryolara dayandırılmış !

Hâkimler Oligarşisi protesto ediliyor

Demokrasimiz HUKUK yetmezliğinden vefat etti.Başınız rahat olsun.

Başsavcı’nın Delili Perinçek’ten

Yasağın hukuki bir temeli yoktur.

Haşim Kılıçtan garip açıklama

YARGI DARBESİ NE HEDEFLİYOR, NASIL AŞILACAK?

Egemenlik kayıtsız şartsız yargıçlarınmış

İPTAL kararında 9 el kaosa kalktı!

Anayasa Mahkemesi ‘başörtüsü yasak’ dedi

Hukuka Tecavüz

Mahkeme CHP’nin talebine uydu, hukukçular isyanda

‘Karar Cübbeli Darbe’

Hukuku öldürmek…

GEREKÇELİ KARARI AÇIKLANMAYAN 367

367’NİN GEREKÇESİ HUKUKÇULARI AYAĞA KALDIRDI

DANIŞTAY TETİKÇİSİ,TEKİN’İN ABİSİNİN AVUKATI ÇIKTI

YARGI MENSUPLARININ FUHUŞ PARTİSİNE KATILMALARI

PAVYONDA HESAP ÖDEMEYEN HAKİM VE SAVCILARA İNCELEME

YARGIDA DERİN TARTIŞMA

YARGIDA NELER VAR NELER!

“Türk hukuk devrimi” kimin eseri?

Yargıdan tuhaf karar

-Kapatma iddianamesinin tam metni

İDDİANAME İÇERİĞİ 27 NİSAN MUHTIRASIYLA BÜYÜK BENZERLİK TAŞIYOR, TIPKI ONUN GİBİ KOMİK GEREKÇELER…

BAŞSAVCI ERGENEKON’U UNUTTURMA PEŞİNDE Mİ?

Savcıyı Sezer getirmişti..

Başsavcı kendini böyle savundu

Başsavcı, savcıları bile isyan ettirdi

Savcı, İP’in söylemini dile getirmiş

Başsavcı Kuran’ı Kerim’e de karşı!

‘Yalçınkaya’ya bir kutu müshil’ kampanyası”

Başsavcı, Cumhurbaşkanı’ndan bi haber

Hukukçulara göre Yalçınkaya 5 ayrı suç işledi

İddianame önce Cumhuriyet’e sızdı

Kapatma isteyen başsavcı konuştu

Başsavcının iddianamesinin gerçek özeti

Bir savcının maliyeti: 30 Milyar dolar

Kapatma davası Avrupa Konseyi’ni endişelendirdi

Çarpıcı iddia: Dava Başsavcı’ya zorla açtırıldı

Bu ülkede hukuk diye diye hukuk ve demokrasi katledildi!

Vural Savaş canlı yayında adeta rezil oldu

Başsavcı, Ergenekon bağını görmezden geldi

İddianamede bir hukuk ihlali daha

Askeri savcıdan çarpıcı açıklamalar

Başsavcı son Ergenekon operasyonunu anlatıyor

İP’de kuşkulu Yargıtay krokisi

‘İddianameyi Perinçek mi hazırladı?’

Ergenekon, Yargıtay üyesi yargıçları da fişlemiş

Başsavcının düştüğü yaman çelişki

Türkiye’de mahkeme draması yaşanıyor

Adliye’den Kerinçsiz’e belge sızdırmışlar

ANAYASAYI TÜMÜYLE DEĞİŞTİRİN!

Mahkeme İle Asker Arasında Ne Oldu?

Askeri Savcı Ergenekon’u takibe aldı

Yargıtay Başsavcısı Fena Yakalandı

BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI,ORMAN KANUNUDUR

Savcı’nın kızı Vatan’da çalışıyormuş

Danıştay’dan düşündürücü karar

Paksüt’ün Çömez’le işi ne

Danıştay sanığı avukatından şok ifşaatlar

YARGITAY DARBE GİBİ BİLDİRİ İLE DÖRT SUÇ İŞLEDİ

Yargıtay’ın telaşı anlaşıldı

Yargıtay ‘hasta’!

Yargıtay’ın ilk başkanı Cevdet Paşa’ydı

Mahkeme, iki şahide değil CHP’li vekilin iddiasına inandı

Dine saygısızlığı ‘arkadaş sohbeti’ diye savundu

Danıştay bağlantısı Ergenekon fotosunda

İşte siyaset kokan mütalaanın tam metni

‘367 Hüsamettin’e göre bu bir devrim

ürban kararına ilk tepkiler

Anayasa Mahkemesi ‘başörtüsü yasak!’dedi

‘Anayasa Mahkemesi disiplini bozdu

HUKUK BUNLARDAN DOLAYI DAHA BÜYÜK YARA ALAMAZ VE DE ALMAMIŞTIR.hUKUKU ANCAK ERGENEKONU ORTAYA ÇIKARMA AKLAYABİLLİR

NOT:BURADAKİ HABERLERİN KAYNAĞI İÇİN BAKINIZ:

http://www.tesbitler.com/haberler/haberler….htm

MEHMET ÖZÇELİK

15-07-2009




ABDULAZİZ BAYINDIR’IN TUTARSIZLIĞI

ABDULAZİZ BAYINDIR’IN TUTARSIZLIĞI
Her şey 2008-in yazında başladı.Malatyalı Mehmet isminde bir meslektaş gönderdiği a-mailde;Bayındırın 4 dvd-sinden oluşan 250 kişiye adreslerini göndermeleri halinde tefsirini göndereceğini söylemesi üzerine bende adresimi gönderdim ve bir müddet sonra bir zarfta 3 dvd,zarf biraz açık olduğundan dördüncüsü herhalde düşmüştü,bana ulaştı.
Bir çok sesli,arapça ve türkçe tefsirlere hayran duyup incelediğimden dolayı kavuştuğuma sevinmiştim.
Ancak durum hiç de öyle olmadı.Kendimi sıkarak,zorlayarak,bizzat kaynağından duymak amacıyla kahrolarak 3 dvd-yi dinledim.Kendime yarar ve not alacağım bir yer bulamadım.Sadece dvd-lerin içerisinde İlahiyat Prof-u Mehmet Çelik beyin 5 yıl kaldığı kilisedeki tecrübelerini anlatan konuşmalarını dinledim ve oradan faydalandığım izahlar doğrultusunda güzel de bir makale yazdım.
Hangi ayette nasıl izahta bulunmakta ve buna karşılık cevap vermek üzere teker teker tahlil etmeyi düşündüm.Ancak o konuda Avni (Avnullah) ÖZMANSUR Hocanın yazdığı eser,beni teker teker tahlil etmenin gerekliliğinden vazgeçirdi.
Artık kendimden şüphe eder olup,acaba bu zatın bu yanlışını ve tutarsızlığını sadece ben mi görüyorum deyip,bana dvd-yi gönderen arkadaşla mesajlaşarak,Bayındırı tenkid etmek üzere bir yazı kaleme alacağımı söylediğimde,acele etmememi söyledi.Onu anlamaya çalışmamı tavsiye etti.
İnternette yani Google-de ‘Abdulaziz Bayındır-ın Tutarsızlıkları’başlığında bir araştırma yaptım.
Karşıma çıkan sonuçlar beni gerçekten ürküttü.Özelikle Avni (Avnullah) ÖZMANSUR Hocamızın bu konudaki açıklamaları beni rahatlattı.
Yine de yazmayı zamana bırakmayı düşündüm.
Ancak hoca ehli olan Bediüzzamanı ebced-cifir hesabı konusunda ehliyetsizce tenkid edince yazmaya karar verdim.
Ebced cifir hesabı islamiyetten önce de kullanılmış ve en fazla Hz.Ali-nin kullandığı ilmi bir yöntemdir.
Hurufilik manasındaki olur-olmaz her şeyi uydurmanın zaten ilmi ve mantıki hiç bir ciheti yoktur.
Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Sikke-i Tasdik-i Gaybi’ ve diğer eserlerinde bahsettiği ilmi cifir tahlilleri hem çıkmış,hem çıkmaktadır.
Tamamen mesnedli ve bilimsel ifadelerdir.
Hacı bayramı Velinin ‘Beldetün Tayyibetün’ayetine dayanarak İstanbulun fethedileceği tarihi vermesi bu ebced-cifir hesabına dayanaraktır.Ve de bu ilmi ilk ve tek kullanan kişi de Bediüzzaman değildir.Bu konuda yazılmış bir çok eserler mevcuttur.
Abdulaziz Bayındır-ı tanımak fikirlerini daha da iyi tanımaya vesiledir.
Avni (Avnullah) ÖZMANSUR-un araştırmamda şu ifadesi çok dikkatimi çekmiş ve işin önemini,hassasiyetini ortaya koymuştu.
“İkinci kitab sonlara yaklaşmışken; bu defa: beni derinden yaralayan bu yanlışlara, hiç tahammül edemediğimden ikinci kitabı öyle bırakıp Ahmet Hulusi’nin yanlışlarına cevap olan üçüncü kitabın yazımı devam ederken; Abdülaziz Bayındır’ın “Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış” ile “Din ve Devlet İlişkileri”.isimli iki kitabını getirdiler. O kitapları okudum. Ne göreyim: Tarikat şeyhleri ile yani; meşhur Mahmut efendi, Esat Coşan hoca efendi ve Mehmet Zahit Kotku efendinin kitaplarını eleştirerek ve Mehmet Zahit Kotku’nun dışında ki her iki şeyh efendi ve meşhur cübbeli Ahmet hoca efendi ile yüz yüze tartışırlarken: (Banda alınan bu konuşmaları sonra kitap haline getirdiğini bildirmektedir.) bu zatları tenkit ederek; solu gösterip sağa vururcasına tüm resullerin ve peygamberimiz efendimizin itibarını o kadar düşürmeye çaba sarf ediyordu ki, ancak resulullaha rakip olan bir kişi bunu yapabilirdi.
İstanbul müftülüğünde 9 sene fetva dairesinde başkan olarak görev yapan ilahiyatçı Doçent Doktor sayın Abdülaziz Bayındır can evimize el atarak; tüm resullerin yani peygamberlerin ve kainatın efendisinin, görev ve yetkisini tanzim edercesine, yetkili olduğu konular ve yetkisiz olduğu konuları belirtmeye çalışarak kitaplarında “Resulullahın yetkisi dışında kalan hususlar” başlığı altında: Resulullahın görevini tanzim ediyor ve kendisine göre sınırlama getiriyor.
Rahmeten lil alemin olan; Allah Resulünün şahsında diğer insanları uyaran ne kadar tehdit ayetleri varsa hepsini sıralıyor ve nihayet öfkesi geçmeyince, daha da ileri giderek, “Resullerde aynen bizim gibi birer insandır. Mucize onlara verilen bir belgeden ibarettir, onlara olağanüstü kişilik vermek için değildir.” Daha da ileri giderek, “Resulullah Allah’ın kölesidir” diyerek; herhangi bir kimsenin kendisine söylemesine müsaade etmeyeceği bu küçültücü sıfatı, peygamberimiz efendimize layık görüyor, o ulu zatı mele-i ala’dan indirip sıradan bir köle durumuna düşürüyordu:
Tabi Ahmet Hulusi’ye karşı hazırlanan kitabımın yazımını yarıda kesip sayın Bayındır’a cevap yazmaya başladım:
Bundan dolayı ikinci kitab gecikti. Ama Rabbime sonsuz şükürler olsun bu üç kitabın, aynı anda yayınlanması nasib oldu. Büyük lütuflarını esirgemeyen Rabbime sonsuz hamdü senalar olsun. Bütün övgülerin hepsi O’na mahsustur. O’nun Resul-ü Kibriyasına; temiz ve yüce aile halkına, Ehl-i Beytine ve Ashab-ı Kiramına sonsuz salat-ü selamlar, esenlikler olsun. O’nun sünnetini takip eden tüm inananlara, sonsuz kurtuluşlar ve Rabbime yakınlıklar diler, bu yanlışlıklara düşmüş kardeşlerimize ve bütün insanlığa hidayetler dilerken; bu kitabın dizgisinden baskısına kadar maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen bütün dostlarımıza teşekkürlerimi bildirir, değerli okurlarımın olumlu tenkitlerimi beklerim.”
Bayındır ‘doğru bildiğimiz islamiyet budur’sözüyle,Kur’an-ı Kerim-e dayandırarak ifade ettiği şeyler,aslında tamamen kendi kariha ve yorumunun bir sonucudur.
Böylece kendisi Kur’an-a göre konuşmaktan ziyade,Kur’an-ı Kerim-i kendine göre konuşturmaktadır.
Sonuç olarak da ona göre,ne şimdi ne de şimdiden öncesine kadar doğru bir islamiyet söz konusu olmamıştır.
Buna yenilikçilik denilmiş,bir yandan,eskilere,eser vermiş insanlara bağlanmayı bırakıp,tek delil olarak Kur’an gösterilmekte,kendileri de ön plana çıkarılmış olmaktadır.
Oysa İslamın temel esasları dörttür;Kur’an-Sünnet-İcma-Kıyastır.
Aslında bu insanları Efendimiz asırlar ötesinden bildirmiştir.Şöyle ki;
*Ebu Râfi radıyallahu anh, Peygamberimiz Efendimiz”in şöyle buyurduğunu naklediyor:
* “Sakın sizden birinizi, benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, koltuğuna yaslanmış olarak:
“- Biz onu bunu bilmeyiz; Allah”ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım.”
*Ahmed, Ebu Davud ve Hakim’in Sahih senedle tahric ettikleri ve Mikdam b Ma’di Kerib’in rivayetine göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem) şöyle buyurdu:

“Biliniz ki Allah Kur’an-ı Kerim ile beraber onun mislini bana vahyetmiştir Mütenebbih olunuz ki karnını doyurmuş bir adam koltuğuna yaslanarak “Yalnız Kur’an’a sarılırız Onda helal olanı helal, haram olanı haram kılınız diyeceği günler yakındır ”(Ahmed, Ebu Davud, Hakim)
*Ebu Davud ve ibn-i Mace’nin sahih senedle Ebu Rafi’in oğlundan çıkardıkları onun da babası Rafi’den, onunda Peygamber Kavl’den rivayet ettiği hadise göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz koltuğuna yaslandığı halde, kendisine emrettiğim veya yasak ettiğim hususlardan bir husus tebliğ edildiğinde, “Biz bunu tanımayız, biz ancak Kur’an-ı kerim’de olanlara tabi oluruz ”diyerek bunu alışkanlık haline getirmesin ” (Ebu Davud, İbn-i Mace)
*Hasan b Cabir dedi ki; Mikdam b Madi Kerib’in şöyle dediğini işittim
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem) Hayber günü bazı şeyler haram kıldıktan sonra şöyle buyurdu “Sizden birinizin koltuğuna yaslanarak: ”Aramızdaki hakem Allah’ın kitabıdır Ondan helaldan ne bulduysak helal, haramdan ne bulduysak da haram kılarız,” sözünü sarfetmesinin yakın olmasından korkulur İyi biliniz ki Allah Rasulünün bir şeyi haram kılması Allah’ın o şeyi haram kılması gibidir ” (Hakim,Tirmizi, İbn-i Mace)
Bunun örneğini bir beldede duymuştum.Lise çağındaki gençler bir araya gelir,mealden kısa bir yer okuduktan sonra,birbirlerine sen bu ayetten ne anlıyorsun,sen ne anlıyorsun diyerek,adeta dört mezheb imamı oturmuş ve onların talebeleri olan İmam-ı Yusuf,Muhammed,Züfer gibi çok rahat içtihatta bulunurlar.

**Ebû Davud ve Beyhâki Resûlullah (s.a.vj’ın şöyle buyurdu¬ğunu rivayet ettiler.
«Yemek yiyenlerin çanağı hazırlama da yardimlaştığı gibi, ümmetle¬rin sizin aleyhinize yardımlaşması yakındır. Birisi:
— O gün sayıca az olmamızdan dolayı mıdır? Resulullah:
— Bilâkis o gün sayıca çok olacaksınız. Fakat selin köpüğü gibi ola¬caksınız. Muhakkak ki Allah o gün, düşmanlarınızın göğsünden size karşı olan korkuyu çıkarır. Sizin kalplerinizi de gevşeklikle doldurur.
Birisi:
— Ya Resûlullah, gevşekliğin (nedeni) nedir? dedi. Resûlullah:
— Dünya sevgisi ve ölümü çirkin görmektir, buyurdu.»
*”Bir hadiste Ebû Hureyre (R.A.) Hz. Peygamberin (S.A.V.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.”İleride bazı fitneler olacaktır. O dönem¬de, oturan kimse ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen ise ko¬şandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelere yönelirse onlar da ona yönelir. O zaman sığınacak bir yer bulan ona sığınsın.”

*Şeytanı taşlamaktan Rahmanı anmaya,şeytanı lanetlemekten peygambere salavat getirmeye vakit bulamıyoruz.
*Yıllar öncesi Malatyalı Said çekmegil-in ‘tenkid ibadettir.”sözünden dolayı kendisine itiraz edip ileride buna dair bir tenkid yazısı yazacağımı söylemiş ve yazmıştım..ağırıma gitmişti.
Peki ya Abdulaziz Bayırdır hocanın kiler???
*Çok patavatsız konuşmalar..ölçüsüz ifadeler..tamamen yoruma yönelik beyanlar ve en tehlikelisi onun tamamen Kur’an-dan olduğunu söyleyerek,adeta Kur’an-ı kendi hesabına bir konuşturma durumu.
-Ölçü yok,ölçüsüz ifadeler..ölçü kendi..bunca ölçüleri reddedip kendisini ölçü gösteren bir hal.
-Mealleri beğenmezken,kendi mealini öne çıkarıp kabul edilebilecek kendisininkini önerir.Farklılığıyla değil,başkalarının tenkidiyle öne çıkmaya çalışır.
-Kendisine hep ihtiyatlı yaklaştım.DVD gönderildiğinde araştırıcı bir kimse olmasaydım,keşke istemeseydim,diye de düşünmeden edemedim.Üç DVD-sini dinledim.Biraz daha ilmi boyutta bir tefsir anlatımı yapılabilirdi.
-İfratları düzeltirken tefrit etmektedir.İfrat tefriti doğuruyor.
Mesela kabir ziyaretlerindeki ölçüsüzlüğü kendisine ölçü alıp,ölçüsünü ölçüsüzlük üzerine bina ediyor.
Bin yıldır islamiyete hizmet etmiş olan tarikat ve ehli tarikatları,zihninde oluşturduğu olumsuzluklar üzerine bina ederek,çürük temellere bina ettiriyor.
-İcma için;delilsiz delil,bulaşıcı hastalık örneğine benzetmektedir.
-Cin suresindeki ayette ‘min dûni-yi ‘aşağısında diye anlamlandırırken, ğayrı,diğeri manasına hiç hak tanımaz.
-Peygamberlerin beş sıfatından olan İsmeti kabul etmez.
-Kur’an-da olmayan şeyi kabul etmeme düşüncesiyle,bununda Kur’an-da olup olmadığına da kendisi karar verir.
*Akif’in;Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı/Asrın idrakine sunmalıyız İslamı…manasına zıt olarak,asrın anlayışına uzak yorumlarda bulunulmaktadır.
-Geçmişlerin görüşlerine gelenek deyip ’Gad halet min kablikum’işte onlar gelip geçmişler,deyip onları ve hizmetlerini basite alır.Bu anlamda meal ve tefsirleri bir problem olarak görür.
-Tarikat ve kerameti ilmi,dini,mantıki açıdan ve islamın içinde bir kurum olarak değerlendirmekten öte,basite irca edip,önemsiz olarak değerlendirir.
-İstifade edilebilinir ancak ihtiyatlı davranılmasında fayda vardır.
Sık sık kendisinin herkes tarafından tenkid edildiğini ifade etmektedir.Demek ki ortada bir problem var.Ancak herkesin kendisini tenkid ettiği kişi de bu problem vardır.
Konuştuğunda bazılarının kalkıp gittiğini,sorular sorulup başkaları cevap verdikten sonra kendisine sıra geldiğinde,önce cevap verenin kalkıp gittiğini, sürekli söyleyip tekrar etmek dengeli bir davranış değildir.
Veya neden herkeste olmasın diye düşünülürse,bu daha da kötü olur ki,şeytani bir kibir devreye girmiş olur.Yapılacak en güzel iş,kendini başkası hesaba çekmeden evvel,kendini hesaba çekmektir.
-Şeyhe olan teslimiyeti,ona tanrı deyip tapmayla aynı olarak değerlendirmektedir.
Şeyhin önündeki mürit,Gasilin önündeki meyyit gibidir,sözünün ilah edinme gibi olduğunu söyler.
Beni bende deme ben bende değilem,bir ben vardır bende,benden içeru,sözünü hulul olarak değerlendirir.
-Çok rahat tenkid etmektedir.Hz.Osmanı rahatça tenkid edebilmekte ve bunu yaparken de bunu Kur’an-a isnad edip,orada görmediğinden kaynaklandığını söylemektedir.Onu orada nasıl görüyorsa?
-Hazreti bile kullanmaya hurafe denir.Hazır anlamına olup,eğer Hazret derse o insanın ruhu hemen orada hazır olur olup,bu da hurafe diye nitelendirir.
-Gelenekleri yok etmeye adeta kendisini adamış bir kahraman görür.
-ÂL-İ İmran 7-de;’Alimlerde bilir’diyene,niyetine göre kafir denilir,diye rahatça tekfir edebilmektedir.
-Kandil gecelerini kutlamanın önemli olmayıp,o zamanlarda yapılan ibadeti de hafife alıp yaptığı kıyas,kıyası maal farık kabilindendir.
-Müslümanların elinden diğer kitapları almak,Kur’anı vermek,diyerek islama neşir yoluyla yapılan hizmeti görmezden gelmekle kalmayıp,o boşluğa kendi yazdıklarıyla oturmaya başlar.
-Kur’an-ı kendine kalkan yaparken,adeta kendi söz ve yorumlarını Kur’an-dan bir ayet gibi göstermeye çalışır.Kendi sözünün Kur’andan olduğunu söyleyip kuvvetlendirmeye çalışırken,Kur’an-ı zayıflattığının farkında değildir.
-Eyüp Sultandan istemeyi sağlıklı yolunu söylemekten uzaklaşarak,kısa yoldan onu şirklikle değerlendirir.Tamamen kökten reddederek,ucuz tekfirde bulunur.
-Başkalarını tenkid etmekten Kur’anı anlatmaya vakit kalmamaktadır. Böylece derslerini başkalarının tenkidi üzerine bina etmektedir.
-Hz.Musa-nın arkadaşlık yaptığı kişinin Hızır olmayıp bir melek olduğunu, o üç olayında bir insan tarafından yapılamayacağını iddia etmektedir.Sırf velayetteki farklılığı kerameti göstermemek amacıyla böyle bir tekellüfe kendisini zorlar.
Bütün müfessirlerin Hızır olarak kabul ettiği bu kişiyi,Allah’ın emriyle yaptığı işi katillikle değerlendirir,oysa savaşta öldürmeyi de cinayet ve katillik olarak değerlendirmesi gerekir,bu mantığa göre…
-Mezheblerin Kur’anın dışında oluştuğunu iddia eder.Bu durumda onlara uymanın da din dışı olduğuna da zehab etmektedir.
-Tabiin döneminden itibaren insanların Kur’andan koptuklarını söyler.Oysa üçüncü asır en fırtınalı asır olsa da islamın en çok yayılmaya ve islami tedvinin en çok yapıldığı,Kur’an hakikatlarının daha vuzuha kavuştuğu,tefsir-hadis-fıkıh-kelam ilimlerinin islami ilimlere resmen katıldığı dönemlerdir.
-Vehhabilik islamın kimliğini ve İslami şeairi ortadan kaldırıyor.İslamı asırlardır gittiği yerde dalgalandıran,onun simgeliğini yapıp yine ona çağıran dış göstergeleri ve özellikleri ortadan kaldırıyor.

Doç. Dr. Mehmet Ali Büyükkara’nın kitabında Vehhabilik hakkında şu bilgiler verilmiş:

“Uyeyne’ye bağlı tüm beldelerdeki türbeler, yüksek mezarlar ve kendilerine kutsallık atfedilen mağaralar ve ağaçlar, İbn Abdülvehhab, Osman b. Hamad ve adamları tarafından tek tek ortadan kaldırıldı. Sahabeden Zeyd b. Hattab’ın Cübeyle’deki türbesini ise İbn Abdülvehhab bizzat kendi elleriyle tahrip etti.” (s.22)

“Vehhabi görüşleri kabul etmeyenler müşrik kabul edilerek canları ve malları helal sayılır. Cihad sırasında, şirk ve bid’at alameti saydıkları yapıları da hedef alan Vehhabiler, özellikle Hicaz’daki bu tür eylemlerinden dolayı bazı tarih kayıtlarında ‘mezar yıkıcılar’ olarak tavsif edilmişlerdir.” (s.27)

“Vehhabiler şiddetli çatışmalar neticesinde 18 Şubat 1803’de Taif şehrini ele geçirdiler. Çok sayıda Taifli öldürüldü ve malları talan edildi. Türbe ve mezarlar tahrip edildi. Abdullah b. Abbas’ın türbesi de yıkılan binalar arasındaydı. Mekke ise, 30 Nisan 1803 günü Vehhabilerin eline geçti….Başta Hz. Hatice’nin evi olmak üzere ileri gelen sahabilere ait oldukları bilinen ve hatıra olarak korunan evler yıkıldı.” (s.32)

“[1805’de Medine’yi ele geçirdiler ve] Başta Baki kabristanındakiler olmak üzere şehirdeki türbeler ve mazar taşları yıkıldı. Hz. Peygamber’in türbesindeki tezyinat yağmalandı, değerli eşyalar gasp edildi.” (s.33)

“İhvan, 1912’den, tasviye edildikleri tarih olan 1930’a kadar Abdülaziz bin Suud’un askeri kuvvetlerinin belkemiğini oluşturdu.” (s.75)

“Kendilerinden olmayan veya kendileri gibi olmayan insanlar, Vehhabi ulema ve İhvan açısından kafir veya en azından kınanmayı haketmiş mücrim ve fasık kişilerdir.” (s.66)

“Önlerine çıkan kadın, erkek, yaşlı, çocuk, kim olursa olsun genellikle sağ kurtulamazdı. Esir alma adetleri yoktu.” (s.78)

Prof. Dr. Erman Artun da şu bilgileri veriyor :

“Vehhabiler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kuran ve Hadisler dışındaki kaynakları bidat kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, İslam büyüklerini ve ashabın mezarlarını yıktılar. … Kerbela, Taif, Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.”

Prof. Dr. Z. Kurşun şunları yazıyor :

“İbn Suud’un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini “mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini” kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra “Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm’a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar”demektedir.”

*Hocada burada islamın sadeliğini ve uygulanan yanlış uygulamaları kökünden kaldırayım derken,İslami çağrı ve şeairi de yaraladığının farkında ve bilincinde değildir.
Ortada olup hakikat olan bir yanlış ve ifrat hareketi veya bazılarının yanlışını umuma ve umumi uygulamalara şümullendirerek kendiside tefritle ayrı bir yanlışa düşmektedir.Oysa yapılacak yanlışı ve uygulayanları tekfir veya tahkir değil tashih ve bilinçlendirme olmalıdır.
En büyük kendisini haklı çıkartmaya çalıştığı hedefin,doğrularını yalan üzerine bina etmesindendir.Yalanı ve yanlışı referans göstermesidir.Oysa tenkid ettiği yanlış tashihe ihtiyacı olduğu gibi,kendi ifadelerinin de fazlasıyla tashihe ihtiyacı vardır.
Aslında selefliği savunup geçmişe ve geçmişte ortaya konulan eserlere itiraz ederken,kendisi de ortaya koyduğu eserlerle selefin tarzına aykırı hareket etmektedir.
Eyüp Sultana giden insan manevi özelliğinden oraya gitmektedir.Oraya gitmeyi ortadan kaldırmaktansa,doğrusunu söylemeli,onun manevi atmosferini izah etmeli.
Oysa kendisini ziyarete gelen veya kendisinden dua isteyen bir kimse bile tenkid ettiği noktaya düşmüş olabilir.

Birde kör bir nokta olan Gelenek kavramı içerisinde içi boş bir ifadeyle tenkidte bulunulmaktadır.
Oysa insanlar o gelenekle iç içedir,onunla hayatlarını yönlendirirler,bir vakıayı ve realiteyi iptal ne kadar mümkün olur?

*Selefilik neticede tehlikeli yola götürür.
Selefilikte esas alınan;”En hayırlı asır benim asrım-sahabe asrı-,onsan sonra gelen –tabiin asrı-ve ondan sonra gelen –tebe-i tabiin asrı-dir.”
Oysa islamın ve islamı ilimlerin organizesi bundan sonraki dönemde gerçekleşmiştir.
Ve yine İmam-ı Azam tabiin döneminin alimlerinden ve müçtehidlerindendir.
“Ebubekir Sifil bu konuda:” Selefilik, İslam’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihin’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddin Efgani ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan ‘İslami ıslah’ hareketi, daha sonra Selefilik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir. Aşağı-yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdulvehhab’ın yürüttüğü ‘Vehhabilik’ hareketine de daha sonra ‘Selefilik’ denmiştir. Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalarda birbirlerinden ayrılır :

1. İ’tikadi sahada vehhabiler kelam mezheplerini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelam alimi Ebu Mansur el-Maturidi ve Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, vehhabilere göre, saf İslam akidesini kelami deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih ayet ve hadislerin Allah Teala’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak te’vil edilmesine şiddetle itiraz eden vehhabiler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar. Efgani-Abduh çizgisi ise i’tikadi sahada kelam alimlerinin kullandığı metoda temelde itiraz etmez. Felsefe, mantık ve kelam gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadislerin, Allah Teala ile mahlukat arasında benzerlik kurulmaması için te’vil edilmesi taraftarıdır.

2. Vehhabiler, fıkhi mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepleri ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele… gibi delillere yer verdikleri için bid’atçilikle itham ederler. Efgani-Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fıkhi mezhepleri birleştirme eğilimindedir. Aralarındaki ihtilafları kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak ‘selefi’ diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, selefilik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla ‘selefilik’ dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir.
….Selefiliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lügat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir. Buna göre Kur’an’da ve hadislerde Allah Teala hakkında zikredilen ‘el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanma, gülme…’ gibi sıfatlar, mahlukat hakkında neyi ifade ederse, Selefiler’e göre Allah Teala hakkında da aynı şeyi ifade eder. Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Teala’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmenin doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

…. Günümüzde selefiler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’i bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, ‘Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek’ olduğunu söyleyenler mevcuttur. Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.
… Kıyas’ı inkar eden İbn Hazm, bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir ‘İslam alimi’ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’te domuz etinin haram olduğu zikredilmiştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da, ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm, domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir. İşte kıyasın reddedilmesi sonucunda varılacak komik nokta budur.“

Önce fıkıhın insan sözü karışmasıyla reddedilmesine başlanırken, arkasından peygamberimizin de sözüne insan sözü karıştığı söylenerek basitleştirilmeye ve sonunda inkarına ve delil olmayacağına kadar gidilmektedir.

*Selefilik islamın ve İslami ilimlerin zenginliğini öldürmektir.Hüseyin Atay’in İmam-ı Neveviye küfredip hakaret etmesi,onun zenginliğine karşı çıkmasıdır.Oysa aynen kendisi de o yolda yürümekte bir başkasının da kendisine hakaret etme yolunu açmaktadır.

*Mustafa Özcan:” Muhammed Abduh birçok şaz ve aykırı fetva vermiştir. Bunlardan birisi şapka ile alakalıdır. İskilipli Atıf Hoca da İbni Teymiyye´ye hayran olmasına rağmen şapka meselesine dair yazdığı Frenk Mukallitliği kitabından dolayı idam edilirken Muhammed Abduh maslahatçılık veya tarihselcilik anlayışıyla şapkaya cevaz vermiştir. İttihat ve Terakki´nin kural ve kanun haline getirmek istediği şekilde taaddüdü zevcatın sınırlandırılması ve kadının boşanmasının zorlaştırılmasına dair bazı içtihadlarda da bulunmuştur. İctihad kapısını açmış ve Hanefi olmasına rağmen hiçbir mezheple tam olarak mukayyet olmamış ve teflik-i mezahibi hem fıkıhda hem de fıkh-ı ekber´de yani akaid alanında uygulamıştır. Sigorta ve faiz meselelerinde de buna benzer bazı görüşleri vardır. Bunlar da İslam fıkhının arzileştirilmesinden başka bir şey değildir. Mekasıd anlayışını talak meselesine uygulamıştır. Daha önce fakihler sarahaten talakın geçerli olduğunu kinayelerde ise niyete bakılacağını söylerler. İkisi arasında ayırım yaparlar. Muhammed Abduh ise ister sarih isterse kinaye olsun boşamalarda niyetin geçerli olduğunu ve ayrıca boşama sırasında şahit veya mezun´u şer´i ( yargıç veya benzeri) bulundurulması gereğinden sözeder.
……… Cemaleddin Afgani ile Muhammed Abduh´un birçok noktada kaderleri benzeşmiştir. Taraftarları onları çığır açan bir müceddit olarak nitelendirirken hasımları da din kaçkını ve zındık ve dinden çıkmış olmakla suçlamışlardır. Son yıllarında hem Hidiv´le hem de ulema ile bu yüzden arası açılan Muhammed Abduh inzivaya çekilmiş ve gamından kederinden kısa bir süre içinde vefat etmiştir. Ezher´in Maliki ulemasından, eski tüfeklerden ve kadimci muhafızlardan Şeyh Muhammed Aliş gibiler yenilikçilerin ve ceditçilerin canına okumakta ve onları zındıklıkla itham etmektedirler. Merhum Şeyhülislm Mustafa Sabri ve akabinde Ahmet Davudoğlu Türkiye´de bu akımın devamı olmuşlardır.”

*Hadisler üzerinde şüphe iras etmek isteyen ve hadisleri Kur’an bahane gösterilerek kaynak kabul etmeyenler;Fazlurrahman,Mısırlı Mirza Bakır,Tevfik Sıdkı,Mısır müftüsü Muhammed Abduh dahi bu rüzgardan etkilenmiş,ittifak edilenlerin kabul edilerek,çoğunun reddini savunur.Ebu Reye sahih hadislerin azlığından bahseder.En çok hadis rivayet eden Ebu Hureyre olup,tüm şüpheler onun üzerine çekilir.O dışarıya atılmaya çalışılarak,hadislerin büyük bir bölümü inkar edilmiş olur.
Hadislerin inkarındaki en önemli sebeblerin başında,akla aykırılığı,
zamana ters düşme kuruntusu,hadisleri zamana uydurma düşüncesi,dinde reformu savunma,batı dünyasının etkisi,hadisleri gayet sınırlı sayıda tutma,kısa ömre kısa hadisleri yerleştirip,bu kadar ömre bunca hadisin sığdırılamıyacağını düşünme,rasulullahı kendi zamanıyla sınırlayıp,diğer zamanlarda delil ve kaynak alınamıyacağı,tek kaynağın Kur’an olacağı,böylece kendileride onu çok rahatlıkla yorumlayarak istedikleri yorumu yapmanın önünü açmaya çalışmakta,her şeyi maddi ölçüler ve kalıblarla muvazene etme düşünceleridir.
-“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la berâberliği fazla olanlardan Hz. Câbir (radıyallahu anh)’in de tek bir hadîs için Mısır’a kadar gitmesi meşhurdur. Sâd İbnu’l-Müseyyib gibi Tâbiînden olan büyüklerin de tek bir hadîs için günler geceler boyu devam eden meşakkatli seyahatler yaptıkları, bir hadîs dinleme fırsatı elde edebilmek için hadîs bilen büyüklere “hizmetçilik” ettikleri rivâyetler arasında mevcuttur.
Selef âlimlerinin, sâdece “tek bir hadîs” değil, yerine göre bir “kelime” ve hattâ tek bir “harf” için bile meşakkatli seyahatleri göze aldıkları bilinmektedir. Sünnet’e hizmet aşkıyla yola düşen öyle âlimlerimiz olmuştur ki uzun yıllar gurbette kalmış, Mâverâünnehr, Bahreyn, Mısır, Remle, Tarsus, Hicaz, Yemen gibi ilim merkezlerini yaya dolaşmış, aç kalmış, susuz kalmış, üzerindeki elbiselerini satacak kadar maddî sıkıntılar çekmiş, eşkiyalarca yağmalanmış… ama şevkinden bir şey kaybetmemiştir. İslâm medeniyetinin mimarları Sünnet’e bu nazarla baktılar. “

*Yaşar Nuri Öztürk’ün Yorumu:

Maide suresinin 38. ayetinde geçen “Elin Kat’ı” deyimini tefsir etmek için Yusuf suresinin 31 ve 50. ayetlerini tercih ediyor Yaşar Nuri Öztürk. Ve bu ayetlere dayanarak şöyle diyor: “Maide 38’deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir şekilde kanatılıp hırsızlığına tanık olacak biçimde işaretlenmesidir.”

*Tefsir:Allah benim gibi düşünüyor veya ben Allah gibi düşünüyorum!!!
Bazen kendi kendime soruyorum.Böyle bir şeye radyo ve televizyonda devam etsem mi.16 yıldır radyo sohbeti yapmama rağmen,muradı ilahinin ne olduğu konusunda ne kadar isabet edeceğiz?Düşünmek gerek.Allahu A’lem bissevab.

*İbni Mesud bunu ifade etmiştir; “Kur’an kıyamete kadar anlaşıl¬maya devam edecektir.”
Kur’an hakkında anlatılacak olan son değildir.sadece benimki demek de değildir.

*”Bilinen ilk Türkçe Kur’an meali Samanoğulları lideri Mansur bin Nuh’un döneminde yapılmıştır.”
…Türkçe tefsir ve meal geleneği Tanzimatla başlamış ve Farsçadan Türkçeye çeviri ile başlamış ve ilk olarak Elmalı tefsiri 1935-39 yıllarında basılmıştır.

*”İbn Vehhâb, ‘bir kimse Peygamber’e tevessül ederse kâfir olur’, der. Kardeşi Şeyh Süleyman İbn Abdilvehhâb, âlim bir adamdı. Birgün kardeşine sordu: “Erkân-i İslâm kaçtır?” O da, “beştir”, cevabını verdi. O da, “sen bunlara altıncısını ilâve ediyorsun, sana tâbi olmayı din erkânından sayıyorsun”, dedi. Bir diğeri ona “İslâm’ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir”, demişti.”

*Bayındır,Aslında Kur’an-ı Kur’an-la yorumladığını söylese de yine de ayrı olarak yorumlamaktadır.Şefaat konusu gibi.

* Bayındır,Kendisi için sorulan;Vehhabi misin?,sorusuna,bu konuda bir çok vehhabi kaynağı eser aldığını ancak okuyamayıp arkadaşının okuduktan sonraki tahlilde görüşlerinin % 10-15 civarında uyduğunu söylemektedir.

*Rasulullahın sevgisi öyle bir sevgidir ki,ihlaslı,samimi olup kesinlikle şirke mecal bırakmaz.Hayatında kendisinin o üstün özelliklerine rağmen Allah denilmemiş,Hz.Aliye denilmiş,ona ilahlık isnadında bulunulmamış.O Hz.İsa gibi de değildir.Ona olan sevgi arttıkça o sevgi kişiyi doğrudan Allaha götürür ve Allah sevgisini arttırır.

*Her şeyin ifrat ve tefriti mezmumdur..her türlü ifrat insanı helakete ve de zarar götürür..aksi maksadıyla tokat yer.
Ancak bir muhabbet varki,Allahın resulü Muhammed Aleyhis selatu vesselama yapılan muhabbetin ifratı da tefrittir.
-Rabbım affetsin-O zat bize yakın ve de bizden olduğu içindir ki,Allaha muhabbetten önce gelir.Onu sevmeyen Allahı da sevmez ve de sevemez…
O ne kadar sevilirse,Allaha olan muhabbet de o nisbette artar.
O’nu seven her şeyi de sever.
Her şey O’na muhabbetten geçer.
İlahi sevgiye hiçbir zaman gölge olmaz.
Bayındır,-n bu noktada Peygamber Efendimizi normal gösterip,diğer insanlarla eşdeğerde değerlendirmesi,değer ölçüsünün değersizliğini gösterir.

*Resulullah (asm.) birgün sahabelerine:
“Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de, içlerinde şerbetler olan kaselerle onları karşılasam. Cennet’e girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.”

Bu sözleri üzerine ona denildi ki:
“Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?”

O şöyle cevap verdi:
“Sizler benim ashabımsınız (arkadaşlarımsınız). Benim kardeşlerim de beni görmedikleri halde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim”

Bir başka benzer hadis-i şerifte de şöyle buyurur:
“Mutlaka kardeşlerime kavuşmamı arzuladım.” (Bunun üzerine kendisini dinleyenler) şöyle dediler:
“Biz senin kardeşlerin değil miyiz?”

O şöyle cevap verdi:
“Sizler benim ashabım ve kardeşlerimsiniz. Benden sonra da beni görmedikleri halde bana inanan bir topluluk gelecektir”.

Bir zaman geçtikten sonra da şöyle buyurdu:
“Ey Ebû Bekir, senin beni sevdiğini duyduklarından dolayı seni seven bir kavmi sevmek istemez misin? Sen de Allah’ın kendilerini sevdiği kimseleri sev.” buyurdu.

*Rasulullah kâinatın ön-sözü ve son sözüdür.Söz onunla başlar ve onunla biter.Onsuz söz başlamaz ve de bitmez.Söz onunladır ve ondadır.Söz odur..söz ondadır..ses onunladır…

*Bayındır ve diğerleri Hakkındaki tenkidler:

*İnsanın cennetten çıkarılışındaki cennetin dünya bahçesinin olduğu yorumu,tekellüflü bir yorumdur.Zira Âyette ‘İniniz’ifadesi yüksek bir yerden inmeyi ifade etmektedir.Dünya kelimesinin de aşağı ve alçak anlamına olması,cennetin bu dünya olmadığını göstermektedir.
Birde kıyamet vakti bu yer başka bir yere tebdil edilirken,cennet burada nasıl kurulacaktır.Ve de cennetin el’an mevcut olması onun bu dünyada olmadığının da bir göstergesidir.Cennet imtihan yeri değildir,dünya ise bir imtihan yeridir.
Eğer dünya olmuş olsaydı,Şeytanın onları cennetten çıkarma uyarısı neden gerekli olmuş olsun ki,zaten dünyadalar!

*”Sayın Öztürk’ün hocam diye takdim ettiği Sayın profesör Hüseyin Atay: Ceviz Kabuğu programında ve Sayın Öztürk’ün yanında; “Akıl Kur’an’dan üstündür” iddiasında bulunurken birisi çıkıp da: Allah, (c.c.) Tevbe sûre’sinin 28. ayetinde: “ Ey iman edenler! Müşrikler ( Allah’a ortak koşanlar) necistir (pistir.) Bu yüzden bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar…” buyurmaktadır. Nasıl oluyor da, bu müşriklerin kafirlerin, canilerin, teröristlerin, zanilerin, ateistlerin uyuşturucu tutkunlarının akılları Kur’an’dan üstün oluyor? demediler. Kaldı ki; Kur’an kelamullah’tır, Allah kelamıdır, Allah’ın sözüdür. Kadimdir, ezelidir, ebedidir, hiçbir akıl ondan üstün olamaz.
………..Zaten bunların dışında Edip Yüksel gibi: Hz. Peygamber (s.a.s.) kitab’ı getirmiş görevi bitmiş diyorlar. Hatta Tv Kanal 6 da Ceviz Kabuğu programına; telefonla iştirak eden bir konuşmacı sayın Öztürk’e hitaben: “ Ne diyorsunuz! Resulullah’ı bir müvezzi’ye (postacıya)mı benzetiyorsunuz?” demişti de sayın Öztürk de: “ Ne diyorsun Kur’an’a müvezzi (postacı)olmak az bir şeymi?” demişti. Aynı konuşmaya Metin Yüksel de Amerika’dan telefonla iştirak etmiş: “hocam artık reformu başlatalım.” demiş sayın Öztürk ise, tebessümlü bir sukutla cevap vermişti…”KUR’AN’DAKİ ASIL İSLÂM BU-YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’e CEVAP-1-M.Avni (Avnullah) ÖZMANSUR)
(…Y.Nuri Öztürk ve Süleyman Ateş-in reenkarnasyona inandıkları ve bunun yanlışlığı eserde anlatılır.(Kur’andaki İslam-Y.N.Öztürk- adlı eserYazar Süleyman ateş için:” ayetlerde yanlış ve sapık yorumları çoktur..”der.(age)
*”Hayrettin Karaman Kanal 7’de, Sayın Ahmet Hakan ile yaptığı bir programda; izleyicilerden biri telefonla –“Hocam insanlar cinlerle ilişki kurabilir mi? diye sormuş, hoca efendi de, “Hayır katiyen böyle bir şey olamaz. Ne Kur’ân-da, ne de hadiste böyle bir şey yoktur.” demişti.
Birkaç gün sonra Sayın Karaman hoca efendiye telefonla ulaştığımda, “bu verilen cevabın doğru olmadığını söyleyerek ilgili ayetleri bildirdiğimde; biz onu öyle anlamıyoruz, bazı müfessirler de öyle anlamamışlardır.” demişti.
Tabi Kur’an ve hadisi şerifler söz konusu olunca: Var olana yok demek, yahut yok olana var demek, büyük sorumluluk yükleyeceğinden, çok sevdiğimiz hoca efendinin bu görüşünün doğru olmadığını izah etmek durumunda kaldık. Çünkü bu görüşün yanlışlığı o kadar bariz ve açık ki, bunun inkârı mümkün değil. Önce ayetleri görelim:”Diyerek Avnullah Özmansur-KUR’AN’DAKİ ASIL İSLÂM BU!- İKİNCİ KİTAP ve aynı kitapta şu isimlerin yanlışlarına da cevaplar verilmektedir.
Prof. Yaşar Nuri ÖZTÜRK-prof. Hüseyin ATAY-prof. Süleyman ATEŞ-Edip YÜKSEL-prof. Zekeriya BEYAZ-prof. Hüseyin HATEMİ-Kezban HATEMİ-prof. Hayrettin KARAMAN-İskender EVRENESOĞLU-prof. Bayraktar BAYRAKLI vb.’lere Cevap …
*Problemli ilahiyatçılar,ilahiyatın problemleridirler.Mesela:
1-Abdestsiz Kur’anın ele alınır,ifadesindeki tutarsızlık.Sebeb olarak insanların faydalanmasının gerekçe olarak gösterilmesi.Almasın diyen;ta ki gitsin abdest almış olsun,böylece nur üstüne nur olsun.
2-Kadınların cumaya gitmesi veya kıldırması.
3-Faiz konusu,yüzdesi az olanlarda cevaz verilmesi.
4-Telfik.
4-Dar-ı harb.Delil olarak Rasulullahın darı İslam olmayan Kubada Cuma namazını kıldırması.

MEHMET ÖZÇELİK
www.tesbitler.com




MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN MEAL-TEFSİRİNİN TENKİDİ

MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN MEAL-TEFSİRİNİN TENKİDİ
*Her asırda İslam’a yapılan saldırının tehlikesi dıştan değil içten, batıdan ziyade doğudan.Yani İran ve İran menşeli olmuştur. Kominizmin temelini oluşturan İbahiyye’ den siyasi entrikaların kaynağı Şiaya, inanç ve amelden tarihi değerlere kadar yapılan saldırıların kaynağı hep İran olmuştur.
*Hacı Bektaş-ı Veli,İranın kuzeydoğusunda Horasan eyaletinin Nişabur kentinde doğmuştur.
Türkiye-deki menfilik,ayrımcılık ve olumsuzluk,olumlu da olsa,olumsuzluklarda o Zat alet edilmeye çalışılmaktadır.
Bunun gibi de,olumsuz ve istikametsiz insanlara baktığımızda kuvvetli ihtimalle İran menşeli veya oranın etkisinde kaldığı görülmektedir.
İranın İslam dünyasındaki etkisi,kolayca suyun bulandırılmasında etkili olarak kullanılmaktadır.
20’ nin üzerinde tarihte İran’ la karşı karşıya gelmişiz.
*İslamoğlu’ndan İran konusuna geçişin sebebi, oranın İslam’ a olumsuz geçişi sebebiyledir.
İslami alanda ayrık otlarını toplamaktan , İslami tarlayı ekmeye vakit bulunamamaktadır.Veya tarladan çıkan ürünler verimsiz ve arızalı olmaktadır.
Tefsir-Meal içerisinde kitaptan çıkardığım argo kelime kadar hiçbirisi benim o derece ağırıma gitmemişti. Zira, “ Batıl şeyleri iyice tasvir , safi zihinleri idlâldir.” hakikatınca , hem zihinleri bulandırıp kirletmekte ve hem de kişiyi o çirkin ortama sevk edip atmış olmaktadır.
İslamoğlu, kaba sözler sözlüğüne bakmaya ihtiyaç bırakmamıştır.Mahalle, sokak ağzını ulvi bir tefsir cennetine taşımakla , bahçedeki çiçekleri soldurmuştur. Asıl vebal budur.
İlâhi kelâm, kendisini nezih olarak ifade etmekten ve edilmekten aciz değildir.
Herhalde gül dikensiz olmaz diye düşünmüş olsa gerek!Aslında araştırabilir ! Cennette diken var mı ? Güller nasıl olacak.
*Abdulaziz Bayındır’ ın tutarsızlığı ile ilgili bir araştırma yapıyordum.
Onun hakkında M.Avnullah Özmansur elinde bulunan bir araştırmayı bırakarak Bayındır-a cevap vermek için yazmaya koyulduğunu sitesinde belirtince, teker teker tahlil etmekten vazgeçtim , o Zâtın delillerine atıfta bulundum.
Telefonla kendilerini arayarak yazıma bir takdim yazısı yazmasını teklif ettim.
Umre’ ye gideceğini, yaşlı olduğunu müsait olursa yazacağını söyleyerek; ısrarla şöyle bir teklifte bulundu: Hemen elindeki çalışmayı bırak , Mustafa İslamoğlu-nun ; “ Hayat Kitabı Kuran – Meal – Tefsir” ini al ve incele.İçinde epey yanlış bulunmaktadır. Gerçi pahalı “ 36 Tl” , para vermeni istemem.Ancak bir incelemende yarar var, teklifinde bulunmuştu.
Ben de bu düşünce ile kitabı aldım, tenkid ve tahlilini yaparak okumaya başladım.
*İslamoğlu’ nun Hilal Tv’ deki tefsir sohbetini ve bunları aynı zamanda internetten indirerek ve de sitesinden notlar almak suretiyle tamamen faydalanmaya yönelik olarak takip etmeye başladım.
Faydalandım da …
Kendisini 1980’ lerden itibaren özellikle Kayseri’nin eşrafından Merhum Ali Mutlu abimizin kendisiyle görüşme bilgilerini bize aktarması sonucu bildirmesiyle bir malumatım vardı.
Daha önceki tenkit yazılarımda da kendilerini az da olsa ele aldım.Bu Meal – Tefsir münasebetiyle önemli bulduğum tenkitlerimi kaleme aldım.
*İslamoğlu var olmayı farklı olmaya bağlamaktadır.
1970’ lerde Ali Bulaç’ ın Meal cemaatı’ nın boşluğunu doldurmaya, farklı bir cemaat oluşturmak için farklılaşmaya çalışmaktadır.
*Tefsir ilmi, ilâhi kelâmın beşerin üstün seviyesiyle ortaya konulmalıdır.Ancak argo kelimelerle o ulvi hakikatlar basitçe ifade edilmemelidir.Öyle zannediyorum ki ; bizim yaptığımız gibi bir çok tenkit alan Mustafa İslamoğlu kendisini test ediyor, sığaya çekiyordur.Dilerim bu tenkitte kendisi açısından yapıcı ve düzeltici bir katkı sağlar.En azından muhiblerini teyakkuza sevk etmiş olur.
Uydurukçaların bir kısmını Türkçe öğretmeni arkadaşlara gösterdim. Biraz durakladılar. Cevaplamada zorlandılar.
Bu durumda gel de diğerlerinin anlamalarını düşün ve bekle !
*Öğretmenler odasında bu durum gündeme gelip tenkit yazacağımı söylediğimde arkadaşlarımın tavırlarında şu durum ortaya çıktı : Değmez , zaten biliyoruz, der kabilinden olmakla kalmadı, hepsi dolmuşluğunu ve olumsuz hatıralarını anlatmaya başladılar.
Seçtiğim uydurukçalar ise şunlardır:
– “ Okumak manasındaki tilavetle kökteş olduğu (Sh . 98)
– “Burada İşteşli eylem bağlamında “ (Sh . 126,865)
– “ Tabiat kitabını okuması salık veriyor. ( Sh. 224)
– “ Varsıl görünen gerçekte yoksul olabilir.(sh. 337)
– “ Hem de görülemeyen içkin hakikatıdır.( Sh.790)

Kaba kelimeler ise :
– “Bu Allah’ tan rol çalmaktır.” ( Sh.82,236,790)
– “Ayartıcı cazibe” ( Sh.82,264,533)
– “Allah’ a ayaklaşacak kadar şaşar.” ( sh. 105,224,260,589,665)
– “ Üzerinde bulunduğumuz halin sebebiyle ayartamazsınız.” ( sh.373)
– “ Bu dingin anın ,insanın manevi potansiyeline” ( sh.405)
– “ İnsan benliği kötülüğün daniskasını işletebilir.” ( sh.462,639)
– “ Çocuğunu öldüren anasını ağlatır. (Sh.478)
– “ Allah ile aldatmak” ( Sh. 533)
– “ Allah’ ın bir emrine Kadük muamelesi yapıldığı için vebaldir.” ( Sh. 864)
( Burada Kadük’ ün çirkinliği ve kabalığı ile , vebalin düzgünlük ve nezihliği hiç de bağdaşmamaktadır.Sirke’ nin üzerine şerbet içmeye benziyor.)
Bu kelimeler insanı alıyor,adeta (söylemekte bile zorluk çekiyorum) kirli bir ortama sevk ediyor.Bunu tefsir sohbetinde de yapmaktadır.Hiç de yakışmıyor.
Beş yıl kaldığım Kayseri ağzının farklı olduğunu,ağzını yediğim,gibi ifadeler kullandığını biliyorum ancak böyle nezih ve İslami olmayan kelimeleri duymamıştım.Sayesinde duymuş ve iğrenmiş oldum.
Bazen bilgiç!liğini ortaya koymak için,gereksiz yerlerde de kulaç atmaya başlıyor.Biraz dağıtıyor.
Tenkidimizde de aynı hatalara ve düşüncelere başkalarının da düşmemesini sağlamak amaçlıdır.
*Genel olarak Meal Tefsirinde ; bulandırdığı, içinden çıkamayıp zorlandığı, merkezine doğru gidemeyip çevresinde dolaştığı birkaç nokta sırıtmakta ve öne çıkmaktadır:
1- Cinlerin Varlığı. Adeta cin dememek için elli dereden su getirmektedir. Kelimeler üzerinde çok rahat oynayıp te’vil’de bulunmaktadır.
2- Cehennemin ebediliği konusunu adeta kendi şefkat ve merhametini, Cenab’ ı Hakkın şefkat ve merhametinden fazla gösterircesine öne sürerek; ya kendisinin yorumlamasından kaynaklanan bir sebeple veya zayıf görüşleri delilmiş gibi göstererek kendisini tenzih makamında isnatlarda bulunmaktadır.
3- Hz Adem’ in cennetten ihracı konusunda zikredilen cennetin, kelimede boğularak Türkçe karşılığı olan “ bahçe “ ile dünya bahçesinin olduğunu öne çıkarmaktadır.
Ancak şunu düşünememektedir ki: Ayetteki –İhbitu- “ İniniz” ifadesi, yukarıdan aşağıya inişi ifade etmektedir.Eğer dünyada olsaydı, neden’ ininiz’ denilmiş olsun ?
Hem dünya kelimesi de anlam olarak aşağı ve düşük manasınadır.
Şaibe uyandıran diğer husus ise: Ehli Beyt Okulu kavramının içini boş bırakmasıdır.Bununla Şia’ yı mı kastetmektedir? Bu durum Şia’ nın etkisinde kaldığı ve etkilendiği görüşünü hatıra getirmektedir.
Başkalarının kendisi hakkında hiç de hoş olmayan duyduğum ve okuduğum sözlerini söylemeyi uygun bulmuyorum.
Sadece , vâkıf olduğum merhum Ali Mutlu abimizin kendisine faydalı olmak amacıyla 1984 yıllarında yanımıza gelir giderken ona da uğradığını , telkinlerde bulunup yararlı olmaya çalıştığını söylemesidir.
Demek ki problem o zamandan başlamıştı.
*Peki hiç mi olumlu tarafı yok? denilecek olursa : Yiğidi öldür hakkını yeme kabilinden, hakkını teslim etmek gerekirse ;
Kendisinin tefsir sohbetlerinden faydalandım.Abdulaziz Bayındır ‘ ın 3 Dvd-yi oluşturan sohbetini dinlerkenki gibi hiç de kahredici bir durum içerisinde olmadım.
Kelimelerin tahlilini çok güzel yapmakta futbolcunun topla oynadığı gibi kelimelerle oynayabilmektedir.
Meal tefsirini okurken tamamen teslim olmadan, mayınlı tarlada yürür hassasiyeti içinde yürünürse , faydalı olunabileceğini düşünüyorum.
Bilgi ile istikameti karşılaştırdığımızda ; aynı oranda olmadığı görülecektir.Saf zihinleri bulandırır, araştırmacılar için ise bir araştırma alanı oluşturur.

CİNLER
Hocanın Belli ki cinlerle bir problemi var! Cin konusunda bir netliğe sahip olmadığı gibi , ısrarla kelimenin lafzında boğulup kalmakta, bir türlü cin ifadesini gerçek manasında kolayca izah etmekte zorlanmaktadır.
Sanki bir lafız-perestlik içerisinde dönüp dolaşılmaktadır.Bu da onun lafızlarla çok oynamasından kaynaklanmış olsa gerek.
Meal tefsirindeki tesbit ettiğim yanlışlıkları şöylece sıralayabilirim:
-248,349,351,496,538,640,642 sayfalarıdır.
Bir yandan onların cisim olduklarını söylerken, diğer yandan da görünmez içi doldurulmayan bir ifadeyle ve gözden uzak kavramıyla ifade etmektedir.Kıt görülen varlıklar diyerek sürekli kapalı ifadeler kullanılmaktadır.
Bununla da yetinilmeyip Peygamberimize iman eden Nusaybin cinnilerinin insan olduğu ve uzak mekânların insanları olduğunu ifade etmektedir.
Daha da ötesi; Hz. Peygamberin onlardan haberdar olmadığını ve kendilerini görmeden dinlediklerini söylemekle ayrı bir garabette bulunmaktadır.
Efendimizin Rasulü’s Sakaleyn yani cinlerinde peygamberi olmasının üzeri setredilmektedir.
Hep manadan uzaklaşarak onları gözden uzak, nadirattan , garip ve adeta ne idüğü belirsiz varlıklar olarak nitelemektedir.
Belli ki hocanın zihninde netlik olmayınca zihinleri de bulandırmaktadır.
Mesela: En masum gibi görünen En’am 100. âyeti yorumlarken farklılık olma ve oluşturma adına kelime üzerinde her türlü oynama içerisine girilmektedir;
“Fakat görünmez varlık türlerine Allah’ a denk bir makam yakıp yakıştırdılar, oysa ki onları da o yaratmıştı. Bir de cehaletleri yüzünden ona oğullar ve kızlar peydahladılar.
O’ nun aşkın ve yüce olan zatı, insanların her tür tasavvur ve tahayyüllerinin üzerindedir.”
Sadeleştirmiş olan Elmalı Mealindeki karşılığı ise şöyledir:
“Onlar Allah’ a cinlerden de ortak koştular.Halbuki onları yaratan odur.Bilgileri olmadan ona oğullar , kızlar uydurdular.Onun şanı onların uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.”
Ancak ‘avuca sığmayan’ , diye tanımladığı bu varlıkları anlatırken; geçmişteki tüm bilgileri bir çırpıda reddetme iddiasında bulunmaktadır.
“Cin Fikirli” deyimini sarih manasıyla değerlendirip, manadan uzaklaştırmaktadır.
Zariyat 56’ daki gayet açık, net ve varlıkların tek sorumlu iki varlığı olan insanlar ve cinler açıkça ifade edilmesine rağmen mâna tahrif edilmektedir.Şöyle ki;
“ Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana kulluk etsinler diye yarattım.”âyetini,
“ Yani görünür görünmez hiçbir iradeli varlık , bir anlam ve amaçtan yoksun yaratılmamıştır.”şeklinde anlatmıştır.

CEHENNEM VE CENNET
Hocanın netleşmemiş yanlışlarından biri de cehennem bahsidir.
Bu da başta onun varlığı ve de ebediliği konusunda bir netlik görülmemekte ve zihinleri özellikle de saf ve safi düşünceleri bulandırmaktadır.
Tekasür suresi ayet 7’ de gramer olarak geleceği de ifade eden; “ Siz cehennemi göreceksiniz, âyetini basite ve dar alana irca ederek: “ Elbet (Dünyayı) cehenneme “ çevirdiğinizi” de görürdünüz.” der.
Cehennem konusunda netlik olmayan yerler ise şunlardır:
-63,211,447,448,529,924,707 sayfalarıdır.
-Nebe 23’ te ; “ Onlar orada uzun zamanlar boyu kalacaklar.”
Cehennemin ebedi olmadığını veya en azından bu yönde zihinleri bulandırdığı görülmektedir.Bu konunun tartışılmakta olduğunu söylerken, taraf olduğunu da göstermektedir.
Oysa hem “Huld” kelimesi ve hem de “ Ebeden” ifadesiyle te’yit edilmesi ve hem de Cenâb- ı Hakkın ; “ Allah kendisine eş ve ortak koşulmasının dışında, dilerse diğer günahları bağışlar” ifadesi , şirkin hiçbir surette bağışlanmayacağını , bu da suçun cezasının sürekli olduğunu göstermektedir.
Cenab- ı Hak,şirk koşanları affetmeyeceğini belirtip, bunu istisna ederken, kendisi bu istisnayı ilgisi olmayan hatta kendisi öncekiyle istisna edilen Hud . 107. âyeti delil getirir.
Bununla da kalmaz cennet ve cehennemi ebedi olarak kabul etmenin küfür olduğunu kabul ettirme çabası içerisine girer.Zayıf görüşü benimseyenleri otoriter olarak göstermekle, kendisine destek aramakta, görüşünü kuvvetlendirmeye çalışmaktadır.
İbni Teymiye- yi ön plana çıkararak ehl-i sünnetin dışından kendisine destek aramaktadır.
Ve o sonsuz olan cennet ve cehennemi dünyanın şu dar kalıpları içerisine sığdırmaya çalışır.
Hadislerde ; “ Her bir kişiye verilecek olan 500 sene genişliğindeki bir cenneti”, bu dünyaya kurma iddiasında bulunur.
Okyanusu bir bardağa sığdırma tekellüfü içerisine girer.
O kadar bir tezat içerisine girilmektedir ki ; Allah ‘ın rahmetini ön plana çıkarmak amacıyla cennetin ebedi , cehennemin ise bundan hariç tutulduğu iddiasında bulunur.
Oysa, Allah’ ın rahmetinden fazla rahmet , rahmet değildir.
Allah’ ın rahmeti, adaletiyle rahmet olur.Adaletsiz rahmet, rahmet değildir.
Günahkâr mü’min için cehennemden çıkmanın zaten garanti olduğu garantisini verdikten sonra ( Aşere-i Mübeşşere dışında Peygamber bile verememişken),inanmayan insanları cehennemden çıkarma gayreti içerisine girer.
Hz. Adem’ in cennetten indirilişiyle ilgili olarak; indirildiği yerin yine her zamanki yaptığı gibi lafızda boğularak bahçeye atfetmekte,zayıf delilleri kuvvetli deliller olarak sunmaya çalışmaktadır.
İslamoğlu cehennem ebedi değil derken,bu durumda demek ki niyeti cehennemde bulunan Firavun,Nemrud,Ebu Cehil ve milyonlarca insanları öldürenleri de oradan çıkarmak niyetindedir.
Bu durumda sormazlar mı,kimlerden yanasın?
Öyle zannediyorum k,ebedi olmayan cehennemden bu durumda şeytan bile çıkar.
En basit ifadeyle bu,kırk bin insanı öldüren apoyu hapisten çıkarmaktan daha beter bir zulümdür.
Bu şefkat adaletsiz bir şefkattir.
Su-i istimal edilen bir şefkattir.Allahın şefkatinden daha öte şefkati ileriye sürmek gibi tam bir zulümdür.
Şefkatini bu kadar ileri götürdüğüne göre,bari birde ana rahmine insan olmak için atılan milyarlarca atılan spermleri de insan yaparsa şaşmamak gerekir.
Cehennem hapishanesini kapatıpta firavun ve hatta şeytanları bile çıkartacak bir zihniyete sahip olmak,nasıl bir zihniyet ve nereden çıkarılan bir hükümse,böyle bir hüküm insanlar dünyasında verilecek bir hüküm değildir…
Bu durumda insanın dünyaya gelip,imtihana tabi tutulmasının da bir anlamı olmayacaktır.
Bu insanları cennetin neresine koyacaksınız?
Ebu Cehille Peygamber Efendimizi nasıl yan yana getireceksiniz?
Muhal olan bir şeye kılıf uydurmakta en az o kadar muhal ender muhal bir durumdur.
Oysa küfür insanı tedavisi mümkün olmayan,tamamen tefessüh ettirmişken o insanı hangi vasıfla cennete koyacaksınız?
Elmaslarla kömürler nasıl bir arada bulunacaktır?
-Kur’an-ın kısas cezasında öldürenin de öldürülmesi,öldürülenin hakkını korumaktır.Bu durumda öldürenin hayatını sağlamak,öldürüleni bir daha öldürmek demektir.
Bu kısas cezasının haksız bir uygulama olduğunu da iddia etmesi gerekir!!
Ya Rabbi nasıl bir mantıktır bu?
Böyle bir iddia sadece Allaha bir iftira olmakla kalmaz,hukuksuz bir yola girerek,masumların hakkını gözetmeden canileri affetmek demektir.Bir kişinin olmayan hatırına,milyarlarca,sayısız hatırları kırmak,yok saymak demektir.
Böyle bir iddiadan ve iddia sahibinden ancak Allaha sığınılır…
Eğer mesele direk olarak herkesi değerlendirmeden imtihansız ve de imtihanın sonucunu kale almadan cennete götürmek idiyse; Allah bunu doğrudan yapabilirdi. Kimsede buna itiraz edemezdi.
Bu durumda Allah bu insanları cehenneme atıp zevk mi almaktadır yoksa adaleti mi uygulamaktadır?
Bediüzzaman Hazretleri matematiksel olarak da onların cehennemde ebedi kalacaklarını şu veciz ifadeleriyle izah etmektedir.Öyle zannediyorum ki;insaf ve vicdanla okunsa kabul edilecektir:
“SUAL: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem’de hapis nasıl adalet olur?
ELCEVAB: Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zahirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.”
“Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, onbeş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا sırrına mazhar olur. Her ne ise…

EHLİ BEYT OKULU
Sanki bu ifade kamufle edilmiş, muhataba güven aşılama amacıyla icad edilmiş bir kurum olsa gerek.
İçeriye girmek sizi korkutmasın, şaibeli kimseler sizi tedirgin etmesin kılıfına sarılmış…
Acaba bu Şia’nın ayrı bir kolu mudur?
Meal ‘ de geçtiği yerler ise; 81,324,609 Sayfalarıdır.
“ Vahyin İki hedefi vardır:” Tevhid ve Adalet.”
Buradaki Şia’ da ön plana çıkan ve Ehl_i sünnetten ayrılan ve bizdeki iman esasları gibi olan adalet mi ?
Zira bütün dinlerde esas olan Tevhid’ dir.Arkasından , mütemmimi olan ibadet ve ahlak gelir.
İmam’ ı Cafer ‘ e atfedilen şöyle bir söz vardır:
“Peygamber insanın dışındaki akıl, akıl insanın içindeki peygamberdir.”
Acaba bu ifade ile Peygambere ihtiyaç olmayacağı vehmi mi verilmektedir. Açılmaya ihtiyacı vardır.

DİĞER TENKİTLER
*Örtü Konusu; müphem diye ifadelendirdiği mânayı daha da müphem kılmaktadır.(sh.802)
* Namaz Konusu: Hatalı olan yerlerin sayfası ise: 60,64,65,760.
* Namaz konusunda sarih manayı, işari bile olmayan mananın dışına tevcih ederek, tağyir etmiştir.
– Kevser.2. “ Öyleyse Rabbin için Namaz kıl ve Kurban kes.” Sarih manasını ;“O halde desteğini Rabbine tahsis et ve (İnkârcılara göğüs ger).” manasıyla basitleştirmiştir.
– Musallileri korumaya çalışırken mâna,mânanın dışına kaydırılmaktadır.
Oysa burada gerçek huşu içinde namaz kılanla kılmayanlar birbirinden ayrıştırılmış olmaktadır.
Tüm ulema’ nın ittifak ettiği ; “ Salat’ il Vusta” nın orta namaz, yani ikindi namazı olduğu söz konusu iken , bu mâna ,” İdeal Namaz” ifadesiyle hem tağyir,tahrif edilmiş ve içi boşaltılmış olmaktadır.
*İsra Olayının net bir şekilde beden ruh ortaklığı ile olduğu belirtilmemiş,Miraç’ ın ruhani bir seyir içerisinde sürdürüldüğü yönüne çekilmiştir.
Yine her zaman da yapıldığı gibi lafızda boğulunulmuş, Mescid-i Aksa bile yerinden kaldırılarak , zihinlerden uzaklaştırılan bir mescitle yorumlanmıştır.
Oysa Mesela Kudüs’ teki mescit olması bütün deliller ışığında zahir iken batini mânaya bile uymayan bir noktaya çekilmiştir. (Sh. 89,390)

İNSAN
*Sh 111.-İnsan.2. “ İnsanoğlunu katmerli bir karışım olan hayat tohumundan biz yarattık.”
Elmalı’ da ise : “ Şüphesiz biz insanı imtihan etmek için karmaşık bir damla sudan yarattık.”âyetini izah ederken;
“İnsan türüne giren herkesi kapsadığı için Adem’ inde Nutfe’den yaratıldığı anlaşılır.” (Bkz.106/Nisa.1 , Krş. Elmalılı)
Nisa . 1 : “ Ey İnsanlık! Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan , ondan da eşini var eden… “
Elmalı Mealinde ise; “ Ey İnsanlar ! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp…”
Hz. Adem’ in bütün âyet , hadis ve İslam bilginlerinin icmaıyla; topraktan, balçıktan yaratıldığı ifade edilirken , Adem’ in de “ Nutfe” den yaratıldığını iddia etmek; ona da bir baba arama çabasından kaynaklanmış olsa gerektir.
Önceki Cin probleminde de dile getirildiği üzere; Hz. Adem’ in ilk baba olmayıp, ondan önceki var olan bir babanın devamı olduğunu iddia etmiş , meleklerinde buna dayanarak kan dökeceklerini söylemiş olduğu iddiasında bulunur.
Farklılaşma çabaları sürekli sürçmeye neden olmaktadır.
Oysa Hz.Adem insanlığın ilk babası ve insanlık onunla başlamıştır.
Hoca İnsanlığı Hz. Adem’ le başlatmaz.Onu başka bir babanın ve zincirin devamı olarak kabul eder.
*İnsanın yaratılışı:(706)
Sütten ağzımız yanınca,ayranı üfleyerek içmek mecburiyetinde kalıyoruz.
İnsanın yaratılışında;gerek başlangıç olarak ve gerekse de devam eden süreçte Kur’an-ın haber verdiği ifadede devreler belirtilmiş,aşama aşama yaratılışı nazara verilmiştir.
-Mealde:”Kuran-da beşerin insanlaşma sürecinin sudan başlayıp çok uzun bir aşamada (etvar) gerçekleştiği ifade edilir.”(64/Nuh.14)
Elmalı Mealindeki karşılığı ise;”Oysa O sizi aşama aşama yaratmıştır.”
Burada insanlaşma! Sürecinden bahsedilmemekte,sadece su,toprak karışımındaki süreçlerle,Nutfe,alaka,mudğa dönemleri anlatılmıştır.
Süleyman Ateş-in,evrimden gelme iddiasını desteklerken,evrimcilere de bir kapı açılmış olmaktadır.
Birde;”Gerçekleştiği ifade edilir.”ifadesiyle mutlak,muğlak ve faraziye ile hüküm verilmeye çalışılmıştır.
Yukarıdakinden daha büyük bir hata ise;”İnsan adlı canlı,kendisini insan yapan “ruh” üflenmeden önce kan dökmüş,fesad çıkarmış olabilir.Eğer durum böyleyse, melekler bu tecrübeye dayanarak bunları söylemiş olmalıdırlar.
Bu açıklamadan bir değersizleştirme indirgeme operatörü olan Darwine asla bir pay çıkmaz.”Allahu a’lem”
Yine problem cinin anlaşılıp kavranılmamasından kaynaklanan bir sebeble, küpten cin çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Eğer insan daha önceden var idiyse,neden bir daha yaratılmasına ihtiyaç duyuldu?Yoksa bir eksiği mi kalmıştı?
Oysa insanın halifeliği,selefinden dolayıdır.Yani kendisinin selefi olan cinlerden bir topluluğun isyan etmesinden kaynaklanan ve de insana ek olarak kuvve-i akliyenin -akıl duygusunun- yanında,kuvve-i şeheviyye ve gadabiyye (istek ve kızma) duygusunun verilmesinden kıyasla ve aynı zamanda levhi mahfuzda görerek istifsar yani açıklanmasını isteme makamında Cenâb-ı Hakka cevapta bulunmuşlardır.
İnsan bir noktada tökezleyince,diğerleri kaçınılmaz oluyor.
Bizim yorumda bulunmamıza gerek bırakmadan,girdiği yolun çıkmazlığını bilmese de hissetmiş olacak veya bir kapı açmış olduğunun farkına varmış olacak ki;”Darwine pay çıkarılmamasını” ikrar etmiştir,çıkardığı paydan sonra!!!

*Sahide-547:
Önceki Âdem-in yaratılışı (nutfeden yaratıldığı iddiası ve ilk baba olmasında varılan yanlış),aynı iddianın sürdürülmesi inadına başka yanlışları da beraberinde getirmektedir.
-Zümer-6-daki;”O,sizi bir nefisten yarattı.Hem sonra onun eşini de ondan var etti.”âyeti sarih bir şekilde ilk yaratılışı belirtirken;
Kendisi buradaki Nefsin Âdem olmadığını ve dolayısıyla ondan yaratılan eşinin de Havva olmadığını ifade eder.
Kadın kaburga kemiği gibidir,zorlarsan çabuk kırılır”(Buhari ve Müslim) hadisini zikrederken bunun;”Yahudi kültüründen Araplara geçtiğini” söylemekle de Efendimize gölge düşürmüş,Yahudi kültürünün etkisinde kalarak söylemiş olacağı düşüncesinde bulunmuş olmaktadır.
Devamında yapılan,kadının hassas ve nazik olmasıyla ilgili teşbih ve yorumda bulunulabilir.Bu diğerini inkar etmeyi gerektirmez.

*Sh. 159,827.
-Suyu övmeye çalışırken, aklı ve akıllıyı yermiş olmaktadır. Şöyle ki; “Su akıllıdır, su canlıdır ve su mucizedir.”
Buradaki suyun akıllılığının izaha ihtiyacı vardır.
*Sh.168:
“ Hz. Peygamberin ardından Risalet kesintiye uğramamış , sadece ferdi risaletten içtima-i risalete geçilmiştir. “ Öyle ise sizler, hayra çağıran meşru ve iyi olanı öneren ve kötü ve yanlış olandan da sakındıran bir ümmet olun!” (sh.898/Al’ i İmran 104) Ayeti bunu ifade eder.”
Risaletin kesintiye uğramaması, vahyin devamını gerektirir.
“İçtima-i risalet” ifadesi,meseleyi izah için ihdas edilmiş bir terim olsa gerek.
Oysa peygamberimizin peygamberliği cihan-şümul olup,risalet halkası,”Hatem-ul enbiya”olmasıyla,onunla beraber son bulmuştur.
Dininin hükümleri varlığını ve geçerliliğini sürdürmektedir.
Hadisteki:”Muhakkak ki Allah bu ümmete her yüz sene de dini tecdid eden (zamanın anlayışına uygun olan hakikatları Kur’an-dan alarak aktaran) bir müceddid gönderir.”
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”
Bu noktada din kemale ermiş,izahı tecdid hareketleriyle devam etmektedir.

*Sahife-225:
Vakıa-79:”Ona ancak temizler dokunabilir.”
“Bu ayetin mushafa abdestli dokunmama hükmüyle herhangi bir alakası yoktur.”ifadesiyle muhalif bir hüküm belirlerken,muvafık bir görüş olarak belirtip sunmaktadır.
Oysa abdestsiz Kur’an-a dokunulamayacağı ile ilgili hükümler,kendisinin serdettiklerinden daha kuvvetli görüşlerdir.
Hükme delil getirilen Şuara 211-212. Ayetler ise,hükmü desteklememektedir.
Zaten şeytanların recmedilmelerinden dolayı oraya çıkmaları söz konusu olmadığı ve o kapı kapalı olduğu için,Cebrail-den başkasının da yani temizlerden de olsa diğer meleklerinde ona ulaşması söz konusu değildir.
Eğer bu konu insaf düsturları içerisinde ele alınmış olsaydı;meselenin fetva ve takva cihetleriyle değerlendirilmesi gerekirdi.
*Sahife-342:
“İşte alanında böylesine uzman olan Zahiri mezhebinden olan İbn Hazm bu konuda (Hz.Musa-Hızır yolculuğu konusunda) şu hükümde bulunur:”Mehdilik de,Hızır teleakkisi de Yahudi kökenlidir.Hızır ve İlyasın bu güne kadar yaşadığı varsayımı Yahudi telakkilerine dayanır.”
Meğer problemin alanı pek de genişmiş…
Bediüzzamanın şu tesbiti bir çok sorularını halledecektir;
Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ülema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevab: Hayattadır, fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ülema hayatında şübhe etmişler.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.
İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.
Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki iki adam bir rü’yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü’yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rü’yada olduğunu bilmiyor. Hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.
İşte Âlem-i Berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ Seyyid-üş şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hattâ -ben kendim- Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü’ya-yı sadıkada, taht-el Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rü’ya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair “Yirmidokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iyye ile isbat etmiştir.”

*Sahife-424-
Tufan hadisesinin bazı zayıf görüşler doğrultusunda,genel değil de,belli bir yerde olduğu iddiasında bulunulmuş.
Ancak zayıf da olsa bu görüşte bulunanlar da vardır.

*Sahife:464:
Hz.Yusufun kardeşi Bünyamini geçerli bir yöntem,diğerlerinin reddedemeyeceği bir hile ile alışı,adeya Hz.Yusuf-un tebrie edilmesi veya O’na olumsuz gibi görünen şeyler isnad edilmemesi düşüncesiyle hilesiz,hesapsız,plansız,ilahi bir planı reddedercesine bir yorumda bulunulmuştur.
“Hz.Yusuf,kardeşine değerli bir hediye vermek istemiş,bunu ise ondan ve diğerlerinden habersiz yapmıştır. Bu,öz kardeşine bir sürpriz yapma isteğinden kaynaklanmış olabilir.Diğerlerinin kıskançlık duygularını kabartmamak için,bu durumdan onları haberdar etmemesi gayet doğal karşılanmalıdır.Onun bu tasarrufundan haberdar olmayan saray görevlileri,krala ait kayıp bir su kabı olan es-sikaye-yi ararken Hz.Yusuf-un gizlice hediye olarak koyduğu su kabı olan suva’ı bulmuş olmalıdırlar.Hz.Yusuf-un tek yaptığı,her anında ilahi müdahalenin açıkça görüldüğü bu olayın gelip dayandığı noktada,olana bitene müdahale etmemek için,işin aslını açıklamamış olmasıdır.”
Aslınca kolayca ilahi bir proğram ve Hz.Yusuf-un ailesini getirmek için meşru bir bahane ile müdahale ettiği olay,yuvasından çıkarılınca uzunca faraziyeleri de ortaya çıkarmaktadır.
Garib bir durumdur kihediyeyi vermek için,gizlice iş yapmanın ne mantığı vardır?
Oysa Yusuf-69-70.ayetler olayı açıkça ortaya koyarken,Yusuf-76-da da:”…Melik-in kanunlarına göre,kardeşini alıkoymasına imkan yoktu.Ancak Allah dilerse o başka…”
Bu konuya açıklık getiren Bediüzzaman,şu isabetli yorumuyla izah eder:
“Bir sual: “Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde – – diye gayet yüksek bir düsturun zikri belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”
Elcevap: Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve İmân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve İmân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir. “

*Sahife-15,483:
Müddessir-1- Elmalı mealinde:”Ey bürünüp örtünen.”
Hocanınkinde ise;”Sen ey içine kapanan kişi.”
Yorumlar tamamen gerçekten uzaklaşarak,lafız odaklı yorumlardır.
Lafızlar irdelenerek netice alınılmaya çalışılmaktadır.Bu da manayı setretmekte,yuvasından çıkarmaktadır.
Tıpkı:””İçine kapanan “ifadesinde,dışa kapalı,böylece içine kapalı,soyutlanmış bir kişi olduğu hissi verilmektedir.

*Sahife-534:
Lokman-34-“Yağmurun yağdırılması konusunda bilgiyi Allaha hasreden bir mana yoktur.Aynı şey bir sonraki “Rahimlerde yer tutanı o bilir.”cümlesi içinde geçerlidir.Diğer üç husustaki bilgi Allah-a tahsis edilirken,bu iki husus tahsis olmadan zikredilir.”
Âyetin sonunda zaten;”Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir,her şeyden haberdardır.
Buradaki her şeyi bilmesi ve her şeyden haberdar olması,hepsini de kapsamaktadır.
“Ve Biz, semadan takdir edilmiş miktarda su indirdik. Böylece onu(nla) yeryüzünde (göller, nehirler, denizler) oluşturduk. Ve muhakkak ki Biz, onu elbette (buharlaştırarak) gidermeye kadiriz.”
Buradaki kader,ilim nevinden olup,ilmi çerçevesinde indiğini ifade etmektedir.
“Hem biz gökten bir su indirdik de orada her güzel çiftten (veya her hoş çeşitten) bitkiler yetiştirdik.”
Zaten atıf harfi kendisini öncekine bağlamış,oradaki bilgi manasını vermiş olmaktadır.
Makam gereği inen şeyler miktar ile takdir edildiğinden,sonuç olarak o da ilim ile bağlantılıdır.
Kıyametin kopma saatini bilmek,ana rahmindeki çocuğun said mi şaki mi olduğunu bilmek gibi,yağmurun miktarını bilmek de bir ilim iledir.
Bediüzzaman tesbitinde;
“Mugayyebat-ı Hamse”ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevab isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla kabildir?”

Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi’ olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hâssa-i İlahiyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneş’in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi’ olduğundan, Güneş’in çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoluyla yarın Güneş’in çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tâbi’ olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hâssa telakki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vuku’un bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi a’sabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umûra vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.
Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile وَ يَعْلَمُ âyetinin meal-i gaybîsine münafî olamaz. Çünki âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hattâ sîmasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sîma-yı vechiyesini keşfedemez.
Nerede kaldı ki sîma-yı vechî sikkesinden yüz defa daha hârika olan istidadındaki sîma-yı manevîyi keşfedebilsin.
Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi’ hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve rahmet-i hâssaya ve meşiet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatıyla ve cihatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe ve medarı olduğundandır ki, irade-i hâssaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hâssaya perde olan vesait-i zahiriye konulmamıştır.
Cenab-ı Hakk’ın rahm-ı maderdeki çocukların sîma-yı maddî ve manevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âza-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva’ında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâni’inin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sîma ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzada bana benzeyen bütün insanların sâni’i dahi O’dur. Ve hem bütün zîhayatın sâni’i O’dur.”
İşte rahm-ı maderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tâbi’ olduğu için malûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci cihet: Sîma-yı istidadiye-i hususiyesi ve sîma-yı vechiye-i şahsiyesi lisanıyla Sâni’inin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hâssasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-ı maderde iken bu sîmanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!
Elhasıl: Ceninin sîma-yı istidadîsinde ve sîma-yı vechiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlahiyenin hücceti vardır.”

*Şefaat:(552)
Zümer.43.”Yoksa onlar,Allah-ı bir tarafa bırakıp da (hayali) şefaatçiler mi buldular!”
-Sadeleştirilen Elmalı mealinde ise:”Yoksa Allahtan başka şefaatçiler mi edindiler?
Burada adeta Allaha karşı taraf olma,rakib durumda gibi gösterilmeye çalışılmış,diğer âyet ve hadislerin önü kapatılarak açıklamasında;
“Tüm şefaat ayetleri bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.”diyerek,âyetin mâna ve hükmünü takyid etmiş,kısırlaştırmıştır.
*Şefaat yoktur,diyenler;Allahın iznine aid bir tercihi de,Allah-dan alma gibi bir tavır içerisine girmiş olmaktadırlar.
*Gerçek din budur,demek veya doğru bildiğimiz yanlışlar-deyib de,şimdiye kadarki yaşanan dinin gerçek bir din olmadığını veya 1400 senedir bilip yaşadığımızı yanlış olarak değerlendirmek,bu sadece insanlara bir hakaret değil,Allaha ve rasulüne de bir ithamdır.
Şöyle ki;Allah ve Rasulü kendilerini ifade edememişler,açık ve net açıklayamamışlar, insanların yanlış anlayıp düşünerek yaşadıklarının yanlış olup, yanlışa yönlendirdiğini iddia etmek demektir.

*Sh.71-
Ebu Leheb-in karısının “odun hamallığını”izah ederken;”Karısı da;o odun hamalı olan (karısı)”;ya da bunu laf taşımaktan kinaye sayarak;”Laf taşıyan (karısı) “En’am.31 âyetini delil getirmiştir.
Veya kitap yüklü merkeplerde diyebilirdi;yani her yüklenmeyi ona isnad ettirebilirdi.
Ancak böyle bir laf taşımadan ziyade ortada dikenli dalları taşıma söz konusudur.Vakıa budur.Laf taşıma gibi bir durum var mıydı?
Veya Bursevi-nin tasavvufi tefsirinde;Fir’avun nefse,Musa kalbe benzetilmiştir.
Burada biraz zorlanma görülmektedir.

*Sh.73-
Tayr,kuş diğer ifadeyle ebabil kuşları;”onların üzerine katar katar bilinmeyen nitelikte uçan taşıyıcı varlıklar saldı.”(Fil.3)
Elmalı mealindeki karşılığı ise;Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.”
Manayı meçhullendirmekle kalmamış,tayr-ı;”Volkanik bir püskürtünün yakıp kavuran lavlarıdır.”yorumuyla da mana gizlenmiştir.
Adeta normal bir volkanik patlama diye nitelendirilmektedir.

Not: Meali okumadan önce işin bu kadar ciddi olacağını hiç düşünmemiştim.
İstifade ettiğim tenkit ettiğimden az değil. Ancak vereceği zarar faydasından daha büyük zarardır.

MEHMET ÖZÇELİK
20-05-2012




SIRADAKİLER

SIRADAKİLER
Yaratılışa uygun olmayan hiçbir idare ve yönetim,sürekli iktidarda kalamaz.
Tarihte nice Dakyanuslar,Firavunlar,Nemrutlar,Buhtun-nasırlar gelip geçmiş, kendileri gibi rejimleri de çökmüştür.
Peygamberler sevgiyi,firavun gibiler ise korkuyu esas almışlardır.
Sevgi ve korku merkezli insanlar ise,başkalarına kendilerini sevgi ile bağlatıp geliştirirken,korku ile de sindirirler.
Yetmiş küsur yıl tam bir baskı,takip,tehdit ve ölümle ve öldürdüğü milyonlarla ayakta durmaya çalışan kominizm ve onun temsil ettiği ülke olan Rusya,bugün neredeyse inancın temsilciliğini yapmaya,İslam ülkeleriyle ortak hareket etme yoluna gitmektedir.
Rejimlerin ömürleri,en fazla rejim sahiplerinin ömürleri kadardır.
Kominizm ve sosyalizm düsturları menfaat yönünden kendilerine uygun geldiğini ifade edenlere verdiği cevapta Bediüzzaman şöyle diyor:
” Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.
Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.
Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.”
*Ancak nifak perdesi altında hareket eden bazı devletler bu varlıklarını biraz daha fazla perdeler altında götürmektedirler.
Bu ise maskelerin düşmesi ve ortaya çıkan gerçek yüzlerin görünmesiyle yıkılmaya mahkum olacaktır.
Arap baharı bu münafık yüzün perdelerinin düşmesidir.
*İslam ülkelerinin başlarına getirilen insanlar,dikkat edilirse görülür ki;o toplumu temsil etmekten uzak kimselerdir.
Sürekli kavga ortamını oluşturacak bu kimselerin getirilmesiyle,o devletlerin güdülmesinin önü açılmış olmaktadır.Türkiye,Mısır,Libya,Suriye,Tunus,Yemen bunların en belirginlerindendir.
Toplum böylece sürekli kavga ortamında tutulmuş,atılacak tüm adımlar baştan kesilmiş olmaktadır.Oraları işgal edip de yüklenmeye gerek kalmadan,siyasi yollardan esir alınmışlardır.
Bu ülkelerde kominizm,sosyalizm denendi ve şu anda pamuk ipliğiyle bağlanmaya çalışılan milliyetçilik sürdürülmeye çalışılmaktadır,kopana kadar.
“Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.
Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor; fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır. “
Kanser hastalığı gibi yayılmacı olan milliyetçilik akımı,toplumları bölen, ayrıştırılmaya müsait bir alandır.
Sırada toplumun fıtratına uygun olmayan milliyetçilik ve materyalizm akımları bulunmaktadır.Avrupa-dan gelen çatırtı sesleri,hem materyalizmin ve hem de milliyetçilik akımının dökülüşüdür.
Bu asır fıtrata uygun olmayan ideolojilerin ve rejimlerinin çöküş asrı olacaktır.
Köleliği reddeden insanlık ücretlilik dönemine geçmiş,buradan da tam özgürlüğünü elde ederek,sadece firavunların değil aynı zamanda firavuncukların dönemine de son verecektir.
İnsanlık gerçek çarenin nerede olduğunu büyük bir bedel neticesinde öğrenecek ve onu hayata geçirecektir.Tıpkı şu misaldeki gibi;
“Tito’dan Müthiş İtiraflar:
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu batıl davasında şöhreti yurt dışına taşmış bir insan olan Salih Gökkaya’nın daha sonra İslam’la müşerref olduğunu, komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu o günlerde, Salih Gökkaya’nın da “Türkiye Komünist Talebe Teşkilat Başkanı” sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun şeref misafiri olarak Belgrad’a gittiğini, Ömrünün son günlerini geçirmekte olanTito’yu ziyaretlerinde, bu ihtiyar liderin büyük bir pişmanlık içerisinde;
“Yoldaş ben ölüyorum artık… Ölümün ne derece korkunç olduğunu size anlatamam. anlatsam bile sihhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün ölmek.. yok olmak.. Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş… İşte bu beni çıldırtıyor.
Yoldaşlarım sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafaat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışımı neye yarar? Ben öldükten sonra sizin alkışlarınız, takdirleriniz yılanları çıyanları insafa getirir mi? Bunun izahını Lenin,Engels,Marks yapamıyor. Artık Allah’a ve Peygambere inanıyorum ben. Dinsizlik çare değil. Düşünün kainatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır. bence ölüm son olmamalıdır..mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Mazlumların ve haksızlığa uğrayanların “ah”larına kulak verece bir mercii olmalıdır. Marks bu mevzuda halt etmiş, uyuşturmuş beynimizi. Neden ölüm kapımıza dayanmadan bunu idrak edemiyoruz? belki makam, mevki ve şöhret bize engel oluyor. siz ne derseniz deyin ben inançtayım yoldaşlar” demiştir.”
“Benim ümmetim yağmura benzer; onun ilki mi daha hayırlıdır,sonrası mı daha hayırlıdır, bilinmez.”
Bunun içinde dünyadaki kavgaların bitmesi şarttır.
İslâmın zuhuru,dünyanın sulhu ile olacaktır.

13-11-2011
MEHMET ÖZÇELİK




REDDİYECİLER

REDDİYECİLER
*“Kim islamda iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de islamda (müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”
*Muhiddini Arabi Samirinin buzağı yapması ile ilgili olarak;iyi ki buzağı yaptı,eğer bir insan yapsaydı,o insan da konuşurdu.
Tefsirlerde bunu ise;Cebrailin atının ayak izinden yaptığı ifade edilir.
*Eskiden ateistlerle yapılan tartışma,bu gün yerini islamın içerisinde tartışmalar başlatılarak,-Kuran bana yeter-seviyesiz düşüncesiyle,Kuranın etrafı boşaltılmaya çalışılmaktadır.
Bunun arkasından gelecek olan ise,Kuranı tamamen indi,keyfi,seviyesiz,şeytani bir hevesin öne çıktığı bir tarzda yorumlayarak,geçmişten günümüze tartışılıp çöpe atılanlara eklemeler yapıp,dinde anarşiye gidilmektedir.
Şimdiye kadar dinin öğrenilmesine mani olunurken,bundan sonraki devrede ise sağlıklı dinin öğrenilmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır.
*Bir 163 madde ile iki müslümanın bir araya gelmesi engellenmiş,18 sene ezan yasaklanmış,Kur’an okumak dahi sorgusuz sualsiz hapse sebeb olmuş,dini kitapları bulundurmak suç sayıldığı,bunun gibi sayılamayacak kadar dini yasaklar devam etmiş,öyle ki hala yine de tam yaşanıyor denilemeyecek durumdayız.
Eski kaynaklar okunamamakta,sayılı bilenlerin anlattıkları,diğer taraftan sinsice İslam anlayışını bozma projeleriyle sağlıklı dini öğrenme sınırlı bir alana hapsedilmektedir.
Nevzat Tandoğan bunu açıkça şöyle belirler; “Ulan öküz Anadolulu!.. Senin iki görevin var: Biri mahsul yetiştirmek, diğeri çocuk yetiştirip askere göndermek”
*Her batıl mezhebde dahi bir hak kırpıntısı vardır.
Her sapık düşünceyi çıkmaya tahrik eden,diğer bir yanlış düşünce vardır.
Nitekim kabir ziyaretindeki yanlışlık sebebiyle,kabir ziyaretleri yasaklanırken,daha sonra; ”Sizi kabir ziyaretinden nehyetmiştim,artık kabirleri ziyaret ediniz.Zira o âhireti hatırlatır.”Sahih hadis.
Genel hüküm olarak yanlış emsal olmaz.
Böyle olmuş diye hayrın önünü kapatıp yasaklamak,daha büyük bir hayra engel olmaktır.
*Adlarını söylemeye gerek yok,malumu ilam abestir.
Türkiyede farklı çığır açmaya çalışanlar,Kurandan sonraki temel hadis kitaplarını inkâr edip,onlar üzerinde şüphe oluşturanlar;aslında hiç tıp fakültesi görmemiş çocuklara neşter verip ameliyat yapmaya sevketmektedirler.
Sürekli inkâr ve red politikasıyla her şey ya doğrudan reddedilmekte,ya aklıma uymuyor denilmekte,o varsa bende varım diyerek ölçüsüz insanların ölçüsüz ve seviyesiz bir alan oluşturulmasına sebeb olunmaktadır.
*İhtilafi konuları gündeme taşıyan bir kimse,bununla bir çok şeyleri araştırıp incelemelere sebeb olsa da,bu o kişinin derecesini yükseltmez.
Tıpkı bir çok insanın manen yükselmesine sebeb olan şeytanın,rahmeti hak etmeyip,cehenneme götürdüklerinden laneti hak ettiği bir gerçektir.
*Efendimiz;hayatı kendi hayatında,dini kendi dininde,kitabı da kendi kitabında özetlemiştir.
Efendimiz,sahabe ve o zamandan bu yana sahih kaynaklarla gelen belgeler reddedilemez.Mesela;
*”Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu”—Nefsini bilen Rabbisini de bilir.-
Burada belirttiğimiz farklı rivayetler gösterilebilir iken, bununla yetinmeyip tamamen reddetmek ne ilmi,ne mantıki,ne dini,ne de seviyeli bir davranıştır.
*Bir gün internet ortamında meşhur bir hadisi reddeden cami imamı bir arkadaşa,o hadisin detaylı kaynağını kendisine gösterdim.
Verdiği cevab ise;hadisin kaynağında bulunan sahabenin fukahadan bir sahabe olduğunu öne sürdü.
Kendisine şu cevabı verdim;Ama sen de bir cami imamısın.Çok rahat reddedebiliyorsun. Kendini sahabenin önüne geçirebiliyorsun.
O sahabe fakih olduğu sebebiyle reddedilirken,kendisi normal bir cami imamı olmasına rağmen,kendisi öne çıkmaya çalışmakta,kendisininkinin geçerli olmasını iddia etmektedir.
-Aslında iyilik zannıyla,kötülük yapılmaktadır.
Farklılık oluşturmak için,camiye nazarları çevirip koruma bahanesiyle,cami duvarına bevledilmektedir.Düşmanın eline koz verilmektedir.
Türkiyede şu anda olan hastalık aynı hastalıktır.
Bunu da genelde yapanlar ise;üç günlük İslami bilgisi ve şeytani hevesi,gençlik heyecanıyla yapan,15 ile 30 yaş arası kimselerdir.
Ancak memleketimizde yukarıda saydığım birkaç kişinin, memleketin ayrık otları tarafından fitne duvarlarının yıkılması sebebiyle olmaktadır.
İbretli ve düşündürücü olması sebebiyle işte bir örneği olan,alim ve vaiz bir zatın kötü bir çığır açan oğlu için bir konuda söyledikleri;
*“Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler… Allah hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na, köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla… Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.
“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!… Mustafa’nın dâl(sapıklığı) ve mudılliği (saptırıcılığı), baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına(kurtuluşuna) dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz… Milyonları ifsat(fesada verip) ve idlal etmesin(yoldan çıkarmasın)… Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun…”
*Yazımın başlığının kendisinden oluştuğu –Reddiyeciler – ifadesi tarihte çıkıp daha sonra adlandırılan batıl mezhebleri yansıtmaktadır.
Oysa bir insanın bir şeyi reddedebilmesi için,o mesele ile ilgili olarak tüm dünyayı dolaşması, kitaplara bakması gerekir.
Oysa iddia edenin bir delilini göstermesi yeterlidir.
Bir okyanusa düşen bir leş,elbette o okyanusu kirletemez.
İslâmiyet incelse de kopmaz.
*.Bize Sufyân es-Sevrî, Sa’d ibn İbrahim’den; o da (Ab¬dullah yâhud Abdurrahmân) ibn Ka’b’dan; o da babası Ka’b ibn Mâ-lik’ten tahdîs etti ki, Peygamber (Sav) şöyle buyurmuştur: “Mü’minin meseli yeşil ekin dalı gibidir ki, rüzgâr onu kâh eğer, meylettirir, kâh doğrultur durur. Münâfıkın meseli de sert ve düz çam ve dağ servisi gibidir ki; kökünden bir defada sökülmesi yâhud kırılması oluncaya kadar dimdik durmakta devam eder.”
*Bu yazıyı seviyesiz bir iddia olan; Beraat gecesini kutlama veya onun ile ilgili hadisleri reddeden kirli ve seviyesiz bir Reddiyecinin reddi üzerine ele aldım.
Birkaç kere yazmıştım;aslında bu zamanda islâmiyete yapılacak en büyük hizmet; İslâmın içinde bulunan bu ayrık otlarını temizlemektir.
MEHMET ÖZÇELİK
13-06-2014




MU’CİZELER VE SIRADAKİLER…

MU’CİZELER VE SIRADAKİLER…
Mu’cizeler peygamberlerin tasdikidir.
Peygamberleri doğrulayan onların insanlara karşı belgeleri durumundaki mucizelerdir.
-Bu memleketin ayrık otları durumunda olan kişiler,sırf mucizeyi kabul etmemek için inkâr ediyor ve arkasından inkârına tekellüflü,akıl ve mantık dışı deliller aramaya çalışıyorlar.
*”(Resûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edildi.”
*40 alimi bir delille yendim/Bir cahili 40 delille yenemedim.
-Kur’an-ı Kerim-de peygamberlerin gösterdikleri mucizeler o kadar açık ve nettir ki, yoruma bile gerek kalmamaktadır.
Cenab-ı Hak (c.c), Neml suresi 12-14. ayetlerinde mealen şöyle buyuruyor:
12-“Hem elini koynuna sok; Fir‘avun’a ve kavmine (gönderilen) dokuz mu‘cizeden biri olmak üzere kusursuz, bembeyaz (parlayan ve ışık saçan bir el) olarak çıksın! Çünki onlar bir fâsıklar topluluğu oldular!”
13-İşte mu‘cizelerimiz onlara (hakikati) açıkça gösterir bir şekilde gelince: “Bu apaçık bir sihirdir” dediler.
14-Kendileri de bunlara (bu mu‘cizelerimize) kat‘î olarak inandıkları hâlde, zulüm ve kibir yüzünden onları inkâr ettiler. Ama bak, o fesad çıkaranların âkıbeti nasıl oldu!
Ve devamı 15-19.ayetlerde mucizeler anlatılmaktadır.
Peygamberlere Allah’ın izniyle ,mucizeler verilmiştir.
Peygamberimizin mucizeleri;Miraç ,Ayın ikiye bölünmesi dir.
-Hz.İsanın mucizeleri, Hz.Musanın mucizeleri, Hz.Davudun mucizeleri, Hz.Süleymanın mucizeleri, Hz.Salihin mucizeleri, dir.
Her peygamber aslında bir mesleğin piri olmalarıyla da beşeriyetin önüne mucize yoluyla bir çığır açmıştır.
************
İlk nazil olanın surenin Fatiha olduğu görüşü zayıf bir görüştür.
“Âyet itibariyle ilk nâzil olan “İkra’ın başından Malem Ya’lem”e kadar beş âyet olduğu şüphesizdir. Sonra Müddessir’in başı veya Nun Velkalem’dir. Tam sûre olarak Fatiha’nın nüzulü ilk olarak gösteriliyorsa da Beyhakî’nin, bu rivayeti mürseldir. Hadîsin senedinden sahabe düşmüştür. Câbir Bini Zeyd de evvel nâzil olan “İkra’ sonra Nun Vel-kalem, sonra Müzzemmil, sonra Müddessir, sonra Fatiha sûresi” olduğunu iddia etmişti. Kur’an’da da bu sıra ile işaret olunmuştur.”
Sebebine gelince,mantıken de anlaşılır ki; -Eğer Fatiha önceden nazil olmuş ise;Neden –oku –emri geldiğinde peygamberimiz ben okuma bilmem desin?Eğer önceden ayet gelmiş ve okuyor idiyse….
-Neden korku,telaş ve heyecana kapılıp eve gelerek hanımı Hz.Hatice-ye,-Üzerimi ört,üzerimi ört-desin?
-Surelerin sıralanışı ilk gelmesi itibarıyla değil,Cebrailin yerlerini belirtmesi iledir.
*****************
SIRADAKİ…..
Soldaki elemanlarını aldığı yaradan dolayı içe çeken Ergenekon,B planı olan elemanlarını sıraya ve devreye koymuştur.
Kaypak olan zemin,eksen bozukluğu,dini kişiliğin oturmaması da bunu adeta mecbur kılmaktadır.
Tıpkı darbeci Kenan Evren-in dediği gibi ki;Bir sağdan astık,bir soldan…
Ne yani!Asmayıpta beslesemiydik!!!
-Ergenekon avı sırasında ümüğü sıkılan,ağzının fermalı kapanan birkaç dini ot-o-riter birden bire susuverdi!
-1980 öncesi furyasında önce kominizm,sonra da İran siyasi rüzgarı ve tehlikesi devredeydi.
Şimdilerde ise,iran zihin ve düşüncesi yani Şiilik ekilmeye çalışılmaktadır.
-O zaman iranın dini lideri Humeyni devredeydi,şimdi ise Mustafa İslamoğlu-nun pederi emekli vaiz Ahmet İslamoğlu-nun oğlu için yazdığı reddiyede de söylediği gibi;Tüm odası iran kitaplarıyla dolu,Humeyninin birinci adamı….-gibi..
Yenilir yutulur cinsden olmayan ağır ithamlarla şeytani oyuna dikkat çekiyor.
Dünkü tehlike Humeyni idi,şimdi ise çömezleri…
-Toplum fikren çözülmeye çalışılıyor.
******************
Bir gün bir arkadaş Mustafa Öztürk nasıl bir adamdır,dedi?
Acele etmedim,hissi davranmak istemedim,susup ihtiyatla yaklaştım.
Daha sonra İstanbul emekli vaiziyle habertürkteki sohbetini indirip izledim.
Emekli vaiz yumuşak bir ifadeyle bazı görüşlerine özellikle katılmadığını ifade ediyordu.
Daha sonraki bir konuşmasında Said Nursi ve Cevşen gibi konularda ileri geri konuşması,ölçüsüz çıkışları haddini bilmezliğinin bir göstergesi olarak kendisini göstermiş oldu.
Demek ki bu adam Sıradaki adamdı.
-Kendisini ne aşırı ne gelenekçi,ikisinin ortasında göstermeye çalışıyordu.
Geçmişi gelenekçilikle itham edip,basite irca ederek sulandırıyordu.
O da belli ki İslamoğlu-nun dümen suyundaydı.Aynı ağzı biraz daha masum görüntüler içinde göstermeye çalışıyordu.
-Mesela anlaşılmayan bir nokta şudur ki;Bir iddia da,cevşenin şimdiye kadar gün yüzüne çıkmamasının sebebi olarak;Hz.Ali silsilesinden ve şia alimlerince nakledilmiş olması gösterilmekteydi.
Şu anda bu şia taraftarı olanlar cevşeni neden tenkid ediyorlardı?
Bu bir tezad değil midir?
O halde mesele cevşen olmayıp,cevşeni öne çıkaran nurlu cemaat hedef alınıyordu.
Toplum dün olduğu gibi bu günde,kokmuş ve kokuşmuş heveslere itibar etmemektedir.
Ondandır ki,bir kısım ilahiyat mensubu,isminin başında simgesi olanlar,güvenilirliğini yitirmiş,toplumu ikna edememiştir.
Yapılanlar toplum cami ve camiasını değil,kendilerini kirletmişlerdir.
Toplumdaki ayrık otları bu İslam bahçesinin gücünü biraz alsa da,meyve vermesine engel olamamıştır.
-Sürekli ihtilafi konuları gündeme getirip,gündemde kalmaya çalışan insanlar;seviyeli insanlar değillerdir.
Geçmişte konuşulup çöpe atılan,ulemanın itibar etmediği görüşleri ortaya atanlar, muteber değillerdir.
Engelleyici görüş,destekleyici görüş değildir.
İmam Hatipler ve İlahiyatlar bulandırılmaya,yaralanmaya çalışılıyor…
-O kadar ittifaki noktaları kör olup görmemek,ilim meclislerinde ve hususi dairede konuşulacak hususları toplumun önünde konuşmak basiretli ve ilmi bir çıkış değildir.
-En önemli çıkış noktası ise;aklı ön plana çıkarmak,doğruluğunun kendi aklına göre ölçümlendirilmesidir.
Ancak o aklın da akıl olması gerekir.
Nitekim bu zat Ye’cüc-Me’cüc konusunda ilk defa farklı ve mantıki yorum getiren Bediüzzamanın;onların anarşistler – olduğu görüşünü benimsemektedir.
Bir müddet toplum bununla ve görüşleriyle meşgul edilip tarihin mezarına gömülecektir.
-Peki bundan sonra sıradaki kim?
Sıradaki gelsin!!!
MEHMET ÖZÇELİK
16-09-2014




GÜNAH AVRETİN AÇILMASIDIR

GÜNAH AVRETİN AÇILMASIDIR
“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”
Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.”
“Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti.
Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.”
-Günah ayıptır,avretin açılmasıdır.
Ayıbı ilk işleyen ve işleten şeytan olmuştur.
Şeytan fuhşun başıdır.İlk fahişe şeytandır.
Perdeyi ilk olarak yırtmış ve o mahrem kapıyı da açık bırakmıştır.
Şeytan hayasızlık yaparak,hayasızlık yolunu göstermiştir.
Böylece Cenâb-ı Hakka karşı gelmek en büyük hayasızlıktır.
“Utanmazsan dilediğini yap”hakikatınca,utanma ve ar duygusunun yırtılması veya kaybolmasıyla yapılmayacak ve işlenmeyecek günah yoktur.
Hayasız insan her şeyi yapabilir ve yapar.
Hakiki manadaki Tesettürden önce gerekli olan,haramlardan,günahlardan uzaklaşmaktır.
Başkasının açılmasından önce,bizim güzümüzün açılmaması ve kapanmasıdır.
Hz.Âdem-in Havva ile ortaklaşa işledikleri günah,Allah’a aid mahrem alana girmelerinden,Allah’ın emrine muhalif iş yapmalarından,gizli iş yapmalarından,fıtrata aykırı davranışlarda bulunmalarından,günahlara gidecek kapıyı aralamalarından dolayıdır.
Örfümüzde kadın avrat,insanın ayıp yerleri avrettir.
Namazın şartı avret mahallerinin örtülmesidir.
Avret her insanın kendi mahrem alanıdır.Özel sahasıdır.Mayınlı tarlasıdır.Hudut ve sınırıdır.
Haya nefsin frenidir.İmanın bir şubesidir.
Hayvanlarda avret yoktur.
İnsanı hayvandan ayıran ayırıcı avrettir.Avretin gitmesi bir manada insanlığın gitmesi demektir.
Şeytan Hz.Âdem ve Havvanın bam teline dokunmuş,püf noktalarını yakalamış, pes ettirici yerini elde etmeye çalışmıştır.İşi baştan halletme yoluna gitmiştir.
Kendi mahremine başkalarının bakmasını hazmedemeyen bir insanın, başkalarının mahremine bakmasına ne akıl,ne vicdan müsaade etmez.
Domuzu diğer hayvanlardan ayıran en belirgin fark,kendi cinsini kıskanmamasıdır.
İnsan yaratılışı gereği kıskanç yaratılmıştır.Buradaki kıskançlık,haset ve çekememezlik manasına değildir.Kişinin kendi değerlerini sakınması ve korumasıdır.
‘Bir günah işleyen,bin gün âh çeker’misali,günah mahcubiyetin,bir ömür hatta sonsuz hapsin bedelidir.
Haram bir sancıdır.Dünya,kabir ve sonrasında devasız bir hastalıktır.
Lut kavmi ve asrımız asırların bu noktada yüz karasıdır.Mahremiyetini yırtmış,insanlık elbisesini soymuştur.Bu hem maddi ve hem de manevi olarak sürdürülmektedir.
Haya damarı çatlayan bir insanın yapamayacağı bir şey yoktur.
*Allah Rasûlü: “Günah senin gönlünde daraltı meydana getiren şeydir”
Günah insanın maddi ve manevi aleminde bir kısırlıktır..darlıktır..karanlıktır.
Maddi ve manevi yönden açılma,sefahet ve rezalet,günah nisbetindedir.Günahın çokluğu açılmayı daha da arttırmaktadır,açılma da günahı arttırmaktadır.
Cennetteki avret yerinin açılması günah ile olduğu gibi,dünyada Kabilin Habilin kanını ilk akıtması da avrat ile olmuştur.
Günah-avret-avrat;insanlık tarihince insanlığın en büyük üç imtihan sorusu ve sorunudur.
Efendimiz de,avretini koruma garantisi verene,cennet garantisini vermektedir.
08-11-2011
MEHMET ÖZÇELİK




KİMİN HUKUKU ?

KİMİN HUKUKU ?

Bu hukuk kimin hukuku?

Bizim mi?

Kaç kişi inanıyor buna?

Uğur Mumucu bunu şöyle yanımlar:” Türk vatandaşı ; isviçre medeni kanunua göre evlenen,italyan ceza yasasına göre cezalandırılan,alman ceza mahkemeleri usulü yasasına göre yargılanan,fransız idare hukukuna göre idare edilen ve islam hukukuna göre gömülen kişidir.”

1924-1960-1982 anayasaları hep hukukçuların onayladığı,yaptığı ve yaptırdığı darbe anayasalarıdır.

Türkiyede en son düzelecek kurum,hukuk ve adalet kurumudur.

Hukuktaki bozulmalar tüm kurumları da bozmaktadır.

Askeriyenin bozulmasının temelinde hukuk var,milli eğitimin hantallık ve kısırlığında hukuk var.

Nerede yok ki?

Eğer Türkiye-nin düzeldiğini görür ve de duyarsanız,biliniz ki hukuk düzelmiştir.

Hukuk savaşının en çok yaşandığı merkez hukuku şekillendiren Hsyk olmuştur.

Önce darbeciler,sonra solcular,sonra paralelciler,şimdi devletin ele aldığı ifade ediliyor.

Göreceğiz.

Türkiyenin bir asırlık sürünmesinde hukukun hukuksuzluğu olduğu gibi,ayağa kalkmamızda da önemli rol oynayacak olan yine hukuktur.

Faili malumlar hukuk tarafından meçhul hale geldi.

Bir asırdır içi doldurulmayan rejimi ve kemalizmi koruma adına,bir çok insan harcandı.

Bir asır yitirildi.

Hukukun düzeldiğini gören ve duyan olursa,bir zahmet aşağıdaki meçhul telefona acilen bildirsin…

Bilmeyen var mı?

Neyi mi?

Yapanın yanına yaptığı kâr kalıyor!!!

Şimdilik dünyada…

*Dün darbe için orduyu kullananlar,bu gün polisi kullanmaktadır.

 




MEZHEBLER

                                                               M E Z H E B L E R  

            Peygamberimiz zamanında sahabilerin bir meselesi olduğunda Peygamber efendimize         varıp,problemlerini Peygamberimizin tavsiyeleri doğrultusunda,dolayısıyla vahiy ile çözülürdü. Birinci asırdakilerin problemlerini çözecek amil mevcut idi. İkinci devrede,farklı insanların ve fırkaların İslâmiyete girmeleriyle meselelerde çoğaldı. Merkezden muhite doğru bunları çözecek unsurların azlığı ve zaman içerisinde bunlarında vefatı çözümü zorlaştırmaya başladı.

            Her kes bizatihi Kur’an-ı bilecek ve anlayacak seviye ve kapasitede olmadığından ve olamayacağından bunların tedvini ve içtihadı zarurileşti.

            Kur’an ve Hadis kaynak alınarak,çözülmesi zor meseleler hakkında hüküm bulunanlarla kıyaslanarak veya ümmetin ileri gelen bilginlerinin icma’ ve ittifak ettikleri noktalar esas alınarak sağlıklı ve sıhhatli görüşler oluşmuş oldu. Bu görüş ve görüşler zaman içerisinde tasvib görerek benimsendi ve gidilecek yol anlamına mezheb adını aldı.

            Ve böylece gidilen yol anlamına gelen mezheb ifadesi [1] , zamanla gerek amelde ,gerekse inançtaki uygulamaların farklı gidişatından dolayı farklılıklar arz etmiştir. Ve bu durum genelde o çığırı açanın adıyla adlanmış,fikir ve düşüncesiyle şekillenmiştir. Adeta onun kimliği mezhebi ve onun kimliğini oluşturmuştur. Mezheb onun bir şablonu olmuştur. Tabilerine göre de ya var olmuş,yada varlığını gösteremeden yok olmuştur.

            Sosyal yapının farklılığı da,fikirde farklı düşünceyi ön plana çıkarmıştır. Nitekim İran daki fikir akımlarının temel yapısında şii düşüncenin yatması gibi.[2]

            Mezheb;bir tarz,bir usul,bir metot,bir vitrin,bir kimlik ve bir özelliktir. Kabiliyet,fikir ve düşüncelerin değişik şekillerde yansımalarından ibarettir. Buda kendi içerisinde ifrat,tefrit ve vasat üçgeninde şekillenmeye sebeb olmuştur. Vasatı olan orta ve dengeli kısmı;Ehl-i Sünnet ve Cemaatı oluştururken,ileri ve geri kısmı da bid’a ve sapıklıkların kaygan yollarını doğurmuştur. İnsanların ayaklarını kaydırmıştır. Batmakla kalmamış,bir çoklarını da kendileriyle beraber batırmıştır.

            Nitekim,Ehli bid’at olan mezheblerden Şia,Haricilik,Cehmiyye,Mu’tezile,Kaderiyye, Batıniyye,Babiyye,Bahaiyye gibi akımlar kurucularının keyfi yorumlarından kaynaklanmıştır. [3]

            İhtilaf insanın fıtratında olan bir özelliktir.[4] Ancak yeşertilmesi ve biçimlendirilmesi insanın elindedir. Kur’an ve O’ndan çıkan mezhebler yanlışları tashih,doğruları tayin etmek üzere zuhur etmiştir. Bunu te’yiden ayette:” Doğrusu bu Kur’an, israiloğullarına,hakkında ihtilaf ede geldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.”[5]                          

            Çünki elde miyar vardır. Hadiste:”Ümmetim dalalet üzere birleşmez. İhtilaf gördüğünüzde SEVÂD-I AZAMA YAPIŞINIZ(iLTİZAM EDİNİZ.)”[6] ,ve Malik bin Enes’den:”Bu ümmetin ahiri ancak evvelinin salah bulduğu şeyle salah bulur.”[7]

            Bir Yahudi Hz. Ali’ye:” Daha Peygamberinizin cenazesini kaldırmadan ihtilafa düştünüz”deyince Hz.Ali:” Biz,onun için ihtilaf ettik,yoksa onun hakkında ihtilaf etmedik. Sizler ayaklarınızda (Mu’cizevi şekilde geçtiğiniz,kızıldenizin)suyu kurumadan, Peygamberinize:” O Mısırlıların ilahları gibi,bize de ilahlar yap.”dediniz,demiştir.[8]

            Bu ölçü ve samimi niyetle ,hakkı aramak amacıyla yola çıkan bir müçtehid Hadisteki şu manaya mâsadak olur:”Hakim (Müçtehid) içtihad ederde doğru hükmü bulursa iki ecir,(bir rivayette on) içtihad ederde hükmünde yanılırsa bir ecir alır.”[9]

            Farklı gibi ortaya konmuş olan hükümler;Peygamberimizin farklı zaman ve zeminlerdeki uygulamalarından farklılık arz etmektedir. Buda gerek onun ve gerekse de getirdiği hükümlerin bütün insanlığı kucaklayacak evrensel hükümler olduğunu göstermektedir. Birkaç misal verecek olursak;

            -Tebük gazası sırasında misafirler için geceli-gündüzlü üç,mukimler için bir gece bir gündüz mest üzerine mesh emir buyurdu.[10]

            Ve tam teşekküllü fotoğraf Şafii hukukçularına göre caiz görülmezken Hanefi hukukçuları kerahetle beraber caiz görmüşlerdir. Asrımızda Mısır alimleri ise:”Yasak olan sadece gölgeli resimlerdir;yani heykellerdir;kalemle çizilen veya makinayla çekilen fotoğraflar gibi gölgesiz resimler,caizdir.”demektedirler.[11]

            En çok münakaşa edilen konulardan biri olan Dar-ı Harb konusunda Serahsiye göre;Şirk ahkamının tamamıyla-yüzde yüz uygulanması. İmam-ı Azama göre hakimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehli küfürde olması,öyle ki;İbni Abidine göre;Müslümanların ahkamı ile müşriklerin ahkamının beraber uygulanması bile orayı Dar-ı Harb yapmamakta,çıkarmamaktadır.[12]

            Ve Cuma namazı konusunda İslam alimlerinin, Cuma namazı ile ilgili ayet ve Hadis ve nakillerine baktığımızda görülen ortak nokta şudur:”Bütün mesele cumayı kılmamak değil,belki en sağlıklı ve sevaplı kılmayı sağlamak üzerine bina edilmiştir. Cuma ve ondan hasıl olacak maksatlar hedeflenmiştir.[13]

            “ Şafii mezhebi ile Hanefi mezhebinden bir kavle göre;zaruret olmadığı halde birkaç yerde Cuma namazı kılınırsa ilk Cuma namazı sahih,diğerleri ise sahih değildir.”denilmiştir.[14]

            Gerek Peygamberimizin döneminde,gerekse ilk dönemlerde Zuhru ahir namazı kılınmayıp,gelişmeler ve bir çok farklı yerlerde Cuma namazının kılınma zaruretinden,birisinin sahib olup,diğerlerinkinin batıl olma tehlikesine karşı ihtiyaten kılınmış olmaktadır. Ancak İmam Muhammede göre farklı yerlerde kılınması caiz görülmüştür. Fetvada bu merkezdedir. Ferdi anlamda; Zuhru ahir nafile neviden düşünülürken,diğer taraftanda kaza namazlarının kılınmış olması uygulanacak güzel uygulamalardandır.

            -Namazda Fatihayı okumaya güç yetiremeyenin öğreninceye kadar kendi dilinde (Farisi)okunmasını caiz görmekle beraber,Ebu Hanifenin daha sonra bu görüşünden vaz geçtiği rivayet edilip, Bediüzzaman da bu fetvanın hususi olduğunu ifade eder.[15]

            Hanefiye göre Nebiz haram,şafiiye göre helaldir.Bu durumda Hanefi Şafiiyi nasıl tenkid edecektir. Bundan dolayı;Tenkid mücerred ilim adına yapılırsa kıymetlidir. Zira yapıcı olmıyan tenkidler iki sebeble yapılır; Biri,karşıyı küçük düşürmek, İkincisi;kendisini büyük göstermek,onun üzerinde bir üstünlüğe sahib olduğunu bildirmek içindir.

            Geçmişten günümüze İslâmın mezhebler yoluyla ittifakı temin etmesine karşı günümüzde görmekteyiz ki; İngiliz entrikaları her yönüyle tecelli etmektedir.

            İslam devletlerinin başlarındaki gerek idarecilerde,gerekse idaredeki, halk ile olan uyumsuzlukta ingiliz entrikasının mevcut olduğunu İngiliz ajanı Hempher kendi itiraf eder.[16]

            Toplumu ölmüş gitmiş,hiçbir faydası olmayan insanların münakaşasıyla uğraştırır. Onların kendi aralarında bir meselesi yokken,insanları onlarla problem sahibi yaparlar.[17]

            Faizin her çeşidini yaymak lazım geldiğini[18],doğumu sınırlandırıp,birden fazla evliliğe mani olunmasını[19],birer itiraf olarak dile getirir.

            Dünyada olan belirsizlik ve değişimler İslâm alemini de etkilemektedir. Son iki asırda ortaya atılan mezheblerin tevhidi veya diğer tabirle Cemaleddin-i Efgani,Muhammed Abduh,Abdurrahman el-Kevakibi ve onların halefleri olan Reşid Rıza,İbn Badis ve onlarında halefliğini üstlenen ve kaynağının Mısırda olduğu ve bu fikir akımlarını devam ettiren Ferid Vecdi,Ahmed Emin gibi şahsiyetlerin ıslah,tecdid proje ve düşünceleri su-i istimale açık bir doktrin ve harekettir.[20]

            Bu faaliyetlerin altında batıdaki reform faaliyetlerinin etkisi söz konusudur. Oysa kıyas,kıyası maal-fârıktır. Zira batının dini olan Hristiyanlık hak bir din değil ki,onda yapılan değişiklik bizde de geçerli olsun! Ancak bu çalışmalarına rağmen “bütün sosyal sınıfların meseleleri için çözüm üretemedi.”[21]

            İlk kaynaklara dönüş fikrini savunarak ıslahçı müelliflerin mezhebleri taklidden uzaklaşmayı kabul etmekle masumane bir hareket içerisine girme fikrini savunan Reşid Rıza[22] ve zamanımızda Hüseyin Atay gibiler kendi fikirlerini benimsetirken İmam-ı Azam ve İmam-ı Nevevi gibi şahsiyetleri tezyif ve tahkir ederek geçmişi yıkmakla büyük tahribat yaptıklarının farkında ve şuurunda değillerdir. Bunu da taklid yerine ittiba-ı esas almayı benimserler. Teklif güzel,uygulama yanlış. Bazı şeyleri kabul uğruna,bir çoğunu red çıkmaktadır.

            Herkes ehli tahkik değildir. Herkes müçtehid değildir. Bediüzzamanın ifadesiyle;bu zamanda içtihad kapısı açık olmakla beraber altı mani ve engel olduğunu[23] söyleyip şarta bağlamaktadır. Bunu biraz daha serbest bırakan Reşid Rıza ve taraftarları,ashab döneminin icmaını kabul etmekle yetinir.[24] Oysa bu hareketiyle,sınırlandırma yoluna gideyim derken,insanlar sayısınca sınırsız bir yol açmaktadır. Sağlıksız bir çok görüşlerin doğmasına zemin hazırlamaktadır.

            Hanifi fakih ve muhaddislerinden İbn Batta,itikadi konulardaki ihtilafların dini tahrif olduğu gibi, Kur’an-la yetinilmesi gerektiğini iddia etmek sonuçta dini etkisiz hale getirmeyi doğuracağını ifade eder.[25]

            Bu konuda tefriti de doğuran ifrat hareketler,mezhebleri reddetme olaylarının atılan cahilce adımları yer etmese de,zihinlerde yaralar açacaktır. Yıllarca bu meseleler gündemde tutulmaya çalışıldı. Bazen partiler vitrinine konularak,bazen dini kisvelere bürünerek ittifakı değil,ihtilafı körükleme yoluna gidildi. Hatta öyle ki bunun Türkiye ye Malatya dan girdiği de[26] ifade edildi. Bu ifade bütün bütün yabana atılacak bir iddia değildir. Zira Malatya da hemen hemen her hizbin sivri uçlarına rastlamak mümkündür. Bu duygudan da istifade ile mezhebleri kabul etmeme,içtihad ve yeni müçtehidler türemeye başladı. Gerçek bir alimi titreten bir meselede,rahatlıkla bıyığı terlememiş gençler yorumlarını yorulmadan yorumluyorlardı. Böylece adam sayısınca anlamlar daha doğrusu anlamsızlıklar doğuyordu.

            Tenkidi ibadet sayan Said Çekmegil bunlardan birisidir. Değerli meslekdaşım Ziya Kesriklioğlu “Müslümanı Anlamaya Çalışmak” adlı kitabının “Tenkid İbadet Olur mu?”[27] başlıklı makalesinde ondan bahsetmiş. Ve bir gün reis yardımcılığı makamında üçümüz oturuyor,bu konuyu tartışıyorduk. S.Çekmegil’e şunu söylemiştim; Müsbet manadaki tenkidde hakkı aramayla beraber bulmak hedeflenir. Şeytani tenkidde ise,hakkı bulmak ve ulaşmak esas ve gaye değildir. İfrat derecesindeki böyle bir tenkidin ibadet değil,şeytani bir hareket olacağını ve bir gün kendisi hakkında da yazacağımı söylediğimde sükut etmişti,ikrardan…

            İşte bu harekettir ki,başları dine bağlamayıp,dinden çıkartmaktadır. “Onlar okun yaydan çıktığı gibi,dinden çıkarlar.”hakikatına tam mâsadak olmaktadırlar. Zira bu tarz bir tenkid tedavi etmek için daha büyük,kapanmaz bir yara açmaya benzemektedir. Bir yanda tedavi meyli,diğer yanda yaralama fiili. Kötü niyetli için bu durum bir hıyanet iken,iyi niyetli için ahmakça bir harekettir. Marifet yara açmadan tedavi etmektir. Adeta ışınla tedavi gibi.

            Bediüzzamanın da tesbit ettiği gibi;beşer ” tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarzı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden,mezhebler taaddüt etmiştir. Eğer,beşerin ekseriyeti mutlakası bir mekteb-i alinin talebesi gibibir tarzı hayatı içtimaiyeyi giyse,bir seviyeye girse;o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i alem,o hale müsaade etmediği gibi,mezahib de bir olmaz.”[28]

            Mu’tezile ve Harici gibi batıl mezhebler başka dinlerden değil,İslâmın içerisinden yaptıkları bu tenkidlerle dışına çıkmışlardır. Adeta hakkı içinde değil de dışında aramaları,batılı manada felsefe yapmaları safsatalara kapı ve yol açmış oldu. Nice iyiler vardır ki,iyilik zanniyle kötülük yapmışlardır. İşte daha geniş manadaki 73 fırkanın ancak birisi isabetli harekette bulunurken,72-si sapmakta ve saptırmaktadır.

                Adalet,ölçü ve muvazene vasatta yani orta yoldadır. Umum imamların çizdiği o büyük yol ve cadde ve o büyük yolun büyük yolcularının gittikleri yoldur. Hevâ ve hevesten uzak.

            Ekalliyet,münferit hareketler,fevri çıkışlar ise;nazarları kendine çeviren hissi hareketlerdir. Damdan düşmeler gibi. Bunlar mahduttur ve de cevabını bulmuştur. Türkçe Kur’an,ezan,ibadet,hutbe,dar-ı harb,içtihad gibi. Açılan yara öyle büyümektedir ki,artık ehli olmayanda bu konuları gündeme taşımaktadır. Bütün bunları temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp sunmaktaki amaç;İslâmiyeti daha iyi yaşamak yönünde değil, belki yapılmayan durumlar karşısında vicdanı rahatlatmaya çalışmak,nefse fetva vermek,yaşamama yolları keşfederek,o yolda gitme sıkıntılarıdır. Problem yaşayandan değil,yaşamayandan kaynaklanmaktadır. Uygulayanın dert edinmemesine rağmen,uygulamayanın derdini ortaya atması kendisine ait bir dert olup,ancak kendisini bağlar,umumu bağlamaz. Yeter ki gölge etmesin!

            Yanlış bir anlayışta,İslâmiyeti hükmüyle,,her şeyiyle ortadan kalkmış,yürürlük de olmayan Hristiyanlık ile mukayese yapmak,reform düşüncesiyle tahrib etmektir. Oysa Hristiyanlığın meseleleri   elbise gibidir, değiştirilebilir. Zaten yanlış olduğundan bir zarar değil,fayda sağlar. Katolikden Protestanlığa geçmek gibi.        

            Oysa İslâmın gerek inanç,gerekse de muamelat konuları,etle cildin kaynaşması gibidir. Cildi çıkarmaya çalışmak,hayatı yok etmek demektir. İslâmın temel kaynakları olan;Kur’an,Sünnet,İcma ve Kıyas bütün zaman ve zeminlerde hükmünü icra etmekte,geçerliliğini ve tazeliğini korumaktadır.

            Hristiyan alemi dinlerinin esaslarını Hz. İsa-dan almadıklarından,hem Hz. İsa dünyada hakim olup hükümleri sosyal hayatta geçerli olmadığından,insanlar kaynağı kurumuş değişik yerlerden aldıklarıyla beslenmektedirler.

            İslâm dini;toplum hayatına hakim durumda olup,hükmü her mekanda yürürlükte olan dinin inanç ve muamelat meselesinde doğrudan Peygamberimizden alınmakta,ondan öğrenilmektedir. Böylece onun tedrisatı kıyamete kadar sürmekte,geçerliliğini korumuş olmaktadır.

            “Mezhebsizler”[29] adlı kitapta da genişçe tahlil ve tesbit edildiği üzere,istikrarsız insanlar insanları da istikrarsızlığa sevk ederler. Hayatlarında ve sözlerinde zikzaklı bir yol izlerler.

            Mezheblerin doğması bir cihette kelam ilminin doğmasıyla gelişme gösterir. İtikadi görüşlerdeki farklı anlayışlar,temel konuda bu mezheblerin özellikle Mu’tezile,Cebriye ve Kaderiye gibi mezheblerin önemli çerçevede gün yüzüne çıkmalarına sebeb olmuştur. Özellikle Allah’ın zat ve sıfat,irade ve kader gibi konularda açıkça farklılıklar,görüşler[30] bunların iftirakına ve ayrılmasına neden oldu.

            Bunlar genel olarak,amelde ehl-i sünnet ve cemaatın çoğunluğunun kabul edip uyguladığı;[31]

            İmam-ı Azam Ebu Hanife,Nu’man bin Sabit-in görüşlerinin ağır bastığı Hanefi mezhebi.

            İdris b. Şafiinin görüşlerinin ve içtihadının tedvin edildiği Şafii mezhebi.

            Ahmed b. Hanbelin görüşlerini ihtiva eden Hanbeliyye mezhebi.

            İmam-ı Malikin görüşlerinin toplandığı Malikiyye mezhebi

İtikatta ise;İmam Muhammed Maturidinin görüşlerinin toplandığı Maturidiyye mezhebi.

İmam-ı Eş’ariyyenin görüşlerini ihtiva eden Eş’ariyye mezhebi.

Bunların dışında mevcut olan bir kısım ameldeki mezhebler hak olmakla beraber ya mensubu olmadığından veya birinci derecede kabul görmediğinden varlığını devam ettirememiştir. Veya batıl ve hak olmayışından dolayı itibar edilmemesine veya az bir mensubunun olmasına sebeb olmuştur.

Netice itibariyle;Gerek amelde,gerekse de itikatta,tarihin süzgecinden süzülenler süzülmüş,sağlamlılığını devam ettire gelmişlerdir. Süzülemeyenlerde ya ölmüşler yada mevzi-i münakaşaları sürdüre gelmişlerdir.

Ehli sünnetin sıratı müstakim ve ehli İ’tizalle Cebriyenin ifrat ve tefritleri;ayetleri anlama farkından doğmuştur.[32]

Başlangıçtan günümüze fikirlerin doğmasına,farklılıkların ortaya çıkmasına,bir yandan da döküntülere sebeb olan bu fikri münakaşa ,sonuçta,yerini bulanlar ve bulamayanları doğurmuştur.

İslâmın başlangıçtaki zenginliği,sonuca doğru zenginliklerin-gerek fikirlerde,gerekse uygulamada-çıkmasını,kabiliyetlerin gelişmesini sağlamıştır.

Günümüzle şöyle bir mukayese yapacak olursak;Günümüzdeki meseleler,gündelik meseleler olup,günlük yer işgal ederler. Saman alevi gibi bir anda parlar ve söner. Pek de geleceği dolduracak ve doyuracak bir kapasiteye sahip olmayan münakaşalardır. Geriye bakıldığında iz bırakan değil,leke bırakan kavgalı bir yapı…

Proje üreten toplumdan ziyade,üretenleri üğüden ve tüketen bir manzara oluşturmaktadır. Bu günkü uğraşılan bu meseleler ile beraber, geçmişteki meşgul olunan eğitim,kültür ve fikir yapısındaki oluşan büyüklüğün farkı zahirdir.

Köklü bir yapı ile,köksüz bir yapı…Bir yanda kimliğini bulmuş bir milletin zenginleşme çabası,diğer yanda kimliğini bulamamanın ezikliği altında kıvranan bir toplum…

Hak mezheblerin tek bir mezheb ile sınırlandırılmayıp,çok olması o dinin zenginliğinden ve de farklı kabiliyetlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Neticede aynı noktada ve tek bir havuzda toplanılmaktadır.

Özetle;Osmanlıda gerek mezheb,gerekse de fikir akımlarının çıkması,ileriye dönük fikir akımlarının artmasına,köklü meselelerle umumi çapta iştiğal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Şimdi ise;bu meselelerin gündelik ve siyasi olayların ğubarı altında kalıp,konuşulmaması,unutulmasını da netice vermektedir.

Akıl ve fikir değil,cerbeze hakim kılınmaktadır.

Mezhebler kendi i,çerisinde 3 kısma ayrılır:1)Fıkhi –ameli-mezhebler. 2)İtikadi mezhebler. 3)Yeni çıkan mezhebler.

                                   –     FIKHİ           MEZHEBLER     –

                                      –     HANEFİ       MEZHEBİ   –

                H.80-150yılları arasında yaşamıştır.Asıl adı Nu’man b. Sabit olup büyük imam olmasından dolayı İmam-ı Azam,Hanife-nin babası anlamına da Ebu Hanife adıyla zikredilmektedir.

Küçük yaşından itibaren Kur’an-ı Kerimi hıfzeden imam,diğer islam bilgilerinden de derinleşme yoluna girmiştir.

Emevi ve Abbasiler döneminde (50+20=70 yıl) yaşayan imama Mansur Kadılık teklif

eder. Bunu kabul etmeyen imamı hapse atar ve 15 gün sonra vefat eder.

Fikirlerin çarpıştığı yer olan Irakta yetişen imam kitap ve sünnetle beraber kıyası çok kullanırdı. Rey ehli idi. kıyası yaparken,olayları tüm yönleriyle ele alır,ona göre kıyasla hüküm verirdi.

Hanefi mezhebinin kuruluşunda talebesi Ebu Yusufun (Ö.H.182,M.798) büyük katkısı olduğu gibi, yayılmasında da önemli rol oynamıştır.

İmam-ı Muhammed ve Züfer de bu mezhebin te’sisinde harç rolünü oynamışlardır.

Bu konuda bir beyitte;” Fıkhı İbn-i Mes’ud ekti,Alkame biçti,İbrahim Naha-i harman yapıp dövdü,Ebu Hanife Nu’man öğüttü,İmam Ebu Yusuf Yakub hamurunu kardı,İmam-ı Muhammed-de ekmek yapıp pişirdi,diğer insanlar da hazır yiyorlar.”

Özellikle Osmanlı döneminde devletin resmi mezhebi oluşu,yayılışında önemli rol oynar. Özellikle dört mezheb içerisinde en çok mensubu olan mezhebdir. Ağırlıkla şehirlerde yaşıyanların kabul edip uyguladığı bir mezheb olmaktadır.  

Fıkhın ruhu olup bir umman olan Nu’man bi Sabit;İmam-ı Suyutinin de delil olarak aldığı gibi;[33]”İlim süreyya da asılı bulunsaydı,o ilme fars neslinden bir adam yine de sahib olurdu.”Hadisine mazhar olmuş üstün bir şahsiyettir.

Bir gece rüyasında:” Rasulullahın kabrini açıp,mübarek kemiklerinin parçalarını bir araya getirir şekilde gördüğünü”söyleyen imamın,rüyasını yorumlayan rüya yorumcusu İbn-i Sirin-in şöyle yorumladığını ısrarla anlatmasını isteyenlere şöyle nakleder:”Rasulullahın kabrini açmak,üzeri örtülü kalan ilmi açmak,kemiklerini bir araya getirmekte,sünnetini bir araya getirmektir,dedi. Benim ilmi faaliyetim bunu yapacağımın işareti imiş.”der.[34]

Takva sahibi imam yiyeceğe dikkat eder,haramdan şiddetle kaçınırdı. Öyle ki hırsızlarca çalınan bir koyun sebebiyle uzun müddet et yememiştir.

İmam-ı Azam-[35] ın üstünlüğü umum alimlerce kabul edilmektedir. Ticaretle uğraşıp maddi imkanlarını ve o imkan ile talebelerin okumasını temin eden imamın en belirgin ve ilk akla gelen hususiyeti,fakihliğidir. Buda onun gerçek ve mümtaz vasfını göstermektedir.

Hacda iken Muhammed Bakır’a İmam-ı Azam gösterilerek;-işte dini yıkan adam-denildiğinde,M.Bakır hiddetlenir ve imam onu sükunete davet ederek şöyle der:” Ben hiçbir şeyi aklımla yapmış değilim” Ve,Meni mi pis,bevl mi? diye sorduğunda M.Bakır, Bevl deyince,-evet-bende öyle diyorum. Eğer ben aklıma göre hareket etseydim,her bevilden sonra guslün gerekmesini söylerdim. ( Hadiste de,kabrin en büyük cezasının bevl-den olduğu belirtilir.)

-Oruç mu,namaz mı daha faziletli? –Namaz-deyince-evet- der. Akla göre gitseydim kadınların hayız halinde iken terk ettikleri oruç ve namazdan orucu değil,namazı kaza etmelerini söylerdim.

-Abdestte ayakların altımı,üstümü yıkanır? –üstü-deyince,kirlenen altıdır. Altın meshedilmesini söylemem gerekirdi,diyerek ilzam eder.

Hanefi fakihi İbn-i Abidin şöyle buyurur:” Bir işin,bir ibadetin sahih olması için dört mezhebten birine uygun olması lazımdır.Bir ibadeti yaparken,şartlarından biri,bir mezhebe,başka biride,başka mezhebe uygun olursa,bu ibadet sahih olmaz.”[36]

 

                                   –   İMAM-I   ŞÂFİİ   –

            Ebu Hanifenin vefatıyla dünyaya gelen (150-204) İmam-ı Şafii;Rasulullahın müjdesine mazhar olmuş,anne ve baba tarafından neseben Rasulullaha varan mümtaz bir şahsiyettir.

            Hadiste:”Kureyşten bir alim çıkacak,yer yüzünü ilimle dolduracaktır.”[37]                  

            İlme karşı gayet hırslı olan imam-ı Şafii;gecesini üçe ayırır:Bir kısmında ilmi çalışma yapar,bir kısmında ibadet ve diğer bir kısmını da uykuya ayırırdı. bu özelliğindendir ki;daha 9 yaşında hafız,15 yaşında da fetva vermeye ehil olduğu görülür ve bilinir.[38]

            İmam-ı Malikin hadis kitabı olan Muvatta-ını ezberleyen Muhammed İdris bin Şafii,zeka bakımından gayet üstün bir zekaya malik bir şahsiyettir.

            Diğer zatlardan İmam-ı Malik,Ahmed bin Hanbel,İmam-ı Azamın talebelerinden İmam-ı Yusuf,İmam-ı Muhammed ve bir çok alimle görüşen bu zat,hayatını ilim tahsiliyle de noktalar.

            Şam-da,Gazze de dünyaya gelen İmam_ı Şafii,Mısırda kalıb orada vefat etmesi,Mısır ve Şam da kabul görmesini sağlamıştır. Oranın resmi bir mezhebi olmuştur.

            Dedesi Şafii Peygamberimize kavuşmuş,babası Sabit de Bedir gazvesinde islamiyeti kabul eden bir sahabidir.

            İlim için seyahatta bulunmuş,Irak da İmam Muhammed-den ders almış,bir çok eser yazmıştır.

            Usul-i fıkhın kurucusudur.

            Kitap,sünnet,icma-ı esas alır,ona göre hüküm verirdi.

            -Her yıl Rum diyarından Harun Reşide haraç gelirdi. Bir defasında gelmeyince dediler: Bizimde alimlerimiz var. Müslüman alimlerle yarışsınlar. Eğer müslümanlar yenerse bu haracı öderiz. Bizimkiler yenerse biz müslümanlardan isteriz,dediler ve bahse 400 ruhbanla katıldılar.

            Halife Şafiiyi çağırttı. Şafii-de dicle ırmağının yanında oturalım,dedi. Bağdad halkı,ulemalar ve halifede hep katıldılar. Şafii hazretleri de bir aba giymiş olduğu halde geldi. Seccadesini Dicle ırmağı üzerine döşedi,üstüne oturdu.

            -Kim benimle muhasebe edecekse gelsin,dedi. 400 Rahib Hz: Şafii-den bu kerameti görünce hepsi birden müslüman oldular. Durumu Kayseri Rum-a haber verdiler. Durumu öğrenen Rum Kayseri;-Şükür bu kadarına. İyi ki burada değildi. Bur da olsa tüm tebaam müslüman olurdu,dedi.

 

                                               –       İMAM-I   MALİK   –

H.93-179 yılları arasında yaşayan İmam Malik,Medine de doğup,orada vefat etmiştir.

Kırk sene çalışarak 100 bin hadis toplayarak,bunlar içerisinden 4 binini seçip oluşturduğu Muvatta kitabı meşhur eserlerdendir.[39]

İlimde mükemmel olan bu zat,takvada da öyle idi.

Harun Reşid kendisine,çocuklarına ders vermek için saraya gelmesini teklif ettiğinde:” İlim gelmez,ilme gelinir.” sözüyle zühd-deki tavrını da göstermiştir.

Kitap,sünnet,icma ve kıyası delil olarak kabul etmekle beraber Medine ehlinin ameline de i’tibar eder. O kendisi için bir tercih sebebidir.

 

 

                                 –   AHMED BİN   HANBEL     –

164-241 yılları arasında Bağdad-da yaşamıştır.

Hadisle ziyade iştiğalinden dolayı Muhaddis olarak da zikredilmektedir.

Bir milyon hadisi hıfzına alan bu zatın mezhebinin mensublarının diğerlerine göre az olması;çıktığında diğerlerinin çıkmış ve yaygın olmasındandır.

30 bin hadisten oluşub,7 yüz bin hadisten seçilen meşhur –Müsned- adlı hadis kitabına sahibtir.[40]

Takva ve azimeti esas tutan bu zat;gece kıldığı iki rekat namazın birinci rekatında Kur’an-ın yarısını,diğer ikinci rekatında da diğer yarısını okuduğunu ifade etmiştir.

Halife Me’mun zamanında içtihadi bir durum olan –Kur’an mahluk mu,değil mi?-tartışmasından dolayı,ağzından çıkan sözün ve nefesin mahluk olduğunu- Lafzen ve manen Kur’an-ın mahluk olmadığını ifade edip kabul etmeyen imamı, 28 ay hapis de bırakıp,işkenceye maruz bırakarak, vefatının da bundan kaynaklanan sıkıntılardan meydana geldiği de bildirilmektedir.

 

                                                           –   ZAHİRİYYE   –

 

Bu mezhebi ortaya atan iki alimdir. Birisi, Davud ez- Zahiri el- İsbehani-dir. (Ö.H270) Bu zat mezhebin ilk kurucusu sayılır.

İkincisi de;İbn-i Hazm el- Endülisidir. (Ö.H.456) Mezhebin kurucusu olma vasfına sahib bulunmakla beraber,Zahiri mezhebini açıklayan ve bütün delillerini ortaya koyan odur.

Adından da anlaşıldığı üzere ;Zahire göre hükmeden bu mezhebin referansı ve kaynağı Kur’an olup,re’yi kabul etmez. Sadece Nas-lar delil kabul edilir.

Fikrinin ana teması ve inançtaki ölçüsü;” Allah’ın dini zahirdir,onda batın yoktur;cehr’dir,onda sır yoktur;burhandır,onda gevşeklik yoktur.”der.[41]

İstishabı (Müstahab) da şu ayetten dolayı kabul ederler:” Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.”[42]

Diğer mezheblere olan muhalefetleri de,bu zahiri hükmün dışında başka bir delil kabul etmemeleridir ki, mesela; Ölüm döşeğindeki birinin tasarrufları,malını başkalarına bırakma endişesinden dolayı varislere bırakılır. Zahirilere göre böyle bir hastanın tasarrufları,aynı sağlam insanların tasarrufları gibidir. Dolayısıyla böyle bir hasta,bütün malını hibe etse hiçbir kimsenin itiraz hakkı yoktur. Zira ölüm döşeğindeki hastanın tasarruflarını kayıt altına alan Seddü-z Zerayi’a dayanan re’ydir. Halbuki zahiriler re’yin hiçbir çeşidini tanımamaktadırlar.

Zahiriler re’yi terk edip,nass-lara sarılacağız,derken son derece tuhaf hükümleri ileri sürmüşlerdir. Mesela; İnsanın idrarı ile suyun pis olacağını hadise dayandırıp hükmederken, öte yandan domuzun idrarıyla suyun pis olmayacağına hükmetmişlerdir. Zira bu konuda bir nass yoktur,derler. Onlara hayvanın idrarı etine bağlıdır,domuzun eti ise pistir,denilse onlar,bu bir re’ydir. İslamın hükümlerinde re’yin bir yeri yoktur,derler.

 

                                                          –   EVZAİYYE   –

İlk olarak ortaya çıkan mezheblerden birisi olan İmam-ı Evzai-nin mezhebidir. Kendisi –88- de Baalbek-de doğmuş, -157- de Beyrutta vefat etmiştir.

Şamda zuhur eden bu mezheb,Endülüse kadar yayılmıştır.

Ancak kendi zamanında bulunan Maliki mezhebinin galebe etmesiyle bu mezheb çöküntüye uğramış,nazarlar Maliki mezhebine çevrilmiştir.

Her ne kadar kendisi takva sahibi olup, İmam-ı Azamla görüşerek koyduğu esaslarda onunkilere yakın esaslar olsa da;zamanla tabilerinin olmaması bu mezhebin ortadan kalkmasına sebeb olmuştur.

 

                                                      –  SEVRİYYE   –

Evza-i gibi, Süfyan-ı Sevri-nin ortaya koymuş olduğu o dönemin bu mezhebi revaç da idi.

Süfyan-ı Sevri H. 97 yılında Kufe de doğmuş, 161 de Basra da vefat etmiştir.

Hadis konusunda imam olup,İmam-ı malike de takdimi olan bir kişidir.

Ebu Hanife ile görüşüb,sohbetleri olan Sevri-nin mezhebi Horasan taraflarına kadar yayılmıştır.

Kendi zamanlarında daha bir çok müçtehid ve mezhebler olmasına rağmen bu iştihar bulmuştur. Ancak zamanla 4 mezhebin yayılıb tedvin edilmesiyle de bu iki mezheb inkiraza uğramıştır.

 

                                               –   İTİKADİ   MEZHEBLER   –

                                               –   CEBRİYE     –

Sahabe ve Emeviler döneminde başlamış olan itikadi meseleler ,özellikle kader, insan ve Cenâb-ı Hakkın fiilleri konusundaki tartışmalar,bazı ayrık otları kabilinden inançtaki sapık mezhebleri doğurmuştur.

Bunun öncülüğünü Yahudilerin üstlendiğini görmekteyiz. Bu sapık görüşlerini,bozulmuş Yahudilikten kalan geçmişlerin hikayeleriyle pekiştirerek müslümanlara talim etmeleri,tahrikle teşvik etmeleri bunların çıkışını hızlandırmıştır.

Nitekim Cebriyeye ilk daveti yaptığı söylenen Ca’d bin Dirhem bu yanlış fikirlerini Şam-daki bir Yahudiden öğrenmiş ve Basra da halkın arasında yaymıştır. Ondan da Cehm b. Safvan öğrenmiş ve yaymıştır. Sadece bununla sınırlı olmayıp, İran menşeli görüşler, Zerdüşlük, Maniheizm ve bunların uzantılarında etkisi vardır.

Nitekim:”Hasandan rivayet edildiğine göre; İranlı bir adam Peygambere (S.a.m) gelerek şöyle dedi: “Ben İran halkının,kızlarıyla ve kız kardeşleriyle nikahlandıklarına şahid oldum. Kendilerine niçin böyle yapıyorsunuz? denildiği zaman;bu, Allahın kaza ve kaderidir,diyorlar. Bunun üzerine Rasulullah (S.A.M):” Benim ümmetimden de aynen böyle söyleyenler bulunacaktır. İşte onlar,ümmetimin mecusileridir.”buyurdular.

Cebriye[43] mezhebinin esası;fiilleri gerçek manasıyla kuldan nefyetmek ve Allaha yüklemektir. Çünki cebriyeye göre kul, istitaatla muttasıf değildir. Fiillerinde mecbur olub,ne kudrete,ne iradeye ve nede hürriyete,ihtiyara sahibtir. Cansızlar gibi ki;ağaç meyve verdi,su aktı,taş yuvarlandı,güneş doğub battı,gök yüzü bulutlandı,otlar yeşerdi,vs,misali,sevab ve ikabda cebirdir ve eğer cebir ,zorlama varsa haliyle teklifte cebir olacaktır.

Bunların delilleri hakkında İbni Hazm şöyle der:” cebriye şu tarzda delil getirmiş ve demiştir ki; Allahu Taala fa’al olub,yarattığından hiçbir şeye benzemediğine göre,ondan başka hiçbir kimsenin de,fa’al olmaması iktiza eder. Fiili insana izafe etmenin manası da; Zeyd öldü,tarzında laf etmekten başka bir şey değildir. Zira onu öldüren Allahtır. Yine bina yapıldı deriz,aslında onu ortaya koyanda Allahtır.

Hasanı Basri Cebriyeye adam toplayan,Basra halkından bir kısmına yazdığı mektubunda:” Kim Allaha,kaza ve kaderine inanmazsa,elbette kafir olur. Allaha zorla ve istemeyerek itaat,üstün gelmek içinde isyan edilemez. Çünki o,kullarına verdiği mülkün maliki,ve onlara lutfettiği kudretin kadiridir. Eğer Allaha itaatla amel ederlerse,oda kendileri ile işledikleri amellerin arasına bir perde koymaz. Fakat mâsiyetle amel ederlerse,dilediği takdirde yine Cenâb-ı Hak yaptıkları ile kendileri arasına bir perde geçer. Buna göre Allah,bir şey yapmadıkları takdirde,elbette onları bir şey yapmaya zorlamaz. Çünki Allahu Taala şayet mahluku itaate zorlamış,cebir etmiş olsa,kendilerinden sevab düşer. İsyana icbar etmiş olsa,bu defada cezaları sakıt olmuş olur. Ve yine onları ihmal etmiş olsa,kudret babında acze düşmüş olur. Halbuki Cenâb-ı Hak mahlukat için kendilerinden gizlediği bir meşiyyete sahiptir.Eğer onlar itaatla amel ederlerse,Allah da kendilerine iyilikle amel edecektir.”der.

Maturidi mezhebinin frenlediği bu mezhebin görüşlerinden bazıları:

-Cennet ve Cehennem fanidir,mutlak manada baki değildir.

-İman ma’rifet,küfür cehildir. Peygamberin vasıflarını bilen Yahudiler,gönülleri yakini olarak inanıp,inkar eden müşriklerde mü’mindir,derler.

Allahın kelâmı kadim değil,hadistir. Halkı Kur’an meselesi olan,Kur’an-ın mahluk olma düşüncesinin de temelini oluşturmaktadır.

-Allahı,mahlukatın vasıflandırdığı vasıflarla –ilim ve Hayat gibi- vasıflandırmaz.

-Kıyamet gününde Allahın görülmesini nefyeder.

 

                                                        –   KADERİYYE   –

Emeviler döneminden itibaren Kaza ve Kader meselelerinin konuşulmasıyla beraber gelişme gösteren bu akım, Cebriyenin aksine ,adeta Allahın iradesini insanın cüz_i iradesinden nefyederek, müstakillen insanın iradesine bağlamaktadır. Mu’tezilede bunlardan biridir. Bu noktada kaderiyye ile birleşmiş olmaları onları kaderiyyenin içerisinde bir müstakil mezheb kılmıştır.

Kaderiyye farklı olarak insanın amelini esas alarak – fiili ve işi esas kabul etmiştir. Nitekim bunların reislerinden Ba’bed b. Halid el- Cüheni,Kaderi günaha sebeb gösteren bir kişiye; Kader yoktur,aslolan iştir.”diyerek,önce iş,sonra ilim,daha sonrada irade gelir. Burada Kaderin Allahdan adeta tecrid edilerek değerlendirilmiş olması,kaderiyye diye isimlendirilmelerine neden olmuştur. İnsana farklı bir nüfuz alanı çizmiş olmaktadırlar.

Irak ve Basrada cereyan eden bu akımın ilk mensubunun başlangıçta hristiyan iken müslüman olup,tekrar hrıstiyanlığa geçen bir ıraklı olduğu ifade edilir. Başlangıç da bundan ve buradan yayılan bu fikir ve akımı,İran ve Horasana kadar yayılmıştır.

Hadiste:” Kaderiye ,bu ümmetin mecusileridir.”

“Ümmetimden iki sınıf vardır ki,bunlar için İslâmda bir nasib yoktur.1)Mürci-e 2)Kaderiye”[44]

 

                                                        –   MÜRCİ-E   –

Bu mezheb kebire yani büyük günah işleyenleri ele alıp,durumları hakkında farklı görüşlere sahne olmuştur. Hz. Osmanın şehid edilmesiyle devreye giren bu mezheb bir yandan; Allahın geniş af sahibi olup,küfür hariç ,Allah bütün günahları affeder,demekle bir yandan kendilerini temize çıkarmaya çalışırken ,diğer yandan da isyancılara sığınak,bozgunculuğa da vesile olmuştur.

Diğer bir kısımda o dönemde çıkan fitne ve olaylar karşısında susmayı tercih edip,bir hükme varmayanlar.

Haricilerin kafir dediği,Mu’tezilenin mü’min değil,bazen de müslümandır dediği, Hasan-ı Basri ve bir kısım tabiinin de münafıktır dediği büyük günah konusunda daha esnek davranan mürci-e affı ön plana çıkarmıştır. Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Cumhur ise; O kişi asi bir mü’min olup,işi Allaha kalmıştır. Dilerse günahınca azab eder,dilerse affeder demiştir

Hadiste:” İlerde bir sürü fitneler çıkacaktır.Bu fitneler içinde,oturan yürüyenden,yürüyende koşandan daha hayırlıdır. O fitneler üzerinize geldiği veya koptuğu zaman,gözünüzü dört açın! Artık o zaman içinizden kimin bir devesi,kimin bir koyunu ve kimin bir tarlası varsa,bunlara birer tane daha eklesin! Bunun üzerine bir adam: Peki ya Rasulallah!Ya hiç devesi,koyunu ve tarlası olmayan ne yapsın?deyince,Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:” Oda tutar kılıcını alır ve bir taşla vurarak ağzını körletir. Artık sonra kurtulabilirse kurtulsun.” buyurularak,bir yandan çıkacak fitnelerden haber verilmekte,bir yandanda kıl-ü kal -den kaçınarak,ifrat ve tefritten uzaklaşarak orta yolu tavsiye etmiştir.

Hadiste:”Ümmetimden iki sınıf vardır ki,bunlar için İslamda bir nasib yoktur. 1)Mürci-e 2)Kaderiye.[45]

 

                                              

                                               – MU’TEZİLE   –

Emeviler döneminde ortaya çıkan bu mezheb , “Abbasiler döneminde Bağdad, Şia,Mu’tezile, Selefiyye ve Eş’ariyye gibi belli başlı kelam mekteblerinin serpilip geliştiği en önemli kültür merkezlerinden biriydi.”[46]

Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden olaylar ile gündeme giren bu mezheb, Hasan-ı Basri-nin meclisine devam eden Vasıl bin Ata-nın oradan kovulması ve ayrılmasıyla –ayrılanlar-adıyla bu adı almıştır.

Genel görüşleri:1) Tevhid. Allahı sıfatları olan alim,kadir olarak düşünmeyip,birlemek. Aksi takdirde sıfatlarıyla başka ilahlar düşünülmüş olacaktır,der.

2)İnsan fiilinin halıkıdır,der.

3)El- Va’d vel- Va’id. Yapılan işlerinin karşılığının görülmesidir.

Cebriyenin aklı ve sebebleri reddetmesine karşı,Mu’tezile aklı hakim kılmakta ve sebebi hakiki olarak kabul etmektedir.[47]

Mu’tezile mezhebi ve bir kısım hariciye mezhebi:” Günahı kebairi irtikab eden,kafir olur veya iman ve küfür ortasında kalır”diye hükümlerinde hata ettiklerini”[48],ifade ederlerken bunu küfürle eş tutmalarını:” Biz o gün günahkarları gözleri masmavi bir şekilde mahşerde toplayacağız.”[49] ayetindeki Mücrimler ifadesinden çıkarmaktadırlar.[50]

Ve amelsiz imanın faydasız olduğuna dair ayette:” Onların yaptıkları her bir (iyi) işi dikkate alırız,fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz.”[51]

Mu’tezile kötülüklerin mesela dalaletin yaratılmasını Allaha vermemeyi şu ayete dayandırır:” Biz senden sonra kavmini İmtihan ettik. Samiri onları saptırdı.”[52] Saptırmanın Samiriye izafe edilmesiyle delil getirilir. Oysa o bir saptırmada şiddetlisi olarak nitelendirilir,yaratan yine Allahdır.[53]

Kelamda önemli bir yer tutan –Hüsün ve Kubuh- konusunda ,ehli sünnet dinin bildirmesiyle bilinmesini öne sürerken, Mu’tezile aklı ön plana çıkararak,onu esas almışlardır.[54]

Mu’tezile Kur’an-daki :” O bir zikirdir.” ayetini delil getirerek muhdes ve yaratılmış olduğuna –dip notdaki- âyetlerle delil getirir.[55]

İmam-ı Eş’arinin kitabı olan –el İbane- de,Mu’tezilenin- Allahın cennetde görülmeyeceği,sıfatların inkârı,görüşü tenkid edilmektedir.[56]

Mu’tezile mezhebi;her ne kadar içerisinde Mu’tezili olan Zemahşeri gibi,ilimde,mantıkta,dilde derinleşen bir müstesna şahsiyet olsa da merdut,ehli sünnetce kabul edilmeyen reddedilmiş batıl bir mezhebdir.[57]

 

 

                                               –   EŞ’ARİYYE   –

Fıkıhta şafii mezhebine mensub olanların genelde fikirlerini kabul ettikleri itikadi bir mezheb olan Eş’ariyye;Ebu’l Hasan el-Eş’ari-nin (ö.324 /935-36)[58]fikirlerini ihtiva etmektedir.

Kendi döneminde yaygın olan bir çok batıl mezheb vardı. Başlangıç da kendiside Mu’tezilenin görüşlerini benimsemesine rağmen,bundaki yanlışları bizatihi içinden birisi olarak yanlışlıkları görmüş ve bu görüşlerinden vaz geçerek ayrılmıştır. Bunu kendisi bir Cuma günü halka şöyle ilan etmiştir:

“ Ey insanlar! Beni bilen bilir,bilmeyenlere de işte kendimi tanıtıyorum. Ben falan oğlu filanım. Vaktiyle Kur’an-ı Kerimin mahluk olduğunu , Allah-u Taalanın gözlerle görülemeyeceğini ve kötü fiilleri kendimin (Kul fiilinin halıkıdır.) işlediğini söylerdim. Ama,artık tevbe etmiş,sözlerim ve fiillerimden dönmüş ve Mu’tezileyi red için ortaya çıkmış bulunuyorum. Evet,onların bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökecek,ayıp ve eksiklerini bir mir gözlerinizin önüne sereceğim,diyerek Mu’tezile ve Kaderiyye mezhebini orada delilleriyle çürüterek,kendisinin de ehli sünnet mezhebi yani,doğru,gidilecek bir mezheb,diğer mezhebler gibi his ve hevaya göre değil de,Hadis ve ayetlere istinad edilmesi gerektiğini,aksi halde ister istemez,his ve heva ile hareket edilerek,yanlış hükümler verileceğini halka söylemiştir.”

İmam-ı Eş’ari mezhebini şöyle tarif eder:” Bizim söylemekte olduğumuz söz ve inanmakta olduğumuz din; Allahın kitabı Kur’an-a,Rasulünün sünnetine,sahabe,tabiin ve hadis imamlarından rivayet edilen hususlara sımsıkı sarılmaktan ibarettir.Evet,işte biz bunlara yapışırız. Allahın yüzünü ak etmesini,derecesini yüceltmesini ve ecrini kat kat vermesini niyaz eylediğimiz Ahmed ibni Hanbelin kabul ettiği ve inandığı esasların peşinden gider,onun sözüne ve görüşüne muhalif olan kimselerden uzaklaşırız.”demektedir.

Böylece ehli sünnet ve cemaatın çizgisinde devam eden Eş’ari,Mu’tezileye de büyük darbe vurarak,yayılmasını durdurmuş ve engellemekle büyük bir hizmette bulunmuştur.

Eş’ari Maturiden bazı noktalarda ayrılmakla beraber[59],temel noktalarda birleşmektedirler.

 

                       

            –   MATURİDİYYE   –

Fıkıhda Hanefi mezhebine mensub olanların ekseriyetinin itikadda da kabul ettikleri Ebu Mansur Muhammed el Maturidi(ö.h.268) ismiyle bilinmekte,H.3.asrın sonlarında ortaya çıkarak,o zamanda yayılmakta olan mu’tezilenin fikirlerini mantıki olarak çürütmüştür.

Ebu Hanifenin kabul ettiği hükümlerde bir birlik içerisinde olan Maturidi,Şeriatın hükümlerini akli,mantıki delillerle isbat etmiş,şeriate aykırı düşmedikçe aklın hükmünü ön plana çıkararak kabul etmiştir.[60]

Eş’ariyle bir çok noktada birlik içerisinde olup,ayrıldıkları noktalarda on-u geçmemektedir.[61]

Mesela ayrıldıkları noktalar; Maturidiler,Ebu Hanifenin metoduna uyarak,marifetullahın akılla idrakini vacib saymışlardır.

Eş’ariler ise;şeriat kanunuyla ancak vacib olacağını söylemişlerdir.

 

 

                                               –     SELEFİYYE   –

  1. 4. asırda çıkıp, meseleleri Kur’an ve Hadis ölçü ve esas alınarak izah ve başvurulmasını temel alan hak bir mezhebdir.

Bu noktada Eş’ari ve Maturidiye muhalefet etmektedirler.

H.7. asırda bu mezhebin ihyasına çalışan İbni Teymiye ,bazen ihtilaflara sebeb olan Kur’an ve Hadis dışındaki kaynakları kabul etmeyip,itibar etmemeye sebeb olmuşlar. Her görüşün kaynağının bizatihi bu iki kaynak da mevcut olması gerektiğini savunmuşlardır. Neticede buda,kendisinin görüşüne uyanı almayı,uymayan noktalarda da farklı anlayışları doğuracak görüşlerin çıkmasını netice vermiştir. Yani kaynağı iki kaynakla inhisar altına alan bu görüş,gerçekte binlerce sağlıklı-sağlıksız kaynağın doğmasına neden olmuştur.

Selefiyun,Allahın vasıfları ve işleri hakkında,Kur’an-ı Kerim veya sünnette mevcut olan her şeyi kabul ederler.

Selefiye,Allahın sevgi,gazap,öfke,rıza,nida ve arş üzerine karar kıldığını kabul ederler.

Selefiye,müteşabih ayetler konusunda ihtilafa düşüp,te’vilini caiz görmemişlerdir.

Hz. Peygamber zamanında Medineye devamlı olarak müteşabih ayetleri soran bir adam gelir. Hz. Peygamber (S.A.M9 ona;Hz. Ömeri gönderir. Hz. Ömer bir hurma dalıyla adamın kafasını yarar ve izin vererek memleketine gönderir. Ayrıca; Ebu Musa el- Eş’ariye yazdığı mektubunda “ Bu kimseyle hiçbir kimse düşüp kalkmasın.”der.

Seleften Malik bin Enes:” İstiva ma’lum,keyfiyeti meçhuldür. Ona iman vacib,onun ne olduğunu sormak bid’attır.”der.

Özetle; İnsan Kur’an ve Sünnetde geçen müteşabihatın maksadını bilemeyeceğini itiraf etmek mecburiyetindedir.

-Kayıtsız,şartsız müteşabihata iman etmelidir.

E.Hamdi Yazır,Haşeviyye ve selefiyye mezhebinin farklı olduğunu şöyle belirtir;é Allahı insana benzetip zahire göre hükmetmesi,bunun aslı Selefiyye olmayıp,birbirinden ayrıdır.”[62] der.

                                               –   HARİCİLER   _

Hz. Osmanın şehid edilmesinden sonra başlayıp,katilinin bulunmasını isteyenlerin Hz. Ali ye karşı ayaklanmalarıyla başlamış ve gelişmiştir. Olayı zamana ve katillerinin tesbitine bağlayan Hz. Alinin bu tutumunu pasiflikle değerlendiren tarafların bu tutumlarının siyasetle de bağlandırılması üzerine,patlak vermiştir.

Hz.Talha,Zübeyir ve Hz. Âişenin birlikte Hz. Aliye karşı gelmesiyle Cemel vak’ası, Suriye valisi olan Hz. Muaviyenin de halkı peşinden sürükleyip,Hz. Osmanın intikamını alma düşüncesiyle giriştiği bu kanlı savaş da 26 Temmuz 657 yılında Sıffin savaşı olarak baş göstermiştir.

Sıffin savaşında Muaviye taraftarlarının kayıp verip mağlubiyetleri üzerine siyasi dahi Amr b. Âs-ın tavsiyesi üzerine muaviye taraftarlarının mızraklarına Kur’an nüsha ve sayfalarını asmaları üzerine karşı tarafta bir durma ,durgunluk ve ihtilaf meydana geldi. Bu tereddütten istifade ile Kur’an-ın hakem olmasını Hz.Aliye yazılan mektupla bildirdiler. Bunun bir hile olduğunu bilen Hz. Ali, diğerlerin kan dökülmemesi,barış umudu düşüncesiyle zorlamaları neticesinde kabule mecbur oldu. Muaviye tarafından Amr b. Âs, Hz. Ali tarafından da Musel Eş’ari hakem seçildi.

Hakemler kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşma gereği hem Hz. Ali,hem de Hz. Muaviye azledilecekti. Ve toplanıldı. Hz. Alinin hakemi Musel Eş’ari;Ben parmağımdan bu yüzüğü nasıl çıkarıyorsam,öylede Ali yi hilafetten azlediyorum,dedi. Muaviyenin hakemi Amr b. Âs;bu yüzüğü nasıl parmağım takıyorsam ,öylede Muaviyeyi hilafete nasb ediyorum,dedi. Ve olaylar bunun üzerine patlak verdi. Haricilerin ortaya çıkmaları bu olayla gerçekleşti.

-Hüküm ancak Allahındır.-diyerek ayrılanlara böylece çıkanlar anlamına hariciler denilmiş oldu.

Her ne kadar bu olayların kaynağında meşhur münafık Abdullah b. Sebe olsa ve Hz. Osman aleyhtarlarının hepsinin de Hz. Alinin ordusu içinde bozgunculuk yapmış olsalar da ittifakla sıffin Vak’ası Haricilerin tarih sahnesine çıkışlarının başlangıcını oluşturur.

Hz. Osmanın şehid edilmesinden sonra başlayan bu olayları,özellikle Hz. Osmanın şehid edileceğini Peygamberimiz haber vermişlerdir.[63]

Mezhebler içerisinde en sert bir yapıya sahib,tekfirde ifrat, aşırı bir tutumda bulunmakta,bir kolu olan İbaziyye ise en mu’tedili kabul edilmektedir.[64]

Hadis de:” Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar” Bunlarda Hariciler,Hururiyye ve diğer haricilerdir.[65]

Onların bu ifratlarından, Haricileri öldürmenin farz olduğunu bildiren hadisler zikredilmiştir.[66]

                                 –   Ş İ İ L İ K     –

Hz: Ali taraftarı olarak ortaya çıkan bu mezheb,şahsından ziyade hilafeti ön plana çıkmış,iş siyasete taalluk etmiştir. Hz. Aliye taraftarlık uğruna başkalarını tekfire kadar gitmişlerdir.

           İslâm inancında bir kimseyi tekfir etmek son derece tehlikeli,son derece büyük vebali olan bir davranıştır. Hz. Peygamber (S.A.M.) şöyle buyurur:” Kim kardeşine kafir derse,ikisinden biri mutlaka kafir olmuştur. Eğer itham edilen kafir değilse küfür,itham edene döner.[67]

         Ehli sünnet vel Cemaat dışında kalan sapık mezheblerden haricilerin tekfir edilip edilemeyeceği münakaşasında bazıları,bir müslümanı tekfir etmenin mesuliyetinin büyüklüğünü göz önüne alarak,ortadaki mübhemiyet sebebiyle,müsbet veya menfi hiçbir şey söylememeyi tercih ederken,[68] tekfir edilmeleri gerektiğine kâail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadisi zikretmişlerdir. Ve “Onlar islâm ümmetini tekfir ettiklerine göre,kendileri kafir olmuştur.”demişlerdir.[69]

         Bu düşüncede olan Kadı Iyaz eş-Şifa adlı eserinde :” Ümmeti dalalet ve bütün ashabı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarf eden herkesin kesinlikle küfrüne   hükmediyoruz.”[70]

Hilafet Hz. Alinin hakkı idi, onun hakkını yediler- düşüncesiyle şablonlarını kurdular.

Hz. Ali ve evlatları olan 12 imamı masum görüp,dediklerinin mutlak doğru olduğunu, sonuncusunun mehdi olub,ahirzamanda çıkacağı inancı inançlarında önemli yer tutar.

  1. imam gizli olduğundan cumanın farz olmayacağını,namazın ise üç vakitte veya sabah –akşam olarak kılınabileceği,abdestte ayağı yıkamayıp,meshin farz olduğu,geçici nikah olan,üç aylık bir nikahın, Mut’a nikahının caiz olduğuna inanmak,muharrem ayında matem tutmak ve ezan –namaz anında çok duada bulunmak amel ve ibadetlerindeki farklılıklardandır.

Ehli sünnet ile şiiler arasında önemli bir tartışma alanı imamet yani devlet başkanlığı meselesidir.[71]

Şia mezhebi; Hz. Ali muhabbeti gibi şiayı velayet ve şiayı hilafet yani Hz. Aliye muhabbetten ziyade H. Ebu Bekir ve Hz. Ömere düşmanlığı esas alır. Birincisinde şeyhlik gibi manevi durum söz konusu olurken,ikincisinde şahlık gibi makam ön plana çıkmaktadır.

“ Şiiler için Atebat-ı Aliye-den olan Kerbelayı ziyaret,farz makamındadır.”[72]

“Usulüş-şianın vazıı-fikirlerinde sonradan islam dünyasını karıştıran batınilik (ki bunlar; Abbasiler,Fatımiler-Mısırda-,Büveyh oğulları,Hasan Sabbah gibi devletler)[73] ve Hurufilik mezheblerinin ilk temayülleri sezilen- Hz. Ali devrinde yaşamış ve Medayine nefyedilmiş olan Abdullah b. Sebe’dir.”[74]

“İslâm dünyasında ilk önce Marika,Şia;Kaderiye,Mürcie,Cehmiye gibi siyasi ve usuli mezheblerin Hz. Ali devrinden başlayıb”[75] genişlemişlerdir.

Usulü şia da üçe ayrılıb; Mufaddıla,Sabbe ,Müellihe olub,her imamın ölmesiyle de çoğalmalar olmuştur: Keysaniye, Zeydiye, İmamiye, İsmailiye, nihayet isna aşeriye zuhur etmiştir.[76]

İsna aşeriyede dinin esası üçdür: Tevhid, Nübüvvet ve Mead.

Mezheb de ise ikidir: Adl ve İmamet meseleleridir.

Başını Abdullah b. Sebe’nin çektiği galiyye, Hz. Ali ve evlatlarına uluhiyet isnad edip, “ İbadeti gerekli görmezler.”[77]

Diğer İslâm dışı bir mezheb olan galiyyede ibadeti gerekli görmeyib, dinin emirleriyle ahlaki ve kanuni düzenlemeleri benimsemeyen,her şeyi mübah gören kimselerdir. Bunlar şii topluluğu olmak üzere bir çok kollara ayrılmaktadırlar.[78]

20 –ye kadar varan kolları olup ilk olarak ilhanlılar zamanında iranda temeli atılıp hala en fazla İran da temsil edilmektedir.

-ZEYDİYYE =Yemende bulunub, Hz. Hüseyinin Ali Zeynül Abidin den,torunu Hz. Zeydi imam ve halife edinenlerdir. Bunlardan;

Carudiyye;Hz. Alinin imam olması gerektiğini söyler.

Süleymaniyye ve Salihiyye; Halife tayininin şura ile olmasını söyler.

“-İmam-ı Zeyd-Sadat-ı azimeden ve Eimme-i Al-i Beyttendir. Ve müfrit şiaları reddeden ve – Gidiniz,siz Rafizilersiniz- deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer-den teberriyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zişanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etba’ları, Şia’ların en mu’tedili ve en sünnisidir. Bunlar hem ehli insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşaallah Vehhabilerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi Ehli Sünnet ve Cemaattan, Zeydilerin inhirafları dahi istikamet kesb edip, ehli sünnete iltihak edip imtizaç edecekler.”[79]

İMAMİYYE= İmam tayininin Allaha vacib ve borç olduğunu iddia ederler. 12                                                        

İmamı kabul ettiklerinden –İsna Aşeriye de denilmektedir.

GALİYYE= Başta Abdullah b. Sebe’nin başlattığı Hz. Ali ve evlatlarına uluhiyet isnad edenler.

İSMAİLİYYE=Bu mezhebin lideri Hasan Sabbahdır.[80]

Ehli sünnete karşı olan bu mezheb[81],fedaileriyle yaşar.

       Bir defasında Selçukluların bunlara vezir göndererek, bu davalarından vaz geçmelerini söylemek üzere bir elçi gönderilir. Elçiler geldiğinde; Hasan Sabbah fedailerini çağırarak;-Birisine kendisini kaleden aşağı atmasını söylediğinde adam tereddüt etmeden hemen kendisini atar. Birisine de kendisini hançerlemesini söylediğinde hemen hançerleyince,vezirler hayrette kalırlar. Hasan Sabbah ise onlara; Gidin padişahınıza bu gördüğünüzü söyleyin. Ve bunlar gibi 20 bin daha fedaim vardır,diyerek onları gönderir.

– Bir defasında Celaleddin-i Suyuti hazretleri camide bunlar aleyhinde ileri-geri konuştuğunda ,bunlar bunu öldürmeyib,korkutmak için yanına birkaç feda-i gönderirler. Bu feda-i bir rivayete göre 7 sene,diğer bir rivayete göre de 2 sene onun ders halkasında,mükemmel şekilde derse devamda bulunur. Bir gün Suyuti yalnız başına kaldığında (Bu durumu zaten arıyan feda-i) üzerine çullanarak; Eğer bir daha efendimiz ve emirimiz hakkında böyle konuşursan seni öldürürüz.-deyince, Suyuti de bir daha konuşmayacağına dair söz verdiğinde,- Haydi kalk ,seni emirimizin _Hasan Sabbahın –yanına götüreceğiz,dediğinde;ona gelemeyeceğini söyler. Bundan sonra ona 300 altın vererek,ve bir daha böyle konuşmadığın müddetçe emirimiz sana her sene 300 altun verecektir,derler.

                     İsmaililer en çok Selçuklulara düşman olub,onların büyükleri ve vezirleri bu fedailer tarafından öldürülmüşlerdir.

                  Bir gün bir feda-i bunlardan bir veziri öldürmek üzere,saraya kadar-namazıyla,abdestliliğiyle,ve kendisini doğru ve dürüst göstermek suretiyle girmeye muvaffak olur. Ve hayvan bakıcılığına tayin edilir. Bir gün vezir kendisinin iki seçilmiş at getirmesini söyler,oda götürür. Vezirin yanında kimse kalmadığı bir anda,vezir ata bakmak üzere eğildiğinde üzerine saldırarak öldürür. Kendiside yakalanıp öldürülür,fakat bunu kendileri için bir şeref saymaktadırlar.

                     Bir gün bir camide hoca bunları attığında ,bunlar bunu haber aldıklarında oraya gelir ve hocayı camiye geleceği yolun üstünde 7 kişi beklerler. Hoca geldiğinde üzerine saldırırlar. Fakat hoca zırhlı bulunuşundan bir şey olmaz. Onlardan beşi cemaat tarafından yakalanarak öldürülür. Yalnız iki kişi kaçarak kurtulur. Bunu haber alan bunların sahibleri ölümden sevinirler. Birisi; Çok şükür –oğlum öldürülmüş-diyerek eline-başına kına yakıb,gözüne de sürme çeker. Oğlu ise kurtulanlar arasında olub,eve geldiğini görünce üzülür ve oğluyla konuşmayarak yas tutar.

                  Hasan Sabbah fedailerine;eğer benim dediklerimi yaparsanız,sizi dünyada iken cennete koyarım-diyerek,onlara haşhaşı içirip,önceden hazırlamış olduğu,güzel bir bahçeye ve içinde bazı güzel kızların olduğu hasebiyle o kimseleri böylece aldatarak,her emir ve isteğini yaptırmaktadır.

 

–   MÜŞABİHE   –

Bu batıl mezheb Allahı insana benzetib,insan gibi organlara sahib olduğunu iddi-a ettiklerinden bu adı almışlardır.

Bu akımda, daha ziyade maddiyunun,maddeciliğin etkisi görülmektedir.

 

                                 –   VEHHABİLİK   –

Abdulvehhab adındaki birisinin kurduğu ifrat görüşleri ihtiva eden ,Hanbeliler içinden Vehhabi mezhebi zuhur etmiş ve bu mezheb Allahtan maada,her kim olursa olsun hürmet etmek şirk demiştir.[82]

Şahısları kutsal sayıp,bid’atların zuhuruna sebeb olub,İbni Teymiyenin görüşlerinin takibcileridirler.

Kökü derinde olan bu mezheb,ehli sünnetin yanlış hareketi,manayı harfide kalmayan dine aykırı yapılan kabir ziyaretleri,türbelere kurban kesme gibi ifrata varan hareketler,zahiri sebeblere aşırı bağlılık bu mezhebin çıkışında önemli rol oynamıştır.

İslam Ansiklopedisinde Vehhabilik üzerinde durulurken[83],ölçüsüz muhafazakarlığı ile beraber,ıslahçı düşüncenin gelişmesinde rol oynadığı ifade edilir. Yumuşatılmış bir ifade tarzıyla. Bununla beraber vehhabi sapıklığı da atfedilmektedir.[84]

“Hadisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabilik ve Melamiliğin bir nevine zemin ihzar etmek tarzında,bazı ruhsat-ı şer’iyyeyi perde yapıp eserler yazılmış.”[85]

Melamilik ise;Osmanlıdaki Fütüvvet ve Ahilik teşkilatının karşısında şiilerin de yaymaya çalıştığı bozuk fikirli bir akım.[86]

İngiliz Ajanı Hempher sinsi planlarını eserinde sıralarken;-Vehhabilikten büyük istifade ettiklerini itiraf eder.[87]

Haremeyni Şerifeyne musallat olan Vehhabiler ile ilgili yazdığı eserinde Bediüzzaman şu tesbitlerde bulunur:

“Hazret-i Ali (r.a), Vehhabilerin ecdadından ve ekserisi Necd sekenesinden olan Haricilere kılınç çekmesi ve Nehrivan’da onların hafızlarını öldürmesi,onlarda derinden derine,hem din namına şialığın aksine olarak Hz. Alinin (r.a) faziletlerine karşı bir küsmek,bir adavet tevellüd etmiştir. Hz. Ali (r.a) “şah-ı velayet” ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücu etmesi cihetinden Haricilerde ve şimdi ise Haricilerin bayraktarı olan Vehhabiler de,ehli velayete karşı bir inkar,bir tezyif damarı yerleşmiştir.”

“ Vehhabilerin azim imamlarından ve acib dehaları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbn-i Kayyıme’l Cevzi gibi zatlar Muhyiddin-i Arab (k.s) gibi azim evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şia-lara karşı Hazret-i Ebu Bekirin (r.a) efdaliyetini müdafaa ediyorum diyerek,Hazret-i Ali’nin kıymetini çok düşürüyorlar. harika faziletlerini adileştiriyorlar. muhyiddin-i Arab (k.s) ,çok evliyayı inkar ediyorlar.”

Meslekler ve mezhebler konusunda kıstas ve ölçüyü koyan Bediüzzaman,tesbitinide şöyle yapmaktadır:”Meslekler,mezhebler ne kadar batıl da olsalar,içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak,bir hakikat bulunur. Eğer asarına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfi cihetleri müsbet cihetlerine mağlup ise,o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat,neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa,o meslek batıldır. Onun ehli,ehl-i bid’a ve dalalet olur.”

“Hem mesela, Vehhabiler ve hariciler ise,nusus-u şeriata ve sari-i ayata ve zevahir-i ehadis-e istinad ederek halis Tevhide münafi ve Sanemperestliği ima edecek her şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat,birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebebler cihetinden gelen menfi garazlar,onları haktan çevirip,dalalete saptırmış ki,ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hakeza,Cebriye olsun,Mu’tezile olsun,hangi fırka olursa olsun,böyle bir hakikati,mesleğinde görüp,onunla aldanıp,sonra dalalete saplanır.”

Yukarıda da İngiliz Ajanı Hempher-in de söylediği gibi:” Sadattan olan Şerif-i Mekke,Ehl-i Sünnet ve Cemaattan iken,zaaf gösterip,İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyn-e müstebidane girmesine meydan verdi. Nass-ı ayetle küffarın girmesini kabul etmeyen Haremeyni Şerifeyni,İngiliz siyasetinin,alemi İslâmı aldatacak bir surette,merkez-i siyasiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden,ehl-i bid’attan olan Vehhabiler,hariçten medar-ı istinad aramayarak,filcümle nimmüstakil bir siyaseti İslâmiye takip ettiklerinden,şu cihette haklı olarak o gibi ehli sünnete galebe ettiler denilebilir.”

Bazı yanlışlıkların yanlış mezheblerin doğmasına sebeb olacağına da işaret eden Bediüzzaman:” Ehl-i Sünnet,bir su-i hareketiyle kadere fetva vermiş ki, Vehhabileri ehl-i Sünnete taslit etmiş. Vehhabiler zulmeder;çünki,hem çok müfritane,hem intikam kârâne,hem haricilik namına ettikleri için,cinayet ediyorlar.”

Bütün bu olumsuzluklara rağmen,günahlarını bile affettirecek güzel cihetleri ve neticesi konusunda da:” Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkamına tatbik-i harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lakaydlık etmiyorlar. Güya dinin taassubu namına tecavüz diyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binaen şeair-i diniyeyi tahrib etmiyorlar. Hem,Vehhabilik az bir fırkadır. Koca Alemi İslâmın havzı kebiri içinde ya erir,ya i’tidale gelir;çünki menba-ı hariçte değil ki,alem-i İslâmı bulandırsın. Menba-ı hariçte olsaydı,çok düşündürecekti.”[88]

 

                                 –     BAHAİLİK   –

1844-de ortaya çıkan bu mezheb, “Hz. Muhammedin son Peygamber olmadığını ve İslâmiyetin de son bir din olmadığını “iddia ederler.

İnanç ve ibadet konusunda,kitabı mukaddese inanıp,namaz,oruç ve hac yükümlülükleri arasındadır. Namazda kıble olarak Hayfa cihetine yönelirler.

Abdest alıb günde bir kere kılınan büyük ve küçük namaz hepsinin yerine geçiyor,orta namaz olan günde iki vakitte kılınır.

Bir perhiz mahiyetinde olan oruçları 19 gündür.

Sadece erkeklere farz olan hac ise, babın şirazdaki evi veya Bahaullahın Okka-daki evi ziyaret edilir.

Zekâtları sadaka ve bağış mahiyetindedir.

Bugünde yayılmakta olan bu batıl mezheb,daha ziyade Hristiyan,Yahudi ve Mecusiler tarafından benimsenmektedir.

 

KADYANİLİK –

Temel inancı mehdilik üzerine oturmuş olan Mirza Gulam Ahmed-in kurduğu bu mezheb,bunu Kur’ana dayandırır.

Hz. İsa-nın çarmıha gerilmeyib,keşmire hicret ettiğini ve hindistanda dinini yayarak,120 yaşında burada öldüğünü kabul etmektedir.

1901-deki “İlhami hutbesi”nde:” Bu kitabı kulların Rabbi olan Allahtan ilhamla aldım. Bir bayram günü Cebrailinde şahit olduğu,bir mecliste hazır olanlara okudum. Bunların ayetler olduğu hususunda şüphe yoktur. Hiç kimse benim gibi konuşamaz. Bunlar kainatın Rabbının bana vahyettiğinin hakikatleridir.”

“Vedduha” suresine bir nazire yapmaya kalkan bu insan 1908-de ölmüş,halifeleri tarafından devam ettirilmiştir.[89]    

30-10-1999               MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Bkn.Şualar. Bediüzzaman. Said Nursi. Sh.278,Sözler.agy.454-455 ve 24.söz.2.dal,Mektubat.agy.29.mektub.7.kısım.2.işaret.

[2] İslam Ansiklopedisi.İsam. 19/156,Bak.islam Kültür Atlası.İ.R.ve L.L. Faruki.314,316.

[3] Age. 19/147.

[4]Hud.118.

[5] Neml.76.

[6] İbn-i Mace.(Arapça) 2/1303.

[7] İslam Ans.age.19/146.

[8] A’raf.138,Tefsir-i Kebir.Heyet.16/27.

[9] İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk.A.Udeh.Terc.A.Nuri.1/313.

[10] Müsned.A.B.Hanbel.1/27,İslam Tarihi.A.Köksal.Medine devri.9/196.

[11] Bilinmeyen Osmanlı.Prof.A.Akgündüz,Doç.S.Öztürk.95-96,İlmihal.isam.II/97/105.

[12] Bkn.Dar-ı Harb nedir?M.Kırkıncı.Sh.28-29.

[13] Age.Sh.41-50,Hadislerle Müslümanlık.Kandehlevi. 5 / 1767.

[14] Günümüz Meselelerine Fetvalar.H.Günenç.3/55.

[15] Mektubat.age.Sh.420,vd.,İslam Ans.age.19/246.

[16] Bkn.Hempher’in İ’tirafları.M.S.Gümüş.Sh.5-6,16.

[17] Age. Sh.16.

[18] Age. Sh.45.

[19] Age. Sh.51.

[20] Bkn.İslam Ans.age.19/153.

[21] Age.19/154.

[22] Age.19/150.

[23] Mesnevi-i Nuriye.S.Nursi.Sh.82.83.

[24] İslam.Ans.age.19/151.

[25] Age.19/359.

[26] Mezhebsizler .Dr.Hasib es-Samarra-i.Türkçesi.A.Nar,S.Özbay.Sh.X1.

[27] Age.Sh.53.

[28] Sözler.age. Sh. 454,671.

[29] Age.

[30] Kelam İlminin Belli başlı meseleleri.Prof.Ebu’l Vefa el-Taftazani,Terc.Doç.Ş.Gölcük.Sh.115,157.

[31] Bkn.İslamda Fıkhi mezhebler ve mezheb imamları.M.Karmış,İlmihal-isam-1/21-48,İslam Hukuku.Dr.H.Karaman.1/61-73.

[32] İşarat-ül İ’caz. Sh.79-82.

[33] A.Şahin.Yeni Asya 4-5-6.Ekim.1979,Bkn.Dört halife ve islam   büyükleri.Dr.H.Algül,A.Şahin.Sh.62.Mektubat.B.S.Nursi.Sh.106,el-Lü’lü-ü vel-Mercan.3/183.

[34] Agg.

[35] Geniş bilgi için bkn.İslam ans.isam.Tdv.10/131-145,Hanefi mezhebi için bkn.age.16/1-27,Fıkhı Ekber Şerhi.İ.Kaya.Sh.11.

[36] Reddü-l Muhtar.Sh.51,bkn.Türkiye gaz.1-10-1995.

[37] Mektubat.age. Sh.106.

[38] Bkn.Yeni Asya gazt.A.Şahin.9-12.Ekim.1979 ve Dört halife ve islam büyükleri.age.Sh.80-86.

[39] Agg.7-8.Ekim.1979.age.Sh.75-79.

[40] Agg.13-15.Ekim.1979,age.Sh.87-93.

[41] İslam Ans. TDV. 20 / 42. bak.age. 20 / 39-61.

[42] Bakara.29.

[43] Bkn.Müslüman Kardeşler Hareketi.C.Kutay.Sh.133.

[44] Tirmizi.4/454, Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi. Terc. Heyet. 21 / 38-40.

[45] Age.4 / 454.

[46] İslam Ans.age. 19 / 109.

[47] Bkn.İşarat-ül İ’caz.B.S.Nursi.Sh.20,82,84,145,146,Mektubat.age.9,407,Muhakemat..B.S.Nursi.114,Sözler.agy.436.

[48] Lem’alar.agy. Sh 68.

[49] Ta-ha.102,bkn.Meryem.86.

[50] Tefsir-i Kebir.Fahreddin-i Razi.Terc.Heyet. 16 /43.

[51] Furkan. 23.

[52] Ta-ha. 85.

[53] Tefsir-i Kebir.age. 16 / 19-20.

[54] İslam Ans.age. 19 / 59-63.

[55] Enbiya.2, Kalem.50, Zuhruf.44, Sad.1, Hicr.9, Yasin.69, Enbiya.50, Şuara.5, bkn. T. Kebir. age. 16 / 91.

[56] İslam Ans. age. 19 / 254, Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Alisi. H. B. Çantay. 3 / 1119,cin hak. age. 3 / 1098,1103.

[57] Bkn. Mektubat. B. S. Nursi. Sh. 424.

[58] İsl. Ans. age. 11 / 447-455.

[59] Bkn. İşarat-ül İ’caz.age. Sh.81, Sözler.age.436.

[60] Bkn.Türk Din Bilgini Maturidi.Dr.A.V.Ecer.Sh.26-27.

[61] Bkn.İlmihai. (İsam). 1 / 27.

[62] Hak Dini Kur’an Dili. 1 / 1750.

[63] Tirmizi.(Arp) 5/292,Mektubat.age.103,98,99.bkn.İslam Ans. 16 / 168-178.Lem’alar.age.67-68.

[64] İslam Ans.age. 19 / 256 – 261 , bkn. Hak Dini Kur’an Dili .E.H.Yazır. 1 / 282,Nehcül Belağa.Çevr.Sh.160,234.

[65] Tirmizi.age. 4 / 481.

[66] Tac.Arp) 5 / 314.

[67] Sulh Çizgisi.Doç.İ.Canan.Sh. 127.bkn.Müslim.iman.111.,bkn.İslam Ans. 10/141,11/26-27.

[68] Age.Sh.128.bkn.Suyuti,Zehrür Rüba,7,120.

[69] Age.Sh.129.bkn.İbnu Hacer.Fethul Bari.15,329.

[70] Age.Sh.130,bkn. Şifa.2,247.

[71] İslam Ans. 19 / 254.

[72] Fuzuli.Prof.A.Karahan.Sh.102.

[73] Elmalılı.age. C.1

[74] Fuzuli.age.Sh.112.

[75] Fuzuli.age.Sh.249.bkn.Sözler.B.S.Nursi.Sh.384,601,Emirdağ Lahk.1/77-78,238,Mektubat.age.48,97,362,447,Sünuhat.B.S.Nursi.27,Lem’alar.20-23,87,

[76] Age.Sh.249.

[77] İslam Ans. 19 / 248.

[78] Age. 19 / 248, 252-254.

[79] Barla Lahikası.B.S.Nursi.Sh.365.

[80] Bkn.İslam Ans.age. 16 / 347-350.

[81] Bkn.Şualar.age.Sh.360.

[82] Hak Dina Kur’an Dili.age. 1 / 577,178, 8 / 5412,bkn.Emirdağ Lahk.age. 1 / 200-201,161,Osmanlıca Mektubat.B.S.Nursi.563,565,Lem’alar.age.23,Osm.Lem’alar.421,Tarihçe-i Hayat.B.S.Nursi.436,Bkn.Vehhabiye Nasihat.H.H.Işık,bkn.Bilinmeyen Osmanlı.age.Sh.234-236

[83] Age. 19 / 144.

[84] Age. 19 / 146.

[85] Kastamonu Lahikası.B.S.Nursi.Sh.72.

[86] Bkn.Bilinmeyen Osmanlı.age.Sh.351.

[87] Bkn.İngiliz Casusu Hempher’in İ’tirafları.M.S.Gümüş.Sh.60.

[88] Mektubat.age.Sh.352-356.

[89] Genel mezhebler için bakn kaynaklar.İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhebler tarihi.Prof.Muhammed Ebu Zehra,Fıkıh Usulü.H.Karaman,İslam Dina.A.H.Akseki,İslam İlmihali.Ö.N.Bilmen,Mezhebler Tarihi.(Teksir)A.V.Ecer,Kelam Usulü.H.Karaman,Müslümanlık.Prof.Y.Z.Yörükan.