SÜLEYMAN ATEŞ’İN TUTARSIZLIKLARI

SÜLEYMAN ATEŞ’İN TUTARSIZLIKLARI

Bu zamanda şeytanı taşlamaktan Rahmanı tesbih etmeye,bevledilen cami duvarını temizlemekten camide ibadete vakit kalmamaktadır.
Ancak bununla beraber,şerrin def’i hayrın celbinden evlâdır.
Hayatta en büyük değer istikamettir.İstikamet ilimden önce gelir.
Bilgi konusunda büyük bir birikime sahip olan şeytan istikametini koruyamadığı gibi,küfrünü ve kibrini daha da arttırmıştır.
Bundan dolayı,Peygamber Efendimiz;”Şeyyebetni suretü hud” yani Hud suresi beni ihtiyarlatmıştır.
Özellikle Hud suresindeki şu âyeti kasdederek;’Festakim kemâ umirte’ ‘Emrolunduğun üzere dost doğru ol’ adeta sicim gibi,doğru değil dost doğru olmak. Ortada bile değil,ortanın ortasında olmak.
Zikzak çizilen ve kendilerine de bilen,alim sıfatı takılan insanların en büyük problemleri de işte bu istikameti muhafaza edememeleridir.

Hadislerde buyurulur:
*(Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar), (İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, halkı yoldan saptırırlar) ve (Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur) buyurulur. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asrın bozuk insanların kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! (Hadika)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı, yine onlara dönecektir.”(Beyhâkî)

*Bu insanları yanlış görüş belirtmeye iten sebeb üçtür:
1-İndi ve bana göre böyle,tavrı içerisine girerek,bilimsel benliğini ön plana çıkarmak.Öyle ki bu ilim küfre götüren bir ilimdir.Şeytanın ilmi ona bir fayda vermemişti.
“Kendilerine Tevrat yüklenip de (Tevrat’ın farzları okunup da), sonra O’nu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) hali, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötü. Ve Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.”
2-Hissi hareket ederek bazen kendi merhametini Allahın merhametinden fazla gösterme.
3-Nefsani hazzın öne çıkması. Öyle ki lanetle bile yadedilse memnun kalınması.
Aslında S.Ateş,muhalif görüşleri öne sürmekle tıpkı diğerleri gibi gündemde kalmıştır.
Reşid Rıza ve Mahmut Şeltut, Fazlurrahman gibi…
Süleyman Ateş ve emsali her konuda çok rahat ve pervasızda tamamen indi görüşler doğrultusunda tehlikeli ve tehlikeye itici fetvalar vermektedirler.
Bunlarda bize şu hadisleri hatırlatmaktadır:
“Biliniz ki Allah Kur’an-ı Kerim ile beraber onun mislini bana vahiy etmiştir.Mütenebbih olunuz ki karnını doyurmuş bir adam koltuğuna yaslanarak ‘Yalnız Kur’an-a sarılırız.Onda helal olanı helal,haram olanı haram kılınız’diyeceği günler yakındır.”(Ahmed,Ebu Davud,Hakim)
“Sizden biriniz koltuğuna yaslandığı halde,kendisine emrettiğim veya yasak ettiğim hususlardan bir husus tebliğ edildiğinde,’Biz bunu tanımayız,biz ancak Kur’an-ı Kerim-de olanlara tabi oluruz.’diyerek bunu alışkanlık haline getirmesin.”(Ebu Davud, İbni Mace)
-Hasan b.Cabir dedi ki;Mikdam b.Madi Kerib’in şöyle dediğini işittim: Rasulullah (sam)Hayber günü bazı şeyler haram kıldıktan sonra şöyle buyurdu:’Sizden birinizin koltuğuna yaslanarak;’Aramızdaki hakem Allah’ın kitabıdır.Ondan helalden ne bulduysak helal,haramdan ne bulduysak da haram kılarız.’sözünü sarf etmesinin yakın olmasından korkulur.İyi biliniz ki Allah rasulünün bir şeyi haram kılması Allah’ın o şeyi haram kılması gibidir.”(Hakim,Tirmizi,Abni Mace)
“Ümmetime en çok tehlikeli olacak kimse,Kur’an-ı Kerim-i yersiz tevil edendir.”

*Bir hatıramı nakledeyim;1984 yılında Kayseri İlâhiyat Fakültesi son sınıf öğrencilerine mahsus olmak üzere Ankara İlâhiyattan şimdiki Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından bizlere konferans vermek üzere Hüseyin Atay davet edildi.
Dinleyicilere Bardakoğlu kesinlikle soru sormamalarını özellikle belirtti.Koyun gibi dinlenilecekti.
Konuşmasının bir yerinde Atay,asırlardır kabul gören ve okunan Riyaz-us Salihin adlı hadis kitabının yazarı İmam-ı Nevevi’ye hakarette bulundu.
‘Bunun gibi bilmem ne heriflerinde yüzünden İslam dünyası araştırmadan geri bırakıldı.Onların toplumu araştırmadan alı koyan verdikleri eserler bir nevi ayak bağı oldu.
Ben o sırada parmak kaldırıp ayağa kalkarak cevap vermek istedim.Bardakoğlu ısrarla oturmamı söyledi,izin vermedi.
Özellikle söyleyeceğim şuydu;
Hoca efendi,sizde birkaç eser vermiş ve bizim araştırmamızı engellemiş olduğunuzdan dolayı bizde sizlere mi küfredelim?
Hakaretler devam edince hadis hocamız Selahattin Polat bey de arkadaşları tarafından susturularak konuşturulmadı.
Bardakoğlu sayesinde böyle kirli bir sohbete şahit olmuş olduk.

Bazen Bardakoğlu’da bu gibi çıkışlarda bulunmaktadır.
*”Kadınlarla çocukların özellikle teravih namazlarına katılımının arttırılması yönünde çabaları olduğunu belirten Bardakoğlu, şunları kaydetti:

”Teravih namazlarında çocukların, kadınların, gençlerin camide olmasını istiyoruz. Çocuklar koşuştursunlar, kimse onlardan rahatsız olmasın; ‘namazımızı bozuyorlar’ diye düşünmesin istiyoruz. Kadınların teravih namazlarında iştiraklerinde yeteri kadar rahat olmadıklarını biliyorum. Kadınlara, camilerin yukarı katlarında yer ayrılıyor. Doğrusu oraya iniş çıkışlar da çok rahat değil. Ama biz oraların rahat, temiz, aydınlık olması, erkekler tarafından doldurulmaması konusunda uyarılar yapıyoruz.”

Bardakoğlu, cemaat kalabalık olduğu zamanda erkeklerin cami avlusuna saf tutarak cami içini kadınlara bırakmasını, eğer yine de cami içine sığılmıyorsa kadınların erkeklere avluda eşit şekilde yer almalarını arzu ettiklerini söyledi.”
Daha başka tenkid noktalarını da yazmıştık

Bunu anlatmamdaki sebep ise,Ankara İlâhiyat menşeli olarak uzun zamandır İslâmın haremine girilerek içten yıkma politikası izlenmektedir.

Eski Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan Süleyman Ateş’te sürekli islâmın ruhuna uygun olmayan farklı çıkışlarıyla istikametli olmayan görüşler serdetmiştir.
Kendisi hakkında yapılan tenkid ve araştırmalarımızda bulduğumuz bazı yanlış ve tenkidler şöyledir:

*Aslında Süleyman hoca yaşlılıktan olsa gerek,ne dediğinin de farkında değil,kendi kendini de tekzib etmektedir:
“İnsan öldükten sonra kesinlikle ruh, bedene girmez. Ahiretten de mektup gelmez. Hiç gidenler geri gelmedi.”

Yaşar Nuri Öztürk-de Süleyman Ateş gibi reenkarnasyona inanmaktadır.
“Birinci ayette,(vakıa.60-62) yeniden yaratılacak insanın bedeninin, bu bedenin aynı değil, benzeri olacağı: “Sizi bilmediğiniz bir biçimde yaparız” anlamındaki ikinci cümleden de yeniden yaratılacak insanın bilinmeyen bir biçimde yaratılacağı anlaşılır. Daha önce geçen benzeri ayetlerle karşılaştırılırsa bu ayetlerden de kemal bulmadan ölmüş insan ruhunun, bilinmeyen bir zamanda ve bilinmeyen bir biçimde yeni bir bedene sokulup bedensel hayata getirileceği manası çıkarılabilir.”ve devamla:
“Ba’s kemal bulmamış ruhların, kemal bulmak üzere bedensel hayata getirilmesidir. Ki bedenden beden geçen ruh, bu bedenler içinde dünyanın ızdırabını, sıkıntılarını çekerek olgunlaşır. İşte bu gelip gitmeler ruhu pişirip olgunlaştıracak olan cehennem hayatıdır. Her bedensel hayatta yapılanlar, ruhun daha sonraki hayatının mahiyetini çizer…Olgunlaşmayan ruhlar, olgunlaşıncaya dek yeni bedenlere sokularak dünyaya getirilirler…”

Reenkarnasyon iddiasını tahlil eden E.Sifil gerek bu gerekse diğer tutarsız iddialara genişçe bir cevapta bulunmuştur.
Diğer adıyla tenasuh âhirete inanmayan dinlerdeki bir inanç olup,fir’avunlardan kalma bir düşünce ve uygulamadır.

Tüm yazılarının ihtiva ettiği sayfada da görüleceği gibi, bir çok tutarsızlıklara da imza atmakta,kurbanın sünnet oluşunu iddia ile ,yine başörtüsünün bir emir olduğunu ifadeden sonra Kur’an-ı zamana uydurmaya çalışma olsa gerek ki şunu da söylemeyi ihmal etmez:
“Eğer baş örtüsü takmama, hürlük cariyelik ayrımını çağrıştırmıyorsa ve bu durum kadına sataşılma nedeni olmaktan çıkmışsa ille baş örtüsü takması gerekmez. Elbette takmak daha uygundur.”

*”Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin ansızın geleceği, onun geleceği zamanı hiç kimsenin bilmediği ve bilmeyeceği, Allah’ın o bilgiyi herkesten sakladığı vurgulanmaktadır. Ansızın gelecek olan kıyametin alameti de olmaz. Bu konudaki rivayetlerin hepsinin uydurma, yakıştırma olduğu kanaatindeyim. Her 100 yılda bir müceddid geleceği hakkındaki hadis rivayeti de sağlam değil, kuşkuludur. Çünkü Kur’ân’ın gaybı (geleceği) Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği ayetlerine aykırıdır. Müceddidin gelip gelmeyeceğini kimse bilemez. Bundan 1000 yıl önceki insanlar da kıyametin alametlerinin göründüğünü, pek yakında kıyametin kopacağını söylüyorlardı ama aradan 1000 yıl geçti, kopmadı. Elbette kıyamet kopacaktır ama zamanını Allah bilir.”
*Oysa ayette:” Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet kendilerine gelip çatınca öğüt almaları kendilerine ne fayda verecek?”
“(Ey Muhammed!) Onlar (iman etmek için) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış olan bir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez. De ki: “Siz bekleyin. Şüphesiz biz de bekliyoruz.”

*Hoca masumca gibi görünen cevaplarında islamın hikmetlerini görmemekte ve bunları bilmeden sınırlamaktadır.Tutarlı bir davranış sergilememektedir.Belki de bu duruma kendisini iten sebeb,tasavvufu inkar ve red düşüncesidir.Mesela;
“Abdest almak, sadece namaz kılmak için gereklidir. Namaz vakti abdestini alır, namazını kılar. Sonra rahat yaşar. Sokağa çıkmak, gezmek dolaşmak ibadet midir ki abdestli çıksın?”

*Verdiği cevaplarda hissi aklın ve kaynağın önüne geçirmektedir.Bundan dolayı verdiği hüküm dini değil,hissidir.Mesela:
“Gittiniz, kredi çekip ev aldınız. Şimdi bunun caiz olup olmadığını soruyorsunuz. Caiz değil desem ne yapacaksınız? Evi geri mi vereceksiniz? Bu konuyu birçok kez yazdım. Benim kanaatime göre devletin yasal olarak tanıdığı kredi faizi, aşırı olmadıkça caizdir. Çünkü burada kredi veren de kredi alan da yarar görmektedir. Dar gelirli birinin kredi almasa 60 ay sonra şimdi aldığı o evi alması mümkün değildir. Çünkü ödeyeceği faiz oranı % 1 veya 1.5’ken alacağı evi 60 ay sonra şimdi aldığının belki iki katına alacaktır. Vereceği kira parası da cabası. Krediyle ev alan, bu işlemden zarar değil kâr ettiği gibi krediyi veren banka da aldığı faizle kâr etmektedir. Zaten bankanın kuruluş amacı da budur. Ben bu işlemin yasak faiz olduğu kanaatinde değilim. Aksi takdirde fakir fukaranın, dar gelirlinin ev sahibi olması mümkün olmaz.”

*Süleyman Ateş cehennemin ebedi oluşunu da inkâr etmekte ve bunu hüküm ifade etmeyen ve ölçüsü olmayan bir vicdanla yorumlamaktadır.
“(Ey Muhammed!) Onlar (iman etmek için) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış olan bir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez. De ki: “Siz bekleyin. Şüphesiz biz de bekliyoruz.”
Ateş burada Kur’an-ın kesin bir hükmünü inkâr etmektedir.
Buda” İmam-ı A’zam Ebu Hanife’ye göre “Cennetlik ve cehennemlikler girdikten sonra cennet ve cehennem yok olacaktır.” diyen kimse de orada ebedî kalışı inkâr ettiği için, kâfir olur.” (Fıkhu’l Ebsat)

Ayçe Özevin’in Doktora çalışması olarak hazırlamış olduğu,Süleyman Ateş’in tefsiri olan ‘Yüce Kur’an-ın Çağdaş Tefsiri’adlı çalışmasında ortaya konulan tefsirdeki tutarsızlıklar şunlardır:

*”Ateş’e göre insanları kurtuluşa götüren din tek değildir. Bakara 62. ayette
belirtildiği gibi Allah’a ve ahiret gününe inanarak salih amel işleyen kimseler cennetle
müjdelenmiştir. Bu çerçevede Ateş’in önemle üzerinde durduğu, cennetin kimsenin
tekelinde olmadığı görüşünü savunması ve bu esnada izlediği yöntem ve metodlar
araştırılmaya çalışılmıştır.”
Harranilerin her gün üç vakit namazları vardır. Horoz kurban eder ve
kurbanlarını yemeden yakarlar, sünnet olmazlar. Tevhidî bir yaşayış sürdürmezler. Bu
sebeple Harran Sabiîlerini Kitap Ehli’nden saymak doğru değildir. Bunlar daha çok
putperest kavim özelliği taşımaktadırlar.”
Bir ara Zekeriya Beyaz’ın da horoz kurban edilir,sözü de buraya dayandırılmış olsa gerek!

* “Ateş’e göre, Bakara ve Mâide suresinde bahsedilen Sabiîlerin Allah’ın birliğine inananlar kategorisinde sayılması da onların meleklere ya da yıldızlara tapan müşrik bir kavim olmadığının kanıtı sayılmaktadır.

Ateş’e göre Kur’an’ın bahsettiği Sabiîler Allah’ın birliğine inanan muvahhidlerdir.

-Sh-23-de” Ateş, ayrıca son peygamber Hz. Muhammed’e inanan herkesin de cennete gideceğini söylemez. Cenneti kazanmanın ilk yolu Allah’a iman, ahirete iman ve Salih ameldir.
Ateş’e göre iman, güzel eylemler biçiminde görülen kesin düşüncedir. Kur’an
bazı ayetlerde müminlerin sıfatlarını hatırlatır ve sadece “inandık” diyenlerin değil bunu fiillerine yansıtan kimselerin kurtuluşa ereceklerinden bahseder.

-Sh.42-“Ateş, iki Kitab’ın birbirine benzerliğini ve birincisinin esas olduğunu belirtir.
Buna dayanak olarak Ahkaf suresi 10. ve 12. ayetleri gösterir: “De ki: Hiç düşündünüz mü? Eğer bu Kur’an Allah katından olduğu halde siz onu tanımamışsanız,
İsrailoğullarından bir şahid de benzerinin Tevrat olduğuna tanık olup inandığı halde siz
inanmaya tenezzül etmemişseniz (durumunuz nice olur)? … Ondan önce imam ve
rahmet olarak Musa’nın Kitab’ı var. Bu da kendisinden öncekileri doğrulayan, Arap
diliyle vahyedilmiş bir kitaptır…”
Ateş’e göre, bu ayet ile Kur’an’ın Tevrat’ın benzeri olduğuna dikkat çekilirken, Tevrat’ın asıl (imam), Kur’an’ın da onu tasdik edici bir Kitab olduğu açıklanmak istenmiştir.

-Sh.43-“Ateş’in diğer bir görüşü de Kur’an’da bulunan müteşabih ayetlerin Tevrat ve İncil’in ayetleri olduğunu savunmasıdır.”

-Sh.47-“Görüldüğü gibi Ateş, Kur’an’ın Yahudileri Tevrat’ın hükümlerini uygulamaya çağırması sebebiyle Tevrat’ın muharref ve mensuh olmadığını belirtmiştir. Ateş’e göre,her dine zamanla çeşitli eklemeler olmuş sadece Yahudiler değil müşrikler de kendileri hükümler koyup bunları Allah hükmü göstermeye çalışmış ve bu sebeple
uyarılmışlardır.”

-Görüşünü doğru çıkarma uğruna nice uydurmalara gidilmektedir.
“Süleyman Ateş ise, “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir” adlı makalesinde
“Allah’ın sözlerini değiştirecek kimse yoktur” ayetine dayanarak sözlerin, kalıpların
değişik olabileceğini ama Tevrat, İncil ve Kur’an’ın her kavme kendi dili ile
vahyedildiğini ve içeriğinin aynı olacağını belirtmiş, İmam-ı A’zam Ebû Hanife’nin
namazda Kur’an yerine Tevrat’tan Kur’an’a uygun düşen bir ayet okumasının namazı
bozmayacağını ve namazın sahih olacağını söylediğine değinmiştir.”

Burada İmam-ı Âzama isnad edilen diğer kitaplardan değil,bir rivayette Fatiha bilmeyenin Farisi okuyabileceği rivayetidir ki ömrünün sonunda bundan da döndüğü rivayet edilir.
Bu da şartlı olarak Maturidinin Te’vilatında Ebu Hanifeye isnad edilen ;Farsça mana sahih olursa namazda okunacağı,yönündeki fetva konusunda;
1-Ömrünün sonunda bu fetvasından dönmüştür.
2-Değişen eski kanun yeni kanunla nakzedilmeyip,tasvib edilmese bile,neye dayanarak uygulanabilir?
3-Birde bu fetva birkaç cihetle hususiyet arzetmektedir.

*Bediüzzaman ise bu konuda;
“Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü’s-sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: “İmam-ı Âzam, sair imamlara muhâlif olarak demiş ki: ‘İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.’ Öyleyse biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.”
Elcevap: İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.
İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.
Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir.
İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.
Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
Dördüncüsü: Fâtiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.
Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!”

-Sh.74-“Ateş, ayrıca İsrailoğulları ile ilgili ayetleri olabildiğince geniş açıklamış
ve Kitab-ı Mukaddes’ten örnekler ile açıklamalarını zenginleştirmiştir.”

-Sh.81-“Yasağı delen kıyı halkının maymun olması hakkında iki görüş vardır: Birinci görüşe göre, bu insanlar gerçekten maymun olmuş ve üç gün maymun kılığında kaldıktan sonra ölmüşlerdir.
İkinci görüşe göre de, bunlar sureten değil sîreten maymun kılığına sokulmuşlar;
huyları, sıfatları maymun huyu ve sıfatına benzemiştir. Ateş, ikinci görüşün
temsilcilerindendir. Maymunların taklitçi olup, düşünce ile hareket etmediğini, bu
insanların da maymun gibi davranıp, ayetleri düşünmeden, çevresindekilerin yaptıkları
kötü hareketleri taklit etmeleri sebebiyle ceza aldıklarını açıklamıştır.

-Sh.147” Kur’an Kitap Ehli’ne kendilerine indirilmiş olan Kitaptaki hükümler ile
hükmetmelerini emretmektedir: “İncil sahipleri Allah’ın onda indirdiğiyle hükmetsinler.
Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar yoldan çıkmışlardır.”
Ateş’e göre eğer onlar bu hükümlere uyarsa, Müslümanlara düşmanlık etmez, onlarla dost olurlar.
Ayrıca Allah’a kullukta birleşmek insanları manen kardeş yapmaktadır. Kıskançlık,hased ve düşmanlık ilahî kitapları iyi anlamamanın sonucudur. Zaten ilahî kitapları gönderen Rabbin de bir zümreyi tutup diğerini atması düşünülmez.
Ateş burada önemli bir nokta olarak, insanların kendi düşmanlıklarını dünya tutkularıyla birleştirmeleri sonucu dinde daralmaya yol açtıklarını belirtmiştir.”

-Hz.İsa’nın göğe çekilmesini kabul etmez.” Tüm peygamberlerin bir mucizesi olduğunu söyleyen Ateş, buna rağmen peygamber de olsa ölen bir insanın cesedi ile göğe yükselmesini sünnetullaha aykırı bulur.
Ateş, Reşid Rıza’nın İsa’nın ölümü ile ilgili olarak şu görüşlerine yer vermiştir:
“Seni inkâr edenlerden seni temizleyeceğim” ayetine binaen Allah’ın İsa’yı
düşmanlarının elinden kurtarmış ve gizlice başka bir ülkeye gönderilen İsa normal
hayatını devam ettirdikten sonra ölmüştür, vefatından sonra da ruhu Allah katında
derecelere yükseltilmiştir.
Ateş konu ile ilgili açıklamalara Reşid Rıza’nın görüşleri ile devam etmiş, kendi düşüncelerine yer vermemiştir.
Reşid Rıza’nın bu görüşleri ise şu şekilde eleştirilmiştir: Hz. İsa Yahudilerce öldürülmediyse kalan hayatını nasıl ve nerede geçirmiştir? Bu esnada nübüvvet görevi ne olmuştur?
Görüldüğü gibi bu soruların cevapları muallâkta kalmaktadır.”

-Hz.İsa’nın göğe çıkmasını kabul etmeyenin,ahirzamanda nüzul edeceğini de söylemesi mümkün değil veya en azından yaptığı gibi hadisteki delilleri mana uyuşmazlığı kılıfına bürüyüp kaldıracaktır ki bu da tam bir tekellüflü tevilden başka bir şey değildir.

-“ Ateş’in, “Ehl-i Kitab’ın muhakkak kendi dinini bırakıp Müslüman
olması şart değildir. Peygamberlerin misyonu insanları sadece Hakk’a taptırmaktır.
Bütün peygamberlerin mesajları aynıdır. Herhangi bir kul Allah’a yöneliyor, yalnız
O’na kulluk ediyorsa, o, Peygamberin yolundadır”
Aslında Ateş,din kimsenin tekelinde değil derken,dini kendi tekeline aldığının bilincinde olmamıştır.

-Ayrıca Ateş’in tutarsızlıkları bir çok kimse tarafından da ele alınmıştır.

-Yazar Ateş-in tahlil ettiği tefsirinde sonuç olarak:” Eserlerde dikkatimizi çeken nokta, Ehl-i Kitab’ın ayrıcalıklı bir sınıf olduğunun üzerinde sıkça durulmuş olmasıdır. Genel olarak diyebiliriz ki Ateş Allah’ın geniş merhamet sahibi olmasını delil göstererek cenneti belli bir zümreye tahsis etmemek gerektiğine her fırsatta değinmiş, aldığı eleştirilere rağmen savunduğu fikirlerden vazgeçmemiştir.”
Oysa Allah’ın rahmetinin üzerinde bir rahmet,rahmet değil azab ve haksızlıktır. Zira Allah’ın adaleti rahmetinden önce gelir.Zira Allah adalet ve rahmetiyle hükmeder ve karar verir.

-Şu ifadeleri kullanan bir insan değil bir din adamı insan ismine bile layık bir kişi olamaz;
“Âdem’in anası ve babası vardır.Ancak bunlar insan değil hayvandır.Böylece insanlar da hayvandan türemişlerdir.”

*Nisan 1994…Bursa-Gönlü Ferah Oteli’nde yapılan bir konuşmada konuşma yöneticisi olan Süleyman Ateş’e itiraz edilince şu cevabı veriyor:
“Senin söz hakkın yok. Üstelik ben Kur’an hakkında öyle şeyler biliyorum ki, söylesem yer yerinden oynar.”
Bizim Kur’an hakkında bir şüphemiz yok da acaba kendilerinin bir veya bir çok şüpheleri mi var ki açıklamaktan korkuyorlar?
Allah ıslah etsin!!!
Şu bir gerçek ki,dışarıdan yıkılmaya çalışılan bu dinin asırlarca başarısızlıkla sonuçlandığını görenler bu gün ısrarla içten reform adı altında yıkmaya çalışmaktadırlar.
Şevket Eygi anlatıyor:
“27 Mayıs 1960 darbecileri Hocaefendiyi Diyanet İşleri Başkanı yapmışlardı. Bendeniz de Başkanlıkta mütercim olarak çalışıyordum. Birkaç ay boyunca Efendinin hususî kalem müdürlüğünü yaptım.Darbeciler ona baskı yapıyor, dinde reform mahiyetinde bazı uygunsuz işlere imza koymasını istiyorlardı. Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri bu baskılara direnmiş ve sonunda, “Bozulmayan dinde Reform Olmaz” diyerek izzet ü ikbal ile istifa etmiştir. Bendeniz kendisinden önce istifa etmiştim. Çünkü, bir Galatasaray ve Mülkiye mezunu olarak beni de kullanmak isteyen şer güçleri vardı.”

MEHMET ÖZÇELİK
29-09-2010




YARGI İNTİHAR ETTİ

YARGI İNTİHAR ETTİ

*Sevr-le sınırları tesbit edilen Türkiye,Lozanla geleceği şekilleniyor,elleri kolları bağlanıyordu.Şimdiki hukuk ise bunun kollarından biri..ahtapot gibi.
*Mailime gelen bir notta;’Yargı intihar etti.‏
“Bu karardan sonra her Türk vatandaşı reddi mahkeme hakkına sahiptir.Bu Yargıç, hakim,savcı,avukat ve hukukçular hukuku temsil haklarını kaybetmişlerdir.Her hangi bir Türk vatandaşı Türk Mahkemelerinde yargılanmayı red etme hakkına sahiptir.”
Yargı siyasallaşmıştır.
Yargıdaki skandallar Kollama-filmindeki Yiğit-in durumunu cazib hale getirmekte, Kurtlar Vadisi Pusu-daki Polat-ın durumuna özendirmektedir.
Cumhurbaşkanı 104.maddeyi devreye koymalı,alması gerekiyorsa yargıyı ve hukuku kurtarma adına bunu yapmalıdır.
‘Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.’
Meclis devreye girerek 107.maddeyi uygulamalıdır. ‘Yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez’
Ergenekonun yeni bir versiyonu olduğu da düşünülebilir;Yargıyı tuz gibi kokutup bozarak,milleti tahrik etmek,kendince yeni bir kaos ortamı oluşturmak.Bu da dikkat edilirse aleviler üzerinden sürdürülmektedir.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan meseleyi iyi niyetle ve hukuki olarak çözme taraftarıdırlar ancak unutulmamalıdır ki;”Aç olan canavara karşı sevgi gösterisinde bulunmak onun iştahını açar ve döner dişinin kirasını ister.
Şu an da hukukta bir kısım ve kesim dişinin kirasını istemektedir.
Anayasa mahkemesi,Yargıtay ve Hsyk bir kere yapmış olduğu yanlışını sonlandırmayacak,devamını da getirecektir.
Devletin ve milletin iyi niyeti su-i istimal edilmektedir.
Adalet başına zulmün külahını geçirmektedir.
Hakim kendisi müddei olsa kimden kime şikayet edelim.
Adalet bizden davacı olursa,asi dışarıda masum içerde,katil salınmış maktul alınmış ise biz kimi kime şikayet edeceğiz.
Baronlar hukuk çiğnenerek serbest bırakılıyor..darbe yapmaya teşebbüs edenler darbelerin önünü açıyor..devrimciler hukuk devrimi yapmaya çalışıyor..askeri darbe yoksa hukuk darbesi var,hangisinden alırdınız?
Çuvaldız çuvala sığmıyor,tuzun kokusu Türkiye sınırlarını aşıp dünyayı sarıyor.
Adaletin üzerindeki bu şaibe ve zulüm,keyfilik bir an evvel kaldırılmalıdır.

*Başbakan bile yani devletin en üstünde bulunan kişi bile hukukun geldiği noktayı şöyle özetliyor;’Artık hukuka inanç bitmiştir’
Türkiye-de hukuk son hakkını da aleyhinde kullanmıştır.

*Mahkemeden adi hüküm!!!
Parola: Adi Başbakan, adi vaka!
Deniz Astsubay Üstçavuş Çağrı Güler tarafından, 22 Şubat günü nöbet tutacak erler için parola “ADİ” işareti ise “BAŞBAKAN” olarak belirlenmişti.
ve Erdek Deniz Üs Komutanı Deniz Kurmay Kıdemli Albay Bülent Keçeci’nin imzasına sunulmuştu. Keçeci’nin imzaladığı liste tüm birliklere gönderilmişti. Skandal liste “Bilgi” amaçlı Erdek Mayın Filo Komutanı Tümamiral Atilla Kezek’in bilgisine de sunulmuştu. Kezek, Başbakan’a ağır hakaretin yer aldığı bu parolayı iptal edip, sorumlular hakkında işlem yapmak yerine uygulamaya koydu.
Askerî savcılıkça serbest bırakıldı.
İşte uygulamadaki hukuk ve laftaki hukuk.
Ve bu olay vatanı ve milleti korumakla görevli ordunun içerisinde cereyan etmektedir.
Yanlış anlaşılmasın Yunan ordusunun,İsrail askerlerinin içerisinde değil,Türk ordusunun içerisinde olmaktadır.

Hukuk adaletli kişinin elinde olursa,parmakta kesse acıtmaz.Ancak hakdan anlamayan,hak ve halk ile beraber olmayan bir kişinin elinde olursa o fiskede vursa acıtır.
Eskiden şeriatın kestiği parmak acımıyordu,şimdi ise hukukun yaptıkları çok acıtıyor.

*Bu gün Necdet Sezer milletin hapishanesinde,kendi hapishanesinde,yalnızlık hapishanesinde mahpus hayatı yaşamaktadır.
Zira atamış olduğu kimseler hukuk dağıtmıyor,hukukun önünü tıkıyor,hangi hakla milletin içerisine çıkacak ki?
Dışarıya çıkmıyor,dışarıda görülmüyor..gören yok..hapishane hayatı yaşamakta,aslında yaptıklarının hapsini çekmektedir.
Dünyanın sultanı da olsa böyle hapis hayatı yaşamaktansa hiç yaşamamak daha iyidir.
*Ordunun içerisinde cuntaya karışanlar emekli olduktan sonra milletin içerisine çıkamıyor.Nasıl çıksın ki,kaosla,balyozla,darbeyle uğraşmış,vurduğu milletten bir de saygı mı görsün?

Şu anda Türkiye-de sürmekte olan hukuk;Hukukun üstünlüğü değil,üstünlerin hukukudur.Tıpkı Bizans dönemindeki üstünlerin hukuku kendilerine göre kullanmaları gibi.
Hukuk başımızın üzerinde Demokles-in kılıcı gibi durmaktadır.
Hukukun iki tarafı değil,her tarafı kesmektedir.
Yapılan anketler milletin hukuka olan güvenini yitirdiğini göstermektedir.

-Ağaç baltanın kendisini kesmekte olmasından dolayı ağlıyormuş.
Baltanın acıtmasından dolayı mı ağlıyorsun,dediklerinde;
-Hayır demiş,benden olan baltanın sapı beni acıtıyor,onun üzüntüsünden ağlıyorum,demiş.
Hukuk içten çürümeye,yine kendisi tarafından bitirilmeye çalışılmaktadır.
Hukuk güvenini yitirmiştir…
MEHMET ÖZÇELİK
19-06-2010




MEŞRU TEVESSÜL

MEŞRU TEVESSÜL
Tevessül,vesile kökünden alınmadır.Sin ve sad ile olan tevessül mana bakımından birbirine yakındır.Zira sin ile sad devamlı münavebeli olarak gelirler.Onlardan biri diğerine benzer.
Tıpkı Fatiha suresindeki –İhdinas-sırâtel müstakim.-gibi.Kıraat-ı seb’a üzerine her iki şekilde okumakta caizdir.
Vesile;(sin ile)hedefe ulaştırma aracıdır.
Vesile;(sad ile) hedefe ulaşmaktır.Her ikisi de hedefe ulaşmaya sebep ve araçtır.
1.Nev’:Bir ibadet olup,onunla Allah’ın rızasına ve cennetine ulaşmak murad edilir,düşünülür.
“Onların yalvardıkları bu varlıklar, “hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine vesile ararlar.”
Mesela ramazan orucunu tuttuğu zaman denilir;Bu günahların bağışlanmasına vesiledir.Sahura kalktığı,kadir gecesini ihya ettiği zaman;hakeza bunlar günahların bağışlanmasına vesiledir.
Elbette burada Allaha iman ve güven gerekir ve gerektir.Bu durumda bütün Salih ameller birer vesiledir.
Salih amelden maksat:” Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir.”
Bundandır ki Efendimiz;”Ateşten –Cehennemden- Allah’a sığınırım.”derdi.
Cehennem ehline yazıklar olsun.
-Vesilenin 2.Nev’i:Duanın kabul olması için vesile edinilir.Bu da birkaç kısımdır:
1.Kısım:Gerek bir isim ile gerekse de bütün Allah’ın isimleriyle,isimlerini vesile kılmak.
1.Misal,bütün isimleriyle her şeye karşı isimlerini vesile yapmak konusunda İbn-i Mes’ud-dan rivayet edilen sahih bir hadiste;” “Bir kimseye keder ya da sıkıntı dokunduğunda; ‘Allah`ım, ben senin kulunum. Erkek ve kadın kulunun oğluyum. Alnım senin elindedir. Benim hakkımda senin hükmün geçerlidir. Hakkımda takdir ettiklerin geçerlidir. Kendini isimlendirdiğin tüm isimlerinle veya yarattıklarından birine öğrettiğin isimlerinle, kitabında indirdiğin isimlerinle, katındaki gayb ilminde kendine has kıldığın isimlerinle, Kur`an`ı kalbimin baharı, gönlümün nuru, üzüntü ve sıkıntımın giderilmesini senden isterim. Bu duayı söyleyenin, sıkıntı ve üzüntüsü yerine Allah bir ferahlık getirir. Ardından Ey Allah`ın Rasûlü! Bunu öğrenelim mi? diye soruldu. O`da Evet, bu duayı işiten kimsenin öğrenmesi gerekir.” diye cevap verdi.”
Burada bütün isimleriyle istenilmektedir.
Mesela bizde deriz ve demeliyiz;”Allahım!Bütün esma-i hüsnan ile birlikte istiyorum.”
Buna delil ise:” En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin.”
-2.Misal:Özel bir isimle tevessülde bulunmak.
Mesela diyebilirsin;Ya Ğafur,beni bağışla,Ya Rahim bana merhamet et,Allahım muhakkak ki sen affedicisin,affı seversin,beni bağışla.
Bu özel ve has bir isimle tevessülde bulunmaktır.
Bu çeşit tevessül duaya münasip olması gerekir.Tıpkı Allahtan rızık isteyeceğin zaman;Ya Rezzak dersin.Zira rızık ile Rezzak arasında bir münasebet vardır.
Eğer dersen;Ya Şedidel İkab,-ey azabı şiddetli olan,beni affet.-Burada söylenilen isimle,istenilen şey birbirine münasip düşmez.
Yani cezaya delalet eden bir isim ile,Allahın affına nasıl tevessül münasip olur?
Allah’a dua ettiği şeye münasip bir isimle dua etmesi gerekir.
-Büyük zatlar,başta peygamberler olmak üzere, hep Allah’ın bir ismine sarılarak, O isme iltica edip vird haline getirerek yükselmişlerdir.
Mesela,Hz.İsa Hay ismine,Hz.Musa Kelam ismine,Abdulkadir-i Geylani Kadir ismine,Mevlana Vedud ismine,Bediüzzaman Said Nursi Hakim ve Rahim isimlerine ve hakeza mazhar olmuş kimselerdir.
Kendinize münasip gelen bir ismi,ebced hesabıyla da hesaplayarak vird edininiz.O sayı kadar çekmeye devam ediniz.
-2.Kısım:Gerek özel gerek tüm sıfatlarıyla her şeye karşı tevessülde bulunmak.
Fiili sıfatlar bunlardandır.Mesela;” Allahümme inni es’elüke biesmâikel Hüsna ve sıfatikel-ulya”
Bu doğru bir tevessüldür.
Bu hususi olduğu gibi,umumi de olabilir.Yukarıda zikrettiğimiz umumidir.
Hususi ise:” Euzü biizzetillahi ve kudretihi min şerri ma-ecidü ve ühazirü.”
Burada Allahın sıfatlarından bir sıfat ile tevessülde bulunulmuştur.
-Ef’al ile tevessüle misal olarak mesela:” Allahümme salli ala muhammedin vé ala ali muhammed. Kema salleyte ala ibrahimé vé ala ali İbrahim.”
Burada İbrahime yapılan iyilik gibi,Muhammed ve âline de yapılması istenebilir.
Burada birini diğerine teşbih değil,bir illet ve sebebiyeti bildirmedir.
Burada İbrahime yapılan vesile kılınarak Muhammede de yapılması istenilmektedir.
-“İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde,

‘deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünkü, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâmdan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salâvatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?
…..Elcevap: Bu sualde üç cihet ve üç suâl var.
Birinci cihet: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler. âl hakkında olan bu duanın parlak bir sûrette kabul olduğuna delil şudur ki:
Üç yüz elli milyon içinde, âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan yalnız iki zâtın, yani Hasan (r.a.) ve Hüseyin’in (r.a.) neslinden gelen evliya ekser-i mutlak hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları – hadisinin mazharları olduklarıdır. Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-ı Azam (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı âzamını tarik-i hakikate ve hakikat-i İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler. “
Salavattaki Kaf-ın Ta’lil için olduğuna delil ise:” Onu, size gösterdiği gibi zikredin.”
O’nu zikrediniz çünkü O size hidayet etti,doğru yolu gösterdi.İstenilen her hal O’na malum ve maruftur.
Burada salat-dan kasıt rahmettir.
“İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır.”
-3.Kısım:Allah’a iman ve resulü ile tevessülde bulunmak.
Mesela:”Allahım sana ve resulüne iman ettim.Şunu şunu istiyorum,diyebilir.
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,..”
“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört.”
Yani sana ve resulüne imanımız sebebiyle bizi bağışla.Burada Allaha iman,mağfirete vesile kılınmıştır.
Allah’a ve resulüne imana,Allah’a ve resulüne muhabbete yapılan tevessül caizdir.
Çünkü Allah’a iman mağfirete ulaştıran bir sebeptir.
Hakeza Allah’a ve resulüne muhabbet yine bağışlanmaya ulaştırıcı bir sebeptir.
-4.Kısım:Kişinin hiçbir şey söylemeksizin halini Allaha arz ederek tevessülde bulunması.
Şöyle demek gibi;”Allahım ben sana karşı nihayet derecede fakirim.Allahım ben senin yed-i kudretinde esirim.”Hakeza.
Bu durum tıpkı Hz.Musa-nın iki kızın koyunlarını sulayıp sonra gölgeye gidip oturarak söylediği şu söz gibi:” “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım” dedi.”
Burada Rahmet,Lutuf ve İhsan gibi her şey elinde olan Allah’a dua edenin halini arzetmesidir.
Nitekim durumu iyi olmayan birinin seninle beraber olduğu sırada,fakir olduğunu, çalışmaya gücünün yetmediğini,buralarının garibi olduğunu anlattığında, onun durumunu bilir ve ona ikramda bulunursun.
5.Kısım:Duasına icabet etmesi istenilen kişiden bir dua ile tevessülde bulunmak.
Nitekim Enes’den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, şöyle anlatmıştır:

“Cuma günü Resûlüllah Sallalahu Aleyhi ve Sellem ayakta hutbe okurlarken bir adam Mescid’e girip dedi: Ey Allah’ın Resulü! (Kuraklık ve kıtlıktan) mallar helak oldu, yollar kesildi (sefere çıkılmaz oldu). Allah’a duâ et de bize yağmur versin. Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ellerini kaldırdı sonra buyurdu: (Allâhümme eğisnâ, Allâhümme eğisnâ, Al-lâhümme eğisnâ). “Allah’ım bize yağmur ver, Allah’ım bize yağmur ver, Allah’ım bize yağmur ver.” Enes demiştir ki, biz gökte ne bir bulut ve ne de bir bulut parçası görmüş değildik. Bizimle Sel’ dağı arasında da bulutu gizleyecek bir ev ve bir bina da yoktu. (Sel’ Medine’ye yakın bilinen bir dağın ismidir.) Hemen o dağın arkasından kalkan şeklinde bir bulut çıktı. Göğü ortaladığı zaman yayıldı. Sonra yağmur yağdı. Vallahi asla bir hafta güneşi görmedik. Sonra ertesi cuma, bir adam aynı kapıdan içeri girdi. Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ayakta hutbe okuyordu. Adam dedi ki: Ey Allah’ın Resulü! (yağmur felâketinden) mallar helak oldu, yollar kesildi. Allah’a duâ et de yağmuru bizden kessin. Bunun üzerine Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ellerini kaldırdı, sonra şöyle buyurdu:

(Allâhümmehavâleynâ ve lâ aleynâ. Allâhümme ale’lâkâmi ve’zzirâbi ve butûni’l-evdiyeti vemenâbiti’ş-şeceri).

“Allah’ım! Üzerimize değil, çevremize yağdır. Allah’ım! Tepelere, dağlara, vadilerin yataklarına ve ağaçların diplerine olsun. Hemen yağmur kesildi. Biz de çıkıp güneşte yürümeye başladık.”
Bunlar Allahın kudretindendir.Bir anda bulut yok iken toplanır,yağmur gelir.
Peygamberimizde hutbeyi kısa tuttukları halde bu dua esnasında yağmur hemen gelmiş,minberden inmeden yağmur mübarek sakallarını ıslatmış idi.
Allah rasulünün duasına süratle icabet etmişti.
Sahabelerde hutbe dinlerken bu duaya el kaldırıp amin demişlerdir.
“Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:
Hazret-i Câbir ibni Abdullahi’l-Ensârî beyan ediyor: Biz, bin beş yüz kişi, gazve-i Hudeybiye’de susadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular.
Sâlim ibni Ebi’l-Ca’d, Câbir’den sormuş: “Kaç kişiydiniz?” Câbir demiş ki: “Yüz bin kişi de olsaydı, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, on beş yüz (yani bin beş yüz) idik.”
“Başta Buharî, Hazret-i Berâ’dan ve Müslim, Hazret-i Selemet ibni Ekvâ’dan ve sair kütüb-ü sahiha başka râvilerden müttefikan haber veriyorlar ki:
Gazve-i Hudeybiye’de bir kuyuya rast geldik. Bin dört yüz kişiydik. O kuyunun suyu elli kişiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birşey bırakmadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, kuyunun başına oturdu. Bir kova su istedi; getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve dua etti, sonra o kovayı kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvânâtı doyuncaya kadar içtiler, kaplarını da doldurdular.”
“BenîHanîfe kabilesi kadınlarından Ümmü’l-Heysem diye anılan bir kadın, Müseylime’ye gidip:
“Hurmalarımız susuzluktan kuruyup döküldü! Kuyularımızın suyu çekildi!
Muhammed’in kuraklığa uğrayan halk için dua ettiği gibi, sen de sularımız ve hurmalarımız için Allah’a dua et!” dedi.
Müseylime, danışmanına:
“Ey Nehâr! O bunu yapmak için ne diyor?” diye sordu.
Nehâr:
“Kuraklığa uğrayan halk Muhammed’e gidiyorlar. Yağmur sularının gecikmesinden, kuyu sularının azalmasından ve hurma ağaçlarının susuzlukyüzünden hurmalarının dökülüşünden şikayet ediyorlar. O da onlar için dua edince, kuyularının suyu kabarıyor, hurma ağaçları gelişip dallarının uçları yerlere kadar eğiliyor!” dedi.
Müseylime:
“O, kuyulara ne yapıyor?” diye sordu.
Nehâr:
“Bir kova su getirtiyor. Onun içine, kavmi hakkında dua ediyor. Ağzına su alıp çalkaladıktan sonra onu kovanın içine bırakıyor. Kovayı götürüp o susuz kuyulara boşaltiyorlar. Sonra da hurma ağaçlarını suluyorlar” dedi.
Müseylime hemen bir kova su getirtti, kovanın içine kavmi için dua ettikten sonra, ondan ağzına su alıp çalkaladı ve kovanın içine bıraktı.
Kovayı götürüp kuyulara boşalttılar.
O kuyuların suları büsbütün çekildi ve kayboldu. “
*Nehâr, Müseylimeye:
“Beni Hanîfelerin çocukları üzerine bereket duası yapsan!” dedi.
Müseylime:
“Bereket duası ne denilerek yapılır?” diye sordu.
Nehâr:
“Hicaz halkı, çocukları doğduğu zaman onu Muhammed’e götürüyor. O da, çocuğun damağına birşey sürüyor ve başını sıvazlıyor!” dedi.
Bunun üzerine Müseylime’ye hangi çocuk getirilip damağına birşey sürdürülmüş ve başı sığatılmışsa, muhakkak o çocuğun ya başı bir daha saçı çıkmamasıya temelli kel, ya da dili kekeme olmuştu. Hele bir çocuğun başı, pek fena kel olmuştu.
Benî Hanffe kabilesinden ve Benî Mehriyelerden bir adam Peygamberimiz Aleyhisselamın abdest suyundan alıp Yemâme’ye getirmiş, kuyusuna boşaltmış, sonra su çekerek toprağını sulamış, yeşillikler parlamış, bahçenin yeşilliği hiç geçmemişti.
Nehâr, bir bahçe sahibine:
“Seni Benî Mehriyelerin yaptığı gibi Rahmân’ın abdest suyuyla sulamaktan alıkoyan nedir?” dedi.
Bunun üzerine adam Müseylimeye gidip:
“Sülmâ’nın toprağına Muhammed’in dua ettiği gibi, sen de benim çoraklaşmış, verimsiz hale gelmiş bulunan toprağım için Allah’a dua et!” deyince, Müseylime:
“Ey Nehâr! O ne diyerek dua ediyor?” diye sordu.
Nehâr da:
“Sülmâ, Muhammed’in yanına vardı. Kendisinin toprağı çoraklaşmış ve verimsizdi. Muhammed Sülmâ için bir kova su getirtip dua ettikten ve ağzında çalkaladığı suyu kovanın içine bıraktıktan sonra kendisine verdi. O da bu kovanın içindeki suyu kuyusuna boşalttı ve kuyudan çektiği su güzelleşti, tatlı I aştı” dedi.
Müseylime, Nehâr’ın dediği gibi yaptı.
Adam Müseylime’nin dua ettiği kovayı götürüp Sülmâ’nın yaptığı gibi yapınca, kuyusu kurudu.
BenîHanîfe halkı bir kuyu kazdılar.
Kuyunun bol ve tatlı sulu olması için Müseylime’ye gittiler. Gelmesini ve teberrüken kuyunun içine tükürmesini rica ettiler.
Müseylime içine tükürünce, kuyunun suyu acılaştı ve büsbütün çoraklaştı.
Müseylime’nin abdest suyu da bahçeye döküldüğü zaman, orada birşey bitmez oldu!
Bir adam gelip Müseylimeye:
“Ey Ebu Sümâme! Ben servet sahibi zengin bir kimseyim. Şu on yaşındaki oğlumdan başka hiçbir çocuğum doğmadı ki, iki yaşına varmadan ölmüş olmasın! Hem küçüğünün yaşaması, hem de büyük (on yaşındaki) çocuğumun uzun ömürlü olması için başını sığamanı ve Allah’a bu hususta dua etmeni arzu ediyorum!” dedi.
Müseylime:
“İstediğin şeyi yapacağım!” diyerek küçük oğlanın kırk yıl ömürlü olmasına dua etti.
Adamcağız sevinerek evine döndüğü zaman, oğullarından birisini kuyuya düşmüş, diğerini de kurt yemiş buldu!
Müseylime, Hz. Ali’nin ağrıyan gözüne Peygamberimiz Aleyhisselamın püskürünce iyileştiğini işit-mişti.
Müseylime’nin elini sürmesinden şifa bekleyen adamın gözleri ise, Müseylime el sürer sürmez veya tükürür tükürmez kör oluverdi!
Peygamberimiz Aleyhisselamın sütsüz, arık koyunun memesini sığayınca sütlenmiş olduğunu işiten Müseylime’nin memesini sığadığı süüü davarın sütü çekilmiş, kurumuştu!
*Bir kimse gıyaben kardeşi için bir şey istediği zaman bir melek ona der;
-Âmin,onun bir misli sana da olsun.
Kardeşinde gıyaben senin için bir şey istediğinde aynısını der.
Altıncı Kısım:Salih amelle Allah’a tevessülde bulunmak.
Kişinin matlubunun olmasında dua ederken Salih amelini düşünmesidir.
Buna misal olarak Beni İsrail zamanında olan ve Peygamberimizin anlattığı üç kişinin kıssasıdır:
İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında:
“Sizi bu kayadan, salih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağınız dualar kurtarabilir!” dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:
“Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirini yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâla uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü:
“Ey Allahım! Bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!”
Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.
İkinci şahıs şöyle dedi:
“Ey Allahım! benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüzyirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada:
“Allah’ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman sana haramdır!” dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim.
Ey Allah’ım, eğer bunları senin rıza-yı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.”
Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.
Üçüncü şahıs dedi ki:
“Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve:
“Ey Abdullah! bana olan borcunu öde!” dedi. Ben de:
“Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git bunları al götür!” dedim. Adam:
“Ey Abdullah, benimle alay etme!” dedi. Ben tekrar:
“Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!” diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü.
“Ey Allahım, eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!” dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler.”
*Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmurgelmiş. “Buharî, İstiska: 3; Fedâilü Ashâbi’n-Nebî: 11.
*Ancak müşriklerin putlarıyla ve bu kabilden olan tevessüller şirke sebebtir.Bu vesilelikten çıkar,gaye haline gelir.
Buna benzer Allahın dışında çağrılan şeyler bire bir ondan istenir mesela onun yardım etmesi veya kurtarması taleb edilirse buda meşru tevessül olmaz.
“Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapıktır? Oysa onlar, bunların tapınmalarından habersizdirler.”Ahkaf.5.
Allah bu çağrılan şeyleri aciz ve kıyamete kadar cevap veremeyecekler olarak nitelemiştir.Zira onlar istenilen şeyden habersizdirler.
Ve kıyamet gününde insanlar toplandıklarında,gerçek ihtiyaç anında onlar birbirlerine düşman olurlar.
“Kim, hakkında hiçbir delili olmadığı hâlde Allah ile birlikte başka bir ilâha taparsa, onun hesabı ancak Rabbi katındadır. Şüphesiz kâfirler asla kurtuluşa eremezler.”
Hakiki ve safi tevhid,kişinin tam bir teslimiyet içinde Rabbisine yönelmesidir.
Nitekim İbrahim Peygamber nemrut tarafından ateşe atılırken havada Cebrail gelir ve Allah’ın kendisini gönderip,bir isteğinin olup olmadığını sorar:
Bunun üzerine Hz.İbrahim,madem şu anda Rabbim beni görüyor ve biliyor,ben senden neden isteyeyim.
Adeta aradan Cebraili çekerek,halini direkmen Allah’a arzeder.
Duruşumuzu ve durduğumuz yeri iyi belirlemeliyiz.
Falan puta dua ettim,kabul oldu veya falan veliye bu işimin olması veya yapması için dua ettim oldu,gibi ifadeler yanlış tevessüldendir.
Tıpkı kabirdekinin kendisinden yardım beklemek veya bir ağaca bez bağlamak gibi.
Oysa o kişiden istenildikten sonra o işin olmasının bir imtihan olduğu ve sınanmamız için Allah tarafından bir deneme olduğu ve olabileceği unutulmamalıdır.
Nitekim Allah Yahudileri de böyle sınamıştı.
“(Ey Muhammed!) Onlara, deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk.”
Yahudilere cumartesi günü balık avlamak yasak iken suyun yüzü tamamen balıklarla doluyor,diğer günler ise böyle bir duruma şahit olmuyorlardı.
Başladılar isyan etmeye,neden diğer günler gelmiyor da,cumartesi günü geliyor.
Hilebaz bir millet olduklarından hileye baş vurdular.
Cuma gününden ağlarını kurdular,böylece balıklar ağlardan çıkamayınca,Pazar günü gelip onları topladılar.
Böylece bizde cumartesi günü toplamamış oluruz,dediler.
Cuma günü tuzağı kurar,cumartesi balıklar ağa takılır ve Pazar günüde toplarız kararına vardılar.
Oysa bilmediler ki,onlar hile yapar ama,Allah da hilelerini boşa çıkarıp, cezalandırır.
“Onlar gerçekten tuzaklarını kurmuşlardı. Tuzakları yüzünden dağlar yerinden oynayacak olsa bile, tuzakları Allah katındadır (Allah, onu bilir).”
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”Âl-i İmran.54.
“Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.”Bakara.65.
Ve bu ceza onlara maymuna çevrilmeleri suretiyle gerçekleşmiş oldu.
13 kişiden gençler maymuna,yaşlılar domuz suretine çevrildi.Akrabaları onları tanıyamadı,onlar akrabalarını tanıdılar.Üç gün ağlayarak bu vaziyet içerisinde, insanlardan ayrı olarak bir çadırda kalıp,daha sonra da öldüler.
Maymun gülünç bir hayvandır.Bunların da maymuna çevrilmeleri gülünç bir akibete düşmelerini göstermektedir.
Meshi maddi ve maneviye düçar oldular.
Hileye baş vurup,sabretmeyen İsrail oğulları,önceden on kere daha imtihan edilip yerine getirmedikleri gibi,bu seferde imtihanı kaybettiler.Allah’ın yasağını çiğnediler.Kıyamete kadar da zillet ve meskenete,miskinliğe çarptırıldılar.
Allah bazı özel durumlarda da bu ümmete imtihan gereği bazı şeyleri haram kılmıştır.
“Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin.”
Avlanmak helal iken,hac ve umrede haram kılınmıştır.
Aksi takdirde cezayı istilzam etmektedir.
“Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ’be’ye ulaştırılmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah, geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.”
Aynı durumla sahabe de imtihan edilmiş,ellerinin ve mızraklarının ulaşabileceği şekilde ahu ve benzeri kuşlar önlerine kadar avlanma imkanı doğmasıyla imtihan edilmişlerdi.Okla ulaşılamayan ava,yürüyerek elleriyle ulaşma imkanı ile imtihan edilmişlerdi.
“Ey iman edenler! Andolsun, Allah sizleri, ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av(lar) ile elbette deneyecek ki, görmediği hâlde kendisinden korkanı ayırıp meydana çıkarsın. Kim bundan (bu açıklamadan) sonra haddini tecavüz ederse, ona elem dolu bir azap vardır.”
Buradaki hikmet;kendisinden korkanı ayırıp meydana çıkarmaktır.
Sahabe bu duruma düşmedi.
Ve Yahudi bugünde faiz yoluyla bu hilesini sürdürmektedir.
“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.”
Ondandır ki,bu gün tüm dünyada en zillet içerisinde yaşayıp,her milletten tokat yiyen Yahudi milletidir.Hileleri başlarına dolanmış,kazandıklarını rahat bir ortam içerisinde yiyememektedirler.

MEŞRU VE YASAK OLAN TEVESSÜLÜN FARKI
Meşru olan Allahın resulüne iman,onu sevmek,onun getirdiklerini,her yönüyle üstün sıfatlarını kabul etmektir.
Bütün bunlar cennete girmeye ve cehennemden kurtulmaya vesiledir.Dünya ve âhiret saadetine sebeptir.Allahın rızasını kazanmaya vesile,sıkıntıların gitmesine,işlerin kolaylaşmasına sebeptir.
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar. Ona, ummadığı ve hesap edemediği yerlerden rızık ve servet verir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını büyütür.”
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve pınarlar başındadır.”
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında Naîm cennetleri vardır.”
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.”
Bu manada daha bir çok âyet vardır.
Burada Allaha iman ve muhabbet olduğu gibi,resulüne iman,muhabbet ve sünnetine uymak,Allah tarafından da sevilmeye vesiledir.
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”
“Şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.
Evet, Cenâb-ı Hakka İmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.
… Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.”
Bunlar amali salihadan ve Allaha yakınlaşmanın en efdal yollarındandır.
Hz.Ömerin Hz.Abbası vesile kılıp yağmur duasında bulunması meşru tevessüle örnektir.
Burada vesilelik ayrıdır,bizzat onun bu işteki kudreti,izni ve emri ayrıdır.
Yani o olmasaydı bu olmazdı,yağmur gelmezdi,denilmemelidir.
Burada iki nimetin bir arada bulunması söz konusudur.Şöyleki:
“Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.
Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.
Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.
Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.”
Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.
Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.”
Sahabeler Peygamberimizden kendisi için dua etmelerini taleb ediyorlardı.Ve onların menfaatına sebep olacak hususlarda da peygamberimiz şefaatta bulunuyordu.
Vefatından sonra buna çokça rağbet etmediler.
Kıyamet gününde ise ümmetine cennete girmeleri için şefaatta bulunacaktır.
O günde herkes Nefsi nefsi derken,Peygamber Efendimiz Ümmeti ümmeti, diyerek Allahtan ümmetini ve onların affını isteyecektir.
Allah rasulüne bunu vaat etmiştir.
“Rabbinin seni bir makam-ı mahmud’a (şefaat makamına) göndermesi kesindir.”
*Hayatta,özellikle dini hayatta her zaman için ifrat yani aşırı hareket tefriti yani ya geri bir hareket veya ta inkâra kadar götüren bir hal ve düşünceleri doğurur.
Suçlu aranacaksa,ifrat hareket bunun başında gelir.
Bir kişinin şeyhine gösterdiği ifrat hareket,bir başkasının şeyhine aid olan güzel hareketlerini ve hatta şahsını bile kemalsizlikle itham eden bir tavra götürmektedir.
Hayatta insanların teveccühünü istemeyen ve bunu bir kabul eden Bediüzzaman Said Nursi,ölmeden önce;öldükten sonra da böyle bir durumu arzu ettiğini söyleyerek, kabrini ancak birkaç talebesinin bileceğini söylemiz.İhlasıyla oluşacak ifrat hareketlerin önünü de kapatmış olmaktadır.
Aynı durum kabri belli olmayan Hz.Ali için de geçerlidir.
“En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin.”
İstenilecek her şeyi O’nun isimlerini şefaatçı yaparak istemeli.
O’na olan imanımızı,marifetimizi,muhabbetimizi,ihlasımızı,Salih amellerimizi vesile yaparak O’ndan istemeliyiz.
“Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duânıza cevap vereyim.”
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm.”
Efendimiz hadislerinde;dua ibadettir,dua ibadetin özüdür,buyurmaktadırlar.
*Allahın sevdiği bir kişiye hitaben;Kalk bizim için dua et,deyip ondan dua taleb etmekte bir sakınca yoktur.
Peygamberimizin ve Hz:Ömerin Hz.Abbas için söyledikleri uygulamada da görmekteyiz.
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.”
Burada peygamberin istediği ile Allahın kabulü birbirini tamamlamaktadır.Zira peygamber muhal ve imkânsız olan bir şeyi Allahtan taleb etmez ve Allah adına onu yapmaz.
Tıpkı müşrik olarak ölmüş bir kimsenin affı gibi.Veya Amcası Ebu Talibin iman etmemesi gibi.
Sahabeler bir çok defa rasulullaha gelmiş ve O’ndan kendileri için dua talebinde bulunmuş ve bir çoğu da kabul olmuştur.
*Tevessülde her önüne gelene şirk demek,akıl zafiyetinden ileri gelir.Zira en zor bir şey varsa,oda o kişinin müşrik olduğunu rahatça söylemektir.
Çünkü şirklikle ittiham edilen kişi eğer gerçekten o durumda değilse,o ifade söyleyene döner,o müşrik duruma düşmüş olur.
* “İki gözü a’ma bir kimse gelip, ya Resulallah, Allahü teâlâya dua et, gözlerim açılsın dedi. (Kusursuz bir abdest al! Sonra Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam! Seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duamı kabul et!) duasını okumasını buyurdu. Adam, abdest alıp dua etti. Hemen gözleri açıldı.”
“İbnu Abbas (radiyallahu anhuma) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalatu vesselam)’ı işittim, diyordu ki:
“Bir müslüman ölür, cenaze namazına Allah’a şirk koşmayan kırk kişi katılırsa, Allah, bunların onun hakkındaki şefaatini mutlaka kabul eder.”
*Neye,nasıl ve ne şekilde dua edilmeyeceği ve istenilmeyeceğini rabbimiz şöyle belirtmektedir:
“Allah’ı bırakıp da sana ne fayda ve ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki sen zâlimlerden olursun.”
Burada zaten Allah’ı bırakmış bir kimsenin durumu nazara verilmektedir.
“Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!”
Burada da müşrikler gibi,Allah’a eş ve ortak koşmuş olan kimselerin isteyişleri bildirilmektedir.
“Kim, hakkında hiçbir delili olmadığı hâlde Allah ile birlikte başka bir ilâha taparsa, onun hesabı ancak Rabbi katındadır. Şüphesiz kâfirler asla kurtuluşa eremezler.”
Burada kâfirlerin yapacakları şeylerin faydasız olduğu açıkça belirtilmektedir.
“Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile birlikte başka ilâh mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!”
İslâmda tevhid esastır,ifrat ve tefritten sakınılmalıdır.
Not:Bu eser Arapça ‘Et-Tevessülül Meşru’ vet-Tevessülül Memnu’ – adlı Abdulaziz bin Abdullah bin Bâz ve M.bin Salih el-Useymin tarafından yazılan eserden özetlenmiştir.
27-09-2011
MEHMET ÖZÇELİK




ÖZEL HAYAT

ÖZEL HAYAT
Mecelle de “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz”
Hükümler zaman ve zemine göre farklılık arzetmez.
Bir yerde haram olan,namus dışı olan,bir başka yerde namusluluk arz etmez.
Âyette:“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”
*” Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selam vermeden girmeyin Bu davranış sizin için daha hayırlıdır Düşünüp anlayasınız diye size böyle öğüt veriliyor

Eğer evde kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar oraya girmeyin Eğer size “Geri dönün” denirse hemen dönün Çünkü bu sizin için daha nezih bir davranıştır Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilendir

İçinde size ait bir eşya olan oturanı bulunmayan evlere girmenizde herhangi bir günah yoktur Allah açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.”
* Sebebi Nüzulü ise:Adiyy bin sabit den rivayet olunduguna göre Rasülüllah efendimize bir kadin gelerek Ya rasülellah evde öyle bir hal üzere oluyorumki o halimle beni kimsenin görmesini istemiyorum.Fakat birisi ansizin geliveriyor ne yapayim deyince bu ayeti celile nazil oluyor.
*Hz. Ömer bir gece dışarı çıkmıştı. Beraberinde İbn Mes’ud da vardı. Dolaşırken uzaklarda bir yerde bir ışık gördüler ve oraya yöneldiler. Nihayet bir evin önüne geldiler. İçeride önünde şaraplar olduğu halde bir ihtiyar oturmakta ve bir şarkıcı kız da şarkı söylemekteydi. Bunun üzerine Hz. Ömer aniden içeri girerek yaşlı adama “Ben bu gece gördüğüm, ecelini beklemekte olan bu ihtiyarınki gibi çirkin bir manzara görmedim”dedi. Bunun üzerine ihtiyar “Ey Mü’minlerin Emiri! Senin yaptığın benimkinden daha çirkindir. Allah Teâlâ insanların gizli hallerinin araştırılmasını yasakladığı halde sen bunu yaptığın gibi evime de izinsiz girdin!”diye karşılık verdi. O zaman Hz. Ömer “Doğru söylüyorsun”dedi ve sonra elbisesiyle ağzını kapatıp ağlayarak çıktı. Dışarıda kendi kendisine “Eğer Rabb’i onu bağışlamayacak olursa annesi Ömer’in mâtemini tutsun! Bu ihtiyar, yapmakta olduğu işi kendi ailesinden bile gizliyordu. Bundan böyle “Nasıl olsa Ömer beni gördü!”diyerek bu işi hiç terketmeyecektir” diyordu.
Bu ihtiyar bir zaman Hz. Ömer’in meclislerine gelmedi. Nihayet bir gün kendisini gizleye gizleye gelip cemaatın son saflarından birine oturdu. Onun gelişini gören Hz. Ömer “Şu ihtiyarı bana getirin!”dedi. Birisi kalkıp o ihtiyarın yanına giderek ona “Mü’minlerin Emîri! yanına gelmeni istiyor”dedi. İhtiyar, Hz. Ömer’in kendisine bir ceza vermesinden korkarak yavaş hareket ediyordu. Hz. Ömer “Yaklaş, yaklaş!”diyerek onu yanına oturttu. Sonra kulağına eğilip ona “Muhammed’i hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki o gece gördüklerimi hiç kimseye söylemiş değilim. Aynı şekilde o sırada yanımda bulunan İbn Mes’ud da bunlardan hiç kimseye bahsetmemiştir”dedi. Bunun üzerine o da Hz. Ömer’in kulağına şunları söyledi: “Ey Mü’minlerin Emîri! Muhammed’i hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki ben de o geceden beri, görmüş olduğunuz o işe yanaşmadım”. Bunları işiten Hz. Ömer yüksek sesle tekbir getirdi. Ancak halk onun niçin tekbir getirdiğini asla öğrenemedi.
*Elbette bir insanın derdest edilerek yerden yere vurulması akla da uygun değildir..
*Namus dışı davranışlara artık kişisel ve ailevi durum gibi meşru kılıflar giydirilmeye çalışılıyor.
Yapılan hareket namuslu bir hareket değil ki,ailevi hareket olarak kabul edilsin!
Namus-suzluk ne zaman özel hayat oldu.
*Baş örtüsü sırf kötülüklerden korunmak için ve Allahın emrinin yerine getirilmesi amacıyla yerine getirilmesi özel hayat olmuyor da,bir kişinin ailesine ve topluma ihanet edip,toplumsal ahlaksızlığa neden olması özel hayat oluyor?
Ne kadar tezat değil mi?
Bu gayrı meşru insanları benimseyen veya onlara oy verenler ve verecek olanlar acaba hangi yüzle kendilerini savunacaklardır.Onun o halini tasvib etmiş olmayacak mıdır?
Bunun hesabını nasıl ve ne şekilde verecektir?
Gayrı meşruluğun meşru olarak yayılmasına göz yummuş olmayacak mıdır?
Böylece kendisi de gayrı meşru bir pozisyona düşmüş olmayacak mıdır?
*28 şubat çerçevesinde Müslim Gündüz-ün evine ve yatak odasına girildiğinde bunu mahremiyet ve özel hayat olarak değil de,büyük bir başarı olarak değerlendiren medya,bugün kendi yandaşlarının kirli çamaşırlarının ortaya çıkmasını özel hayat olarak değerlendirmektedir.
Bir kısım Medya iki yüzlü daha doğrusu yüzsüzlük yapmaktadır.
*Dinen;araştırmak ve toplumun güven ve selameti için,hukuka dayalı olarak tecessüste ve araştırmada bulunulmasında bir beis yoktur.
Nitekim ordunun içinde çöreklenmiş ve bu sebeble de gizli bilgileri satmakta olan fuhuş çetesinin ortaya çıkarılması nasıl yanlış bir uygulama değilse,siyaseti kirleten insanlarında bu kirli çamaşırlarını tesbit ederek siyasetten uzaklaştırmaya çalışmak,halkın kirli insanlar tarafından yönetilmesini engellemek amacıyla tecessüste bulunmakta anormal bir durum değildir.
Problem bunu etrafa saçıp savurmadadır.
Batıda ar meselesi olan ve istifaya sebeb olan fuhuş görüntüleri,bizde şöhret olarak gösterilmeye,kabullenmeye,sahiplenmeye,neredeyse ayrıcalık olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Buda namus duygusunun kaybolmasına veya dumura uğramasına yol açmaktadır.
Kirli hayat veya Hayat! Kadının hayatı özel hayat değildir.
Belki özel hayatlardan çıkarılması gereken hayatı ortadan kaldırıcı çirkin davranışlardır.
19-05-2011
MEHMET ÖZÇELİK




DİNE EKİLEN AYRIK OTLARI

DİNE EKİLEN AYRIK OTLARI
*Hayatımızdan ayrık otlarını çıkarmalı,atmalı ve sökmeliyiz.Başka türlü kurtuluşumuz mümkün değildir.Zira şerrin def’i,hayrın celbinden evlâdır.
Menfiliklerin tahribatı ve açtıkları yaralar,hayırların tamirinden daha büyük yaralar açmaktadır.
Bu yazı ve araştırma aynı zamanda Din kültürü öğretmenlerinin, ilâhiyatçıların, hocaların durumu hakkında bir öz eleştiridir.
Önceleri olsun diyorduk,olsun da çamurdan olsun!oldular.Şimdi kaliteli olsun ama ne kadar kalite var?Ne kadar yeterlilik var?
Belki de bütün var olanlarla beraber,ne kadar istikamet var?Yaşayış var?Hayata yansıma ve yansıtma bulunmaktadır?
Bu milletin başı koparılmış,çok yapmacık başların türemesine de kapı açılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşunda ilk devre dışı bırakılanlar ve korkulup tehdit edilenler din alimleri olmuştur.
Dini temsil edenler ve dini kaynaklar imha edilmiş,yasaklar konulmuştur.
Din sağlıklı kaynaklardan ve yeterli olarak öğrenilmemiştir.
Bununla da yetinilmemiş din sürekli öcü olarak gösterilmiş ve alay konusu yapılmıştır.
Din imha edilmeye çalışılmıştır.
*Müftüler resmi işlerle uğraşır,vaizler kalblerine ne doğduysa onu söyler,imamlar da görüntüye göre hareket eder,mevcutla yetinir.
Vukuat-müftüler,Tuluat-vaizler,Zuhurat-imamların tarzıdır.
Oysa bunlar kendilerini sürekli yetiştirmeye yönelik ne kadar ferdi ve kurumsal bir çaba harcamaktadır?
Oysa başta İmamlar ve Din dersi öğretmenleri Devlet tarafından göreve başlamasıyla birlikte;başta Kutsal mekanları (Kudüs gibi) ve Mekke-Medineyi ziyaret etmeleri sağlanmalıdır.
Sürekli tedrisat içerisinde gelişmiş bir medrese tahsili içerisinde ve cemaatını yetiştiren bir kurum olmalıdır.
*İfrat hareket edenler hiçbir zaman vasat hareket edemezler.
Eski mücahitler mütait oldular,sözünde anlatıldığı gibi,dini temsil edenler ne kadar dinle haşir neşir oldular?
Mesela,çoktan beridir tanıdığım mücahit bir hoca,ifrat hareketiyle hep öne çıktı.Dünyanın makam ve mevkiini elde etti.Sonrada süs eşyası olan heykel satmaya başladı.
Bir öğretmen arkadaş kendisine bunun caiz ve uygun olup olmadığını sorduğunda ise,onu bağnazlıkla itham ederek,tersleme yolunu seçti.
Çok iyi bilmekteyim ki,daha önceden birisini bu durumda görseydi,mutlaka onu tekfir eder,affedilemeyeceğini söylerdi.
Kader kendisinin ifrat hareketinden dolayı aksi maksatla tokat yiyerek,ifrattan tefrite düşmüş oldu.
Aynı hal ya ifrat veya tefrit olarak devam etmektedir.
Mesele vasatın ve istikametin elde edilmesidir.
Biz hocalar İslâmiyeti ne kadar temsil etmekteyiz?
İlk halimiz ile sonraki hallerimiz arasında ne kadar bir değişim olmaktadır.
Özellikle gündemde olan hocaların tutarsızlıklarını araştırmak üzere işe başladığımda,o kişilerin önceden eserlerini inceleyerek tenkitde bulunmayı düşünürken, maal-memnuniye bu alanda epey bir girişim ve araştırmalar yapılmış olduğunu gördüm.
Bu alanda yapılan tenkidleri mukayese edip,hülasalandırmaya çalıştım.
M.Avni (Avnullah) ÖZMANSUR’un kendi sitesinde kitaplaştırdığı – Kur’an’daki Asıl İslâm Bu-kitaplarıyla bu kimseleri şöyle sıralıyordu;
Prof. Yaşar Nuri Öztürk,Prof. Hüseyin Atay,Prof. Süleyman Ateş,Edip Yüksel,Prof. Zekeriya Beyaz,Prof. Hüseyin Hatemi,Kezban Hatemi,Prof. Hayrettin Karaman,İskender Evrenesoğlu,Prof. Bayraktar Bayraklı, Abdülaziz Bayındır, Ahmet Hulusi, vb.’lere Cevap-başlığında ele almıştı.
* BAYRAKTAR BAYRAKLI:
Daha önceki konuşma ve genel olarak yazdıklarını okuduğumda gördüğüm o ki,çok cesurane bir şekilde indi ve yoruma yönelik bir İslâmı anlatmaktaydı.
Onun tefsiri konusunda yapılan bir araştırmada;
Talha Hakan ALP,- Bayraktar Bayraklı’nın “Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri” Adlı Eseri Üzerine-yaptığı incelemede,şu tesbitleri yapıyordu;
”Bayraklı’nın tefsirinin bir nüshasını temin ederek eseri incelemeye başladık. Bir grup arkadaş bir yandan tefsiri inceliyor, bir yandan da göze çarpan sorunlu hususları not alıyorduk. İnceledikçe Bayraktar beyin lüzumsuz ve mesnetsiz yorumlarından bezginlik geldi. Sonuçta, bir kelime üzerine fındık kabuğunu doldurmayan ve çoğu tutarsız yığınla laf u güzafla boşa vakit harcamak yerine, modern dönem tefsir yazarları için adeta karın ağrısı haline gelmiş bazı konuları esas alarak tefsiri değerlendirmeyi daha doğru bulduk. Bunun üzerine yazarın, münhasıran nesh, recm, mucize ve nüzul-i İsa gibi konuların irtibatlı olduğu ayetler hakkındaki görüş ve yorumlarına yoğunlaşmaya karar verdik.”
“Bayraktar beyin tefsirini incelediğimizde onun tefsirinin kavramsal anlamıyla bir “tefsir” olmadığını, belki Bayraktar beyin “ayetler hakkındaki şahsî yorumları” olduğunu çok rahat söyleyebiliriz.”
“Yorum adı altında kuru spekülasyonlarla ayetlerin çarpıtılması vakıasına pek sık rastlanır.”
“Sözgelimi yazar, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasıyla ilgili ayetleri açıklarken nüzûl-i İsa konusunda vârid olan onlarca sahih hadisin bir çırpıda uydurma olduğunu söyleyebilmiştir. (c. 4, s. 135-139)”
“Hakikat şu ki, Bayraklı, hadis ve âsâr birikimden şükran duygularıyla faydalanıp makul izahlarda bulunmak yerine “orijinal düşünceler” uğruna ayetleri çarpıtmıştır.”
Kulağı tersinden göstermeye çalışan,etrafta dolaşarak manayı örten ve bozan bir tanımına örnek olarak yapılan tesbitte;
” Sözgelimi içinde “talak” lafzı geçen bir ayeti tefsir ederken bu kelimenin Kur’an’da boşamak, öne atılmak, yola koyulmak, gitmek veya kekeleşmek manalarında kullanıldığını söyleyen Bayraklı, bakın bütün bu manaları boşama ayetine nasıl uygulamaktadır: “Bütün bu manaları “talak/boşama” konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz: Eşlerden biri, özellikle erkek ‘öne atılarak’ nikah bağını çözmeye çalışmakta ve bu uğurda yapılacakları yapmak için ‘yola çıkmakta’ ve böylece ‘aile bağını’ hukuka ‘dolamaktadır’. ‘Dilin dolaşması’ gibi karı-koca arasındaki iletişimin de dolaşması, yani kopması söz konusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili kekemeleşen Hz. Musa’nın göğsünün daralması gibi, karı-koca arasında da iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına sebep olmakta ve buna bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için yapılacak bu işe talak adı verilmiştir. (c.3, s.141)”tanımıyla anlatılmaya çalışılan talak,adeta tamamen anlamsızlaşmış,hiçbir hukuki mana ifade etmemektedir.
*Bayraklının kaynak eksikliği ile ilgili tesbitte:” Bayraktar beyin tefsirinin önemli bir eksikliği kaynak fakiri olmasıdır. Tefsirin ne klasik ne de modern zengin bir bibliyografyası olmadığını her okuyucu fark eder. Klasik kaynaklar içinde müellif ağırlıklı olarak Beyzavî, Nesefî, Hâzin ve Fahrurrazî’den yararlanmıştır. Yazarın Fahrurrâzî’den istifadesi ağırlıklı olarak Mutezile’nin ayetlere getirdiği aykırı yorumları tespit edip bunları, kendisine ait orijinal birer yorum gibi sunmak içindir.”
Aslında kendisi de kendisini tarif etmektedir:” “Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur’an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.” (c. 1, s. 63)” sonucuna varıyor.
Savunulan şeylerde öne çıkan Kur’an-ı zamana göre izahtan öte,yoruma yönelik açıklamaktır.Farklılıkta bir fark aranmaktadır.
Bayraklı şu görüşleri savunuyor:
“Başı açık namazın olmayacağını söyleyen kitap yok. Yasaklayabilecek otorite de yok. Kadın camiye gider, namazı başı açık kılar. Engelleyemeyiz”.
“Namaz cemaatle birlikte nadiren kılınır. Çünkü namaz ferdi bir ibadettir ve herkes ibadetini evinde yapar. Bunda bir problem yok. Bir tek cuma namazı toplu bir namazdır.”
Yanlış çıkışlar genellikle farklı görünmenin,kendi isbata çalışmanın veya dinin ve kuranın görüşünden ziyade kendi görüşü olarak öne çıkmasından kaynaklanmıştır.
Orijinal düşünceler uğruna hükümler tahrif edilmektedir.
“Mezhepler ‘din’ haline getirildi. Kuran-ı Kerim’i egemen kılarsak, mezhepler dökülecek. Kuran’dan bilgiyi alırsak, hataları ortaya çıkacak
“Kur’an’da Yüce ALLAH namazın kazasından bahsetmemektedir. Orucun kazasından bahsetmektedir. Orucun kazasından bahsetmesine rağmen namazın kazası konusunu gündeme getirmektedir. Oruç tutarken, rahatsızlanan veya sefere çıkan, orucunu kazaya bırakabilir. Ama Nisa 101’de sefere çıkanın namazını kılacağını söylemektedir. Ayrıca Nisa 102’de savaş halindeyken de namazın kılınacağını buyurmaktadır. Diğer taraftan Maide 6’da su bulamadığımız takdirde teyemmüm alıp namazımızı kılmamız emredilmektedir. Eğer namazın kazası olsaydı seferilikte, savaşta ve susuzluk hallerinde kazaya bırakmamız uygun görülürdü. Şartlar ne olursa olsun, namaz kılınmalıdır.
Hz. Peygamber kaza namazı kılmamıştır. Kırk yaşında peygamber oldu, 9 yıl sonra namaz farz kılındı. Kılmadığı namazları kaza etmiş midir? Tabiki böyle bir namaz kılmamıştır. O zaman Yüce ALLAH’ın demediğini, peygamberin uygulamadığını nasıl söylüyorlar? Onların böyle fetva vermeleri ibadet eğitimi bakımından çok sakıncalı olmuş, olmaya devam etmektedir. Genç ve orta yaşlılar şöyle düşünüp söylüyorlar: Nasıl olsa namazın kazası oluyor. Elli yaşımızdan sonra kazalarımızı kılarız, şimdi kılmayabiliriz. İşte kaza fikri insanları namaz kılmamaya sevk etmektedir”
Tamamen yorum ve kendi mantığına göre kıyaslama tavrıdır.
“Adetli(hayızlı) kadın namaz kılar.!!!”Onun sözü.

*MUSTAFA İSLÂMOĞLU:İslâmoğlu hakkında hep istifade etmeye çalıştım.Kelimeleri tahlili dikkat çekiciydi.
Tefsir dersinde derse yakışmayacak kaba sözcükler kullanması dersin feyzini götürmekteydi.Argo kelimeler hemen sırıtıyordu.
1980-lerin başında kendisini duymuş.Kayseri’nin mümtaz şahsiyetlerinden Ali Mutlu abimizin o zamanki bazı yanlış çıkışlarını telafi etmek için kendisiyle bazen görüştüğünü söylemişti.
Aslında onun hakkında vaiz olan babasının söylediğini söylemekle baştan kesmek istemediğimden sonda vermeyi düşünüyorum.
Daha önceleri Abdülaziz BAYINDIR,In Tutarsızlıkları ile ilgili bir araştırma yaparken,hakkında araştırma yapmış olan M.Avni (Avnullah) ÖZMANSUR beyi arayarak,bir takdim yazmasını istedim.Bana ilk söylediği söz ise;Ondan daha tehlikeli durumda olan İslâmoğlunun –Hayat kitabı Kur’an-adlı eseri,aslında para vermeni istemem ama bir al tahlil et demişti.
Onun hakkında araştırma yaparken çok tutarsızlıklarının ortaya döküldüğünü gördüm.Ve onlara da cevaplar verilmişti.Ehli sünnet çizgisinde olmadığı yönde sürekli tenkid edilmekteydi.
Bana da sürekli soruluyordu.Mustafa İslâmoğlu nasıl birisidir?
Tefsirlerini görüntülü olarak gerek Hilal tv-de ve gerekse de internetten indirmek suretiyle dinlediğim halde,olumlu cevap veremiyordum.
Burada onun hakkında yapılan tenkidler ise;
*”SORU:Sorum Hz. İsa ile ilgili olacak. O¬nun tekrar geleceğine inanan yakın dost-larıma nasıl anlatayım da veya nasıl cevap ve¬reyim de, biraz da olsa bilgi sahibi olsunlar. Bu ko¬nuda bana birkaç ayet gösteriyorlar, bunlara biraz da olsa cevap verebiliyorum ama Buhari, Müslim gibi zatların hadislerini gös¬ter¬dik¬le¬rin¬de bu hadisler uydurma diye-miyo¬rum ve yorum yapamıyorum. Çünkü hadislerin ger¬çekliğini bilemiyorum. Bana bu konuda yar¬dımcı olabi¬lir misiniz? Ben gelmeyeceğine ina¬nanlardan olduğumu ifade ettiğimde bana iti¬katımdan bahsediyorlar. Sizden değerli cevap¬larınızı bekliyorum. Allah sizden ve Mü¬min¬lerden razı olsun. (02/03/2007)
CEVAP: Aynen ben de öyle yapıyorum. Bu doğru olan. Buhari ve Müslim’deki hadisleri izahın binbir yolu var.
İsa’nın gerçek inancı o¬nu takip edenlere dönecek de diyebiliriz. Fakat bu hadisler haber-i vahid. Zan içerir. Yanlış ve ya¬lana ihtimali vardır. Bu tür haberler akideye konu olmazlar. Bu yeterlidir.
*İslamoğlu kader konusunda “iman bilinci” adlı kitabının 17. sayfasında bakın ne diyor:
“Allah’a, Ahiret gününe, Meleklere, Kita¬ba, Peygamberlere inanmak. Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan ha¬diste de yer alır. Sonraki ilmihallere, imanın şartı olarak geçen tartışmalı fazlalık kadere i¬man maddesidir.”
İslamoğlu’nun kendisine sorulan bir soruya web sitesinde verdiği cevâbı aynen aktarıyoruz.
1. “Cennet cehennem yok olacaktır” gö¬rü¬şü benim görüşüm değildir. Bir Kur’an talebesi olarak Kur’an’daki “huld” ve “ebed” kelime¬le¬rini tahlil ettim. Cennet ve Cehennemin ebedili¬ğinin nasıl anlaşıldığını sahabenin olayı nasıl yorumladığını söyledim. Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere birçok güzide sahabinin bu konudaki gü¬nümüz yaygın kanaatinin aksine olan görüşleri¬ni serdettim. Cehennemin sonsuz olmadığını söylediklerini naklettim. Buna da İbnu’l-Kay-yım el-Cevziyyenin yazdığı Hadi’l-Ervah İla Bi¬ladi’l-Efrah adlı eserini kaynak gösterdim. Bu eser Arapça olarak piyasada var. Her yerde satılıyor. Bakmak isteyen açıp bakar. İbnu’l-Kayyım’ın ilmi yetkinliğinin derecesini siz bil¬mezseniz bilen birine sorabilirsiniz.
Siz yanlış adrese kızıyorsunuz. Hz. Ebube¬kir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Abdullah b. Mes’ud’a kız¬manız, onlara hesap sormanız lazım. Onlara hesap sormanız gerekirken bana hesap sorma¬nız adil değildir. Hak değildir. Zulümdür. Allah razı olmaz.
2. Bakara suresinde Cennet ve nar’ın ilk geçtiği yerde bu konudaki farklı görüşleri bir müfessirin ilim namusu gereği zikrettim. Bir önceki kasette/CD’de başkalarının görüşünü naklettim. Bir sonraki derste kendi görüşümü naklettim. O da şuydu: cennet ve cehennemin zamanı gaybi bir konudur. Bu konuda konuş¬mak ğaybı taşlamaktır. Bunu Allah bilir. Bize düşen cehennemden sakınmak cenneti hak et¬mektir.
*EVLÂTLIĞIN MAHREMİYETİ MESELESİ
İslamoğlu Nisâ Sûresinin 23. âyet-i kerî¬mesinde geçen:
﴿ وَرَبَائِبُكُمُ اللَّاتِي فِي حُجُورِكُمْ مِنْ نِسَائِكُمُ اللَّاتِي دَخَلْتُمْ بِهِنَّ ﴾
“Kendileriyle zifafa girdiğiniz eşleriniz¬den olup himâyenizde bulunan üvey kızları-nız(ın nikâhı haram kılınmıştır)..” kavl-i şerîfi¬nin 10 nolu dipnotunda aynen şöyle diyor:
“Kişinin önceki kocasından olma kızının yasak kapsamına girmesi için ‘aynı evde bir a¬rada’ yetişmiş olma şartı öngörülmektedir.
Bu şartın dışında kalanların yasak kapsa¬mına girmediği görüşünü İbn-i Hazm, Ali ve Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)ya nisbet eder.” (Gerekçeli meal-tefsir 1/152)
*Mîrasla İlgili Bir Çarpıtma:
Allâh-u Te‘âlâ’nın mîrasla ilgili:
﴿يُوصِيكُمُ اللّٰهُ فِي أَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْأُنْثَيَيْنِ ﴾
“Allah size, çocuklarınız konusunda (şunu) tavsiye eder; erkek iki kadının payına denk alır..” (Nisâ Sûresi:11) kavl-i şerîfini îzah sa¬dedinde İslamoğlu’nun “Gerekçeli meal-tef¬sir”- inde 5 nolu dipnot olarak düştüğü ifâdeleri aynen aktarıyoruz.
“Bu oranın haddi ednâ (en aşağı sınır) mı, haddi â’lâ (en yüksek sınır) mı veya haddi mut¬lak (asla değiştirilemez oran) mı olduğu; 1) mi¬ras oranlarının düzenlenmesinde ilahi mak¬sadın ne olduğuyla; 2) vahyin teşri yönüyle, 3) hük¬mün illete mebni olup olmadığıyla alakalı¬dır.
Miras oranlarında ilahî maksat ilk ayetin de delâlet ettiği gibi adalet ve hukukun tecellisi için kulluk ve insanlık sorumluluğunu yerine getirmedir.
Mirası ellerinde tutan kadınlar değil er¬keklerdir ve ayette onlar sorumlu davranmaya davet edilmektedir. “Kadına az ya da çok mi¬rastan pay verin” diyen 7. Âyet, bu hükmün teşri yönünün azdan çoğa doğru olduğunu gös¬terir. (7.âyetin notuna bkz.) 32.âyetteki iktisâp bizce hükmün illeti olarak okunmalıdır.
O gün¬kü gelir kalemlerinin başında savaş ganimetle¬ri, diyet ve kan bedeli gelir. Bunlar erkekler yo¬lu ile kazanılır. İkiye bir nisabını mü’minlerin annesi Ümmü Seleme de illete mebni bir hüküm olarak okur ve bunu şöyle ifa¬de eder: “Erkek¬ler savaş yapıyorlar fakat kadı¬nlar savaşamı¬yor; sonuçta bize de mirasın an¬cak yarısı düşüyor.”
Bunu bu ayetin inişinden sonra gelen şaş¬kınlıktan da anlıyoruz. Taberî’nin nakline göre biri Resulullah’a gelir ve der ki; “Ya Resulel¬lah, kıza yarım mı verelim? Kız ata bile bine¬mez, savaşamaz.”
Bütün bu veriler ışığında bu oranın haddi mutlak olmadığı, en yüksek sınır değil, en aşağı sınırı oluşturan illete mebni bir oran olduğu sonucuna varılır.
Gerek miras oranlarının illet, hikmet ve maksadını anlamaya yönelik bu yorumumuz ge¬rekse buna benzer meseleye yeni bir açılım ge¬tiren daha başka yorumlarımız, sadece muradı ilahiyi anlama çabamızın bir ürünü olarak an¬laşılmalıdır. İslâm’ı çağa uydurma veya uyar¬lama gibi bir derdimiz yoktur. Böyle bir yakla¬şım sağlıklı da değildir.” (Gerekçeli meal- tef¬sir:1/147)
*Kadının Şahidliği:
İslamoğlu’nun “gerekçeli meal-tefsir”inde Bakara Sûresinin 282. âyet-i kerîmesinde geçen:
﴿ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى ﴾
“..Erkeklerinizden iki kişinin şahitli¬ğine başvurun. Eğer iki erkek bulunmazsa, bu durumda doğruluğundan emin olduğu¬nuz kimselerden bir erkekle iki kadını şâhit tu¬tun ki ikisinden biri şaşırır, unutur, yanılır¬sa diğeri ona hatırlatabilsin..” kavl-i şerîfi¬nin 3 nolu dipnotundaki ifâdelerini aynen aktarıyo¬ruz:
“Bu ibare öyle sanıldığı gibi iki kadını bir erkeğe denk saymak değildir. Âyet haksızlığı önleyip adâleti sağlama konusundaki titizlikle alakalıdır.
Bu, kadının ticaret ve ticari anla¬ş¬ma¬lar konusundaki bilgisizliğinden kay¬nak¬la¬na¬bi-le¬cek muhtemel hataları önleyici bir tedbirdir. Zaten tadille ‘unutma, yanılma, şaşırma, hak¬tan sapma’ anlamlarının tümüne birden gelir. Sözgelimi iki kadından biri unutmuşsa, doğal olarak şahit ikiden teke düşecek, sonuçta şahit¬lik yapan iki kadın değil, tek kadın olacaktır. Kuran bire iki oranını şahitlikte nisap olarak belirlemez. Zira Nisa 15 ve Nur 4-8 de zina da¬vasında cinsiyete bakılmaksızın 4 şahit istenir.
Hatta adil yargılamayı sağlamak için bazı durumlarda erkeğin değil, sadece kadının şa¬hitliği kabul edilir. Bunların hiçbirinde de cin¬siyet belirtilmez. Burada da maksat şahitlik ya¬pacak kimsenin cinsiyeti değil, hatta şahitlik bi¬le değil, vadeli borçlanmalarda mağduriyeti önlemektir. Borç vermeyi aşırı teşvik eden vah¬yin verilen borçların tahsili konusunu ihmal et¬mesi düşünülemez.”

Çıplak Ayağa Mesh:
İslamoğlu’nun, abdesti konu edinen Mâi¬de Sûresi:6. âyette yer alan ayakları yıkamakla ilgili ifâdeye düştüğü dipnot şöyle: “Kıraat i¬mamlarından Nâfi, İbn Âmir, Hafs, Kisâî ve Yakub’un okuyuşuna göre ayet ayakların yı¬kanmasını, geri kalanının okuyuşlarına göre a¬yaklara mesh edilmesini emreder. (…) Ehl-i Sünnet okuluna mensup âlimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ve Ta¬berî gibi bazı sünnî imamlar ikincisini tercih e¬derler.” (Hayat Kitabı Kur’an, s:192)

*Mustafa İslamoğlu’nun Babasının Ali Eren’e Yazdığı Mektup“Muhterem Ali Eren Beyefendi!..
Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler…
Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla…
Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!… Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz… Milyonları ifsat ve idlal etmesin… Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun…”
“Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” Ali Eren / Yeni Mesaj,21.10.2000
Not: dâl = sapık, mudıl = saptırıcı idlal etmek = saptırmak, yoldan çıkarmak.
Babası oğlunu böyle tarif etmişken artık biz ne diyelim…
Hatalar bir hata olarak basitçe değerlendirilecek cinsten değildir.

*SÜLEYMAN ATEŞ:
Hakkında daha önce yazmıştık.
“İnsanın maymundan türediği doğru değildir. Fakat insanlarla maymunlar müşterek bir kökten türemiş olabilirler. Hatta insanı meydana getirme yolunda evrimleşirken bir türe tabi grup dumura uğrayıp maymun olabilir. Bu bakımdan insanın maymundan değil maymunun insandan türediği de düşünülebilir.
Tanrı sınırlarını tecavüz eden bir toplum için Allah:-Onlara aşağılık maymunlar olunuz dedik.” buyurmuştur. Bu ayet böyle bir duruma uğramaya işaret sayılabildiği gibi, bazı insanların ahlaken bozulup ruhi bir çöküntüye uğradığı da düşünülebilir.
Burada başka bir hayvanın değil de maymunun zikredilmesi ayrıca düşündürücüdür.
İnsanın şu veya hu hayvandan tekamül etmiş olması,onun değerini düşürmez. Çünkü Allah, kainatı tekamül kanununa göre yaratmıştır. Ve bu-tekamülün amacı, insanın meydana gelmesidir.
Demek ki bütün kainat, insanı meydana getirmek için bir tekamül uğraşına girmiştir. Belki de insan, bugünkü hayvanların hiçbirinden değil de doğrudan doğruya çamurdan yaratılan ilkel bir varlıktan evrimleşerek ortaya çıkmıştır. Muhakkak olan nokta, insanın bir evrim geçirdiğidir.”
Nasıl bir mantıksa!Kendi kendisini tekzib etmektedir.Hem maymundan türemediğini söylemekte ve hem de ona bağlamaktadır!
Adi bir şeyden âli bir şey çıkmadığı gibi,âli bir şeyden de adi şey çıkmaz.

* HAYRETTİN KARAMAN:
Hayrettin Karaman’da tenkid edilenler arasında yerini almıştır.Daha önce bir yanlışından dolayı birkaç yazı yazmıştım.
Arabistandan esen vehhabilik,İrandan gelen Şialık maalesef memleketimizi nezleye tutturmaktadır.
Tenkid edilen görüşleri arasında:
“Dinleri teke indirgemek olmamalı.
“Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” (Polemik Değil Diyalog, s. 41);

“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

“Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” (Polemik Değil Diyalog, s. 36);

“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kitab’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 37);

*MUHAMMED KUTUB : “Seyyid Kutub’un kardeşi ve ne yazık ki aynı yolda..”İnhiraf çizgisi” adlı makalesinde özetle : Nihayet İslam Osmanlıların kaydından kurtulup, bağımsızlığını kazanarak, ileri atılmaya başladı.Özellikle bu atılış hicazda vehhabilik, Sudan’a Mehdi’nin yönettiği mehdilik hareketlerinde görülmektedir.(!) Bu iki hareket İslam’ın asıl gücünü ve ilerleme istidadını yeniden kazandıracak nitelikteydi.(!)İslam’daki bu mutlu gelişmeyi gören..(!)”
Birde Ali Şeriatiye İslam alimi ifadesini yakıştırmak ve yapıştırmak,alimliği anlamamaktır.Muteber bir şahsiyet değildir.
Dört büyük halife için yaptığı yakıştırma,seviyesinin denaetine işaret etmektedir.
Düşüncesini abartılı tenkid üzerine otutturmuş,mesnedsiz atmaktadır.”
Türkiye’deki reformistleri kendine bağlamış,daha doğrusu onlar sayesinde gündeme gelmiştir.
Türkiye’deki öğrenilen din,resmi dindir.Dinin emrettiği tarzdaki bir din değildir.
Ancak cemaatların samimi çalışmaları durumu muhafaza altına almaya çalışmakta,bu mânada bir katkıda bulunmaktadır.Bu gelişim gönüllere biraz olsun su serpmektedir.
MEHMET ÖZÇELİK
06-02-2011




GÜNAH RADYASYONU

GÜNAH RADYASYONU
“Semud halkına da içlerinden biri olan kardeşleri Salih’i gönderdik.
“Ey benim halkım!” dedi, “yalnız Allah’a ibadet. edin! Çünkü sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.
İşte size Rabbinizden açık bir delil, bir mûcize geldi.
İşte Allah’ın devesi de size bir âyet!
Onu kendi haline bırakın, Allah’ın diyarında otlasın, sakın ona bir fenalık yapmayın.
Yoksa sizi acı veren bir azap yakalayıverir.”
Semud, Âd kavminden sonra Arabistan’da en yaygın halktır. Eski Arap şiirinde olduğu gibi, Eski Yunan ve Rum tarihçi ve coğrafyacıları da Semud halkından bahsederler. Bu kavim kuzeybatı Arabistan’da Hicr denilen bölgede otururdu. Başkentleri şimdi, Medayin Salih adı ile anılmaktadır. Bu halkın tepelerde oydukları taş evler, bu güne bile ulaşmıştır.
Kur’ân’ın geldiği sırada Mekkeliler Şam’a ticaret için giderken, Hicr kalıntılarının yanından geçiyorlardı. Bir defasında Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile oradan geçerken: “Burası Allah’ın gazabı ile helâk olan bir halkın diyarı idi. Siz de buradan ağlayarak geçin. Burası eğlenecek değil, hüzünlenecek bir yerdir.” deyip oradan çabuk ayrılmayı tavsiye etmiştir.”
*” De ki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.’”
*Günah işleyenden vebadan kaçar gibi kaçmalı.Kibir,ucb,yalan,riya gibi kötülükler yayılmacı,bulaşıcı kötü hasletlerdir,hastalıklardır.
*Günah radyasyonu da Rusya-daki Çernobil gibi sâri bir illettir.
Günah sızıntıları Japonya-daki nükleer santral sızıntılarından daha az tehlikeli değildir.
Günahın büyüklüğüne göre günah santrallerindeki sızıntılar artar,Çernobil gibi uzun süre etkisini sürdürür.
Yukarıdaki semud kavminin helak olduğu yerden Efendimizin hemen geçmelerini istemesi,oradan sızan radyasyonların hala etkisini sürdürdüğünü haber vermektedir.
Peygamber Efendimiz ordusuyla Semud kavminin bulunduğu bölgedeki Hicr mevkiinden geçerken şöyle buyurdu:”Buranın suyundan içmeyiniz,Namaz için abdest almayınız,o su ile yoğurduğunuz hamurları develere yediriniz,siz o hamurdan yemeyiniz,arkadaşsız dışarıya çıkmayınız.”

Herkes denileni yaptı. Ancak (Said oğullarından) biri,bir ihtiyaçtan,diğeri devesini aramak için dışarı çıkmışlardı. İhtiyaç için çıkan bir cin tarafından çarpıldı. Diğeri fırtınaya kapılıp Tayy kabilesinin dağlarına kadar sürüklendi. Daha sonra bulundu.

Bu durum Peygamberimize bildirildiğinde:”Tek başınıza çıkmaktan sizi men etmedim mi?”buyurdu. Daha sonra dua etti,çarpılan kurtuldu.

Ona:”Uhruc ya aduvvallah”(Ey Allahın düşmanı çık)dedi.
*Aids-den ölenler gömüldükten sonra kireçlenirler tâ ki onun radyasyonu bitkiler yoluyla ve onu yiyen hayvanlar yoluyla veya hava yoluyla insanlara bulaşmasın.
Tevbe de günah radyasyonunun kirecidir.Günahların radyasyon zararı ancak samimi bir tevbe veya hemen yerine bir hayırlı iş yapmak ile temizlenir ve zararı engellenmiş olur.
*Ebû Nüceyd İmrân İbni Husayn el-Huzâî radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Cüheyne kabilesinden zina ederek gebe kalmış bir kadın Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna geldi ve:
– Yâ Resûlallah! Cezayı gerektiren bir suç işledim. Cezamı ver, dedi.

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm kadının velisini çağırttı. Ona:

– “Bu kadına iyi davran! Doğum yapınca bana getir!” buyurdu.

Adam Resûl-i Ekrem’in buyurduğu gibi yaparak kadını doğumdan sonra getirdi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kadının üzerine elbisesinin iyice bağlanmasını emretti; sıkı sıkıya bağladılar. Sonra Peygamber aleyhisselâm’ın emri üzerine taşlanarak öldürüldü. Daha sonra Resûl-i Ekrem kadının cenaze namazını kıldı.

Hz. Ömer:

– Yâ Resûlallah! Zina etmiş bir kadının namazını mı kılıyorsun? diye sorunca Hz. Peygamber şunları söyledi:
– “O kadın öyle bir tövbe etti ki, şayet onun tövbesi Medine halkından yetmiş kişiye taksim edilseydi, hepsine yeterdi. Sen Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için can vermekten daha üstün bir şey biliyor musun?”
Kötülük bir tohum gibidir.Sökülüp atılmazsa boy verir.
Mehmet Feyzi Efendi şöyle der:”Kötülüğün kökünü daha bil kuvve halinde iken kazıyıp atmalıdır.”
Günah işlemeden yapılan tevbe ve istiğfar,kalbi temizlemek ve cilalayıp kalaylamak içindir.

*Dünya kirlendi..akan kanlar onu çok kirletti.Bir gusül gerek..temizlik gerek.. kıyamet kâinatın boy abdestidir.
*Abdestte kişinin vücut radyasyonlarından arınması ve temizlenmesidir.
Efendimiz kişide gadap ve kızgınlık ateşinin şiddetlenmesi halinde abdest alınmasını tavsiye etmiştir.Ateşi ancak su söndürür.
”Kulumun abdesti bozulduğunda abdest almazsa bana gazab etmiş olur.Abdest alır,namaz kılmazsa yine gazab etmiş olur.Abdest alır,namaz kılar,dua etmezse yine gazab etmiş olur.Bunları yaptıktan sonra ben onu affetmezsem gazab etmiş olurum.Gazab bana yakışmaz,ben kulumu affederim.”
*Yağmurun rahmet oluşu,gökte bulunan toz-toprak ve azot gibi kirleri toprağa su ile beraber gömmesindendir.
“Her kim şeref ve kuvvet isterse bilsin ki, bütün şeref ve kudret Allah’ındır. Hoş kelimeler (tevhid ve tesbihler) ancak O’na yükselir, kabul olunur. Salih ameli de hoş kelimeler (tevhid) yükseltir, makbul kılar. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır. Bunların yaptıkları tuzak mahvolur gider.”
Tesbih,ibadet ve dua gibi şeyler yağmur gibi birer rahmet vesilesi olup,havada bulunan kötülükleri,azot ve karbonları ve zararlı radyasyonları rahmet gibi toprağa gömmektedirler.
Hadisde:”Hiçbir dua eden yoktur ki,şu üç sonuç arasında olmasın:”ya istediği hemen verilir ya lehine ertelenip saklanır yahut da dua bir günahına kefaret olur.”

18-05-2011
MEHMET ÖZÇELİK




HARAMIN KITLIĞI

HARAMIN KITLIĞI

*Daha önce haramın sancısını yazmış,hiçbir doktor tedbirleri haramın sancısını dindirmiyor.Haramın sancısı kabre kadar devam ediyordu.Oradan cehenneme kadar devam edecek olan bir sancıdır,haramın sancısı.

*Haram yoldan elde edilen domates ve üzümün etrafında yılan çöreklenmiş, haram adeta yılana dönüşmüştü.

*Şimdi ise haram paranın getirdiği kıtlığa şahit olmaktayız ki,buna benzer yaşanmış hayattan çok örneklere şahid oluruz.Şöyle ki;
Tarlasını çok güzel ekip,gübreleyip iyi neticeler almak için bankadan faizle para çekip,ekinini yerine getirmişti.Eksik bir şeyi yoktu.Çokta ümitliydi.Çiftçiliğin tüm gereklerini yapmış,hesabını iyi yaptığını düşünüyordu.
Her zamanda yapıp çokça ürün aldığı yöntemi yine yerine getirmiş,sebeblere tam uymuştu.
Ancak Allahın hesabını hesaba katmamıştı.Allahın kâinata koyduğu kanunlar gereği haramın kanununu hiç hesaba katmamıştı.Belki de –Allah Rahim ve Kerimdir- deyip nefsini savunmaya geçmişti.Bu işlem ayıbını örtmek içindi.
O sene beklenmedik bir şekilde bir kuraklık oldu.Tüm masrafları boşa gittiği gibi,aldığı faizin paralarını ödeyememenin yükü çok ağır oldu.Ellerinde olanları da kaybettiler.
Çoluk çocuğumun rızkını temin edeyim deyip düştüğü gayrı meşru yoldan,Allah onun çocuklarına hürmeten çocuklarının midesine haramın girmesini engellemişti.
Haramın getirdiği kıtlık bazen kişinin kendisiyle sınırlı kalmaz,o beldeye bile rahmetin gelmesine mani olur.

*Kur’an-ı Kerim-de haram ve yasak olanlar,gizli işlenenlerdir.
Zina kabulün dışında gizli işlenen bir günahtır.
Hırsızlık iznin dışında gizli alınan bir şeydir.
Haram karşısındakinin değil,nefsin onayı ile alınan şeylerdir.Tıpkı Hz.Ali’nin namaza gittiğinde atını emanet ettiği kimseye çıkınca altı akçe vereceğini düşünmesine rağmen,o kişinin atın yularını çalarak kaçması gibi ki,Hz.Ali’nin de o kişiye vermeyi düşündüğü para kadar ödeme yaparak yeni bir tane alması arasındaki fark gibi.
Haram ile helal arasında ince bir hat,ince bir zar,ince bir düşünce bulunmaktadır. Okyanusları aşan insan haramın ince çizgisinde boğulmaktadır.
Helalde şeffaflık hüküm sürmekte iken,haramda kapalılık ve bulanıklık bulunmaktadır.
Haramzadeler ve haramzedeler bulanık hayatın bulanık çocuklarıdırlar.

* Cennette sular kaynağından içilecek.Her şeyin aslına varılacak.Gölgelerin yerini asıllar alacak.
Asıl-sız-ların,kök-süz-lerin,kök-süz olanların olmadığı,öksüz olduğu yer.
Orada her şey kök salmış,o da köküne ulaşılamayan kökler,kökler ülkesi..
Haramlar kökü zedelemekte,koparmakta,köksüzleştirmektedir.Cehennem köksüzler yurdurdur.
Haram insan ağacının kökünü fare gibi kemirmektedir.

*Her bir günah içinde ve de haramda küfre gidecek hayatı karartacak bir yol bulunmaktadır.
Haramlar insanın yapısını,proğramını,dna-sını bozmaktadır.Direkmen insanın ana merkezine hücum etmekte,virüs gibi çöküşe sebep olmaktadır.
MEHMET ÖZÇELİK
09-11-2010




SEVAB GÜNAH KAVRAMI

SEVAB GÜNAH KAVRAMI

Çocuğun masumluğu,sevimliliği ve öldüğünde günahsız oluşu,bu günah k,r,ne bulaşmamasındandır.Ancak yavaş yavaş güçlenip akıllandıkça yanlışlara,hata ve günah işlemeye meyletmeye başlamasıyla eski sadelik ve berraklık kaybolur.Yerini sevimsizliğe ve soğukluğa terkeder.Günahların çehresi ebedi soğuktur.Kirdir ve lekedir.

Peygamber Efendimiz istiğfarı emredip kendilerinin de hergün yetmiş defa istiğfarda bulunduklarını ifade ederler.Ancak bu istiğfarları,yapılan bir günahın silinmesi için olmayıp,hergün o kadar mertebeyi katetmekte,demektir.Yani bir sonraki günkü mertebesi,bir önceki günkü mertebesinden yetmiş defa daha fazladır.İki günü eşit olan ziyandadır,hakikatı da bunu ifade eder.

Bazılarının da bir mertebe katedip,o mertebenin cezbesine kapılarak,aynı mertebede sayması bir eksikliktir.

İnsan fıtraten günaha meyyal olduğundandır ki,tevbe kapısı son saatte kıyamete kadar açık tutulmuş,tevbeye teşvik edilerek ümitsizliğe düşülmemesi emredilmiştir.

Evet günah sıfatı insanın manen terakkisine,Allah’ın sıfat ve esmasının tecellisine mazhar olmasına engel teşkil etmektedir.

Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi;İnsanlar madenler gibidirler.Madenlerin tefrik edilip ayrıştırılması büyük bir ameliyeyi gerektirmektedir.

Ateşe sokulan madenler birbirlerinden ayrıştırılarak bakırı,kömürü,gümüşü,altını ve elması herbiri ayrı bir şekilde ayrılır.

Dünya ve ahirette yakıcı özelliği olan günahlar da bazı insanların kömür ve bakırlığını ortaya koyarken,bazılarını da toplumda elmas ve altun gibi nurani bir çehre olarak parlamasını sağlamaktadır.

Günahsız sevip düşünülemez.Dünyada herşey nisbî olup nisbetince bilinir.Karanlığın nisbetince aydınlık bilinir ve anlaşılır.Günah ve şer nisbetinde sevab ve hayır bilinir ve görülür.

İnsanlar hürdürler ancak yinede Allah’ın kuludurlar.Hür olmaları kulluktan çıkmalarını gerektirmemektedir.Günahla kulluk bir arada bağdaşmaz.Onun için insan günah konusunda hürüm diyemez.

Gerçek hür olan bir hayat hürriyetini kısıtlar,maddi ve manevi hayatını dar bir sahaya münhasır kılar.Sevablar ise insan hayatının inkişafına,hürriyet ve istifade alanının genişlemesine vesile olur.

Zira üzümden yapılan bir sarhoş edici içeceği içmek mi gerçek hürriyettir,yoksa üzümden yapılan diğer yüzlerce çeşitten istifade etmek mi daha gerçek hürriyettir?Helal dairresi geniştir,keyfe kâfidir.Harama girmeye hiç gerek yoktur.

Cennet ve hayatı haramsız bir hayattır.Cehennem de hayır ve sevabların olmadığı şer bir hayattır.Sevablar cennet çekirdeğini içerisinde taşırken,günahlarda cehennem tohumunu saklamaktadırlar.Sevab cennet suretinde,günahda cehennem suretinde tecelli eder.

MEHMET ÖZÇELİK




EHVEN-ÜŞ ŞER VE ADALET-İ İZAFİYE

EHVEN-ÜŞ ŞER VE ADALET-İ İZAFİYE

Şeriatın bir kaidesidir ki:”Umumi bir zararın gelmemesi için,hususi bir zarar yüklenilir(kabul edilir) ve iki mefsedet,yani fesadlık beraber gelip çatarsa,onun hafifi kabul edilir ki,büyüğü gelmesin.”

“Eğer iki şer beraber gelse,onun ehveni hangisi ise,o kabul edilir ki,büyüğü irtikab edilmiş olmasın.”[1]

“Hazret-i Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise: Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzaya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zaîf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillah için ve İslâmiyetin menafi’i için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tir, ikisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünki içtihad eden hakkı bulsa, iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik Kürdçe demiş ki:

Yani: Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kâl etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tirler.”[2]

“Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.”[3]

“Zalim siyasetin gaddarane bir düsturu olan “cemaat için ferd feda edilir” diye çok zalimane pek çok vukuatı, ehven-üş şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş-on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.”[4]

“Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tâbi’ ve azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azimeti terkedip ruhsata tâbi’ oluyorlar?” diye Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat üç-dört sene evvel yine şiddetli, kalbime sizi tenkidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:

“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zâtlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı “ehven-üş şer” düsturuyla mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşâallah keffaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi.”[5]

“Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha a’zam-üş şerden kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.”[6]

“Usûl-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir.”[7]

“Şeriat muaddildir. Yani, gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-üş şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiyeye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref’etmek, tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder.”[8]

Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvafakatıyla beraber şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden, dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüde öyle şerait koymuştur ki, ona müraat etmekle, hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da, ehven-üş şerdir. Ehven-üş şer ise, bir adalet-i izafiyedir.”[9]

Adalet-i izafiye

“Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddıka (Radıyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir.” [10]

“Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: “Kim,bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa,bütün insanları öldürmüş gibi olur.”[11]âyetin mana-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes’eledir.”[12]

“İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil, çok müşkilâtı var.” diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebeb değiller, bahanelerdir.”[13]

“Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi’ olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, “Şeriatın güzelliğindendir ki,fitne kapılarını kapamıştır.”bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen;”Ömer bin Abdulazize atfedilen bu sözde,kendisine;-Sıffin harbi hakkında ne diyorsun?-denildiğinde cevaben:”O akan kanlardan Cenab-ı Hak kılınçlarımızı tahir tuttu.O halde,biz şimdi lisanlarımızı onunla bulandırmak istemiyoruz.”[14] diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez.”[15]

“Adalet-i izafiye cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… (Ene)ler (nahnü)ye inkılab edip, mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için ferd zımnen rızadade olabilir.”[16]

Özetle;Ehveni şer,Şerrin ehveni olup,azamından sakınmak ve kaçınmak içindir.Eğer bu içtihada girse,içtihad neticesinde kabul görse;neticesi yanlış da olsa bir sevab alır.İsabeti halinde iki sevab almış olur.

-Burada hakkın çiğnenmesi söz konusu olmayıp,hakkın kurtarılması esas alınmıştır.Tıpkı kangren olmuş bir organın kesilmesiyle vücudun kurtarılmasına çalışılmıştır.Evet bir organın kesilmesi şer olmakla beraber,daha büyük bir şer olan vücudun kurtarılması hayırdır,şer değildir.

Bediüzzaman Hazretlerinin içtihad kapısı kapalıdır demesinin bir manası,reformistlerin önünü tıkamak ve onların vereceği gerek keyfi,hevesi,bazende mülhidine saptırmalarına sed çekmek içindir.Burada amaçlanan;Dine bir şeylerin eklenip izah edilmesinden evla ve efdal olan,dinden bir şeylerin çıkarılıp atılmasını engellemektir.Bu zamanda hücum dinin temellerinedir,izahına değildir ki,içtihadla bu heriflerin görüşlerine mesned hazırlanmış olsun!Onların ısrarla içtihad kapısını açık tutmalarındaki sebeb,kendi kof ve kokuşmuş görüşlerine dinde mesned bulmak amaçlanmaktadır.

-Elbette ki hakkın küçüğüne büyüğüne,azına çoğuna bakılmaksızın hak haktır.Burada yapılan zayıf bir adalet,adaletsizlik ve zulmün gelmesi engellenmiş olmaktadır.Elbette bu zayıf adalet adaletsizlik ve zulümden iyidir.Aksi durumda yerine zulüm gelecektir.

Burada kişinin ferağat ve fedakârlığı esas olup,rızası olmadan feda edilemez,tüm milleti için dahi olsa…Ancak kendi rızasıyla milletinin kurtulması için kendisini feda etmesi ehven-i şer ve adalet-i izafiyedir.Tıpkı azimetin olmadığı ve de olamadığı bir yerde amelleri terk etmektense,ruhsat ile amel edip devam etmek ve ettirmek daha evladır.Ancak azimetin tatbiki söz konusu ise ruhsata gidilmez.

Âzamı şerrin gelmemesi için şerri kesiri durdurmak amacıyla şerri kalili kabul etmek,en azından hayrı kesirden mahrum olunsa da,şerden mahfuz olunmuş olunur.Burada bünyeye girmiş olan o şerre uyub benimsemek anlamına olmayıp,onun bünyede durduğu sürede zarar vermemesini veya az zararla kurtulmasını sağlamaktır.

Esasında ehven-i şer de,şerre mukabil islâmın bir siyaseti ve taktiğidir.

Toprağa ekilen 100 tane tohum,çekirdek ve yumurtanın 10 tanesinin meyve verip ağaç olması,civciv çıkıp büyümesi şer,zarar ve kayıp değil belki hayırdır.Kıymet bakımından daha değerlidir.

Kışın şerri baharın hayrına vesiledir.

Burada önemli olan,özellikle kazanılan keyfiyet önem arzetmektedir.

Âyette:”Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur.Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur.Doğrusu Allah bilir siz bilmezsiniz.”[17]

21-9-2002

Mehmet ÖZÇELİK

[1] R.N.Kudsi Kaynakları.A.Badıllı.sh.681.

[2] Mektubat.53,K.K.386.

[3] Age.54.

[4] Emirdağ Lahikası.1/210.

[5] Emirdağ Lahikası.2/10,Tarihçe-i Hayat.615.

[6] Emirdağ Lahikası.2/245.

[7] Muhakemat.27.

[8] Sünuhat-Tüluat-İşarat.87.

[9] Age.88.

[10] Mektubat.53.

[11] Maide.32.Kudsi Kaynaklar.age..107.

[12] Mektubat.53,Tarihçe-i Hayat.503.

[13] Age.54.

[14] Kudsi Kaynaklar.703.

[15] Emirdağ Lahikası.1/206-207.

[16] Sünuhat-Tuluat-İşarat.11.

[17] Bakara.216.




MÜSBET İHTİLAF RAHMETTİR

MÜSBET İHTİLAF RAHMETTİR

Evet,öyle diyor Allah’ın rasulü:”Ümmetimin ihtilafı (Hak ve hakikatın ortaya çıkması için gösterilen çaba) rahmettir. Yani hayırda,takvada müsabaka ve yarış. İslâmın ve imanın meselelerinin açığa çıkması için gösterilecek çaba ve gayret. Kur’an-ın bir meselesinin açığa çıkması,Allah rasulünün açtığı çığırların genişletilmesi,önünün açılması,engellerin kaldırılması,kısaca;onu konuşmak ve ondan konuşmak uğruna gösterilecek çaba,güzel bir çabadır.

Peygamberimiz Hz. Ali-ye:” Ya Ali! Sen de İsa-nın sureti var.” buyururken,Hz. İsa’ya,nasıl bir kısım aşırı muhabbetten Allah’ın oğlu derken,bir kısmı da,aşırı düşmanlığından onun peygamberliğini inkara kadar gitmesi gibi ki;bir kısım yahudiler gibi. Aynı olayın benzerini Hz. Ali’de de görürüz.

Bir kısmın Hz. Ali’ye olan aşırı muhabbetten dolayı Allah demeye kadar işi götürmesi gibi ki;meşhur münafık Abdullah İbni Sebe gibi… Buradan ve bundan başlayan bu fitne zaman içerisinde,büyük fitnelerin doğmasına zemin teşkil ederken,bir yandan da diğer halifelerin inkarı ile dal budak salar hale gelmiştir.

Bir yandan da Hz. Ali’ye şiddetli düşmanlıktan dolayı,onun tekfirine kadar giden haricilerin doğmasına sebeb oldu.

Burada biri ifrat da bulunurken,diğeri de tefrit de bulunarak,eksikliğini göstermektedir. Her ikisi de yanlış olmakla beraber,her zaman da;ifrat yani aşırılık,tefriti yani geri hareketi doğurması sebebiyle,ifrat daha zararlıdır. Zamanımıza kadar gelen ihtilafların altında hep bu ifrat hareket ve onun oluşturduğu yanlışlıklar yatmaktadır.

Rasulullah zamanında başlayan sünni hizmet ve hareket,Osmanlılardan bu zamana aynı yolu,aynı rayı ve ekseriyetle hep aynı tarzı devam ettirmekte ve ettirmeye de çalışmaktadır.

Oysa Alevilikteki silsileyi takib ettiğimiz de;olayı Hz. Ali’ye dayandırmış olsak da,oradan Peygamber Efendimize dayandırıp,ulaştırılması,en doğru ve mantıklı olanıdır.

Oysa baktığımızda,alevilerin gerek itikat ve gerekse de muamelatta nereye kadar ve ne kadar Hz. Ali’ye ve Peygamberimize dayandırmaktalar? Ve ne kadar gerçek bir benzerlik arz etmektedir?

O halde alevilerin yapacağı en birinci usül ve esas;kendilerini her yönüyle Hz. Ali’ye benzetmek,onu her yönüyle tanımak ve birbirlerine tanıtıp ve anlatmakla mümkün olacaktır.

Hadisde de ifade edildiği gibi:”Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar.”ki,alevi,şafii,hanefi şeklinde doğmaz.

Evet,Hz. Ali’nin açtığı çığırdan gitmek,hiçbir zaman dalalete ve cehenneme varmaz. Zira o evliyanın sultanı,tarikatların piridir.

Alevi vatandaşın kendisine sorması gereken bir soru da;ben niçin aleviyim? Alevi bir aileden doğduğumdan dolayı mı? Yoksa kendi iradem,düşüncem ve kanaatım neticesinden mi kabul ettim?

Bir üçüncü olarak da;İkisi de önemli değil? Fark etmez? Öyle de olsa,böyle de olsa,önemli değil,işte gidiyor??

Düşünmek. Kur’an-hadis-akıl,insanların fikirlerine,muhakemeye baş vurmak gerek? Sağlıklı netice böyle elde edilir… Hz. Hasan ve Hz. Hüseyinin başlarına gelen ciğer parçalayıcı olaylar,tüm müslümanları rahatsız edici olaylardır. Bu olaylar veya kişilerin yaptıkları yanlışlıklar,tüm müslümanlara teşmil edilmesi,bu olaylardan daha büyük bir zulüm olur.

-Yavuz Sultan Selim,asırlardır alevlendirilen bir şii-alevi alevini dindirmiş,hatta söndürmüştür.

Asırlardır yapılmakta olan;Yavuz’un bu dindirdiği ,yerine kardeşliği ikame ettiğini,tekrar üzerindeki külleri atarak alevlendirmeye çalışmanın bir çabası ve neticesidir alevlendirilen olaylar…

Kısaca,bir Yavuz gerekmektedir. Ta ki toplumdaki fitne ve karışıklığı kaldırsın. Kardeşliği ikame etsin…

-“16. asrın başından itibaren,İran-da bulunan Safevi devleti,anadolu da bir iki asrı tutan propağandaları sonucu menşe olarak Bektaşi,Kalenderi,Haydari,Baba-i,son olarak da Bedreddin-i tüm Batıni Türkmen kitlelerini alevileştirmiş ve kendisi için anadolu da güçlü bir rükün peyda etmişti. Artık aleviler,yada burada açıklama gereği duymadığımız sebeblerle “Kızılbaş” denilen Türkmenler,anadolu da yer yer isyanlar çıkarır olmuşlardı.”[1] ve bu olay karışıklıklar,nedense devletin güçsüz ve milletteki boşlukların oluşma zamanlarında ortaya çıkmaktadır.

Evet,asırların problemleri, asrımızda toplanmıştır. Çözümü,meselelerin özünü,gerçek yüzünü bilmek iledir. Birbirleriyle olan münasebetini bilmekten geçer. Mesele çok yönlü olduğundan,bir-iki meselenin bilinmesi veya değerlendirilmesiyle,çözüme kavuşmuyor. Mesele,şifrenin çözümünde,buda ilahi kaynaklı olmalıdır. Aksi takdirde insanlar değil,asırlar boyu kıyamete kadar da çözülemez.

-Bazılarının hedeflerine ulaşmak uğruna,özellikle;”Sivası kurcalayıp,provaka ederek,yakmalar,yıkmalar ve öldürmeler”[2],alevilerin sayıları bu kadardır,şu kadardır diye abartarak ifade etmeler ve son Gazi olayları tüm bu olaylarda ikili oynanmaktadır. Toplumun tamiri değil,tahribi için çaba sarf edilmektedir. Birinin diğerine,öbürünü berikine kırdırmak hesapları yapılmaktadır. Mesele tüm topluma yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Hedefler;alevi-sünni tartışmasını ve çarpışmasını sağlamak ve halkı polisle karşı karşıya getirmek,devletle ve askerlerle çarpıştırmak,aksayan eğitimi aksatmaya devam ettirmek,sakat hale getirmek…

Bugün belgelerle sabittir ki;sahneye konulan olayların arkasında önceden hesaplanmış ve planlanmış senaryolar yatmaktadır.

Provakasyon neticesinde toplum tahrik edilerek;önce belli bir birikim oluşturulmaya veya belli birikimlerden istifade etmeye,veya taze tutup,gündemde tutarak silinmemesine çalışılmaktadır.

İnsanları kendi işlerinin dışında tutarak,başka şeylerle meşgul olmalarını sağlayarak,belli bir boşluk oluşturmak…

Sonrası ise kolay… Buyurunuz;sigara,alkol,şiddet ve oda olmadıysa veya az mı geldi;şöyle böyle bahanelerle intihara teşvik etmek,başta menfi olan medya cellatlarının ipi çekmelerini sağlayarak,rollerini oynamak,uygulamak…

Nedense,provake edenlerin,meselelerin dışındaki kişiler olması,inanç ve marifetleri olmayanların başta olması. Zira ölçülü bir kimse,ölçüsüz işlere girmez,içinde bulunmaz.

Bugün alevilik bitse,yarın başka bir mesele ortaya atılacaktır. Ta ki bu eskisi yenileşene ve tazeleşib uygun bir zemin bulana kadar…

Çünki artık bu meselelerin kabak tadı verdiğini,herkes bilmektedir. Kızdır kızdır milletin önüne sun…

Ortalığın durulması;meselelerin halli ve suyun bulanıklılığının durulması demektir. Duruluk;derin ve durgun ve de olgunların işine gelmez,yaramaz. Pek av,avlanmaz. Avlanacak av tabakasının çokluğu,toplumun eksik ve boşluğu,korkutmaktadır. O halde toplumun bu durumdan kurtarılması gerekmektedir. Evet,avcılar açıkta kalır,patronları sonra onları işten alır.

Elleri avuçları boş kalır. Dünyaları ve ahiretleri olmadığından ortada kalırlar,amma toplum kurtulur,gelecek kurtarılır.

Gayrı müslimiyle anlaşan bu millet,neden alevisiyle anlaşmasın veya anlaşamasın!

Bir alevi bir gayrı müslime ne anlatır veya ne anlatmalıdır? aleviliği mi? Elbette hayır. Çünkü alevilik bir din değildir. Ateizmi mi? Elbetteki hayır. Çünki Hz. Ali (RA),inancın zirvesinde idi. Hiç inanç da zirvede olan,inancın gereği olan ibadette geri olur veya kalır mı? Zira onda da doruk nokta da idi. Tüm hakikat yollarının başı,ona dayanmaktadır.

Maalesef bu gün aleviler sola,siyasete kurban edilmeye çalışılmaktadırlar. Öyle ki,üç kuruşluk bir oy uğruna dünyada da,ahirette de büyük ve ebedi bir oooy oooy dedirttirilmeye uğraştırılmaktadırlar.

Yıllar bir parti altında,onun tarafından uzun yıllar bir çok davet ve tekliflere muhatab olan aleviler neticede bu partiler tarafından “Siyasi platformda alevilerin haklarını savunmamıştı.”[3]

Evet alevi vatandaşlar siyasetin kurbanı olmakta veya siyasete kurban edilmektedirler. Siyasetin çirkin oyunlarına sahne olmaktadırlar. Eski kardeşliklerin yerini,yeninin siyasetinin çirkin hileleri almaktadır.

Ortada bir hata,bir yanlış var. Ama nerede? Düşünülmesi gerek?

Ayrılık yakıcıdır. Ortada dönen belli bir kesimin menfaatlerini düşünmenin ötesinde,toplumun parçalanması,bölünmesidir. Ta ki güçsüz ve kuvvetsiz kalması sağlansın…

Evet,mesele üzüm yemek olmayıp,bağcı dövmektir.

Mevlânanın Mesnevisinde üç olaydan bahsedilmektedir. Bir kurtla arkadaş olan üç inek,neticede kurdun bunları ayırması,aralarına tefrika koyup bunları birbirlerine düşürmesi neticesinde teker teker yiyerek hepsinin hayatına son verir. Çünki birisini renginin siyahlığıyla,diğerini,benekli oluşuyla ayrı ayrı senaryolarla yok edince sonuncusunu yemek için bahane bulmaya gerek yoktur,çünki tek başına kalmıştır.

Bu durum kurttan farkı olmayan düşmanın hilesine ne kadar da benzemektedir! Böl,parçala ve yut politikası… Asırlardır oynana aynı oyun. Nedense hep aynı oyuna gelinmektedir.

Alevi dedesi olan M. N. Orhan;alevilerin bir arayış içerisinde bulunduklarını ve bunu bulamadıklarını ve ilk umut olarak Atatürkün kurduğu Partide arayıp,ancak bulamadıklarını,sonuç olarak;”Önemli olan rakibin ölmesi. Yani sorunların çözülmesi. Kimin çözdüğü hiç önemli değil.”der.[4] Ve bu umudu DP’de de aradıklarını ve bulamadıklarını da belirtir.

-“Değişimin simgesi bir alevi (milletvekili) Cemal Şahin;”Ben aleviyim diyenlerin çoğunun dinle imanla bir ilgisi yok. Maneviyata inanmıyorlar. Ya Marksist,ya da ateist kökenden geliyorlar. Aleviliği kullanıyorlar. Resmen ateist olduğunu bildiğimiz insanlar kendilerini alevi olarak tanıtıyorlar.”[5] sözüyle bir hakikata ışık tutar.

-Peygamberimiz ile Hz. Ali arasında bir boşluk oluşturmak,sünni ile aleviler arasında bir açıklık meydana getirmek için ortaya atılan tüm iddialar,ayrılık ve soğukluk meydana getirmek amacıyladır.

-Zira Hz. Ali,diğer üç halifeyi sevmiş ve onlara devirlerinde kadılık yapmıştır. O zat,hiçbir zaman Kur’an ile irtibatını kopartmamıştır.

-O zat,gerek Kur’an-da,gerekse de müslümanlar arasında en çok namaz kılma sıfatıyla tavsif edilmiştir.[6]

-O zatın nesli de kendisi gibi tam bir nuraniyete sahibdir.

-Şahsen ve neslen İslâmiyeti en mükemmel bir tarzda yaşamış ve neslen fıtri olarak sahib olmuşlardır.

-Neslinin nurlu olması ve cemaat silsilelerinin nurlu birer halkasını oluşturmaları ve başı olması,şu gerçeği ortaya koymaktadır;Alevilik madem ki Hz. Aliye mensub olmak ve onun gibi olup her yönüyle ona benzemek olduğuna göre,şimdiki alevilerin de o tarzı takib etmeleri gerekir. Şimdikilere İslâmın,maneviyatın,dinin öğretilmesi gerekmektedir. Hacı Bektaşi Veli gibi;Şeriat-tarikat-hakikat ve marifeti kendilerine düstur ve esas etmeli ve yine o zatın ifadesiyle;”Eline-beline-diline sahib ol.”sözü düstur edilmelidir.

-Ehli beyt;Peygamberimizin ailesi olup elbette sevilir ve sevilmeye layık şahsiyetler olup,Efendimizin bizlere bıraktığı emanetlerden de birisini teşkil etmektedir. Zira bizler İslâmiyeti onlar yoluyla bilmekte ve de öğrenmekteyiz… Binler minnet ve şükran onlara… Allah hepsinden razı olsun…

-Aleviler;rehberden mahrum olup,cami,cemaat,kaynak eserlerin yokluğundan boşlukta kalmaktalar. Sahib çıkana, sahabet etmekteler.

-Risale-i Nurun ve üstadımın üstadı madem ki Hz. Alidir. O halde alevilerin dahi üstadları Risale-i Nur ve Bediüzzaman olmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursinin;”Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersini Gavs-ı Azam-dan (KS) ve Zeynel Abidin (RA) ve Hasan-Hüseyin (RA) vasıtasıyla İmam-ı Aliden (RA) almışım…

Onun için hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.”

Şiilik ile ilgili olarak;12—18-Şubat-1993’de Tarabya otelinde “Milletler arası tarihte ve günümüzde Şiilik”sempozyumunda ittifak ile birleşilen ana noktalar şöyle belirlenmiştir:

a)Kur’an-ı Kerimde her hangi bir tahrifin,ziyade ve noksanın söz konusu olmadığı hususunda ittifak edilmiştir.

b)Sünneti Nebeviyyenin İslâmın ikinci kaynağı olduğu teyid edilmiştir.

c)İslam dininin insanlığa intikalinde sahabe-i kiramın güvenilir kimseler oldukları kabul edilmiştir.

d)Ehli beyte dua ve salavatın,her müslümanın dini görevi olduğu vurgulanmıştır.

e)Bu toplantının bir başlangıç olduğu,bundan sonra böyle toplantıların yapılması gerektiği,ileri de yapılacak benzeri toplantılar vesilesiyle İslam kardeşliğinin müslümanlar arasında birlik,beraberlik ve yardımlaşma ruhunun güçlendirilmesi temenni edilmiştir.”[7]

Ehli imanın birbirleriyle olan ittifak noktaları,iftirak noktalarından gayet çoklukta ve fazladır. O halde bu ittifak noktaları dile getirilmelidir.

… Meşhur İmam-ı Zeyd:”Sadat-ı azimeden ve eimme-i al-i beyttendir. Ve müfrit şiaları reddeden ve-izhebû entümür-revafiz-deyip Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer-den teberriyi kabul etmeye ve o halife-i zi-şanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etbaları,şiaların en mutedili ve en sünnisidir. Bunlar hem ehli insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşaallah Vehhabilerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi,ehli sünnet ve cemaattan,Zeydilerin inhirafları dahi istikamet kesbedip,ehli sünnete iltihak edip imtizaç edecekler. Bu ahirzaman çok çalkalanıyor,bu fitne-i ahirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.”[8]

-“O Ali köyde aleviler çok olduğunu ve bir kısmı rafiziliğe kadar gidebilmesi nazarıyla onların en fenası da münafık hakikatına dahil olmamak lazım gelir. Çünki münafık itikadsızdır,kalbsizdir,vicdansızdır,Peygamber (ASM) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi) Alevi ve şiilerin müfritleri ise;değil Peygamber (ASM) aleyhinde,belki Al-i beytin muhabbetinden ifratkârâne muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil,bunlar ifrat ediyorlar. Haddi şeriatdan çıktıkları vakit münafık değil,ehli bid’a oluyorlar;fasık oluyorlar;zındıkaya girmiyorlar.” Hz. Ali” Radıyallahu anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhul İslâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği “Ebu Bekir”,”Ömer”,”Osman” Radıyallahu anhuma ilişmeseler,”Hazreti Ali”Radıyallahu anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi,onlar da hürmet etseler,farz namazını kılsalar,yeter.”[9]

-Bediüzzaman hazretleri uzunca yazdığı mektubunda özetle;ehli dalaletin istifade ettiği ihtilaf noktalarını bırakıp,münakaşaya kapı açmamak,Ehl-i sünnet vel cemaatın sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı reddettiğini ifade ediyor.

-Her ne kadar;Haccac-ı Zalim,Yezid ve Velid gibi heriflere ilmi kelâmın büyük allamesi olan Sadettin-i Taftazani,”Yezide lanet caizdir.” derken,bunun –Vacib-demek anlamına gelmediğini,sevabı var-demek olmadığını izah eder.

-Lanet ve tekfire müstahak bir çok inançsız dururken,sahabeler zamanında olan olaylardaki her iki tarafta da büyük ve kıymettar sahabelerle beraber,cennetle müjdelenenlerin her iki tarafta bulunup ve olmuş-bitmiş bir meseleden dolayı tekfire gitmek,hem lüzumsuz,hem şeriat emretmeden hem de incelemeden ileri geri konuşmanın muvafık olmadığını beyan eder.

-Özellikle;şimdi ehli iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmeye ve medarı ihtilaf meseleleri nazara almamak,niza etmemek gerektir.”[10]

-“Alevileri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve siyasi Bektaşilikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.

… Hubb-u ehl-i beyti meslek yapan aleviler ne kadar ifrat da etse rafizi de olsa zındıkaya,küfrü mutlakaya girmez. Çünki muhabbet-i al-i beyt,ruhunda esas oldukça,Peygamber ve al-i beytin adavetini tazammun eden küfrü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Öylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek büyük bir faidedir.

Hem bu zamanda,ehli imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasi cereyanlar alevilerin fıtri fedakarlıklarından istifade edip kendilerine alet etmemek için nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır Madem nur şakirtlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu anhdır ve nurun mesleğinde hubb-u al-i beyt esastır,elbette hakiki aleviler,kemali iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.”[11]

Konu hakkında geniş ve detaylı bilgiler veren Bediüzzaman [12];istikametin muhafazası için özetle şu ölçüyü verir:

“Ey ehli hak olan ehli sünnet! Ve ey ehli al-i beytin muhabbetini meslek ittihaz eden aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız,haksız,zararlı olan niza-ı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı,birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra,o aleti de kıracak. Siz ehli tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiyye mabeyninizde varken,iftirakı iktiza eden cüz-i meseleleri bırakmak elzemdir.”[13]

Hadiste:”Ben Rabbimden üç şey istedim;birini reddetti,ikisini verdi. Ümmetim kıtlıktan helak olmamalarını istedim,verdi. Garkla (boğularak) helak olmamasını istedim,onu da verdi. Beynlerinde (aralarında) mukâatele (savaş) ve ihtilafı efkar (farklı fikirler,ayrı düşünceler) olmamasını istedim;bunu menetti,vermedi.”[14]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gaz.Dizi röportaj.27-12-1993,23-29/12/1995.

[2] Agg.30/Haziran-5-Temmuz.1994.

[3] Aksiyon derg.15-21-Nisan.1995.sh.26.

[4] Agd.

[5] Agd.

[6] Fetih suresi.29.ayet.

[7] Zaman gaz.16-3-1993,(İSAV) ve başk. Prof. Ali Özek. Konuyla ilgili bak. Bir başka açıdan alevilik.M. Kırkıncı,Bir başka açıdan alevilik.M.S.Çetin,Zafer derg.Temmuz.1990,Sur dergisi.Mayıs.1995.

[8] Barla Lahikası. B. Said Nursi. sh.365.

[9] Emirdağ Lahikası. B. Said Nursi. 1 / 72.

[10] Age. 1 / 205.

[11] Age. 1 / 243.

[12] Bak.Lem’alar.4.Lem’a.17-23,87,Mektubat.50,92,98, Şualar. 80.

[13] Lem’alar.age.23.

[14] Müslim. Hülasat-ül Beyan. Konyalı Mehmet Vehbi Efendi. 4 / 1447.




ZARARLI İÇECEKLER

ZARARLI İÇECEKLER

A L K O L

Akli dengeyi bozan alkol,insanın ruhen çökmesine sebeb olmakta,gençliği ve nesilleri tehdit edip bitirmekte olan büyük bir illettir.

Hadiste de belirtildiği gibi:”İçki tüm kötülüklerin anasıdır.” buyurulmakla,tüm menfiliklerin kaynağını oluşturmakta,fert ve toplumların madden ve manen çökmesine sebeb teşkil etmektedir.

Akıl ve ruh hastalıkları da buradan kaynaklanmaktadır.”Batıl şeyleri iyice tasvir,safi zihinleri idlâldir.”hakikatınca,sağlıklı bir eğitimle ve daha zihinleri bozulmamış saf gençlerin çeşitli yol ve yöntemlerle zihinlerinin bulandırılmaması gerekmektedir.

Bugün gençliği,özellikle lise ve üniversite öğrencilerini,okulların yakınlarında,açılması bazı şartlara bağlı olmasına rağmen açılan bazı kafeteryalar büyük çapta gençliği içki ve uyuşturucu bataklığına çekmektedir. gayet dikkat! Binler dikkat! Milyonlar dikkat! gerek…

Gençliği tehdit eden alkol yollarından birisi de;”Alkolsüz bira” kandırmacası ve avlamacasıdır. Oysa,”Alkolsüz denilen birada en az % 2 ila 4 arasında alkol bulunmaktadır. Bu bira dahi uzmanlara göre alkollü içkidir.

Hadiste:”Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.” Gerçeği de buna ışık tutmaktadır.

T. Yeşilay Cemiyeti G. B. S. Kaptanağası:”Alkolsüz bira” safsatası konusunda bakınız ne der:”Bira % 7-15 oranında alkol ihtiva eden alkollü bir içkidir. Bütün dünyada,diğer alkollü içkilerde olduğu gibi bira reklamlarına da yasaklar getirilmiştir. Gerek biracı atakları,gerek medyanın yaptıkları,anayasamızın (Md.58) ve birayı alkollü içki sayan 3025 nolu bira kanununa (Md.19) kesinlikle aykırıdır. 3023 nolu kanunun 19. maddesinin son parağrafı gayet açıktır:”İspirto ile bira ve şarap dahil,her çeşit ispirtolu içkinin,radyo,televizyon ve devlete aid her türlü kurum ve kuruluşlar aracılığıyla reklamının yapılması yasaktır.”

Ülkemizde 1994 yılında içki tüketimi 900 milyon litreye ulaşmakta,fert başına 15 litre düşmekte,4 milyon alkolikle beraber,toplam 17 milyon insanımızın alkol aldığı da hatırlatılmaktadır.

Ve yine:”Ülkemizde işlenen genel suçların % 66-sı,cinayetlerin %-85_i,eşini dövme olaylarının % 70’i,trafik kazalarının % 61’i,şiddet olaylarının % 50’si,ırza tecavüzlerin % 50’si, akıl hastalıklarının % 50-60’ı alkol yüzünden meydana gelmektedir. Aramızdaki 7.5 milyon özürlünün en az 6 milyonundan alkol sorumludur.”[1]denilmektedir.

Alkol;sadece insanı yeyip bitirmekle kalmamakta,aynı zamanda insanın yediğini de yemekte,tesirini ortadan kaldırmaktadır.

Ve yine;”krolinski Enstitüsü,kaza ve alkol arasındaki ilişkiyi araştırmasında çıkan sonuç da:”Kanında 1 gram alkol olanın,olmayana nazaran 6 misli,1.5 gram olanın 24 misli ve 2 gram bulunanın ise 60 misli daha fazla kaza yapma riskinin olduğu belirtil”mektedir.

Ve yine ülkemizin alkol tüketiminde dünya üçüncüsü oluşu,işin vahametinin büyüklüğünü göstermektedir.

Batı ve bunlar içerisinde Almanya alkole çeşitli tedbir alma yoluna giderken,memleketimizin bu konudaki ihmali,düşünülmesi gereken elzem bir durumdur.

Bütün sektörler içerisinde sadece Elazığ’da şarap fabrikasının yenilenmesi için, 1995 yılında yapılan 442 milyar[2] liralık en büyük harcama diğer sektörlere veya çocukların eğitimine,gençlerin korunmasına harcanmış olsaydı anarşi gibi manevi boşluklar kalkar,yerini ileriye dönük maddi manevi üstünlükler alırdı.

Toplumu ve nesilleri zehirlendiren böyle bir zehire karşı en önemli tedbirimiz;toplum olarak inanç,iman ve itikatta sağlam bir zemine oturmamız ve oturtulmamız ile mümkün olabilir. Kalbe yerleşen köklü bir imanla ancak bu mesele çözülebilir.

Caydırıcı bir gücün akıl ve kalbde yerleşmesi gerekmektedir. Manen boş olan bir insan tatmin yolu arayacaktır. Manen,ilahi esaslarla,dinin emir ve yasaklarıyla tatmin olmayan bir insan,ister istemez alkol gibi çeşitli menfi,gayrı meşru yollarla kendini tatmine çalışacak,netice de dünyasını da,ahiretini de berbad edecek. Batan kendi gemisiyle beraber bir çoklarını da batıracaktır.

Hz. Ali der:”Bir kuyuya bir katre (damla) hamr yani içki düşse,sonra oraya bir minare yapılsa o minareden ezan okumazdım. Bir katre içki bir denize düşse sonra da o deniz kuruyup yerinde otlar bitse orada hayvan otlatmazdım.”

-Abdullah bin Ömer:”Bir parmağımı içkiye sokmuş olsam o parmak bende kalmazdı. Keser atardım.”der.

“Ey kendini medeni,aydın.. kabul eden insan;sen hala eski çağ insanları gibi bu melaneti işlemeye devam edecek misin? O zaman seninle eski insanlar arasındaki fark nerede kalır?”[3]

Hadiste:”İçki içenler bizim meclisimize gelmesinler.”buyurulmaktadır.

Tarık el-Cûfi-den rivayet edildiği üzere Peygamberimiz:”Müşârun ileyh şarab hakkında Hz. Peygambere sormuş,oda bunu yasaklamıştı. Yahut şarap yapmasını kötülemişti. Bunu üzerine Tarık:Ya Rasulallah,ben bunu ilaç olmak üzere yapıyorum,demiş. Peygamber de(SAM),şarap asla ilaç olmaz. O hastalıktan başka bir şey değildir.”[4]

Meşhur Alman Tabibi Koch der ki:”İçkinin mahiyetini anlamak isteyenler bunlarda beşer için ne gibi faideler bulunabileceğini yahut tedavi maksadı ile içilecek miktarının neden ibaret olacağını veya içindeki alkolün yüzde kaç olması lazım geldiğini sormasınlar. Gerek fertleri,gerek cemiyetleri itibari ile bütün insaniyete karşı alkolün ifa ettiği çeşitli cinayetlere dair ilimden fetva istesinler.”[5]

Haramın devası ve onun tedavisi hususunda Hadis-de:”Allah taala hazretleri hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın.”(Ebu Davud)

Bu hadisten çıkarılan hüküm gereğince;” içkinin ve içkiyle tedavinin,hiçbir suretle faydasına ve devasına ve onunla yapılacak tedavisine cevaz verilmemektedir.”[6]

İçki mutlak necistir. Neticede:”Hanefi mezhebine göre de:”Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas itibariyle caiz değildir.”[7]

Hadislerde şarab hakkında:”Her kötülüğün anahtarı”,”Ve açtığı zarar itibariyle,”Anası”[8],Mübtelâsı olan bir kimse için ise:”Puta tapan gibi”ve “Cennete giremeyeceği”belirtilir.

Yine:”Ümmetimden bir zümre,şaraba bir başka ad takarak onu içmedikçe geceler ve gündüzler tükenmeyecek(Kıyamet gelmeyecek)

Bunda ölçü:”Sarhoş edici “olmasıdır.[9] Öyle ki;”Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.”hadsiyle de teyid edilmektedir.[10]

Peygamberimize,Mi’raca çıktığında,Melek tarafından da “Azdırıcı”[11] olduğu ifade edilen içki; Kur’an-da şiddetle yasaklanmış olup,[12] sadece günah ve ahiret yönüyle zararı söz konusu olmayıp[13],dünya yönüyle de zararı kesindir.[14] Ve Tedrici olarak yasaklanmıştır.[15]

Bu içki yasağını Kitab-ı Mukaddes de de görürüz. Şer’i yani hukuki hususların zikredildiği (Tevrat-da) Levililer [16] bölümünde,10 ve 11. ayette (ifade de):”Ve Rab Haruna söyleyip dedi:”… şarap ve içki içmeyin;nesillerinizce ebedi kanun olacak,fa ki,mukaddesle bayağı şeyi,ve murdarla tâhiri birbirinden ayırt edesiniz.”[17]

İslâm dini;Din,Nefis,Nesil,Malı ve Aklı muhafazayı hedeflerken;aklın muhafazasını engelleyen içkiyi yasaklamak üzere kullanana Ta’zir cezası verir.

Yani;Te’dib ve Tecziye için şer’i olarak ceza tayin ve takdir edilir.[18]

Kullanmada ısrar gibi durumlardan dolayı da –bu cezalar değişik şekillerde- uygulanır..[19]

Hamrın tarifini yapıp,onunla şiddetle mücadele eden İslamiyet,müeyyedeler ile de tedbirini almıştır.[20]

Evet,dinen hür ve akil olup kendi arzusuyla sarhoş olan erkek veya kadına 80 değnek,köleye de yarısı olan 40 değnek vurulur.[21]

Israrında ise;öldürme cezasına kadar gidilir.[22]

Hadiste içkinin;”İmanı götüreceği”,”İçki içenin kırk gün ibadetinin kabul olmayacağı,tevbe etmeden ölmesi halinde kafir olarak öleceği”,”İçki sebebiyle bir kere namazını kaçıranın,sanki dünya ve dünyada mevcut olan şeyler kadar malını kaybetmiş gibi zarara uğrar.” Ve insanın ve insanlığın helâket,felaket ve kıyametinin kopmasına alamet olduğu ifade edilir.[23]

Toplumları yıkmanın ve onlara hakim olmanın en müessir yolu böyle bir afetin onlar içerisinde yaygınlaşmasından ve salgınlaşmasından geçer.

Kafası ve kafaları uyuşmuş ve uyuşturulmuş olanlar,ne toplumları nede fertleri uyandırıp,faydalı yöntemlerde bulunamazlar.

-İnsanlar alkolü bitiremezler-,bir zevk de elde edemezler. Ancak alkol;insanları ve insanların zevklerini bitirir,bununla da bitmez;madde ve manayı,dünya ve ahiretlerini,nesilleri ve bir çok eserleri bitirir,bir daha yeşermemek üzere kökünü,aslını ve esasını kurutur.

Hiçbir kimse dememiştir ve de diyemez ki;-Ben bunca yıldır içiyorum,şu kadar kar ve faydasını gördüm. Ama aksi yani zararı konusunda çok işitilmektedir.

İçkinin açtığı zararların çokluğu konusunda bir çok eser yazılmış[24],ve de söylenmiş olmasına rağmen,toplum ve fertleri kasıp kavurmaya devam etmesi;sinek ve mikropları üreten bataklığın devamı ve içkili kimselerin fert ve topluma verdikleri zararların karşılığında caydırıcı bir cezanın verilmeyişiyle beraber,toplumun manevi boşluğunun kapanmayıp,sürekli açıklığının devam etmesinden kaynaklanmaktadır.

İnsanların helak olup,kıyamet alametlerinden olarak addedilen içki kullanımı ve onu helal addetme konusunda Hadiste:”Ümmetimden bir grup,”Yeme,içme,mâlâyâniyat ve eğlence ile geceyi geçirir. Sonra maymunlar ve hınzırlar olarak sabaha ulaşır. Onlardan bir mahalleye bir rüzgar estirilirde bu rüzgar,içkileri helal addetmeleri,çalgılar kullanıp şarkıcı kızlar tutmaları sebebiyle öncekilerin helak oldukları gibi,bunları da helak eder.”[25]

Netice olarak Hadiste özetle:Namaz kılıp,oruç tutup ve hac ettikleri halde:”Ahir zamanda benim ümmetimden bir kavim maymun ve hınzır suretine tebeddül ederler.”buyurularak,sebebini de:

“Onlar oyunları irtikâb eder ve şarapları içerler. Oyun ve şarab üzerine yatarlar. Sabahtan maymun ve hınzır olarak kalkarlar.”[26]

Kendisi haram olanın,satımı da haramdır. Açtığı büyük yara ve zarardan dolayı Hadis-te:”Kim içki satarsa,hınzır kasaplığı da yapsın.”[27]buyurulur.

İçkinin yasaklanmasından önceki (kumarın da) durumu hakkında ise Peygamberimiz:”Bunlar Allah’ın diğer hükümlerini yaptılarsa ve Allah’ın hükümlerine mutabık ise,Allah’tan korkuyorlarsa bu yasaktan önce öldükleri için Allah’ın (CC) rahmetini hak etmişlerdir.”buyururlar.[28]

Hadiste:”Üzümden içki olur,buğdaydan içki olur. Arpadan içki olur. Hülasa sizi sarhoş eden her şeyden men ederim.”(Ebu Davud) buyurulur.

İçki konusunda şunlar söylenmiştir:

“İçkiyi müdafaa edenler olur,ama içki onları asla müdafaa etmez.”

“İçki bir milleti mahveden şeytandır.”

“İçkinin barındığı bir ülkede ahlak ve utançtan bahsedilmez.”

“İnsan vücuduna içkiyi koymak,makine yağlarına kum koymaya benzer.”

Evet,toplumu madden bitirmekle kalmaz,manen de yitirir,sonra da bitirir.

Yeşilay’ın ifadesiyle:”Türk çocuğu aldanma. Bira,likor ve benzeri içkiler alkolizmin masum! zannedilen kanlı oltasıdır.”

N. Şahiner,(Mart 1920 Cuma günü Yeşilay’ın kuruluşu ile alakalı olarak Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın notlarından şunları aktarır)[29]:” 5-Mart –1920 tarihlerinde İstanbul mütarekenin acı günlerini yaşıyor. Avrupadan fıçılarla getirilen alkollü içkiler İstanbulun hem ciğerini ve hem de beynini yakıyordu.

Mübarek Cuma namazında Allah’a açılan niyaz ellerinden sonra,din ve ilim ehli,vatan-perverler Şeyhulislâm Haydari-zade İbrahim Efendinin fahri reisliği altında toplanmışlardı. Bu toplantıda bulunan münevverleri şöyle sayabiliriz:

Şeyhulislâm Haydarizâde İbrahim Efendi,Dâr-ul Hikmetil İslâmiye azasından Bediüzzaman Said Efendi,Dr. Tevfik Rüşdü Aras, Hakkı Tarık Us,Hamdullah Suphi Tanrıöver,Dr Emin Paşa,Velid Ebuzziya,Eşref Edip,Miralay Arif,Muallim Hasan Kadim,Servet Yesâri,Kimyager Nuri Rafet, Salih Kerâmet Nigâr,Müderris Mustafa Şekip,Dr. Süheyl Ünver ve bir tıb talebesi olarak,toplantıda kâtiblik yapan Fahrettin Kerim Gökay.

“6-Mart-1920 tarihli Vakit gazetesinin birinci sahifesinde üç sütun üzerinden;”Hilâl-i Ahdarın temelleri kuruldu.”şeklinde bu cemiyetin teşekkülü tafsilatlı bir şekilde haber veriliyordu.

Dr. F. Kerim bir yazısında Yeşilay’ın ilk kuruluş günlerini şöyle anlatmaktadır:”Mütarekenin kara günlerinin puslu semasında doğan Yeşilay,tam bedir haline gelmek üzere iken 16-Mart’ta İstanbulun fiili işgali altında husufa (ay tutulması) uğradı. Bütün toplantılar durduruldu. İşgal polisinden izin almak zorluğu karşısında bir toplantı tehir edildi. Nisan-1920 toplantısını İstanbul polis müdürlüğünden alınan müsaade ile Dr. Mazhar Osman’ın muayenehanesinde yaptık.”

Dr. F. Kerim ve Dr. İ. Zati beylerin müştereken hazırladıkları yeşil hilal neşriyatından, Yeşil hilal ne yaptı ve ne yapacak?İçki düşmanlığı ve meyvelerimiz isimli 1932’de neşredilen bir kitapta mezkur hususlarda şu bilgiler verilmektedir:

“On seneden beri bilfiil umumi katipliğini yaptığım ve tesis tarihinden beri içinde çalıştığım bu mefkure cemiyeti milli hayatımızın acı günlerinde kurulmuştur. 1920 senesinde memleketin istiklali çiğnenmiş,siyasi varlığımız ile beraber manevi şahsiyetimiz ve neslimiz dahi istila orduları tarafından tehlikeye sokulmuştu. Dış ülkelerden memleketimize sokulan alkoller nesillerin beynini zehirliyordu.

Sokakları saran sarsak sarhoşlar namus ve iffet erbabının rahatça gezmesine müsaade etmiyordu. İşte böyle bir hengamede hali ve yarını düşünen memleket evlatları Hilâl-i Ahdar-ı kurmuşlardı.”[30]

“Şeriatta ahkam var. Tabiblerin beyan ettiği hikmettir.”diyen Bediüzzaman,içkinin zararlarını duyurma konusunda da en ziyade matbuat meselesine ehemmiyet verelim.”der.

Toplantıda alınan kararlarda özetle:-”Yirmi yaşından küçük olanlara içki satılmaması için dahiliye nezaretine yapılan müracaat.

-Meyhanelerin kapatılması için Dahiliye nezaretine yapılan müracaat.

-Mahalle aralarında bakkallarda içki bulundurulmaması için yapılan çalışmalar.

-Reis;gayrı müslimlerin on beş yaşından aşağı çocuklarına da satış yasaktır.

Bediüzzaman Said Efendi:Bunlara dahil olarak polis nizamnamesini isteyelim.

Kayıdların bu kısmında Medreselerden bahsedilmektedir. Medreselerin Yeşilaya aza kabul edilmesi teklif ediliyor. Bunun üzerine Bediüzzaman şunları teklif ediyor:

“Zaten talebeler nehy-i müskirât ile mükelleftirler. Din namına talebe bu vazife ile mükelleftir.”[31]

15-3-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gaz.12-8-1995,4-3-1996.

[2] Agg.25-1-1996,1-4-1995.

[3] Alkol ve Sigara. K. Durdu. sh.16.

[4] Age.sh.44, Tac Tercemesi. 3 / 265 ve Müslim. Ebu Davud,Tirmizi.

[5] Alkol ve Sigara.age.sh.49,İslamda Helal ve Haram. Yusuf el-Kardavi.sh.144,Hukuk-u Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu. Ö. N. Bilmen 3 / 259,İslam Tarihi.A. Köksal. 4 / 105,Zafer derg.Mart.1986.sh.16,Mart.1988,Nisan.1988.sh.34,1990.sh.12,Sur dergisi.Kasım.1992.Sh.52,Sigara konusu için de aynı dergilere bakılabilir.

[6] Kütüb-ü Sitte. Prof. İ. Canan. 11 / 256.

[7] Age. 11 / 257.

[8] Age. 8 / 160 ve 15 / 181.

[9] Age. 8 / 154, Tac Terc.age. 3 / 270,Alkol ve Sigara.age. sh.125.

[10] Kütüb-ü Sitte.age. 17 / 431-433, 8 / 152, Tac Terc.age. 3 / 270.

[11] K. Sitte. 8 / 156.

[12] Maide.90-93.

[13] Bakara.219.

[14] Bakara.219.

[15] Nahl.67,Nisa.43.

[16] Bak Dinler Tarihi. E. Saraçoğlu. sh. 98.

[17] Kitab-ı Mukaddes. Levililer. 10 / 107,Hakimler. 13 / 242,bab.4,7,14,ayrıca bak. Kütüb-ü Sitte.8 / 157 (Dipnot).

[18] Bak. Kütüb-ü Sitte. 8 / 158-159, 6 / 279-280.

[19] Age. 6 / 284.

[20] Age. 8 / 161-173, 6 / 279,290.

[21] I. F. Kamusu.age. 3 / 14,252-256, Alkol ve Sigara.age. 95-106.

[22] K. Sitte. 6 / 284.

[23] Age. 8 / 169.

[24] Age. 6 / 291-294, Zaman gaz.3-3-1992.

[25] Age. 12 / 325.

[26] Mülteka Tercemesi. M. Vehbi. 4 / 173. No. 1395,Alkol ve Sigara.age. 90.

[27] K. Sitte. 3 / 28-29.

[28] Mülteka Terc.age.4 / 203,Alkol ve Sigara.age.67.

[29] Zaman gaz.3-3-1992.

[30] Agg.3.3.1992.

[31] Agg.5-3-1993.




SATILMAYAN (GEÇMEYEN ) HELAL MAL

SATILMAYAN (GEÇMEYEN ) HELAL MAL

Köyleri üzüm bağları ve bekmeziyle meşhur olmuştu. İlçeyi-ili hemen hemen orası beslerdi üzümüyle.

Yine bir bağ bozumu mevsimiydi. Üzümlerin güzelleri seçilmiş;bekmez,basdık,kesme ve kurutmalıklar olarak ayrılmıştı. Bekmezi gerçekten de her zamanki gibi idi. En uzak yerlerden gelir,sipariş verip,alırlardı. Bir sene öncesinden avans bile verilir,ayrılması sağlanırdı.

Ancak bu sene için ne önceden sipariş verilmiş,ne de gelip alınmıştı! Mecburen pazara götürmek gerekecekti. Bu düşünce ile gerekli hazırlıklar yapıldı,bekmezler yüklenerek,pazarın yoluna koyuldular.

Ancak uzun yol gidilmemiş olmasına rağmen ,bir çeşmenin başında konaklamak üzere duruldu. Daha sonra öğrendiğim üzere her sene bu adet devam edermiş. Bu senede devam ettiriyorlardı bu adetlerini.

Adetleri ise;Yarım olan tuluklar musluğun ağzına dayanır,doldurularak tamamlanırdı.Mehmet dayının ise pek niyeti yok gibiydi. Helal malına haram karıştırmak niyetinde değildi,olmadı da…

İleride pişman olacağını düşünerek,arkadaşları ısrar ettiler:- Mehmet dayı!gel sen de bekmezine su kat! Bizden ayrı davranma,ayrı kalma! Pişman olursun sonra! dedilerse de tokat gibi etki yapan bu sözlerine pek de aldırış etmedi. Zaten bir şey dese de dinlemeyeceklerdi kendisini. Bir şey de demedi.

Neticede pazara varıldı. Mallar sergilendi. Öğleye varmadan arkadaşlarının yarısına kadar su karıştırmış oldukları bekmezleri iyi fiyata da satılmış,köyün yolunu tutmuşlardı bile. Kendisi ise hala bir kilo bile satamamıştı. Oysa fiyat diğerlerininkiyle ayniydi! Her sene kapışılan bekmezin akibeti bu mu olacaktı?

Arkadaşları giderayak yine kendisini uyarmışlardı fakat vicdanı müsaade etmiyordu.

O gece handa kaldı. Gözüne uyku girmiyor,devamlı düşünüyor..düşünüyordu. Bir türlü vicdandan karar çıkmıyordu. Sıkıntılıda olsa o gece geçmişti. Geçmişti de gündüz nasıl geçecekti?

Korktuğu başına gelmiş,ikinci günde satamamıştı.

Katsamıydı ne? Nefsinden fetva aradı ve fetvayı da buldu; Sırf satılıp-satılmayacağını öğrenmek için suyu katacaktı! Hele nasıl olacaktı? Bir denemeliydi!

İstemeye istemeye Mehmet amca bekmeze su kattı. Fiyatta bir değişiklik olmamıştı. Fiyat aynıydı. Sadece bu seferki sulu idi.

Aman Allahım! Mehmet Amca da öğlene kalmadan bitirmişti!

Ama bir türlü anlayamamıştı bu işin sırrını??? Köyde diğer arkadaşlarına ulaşmak için adeta uçarcasına gidiyordu. Çünki onlar bu işin sırrını biliyorlardı demek ki!

Köye vardığında da ilk işi onlara varmak oldu. Sebebini sordu.

Onlar kendisini takdir ettikten sonra bu işin sırrını da tecrübelerine dayanarak anlatmaya başladılar:

Mehmet Amca! Paralar helal değil ki,onlarla helal mal alınsın! Doğru olan senin yaptığındır. Ancak insanlar kazançlarına haram kattıklarından,ona bu helal mal,layık ve denk gelmediğinden satılmıyor. Haram karıştırmayınca satılmıyor,karıştırınca satılıyor! Allah affetsin!

NOT: Başkasının yanlışı,yanlış yapmayı gerektirmez. Bu bir ibret ve ders içindir. Dinen ve fıkhen su karıştırmayı,helalı haram yapmayı gerektirmez ve meşru kılmaz.

– – HELALDA HASSASİYET

– Önemli olan Allahın rızasıdır. Onun memnuniyeti doğrultusunda insanların hukukunun gözetilmesidir.

– Ecdad bu konuda öyle hassasiyet göstermiştir ki; kendi tarlasından ayrılıp da ,komşusunun tarlasından geçmek mecburiyetinde olduğu zaman; geçtikten sonra tamamen ayrılmadan ayakkabısını çıkarır,içerisine girmiş olan toprağı silkeleyerek,onun toprağından öylece ayrılırdı. Toprağı ayakkabısına bulaşmamış,onun hakkı kendisine geçmemiş olurdu.

– O derece hassas idi.

– Ancak hissin körelmiş olması,hassasiyeti de kör etmiştir.

** Osmanlı zamanında çokca tutulup manzum eserlerden olan iki kardeş olan Ahmet ve Mehmet-in yazmış olduğu hikayemsi ve nasiha tarzındaki eserleri olan Muhammediye ve Ahmediyedir.

Bunlardan Ahmet sürekli gayret ettiği halde bir türlü ne maddi ne de manevi yönden kardeşine yetişememektedir.

Sebebini annesine sorar ve şu cevabı alır:

-Ben sizi ve hizmetinizi kesinlikle abdestsiz olarak yapmadım.Ancak küçükken bir gün sen çokca ağlıyordun.O anda da benim abdestim yoktu.Abdest alıp gelmede epey zaman alacaktı.Sen ise ağlamaktan çatlayacak hale gelmiştin.Ben de mecburen abdestsiz olarak seni emzirdim.

İşte kardeşin Muhammedin senden olan farkı buradan kaynaklanmaktadır.

**Yine Bediüzzaman Said Nursinin genç yaşında adeta İstanbuldaki tüm alimlere meydan okurcasına,Beyazıd daki Şekerci iş hanına asmış olduğu –Burada her soruya cevab verilir fakat soru sorulmaz.-her gün her dalda yüzlerce insan gelip cevabını alınca bu durum dikkatini çeken birkaç kişi memleketine gidip araştırmak isterler.Ve evine varırlar.Babasını sorduklarında babası tarlaya gitmiştir.O arada annesine bu çocuğu nasıl büyüttüklerini sorarlar.Anne ise,kesinlikle abdestsiz olarak onu emzirmediğini söyler.

Akşama doğru baba tarladan gelmektedir.Fakat önüne katmış olduğu iki büyük baş hayvanın ağızları kapalıdır.

Sorarlar,bizde hasat zamanı hayvanların ağızları bağlanır taki hasadı yemesinler diye.Oysa şimdi hasat zamanı olmadığı halde siz neden bunların ağızlarını bağladınız diye sorarlar.

Aldıkları cevab ise gayet ilginçtir.

-Benim tarla epey ilerdedir.Yolda gelirken sağlı sollu komşuların tarlaları bulunmaktadır.Hayvanlar yanlışlıkla onların tarlalarına girip bir şey yemesin ve zarar vermesin diye ağızlarını bağladım der.

Onlarda başka soru sormaya ihtiyaç duymadan,elbette böyle anne ve babadan,böylede evlad olur diyerek,geriye dönerler.

**Yavuzunda Mısır seferine giderken özellikle askerlerini bir bağdan geçirdikten sonra heybelerini araması meşhurdur.Birisinin heybesinden bir salkım üzüm çıkmıştır.Araştırdığında bu askerinde üzüm tiyeğine bir salkım üzümün parasını koyduğunu tesbit eder ve Mısırı fetheder.

19/11/1999

MEHMET ÖZÇELİK




ÇALIŞMA VE FAİZ

ÇALIŞMA VE FAİZ

“Âyette:”İnsanın ancak çalışması vardır.”[1]mûcibince;insanın önemi,ürettiği çalışması ile orantılıdır.

Toplumun varlığı ve varlığının devamı üreticiliğindedir..Devamlı tüketen toplum,bu boşluğunu ancak çalışma ve üretim ile kapatacaktır.

Bir zamanlar müslüman olanlar yine müslüman olanları ve hatta içlerinde iyi niyetli olmayanları,onların şahsında İslâmiyeti tenkit etmek üzere müslümanların çalışmadıklarını,fakir kaldıklarını ve ilerlemeyip bununda gündemde kalmasını sağlarlardı.

Ancak kendileri ilerledi de tutan mı oldu?Füze yaptılar da kapağını çalan mı oldu?kısaca sürekli yapmadıklarını ve de yapamadıklarının faturasını birilerine çıkartmak üzere,ithamda bulunurlardı!

Birde ilerlemek için yolların açılması,vasıtaların olması gerekti. Bir asırdır elleri,kolları bağlanan şu milletin bulunduğu durumunda göz ardı edilmemesi gerekirdi.

Olumsuzluk her zaman için olumsuzluktur,tasvib edilemez.

Nitekim 1980 yılından itibaren önü açılan,vasıtaları temin edip yakalayan şu millet,diğer milletlerin yollarına girmeye namzed oldu.

Her ne sebeble olursa olsun,çalışma düşüncesi hiç bulunmasa idi,buralardan kalktılar diyar diyar Almanyalara çalışmaya gidilmezdi!

Ve gelişme yoluna girildi.

Ancak şimdi şikayetin çehresi daha da değişti. Oda;Müslümanlar şirketler suretinde çok zengin oluyorlar. Devleti ele geçirmezler mi?

Bundan rahatsız olunmakla kalınmıyor,çeşitli vesilelerle engelleme yoluna gidiliyordu. Tam bir tezad!

İster istemez insan düşünüyor! Bu gün zengin olmaya çalışan bu insanların zengin olmamasına yani fakir kalmasına çalışanlar olmaya ki;dünde fakir kalmalarına,fakir olmalarına çalışanlar olmasın???

Teşvik edilmesi gerekirken engellemeye,en azından şikayet edilmesi neden?

Dünde köprüye karşı çıkılmış,fabrikalar,araçlar yakılmıştı. Acaba aynı zihniyetin teraneleri mi?

Dünyada emsali görülmeyen ve de görülmeyecek olan bir uygulama.

Toplumda,üzerinde durulması gereken bir durum varsa,oda toplumu yıllardır geri bırakıp çökerten enflasyon canavarıdır. Bunu ortadan kaldıracak da zenginliktir. Ve o zenginliğin de üretimde kullanılmasıyla olur.

Enflasyonun ana kaynaklarından biri ve birincisi,faizdir. Yani paranın üretimde değil,atıl olarak çalıştırılmayıp tüketilmesindedir.

Yatırıma yatırılmayıp,faize yatırılan para ölü paradır. Ve bunun gideri topluma yansıtılacağın dolayı,toplumun kanı emilecektir. Nitekim kaçak elektriklerin açığının faturalara yansıtılması gibi…

Paraların toplumda tedavülde olmayıp,toplum hayatından emilerek faize yatırılan yatık para,toplumun umum kesiminde yatmasına sebeb olmakla çalışma hayatında bir hareket olacaktır.

Oysa toplumdan çekilerek alınan ve de olamayan parayla ne alınıp,ne satılacaktır?

İstikrarsızlığı arttırarak[2] ,cahiliye döneminde uygulanan[3],açtığı bir çok zararlarından[4]dolayı İslamiyet tarafından kesin olarak yasaklanan faiz[5]

Yasaklanmasının sebebleri içerisinde;

1)Sömürüye dönüşen bir zulüm oluşudur. Temel bir çalışma ortamını kaldırmaktadır. İhtiyaç içinde olanları desteklemeye vesile olması gerekirken,tersi olması.

2)Faizin,serveti yoksuldan alıp,zengine vermesi,böylece servet dağılımındaki eşitsizliği sürekli olarak arttırmasıdır.

3)Faizin kazançlarını yığılmış bir servetten elde etmeye başlamış,atıl bir halk sınıfı meydana getiriyor olmasıdır.

M. Hamidullah ise;”Yasaklanışının nedenini faiz kurumunun getirdiği tek taraflı risk olarak değerlendirir ve neticede=

a)Faiz adaleti ihlal etmektedir.

b)Ve İslâmdaki-emeksiz karşılık beklenmez.-ilkesiyle ters düşmektedir.

Bu konuda F. Üçışık şöyle der:”Faiz,hukukta medeni semer olarak ifade edilmekte,yani verilenin ötesinde ayrıca ek bir değerini ifadesi anlamını taşımaktadır.”[6]

Kullanmayıp da bankaya yatıran kişi,işçinin ve diğer kesimlerin ondan istifadesini engellemektedir.

Faizde para para kazanıyor. Bir üretimi veya mamulü ortaya çıkarıp da kazanmıyor.

Bankadan faizle para alarak iş yapan bir kimse,belki de karının yarısını bankaya verecek,bu zararını çıkarmak için malın fiyatını arttırma yoluna gidecektir. Buda enflasyonu otomatikman arttıracaktır.

Ve birde zarar etmişse bu zarar yerinde ve sabit kalmayacak,katlanarak artış gösterecektir. Özür kabul etmeyen canavar.

Faizde zengin daha da zengin,fakir daha da fakir olur.

Faizde esas maddedir. iyilik gibi esaslar yoktur. İslam da madde esas olmayıp,iyilik esastır. Ve mal sadece zenginlerin ellerinde dolaşan bir metadır.

Her şeyde ölçü ekonomi olur. Parada nüfuz sahibi olunca,her şeyde nüfuz sahibi olmaya çalışır ve böylece birkaç kişi;kendi kokmuş ve kokuşmuş hevesine göre halkı yönlendirmeye çalışır.

Enflasyonda en büyük amildir. Sen çalış ben yiyeyim! Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!Egoist fikri toplumda hakim olur.

Batının ekonomi durumu,kendisinden aşağıdakinin sırtına basıp yükselmekte ve kendi içinde mağdurları bulundurmaktadır.

Faiz yerine şirketleşme yoluna gidilmelidir.[7]

Faiz yerine borç ve kredi verilmelidir. Mesela;

a)Karz-ı Hasen b)Mudârebe (Birinden sermaye,öbüründen emek) c)Murâbaha (Kâr,ticaret)

d)Şirketleşme e)Zekât

Zira zekât”İktisadi açıdan,yatırımda kullanılmamış sermaye otuz yılda yüzde 2,5 yıllık mecburi zekâtla kaybolabileceği için,zekât gelirin üretime dönük yatırımlara aktarılmasının teşvikçisidir. Üretime yatırım yapmak,toplumun zenginliğini arttırır,iş alanları açar ve tahsis olunan yüzde 2,5 zekât vergisinden daha fazlasını üretir.”[8]

İşte faizle kamburlaşan devletlerden örnekler;Mısır,Brezilya,Arjantin,Yugoslavya.

İngiliz casusu olan Hempher itiraflarında şöyle der:” Faizin her şeklini yaymak lazımdır. Zira faiz,milli ekonomiyi harab ettiği gibi,müslümanları,Kur’an-ın kanununa karşı gelmelerine de alıştırır. Zira insan,bir kanunu ihlal edince,artık diğer kanunları da,ihlal etmesi kolay olur. Onlara,kat kat olanının haram olduğunu,çünki Kur’an-da:”Faizi kat kat olarak yemeyin.”[9]denildiğini ve binaenaleyh faizin her şeklinin haram olmadığını belirtmek lazımdır. (Ödünç vermede faiz iki nevidir=Birincisi,(Basit faiz)olup,ödünç verirken,vakti tayin edilmez;fazla ödemesi sözleşilir. Bu faizin çok azı,bir dirhem fazla ödemeği şart etmesi de büyük günahdır.

İkincisi(Mudaâf faiz )olup,belli zaman sonra aynı miktar ödemesi, ödeyemezse, ödenecek miktar ve ödeme zamanı arttırılır,yukarıdaki âyeti kerime mudaâf faizi bildirmektedir.)[10]

Hukuki olarak değil,ancak topluma açmış olduğu zararlardan dolayı hadis-de:” Bir dirhem faiz (almak veya vermek)otuz zinadan daha günahtır.”buyurulmuştur.

Buradan hareketle,Bediüzzaman’ın toplumun iki hastalığını tesbit ve bunun devasını teşhis sadedinde söylemiş olduğu;

“Sen çalış ben yiyeyim.”yani bir sermayedarın oturduğu yerde,kısa bir zamanda milyarları kazanırken,yerin altında çalışan bir ücretlinin uzun zamanda zorla geçimini kazanması dengesizliğine İslâmiyetin en büyük reçetesi olan”Faizi haram,çalışmayı helal kılması”[11]ile toplumdaki denge unsurunun bir ciheti böylece sağlanmış olmaktadır.

Diğer hastalık ki;”Ben tok olduktan sonra,başkası açlıktan ölse bana ne!”egoist ve nefis-perest bir düşünceyi,Hadis’de belirlenen hassasiyet ile ki:” Kendisi tok iken,komşusu aç yatan bizden (ve gerçek bir mü’min)değildir”

Buna çare olarak zekâtın farziyeti ile[12];zengin ile fakir arasındaki uçurum zekât köprüsüyle ki Hadis’de:”Zekât İslâmın köprüsüdür.”ifadesiyle kapatılmış olmaktadır.

Ribâ’nın yani faizin İslâm memleketi olmayan Dar-ı Harbde sadece Hanefi mezhebine göre Helal olacağına dair görüş belirtilirken[13];ahsen olan bu fetva ve ruhsatın ötesinde Takva ve azimet ciheti olan,alınmamasıdır.

Fetvadaki hikmet ciheti;mevcut paranın dar-ı harpteki devletin ve devletlerin güçlenmesine vesile olacağı,onu zayıflatma amacı düşüncesinden hareket edilmekte olduğu ifade edilir.

Özetle;Batıl yolla[14] ve haksız yere yenilen[15] faizin malı arttırmayacağı[16],belki bereketini gidereceğini[17],faizi yiyenlerin ise kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaklarını[18],imanın gereği olarak mevcut faiz alacaklarının terk edilmesini[19],yapılmadığında ise;Allah ve Rasulü tarafından açılan bir savaşla[20] karşı karşıya kalınıp,geçmişte de men edildikleri halde yahudilerin bir hususiyeti olup,yapmakta oldukları[21],o cihetle de onlara benzenileceği Kur’an-ı Kerimde beyan buyurulmuştur.

15-3-1998

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Necm.39.

[2] Bkn.zaman gaz.11-1-1992.

[3] Agg.13-3-1992.

[4] Agg.31-1,ve-1-2-1994.

[5] Bakara.276,278-279,Al-i İmran.131-136,Nisa.160-161,Rum.39,Geniş bilgi için bak.TDV.İslam Ans. 12 / 110-126,zafer der.Aralık.1997.sh.20,Kitab-ı Mukaddes.sh.126.

[6] Aksiyon der.15-17-Nisan.1995.sh.52.

[7] zaman gaz.14-3-1992.

[8] İslam kültür atlası.İ.R.Faruki,L.L.Faruki,çev.M.O.Kibaroğlu,Z.O.Kibaroğlu.sh.166.

[9] Al-i İmran.130.

[10] Hempher’in İtirafları.M.S.Gümüş.sh.45.

[11] Bakara.275.

[12] Bkn.Kur’an-ı Kerim Fihristi.N.Yüksel.136-137,bkn.Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan.7.cilt.

[13] Bkn.Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 2 /970.

[14] Nisa.29.

[15] Bakara.185.

[16] Rum.39.

[17] Bakara.276.

[18] Bakara.275.

[19] Bakara.278.

[20] Bakara.279.

[21] Nisa.160-161.




G Ü N A H K İ R İ

G Ü N A H K İ R İ

Saf bir insandı.Zaten bu durumda onun saflığından ileri gelmişti. Demek ki bulanık sudan saf ve saflaşmış,durulmuş suda çıkarmış. Nitekim ölüden diri,diriden de ölü çıktığı gibi.

Babası içki kiri ile kirlenmiş,kirliliği de devam etmekte idi.

Babası kendisine içki getirmesini söylediğinde,istemeyerek biraz korkudan,biraz babasına olan hürmetten içkiyi bir bezle tutar,babasına da öylece götürürdü.

Saflık kiri kabul etmiyor,beyazlık lekeyi hemen gösteriyordu.

İşte bu saf insanda hanımının her şeyleri istemesi,kendisinin de buna karşı koyamayışı,onu borçlanmaya götürüyordu. Zamanları borçları ödeyemez duruma geliyordu.

İşte yine böyle bir zor duruma düştüğünde,ne yapacağını şaşırmış;borcunu ve borçlandıklarını ödeyemeyince 1997-nin fiyat değeri itibariyle,pek bir şey tutmasa da faize bulaşmıştı. Bankaya gitmiş ve 4 milyon faiz kredisi almıştı.

Garip amma,alamadığı isteklerden biri olan naylon leğen dahi kendisini bu şiddetle kaçındığı işi yapmaya sevk etmişti.

Bir anlık böyle bir günaha girmesi onu rahatsız ediyor,vicdanını sızlatıyordu.

Saflığından bu kalbi açık insan,bir rüya görür. Oda hemen bu günaha girmesinin akabinde…

Rüyasında;bir sofra kurulmuş,içkili bir sofra. Kendisi de birini bekliyor ki,ona sunsun.

içkili bir sofra ve beklediği kimseye de kendisi sunacak. Böyle bir rüya ile ikaz ediliyor.

Başkasının aldığı trilyonlar,zahiren onları rahatsız etmese de,bunun dört milyonu günah kiri olarak,içki içme ve içirme günahı olarak kendisine gösteriliyor.

Ta ki bu dünyadan çıkarken,günah kirlerinden arınmış olarak çıksın.

Bütün günahlar maddi şekle girdiğinde,böyle görünümler alacaktır.

Çünki günahlar manevi birer kirdirler. Kirler günah olduğu gibi…

Bu bir nedamete de vesile oldu. Zira insan bir kötülük yaptığında tevbe etmez veya ondan vaz geçmezse,yaptığı şey gün geçtikçe kuvvetlenir,kendisi ise zaifleşir. Tıpkı diken ağacının durdukça kuvvetlenmesi gibi…

21-7-1997

MEHMET ÖZÇELİK




HARAMIN SANCISI

HARAMIN SANCISI

Haramın verdiği sancıyı tadan bir insanın onun vermiş olduğu sancıyı çekmekle kalmayıp,hala devam eden sancısının bir ifadesidir ki;bunu kendisine anlatmaya mecbur kılmıştır;

Ben daha dokuz yaşında iken,bir gün kötü arkadaşıma kandım.Mahallelerinde bulunan bir bahçeye girdik.

Aman Allahım! Ne güzel kayısılardı onlar! Olgunlaşmış,tatlı idiler.

Annem ve babamın daha önceki hatırlatmalarını unutmuştum. Haram sancıdır demişlerdi.

Arkadaşımızla beraber rahat ve zevkle yemiştik. Yememizi engelleyecek hiçbir engel yoktu,rahattık.

Sağlıklı bir insandım. Hemen hemen ciddi manada bir hastalık da geçirmemiştim.

Arkadaşımın sesinde bir değişiklik olmuştu. Sesi çıkmaz olmuştu. Oysa o devamlı çok konuşkandı. Konuşmayı da severdi. yemesiyle beraber onda bir değişiklik hissediyordum. O ise yemeye karşı hızı kesilmiş olarak devam ediyordu.

Artık gittikçe hızı kesilmiş,yiyemiyordu. Oda bendeki değişikliğe az farklılıkla beraber şahit olmuştu. O bana değiştiğimi,ben de ona değişmiş olduğunu söylüyorduk.

Çok geçmedi ki;bende de,onda da bir anda bir kıvranma,bir sancılanma başlamıştı. İkimizde şaşkındık.

Yüzlerimiz kızarmış,kendimizden geçmiştik.Gözümüzü açtığımızda,Ahmet’le ben karşı karşıya hastahane odasında kendimizi bulmuştuk.

Öğrendik ki;oradan geçmekte olan birisi bizi baygın görünce korkmuş,hemen aceleyle hastahaneye yetiştirmiş.

Ailelerimizde gelmişlerdi. Ancak sancı hala geçmemiş,azalmakla beraber devam ediyordu.

Doktor amcaya söylediğimizde oda şaşırmış ve şöyle demişti;Size en tesirli iğneden vurdum. Kesinlikle sancının olmaması lazım. Kesilmesi gerek.

Çekilen bir çok filimler hastalığımızı ortaya koymamıştı. Teşhis edemediler. Tüm bölümlere gittik. Tüm bölümlerin doktorları toplandılar. Hepsi de şaşkınlık içerisinde kalmışlardı. Sanki tüm öğrendikleri bizim basit gibi görülen rahatsızlığımız karşısında yenik düşmüşlerdi. Çünki Ahmet’de de bende de ağrılar bir türlü kesilmek bilmiyor,devam ediyordu.

Mesleklerinde gayet yetkili olan bu doktorlar,son olarak şöyle bir rapor verdiler:” Bu hastalık tıbbın aciz kaldığı,teknolojinin yenik düştüğü,tesbit edilemiyen bir hastalıktır.

Eğer hiç bitmeden devam ederse,bir de yurt dışına götürün,dediler.

Ekmek yer,su içer gibi hap kullanıyor,iğne vuruluyorduk. Midemizdeki sancı azalıyor,ancak bir türlü kesilmiyordu. Çaresizdik.

İçim ateş gibi yanıyor,soğuk suyla sürekli söndürmeye çalışıyordum. Çok giymişsindir,dediler. Giysilerimi azaltmama rağmen pek bir şey değişmiyordu.

Ahmet’de benden pek farksız değildi. İki insan,bir vücut gibi sıkıntı içerisinde idik.

-Bir gün din dersinde iken Din hocamız anlatmıştı:” Çocuklar! Sakın haram yemeyin. Başkasının malını izinsiz yere alıp kullanmayın. Yoksa karnınızda ateş olur,sizi yakar.”demişti.

Birden onu hatırladım! Acaba??…dedim.

Bu durumu anneme anlattım. Amcaların bahçesine izinsiz girip,kaysı toplayarak yediğimizi söyledim.

Annem ise bana:” Oğlum onlar her zaman pazara getirip satarlar. Hatta babanda onlardan iki kilo almış,hepimiz yemiştik. Hatta sen de yemiş,hiç birimize bir şey olmamıştı.”

Annem doğru söylüyordu. Yemiştik,hiçbir şeyde olmamıştı.

Yine de annem babamı o amcalara göndermiş,helallik dilemesini istemişti.

Babam da giderek adamı bulmuş,helallik dilemiş. Hatta amca yanıma bir gelsinler bakalım,demiş.

Hayret! Bizde beş gündür devam eden karın sancısı geçmişti. Hepimizde şaşkındık. Doktorlarda şaşırdılar. Zaten biz,herhangi bir yaranın olmadığını biliyorduk,dediler.

Hastahaneden ayrılırken ilk işimiz Ahmet’le beraber amcanın yanına gidip,elini öpmek oldu. Özür dilediğimizde,bizi affettiğini söyledi. Çok iyi bir insandı. Bize çokça kaysı getirdi. Biz ise biraz korkarak,biraz da çekinerek yedik. Hiçbir şeyde olmadı. Çünki amca getirmiş ve helal idi.

Demek ki;bizdeki sancı,haramın sancısı imiş…

25-12-1994

MEHMET ÖZÇELİK

ADIYAMAN