MİT’de Temizlik
MİT’de Temizlik
14/5/2004 – 13:36 – Atin
Önce size, eski bir MİT görevlisince yazıldığı anlaşılan ve bir İnternet sitesinde yayınlanan, aynı zamanda e-mail ile bize de gönderilen bir yazıyı olduğu gibi sunuyoruz.
Dikkat ederseniz “bir MİT görevlisinin yazdığı ifade edilen” gibi muğlak bir ifade kullanmıyor, “bir MİT görevlisince yazıldığı anlaşılan” gibi kesin ifade kullanıyoruz. Nedenini yazıyı okuduktan sonra yapacağımız yorumda bulacaksınız.
“Atasagun’un MİT’inde neler oluyor?
Milli İstihbarat Teşkilatı’nın değişik kademelerinde alnımın akı ile görev yapmış bir kişi olarak bu mektubu size gönderiyorum.
Bilgilerin bulunup değerlendirilmesi adına yapılan araştırmalarda, teknolojik ve insan faktörlü kaynakları kullanarak çalışmalar yapmanın zorluğu yanında, bilginin yerinde ve zamanında kullanılmasını bilmek, istihbaratçılığın özünü oluşturur. Bu açıdan bakıldığı takdirde, yaptığınız çalışmalarınızdan dolayı, öncelikle sizleri kutluyorum. Çünkü, kimsenin cesaret edemediği konulara, büyük bir özveri ve güvenle ve tamamen belgeye dayanarak çok önemli bir işi başarıyorsunuz.
Son günlerde, MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI’nın basında-gazetelerde manşet olacak kadar zafiyete düşürülmesi adına hareket eden Sayın Şenkal Atasagun ve ekibinin yaptıkları, akl-ı selim her kesim tarafından tepkiyle karşılandığı gibi, bir eski çalışan olarak beni de derinden yaralamıştır. Bu ekibin yaptıklarının Türk halkı tarafından bilinmesinin vaktinin geldiği ve hatta geçtiğini düşünerek bu mektubu kaleme aldım. Verdiğim bazı bilgilerin, teşkilatın sır olarak niteleyeceği hususlar olsa bile, bu konuların bilinmesi halinde, sayın müsteşar ve ekibinin ne denli bir hıyanet içinde oldukları ancak görülebilecektir.
Türkiye’nin can damarı konumunda olan kurumlar içinde de, diğer devlet kurumlarda olduğu gibi, çürük insanlar elbette çıkacaktır. Fakat, bu tür kurumları hiçbir zaman esas hedef almadan , hatalı olanın kurumun içindeki kişilerin olduğunun, bastıra bastıra ifade edilmesi gerekir. Çünkü askerimizin ve diğer kurumlarımızın yara alması, bu tür çürük insanların ve onların bağlı olduğu değişik ekiplerin daha çok menfaatine olacaktır.
Bu can damarı kurumlarından birisi, yaptığı iş gereği belki de en önemlisi, Milli İstihbarat Teşkilatı’dır. Uzun yıllar görev aldığım, müsteşarın en yakınında dahi -ne yazık ki- görev aldığım bu kurum içinde, üzülerek söylemek gerekirse yazdığınız konulara yakın problemler ve kişiler bulunmuştur ve halen de bulunmaktadır. Ben sizlere, kesinlikle MİT teşkilatını küçük düşürmek ve uzun bir dönem görev yaptığım kurumumdan çok kötü olarak bahsetmek istemem. Çünkü, görev yaptığım yıllar içinde, mesai arkadaşlarım içinde vatansever insanların varlığı beni hep heyecanlandırmıştır. Esas problem, teşkilatın başında müsteşar olarak 6 yıldır görev yapan Şenkal Atasagun Bey ve onun çıkar ilişkili ekibidir.
MİT, Türkiye’mizin çıkarları adına, ulusal ve uluslar arası düzeyde haber toplama faaliyeti yürüten, bunu belli çalışma prensipleri (derlediği haberleri ulusal çıkarlar için kullanması, haber toplamada insan unsurunun nitelikli olması ve nitelikli insanlardan güç alması gibi) doğrultusunda yapması gerekirken, ne yazık ki kötü yönetim sayesinde, yıllardan beri ülke menfaatleri için bırakın faydalı olmayı, büyük bir tehlike oluşturmaya başlamıştır.
MİT, kurulduğu ilk yıllardan itibaren, bir türlü sivilleşme ve atılım adına faaliyetlerini yapamamıştı. Sönmez Köksal’ın başlattığı sivilleşme ve yenilik çalışmaları, Sayın Şenkal Atasagun’un göreve gelmesiyle (veya getirilmesiyle), tekrar eski günlerine, hatta daha farklı bir konuma düşürülmüştür. Adeta bir plan dahilinde çalışmalar yapılarak, teşkilat tamamen ülke menfaatleri aleyhinde, iş yapmayan, müsteşarın saltanatını sürdürdüğü bir kurum yapısına kavuşturulmuştur.
Şenkal Atasagun ve ekibinin yaptığı bu icraatları!!! sizlere sıralamak istiyorum:
1- Teşkilat, müsteşarın özel sayılabilecek gayretleri sonucu insan kaynaklı haber toplama faaliyetlerinden uzaklaştırılmıştır. Burada yaşanan eksiklikler, ne yazık ki, diğer servislerle kurulan ilişkilerde elde edilen bilgilerle giderilmeye çalışılmıştır. En son İstanbul’da cereyan etmiş Sinagog ve HSBC bombalamalarında, istihbarat zaafının ne denli had safhaya ulaştığını, en tehlikeli radikal bir grubun hakkında bile istihbarat yapılmadığının görülmesi, teşkilatın düşürüldüğü acınacak hali gözler önüne sermiştir.
Fakat ne acıdır ki, bilgi alışverişi yapılması gereken her servis toplantısında, kendi güvenlik makamlarımıza bile vermekten imtina ettiğimiz bilgiler büyük bir rahatlıkla diğer servislere verilerek, vatana ihanet edilmiş ve edilmektedir. Verilen bunca bilginin karşılığında ise somut olarak hiçbir şey elde edilememiş, teşkilat bir kısım servislerin haber toplama aparatı haline getirilmiştir. Çok gizli addedilen bilgilerin verildiği bu servislerde, kendi ülkemizde, güvenlik kurumlarımız arasında (Emniyet Gen. Müd. gibi) bu bilgileri kendi istihbaratlarının ürünü gibi göstererek kullanmış ve istedikleri operasyonları rahatlıkla yapabilmişlerdir. Normal şartlarda verilen bilgilerin en küçüğünün bile formel olmayan yollardan ilgili servislere aktarılmasının tespiti durumunda vatana ihanetten yargılanacak insanlar, mutlak güçleri ve denetimsizlik sayesinde makamlarında oturdukları yerden istedikleri her şey verilmiştir
2- Haber toplama ve değerlendirme sıfırlanmış, yapılan birkaç güzel operasyonla işler idare edilir hale getirilmiştir. Şenkal Atasagun’un, MGK, Cumhurbaşkanlık ve Başbakanlık makamlarına yaptığı arzlar standart hale gelmiş, bir önceki arzda kullanılan ifadelerin değişimi bile düşünülmemiş, mükerrer vakalar yeniden işlenmiş, Apo’nun bir servis tarafından tespiti yapıldıktan sonra, paketlenip, kiralanmış bir uçağın içine kadar teslim edilmesi, Sakık’ın yakalanması gibi operasyonlar, Müsteşarın ve ekibinin etkisinin olmadığı halde onların başarısı olarak lanse edilerek, başta Cumhurbaşkanımız, uzun bir dönem sayın Ecevit, kısacası hem siyasi hem de askeri kesim uyutularak bazı siyasi çevrelerin istismarına müsaade edilmiştir.
3- Sayın Şenkal Atasagun, göreve geldiği günden itibaren dünyanın bir çok ülkesine geziler düzenlemiş ve oradaki servis başkanlarıyla –güya-görüşmeler yapmıştır. Fakat yapılan bu görüşmelerde gündeme getirilen konular, verilen bilgi ve belgeler açıklık kazanmamış, en yakınında olan bizlerin-başkan, daire başkanları- dahi bilgisi olmamış, akabinde bu geziler formel raporlarla geçiştirilmiştir. Teşkilatın, satın alınan ve uzak menzillere rahatlıkla seyahatler düzenleyebilecek kapasitedeki uçağı, müsteşarın keyif ve eğlence mekanı olmuştur. Gidilen ülkelere yapılan seyahatlerin getirisinin ne olduğu, yapılan operasyonlar ve toplanan bilgilerle ortadadır. Teşkilatın çalışma prensiplerinden dolayı, bu geziler hakkında teşkilatın bağlı olduğu başbakanlık makamına dahi bilgi verilmesi söz konusu olmadığından dolayı, gezilerin hangi ülkelere yapılacağı sadece Şenkal Beyin kararıyla olmaktadır. Dünyada görülecek hiçbir ülke bırakmayacak şekilde gezen müsteşarın, sadece bu gezilere harcadığı masrafların ortaya konulması bile, dünyada Şenkal Beyden daha rahat yaşam süren bir idarecinin olmadığını göstermesi adına bir fikir verir.
4- Personel, özgüven ve çalışma azminden bilinçli ve sistematik bir şekilde soğutulmuş, vatan-millet için çalışma duygusu ve özveri yok edilmiş ve insanlarda “biz zaten filanca servislerin uydusuyuz” anlayışı oluşturulmuştur. Bölgelerde çalışan haber toplayıcı personel başta olmak üzere, gittiği bölgeye bağlı olarak yılını tamamlama ve yıllar içinde kimseye problem olmadan sadece günlük rutin işlerini yapıp, Müsteşarlığın bulunduğu riyaset makamındaki Müsteşar ve ekibine şirin görünmek için bölgesel hediyeler taşıyan, başarının değil de sadece bu ekibin adamının olunması halinde terfi edilmesi gibi etkenler, çalışmanın tamamen durduğu bir teşkilat yapısını oluşturmuştur.
5- Gizli servis çalışanlarının istifa etmesi önemli bir olaydır. Oysa teşkilatımızda onlarca insan istifa etmiştir ve halen bu devam etmektedir. Son dönemde, personele değer verilmediğini hissettiren uygulamalar, çalışmalarda merkeziyetçi yaklaşımlarla inisiyatifin tamamen bölge ve personelden alınarak asli görevlerin yerine getirilmesinin önlenmesi, bürokratik yük gibi engellemeler sayesinde çalışmaların önü kapanacak tarza (kasten ) getirilmiştir. Ülkemizin sayılı üniversitelerden mezun olmuş teknik veya meslek memuru statüsündeki yetişmiş bu insanlar , birer birer istifanın eşiğine getirilmiştir. Bu kadar yüksek oranda olan bu istifalar, Şenkal Beyde en ufak bir tepki oluşturmamış, –ayrılan ayrılsın, kalan bizimdir- düşüncesini dahi ifade ederek, istifalar adeta teşvik edilmiştir.
6- Sayın Müsteşar, Almanya’ya kimlik kartı ile iltica eden MİT personeli ile ilgili gelişmeleri gizleyip, bu olaydan sonra dahi, son döneme kadar, diğer personelin kimlik kartlarını değiştirmekle ilgili çalışmalarda dahi bulunmamıştır. Bu kimliğin, diğer servislerin veya illegal örgütlerin eline geçmesinin ne kadar sıkıntı doğuracağı muhakkaktır.
7- Gizli servislerde çalışan insanların maddi ve manevi tatmin edilemediği durumda, kendilerine verilen gücü illegal olarak kullandıkları görülen bir durumdur. Bu problem bizim teşkilatımız içinde söz konusudur.
Teşkilat hakkında bilgilendirme ve tanıtım amacına yönelik açılan www.MİT.gov.tr adlı sitede personelin özlük hakları hakkında verilen bilgiler, kuru bir yalandan başka bir şey değildir.
Sayın Müsteşarın göreve geldiği günden itibaren, teşkilatın yeniden organize edilmesinde hep görev verdiği şahsı, çıkarları adına kullanamayacağını anlayınca görevden alıp, yüksek koruma gerektiği halde Araştırma Planlama Koordinasyon –APK- birimi kurarak teşkilatın dışına iterek girişini yasaklayacak kadar şartları zorlayarak emekli edip, emekli olduktan sonrada Şenkal Atasagun’un adamları tarafından kapısının önünde adeta mesaj verir ve öç alır gibi dövdürüp hastanelik etmiş, akabinde de başkan seviyesindeki bu mesai arkadaşını kendi haline terk ederek hiçbir yardımda bulunmamıştır. MİT mensupları, can korkusundan dolayı haklı olarak artık sokaklarda dolaşamaz, kırsal operasyonlara çıkmaz, hatta ailesi ile birlikte dahi bir yere gidemez hale getirilmiştir.
Kendisine alternatif olarak gördüğü herkesi devre dışı bırakmada mahir olan ve aşırı kin tutma özelliği bulunan sayın Atasagun, önemli bir bölge başkanı olan mesai arkadaşını dahi, “Teşkilatın iktidarlı Bayan Başkanı” şeklinde basına deşifre edecek kadar hırslı bir yapısı vardır. İşe yaramaz hale getirme veya zorla emekli yapma müsteşarın devamlı kullandığı metod olmuştur.
8- Türkiye şu anda ciddi bir şekilde diğer servislerin ve onların ajanlarının akınına maruz kalmıştır. Bu konu ülkemiz için büyük problem olarak görülse bile, müsteşarlık makamı bu konu hakkında hiç bir faaliyet düşünmemiş ve operasyon yapmamıştır.
9- Teşkilatın geneline yayılmış ahlaksızlıkta diğer bir problem olarak karşımıza çıkmıştır. Alkolün etkisiyle kendinden geçerek, barlarda bildiği bütün bilgileri anlatan ve sonrada alkol komasına giren personellerin durumu, Müsteşarın teşkilatı nasıl sıkıntılı bir hale getirdiğinin bir göstergesidir.
Hatta, teşkilat içinde yapılan bazı hareketler ahlaksızlık sınırlarını dahi aşmıştır. Personelini, pavyona zorla götürüp orada alem yapan, yabancı uyruklu kadınlarla yaşayıp, bu uğurda arabasını dahi satıp yaşantısına devam eden müdürlerin varlığından haberdar olup, yine kurumda çalışmasına göz yuman bir müsteşarın konumu tartışılır hale gelmiştir. Personelin kullanması için açılan havuz, idari işlerden sorumlu başkan tarafından bir kaç saatliğine kapatılmış, sıkılmadan, MİT mensubu bayanları zorlayarak alem yapmıştır. Bu olayın mesai içerisinde olması da, teşkilat içerisinde bazı makam ve güç sahibi insanların ne kadar rahat olduklarını bizlere göstermiştir. Bu olayda, Sayın Müsteşar tarafından kapatılarak sayın başkanımız isine emekliliğine kadar devam etmiş, sayın Müsteşarımızın hiç tepkisi görülmemiştir. Sadece 2 bayan, müsteşarın ekibinden tanıdıkları olmadığından dolayı, günah keçisi olarak, zorla ve istekleri dışında tayine tabi tutulmuştur. Sekreterine sarkıntılık eden ve hatta tecavüze yeltenen, ses kayıtlarıyla belgelenen, sonrada korkutarak uzun süre buna devam eden Şenkal Beyin yardımcıların durumları, normal hale gelmiştir. Güvenli olması yönüyle açılan ve değişik olaylarda kullanılan gizli evler, müdür ve başkanların harem evleri haline gelmiş, buralarda seks partileri verilmiş, evlerin güvenliği teşkilat dışından kadınların getirilmesi nedeniyle tehlikeye düşmüştür. Görevli olarak yurt dışına kısa sureli çıkan müdür ve başkanlar, beraberinde götüreceği personel seçiminde, gönül eğlendirme on plana çıkmıştır.
10- 4 Şubat 2002 tarihinde olan son olayda artık bu sıkıntıların doruk noktası olmuştur. Müsteşar yardımcısı Cevat Beyin özel kalemi olan ve eski Müsteşar yardımcısı Miktad Alpay beyin yeğeni olan M. adlı şahıs önce sekreterini tabancasıyla öldürmüş, arkasından kendisi intihar etmiştir. Teşkilatın örtülü ödenek kasasının takibini yapan M. Bey ile sekreter bayanın arasında meydana gelen problemden Cevat Beyin ve Müsteşarımızın haberi olmasına rağmen, bu sorunu kendi aralarında çözmelerini istemiş dışarıya sızmamasını emretmiştir. Bu kadar önemli bir makamda böyle bir problemin varlığı bilindiği halde nasıl olurda ilgili şahısların aynı görevde devam ettirilmiş olması enteresandır.
11- Bütün bunlara rağmen sayın müsteşarımız, hiç bir şey yokmuş gibi yaşamını devam ettirebilmektedir. İstanbul Bölge başkanlığına tahsis edilmiş Kanlıca da bulunan devlete ait bir villayı bir talimatnameyle alarak, müsteşarlık makamına tahsis etmiştir. Tabii buna en çok sevinende Sayın müsteşarın eşi İnci Hanım olmuştur. Bu villaya yapılan tadilat ve tefrişat masrafı tam 800 milyarı bulmuştur. Teşkilat personelinin, islerini daha iyi yapabilmek için istedikleri cüzi paralar kriz nedeniyle geri çevrilirken, bir dönem oturduğumuz koltuklar ve makam, tarihi özellik taşırken, diğer servislerin kullandığı teknik cihazları MİT mensupları sadece filmlerde görürken, binalarımız tamamen dökülürken, emniyet ve diğer güvenlik güçlerimizin yaptığı operasyonları sadece basından takip eder duruma gelmişken, müsteşarımızın yaptığı bu kadar büyük ve gereksiz harcama herkesi şaşkına çevirip çileden çıkarmıştır. Hatta sayın İnci Hanımın İstanbul’a geldiğinde kullanabilmesi için yine bölgenin değişik amaçlarla kullandığı 2 Jeep hanfendiye (teşkilattaki kullanımı ile) tahsis edilmiştir. Bölgelerin yapacağı önemli faaliyetlerin sekteye uğraması veya tamamen ortadan kalkması, sayın Atasagun için hiç önemli görülmemiştir.
İnci Hanımın genel durumu da içler acısıdır. Aşırı alkole olan bağımlılığı, kumara olan düşkünlüğü, Hanfendinin küçük köpekleri için bir devlet memurunun görevlendirilmesi, havuza köpeği ile girdikten sonra havuzun suyunun değiştirilmesi teklifi karşısında –benim köpeğim buradaki herkesten daha temizdir- sözü başka bir şey anlatmaya sanırım gereksinim bırakmaz.
12- Teşkilat bünyesinde toplanan ve personelin ihtiyaçları anında kullanılma amacına yönelik paralar, yaklaşık 4 trilyon TL, Müsteşar ekibi tarafından yok edilmiştir. Hatta intihar hadisesi sonrası, ilgili şahsın piyasaya olan borçlarının kapanması için, personelden başka amaçlar adı altında para toplanmak istenmiş, personelin gerçeği öğrenmesi ile birlikte büyük problemler yaşanmıştır.
13- İstanbul Pendik-D. mevkiinde bulunan bir arsa, (personelin güvenliği gereği ada-pafta bilgilerinin detayını vermek istemiyorum) müsteşarın bilgisi dahilinde, çok uygun alınarak kooperatif binalar yapılmış, daire başına 7 500 000 000 (Yedi Milyar Beş Yüz Milyon) TL ödenerek sahip olunmuştur. Bu dairelere, başkan ve müdürler yakın akrabalarını da katarak 3-5 daire sahibi olmuşlardır. Bu kadar ucuz maliyetle yapılan bu evler, bütün bölgelerde MİT gücünü kullanarak ucuz arsa kapatılması furyası başlatmış, Sayın Müsteşar ve ekibi gayrı mülk zenginleri haline gelmiştir.
14- Oyakbank eski genel müdürü olan Coşkun Ulusoy ve bir siyasi partinin halen başkanı olan birisi ile üvey akrabalıkları olduğu bilinen, İstanbul’un yeraltı kesimiyle karanlık irtibatları olan bir başkanımız Sayın Atasagun ile beraber hareket ederek, illegal operasyonlar planlayıp icra etmişlerdir. Hatta faili meçhul cinayetlerin dahi bu ikili tarafından yapılarak, baraj inşaatları adeta bu ekibin mezar arazisi haline getirilmiştir. Bu operasyonların içerik ve işlenişi hep sır olarak, ne yazık ki hafızalarda kalacaktır. Yakın dönemde olan bu cinayetlerin açığa çıkartılması isteniyorsa, bu şahıs veya şahısların hayatları –yaptıkları irdelenerek ancak açığa çıkartılabilir.
15- Teşkilata personel alımı da ayrı bir araştırma konusudur. Başkanların, özellikle müsteşara yakın ekibin çocukları için, teşkilata personel olarak girme çok kolaydır. Mezun oldukları yüksek okulları hep bursla kazanmış olmasına rağmen, girişlerde aranan yabancı dilden başarı bu başkan çocuklarında bulunmamasına rağmen, ne yazık ki teşkilata sınav sonucu giren personelin % 50 i, Şenkal Beyin başkanlığı döneminde hep başkan akrabalarından olmuştur. Kalan % 30 ise, muhakkak teşkilatta bir şekilde tanıdık bularak veya bir üst rütbeli subayın referansıyla girebilmektedir. Özetle Sayın Atasagun’a yakın olan MİT personelinin çocuklarının, teşkilata, özellikleri-mezun olduğu okulu-yabancı dil veya dilleri bilmesi ile girmek mümkün görünmemektedir. Ne yazık ki, teşkilatımızın geleceği getirilen askerlik şartı nedeniyle bir yere girememiş, en son yaşı gereği bari bu konuma gireyim diyen başkan çocuklarına emanet edilir hale gelmiştir.
16- Teşkilat çalışanlar için yapılan güvenlik tahkikatında ne kadar hassas olunduğu muhakkaktır. Aynı hassasiyetin, teşkilat içinde iş yapacak özel şirketlere de uygulanması da elzemdir.
İstihbarat servislerinde, temizlik işlerini yapacak personel, şubelerde rahatlıkla hareket ederek iş yaptıklarından dolayı bu şahısların konumları çok önemlidir. Temizlik firması çalışanları, MİT personeliyle karşılaşma yoğunluğu olması nedeniyle, rahatlıkla dışarıya bu personelin durumları hakkında, binaların yerleşik düzeni hakkında ve en önemlisi zaman içinde bazı gizli bilgilere rastlantı veya özel gayretleriyle ulaşmaları mümkün olmasına rağmen, sırf eski başkanlarımızdan olan Nuri Gündeşin olduğu bilinen bir temizlik firmasına, bütün temizlik işleri ihale edilmiştir. Müdürünün bile kullandığı aracın Hummer Jeep olduğunu söylenirse, yapılan iş karşılığı yapılan ödemenin ne denli büyük olduğu görülebilir. Bu şahısların sözleşmeli olarak personel olması söz konusu iken, dışardan bu işi bir temizlik şirketine yaptırmanın mantığını anlamak oldukça zordur. Bunun bir izahı bulunsa bile, bu şirketin güvenlik tahkikatındaki seçiciliğin özenli olması muhakkaktır. Ne yazık ki, son dönemde bölge başkanlıklarının, riyasetin temizlik işleri için seçilen şirkette ve çalışanlar hakkında değişik şaibeler bulunmasına rağmen, bu şirkette karar kılınması, akıllara “acaba sayın müsteşar ve ekibinin bu firmayla olan bağı nedir” diye soru gelmektedir.
Yukarıda anlattığım olaylar, Sayın Müsteşarın, teşkilatı bitirme adına yaptıklarının sadece bir kesiti hakkında bilgi verebilir. Geçmişte yaşadığımız bütün olaylar kaleme alınması halinde, problemin büyüklüğünün birkaç kat daha büyük olduğu görülecektir.
Denetimsiz olan ve elinde mutlaka yakın bir güç bulunduran kişilerin ya da kurumların dejenere olması gibi, Milli İstihbarat Teşkilatı da, Sayın Atasagun’un yaptıkları sayesinde dejenere olmuş, ihtirasları için, siyasi çıkarları için, adeta kontrespiyonaj büyük bir operasyon düzenleyerek, üzülerek söylemek gerekirse başka servislerin çalışanı gibi hareket ederek, MİT adeta başka ülkelerin hesabına işler hale gelmiştir.
Bütün bu sorunların önüne geçmek için, öncelikle teşkilatı bilinçli olarak bu hale getiren bu düşünce sahibinin değiştirilmesi ve yerine gönlünde Türkiye sevgisi taşıyan, çağın koşullarını bilen, personel yönetiminden anlayan, güçlü iradeli bir yöneticinin getirilmesi çözüm önerimin birinci aşamasıdır. Sonrası ise dışarıdan bir denetim organı aracılığıyla denetlenmesidir.
Saygılarımla
Not: Bu bilgilerin halkımız tarafından bilinmesi ve teşkilatın idaresinin değişmesi temel amacımdır. Bu durumda konumumun sıkıntıya girmesi söz konusu olsa bile emekli olmuş birisi olarak ilgili insanlardan bu şekilde hesaplaşarak daha rahat uyumak istiyorum. Şimdiden yaptıklarınız ve yapacaklarınız için teşekkür ederim.”
Eski bir MİT görevlisi”
Şimdi gelelim bu mektup ile ilgili yorumlara;
Evet, yukarıda da belirttiğim gibi bunu yazan eski bir MİT görevlisi. Zira bu bilgilerin bir kısmından benim de haberim var.
Yazıyı yazan büyük bir olasılıkla 7.nci maddede bahsi geçen ve bir zamanlar Şenkal Atasagun’un sağ kolu olan eski Operasyon Başkanı Engin olabilir. Nedeni bilinmez, sonra araları fena halde bozulmuştu. Şenkal onun hakkında “Deprem yardımını zimmetine geçirmek ve eski eser kaçakçılığı yapmak” suçlamasıyla soruşturma açtırmış ve görevinden alarak APK (Araştırma Planlama Koordinasyon) Başkanlığı emrine verdirmiş, daha önce karargah binalarında görev yapan APK Başkanlığını da teşkilat karargahının dışına çıkartmıştı. O da Şenkal’ı çeşitli yolsuzluk ve mesleki hatalarla suçlamıştı. Yanılmıyorsam konu Başbakanlık müfettişlerince soruşturuldu.
Anlaşıldığı kadarıyla kavga o kadar büyümüş ki sonunda Şenkal’ın adamları Engin’i dövüp hastanelik etmişler.
Engin, ben henüz ABD’de görevdeyken Ankara Bölge Başkanıydı. Devamlı olarak benim yakınlarımı takip ettiriyordu. Bir keresinde takipçiler oğlumun çoğunlukla birlikte gezdiği yakın bir arkadaşını sıkıştırıp bir güzel dövdüler. Demek bu işler sırayla. Etme-bulma dünyası..
Aldığım duyumlara göre bu günlerde Şenkal’ın vurmalı-kırmalı işlerini has adamları Kaşif ve Ender yürütüyormuş. Herhalde ikisi de çok başarılı çalışıyorlar ki başkan yardımcılığına terfi etmişler!..
Kaşif bildiğiniz malum kişi. Hani şu etrafına, beni Amerika’dan kelepçeleyip getireceğini söyleyen, Atasagun tarafından yabancı istihbarat servislerine “Bin Ladin’i yakalayabilecek tek kişi” olarak takdim edilen meşhur kişi. Ender ise ismi Kemal Horzum ile anılan bir müsteşar yardımcısının damadı. Şimdi bütün önemli operasyonları bunlar yürütüyorlarmış!…
9.ncu maddede bahsi geçen yüzme havuzu skandalının kahramanı eski İdari İşler Başkanı Cengiz Metin. Bu Cengiz Metin’in ilk olayı da değil. Bölge Müdürlüğünden beri birkaç kez bu tip taciz olayında başrol oyuncusu oldu. Ahlaki zaaflarına rağmen tıkır tıkır terfi ederek Başkanlık seviyesine kadar geldi.
MİT’ten emekli olanlara (benim gibi zorunlu emekli edilenler hariç) bir hizmet belgesi ile şilt verilir. Herhalde Cengiz Metin’e de “Milli İstihbarat Teşkilatı’nda uzun yıllar feragat ve fedakarlıkla çalışarak Milli Görevimize katkıda bulundunuz. Bu verimli çalışmalarınız, geride kalan mesai arkadaşlarınız tarafından daima şükranla anılacaktır. Yeni yaşantınızda Teşkilatımız mensupları adına sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim. Şenkal Atasagun, MİT Müsteşarı” yazılı Hizmet Belgesi verilmiştir. Tabii ki verilecek. Havuz başında fedakarca ve verimli bir şekilde mesai yapmak kolay iş mi?
Aynı maddede “Sekreterine sarkıntılık eden ve hatta tecavüze yeltenen, ses kayıtlarıyla belgelenen, sonrada korkutarak uzun süre buna devam eden Şenkal Beyin yardımcısı” şeklinde bahsi geçen kişi bazı gazetecilerin tabiri ile MİT’in efsanevi ikinci adamı Miktad Alpay. Hani şu MİT’in Başbakan için hazırladığı Susurluk raporunun arasına Fethullah Gülen’in adını da sokuşturuveren ünlü MİT’ci. Bu günlerde, bir zamanlar küfür ettiği kişilerle diyalog kurup, kıl payı ile kaybettiği MİT Müsteşarlığını yeniden elde etmek çabasındaymış. Biliyorsunuz tam müsteşar olacakken “Alevi” olduğu söylentisi ile müsteşarlığı Atasagun’a kaptırmıştı. Aleviliğini bilmem ama Ermenilik konusunda bir bağlantısı var mı, araştırılsa daha isabetli olur derim. Alpay’ın yukarıdaki konusuna daha önce Özel Operasyonlar başlıklı yazımızda da değinmiştik.
Eski bir MİT görevlisinin mektubundan, Şenkal’ın da bu tip işlere bulaştığı gibi bir yanlış bir anlam çıkabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse onun bu tip işlerle hiç ilgisi yoktur. Onun hayatındaki tek kadın eşidir. Ben onların arasındaki münasebeti aynen Sayın Bülent Ecevit ile Rahşan hanım arasındaki münasebete benzetirim. Tabii ki bazı ufak farklar var. Rahşan hanımın daha kültürlü olduğu, lükse değil de politikaya düşkünlüğü, Bülent Bey’in duygusallığı ve şairliği gibi…
Bülent bey eşi istedi diye nasıl af çıkarttı ise, Şenkal da eşi istedi diye villa tefrişine devletin 800 milyar parasını harcamıştır. İnci isteyecek de Şenkal yapmayacak mümkün mü?
Biz bu lüks ve villa düşkünlüğünü daha önce İnci Sultan Köşkü başlıklı yazımızda yayınlamış, 11.nci maddede bahsi geçen Kanlıca’daki villadan da bahsetmiştik.
İnci Sultan’ın küçük köpeği ile havuza girdikten sonra havuzun suyunun değiştirilmesi teklifi karşısında “benim köpeğim buradaki herkesten daha temizdir” sözünü hiç yadırgamadım. Tam ona uygun bir tarz. Ne MİT’teki insanlara ne de Türk insanına hiç tahammülü yoktur.
Köpeğe sadece havuz değil, MİT’e ait uçakların da tahsis edildiği anlatılıyor. Nasıl lüks yaşam ama. Sanki petrol zengini Arap Şeyhi, Hilton otellerinin varisi mübarekler…
Eski bir MİT görevlisinin mektubunda geçen konuların çoğu hakkında bilgimiz var. Ancak 6.ncı maddede bahsi geçen “Almanya’ya kimlik kartı ile iltica eden MİT personeli” ile ilgili gelişmeleri yeni duyuyoruz. Birçok rezalet gibi gizlenen bu olay, Atasagun devrinde teşkilatın ne hale geldiğinin açık bir belirtisi.
Keza 12.nci maddede bahsi geçen 4 trilyon TL ile 13.ncü maddede bahsi geçen İstanbul Pendik-D. mevkiindeki kooperatif konusunu da bilmediklerimiz arasında. Gerçi bu MİT’de kooperatifçilik işi yeni bir şey değil. Senelerdir gittikçe yozlaşan bir şekilde mevcut.
14.ncü maddede bahsi geçen Oyakbank eski genel müdürü olan Coşkun Ulusoy ve bir siyasi partinin halen başkanı olan birisi ile üvey akrabalıkları olduğu bilinen, İstanbul’un yeraltı kesimiyle karanlık irtibatları olan MİT başkanının kim olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak yanlış yapmamak için isim vermeyeceğim.
Bu maddede önemli bir iddia var. Atasagun ve MİT Başkanı cinayetlerle suçlanıyor ve baraj inşaatlarının bu faili meçhul cinayetlerin mezarlığı haline geldiği söyleniyor. Eğer bunlar doğru ve ise Şenkal’ın pek az kalan müsteşarlık saltanatından sonra başı bir hayli ağrıyacak demektir. Daha görevdeyken hakkında bu kadar şikayet varsa, ayrıldıktan sonra neler çıkar neler…
Yeraltı ile karanlık ilişkiler denince, son günlerde sahte pasaportla yurtdışına kaçan Alaattin Çakıcı’nın Beşiktaş Kulübü ile bağlantısı akla geliyor. Basında yer alan haberlere göre Alaattin Çakıcı’ya yurtdışı vizesi için gereken BJK evrakını yakın dostu olarak bilinen Menajer Sinan Engin sağlamış. Acaba koyu bir Beşiktaşlı olan Şenkal Atasagun’un da bu düzenlemeden bilgisi var mı?
Biliyorsunuz MİT’te Çakıcı ile ilk teması kuran ve yine son olarak Çakıcı’yı Fransa’da yakalanmadan önce operasyonel faaliyetlerde kullanan Şenkal Atasagun’dur. Kim bilir belki de bir süre önce Atasagun’un MİT’in İstanbul Beşiktaş Serencebey’deki Sosyal Tesislerde Beşiktaş Kulübü yöneticilerine verdiği olağan dışı yemekte bu konu da konuşulmuştur!..
16.ncı maddede bahsedilen hususlar tam bir facia. Gizli teşkilatın temizlik işleri özel bir firmaya bırakılmış. Hem de kime? Teşkilatın en şaibeli eski mensubu Nuri Gündeş’e. Oldu olacak teşkilatın güvenlik işlerini de Gündeş’e verseydiniz de dört dörtlük olsaydı.
Nuri Gündeş’in ortağı olduğu ve finansal işler ve müşteri ilişkilerinden sorumlu bulunduğu Panter isimli şirket, 1996 yılında kurulmuş, güvenlik sektöründe faaliyet gösteren ve 3 ortaklı bir şirket. Aynı ortaklar 2000 yılında Pantem isimli bir temizlik şirketi de kurmuşlar. Temizlik şirketini, ortaklardan biri olan ve uzun yıllar turizm alanında çalışmış bulunan 1952 doğumlu, Nuri Can İzgi yürütüyor.
Panter ve Pantem şirketleri İntergen Enerji, Elit Residance, İzmir Büyükşehir Metrosu, Gima ve Endi mağazaları gibi kuruluşlara hizmet veriyorlar. Ayrıca Nuri Gündeş’in Panter Güvenlik Şirketi, Büyük Klüp, İstanbul’daki mason locaları gibi yerlerin güvenliğini de sağlıyor. Yakın tarihte bombalanan İstanbul Yakacık’taki Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ da buna dahil.
Muhalif yazı ve beyanatları ile tanınan ve ‘Amerikan Müdahaleciliği’ isimli kitabı aleyhine İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce açılan davayı izlemeye İstanbul’a gelen Amerikalı filozof ve dilbilimci Noam Avram Chomsky’i de Nuri Gündeşler korumuş.
Atatürk Hava Limanı’nda sanatçı Şanar Yurdatapan ile Mısır Çarşısı’ndaki bombalama olayında adı geçen Pınar Selek’in karşıladığı Chomsky’nin gelişinde Panter Şirketi’nin genel koordinatörü ile Sabah Gazetesinin yaptığı söyleşi bir hayli ilginç. Gündeş’in şirketinin nasıl bir düşünce yapısında olduğunu göstermek açısından bu söyleşiyi aynen veriyoruz:
– Şirketinizin başında bir dönemin en ünlü istihbaratçısı Nuri Gündeş var. Gündeş şimdi “bölücü” yaftası yapıştırılan Chomsky’yi koruyor. Bu bir tezat değil mi?
Eskiden yaptığımız meslekler bitiyor ve bizler yeni işlere başlıyoruz. Chomsky bir düşünür. Hakkında açılan davalar bizi ilgilendirmez.
– Peki Apo’nun İmralı’daki koruma görevi size verilse kabul eder miydiniz?
Duygularımız buna izin vermez. Olukla kan akıtmış bir adamı hiçbir güvenlik şirketi korumaz.
– Duygularınız nerede başlar?
Devlete, millete ihanet etmiş kişi ve kurumlara karşıyız.
– Mafya? Alaattin Çakıcı’yı korur musunuz? Ya da Susurluk sanıklarını?
Mafyanın bizim korumamıza ihtiyacı yoktur. Çakıcı’yı korumam. Ama Korkut Eken, Ayhan Çarkın ve İbrahim Şahini can-ı gönülden korurum. Devletin sahip çıkmadıklarına ben sahip çıkarım. Bu insanlar kahramandır.
MİT’in temizliği, Susurluk’a sahip çıkan bir zihniyete teslim edilmiş. Bilmem başka bir şey söylemeye gerek var mı?
MİT gibi devletin önemli bir organının temizlik işleri, çok düşük ücretlerle vasıfsız personel çalıştıran kar amaçlı özel temizlik şirketlerine bırakılamaz. Bu MİT’in her türlü güvenliğinin sabote edilmesi demektir.
Temizlik işlerinin sözleşmesi MİT’in İdari İşleri tarafından yerine getirildiğine göre, havuz skandalının neden örtbas edildiğini, eski İdari İşler Başkanı’na neden bir işlem yapılmadığı şimdi daha iyi anlayabiliriz.
MİT gibi milli bir kuruluş, bu kadar denetimsiz, başıboş ve keyfi idareye de bırakılamaz. Aksi, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğine tahminlerin üstünde zarar verir.
Yetkililer, vakit geçmeden bir an önce tedbir alıp gereğini yapmalıdırlar.
Sözde Süryânî Soykırımının Ayak Sesleri
Sözde Süryânî Soykırımının Ayak Sesleri
Prof. Dr. Mehmet Çelik, Celal Bayar Üni. Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
2023, Ağustos 2006, Sayı 64
Türkiye, Ermeni soykırımı iddialarıyla, ilk defa ciddi bir şekilde 1970′li yılların başında karşı karşıya geldi. 1970′li yıllara kadar Türkiye, Ermeni diasporasının yazıp çizdiklerini ve bu konudaki faaliyetlerini âdeta görmezden geldi. Kendi kamuoyu konudan haberdar olmadığı gibi, akademik çevreleri de yüzeysel düzeyde dahi sağlıklı bilgi birikimine sahip değildi.
1973 yılında ABD’de, Los Angeles’ta Mıgırdıç Yanıkyan tarafından iki diplomatımız katledilince, konu sıcak bir şekilde önümüze geldi. Son yüzyıllık hafızasını kaybetmiş bir toplum ve o toplumu yöneten siyasal kadrolar, aydınlar, yazarlar-çizerler… bu sıcak gündem karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Olaydan bir gün sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Dışişleri Bakanı’nın ağzıyla bu menfur cinayetleri şiddetle kınadıktan sonra, konu hakkındaki görüşünü şöyle deklare ediyordu: “… Mıgırdıç Yanıkyan’ın da ifâde ettiği gibi, şayet bu tür olaylar olmuşsa, 1914-1915′lerde olmuştur. Yâni Osmanlı Devleti döneminde… Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise 1923′te kurulmuş yeni bir devlettir…”
Gerisini yazmama kalemim müsaade etmiyor. Ve o gün, evet o gün, o davayı kaybettik… Hafızasını kaybetmiş siyasal kadrolar, önce tarihlerini reddederek işin içinden sıyrılacaklarını düşündüler… Olmadı. 1975′lerden itibaren “böyle bir şey yaşanmadı” söyleminin peşine takıldılar… Olmadı. 1990′lara doğru “mukatele…” sözcüğü merkeze alındı… Olmadı 2000′lere doğru 1.500.000 rakamı reddedilerek, bunun abartılı olduğu, bu rakamın 270-300 bin civarında olabileceği telaffuz edilmeye başlandı… Arkasından bu cenosit-soykırım tanımına “hukuken” görmez tezi dillere pelesenk edildi…
Sonuç, Türk milleti olarak hiçbir şekilde hak etmediğimiz bir leke, bizim aymazlığımız yüzünden gelip alnımıza yapıştı… 18 ülkenin parlamentosundan geçti… Her yıl Nisan ayında ABD Kongresi’nden geçer mi, geçmez mi endişesiyle hop oturup, hop kalkıyoruz.
Bir cihan imparatorluğunun varisi olduğumuzu âdeta yeni nesillere unutturmaya çalıştık, cami avlusunda bulunmuş bir millet psikolojisi içerisinde son yüzyılı tüketme gayreti içerisine girdik. Türk Devleti’ni temsil eden devlet başkanına suikast düzenleyen Ermeni teröriste methiyeler dizen şiirleri bizim şairlerimiz yazdı ve o şiirleri biz yıllarca ders kitaplarımızda kendi nesillerimize okuttuk. Tarih, bir milletin hafızasıdır. Hafızasını kaybeden insan nasıl dostunu-düşmanını ayırt edemezse, nasıl alacağını-vereceğini bilemezse, nasıl geleceğini plânlayamazsa; hafızasını kaybeden milletler de okyanusta pusulası bozuk gemiye dönerler. Rüzgâr nereden eserse, o yönün aksine savrulur giderler…
Biz, Osmanlı coğrafyası üzerinde yüzyıllarca bizimle beraber yaşamış halkların bir gün yakın tarihle hesaplaşacağını düşünemedik. Bu nedenle, bu hesaplaşmada faturaların olumsuz yönleri hep bizim önümüze kondu. Hiç hak etmediğimiz bir şekilde, sözde soykırım iftiralarıyla karşı karşıya kaldık!
Neyse, bu konuyu fazla uzatmadan sadede gelelim. Biz bu Ermeni iftiralarıyla baş edemezken, yakında iki adet sözde soykırım iddiası daha önümüze konacak: Süryânî ve Yezidi soykırımı!.. Şimdilik bu Yezidi meselesini bir kenara bırakalım ve bu yazının tahammül sınırları içerisinde, önümüze konulacak Süryânî soylarımı iddialarını ana başlıklarıyla ele alalım.
Önce, nereden çıktı bu Süryânî soylarımı sorusuna cevap arayalım: 1970′lerden bu yana Ermeniler, kendilerine uygulanan bu sözde soykırım iddialarında, bazı sorulara cevap vermekte sıkıntıya düşüyorlardı. Bu sıkıntı hâlen de devam etmektedir. Bu soruların başında şu geliyordu: “Türklerle yaklaşık 800 yıl bir arada yaşadınız. Tarihinizin en huzurlu dönemi, en rahat ettiğiniz dönem bu dönemdir. 800 yıl boyunca bir tek Ermeni’nin burnu kanamadı da, ne oldu birden bire 1914-1915′te böyle bir felaketle karşılaştınız?”
Bu sorunun cevabı ana hatlarıyla şöyle verdiler: “Türkler, yüzyılın başında bir imparatorluk kaybettiler. Bu süreçte sâdece toprak ve insan kaybetmediler, beşerî iz’an ve dengelerini de kaybettiler. Biz, onlarla iç içe yaşıyorduk ve Hıristiyan’dık. Bu nedenle millî ve dinî öfkelerini şuursuzca bize yönelttiler ve böylece bu korkunç soykırım gerçekleşti.”
Bu cevap, vicdan sahibi birçok Batılı bilim ve fikir adamına şu soruyu sordurtur: “Tamam, dediklerinizde gerçek payı var. Türkler bir imparatorluk kaybediyorlardı ve bu süreçte her şey kontrolden çıkmıştı. Türkler de bu millî ve dinî öfkelerini siz Hıristiyan olduğunuz için, tabiî olarak, şuursuzca size yöneltmişlerdi. Bütün bunları kabul edelim de, peki şunu nasıl izah ediyorsunuz. Süryânîler de Hristiyan ve sizler hep birarada yaşıyordunuz. Hâlbuki 1914-1915 olaylarında bir tek Süryânî’nin burnu kanamadı. Türklerin bu millî ve dinî öfkeleri, hem de kontrolsüz olan bu öfke, siz sırf Hıristiyan olduğunuz için size yöneldi de, neden Süryânîler’e yönelmedi?”
İşte bütün hâdise, bu soruda gelip düğümlenmektedir. Ermeniler, bu sorudan son derece rahatsız olmaktadırlar. Bu soruyu da bir türlü aşamadılar. Yıllardan beri diaspora Süryânîlerini ikna etmeye çalışıyorlar. Eğer bunu Süryânîler’e söyletebilirlerse, kendilerince çok önemli bir sorunu hâlletmiş olacaklar. Kapıyı aralamışlar ve tünelin ucunda bir ışık huzmesi onları heyecanlandırmaya başlamış durumdadır.
Şimdi konun özüne kısaca işaret edelim:
Süryânî tabiri, bir ırkı değil, bir mezhebi ifâde etmektedir. Hıristiyanlığı ilk kabul eden topluluklardan biridirler. Tarihî kaynaklar, Aramiler’den bir gurubun Hristiyanlığı kabul edince, kendilerini putperest ırkdaşlarından ayırt etmek için “Süryoye” tabirini kullanmaya başladıklarını kaydederler.(1) Tarihte, üç Ekümenik patrikhaneden biri olan Antakya Patrikhanesi’ne bağlıdırlar. Hıristiyanlık tarihinde yetiştirdikleri din adamları, verdikleri eserlerle çok önemli bir rol oynamışlardır. Hıristiyan dünyasının üç Ekümenik patrikhanesinden biri iken, 451 Kadıköy Konsili’nden itibaren Bizans İmparatorluğu’nun Cesaropapizm (tek devlet, tek kanun, tek kilise) politikasının hayata geçirilmeye başlanmasıyla, kaderleri tersine dönmüştür.(2) Devletin ülkede “mezhep birliği”ni sağlama düşüncesiyle Başkent Kilisesi’ne Ekümenik statü vermeye çalışması(3), Doğu Hristiyanlığı ile Başkent Kilisesi arasında çekişmelere sebep olmuş; devlet ülkede dinî birliği sağlamak için birçok tedbirlere başvurmuş, istediği neticeyi elde edemeyince, Doğu Hristiyanlığı’nı yok etmek için katliamlara girişmiştir.(4) Dünya tarihinin en korkunç dinî katliamlarına mâruz kalan Doğu Hıristiyanları (özellikle Süryânîler ve Kiptiler) yok olmakla karşı karşıya gelmişlerdir. Yaklaşık 200 yıl devam eden bu korkunç katliamlardan, İslâm ordularının Suriye ve Anadolu’ya gelmeleriyle kurtulmuşlardır. Şayet İslâm orduları bu coğrafyaya gelmeseydi bugün tarih bir tek Süryânî, Ermeni ve Kıptî’den bahsedemezdi. Keşişler Vadisi, Tur Abdin, Beyt Şems civarı, Asi Nehri, Amik Ovası dile gelse de bu katliamları anlatsa!..(5) Bu nedenle Hz. Ömer Kudüs’e geldiğinde “Foruqo, Foruqo!” sloganlarıyla karşılanmıştır.(6)
Süryânî ve Kıptî kaynakları, bu mezhep katliamlarının trajik anlatımlarıyla doludur. Türklerin Anadolu’ya gelişleri, bu bölge Hıristiyanlarının sevinçlerini daha da arttırmıştır. Kılıç Arslan’ın vefatı dolayısıyla Süryânî Kiliseleri’nde 40 gün yas ilân edilmesi elbet de boşuna değildi.(7) Müslümanlar ve Türkler olmasaydı, Süryânîler de, Ermeniler de bugün sâdece tarihin sayfalarında yer alacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle XIX. yüzyılın sonlarına kadar hayatta olmalarını, kiliselerinde ibadet edebilmelerini, rahat ve huzur içinde çan sesi dinlemelerini kimlere borçlu olduklarını biliyorlardı.
XIX. yüzyılın sonlarında Batılı emperyalistlerin oyunlarına gelen Ermeniler, yüzyılların huzurunu maceraya tercih ettiler. Bu macera kimseye huzur getirmedi, Millet-i Sâdıka, bir avuç maceraperestin peşine takıldı, kan ve gözyaşı ile bir dönemin yazılmasına sebep oldu.(8) Ermenilerle aynı bölgelerde iç içe yaşayan Süryânîler ise bu oyuna gelmediler. Varlıklarını borçlu oldukları ve yüzyıllardır huzur içinde bir arada yaşadıkları Türklere ihanet etmediler. I.Dünya Savaşı’nın ateş çemberine dönüştürdüğü coğrafyada, savaşın getirdiği sıkıntıları sineye çektiler ve sabırla beklediler. Ne Rusların, ne Fransızların, ne de İngilizlerin hayali tekliflerine iltifat ettiler. Millî Mücadele başladığında ise, Misak-ı Millî’nin artık son sınırlarımız olduğunun idraki içerisindeydiler. Bu nedenle tarihî bir karar vermek zorundaydılar: Türklerle beraber devam mı, yoksa yeni bir dünya mı?
Tarih ve vefa ağır bastı. Süryânî Patriği İlyas Şakir, Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara Garı’nda karşılayan bir avuç Ankaralı’nın arasında yer aldı.(9) Millî Mücadele boyunca Süryânîler bu tavırlarını bozmadılar. Zafer’e ulaştıktan sonra Lozan’da azınlıklar konusu ve hakları görüşülürken, Türkiye’deki dinî azınlıklar Lozan’a temsilci gönderirken, Süryânîler temsilci göndermediler. Bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olduklarını ve kendilerini azınlık kabul etmediklerini bütün dünyaya duyurdular.(10)
Bu duygularla II.Dünya Savaşı da atlatıldı. 1950′lere girince dünya değişmeye başlamıştı, Türkiye de değişiyordu. Çok partili hayata geçince, her sahada bir canlılık başlamıştı. İstanbul yine bir cazibe merkezi idi. Türkiye’nin her tarafından göç alıyordu İstanbul… Süryânîler de bu kervana katılmışlardı. Bu göç tamamen ekonomik nedenlerle, çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlama düşüncesiyle yapılıyordu. Tıpkı 1860′da çoraklık ve çekirge afeti sonucu Suriye bölgesine, 1896 yılında Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerine, 1900′lü yılların başında ABD ve Atlantik ötesine yapılan göçler gibi…
1960′lı yıllara girince bu sefer Avrupa kapıları açılıyordu. 1963′te imzalanan Alman-Türk işçi antlaşması gereği, Süryânîler de Avrupa’nın çeşitli ülkelerine işçi olarak gittiler. 1970′lerin başında Türkiye’den Avrupa’ya giden Süryânî nüfus 7.000 rakamına ulaşmıştı.(11) 1973 yılında bu işçi antlaşması yürürlükten kaldırılınca, Avrupa ülkelerine gitmek isteyenler sıkıntıya düştüler. Avrupa’nın iş imkânları ve cazip parası, işsiz-güçsüz kesimleri yeni arayışlara soktu. T.C. vatandaşı Müslümanlar kaçak yollara başvururken, Süryânîler ve Yezidiler, gayrimüslim oldukları için Türkiye’de dinî baskıya mâruz kaldıklarını iddia ederek, iltica talebinde bulundular. Bu iltica taleplerinin sorgulanmadan kabul edilmesi, Süryânîlerin 1963-1973 yılları arasında işçi olarak gidişlerinden hem daha kolay, hem de daha avantajlıydı. Artık her Süryânî ve Yezidi’nin bir hikâyesi vardı: Dinî baskı yüzünden anavatanını boynu bükük ve mahzun şekilde terk ediş hikâyesi…(12)
1977 yılına gelindiğinde Orta Avrupa’da nüfusları (Almanya 8.000, Hollanda 800, Avusturya 800, İsviçre 600, Fransa 600, Belçika 100, Yunanistan 100) 10.900′e, İskandinav ülkelerinde (İsveç 10.000, Norveç-Danimarka-Finlandiya 500, İngiltere 250 civarı) 10.750′ye ulaşmıştı. Toplam 20.000′i bulan bu nüfusu başıboş bırakmak olmazdı. Nitekim 18.10.1977 tarihinde Patrik Mor Iğnatius Yakup III., Şam’da bir sinod topladı. Bu toplantıda Avrupa’da iki Abraşiye (metropolitlik) kuruldu: Merkezi Hollanda olan Orta Avrupa Abraşiyesi, merkezi İsveç olan İskandinav ülkeleri Abraşiyesi. 24.06.1979 tarihinde T.C. vatandaşı olan, Midyat doğumlu İsa Çiçek Avrupa Metropoliti olarak takdis edildi.(13)
İsa Çiçek, çeşitli Avrupa ülkelerinde dağınık vaziyette yaşayan Süryânîleri organize etti. 1978 yılında Hollanda’da bir matbaa kurdu ve Qolo Süryoye-Süryânîlerin Sesi ismiyle 5 dilde yayınlanan bir dergi çıkarmaya başladı. Bu dergide bazı yabancı gazeteciler, akademisyenler ve siyasetçiler de yazmaya başladılar. Özellikle yabancıların yazdıkları yazılarda, yeni Süryânî nesillerine siyasal bilinç aşılanmaya başlandı. Zaman zaman mahalli idarecilerden kaynaklanan yanlış tutum ve icraatları, Türkiye Cumhuriyeti’nin Süryânîlere karşı bilinçli politikaları olarak öne çıkarılmaya başlandı.(14) 1870′li yıllardan itibaren Doğu Anadolu’da cereyan eden olumsuz olaylar (Bedirhan Bey’in Nasturi isyanlarını bastırması, 1914-1915 Nasturi ayaklanmaları v.s.), Süryânîlerle ilişkilendirilmeye başlandı. Bu ilişkilendirilme, bir ülkü birliği düşüncesi oluşturdu. Özellikle Avrupa’da doğup büyüyen Süryânî gençler, duygusal plânda bu anlatımlardan fazlasıyla etkilenmeye başladılar.
1985′lerden itibaren Süryânîlerin arasında bir de etnik köken tartışması başladı. Bir kısmı kendilerini Nasturilerle birleştirerek Asur ırkından geldiklerini ileri sürerken, büyük çoğunluk Aramî ırkından geldikleri hususunda geleneksel çizgilerini korudular.(15)
İşte, kendilerinin Asurî ırkından geldiklerini iddia eden bu küçük gurup, son yıllarda 1914-1915 yılında soykırıma mâruz kaldıklarını iddia etmeye başladılar. Ellerinde hiçbir yazılı kanıt olmamasına rağmen, kaynağı belli dahi olmayan hayali sözlü rivayetlerle bu soykırım iddialarını gündeme taşımaya başladılar.
Avrupa’daki Süryânîler arasında bu iddiaları gündeme getirenler, sayı olarak az da olsalar, cemaatin büyük çoğunluğu buna itibar etmese de, yeni yetişen gençlerin duygu dünyalarına etki etmektedirler. Diaspora Ermenileri de bu gurubu hararetle desteklemektedir. Burada konuya ışık tutması için, tekrar 1914-1915 yıllarına kısa bir dönüş yapmakta fayda mülâhaza ediyorum. 1914-1915 yıllarında yaşanan kargaşada Ermenilerin bir kısmı, can ve mal güvenliği açısından Süryânîlerin arasına karıştılar. Yüzyıllarıdır bir arada yaşayan Süryânîlerle Müslüman halk 1914-1915 olayları sırasında da bu dostluklarını devam ettirdiler. Ermenilerle Süryânîler aynı mezhebe mensupturlar. O nedenle birbirlerinin kiliselerinde ibadet edebilir, çocuklarını birbirlerinin kiliselerinde vaftiz ettirebilir, nikâh ve cenaze törenlerini birbirlerinin mabetlerinde icra edebilirler. O kargaşa sırasında birçok Ermeni Süryânîlerin arasına karışarak izlerini kaybettirdi. İşin doğrusu Süryânîler de bu dindaş ve mezhebdaşlarını korudular ve onlara sahip çıktılar. İşte bugün Avrupa’da kendilerini Asurî olarak tanımlayan ve Süryânîlere de soykırım uygulandı diyen gurubun içinde önemli sayıda bu Ermeni kökenli Süryânîlerin olduğu kuvvetli bir ihtimaldir.
Konuyu çok kısa ve net şekilde ifâde edecek olursak, durum şudur: Bu soykırım hikâyesi, Avrupa’da doğan ve büyüyen gençliğe heyecan vermekte; dinsel ve siyasal bilinç aşılamaktadır. Bu nedenle Asurî gurubun bu iddialarından etkilenmektedirler. Sesi çok çıkan bu azınlık gurup, bu iddialara karşı çıkanları hainlik ve Türkiye ile işbirliği yapan işbirlikçiler olarak suçlamaktadır. Bu nedenle, bu sessiz çoğunluk sükût etmeyi cemaat arasındaki konumları açısından daha uygun görmektedir. Nitekim bunun en bariz örneği 27-29 Mayıs 2005 tarihinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Süryânî Sempozyumu’dur. İstanbul’da 15.000 civarında Süryânî yaşadığı hâlde, cemaatten bir tek kişi bu sempozyuma katılmadığı gibi, bir tek telgraf ve çiçek de göndermediler. İsveç’ten gelen bir avuç Süryânî, bir iki Avrupalı ve bir iki HADEP üyesi siyasî… Salonun en kalabalık olduğu dönemde sayı 42 idi. Bunların 26 tanesi zaten bildiri sahibi katılımcı idi. Bu sempozyumun II. oturumunda bu soykırım iddiası ortaya atıldı. Benim çeşitli sorularla müdahalem, bu iddiayı seslendiren Asurîlerin canını sıkarken, sinirli tepkiler Avrupalı dostlardan geldi.
Burada, bu fotoğrafın bir de şu noktasına dikkat çekmek istiyorum: Kendilerine Asurî diyen ve bu soykırım iddialarını bayrak yapan bu arkadaşların hepsi, İsveç’te önemli bir kartvizite sahip: Kimi milletvekili, kimi belediye başkan yardımcısı, kimi sendika başkanı, kimi iktidar veya muhalefet partilerinin en üst kurullarında görevli, diğerleri de mutlaka bir bakanlık veya kurumda üst düzey danışman… Fakat hepsinin ortak özelliği ciddî bir tahsile sahip bulunmamaları ve herhangi bir dalda uzman olmamaları… Garabetin garabeti bu noktada odaklanıyor… İsveç, bu arkadaşların hangi özelliğinden yararlanıyor ki, böyle önemli görev ve makamlara getiriyor ve hangi hizmetin karşılığında dolgun maaşlar ödüyor, anlamış değilim.
Kendilerine Asurî diyen, bir soykırım masalını kendilerine bayrak yapan ve bunda önemli bir rant sağlayan bu sesi çok çıkan azınlığa karşı, daha da önemlisi ikinci bir soykırım iftirasıyla uluslararası platformlarda karşılaşmak istemeyen bir Türkiye ne yapmalıdır? Bu konudaki öneri ve tekliflerimizin şimdilik bir kısmını kısa başlıklarla ifâde edelim:
1) Türkiye Süryânîleri, Selçuklu ve Osmanlı döneminde olduğu gibi, devlete sâdık, Türk milleti ile kader birliği etmiş, Milli Mücadele’de Türklerle omuz omuza saf tutmuş, Lozan’da kendilerine sunulan azınlık haklarını ellerinin tersiyle itmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci sınıf vatandaşlarıdır. Bu çizgiyi devletin en tepesindeki insanla, sokaktaki sıradan insan hiç unutmamalıdır. Süryânîler konusundaki hareket noktası, hep bu çizgi göz önünde bulundurularak tespit edilmelidir.
2) Süryânîler de, Bizans Devleti’nin ülkede din ve mezhep birliğini sağlamak için kendilerine karşı giriştiği ve 200 yıl süren sistematik kitle katliamlarından, önce Müslüman Araplar, sonra da Selçuklular sayesinde kurtulduklarını ve bugün yeryüzünde varlıklarını sürdürebiliyorlarsa, kiliselerinde rahatça ibadet edebiliyorlarsa bunu kime borçlu olduklarını hiçbir zaman hatırlarından çıkarmamaları ve yeni yetişen nesillerine de bu bilinci aşılamaları bir vefa borcu olarak yerine getirilmelidir.
3) Türkiye’de yaşayan gayrimüslim vatandaşlarımızın (Rum, Ermeni, Yahudi) sahip oldukları demokratik hakların tamamı, eksiksiz olarak Süryânîler için de geçerlidir. Bu konuda zaman zaman yerel yöneticilerin işgüzarlıklarından kaynaklanan, zaman zaman da bazı basın-yayın organlarının yalan-yanlış haberlerine kapılıp, iyi tetkik etmeden resmî yaptırımlara tevessül edilmesinden vazgeçilmelidir.
4) Yine yerel yöneticilerin bilgisizlikten kaynaklanan önyargıları neticesinde, ibadet ve eğitim konusunda Süryânî cemaatine karşı bazı zorluklar çıkardıkları zaman zaman müşahede edilmektedir. Bu yerel yöneticiler, bu konularda bilgilendirilmeli ve bu konudaki sıkıntılar giderilmelidir.
5) Son yıllarda ülkemizde bazı genç ve heyecanlı akademisyenler, taşeron bir ülkenin de yönlendirme ve maddî desteğiyle Süryânîler üzerinde bazı çalışmalar yapmaya ve sempozyumlar düzenlemeye başlamışlardır. Bu çalışmaların bilimsel bir kıymeti yoktur. Bir kısmı intihal, geri kalanları da laf salatasıdır. Konu ile ilgili birikimleri olmayan bu genç, aynı zamanda iyi niyetli ve vatansever olan arkadaşlar, ileride bu çalışmaların hangi siyasal projelere temel teşkil edeceklerini düşünememektedirler. O sempozyumlarda yiyip-içmek, gülüp-eğlenmek ve tabiî ahkâm kesip, bazı Süryânî dostlardan da alkış almak, nefislere ve ruhlara haz vermektedir. Bu bildirilerde öyle bir hava verilmektedir ki, sanki Süryânîler olmasaydı, dünyada ne bilim olurdu, ne kültür olurdu… İnsanlık bütün her şeyini bunlara borçluymuş… Hele de İslâm dünyası… Bu tür hamasiyat yüklü, alelacele, şuradan buradan intihalle aşırılarak hazırlanmış bu bildiri, makale ve kitapçıklar; yeni yetişen Süryânî gençlere bu Asurî gurup tarafından okutulmakta ve “işte Türkler bu yüksek kültürün sahipleri olan Süryânîleri katlederek yok ettiler” şeklinde propaganda malzemesi yapılmaktadır. Bu konuda özellikle YÖK bilimsel açıdan ciddî tedbirler almalıdır. Üniversiteler ve mahalli idareler de bir faaliyet yapayım da, ne olursa olsun anlayışından vazgeçmelidirler.
6) Başta İsveç ve Almanya olmak üzere Avrupa’da yaşayan bazısı din adamı kimliği taşıyan ve bu soykırım iddiasını kendilerine bayrak yapıp, rant sağlayan diasporadaki Ermeni örgütleri ve PKK ile de dirsek temasları olan ve hâlâ da T.C. pasaportu taşıyan kişiler hakkında yasal işlemler yapılmalı, Türkiye’deki cemaatin önderleri uyarılmalı ve T.C. kimliği taşıyan metropolit unvanlı din adamlarından, bu papazlar hakkında dini işlem yapılması istenmelidir.
7) Süryânîler, bütün dünyada son derece ciddî biçimde örgütlenmişlerdir. Bugün için Hollanda, Almanya, Kanada, Avustralya, Arjantin, Brezilya’da birer; İsveç ve ABD’de ikişer Abraşiye’ye sahiptirler. Bu 10 Abraşiye 9 metropolit tarafından yönetilmektedir. Almanya’da 49, İsveç’te 28, ABD’de 27, Hollanda’da 8, Kanada’da 6, Avustralya’da 5, İsviçre’de 5, Belçika’da 4, Brezilya’da 3, Avusturya’da 2, Fransa’da 1 ve İngiltere’de 1 olmak üzere 143 kiliseye sahiptirler. Yaklaşık olarak Almanya’da 70.000, İsveç’te 55.000, ABD’de 40.000, Hollanda’da 15.000, Arjantin’de 6.000, Avustralya’da 4.000, İsviçre’de 6.000, Belçika’da 6.000, Brezilya’da 4.000, Avusturya’da 3.000, İngiltere’de 800 olmak üzere 210.000 nüfusa sahiptirler. Yine Süryânîlere âit İsveç süper liginde oynayan bir futbol takımları vardır.
Kısaca şuna dikkat çekmek istiyorum: Bu dünyanın her tarafına dağılmış ve ciddî şekilde örgütlenmiş yapıyı kontrol etmek zorundasınız. Tarih boyunca kader birliği yaptığımız ve birbirimizi hiç incitmediğimiz bu insanlar, yakın zamanda yumuşak karnımızın bir parçası hâline getirilebilirler. Ermeniler ve PKK bu konuda yıllardan beri ciddî bir çalışma içerisindedirler ve küçük bir gurubun dışında Süryanilerden gereken ilgiyi görememişlerdir.
Peki, “bu dünyanın dört bir tarafına dağılmış ve örgütlenmiş bu yapıyı nasıl kontrol edebiliriz, bu mümkün müdür” denilirse, “evet mümkündür” deriz. Bunu, şimdilik mahfuz tutmakta fayda vardır kanaatindeyim.
Sonuç
Ermeniler hususunda düştüğümüz hataya, Süryânîler hususunda düşmeyelim. Aynı hatayı yaparsak, dünya kamuoyundaki yaramız bu sefer katmerleşir. Hiç hak etmediğimiz bir lekeyi alnımıza sürmüş oluruz. Gerekli önlemleri alır ve akıllıca hareket edilirse, Ermenilerin sözde soykırım iddiaları da ciddî şekilde tartışmaya açılır ve Türkiye bundan kârlı çıkar.
Süryânî meselesinin de bazı heyecanlı Süryânî gençlerinin nostaljik duygularından kaynaklandığını ve bir zaman sonra sönüp gideceğini düşünmek, çok büyük bir hata olacaktır. Bu, Ermeni meselesi gibi, PKK meselesi gibi siyasal bir projedir. Bu projenin sahibi emperyal bir güç, taşeronu da Avrupalı küçük bir ülkedir. Hâdiseye hep bu açıdan bakılmalı ve önlemler ona göre planlanmalıdır.
Dipnotlar
1) Mehmet Çelik; Süryânî Kilisesi Tarihi I, İstanbul, 1987, s.l v.d.
2) Mehmet Çelik; Siyasal Sistem Açısından Bizans İmparatorluğu’nda Din-Devlet İlişkileri I, İzmir, 1999, s.29 v.d.
3) Mehmet Çelik; Fener Patrikhanesi’nin Ökümeniklik İddiasının Tarihi Seyri (325-1453), İzmir, 2000, s.31 v.d.
4) Mehmet Çelik; Bizans Devleti’nin Antakya ve Yöresinde Giriştiği Kitle Katliamları (IV-VII. Yüzyıllar), Antakya, 1994, s.6 v.d.
5) Bu konuda geniş bilgi için Mehmet Çelik’in şu makalelerine bkz.: “Fener Patrikhanesi’nin Ökümeniklik İddiası Tarihî Gerçeklere ve Kutsal Kilise Kanunlarına Aykırıdır”, III.Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu, Antakya, 1994., “Fener Patrikhanesi’nin Batı Destekli Ökümeniklik İddialarının Siyasal Açıdan Türkiye İçin Doğurduğu Tehlikeler”, Beşinci Askerî Tarih Semineri-İstanbul, 1995, Ankara, 1996, “Süryânî Kaynaklarına Göre İmparator Marcian’ın İskenderiye Kütüphanesini Yaktırması”, Elazığ, 1995. “Roma-Bizans Döneminde Dinî Katliamlara Karşı Bir Korunma Mekanizması Olarak Kapadokya’daki Yeraltı Şehirleri”, Manisa, 2000.
6) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği: Süryânîler-Nasturiler, F.Ü. Yay., Elazığ, 1996, s.36.
7) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği…, s.37.
8) Bkz.: Mehmet Çelik; “Maceranın Huzura Tercihi ve Bir Milletin Dramı” Askerî Tarih Bülteni, Ankara, 1994, s.l03v.d.
9) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği…, s.37.
10) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği…, s.38.
11) Kolo Suryoyo; S.132, Hollanda, 1999, s.59.
12) Bu göçlerin tamamen ekonomik nedenlerle olduğunu, Türkiye’de herhangi bir dinî baskı olmadığını, bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını defalarca, İstanbul Metropoliti değerli dostum Sayın Mor Filiksinos Yusuf ÇETİN Bey’le başta İsveç ve Almanya Başkonsoloslukları olmak üzere, yıllarca gezip anlattık.
13) Kolo Suryoyo; S.l, Hollanda, 1978, s.l. – K.Suryoyo; S.123, Hollanda-1999, s.57.
14) Örnek olarak Millî Eğitim Bakanı’nın imzasını taşıyan 01.03.1978 tarihli, İçişleri Bakanı’nın imzasını taşıyan 02.02.1979 yazılar gösterilebilir.
15) Bkz.: Mehmet Çelik; “Süryânîlerin Etnik ve Dinsel Kimlikleri, Avrupa Birliği”, Türkiye ve Süryânî Göçü Sempozyumu, Bilgi Üniversitesi, 25-27 Mayıs 2005.