EZANIN KERAMETİ

EZANIN KERAMETİ

Adanalı bayan bir doktor.Okumuş ve sonunda doktor olmuştu.Denildiği gibi bazen aşk ferman dinlemiyordu.Çünki fermanda bir Müslüman erkek gayrı Müslim bir bayanla evlenebileceği halde,bir müsliman bayan gayrı Müslim bir erkekle evlenememektedir.Sebeb olarak doğacak olan çocuğun hukuken babaya tabi olmasıdır.

Yunan asıllı bir iletişim mezunu vatandaşla evlenmeye karar verir ve evlenirler.Anlaşmaları sonucu Adanaya gelmeye karar verir ve orada yerleşirler.Mutlu bir aile hayatı sürmektedirler.

Yunan asıllı hristiyan inancında olan bu kişi bir sabah vakti erkenden duyduğu yanık ezan ile uyanır ve yatakta oturarak ezanı sonuna kadar dinlemeye başlar.Ezanı dan fazlasıyla etkilenmiştir.Özellikle sabah ezanı..

Bu ezanında etkisiyle olsa gerekki çok geçmeden bir rüya görür.Sakallı,nur simalı bir ihtiyar kendisine-namaz kıl-der.

Gece sabah namazı vaktine yakın bir saatte gördüğü bu rüyanın etkisiyle kalkar,sabah ezanında hanımına suyu getirttirip abdest alarak namaz kılmaya başlar.

Artık hayatında kendisi için ayrı bir sayfa açılmıştır.Sabah ilk iş olarak müftülüğe gidip kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur.

Kâinatta hiçbir şey yokluğa gitmemektedir.

Tıpkı 1969-da aya ilk ayak basan Amstrong-da ayda hiç işitmediği bir ses duymuş ve ne olduğunu çıkaramamıştır.

Yıllar sonra bir gün Mısırda gezerken bir ses duyar ve hayrette kalır.Etrafındakilere bunun ne olduğunu sorduğunda cevaben onlar;Bunun Müslümanları namaza çağırmak için okunan ezan olduğunu söylemeleri üzerine,bu sesi yıllar öncesinde kendisinin ayda duyduğunu ancak ne olduğunu anlıyamadığını söyliyerek ezanla hidayete gelir…

Namaz kılmayanların bile özellikle sabah ezanını dinlemek üzere kalkıp yatakta oturarak dinlemesi,o ezanın huzurunu iç dünyasında duyması ve bulması ezanın kerametindendir…

Mehmet ÖZÇELİK

16-03-2004




DOĞUDA İNANÇLI KİŞİLER GÖREVLENDİRİLMELİ

DOĞUDA İNANÇLI KİŞİLER GÖREVLENDİRİLMELİ
Doğuda hakim olan din ve diyanettir.Doğu insanı kendisi dindar olmasa da kendisini idare edeni dinine bağlı bir kişi olarak görmek ister.
Bediüzzaman bir tesbitinde şöyle der:
“Bu millet-i İslamın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta, umum Şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler. Namaz kılarsa, mutlak emniyet ederler, kılmazsa, ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.bir zaman, beytüşşebap aşairinde isyan vardı. ben gittim, sordum: “sebep nedir?” dediler ki: “kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” halbuki, bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.
5. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.”
Yıllarca toplumun en serseri,suçlu insanları cezalandırılmak amacıyla doğuya sürüldü.Aslında bu hareketle doğunun insanı cezalandırılmış oldu.
Amirler memurlarını doğuya sürmekle tehdit ettiler.İnsanlar doğuya sürülme korkusuyla görevlerinde bir çok yanlışlıklara tevessül ettiler ve ettirildiler.
Böylece devlet doğuda dini her şeyin önünde birinci unsur olarak ele almalı,uygulamalara hızla koyulmalıdır.Dini okullar açmalı,özellikle İmam-Hatiplerin orta bölümünü devreye sokarak,insanların özellikle kız çocuklarını bu okullara kendi istekleriyle göndererek cehalete çözüm bulunmalıdır.
*Zira doğuda eksik olan üç unsur ve üç tedavi yöntemi vardır. Bediüzzaman tesbitinde:
“İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi (hamal ve gafil ve safdil olduklarından) bazı particiler onları iğfal ile vilayât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim.
Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.”
Bunu yüzüne gözüne bulaştırıp,kendisinde olmayan inancı toplumdan da almak amacıyla pkk devreye girmiş,halkın inancının yerine materyalizmi ve inançsızlığı yerleştirmeye çalışmıştır.
Dini kullanmaya çalışmışsa da,dinin içinden gelmedikleri için sırıtmaya başlamış,çabucak anlaşılmıştır.
*Pkk solun devamı olup,doğuda hakim olan dinin pkk-nın kürt milliyetçiliğini öne sürerek dinin üstünü kapatmaya çalışma faaliyetidir.Solcu olan Abdullah Öcalın, solculuğunu, ergenekonun destek ve anlaşmasıyla pkk perdesi altında sürdürme faaliyetidir.
Rusyada biten kominizm,sosyalizm,batıda biten sol,bizde hala varlığını değişik adlarla sürdürmektedir ki,ergenekon bunun şemsiyeliğini yapmakta ve tüm kirli faaliyetleri de içerisine almaktadır.
Bunun en büyük güç noktaları ise;askeriye,hukuk,yök yani üniversiteler ve ahtapot gibi devletin tüm kademelerine kollarını sarmasıyla rahatça sürdürmekte,çözümlerini aşmakta,problem çıktığında işi suyun başından halletmektedir.
Ergenekon başa cumhurbaşkanlığı makamı gibi devletin önemli birimlerinde vaatleriyle bulunmaktadır.En büyük yerleşimini de Mhp-Dsp-Anap ortaklığının seçmesiyle,üçünün ürün ve marifeti olan cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer döneminde gerçekleştirmiştir.
Ergenekon 1990-dan sonra 17 binden fazla faili meçhullerle pkk-yı dağa çıkarttı ve ona olan destekleri bir yandan arttırırken,diğer yandan da ordudan baskı yoluyla baskılar oluşturulmasına ve halkı iki kıskaç arasında bıraktırarak korku saldırarak paniğe neden olmasına,bir kısmının da pkk-ya destek olmasını sağlamış oldu.
Pkk-yı ergenekonun kurdurduğu resmen de belgelendi.
*Doğuda bir asırdan fazla ırkçılık unsuru sürekli işletilmeye çalışılmaktadır,doğu insanı istemediği ve taraftar olmadığı halde.
Irkçılığı öne sürmek doğuyu anlamamaktır.Doğuda Türkçülüğü işlemek,antipati olarak kürtçülük unsurunu canlandırmaktır.
Zira bu milletin ortak mayası dindir.
“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:
Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.
Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.
Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”
Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”
Özetle;-Doğuya inançlı memur ve amirler,doktor ve mühendisler,vali ve kaymakamlar, öğretmen ve müdürler gönderilmeli ve görevlendirilmelidir.
Üç hastalık olan;Fakirlik,kabileler arası ihtilaflar ortadan kaldırılıp, cehaletin kaldırılması gerekir.
Buna karşılık olarak yani fakirliğe karşı fabrikalar,iş yerleri açılarak hem halk meşgul edilmeli,hem başkalarının oyununa gelmemeli,fakirlikle tehlikeye düşmesi engellenmelidir.
Kabileler arasındaki ihtilaflar kardeşlik telkinleri,iman duygusunun kalblere kuvvetli yerleştirilmesiyle,kendilerini kontrol etmeleri sağlanmalıdır.
Okullar açılarak,sanat dallarıyla zenginleştirerek belli bir seviye kazandırılmalıdır.
MEHMET ÖZÇELİK
01-08-2009




BERAT KANDİLİ

BERAT KANDİLİ

Âyette:” Ha, Mim. Apaçık Kitab’a andolsun ki, Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü Biz, insanları uyarmaktayız. Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir.”
Âyette geçen ‘Mübarek gece’ ile kasdedilen Berat gecesidir.
Kadir gecesinden sonra ikinci kadir olarak değerlendirilen Berat gecesi önemi itibarıyla;
Kur’an-ı Kerim o gecede toplu olarak dünya semasına inmiş,kadir gecesinden itibaren ise 23 sene de Mekke-Medine de tamamlanmıştır.
“Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”
Bir çekirdek nasılki bir ağacın tümünü içinde barındırıyorsa,bir çekirdek mesabesinde olan Berat gecesi de bir yıllık oluşumu ve gelişimi bir çip gibi içerisinde barındırmaktır.
Berat gecesi varlıkların özellikle insanların yıllık mukadderat proğramıdır.
Yıllık bütçe toplantılarında nasılki bakanlıkların genel giderleri ve onlara ayrılan paylar taksim edilirse,berat gecesi de özellikle insanların o yılda doğum-ölüm,rızık,hastalık,savaş vs gibi olayların yıllık proğramlanarak,onların uygulayıcısı olan dört büyük meleklere tevdi edilir.
Mesela ecel süre ve müddet demektir.O senede süresi belirlenen insanın süresinin dolduğunda ölmesidir.
Mevlananın Mesnevisinde anlatılan bir olayda;Süleyman peygamber zamanında hocanın birisi evden çıkınca Azraili görür.Bakar ki Azrail kendisine bakıp gülmekte.Bu korku ve telaş ile aralarının iyi olup tanıştığı Süleyman peygamberin yanına gider ve kendisini buradan uzaklaştırmasını söyler.Süleyman peygamberin sebebini sorması üzerine verdiği cevapta;
Azrailin kendisine güldüğünü,bununda hayra alamet olmadığını söyler.Süleyman peygamber nereye göndermesini sorduğunda da hoca bizzat kendi isteğinde,Hindistanın,lahor’un,Sinca kasabasına göndermesini ister.
Maddi her güç yani cinler,rüzgar ve hayvanlar emrinde olan Süleyman peygamber üç aylık yola yani Filistinden Hindistanın Lahorun Sinca kasabasına üç saat içerisinde ulaştırır
Aradan geçen bir hafta sonra Azrail bir sebeble Süleyman peygamberin yanına uğradığında geçen haftaki hocaya gülüş sebebini sorar.
Azrail bir daha gülerek meseleyi kendisinin de daha hala çözemediğini söyleyerek şöyle anlatır;
Allah bana geçen hafta ruhunu alacağım insanların listesini vermişti. Listede hocanın da ismi vardı.Ancak Allah bana hocanın ruhunu Hindistanın,Lahor’un,Sinca kasabasında almamı söylemesi üzerine,hocanın bu üç aylık yola üç saatte nasıl ulaşabileceğini düşünerek hayretimden güldüm ve Allahın hikmetinden sorulmaz diye de düşündüm.Ve bana verilen adrese gittiğimde hocanın orada hazır bulunduğunu görünce ruhunu aldım.Ancak oraya nasıl geldiğini hala çözmüş değilim,diyerek ilahi hikmeti dile getirmesi üzerine olayın diğer yönünü Süleyman peygamber özetle;Kendisinin gülmesinden dolayı hocanın telaşa kapıldığını,yanına gelip bizzat kendi isteğiyle oraya ulaştırmamı istemesi üzerine ben de onu oraya gönderdim diyerek kaderi planın eksik bilinen noktasını da tamamlamış oldu.
İnsanlar hayat ve yaşantılarıyla,kaderin hesabını kendi iradeleriyle tamamlamaktadırlar.

Düşündürmesi açısından bir fıkra anlatılır:
Adamın birisine Azrail ruhunu almak üzere gelir.Adam bir süre verilmesini,bazı yapması gereken işlerinin olduğunu söyler.Bu arada süre dolduğunda öyle bir işte bulunmalıdır ki,Azrail ruhunu alamasın.
Karada,denizde bulunan işleri düşünür ve sonunda havada pilot olmaya karar verir.Böylece pilotken Azrailin gelipte arkasında bulunan üç yüz kişinin de ruhunu alamayacağını ve böylece kurtaracağını düşünür.
Nitekim pilotken Azrail gelir ve ruhunu alacağını söyler.Bunun üzerine pilot;
Tamam da,arkamda üç yüz kişi var,onların durumu ne olacak?
Azrail cevaben;
Biliyor musun,ben bu üç yüz kişiyi buraya toplayana kadar,bu zaman süresi içerisinde neler çektim?der.

7 sene önce komşumuzdan biri,diğer sene bir diğeri,diğer sene de benim pederim ölmüştü.Her sene mukadderat gereği birisi gitmekteydi.
Pederim anlatmıştı;
Abdurrahman Efendi inançlı ve ibadetine ihtimam gösteren bir insan idi.
O gece mübarek gecelerden,berâate vesile olacak Beraat gecesi idi. Böylece o geceyi değerlendirecek,cemaatla ibadete iştirak edecekti. Bu amaçla abdestini aldı. Namaza hazırlanmıştı. Yatsı ezanının okunmasını beklemekte idi.
Komşusu Cemal ise kendisinin tam tersine ilgisiz bir insan idi.
Ezanı beklemekte olan Abdurrahman bir anda komşusu Cemalle karşılaşır. Onunla konuşmaya başlayan Cemal,çok da lafazan biridir. Sürekli konuşur. Abdurrahman Bey ise sırf saygısından ve komşuluk hürmetinden dolayı onu dinler. faydalı olabilirim düşüncesiyle sorularını da cevaplayıp,bir şeyler anlatır.
Sohbet o kadar koyulaşmıştır ki;ne kadar bir zamanın geçtiğinden sadece Abdurrahman Bey habersizdir. Cemal ise işi önceden planladığından,o pal çerçevesinde konuşmasını bitirir.
Bu anda Cemal Abdurrahman Beye sorar:
-Abdurrahman,sen hiç şeytan gördün mü?
O da gayet saf ve masum bir şekilde;Allah korusun Cemal! Allah kimseye göstermesin!
Söze devam eden Cemal;işte şeytan benim,görmediysen gör,der. Ve sebebini de açıklamaya başlar:
-Ben bu gecenin Beraat gecesi olduğunu bildiğimden dedim ki;Bu gece beraat ve namaz gecesi,dur ki ben şu Abdurrahmanı namazdan alıkoymak için lafa tutayım,ibadetten alıkoyayım,dedim ve işte yaptım.
Abdurrahman Bey ise gerçekten saatine bakar ki,epeyce de vakit geçmiş. Yine de Cemalden ümidini kesmez ve ona;-Namaza ne zaman başlayacağını,sorar.
Cemal ise daha genç olduğunu,belki ilerde kılabileceğini söyler ve ayrılırlar.
Biri şeytanlığını yapmış onu ibadetten alıkoymuş iken,öbürüde aldanmanın hüznünü yaşamaktadır.
Bir şer bütün hayırların şuursuzca ortaya çıkmasına sebeb olmakta ve bir şer binlercesini kendisiyle meşgul edip uğraştırmaktadır. Mesela bir hırsız için hapishaneler,polisler,kilitler,kasalar ve yalanlar ile güvensizlikler oluşmaktadır.
Bu düşünceyle Abdurrahman Bey eve gelir. Cemalden ayrılalı 15-20 dakika ancak olmuştur. Hanımı kendisine,Cemalin öldüğü haberini verince önce irkilir,sonra da inanmak istemez. Çünkü daha az önce beraberlerdi.
Bu şaşkınlık ile hanımına bir yanlışlığın olabileceğini söylerse de hanımı;gerçekten öldüğünü,evlerinden de hala ağıtların gelmekte olduğunu söyler.
Cemal gerçekten de ölmüştür. Böylece ölüm her şeyden insana daha yakın olduğunu bir daha göstermiş olmaktadır. Hem ölüm ona ulaşmış,hem de yaşı ölüme yanaşmıştır. Diyebiliriz ki;Hala ne diye oyunda oynaştasın.
Sen ki artık ölecek yaştasın.
Kişi kendisinin de ölecekler listesinde olduğunu düşünerek,hiç vakit geçirmeden Allah’ın rızasına uygun yaşamasıdır.

Bu gecede yıllardır dikkatimi çeken bir nokta da;Yağmurun yağması,en azından çiselemesidir.
Bu gecede maddi ve manevi rahmet beraber yağmaktadır.
Bu gecede rahmet kapıları açıktır.

Bu geceyi Kur’an okuyarak,Peygamber Efendimize salavat getirerek ve varsa kaza namazını kılarak değerlendirmek gerektir.
Veya bin ihlas okumalı,Cevşen okumalı,İman Hakikatlarından okuyarak o geceyi ihya etmelidir.

Başka zamanda yapılan iyiliklere bire on sevab verilirken kadir gecesinde bire otuz bin,berat gecesinde ise yirmi bin sevab verilmektedir.

“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.”
Bu gecede ve bu sene süresi içerisinde yapılan manevi atmosferler otomatikman değişimde önemli roller oynayacaktır.Şöyle ki;
Kelime-i Tayyibe denilen güzel sözler,dualar,manevi hizmetler göğe doğru yükselir.Ağırlığıyla beraber kelime-i habise de göğe yükselir.İkisi bir mücadeleye girer.Hangi hangisine galebe ederse,o durum yer yüzüne akseder.yani iyi kelimeler kötü kelimelere galib gelirse,aynı durum yer yüzüne aksedip,yer yüzünde iyiler kötülere hakim pozisyonuna gelir.
Aksi durumda ise,aksi olup,kötüler iyilere üstün gelir.

(Şaban ayının 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
(Allahü teâlâ, Şabanın yarısının [Berat] gecesinde, dünya semasına tecelli eder. Benikelb kabîlesinin koyunlarının kıllarından daha çok kimsenin günahlarını affeder.) [İbni Mace, Tirmizi]
Recep, Allah’ın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan, ümmetimin ayıdır.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
“Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin.”
“Şaban ayının on beşinci gecesi kılınacak olan namaz ; yüz rekattır. Bu namazın her rekatında, Fatihadan sonra on kere ihlas süresi okunur. Yüz rekat kılan kişi bin defa ihlas süresini okumuş olur.
Bu namaza hayır namazı da denmiştir. Geçmiş büyükler bu namazı toplu halde cemaatle de kılmışlardır. Bu namazın çok fazileti olduğu gibi, hesaplanama-yacak kadarda çok sevabı vardır.
Hasan-ı Basri Rahmetullahı Aleyh’den gelen rivayete göre:
“Otuz sahabeden dinledim, bu namaz için şöyle dediler: “Her kim bu namazı, berat gecesi kılar ise. Allah-u Teala’nın yetmiş rahmet nazarı ona ulaşır. Her nazarda, kendisinin yetmiş ihtiyacı yerine gelir. Bunların en küçüğü, Allah-u Teala’nın mağfiretidir. “
Mehmet ÖZÇELİK
17-08-2008




TASAVVUF

TASAVVUF
Tasavvuf;saflık,berraklık,şeffaflık,safiyet,samimiyet,amel,yaşantı,terbiye anlamlarına gelir.
Mutasavvıflar yünden elbise giydikleri için bu adı almış olsalar da,giysileri gibi yaşantılarının dahi farklılığını gösterir.
Tasavvuf erbabı Peygamber Efendimizin yaşayışını örnek alırlarken, alimler, onun ilmine varis olmuşlar,pedagoglar O’nun ahlakını ve güvenilirliğini esas almışlardır.
Her bir ilim ve yaşayış erbabının O’ndan alacağı bir çok örnek ve temel esaslar vardır.
Tasavvuf arınmaktır.Kişinin nefsinin bulandırdığı her türlü bulanıklıktan arınması,duru bir hale gelmesidir.
Tasavvuf yaşamaktır.Yaşayışını hayata yansıtmaktır.Nefsiyle beraber hayatı arıtmak ve arındırmaktır.
Şeytanla mücadelede onun hilelerini bilmek,zikir,tesbih,ibadetlerle,farz,nafile ve teheccüdlerle kalkan oluşturmak,korumak ve korunmaktır.
Tasavvufta söz değil,öz vardır.Göz değil gönül vardır.Kulak değil basiret hükmeder.Kalıp değil kalb hakimdir.
Tasavvuf fasıllarla değil,asıllarla meşğul olmaktır.Asla talib olmaktır.
Tasavvuf doğuştan getirilen günahsızlığın hayat boyu sürdürülmesidir.
Tasavvuf hayattır.Hayat onunla saflaşır,safileşir.
Tasavvuf netice değil,başlangıçtır,bir şeylere başlamaktır.
Tasavvuf O’ndan gelip,O’na gitmektir.O’nunla olmak,O’nda olmaktır.
Tasavvuf bir yol,bir yordamdır.Yordamı olmayanların yolu da olmaz.Yola girmeyenler yol yordam bilemez ve bulamazlar.
Tasavvuf O’nda fani olmak,fena bulmak,toprak olup,benliğinden tecerrüd etmektir.
Tasavvuf olmak için ölmektir.Nefsini öldürmektir.Onunla olmamak ve o nefisle yola çıkmamaktır.
Tasavvuf sormak değil sorgulanmayı seçmektir.
Ölmeden önce ölmek,ölüme hazırlanmak,kefeni giyip kabre girmek,kabir hayatı yaşamaktır.
*Tasavvuf,hakikat değil,tahkikattır.
Kaib hastalıkları tedavi etme merkezidir.
Berzah yolunda ilerlemektir.
Murakabe mesleğidir.
Tasavvuf cennet meyvesidir.Marifet onun gıdasıdır.
Tasavvuf bir Nakşibend,Kadiri ve Mevlevi mesleğidir.Asırlardır insanlar bu yolla irşad edilmişlerdir.Toplum bununla kontrol altına alınmıştır.Zor,uzun ve yorucu bir yoldur.
Tasavvuf kalbi işlettirmek ve çalıştırmaktır.
Safiyet mahiyettir.Tasavvuf mahiyetini bilmek ve bulmaktır.
* “Beşerin havassü’l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.”
Tasavvuf batini duyguları beslemektir.O duyguları ahirete tevcih etmektir.
*Tasavvuf Allah’a dost olmak ve bu dostluğu sürdürmektir.
Tasavvuf bir tefekkür mesleğidir.Murakabeye dalmak,itikafa çekilmektir.
Tasavvuf;-Men arefe nefsehu fe gad arefe Rabbehu-yani –Nefsini bilen Rabbini bilir-hakikatınca,nefsini bilmek,dış alemden soyutlanarak iç dünyasında seyahat etmektir.
Tasavvuf zahiri ilimlerden ziyade,ledünniyat ilminde ilerlemektir.
Tasavvuf cennet adamı olmayı amaçlar.
03-10-2011
MEHMET ÖZÇELİK




SÜLEYMAN EFENDİ

SÜLEYMAN EFENDİ
*Devlet gittikçe belli ki olgunlaşıyor.Dersimle başlayan özürler inşallah devam eder.
Ancak kendilerinden özür dilenecek epey yıldız insanlar vardır.bunlar Bediüzzaman Said Nursi,Süleyman Efendi,Nakşisi,Kadirisi gibiler.
Ancak millet devletten çok daha önce olgunlaştı.
*İrinler deşilmeli,tarihle yüzleşilmelidir.Yoksa hastalık ve koku gittikçe artarak yayılır,gelecek nesilleri de hasta eder.
*Kim istemiyor?
Yarası olan.
Suya sabuna dokunmayın,kirli kalsın,diyenler.Yarasa gibi karanlıktan ve kirlilikten medet umanlar.
Veya aşağıya tükürse sakal,yukarı tükürse bıyık,pozisyonunda olanlar.
*Bu gibi zatlardan özür dilenmeli.Hayatlarında iken rahat vermediğimiz bu insanları kabirlerinde dahi rahat bırakmamışız.
Nitekim;O’nun hayatından korkanlar,ölümünden dahi korktular.Fatih camii haziresine gömülecekken bırakmadılar,zorla Karacaahmed-e gömdüler.
*Devletten darbe yiyen bu insanlar devlete kurşun sıkmamış,darbe yapmamışlardır.
*Cemaatları birbirine kırdırmaya çalışanlar bu gün bunun kirli bir örgüt işi,psikolojik hareketlerin bir sonucu olduğu ortaya çıkmıştır.
*Süleyman Efendinin hedefi Kur’an-ı Kerim-i öğretmekti.
*Resmi olanlar devlet adına o ve o gibilerden özür dilesinler,ben de buradan millet adına onu tanıtmam özür yerine geçsin.
*Bu yazı onun ve onun gibilerin ruhaniyetinden istimdad ve bir özür manasınadır.
*Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri 1888-1959 (16 Eylül) yılları arasında yaşamıştır.
*Osmanlı medreselerinde yetişmiş alim bir zattır.
*Zahiri ilimler gibi,batini ilimlere de vukûfiyeti tâmdı.
*Cami gibi abide bir şahsiyettir.
*Cami duvarına bevledenlerin hedefi olmuştur.
*Manevi kıtlık döneminde insanları Kur’an etrafında toplamıştır.
*Kendileri Süleyman-cı adını kendilerine vermemiş ve o düşünceyle bir hesaplı cemaat değil,millet tarafından verilen bir addır.
*Bunlara isnad edilen,peygamberlik iddiasında bulunması gibi isnadlar tamamen bir iftira ve cehaletten kaynaklanmaktadır.
*Kendisi Dâr-ul Hilafet-il Âliye-nin Tefsir ve Hadis bölümünü birincilikle bitirir ve Medreset-ül Mütehassisin-den doktorasını tamamlar.
*Cumhuriyetin kuruluşunda geçmişe aid değerler yıkılmaya çalışıldığı gibi,değerliler de değersizlendirilmeye çalışılmıştır.
*Babası oğlunu doğmadan önce gördüğü rüya ile daha da sevmeye ve saymaya başlar.
Rüyasında vücudundan ayrılan bir parçanın göğe yükselerek etrafı aydınlatması,dünyaya gelecek çocuğunun münevver ve münevvir olacağına yorar.Öyle de olur.
*Şehadetname ve icazetnameye sahiptir.
*O şöyle diyordu:”Bizim hiç duracak zamanımız yok.Ümmeti Muhammedin evlatları cehenneme bir sel gibi akıp giderken,biz onlara seyirci kalamayız.Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır.”diyordu.
*Hz.Ebubekir-in;”Ya rab vücudumu öyle büyüt ki,ehli imana yer kalmasın.”
*Bediüzzamanın,” Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”sözleri gibi…
*Ehli sünnet çizgisindedirler.
*Nakşi tarikatına mensubiyetleri vardır.
*Kendileri 33.soy ağacı zincirinde Hz.Ebubekir-e dayanır.
*15.soyda Muhammed Bahaeddin Nakşibendiye bağlanır.
*23.soyda İmamı Rabbaniye dayanır.
*Eser yazmamış,canlı eserler yetiştirmiştir.
*Yurtlardaki öğrencilerine İbtida-i ve Tekamül dersi verirler.
*1936 yılı onun çile yılıdır.
*Oda Bediüzzaman gibi hapse girdi.
*Vaazlık belgesi elinden alındı.
*Süleyman Efendi;Kur’anın lafzının muhafazasına,Bediüzzaman ise mânanın muhafazasına çalışmıştır.Kuranın etrafındaki surlar yıkılınca bunlar sahip çıkmışlardır.
*1951 yılından itibaren kurslar açılmaya başlanır.İlk Konya ve Üsküdar-da faaliyet gösterir.
*İstanbul-dan Ankara-ya iki bilet alır,gidiş-dönüş bileti ve yolda öğrencilerine Kur’an öğretir.
*Amele pazarından getirttiği işçilere ücretlerini öder,iş yerine onlara Kur’an-ı Kerim-i öğretirdi.
*Bu dönemler Kur’an-ı Kerim-in yasak edildiği,okuyanların ise cürm-ü meşhud gibi yakalanarak hapse atıldığı dönemlerdir.
*Kayserili bir büyüğümüz olan Ali Mutlu abimiz bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatmıştı;
-Babam bize Kur’an-ı öğreteceği zaman ben kapıda durur, gelip gidenin olup olmadığına bakar, babam abime Kur’an öğretirdi.
Sonra abim kapıyı gözler babam bana Kur’an-ı öğretirdi.İşte Kur’an-ı böyle öğrendim.”
Bunlar binlerce örnekten biridir.
*Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, İsmet İnönü döneminde, CHP döneminde yaklaşık 900 caminin yıkıldığının bilindiğini belirterek, ”Mihrişah Sultan tarafından yaptırılan mescit, 1941’de çıkarılan bir kanundan faydalanılarak CHP ocağına dönüştü ve caminin giriş kısmına CHP’nin simgesi 6 ok konuldu” dedi.
*1959-da Süleyman Efendinin,1960-da da Bediüzzaman Hazretlerinin vefatıyla bu memleket iki büyük değerini kaybetti ve bu boşluktan yararlanan yarasa tabiatlı kimseler ilk darbeyi yaptılar.
*16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetle rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.”
Süleyman Efendinin bendelerinden Arif Hikmet Köklü beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır; “Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine “Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz?” diye sordum. “Bu Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır” dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek “Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: “Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum” dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik:”Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.” …Yine Arif beyin nakline göre Süleyman Efendi şöyle buyurmuş: “Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz.Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…”
Değerli âlimlerimizden Abdullah Tekin Hocaefendi, Konyalı bir büyüğümüz. Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’den ders görmüş, Konya’nın medar-ı iftiharı Hacı Veyiszade Efendi’nin de yakınında bulunmuş çok tatlı bir insan. Merhum Şahin Yılmaz Hocaefendinin cenazesinde görüştüğümüzde çok güzel şeyler anlattı. Sizlerle paylaşırken, Cenab-ı Hak’dan kalplerimizin birbirine daha sıkı perçinlemesini niyaz ederiz;Süleyman Efendi-de 56-59 arası okudum. Çamlıca-da, Bediüzzaman Hazretlerinden zaman zaman bahsedilirdi. “Eğer Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri ile aranızda bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim iki yakanızdadır derdi. “
“Mehmed Kırkıncı Hoca, dersiamlardan Dursun Efendi’nin Süleyman Efendi hakkındaki bir sözünü de şöyle anlatmaktadır: “1970-li yıllarda dersiamlardan ve Mahmud Efendi’nin hocası olan Of-lu Hacı Dursun Efendi, Erzurum-daki Kümbet Medresemizi ziyaret etmişti. Her yönüyle büyük bir alim olan Dursun Efendi-ye herkesi sordum ve o da anlattı. Mesele Silistreli Süleyman Efendiye gelince, aynen şu cümleleri söyledi:Süleyman Efendi de dersiamdır; ancak o Allah-ın hususi bir inayet ve ihsanına mazhardır ve akranlarından farklı bir simadır. Başından beri onun böyle olduğunu hissediyorduk.”
11-12-2011
MEHMET ÖZÇELİK




TARİKAT

TARİKAT
Tarikat gidilecek yollar demektir.Tarikat bir yoldur.
‘Etturuku ilallâhi bi adedil enfâsil halâik.’
‘Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır.”
Tarîkatlar da,bütün bu yollar içerisinde hakikatlerin yollarıdır.
*’İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.
*Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması, hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.
*Keramet,süluk-nefsi emmare-nefsi levvame-nefsi mutmaiNne,radiye-mardiyye gibi ifadeler tarikattaki ritüellerdir.
Mürid manevi yolculuğunda süluk edip giderken bazı mertebeleri aşarak, hakikata ulaşmayı esas alır.
‘Şeriat,tarikat yoldur varana
Hakikat marifet andan içeru.’
Tarikatta esas olan;Takva,ihlas ve marifettir.
*Tarikat son makam değildir.Bir vesile ve ilk adımdır.
*Nakşi-Kadiri-Rufai-Şazeli-Mevlevi-Yesevi gib bilinen tarikatlar vardır.
*Bin yıllık tarihimize baktığımız zaman islâmiyetin yayılışı tarikatlar,dergâh, zaviye ve medreseler eliyle olmuştur.
Bunların kaldırılması iyi niyetinde ötesinde büyük bir hata ve cürüm olmuştur.
*Ortada bir yanlış durum var idiyse,bu onun tamamen kaldırılmasını değil,ıslah edilmesini ve tekmil edilmesini gerektirirdi..
*Tarikatta nefis bütün kötülüklerin başı olup,onları emrettiği için öldürülmesi cihetine gidilir.Bu ise isabetli ve doğru bir durum değildir.
Zira çölde devesiyle giden bir insanın devesinin yapabileceği her türlü hırçınlık ve hayvanlığa karşı onu öldürmek demek,yolda aç,susuz ve yayan kalmak demektir.
Nefsin öldürülmesinden çok,terbiyesi önemlidir.Zira insanı esfel-i safiline, aşağıların en aşağısına atan nefsi olduğu gibi,ala-yı illiyyin olan en üstün mertebeye çıkaran da yine nefsidir.
* “Bilin ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.”
Tarikatta Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket edilerek,Allah’ın dostluğu aranır.
Hadiste;’Ceddidu imaneküm bi lâ ilahe illallah’yani-İmanınızı Lâ ilahe illallah-ile yenileyiniz.”buyurulur.
Tarikatta zikir ve fikir esastır.
Tarikatlarla ilgili Mektubat adlı eserinde ‘Telvihat-ı Tis’a –namıyla bir eser yazan Bediüzzaman en sağlıklı bilgiyi vermektedir.
‘Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini tâdâd ile bitmez.
Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine katî bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.”
Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olmaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, Âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün Âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır.”
İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.
..Tarikatte “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” tabirleri altında iki meşrep var.
Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.
İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. kalp âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.
…Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’Âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.
…İşte bu cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i SÂlihînin caddesidir.”
Sünnet-i Seniyye ve Kur’anın açtığı yol ana yol ise,tarikatlar ona çıkan tali yollardır.
“Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhâlefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor. “
NAKŞİLİK
Abdulhalik-ıl Güjdevani tarafından sistemleştirilen, Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi’nin isim babası olduğu İslam dini tarikatı.
*Hz.Ebubekire dayanır.
“Nakış yapan” anlamına gelen Nakşibend; Nakşibendi mürşitlerinin, kalbi dünyadan ahirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır.
Nakşibendi tarikatında sessiz zikir uygulanır.
“Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr-ı terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hesti, terk-i terk. ”
Nakşi tarikatında dört şey terk edilir:Dünya,Allah namına ahiret yani ne cennet sevdası,ne de cehennem korkusu olmaksızın onu ve onu düşünmeyi dahi terk etmek,varlıkları ve mevcudatı ve hatta o terk etme işinin kendisini dahi düşünmeksizin her şeyi terk etmek.
Kalbi direk olarak Allah’a müteveccih kılmaktır.
ABDULKADİRİ GEYLANİ
*Onun dergahında gayri Müslimlerde bulunurdu.
*Onun için;aşk ile doğdu,kemal ile ömür sürdü,kemali aşk ile Rabbine vasıl oldu.
*Tasarrufu hala devam etmektedir.
*’Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylânî” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acaiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.’
*’Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.”
*’Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece harika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatça teslim edilmiştir.’
*Kadiri-de sesli zikir uygulanır.
17-12-2011
MEHMET ÖZÇELİK




TARİKAT-HAKİKAT-MARİFET

TARİKAT-HAKİKAT-MARİFET
Tarikat hakikata giden,marifeti bulmaya çalışan yol.
Hakikata giden yollar,mahlukatın nefesleri sayısıncadır.
Her tarz ve usule göre bir yol.
En kısa ve keskin yol,Kur’an-dan çıkan yol.
Tarikat açık yol,hakikat geniş yol,marifet varış yolu.
Tek başına gidilmeyen yollar.Hakikata toplu gidiş,marifete sınırlı varış.
Tarikat her kişinin yolu,hakikat er kişinin yolu,marifet az kişinin yolu.
İnsanlar irade,kapasite,niyet ve teveccühüne göre;Bu yolda ve davada tamamen istihdam edilmiş.Herkesin nerede istihdam edileceği takdir ve tensib edilmiş.
İnsan ölümsüz olarak bu dünyada kalsaydı,yine o kendi ben-i içerisinde gelişirdi.
Ancak yolcu olan bu insan,tarikat-hakikat ve marifet yolunca gelişmekte ve genişlemektedir.
Tarikat hamlık,hakikat pişmek,marifet yanmaktır.
Hayat pişmek ve yanmaktır.
Tarikat kaynamak,hakikat demlenmek,marifet demini bulmaktır.
Marifet,bilmek değil tanımaktır.
Tanımakla başlayan sevmektir.
Küfür-kâfir-şeytan Allah’ın bilinmesine şuursuzca sebeb oldu.
Zira her şey zıddıyla bilinir.
Allah’ın varlığının zıddı olmadığından,eserleriyle tanınır.
Kâfir küfrüyle Allah’ın varlığının zıddı olan yokluk ve yokluğu olmadığı halde ,hayali bir yokluk üretti.
Aslında o yoklukta da varlığını göstermiş oldu.
Nitekim karanlığın varlığı ve artması,nurun parlaklığını arttırması gibi,küfür karanlığı da arttıkça,O’nun varlığı daha da zahir oldu.
Allah’ın varlığı zatidir.Zıddına ihtiyacı yoktur.Bizler açısından zıtların ortaya çıkması,O’nun varlığını tanımamızda ve bilmemizde bir faktör oluşturdu.
“Gördüm ki Hakkın vechini Aynel yakin Ya Hu derim.
Ki,sufi La’dan dem vurur ben her dem İlla Hu derim.(Akşemseddin)
Hakikat her şeyde O’nu görmek,O’nun vechini görmektir.
O’nun zıddı olan gayrını değil,O’nun hakikatı olan marifetini bilmektir.
Marifet,hakikat okyanusunda kulaç atmaktır.
Tarikat,su yolunu takip ederek,hakikat okyanusuna varmaktır.
Allah’ı akıllarından silmeye çalışanlar,ya Allah tarafından silinirlerse,halleri nice olur?
Hayattan silinirlerse,onları hayata döndürecek kimdir?
Tarikat-Hakikat ve Marifet;Allah’ı zihinlere kazımaktır.
İnsan Allahın yaptığı bir şeye karşı çıkarken,kendi ilmi nedir,boyu ne kadardır,ona bir baksın!
Oysa en basit ifadeyle,Allah bu işleri öncesine gitmeden 15 milyar yıldır yapıyor ve sürdürüyor.
Burada insan boynundan ve ilminden büyük konuşmuş oluyor.
O’na teslim olmadan yola çıkmayan,yolsuz kalır,yolda kalır,azıksız kalır.
Şimdiye kadar hep makro alemde gezildi,şimdi ise mikro aleme geçiş yapılmaktadır,oda hızla.Tıpkı âfaktan enfüse geçiş gibi.
Mikro alem,makro alemden geri değil belki daha da zengin ve esrarengiz.
“Nefsini bilen,Rabbisini bilir.”
Allah’ın isimlerinin farklı yer, zaman ve eşyada değişik tecellileri vardır.Mesela eğer dünyada kudretin ismi tam manasıyla tecelli etseydi,hiçbir insan Allahın rızası zıt bir işte bulunamazdı.Burada hemen Hakim ismi devreye girerek veya öne geçerek onun adeta gücünü dengelemektedir.
Böylece bütün isimler muktezaları gereği iktiza etmekte ve farklı farklı durumlara göre tecelli etmektedir.
Tarikat kapısından girip hakikata yol alanlar,marifetle esmaya mazhar olurlar.
”Beşerin havassü’l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.” Mesnevi-i Nuriye | Nokta | 215
İnsan bu uzun yolculuğunda,duygu pencerelerini açarak,alemleri seyretmelidir.Yolculuğun silahı,azığı,devamı tefekkür iledir.
Tarikatta tefekkür en son mertebedir.Oysa Risale-i Nura giriş tefekkürle başlar.
Birinde niha-i olan nokta,öbüründe başlangıçtır.
Marifete tefekkür ayağıyla ve vasıtasıyla daha kolay ve daha hızlı varılır.
Biz evliyayıyız..hepimiz evliya ve veliyiz.
O’nun yoluna giden O’nun dostudur.
O’nun dostları birbirlerinin dostlarıdırlar.
MEHMET ÖZÇELİK
22-08-2012




RAMAZAN OYUNLARI

RAMAZAN OYUNLARI
Kirli ramazan oyunları demek daha doğru olur.
Her ramazanda bu temiz topraklara mutlaka ayrık otlara ekilir,birileri bu toprakları gizlice sürerdi.
Her ramazanda da ben bir araştırma ve cevab yazısı yazardım.
Ramazan senaryolarında psikolojik harp taktiğinin bir neticesi olarak toplum sürekli tedirgin edilir,fitne kazanları kaynatılırdı.
Geçen ramazan umrede idim.
1978-de İmam olarak görev yaptığımda,1980-de hizmet içinde görevde iken gündeme gelip neredeyse çözülmüş ‘Rü’yet-i Hilal’ meselesi yine gündeme getirilmiş,fazladan birkaç saat tutulduğu iddia edilerek,daha doğrusu oruca şaibe düşürüp,oruçtan nefret ettirip bıktırma amaçlı bir faaliyet içerisine girilmiş.
Bir diyanet yetkilisinin güzel bir tesbiti vardı;
-Bunu gündeme getiren kişi yıllarca bizde çalıştı.Daha sonra üniversiteye gittikten sonra farklı görüşler ortaya atmaya başladı.
Aslında bu manada üniversitelerin de nasıl bir kişilik verdiği masaya mutlaka yatırılmalıdır!
Bu sene ramazan senaryolarını yapacak olan Ergenekon Terör Örgütü uzantısı olanların ümüğü sıkılıp,ergenekonla bağlantıları deşifre edilince köşelerine şimdilik çekildiler.
Onun yerini ise; şehirdekilerin çekilip dağdakilerin yerini almasıyla devam ettirilmeye çalışıldı.
Terör gerçek yüzünü ramazanda da göstermiş oldu.Bir çok şehid verildi.
-Şu bir hakikat ki;Hukuk Silivriyi bitirmedikçe,dağdaki terör bitmeyecektir.
Ordunun içinde bulunan Ergenekon üyeleri,ordudan temizlenmedikçe,terör desteğini kaybetmeyecektir.
İşte kendiside içerde ve bir çok işe bulaşmış olan *Eski Emniyet genel Müdürü Hanefi Avcı’nın Susurluk Komisyonu’na verdiği ifadeden bir kesit; “Çetenin siyasi kolu ve başında bulunan kişi Mehmet Ağar, polis içindeki ayağı İbrahim Şahindir. Milli İstihbarat Teşkilatı’ndaki bağlantısı Mehmet Eymür ve Durhan Fırat olan çete de Korkut Eken de bu ekibin sivil ayağını oluşturur. Askeri kanat içindeki sorumlusu da Jandarma Tuğgeneral Veli Küçüktür. ”
Milletin değerlerini aşağılayanlar,aşağılanmaya mahkum kalmışlardır.
“Doğrusu Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar.”
Gerek memleketimizdeki pkk,gerekse de dünyadaki tüm terör ve teröristler bu Ye’cüc-Me’cüc kapsamı içerisine girmektedir.
Bu Ramazanda Ye’cüc-Me’cüc yani kıyametin on büyük alametinden olan bu haber kendisini biraz daha net göstermiştir.
MEHMET ÖZÇELİK
07-08-2012




KURBAN YAKINLAŞMAKTIR

KURBAN YAKINLAŞMAKTIR

*Kurban yakınlaşmaktır.Kimin için kesildiği,kime yaklaşıldığı ve yakınlığına göre hüküm alır.
Allah’a yakınlaşma yolları muhteliftir.Ancak Allah kendisine yakınlaşmanın en keskin,kolay ve doğru yollarını da belirtmiştir.
Kurban da bir teslimiyet,tam bir inanç,tam bir sadakat,tam bir yakınlılık vardır.
İnsanın gerektiğinde en sevdiği şeyi,ondan daha çok sevdiğine vermesi,feda etmesidir.Bu canı ve cânanı da olsa…
Kurbanda bir yükseliş vardır.Kan ve etler Allah’a gitmez iken,ibadet,emre isyandan kaçış,emre itaate koşuş vardır.
Şeytana değil Rahmana bir gidiştir.
Hayvanlıktan insanlık derecesine madden ve manen bir yükseliştir.
Gönülde O’ndan başkasına yer vermemek,sadece O’na yer vermektir.

*Dediler ki;gözden ırak olan gönülden de ırak olur…
Dedim ki;Gönül’e giren gözden ırak olsa ne olur.

*Kurban faniden ve fenadan geçerek,bâkiye yönelmek,ebediliği müşteri olmaktır.
“Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor…”

*Kurban Allah’ı bulmak ve O’nu bilmektir.O’nu bulamayan ve bilemeyenler,çok değersizleri değerli bilmişler,yanlışı bulmuşlardır.
Sanem ve putlar ilah edinmiş,onlara kurbanlar hatta evlatlar adanmıştır.

*Kurban rahmettir.Rahmete vesiledir.Rahmetin nüzulüne vasıtadır.
Haşa Allahın rahmetine aykırı bir durum değildir.
*Allahın rahmeti mi yoksa adaleti mi?Öne çıkan hangisidir?
-Her adil merhametlidir ancak her merhametli adil değildir.
Allah adaletiyle dengeyi sağlamaktadır.
Kurban adaletiyle rahmeti sürdüren bir hakikattır.

*Rahman,dünyada ayrım yapmadan herkese rızkını veren,rahim ise,ahrette müminlere rahmet eden bir isimdir.
Kurban,Rahman isminin dünyadaki en kapsamlı tecellisine vesiledir.Rahmanın bir gereğidir.

*Her şeyden önce bunu emreden,bizden isteyen Allahtır.Kimin malını kimden esirgeyebiliriz ki?
Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dîl
Ne nîza eyleyelim ol ne senindir ne benim.

Hac ibadetin başlangıcı,kurban ise neticesi ve kabulün –inşaallah- göstergesidir.
Çeşitli yönlerden kâbeye yönelenlerin orada tarafı kaldırarak tavafta buluşmalarıdır.
İbrahim Hakkı Bursevi-nin ifadesiyle;
-Kâbede taraf yok,tavaf var.Kabede her taraf var.
Bir arınmak olan kurban ile kişi bayrama arınmış olarak çıkmaktadır.

Bayram ise onun ücretidir.Gerçek bayram kulun Rabbisiyle buluşma anıdır. Kurbanda da bu buluşma vardır.

Can bula Cânânını,
Bayram O Bayram ola.
Kul bula Sultanını,
Bayram O Bayram ola.
Hüzn-ü keder def ola,
Dilde hicap ref ola
Cümle günah af ola,
Bayram O Bayram Ola …

08-11-2011
MEHMET ÖZÇELİK




DİN ADAMLARININ TEMSİLİYET ROLÜ

DİN ADAMLARININ TEMSİLİYET ROLÜ
Bir kısım ilâhiyat camiasında oluşan ve oluşturulmaya çalışılan düşünceler şu yönde gerçekleşmektedir;
-Şimdiye kadar bilip öğrendiklerimiz yanlıştı.Doğrusunu ben söylüyorum.-
Gerçek din,doğru bildiğimiz yanlışlar adıyla,aslında muhalefetle yanlışı doğru olarak yutturmaya çalışılmaktadır.
Bilgi var ancak istikamet yok.
Akıl vahyin önüne geçirilmekte,muhalefetle öne çıkıp farklılaşmaya çalışılmaktadır.
Adeta İslâmın meseleleri bir yandan kuşatma altına alınırken,diğer yandan da zihinlerde şüpheler oluşturularak,şimdiye kadarki inanılanların ve yaşananların boş ve yanlış olduğu ifade edilmektedir.
Bu da insanları bir boşluğa itmektedir.
Din elbette halkın dini değildir.Yani halk bizatihi dinin kendisi değildir.Ancak halk dinin ilk yansımasıdır.
Hadiste:”Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez.”hakikatınca,halk ve dini de sapıklık üzerine değildir.
*En çok saldırı hususlarından birisi;şefaat konusudur.
Allahın izni dairesinde başta Peygamberimizin ve bazı özel durumların şefaatı söz konusudur. Hatta öyle ki;alanı geniş olan şefaat konusunda Bediüzzaman;
-Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.
-” Bismillahirrahmanirrahim “‘i de; o rahmetin vüsulüne vesile ve o rahman’ın dergahında şefaatçi yap.
-Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inandım. Hiç şüphesiz öldükten sonra diriliş haktır, Cennet haktır, Cehennem haktır, şefaat haktır, Münker ve Nekîr melekleri haktır. Allah’ın kabirlerdeki ölüleri tekrar dirilteceğine İmân ettim. Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet ederim.
-Allahım! Kur’ân’ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur.
-Bir çok örnekleriyle şefaat ve tevessül haktır.
*Bezm-i elest yani insanların yaratılmadan önce ruhlar aleminde,Cenâb-ı Hakkın huzurunda yapılan sözleşmeyi olmamış gibi göstererek,bunu adeta Allah-ı zamanla sınırlayarak dünyaya atfetmek,kısırlık ve madde aleminin ötesine geçememektir.
Âyette:” Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”
Bezm-i elest,Allah ile yapılan bir mukavele,bir sözleşme ve anlaşmadır.
Hz.Ali böyle bir alemi hatırladığını,Abdullah adında bir veli zatta,sağında solunda,önünde ve arkasında olanların kimler olduğunu hatırladığını söylemektedir.
Aslında Kur’an-ı Kerim o bezm-i elesti hatırlatmak amacıyla gönderilmiştir.
Bu dünyadaki insanların birbirleriyle olan aşinalığı ve dostluğu,bezm-i elest-e dayanmaktadır.
-Seni bir yerlerden tanıyorum-,-Kanım sana ısındı.-
Bu dünyaya gönderiliş,bezm-i elestteki sözleşmenin tesbiti,belgelenmesi, uygulanması,kağıda dökülmesidir.Bezm-i elest ise bunun onaylanma yeridir.
Allah için zaman sınırlılığı söz konusu değildir.Neden Allah adeta zamanla sınırlandırılarak, önceki yaptıklarından ve yapacaklarından aciz bırakılmaya, sorgulanmaya ve her şey dünyaya münhasır kılınmaya çalışılmaktadır.
Bu bakış ise materyalist bir bakıştır.
*Hayrettin Karaman’ın kitabındaki Diyalog ile ilgili iddiaları;
“Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” ;
“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” ;
“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” ;
“Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” ;
“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kita-b’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” ;
M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşamadan Allah’ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber’i de ?bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.”
Aslında bu iddialara,-kaş yapayım derken,göz çıkarmak-denir.

*En çok kınandığı noktalardan yanlış kıyas yoluyla vermiş olduğu şu hatalı kararıdır;” Enflasyon oranında faiz helal midir? Yoksa faiz yerine altın, döviz vs. mi alınmalı?
Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, alt ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için yüz otuz lira alsanız bu otuz liralık rakam fazlalığı faiz değildir, alt ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır.”
-Ve Zarurete bağladığı –nasıl zaruretse – faiz yoluyla ev kredisini hata bir yorumla caiz olarak değerlendirmektedir.
“-lüks olan arzusunu değil, mübrem, gerekli, olmazsa rahatsız edici, zarar verici olan- ihtiyacını gidermek için faizli kredi alabilir. Geçmiş zamanlarda da âlimler bunu -bu şartlarda- caiz görmüşlerdir. “
Oysa içi doldurulmayan ve çerçevesi çizilmeyen ölçüsüz bir zaruret delil olarak gösterilmektedir.

*Karaman hatıratında,iş adamı olmayı düşündüğünü anlatıyordu.Keşke böyle iddialarda bulunacağına iş adamı olsaydı.
Şaibeden uzak bir kişi değildir.İstikamet korunmamaktadır.Bazen bazılarını koruma uğruna çok rahat tehlikeli fetvalar verebilmektedir.
İnternette faydalanılmak üzere yazıları dolaştığı gibi,tenkid edilen yazıları da az değildir.
Diğer tenkid edilecek noktaları zihninizi kirletmemek için tekrarı zaid görüyorum.
Kendisine daha önce cevap vermiş ve diğer dine ekilen ayrık otlarını dile getirmiştim.
Aslında eski fıkıh kitaplarına baktığımızda gayet çoklukla –Kîle – diye zayıf görüş olarak nakledilen ve itibar görmeyen fikirler,bugün birileri tarafından ve maalesef kendini ilahiyatta öğretim görevlisi olarak görünen kimseler tarafından kuvvetli görüş veya normal bir görüşmüş gibi piyasaya sürülmekte,kendisine bir farklılık kazandırılacağı düşünülmektedir.
MEHMET ÖZÇELİK
25-03-2013




DİN KALBİ MİDİR?

DİN KALBİ MİDİR?
Din sadece kalbe aid,kalb ile bağlantılı olup,hayata karışmayan ve düzenlemeyen,insanın kalbine hapsettiği bir inanç mıdır?
Böyle bir din olsa olsa münferit olarak,dağ başlarında tek başına yaşayan insanlar ve dar kalıplılar için olan bir din olabilir.
Gelişmemiş,sosyal hayattan uzak,mübtedi dinler için dar alana hapsedilmiş bir düşünce olarak düşünülebilir.
İnsanların hayatına karışmayan ve onları belli bir düzene koymayan ve bunların esaslarını tesis etmeyen bir din,din olmadığı gibi,mükemmel bir din olarak da kabul edilemez.
İçki gibi zararlı içecekleri,domuz gibi zararlı yiyecekleri,altın gibi erkeğe haram olan takıları,ferdi,ailevi,sosyal tüm yükümlülükleri dinin dışında hangi ölçüye göre değerlendireceğiz?
Bunların ancak bugün zararları tıbben yeni yeni belli olmuşken,dinin 1400 sene önce belirtmesinin topluma kazandırdığı nasıl göz ardı edilebilir ve terke uğratılabilir?
Din insanın ulaşacağı en kemal noktayı baştan oluşturmaktadır.
-Böyle bir düşünce ile kişi Allah-ı yarattıklarının hayatını düzenlemekten uzaklaştırmaya çalışmak olmaz mı?
-Bu milletin bir asırdır süren maddi ve manevi kıtlığı ve kısırlığı dini vicdanlara hapsederek,toplumdan soyutlamasının bir ürünü değil midir?
Bu gün bu ürünler toplanmaktadır.
Terörist,ateist,sefih,materyalist,vs.
Din hayatın her kademesindeki hükmü ve hakimiyeti ile vardır ve var olabilir.
Vicdanlara hapsedilen bir din,etkisiz ve suskun,susturulmuş bir dindir.
Din kalbidir,kalbe aid bir duygu ve özelliktir,diyen kişi,bununla dinin yükümlülüğünden kendisini çıkarma çabası ve sorumlu yaşamaktan kaçmak için söylenmiş bir kılıf ve kuruntulu bir tesellidir.
Oysa din hayatın hayatı olduğu gibi,hem de hayatın esasını tesis eder.
Bir öğretmen öğrencisini değerlendirirken,onu kalbine hatta çok iyi de olsa,niyetine göre değil,uygulamalarına göre değerlendirmektedir.
Hukukta da emniyette de yanlış yapan bir insan,her ne kadar niyetinin iyi olduğunu söylese de,o kişi yapmış olduğu vak’aya ve uygulamasına göre ceza alır.
Niyet cezayı kaldırmaz ancak iyi hal eseri olarak suçun ağırlaştırıcı durumunu hafifletici bir sebeb olarak göz önünde bulundurulabilir.
-Bu sözü söyleyen insanlar iki kısımda değerlendirilebilir;Birisi gerçekten saf ve dinden habersiz bir kısım insandır ki ,yükümlülüğünün bilincinden uzak bir kişidir.
İkinci kısım insanlarda derecelerine göre bir çok kısımda ele alınıp,dinin bağlayıcılığının olmadığını,gelişmemiş kimselere mal ederek kendisini gelişmişlik içerisinde göstermeye çalışmakta,sonuçta dini insanların dünyasından çıkarmaya çalışıp,dinden uzak, işlerinde dinin eksikliklerini giderecek bir ibadet değerinde olduğunu söyleyerek zan,kuruntu ve tesellide bulunmaya çalışır.
“Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.”
MEHMET ÖZÇELİK
30-05-2012




DİNİ HAYAT

DİNİ HAYAT
-Çiftçinin biri tarlada çalışırken bir yılan görür ve onunla göz göze gelir.Küreği kaldırıp vuracağı sırada acır ve;Bu da Allahın yarattığı bir varlıktır,deyip vaz geçer.Yılan bu iyiliğine karşılık olarak ona her gün bir altın verir.
Bir gün hastalanır gidemez olur.
Rahatlığa da alışmışlardır.
Kendisinin yerine çocuğunu gönderip,ben o çiftçinin oğluyum dersin,der.
Ve çocuk giderken bir yandan da düşünür;Her gün gidip de bir tane almaktansa,bunu öldürüp tümünü alayım,diye plan yapar.
Ve gider beklemeye başlar.
Aynen babasının dediği gibi kendisini tanıttıktan sonra,onu tanıyan yılan bir altın getirir ve çocuğa verir.
Hırsa kapılan çocuk onu öldürmeye çalışır,kuyruğunu koparır.
Ancak yılan da onu zehirler ve çocuk ölür.
Oğlunun gelmemesi üzerine oraya giden baba durumu görür.
Her ne kadar bir yanlışlık yapılmışsa da yılanla barışmak ve dost olmak ister.
Yılanda cevaben;
-Sende bu evlat acısı,bende de bu kuyruk acısı varken dost olamayız.
*Bizde Allahla aramıza giren şeytana dostluk teklifinde bulunsak;bizde evlat acısı,kaybettiklerimizin kaybı ve onda da lanetlenme acısı varken,bu düşmanlık devam eder.
-Kuran-ı Kerim şeytan için;-Aduvvun mübin- yani apaçık düşman -ifadesini kullanır.
*Mehmet Kırkıncı hocaya darbelerin askeri;Hoca,bu gençlerle Allahın arasına girme der.
Hocada;ben araya girmezsem,araları bozuluyor,şeytanlar araya girip,dostluğu bozuyor.
*“Beni en çok şaşırtan şey, bir kimsenin, ALLAH’i bilip, O’na isyan etmesi; şeytanı bilip ona itaat etmesi ve dünyayı bilip ona meyletmesidir” (Ömer BAbdulaziz)
*Din hayatın hayatıdır.
*Din için afyon ve zehir denildi,millet ateizmle,materyalizmle,şimdide sefahetle zehirlendirildi.Şeytan ve avaneleri Allah-la insanların arasına girdi.
*Din kulun Allah ile olan irtibatını temin eder.
Din bir imtihandır.
*Lozan anlaşmasındaki niha-i kararda,-Din öldürülecektir.-Ve öylede yapıldı.
*Toplumun dinle alakası sürekli zayıflatılmaya ve koparılmaya çalışıldı.
Toplumun dinle alakası nasıldır,der iseniz;
Göründüğü gibi…
*Kuyruk acısı olanlar var.
*Yazarlar,sinemacılar,şarkıcılar,siyasetcilerin dinle alakası ne kadardır?
Göründüğü ve bilindiği kadar…
*Hayatta zahmetli olanlar,ölünce rahmetli oluyor?
*Sırma saçlıydı,badem gözlüydü.
*Rahmetliyi bir görecektin ki….hayvani duyguları çok güzel çalışırdı.
**Varlığa ben Seninle âgâhım
Var olan Sen’sin ancak Allah’ım!
*Kem âlat ile,kemâlat olmaz.
*Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.Eflatun
* İSYAN
İnsanın sofrasıyla kedinin sofrasını mukayese ediniz. Buna rağmen, ikincisi büyük bir memnuniyet gösterirken, birincisi isyan etmekte…
* Dünya menfaati bir leşe benzer Ona talib olan, köpeklerle dalaşmaya hazır olmalıdır (HzAli (ra))
* Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe, susuzlukları artar (Muhyiddin-i Arabi)
* DÜNYA GEMİSİ
Dünya gemisi üzerinde her an seyahat eden insanın, ben âhirete gitmem, demesi ne kadar ahmakânedir Bu gemi âhirete gitmektedir Gitmemeye kudreti yeten var ise, buyursun aşağı insin
*Dini bir hayat,insani bir hayattır.İnsanca bir hayattır.
*Zulmüyle meşhur Haccac-ı Zalime annesi sitem ederek,neden insanları öldürdüğünü sorar;
*Haccac ise oradan geçmekte olan bir adamı çağırır ve din hakkında sorular sorar.
Adam ise her soruya;bana dinimi öğretmediler,dinin okuluna gitmedim der.
Ona ne iş yaptığını sorar.
Zeytinci olduğunu söyleyen adama zeytin ile ilgili ne sorarsa,adam dört dörtlük cevap verir.
Bu bilgiyi öğrenmek için okuluna mı gittin diye sorunca adam;
Hayır,kendi çabamla,araştırarak öğrendim,der.
Bunun üzerine annesine dönen Haccac;İşte ben böylelerinin başını vuruyorum,der.
-Her insan dünya ile ilgili olarak çok şey bilip ve bunları zaruri görürken,ebedi hayatı ile ilgili olarak ne derece ilgisiz kalabilir?
*“Bize bir nazar oldu. Cumamız Pazar oldu.
Ne olduysa hep azar azar oldu!
Ne şöhretten hastayız, ne de candan hastayız.
Ne ruhça ne vücutça ne de kandan hastayız.
Avrupa’ya bir değil iki pencere açtık.
Uzun yıllardan beri cereyandan hastayız.
Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz.
Yaklaştıkça her sene özyurdumda yılbaşı.
Yapılır milletime Frenkçe sahte aşı.
Buna ağlar ağacı hem toprağı, taşı.
Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz.
Sen Hıristiyan mısın? Diye sorsan darılır.
Yılbaşında hindi kaz yemesine bayılır.
Çam deviren hindi ki nasıl mümin sayılır.
Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz.
Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz”(Arif Nihat Asya)
*Kendini değiştiremeyenler dünyayı,konumunu ve halini değiştiremeyen öğrenciler okulunu değiştirmek mecburiyetinde kalıyorlar.
Kendini değiştirmiş olsa,tüm mesele değişecektir.




AĞIR GELDİ DİNDARLIK

AĞIR GELDİ DİNDARLIK
Dininin üzerinde bir asırdır yapılan baskının geri tepmesi üzerine adeta beton dökülmesine karşı altından sızmaların olmasıyla önü alınamayan bir gelişme sonunda; bu durum rejim militanlarını 1960-dan itibaren darbeye sevketmiş oldu.
Her on yılda bir yapılan darbelerle, on yıllık birikim yok edilmeye ve gelen on yıllar içerisinde sindirme politikaları fişlemelerle engellenmeye çalışılmıştır.
Bütün bu uygulamalarda üç politika izlendi;
1-Dinin toplumdan tecrit edilmesi. Reform bahaneleriyle bozulmaya çalışılması ve sulandırılarak yaşanmaz hale getirilmesi hedeflendi.
Hilafetin kaldırılması, inkılapların yapılması bu amaçlıdır.
2-Dindar bir toplumun oluşmasını engelleme yoluna gidildi.
Darbelerle engellenemeyen ve sulandırılan ancak darbe vurulan dinin yaşam alanından uzaklaştırılması amacıyla uygulamaya konuldu.
İran korkusu ve başörtüsü bunun iki cephesi olarak açıldı.
Sürekli bir kavga ortamı oluşturuldu. Kaoslar bu amaçla uygulamaya koyuldu.
-1960-larda kurulan tek şef döneminin kapanmasına gösterilen tahammülsüzlük ve darbeler döneminin başlangıcını oluşturdu. Ordu kullanıldı.
-1970-lerde sağcı-solcu, alevi- sünni çatışma ortamı hazırlandı.
Öyle ki, kominizme bile hoş görülü bakılmaya çalışıldı.
-1980-lerde fuhuş ve Avrupalılaşma dönemi başlatıldı.
-1990-larda pkk-hizbullah kurularak, değişik adlarla yer üstündeki türk solu yerini kürt soluna bırakmak üzere alt yapısı oluşturuldu.
1997 28 Şubat bunun kırılma noktasını oluşturdu.
3-Üçüncü dönem Ergenekon terör örgütü adıyla bir asırlık süre gelen gizli komite ilk defa ciddi anlamda kuyruğunu kaptırdı.
Bu dönemden sonra ise, saldırı durumundan kendini muhafaza yoluna geçildi. Kaptırdığı kuyruğunu ve paçasını kurtarma telaşı içine düştü.
-Her olumsuzluğa yollar açıldı. Göz yummak bir yana, teşvik edildi.
Serseri, berduş, tinerci, fahişe, kapkaççı, devleti soyanlar, pkk-dan ümit bekleyip kurtarıcı görenler, ekonomik çöküntü gibi bir çok olumsuzluklar hep;
Dindar olmama adına nemalandırıldı.
Arzu edilen tip ise aynen şöyle bir tip idi;
Mehmet Akif gibilerle beraber olan Neyzen Tevfik tam bir içki mübtelası idi. İçkiyi bırakması için onunla beraber olunmakta idi.
Bunun etkisiyle olsa gerek ki, bir ara içkiyi bırakıp tevbe eder ve namaza başlamaya niyet eder.
Ancak uyuşmuşluk genlerine işlemiş, huysuzluğundan bir türlü vaz geçemez. Tevbesini bozarak tekrar eski haline döner ve günah çıkarmak amacıyla şunu dile getirir;
“Senin aşkınla gönlüm süt limanlık yâ Resûlullah,
Kalın geldi fakîre Müslümanlık yâ Resûlullah!..”
Böyle bir Müslümanlık istenmektedir.Hem içen hem de bayramdan bayrama camiye giden bir Müslüman..
Başbakanın istediği dindar nesile tepki gösterip istemeyenler,kendilerine islamın kalın geldiği, iki arada bir derede kalmış Agop yapılı insanlardır.
Şu gizli toplantıda konuşulan itiraflar bilinenlerin binde biridir. Önceki islamın yaşanmaması için uygulana tüm menfi yollara ek olarak; Suriye usulü bir yönetim oluşturmak.. azınlıkların çoğunluğu idare ettiği bir yönetim…
*“Gizli bir toplantıda konuşulan notlar”
“Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli… Askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık…”
– Alevi olmayan herkesin antilaik olma ihtimali uzun vadede de olsa olabilir… Bizden olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin…
– Acaba, yeğeni Aleviliğini ortaya koyucu yanlışlıklar yaptı da ondan hareketle paşamız yıpratıldı bilmiyorum.
– Her yerde irtica var kampanyası başlatılsın.
– Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli.
– Askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık. Özellikle sınıf subaylarının çoğunu bizden atadık.
– Şu anda Atatürk dışında kullanabileceğimiz kim var?
– Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız. “
MEHMET ÖZÇELİK
05-03-2012




SEVAB VE DUA ÜZERİNE

                                 SEVAB   VE   DUA   ÜZERİNE

            Te’siri azim olan duanın[1],sevabı da azimdir.

            Dua edenin acizliği,fakirliği,ihtiyaçlarının sonsuzluğu ölçüsünde,duaya cevab verenin de sonsuz büyüklüğü tezahür etmektedir.

            Her şeyi yaratan yaratıcı,her şeyin duası demek olan ihtiyacını reddetmeyecek,kabul edecektir.

<sp!n style=”mso-tab-count:1″>            Hele hele edilen dualar umumun umumi ve zaruri ihtiyaçlarından kaynaklanan bir isteği ise;elbette red edilmeyecek,kabul edilmese bile cevab verilecek,tabiri caizse işleme konulacaktır.

            O ihtiyaç ve lüzumuna göre her duaya cevab verir. Bazen daha güzel bir surette,bazen de zararından dolayı yerine getirmemekle kabul eder. Yani her isteğe cevab verilir. Ancak hikmeti gereği kabul etmeyebilir. Çünki o hakimdir. Her şeyi en güzel bir şekilde var eden ve verendir.

            Bediüzzaman Hazretleri eserinde özetle:[2] -Amellerin sevabına dair bazı surelerin fazileti ki;mesela Fatiha’nın Kur’an kadar,İhlasın Kur’an-ın üçte biri kadar,Zilzal ve Kâfirun suresinin dörtte biri,Yasinin on Kur’an kadar sevabı konusu hakkında özetle şöyle der;

            Kur’anın her bir harfinin bir sevabı vardır. bu on,yetmiş,yedi yüz (Âyetel Kürsi gibi),bazen bin beş yüz (İhlasın harfleri gibi),bazen on bin (Berat gecesinde okunan âyetler ve makbul vakitlerde okunanlar için),bazen otuz bin (Kadir gecesinde okunan ayetler gibi).

            Mesela;Kur’anda 300600 harfi olduğundan[3] İhlas suresi besmele ile beraber altmış dokuzdur,üç defa 69,207 harftir. Demek ihlas suresinin her bir harfinin sevabları bin beş yüze yakındır. İşte Yasin suresinin harfleri hesab edilse,Kur’anın tüm harflerine nisbet edilse ve on defa katlanması göz önünde bulundurulursa,şöyle bir netice çıkar ki;Yasini şerifin her bir harfi takriben beş yüze yakın sevabı vardır,yani o kadar sevab yazılır. Bunlar gibi başkaları da kıyas edilebilir.

            Aynı zamanda bunlar Terğib ve Terhib yani teşvik ve sakındırmak içindir.

            Her şeyi bu alemin ölçüsüyle ölçmemek lazımdır. Bu kısa dünyanın ölçüsüyle ebedi ve sonsuz olan ahiret alemi ölçülmez. Amellerin sevabı da o aleme baktığı için,dünya görüşüyle baktığımız aklımıza dar gelmektedir,sığışmamaktadır. Buradaki kusur ihatasızlığımızdandır.[4]

            İdrâki maâli bu küçük akla gerekmez.

            Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

            -Mecmuât-ül Ahzab[5]’da da belirtildiği gibi;Kim şu duayı okursa ona Musa ve Harun-un sevabı kadar sevab verilir. Dua meâlen şöyledir:

“Göklerin ve yerlerin Rabbı olan Allaha hamdolsun. Göklerde ve yerlerde büyüklük sadece alemlerin Rabbı olan Allaha mahsustur. Göklerde ve yerlerde azamet sadece alemlerin Rabbi olan Allahındır. O sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. Mülk sadece O’nundur. O semavatın Rabbidir ve sonsuz izzet,hikmet sahibidir.”

Bu söz elbetteki hak ve hakikattır. Ancak aklen izahına gelince;

-İnsan kabiliyet ve ihtiyaç yönüyle ebede namzet bir varlıktır. İhtiyaçları sonsuzdur. elbetteki ebedi olan Allah insanların ahiretteki ebedi ihtiyaçlarını,ebediyyen yerine getirecektir. O halde bu dünyada yapılanlara verilen büyük sevab neden büyük görülsün? Sonsuz alemde ne kadar yer işgal edebilir? düşünülsün!

Aynı zamanda verilenlerin insanın yaptığının karşılığı olarak insana verilmesi, nimetteki lezzeti de ziyadeleştirmektedir.

Allahın hazinesi geniştir. İkrâmı ve ihsanı sonsuzdur.

Oysa Allahın Musa ve Haruna (AS) verdiği ve vereceği sevabı,biz ilmimizle ihata etmiş ve kavramış değiliz. Bizce meçhuldür.

Aynı şekilde bize dünyada iken ahiretten ve cennetten iste istediğini denilse;elbetteki ölçümüz dünya ve içindekiler olur. onlar ise cennetin yanında bir hiç mesabesindedir.

Ve yine küçük bir köyde yaşamış,padişahı bilmeyen ve ondan habersiz olan bir kişiye;-Padişahın sofrasını anlat-denilse;o kişi padişahın sofrasını kendi köyündeki ağasının sofrası gibi tarif edecektir,belki de biraz fazla söyleyecektir.

Buradaki Musa ve Harunun(AS) sevabı kadar verilecek olan;bizim bilgimiz ve tahminimize giren sevabları kadar bir sevab demektir. Yoksa bizzat onlara verilenin aynısı verilecek anlamına değildir.[6]

Buradaki kemiyet yani sayı çokluğu itibariyle olmayıb,keyfiyet yani kabiliyet ve değer yönüyledir.

Böylece her insan kabiliyeti nisbetinde olana sahib olacaktır.

Yoksa bir eri padişah ve binbaşı derecesine çıkarmak,hem ere taşıyamayacağı bir yükü yüklemektir. Hem de diğerlerine bir hakarettir.

 

                                                                                  5-5-1997

                                                                       MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Bak.R.N. Kudsi Kaynakları. A. Badıllı. 485-488,beddua hakk.age.481-485.

[2] Sözler.312.

[3] Bak.Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.100.

[4] Bak.R.N.K.Kaynakları.age.334.

[5] Bak.sh.350.

[6] R.N.K.kaynakları.age.334,Sözler.age.313.




SADAKA – İ CÂRİYE

                                              SADAKA – İ   CÂRİYE

            Erzurumlu Hasan amca İhlas dersanesinin uzun müddettir komşusudur. Memnuniyet verici bir komşuluğu vardır. Hoş bir kişidir.

            Hanımının ısrarlı seslenmesiyle toparlanan Hasan amcaya hanımı ne olduğunu,neden kıvrandığını sorar.

            Hasan amca midesinden çok rahatsızdır,kıvranmaktadır. Sanki sekerât ânını yaşamakta,ölüm alâmeti simasında hissedilmektedir.

            Hanımı tedirgindir. Ne yapacağını,ne söyleyeceğini bilemez. Aklına pratik şöyle bir düşünce gelir ve der;

            -Hasan! Kalk,istersen şöyle bir gez,açılırsın. Kapalı bir halin var. Yürürsen belki açılırsın.

            Ve Hasan amca kalkar. İki kapı ötede ise İhlas dersanesi büyütülmek üzere çalışılmakta,harç yapılmak üzere Hüseyin amca ve Abdulvahab da orada bulunmaktadır.

            Nihayet Hasan amca bunlara yaklaşarak,kolaylık diler. Kendisinin de böyle bir hayır kurumunda katkısı olması düşüncesiyle (1975-de) 100 lira verir. O zamana göre nede olsa iyi bir paradır. Çimentoda bitmiş olup,hiç olmazsa biraz bununla çimento alınabilir.

            Abdulvahab Hasan amcayı sevinçle kucaklayarak musafaha eder ve sıkar.

            Hayret! Hayret ki hayret! ölümcül bir halde olan Hasan amcada hayretle karışık bir hayranlık uyanır. İnanamaz,karnının şiddetli sancısı geçtiği gibi,kendisinde büyük çapta bir rahatlıkta hissetmektedir.

            Sevinç ve rahatlıkla Abdulvahaba bakarak;

            -Ya hu,bende bir rahatlama oldu,sancı kesildi. Sana yüz lira daha vereyim,beni bir daha sık.

            Abdulvahab bir daha sıkar. Hasan amcanın hayret ve şaşkınlıkla karışık sevincine diyecek yoktur. Çünkü şimdi biraz daha rahatlamıştır.

            -Aman Allahım! Olacak şey değil. Ölecek bir hali olan ve yüzünde okunan Hasan amca gül gibi açmakta,rahat bir vaziyet almaktadır. Geldiği gibi değildir.

            -Hasan amca 100 lira verir,bir daha,Allah..Allah…

            -Yüz lira verir,bir kere daha. Aman Allahım!

            -Al yüz lirayı,bir daha sık,der.

            Ve hasılı;beş yüz lira vererek,beş kere kendisini sıktırır.

            -Hüseyin amca durur mu?Bu parayla hemen çok ihtiyaç duyulan,bir kamyon çimento alınır. Önemli çapta bir boşluk doldurulur.

            Hasan amca eve vardığında,bu sefer hayret sırası hanımındadır. Sanki hiçbir şey yokmuş ve olmamış gibi görür beyini ve sorar;

            Hasan amca,başından geçen olayları tüm detayıyla anlatır.

            Aradan birkaç gün geçmiştir. Hasan amcanın hanımı bir rüya görür. Rüyasında kendisine;

            -“Kocanın ömrü beş yıl uzatıldı.”

            Sabah durumu beyine anlatır. Beş defa verdiği,her yüz lira için ömrü bir yıl uzatılmıştır. Toplam beş yıl…

            İşte sadaka-i câriyenin dünyadaki tecelli ve görüntüsü. İşin bir de öldükten sonraki durumu var ki;oda ölünce görülecektir.

            Zaman sel gibi akar,rüzgar gibi eser,füze gibi geçer. Ve aradan tamı tamına beş yıl geçmiştir. Demek ki beş yıl önceki Hasan amcanın hali karın sancısı değil,ecel ve ölüm sancısıymış. Bu durum beş yıl sonra daha net olarak görülür.

            Evet. Beş yıl sonra Hasan amca ölüm döşeğinde,sekerât anındadır. Ve son sözünü söyler;

            “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasulüh.”

 

                                                           2-3-1995- MEHMET   ÖZÇELİK