UMRE HATIRALARI

UMRE HATIRALARI
29 Temmuz 2011 tarihinden 2-Eylül tarihine kadar Ramazan Umresini yapmak üzere geçte olsak Mukaddes topraklara doğru yola çıkmak nasip oldu.
Veysel Karani Karan köyünden kalkarak Medine’ye geldi,Efendimizin evine uğradı ancak mescitte olmasına rağmen O’nu görmedi.Annesine verdiği hemen gelme sözü bir bahane oldu.
İçindeki O’na olan ateşi söndürmek istemedi.Yanmayı,O’na olan hasreti sonuna kadar sürdürmeyi tercih etti.O’na olan susuzluğunu gidermek istemedi.Hayatının sonuna kadar hep susuz kaldı.
Hep yandı..hep yandı.Yanmakla kalmadı kıyamete kadar nicelerini de kendisiyle beraber yaktı.Sadece yanan değil,yakan da oldu.
Bizde belki O’na olan 50 yıllık hasreti gidermek için yola çıkmıştık ancak bir yandan da 50 yıldır biriken kafamızdaki,kalbimizdeki ve duygularımızdaki nice odun ve kömürleri O’nun nuruyla yakmak ve nura dönüştürmek istiyorduk.
O alemlere nur olduğu gibi,nice gönülleri nurlandırmış,kararmış kalpleri aydınlatmıştı.
-Ana rahminden bu dünyaya,bu dünyadan âhirete bir gidiş gibi,umre de farklı bir formata geçiş,bir dönüm noktasıdır.
Hayata güzel bir başlangıç olduğu gibi,-Hitamuhu misk- ile hüsnü hatimeye güzel bir vesile oluyordu.
-Umre hayali de olsa,hakikatların cereyan edip geçtiği yerlerde yapılan bir seyahattir.
Kâinatın merkezine yolculuğumuz başlamıştı.
İHRAM
İhram,kişinin bir şeyi kendisine haram kılması demektir.Haram olanlar zaten yasak olduğu gibi,ihramla helal olanlar da haram kılınıyor,bir sorumluluk ve ağır bir yük altına giriliyordu.
İhram giyildiği andan çıkarıncaya kadar hep ağırlığını ve sorumluluğunu hissettirdi.
Ka’be ve Mekke başlı başına kişi üzerinde bir ağırlığını,mükellefiyetlerini hissettirdiği gibi,ihramda dış alemle olan bağlantısını kesiyordu.Rabbe karşı geride bir şey bırakmadan tam bir yönelişe hazırlıyordu.
Koku sürünülemeyecek,bir ot bile koparılamayacak,hoşa giden gitmeyen, dünyaya aid her şeyden ilişkisini kesecekti.İhlasla Allah’a yönelişe bir hazırlık yapılmaktaydı.
İhramlı için bir sit alanı oluşuyordu.
UMRE
Umrede aslolan birdir.Nafile nevinden fazla yapılabilir.
İhramda nefsin gemlenmesi ve susturulması vardır.Sabra mazhariyet dileyenler bu umre manasını görmek için gerçekleştirebilirler.
Ancak ihramsız ibadet mesela sık sık tavaf etmek,ka’beyi seyretmek,ziyaretlerde bulunmak,şükre vesile olması ve şükre mazhariyeti tahakkuk ettirdiğinden tercih edilir.
İhramdaki fark ise;Hz.Hacer’in sabrı olan Sa’y vardır.
Tavafta ise,Hz.İbrahim’in sevinci vardır.Kâinatla beraber bu sevinci paylaşmak vardır.
Hareket var,bereket var.Mahşer var,korku ve ümit beraber var.
Kişinin Rabbiyle birebir oluş anı,kavuşma zamanıdır.
MEKKE
Allah Mekke’yi övmüş ve oraya tecelli etmiştir.
Mekke’de İbrahim peygamberin duası vardır.
Kur’an-ı Kerim-de:” İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilahi kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır.Ahirete iman edenler, ona da inanırlar.Onlar namazlarını vaktinde kılarlar.”
Bu belde emin belde kılınmıştır.Tıpkı peygamberinin Emin olarak namlanması gibi.
“De ki: “Bana ancak, bu beldenin (Mekke’nin); onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbine kulluk yapmam emredildi. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa de ki: “Ben ancak uyarıcılardanım.”
“Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,”
Mekke’de Allahın Celâl ismi tecelli etmektedir.
Orada büyüklük var,disiplin var,yükümlülük ve yorgunluk var,ciddiyet var,Allah ve kulunun dışında hiçbir şey yok.
Oradaki ibadet ferdi,bire bir,şerikleri reddeden bir ortam.
KA’BE
Ka’be ibadet yeri kılınmış,İbrahim peygamberin bereketle duasına mazhar kılınmış,oğlu İsmaille inşa etmiştir,kıble olmuştur.
Gitmeden önce şu tesbitte bulunmuştum;Memleketine kişi dünya işlerinden vakit bulursa ahret işlerine yönelirken,o beldelerde ahret işlerinden vakit bulursa dünya işlerine yönelinmektedir.
Kişi Mekke ve Medine’de adeta akıl ve kalbinden zincirle Ka’be’ye ve Mescid-i Nebeviye bağlanmış,sürekli çekilmektedir.
Yukarıdan beyti mamura, arşa,aşağıdan ferşe kadar bir uzantısı vardır.
Ka’be’yi görürken,seyrederken,tavaf esnasında ve düşünürken,hep şu hadisi kudsi hatırladım;
“El-azametü izari vel-kibriya-u rida-i”-Azamet benim izarım,Kibriya benim ridamdır.-
Azamet ve kibriyası her şeyi kuşatmıştır.Ka’be bu manayı göstermektedir. Azamet ve kibriyanın bir simgesidir.İzzet ve azameti cemeden makam.Allahın izzet ve azametini görmek isteyen ka’be-ye bakmalıdır.
Şiddeti zuhurundan gizlenmiş,azameti kibriyasından ihtifa etmiş.
Mekke’de her şey Ka’be odaklı,ka’be hakim,saatler ka’beye göre ayarlı,Ka’be saati orada çalışmaktadır.Uyuma,yeme,kalkma,çalışma hepsi ka’be üzerine bina edilmiş.
Ka’be dört duvardan oluşmuş nasıl bir hakikata sahip ki,kendisine nasıl bir hakikat yüklenmiş ki;insanların gönüllerini,bedenlerini,mallarını,ailelerini dünyanın her tarafından getirip etrafında toplamakta ve döndürmektedir.
Hz.Hacer nasıl bir samimiyet ve teslimiyet göstermiş ki,Allah O’nun koşmasını insanlara ibadet olarak emretmiş,her bir işleri dinin temel taşlarını oluşturmuştur!
-Ka’be her insana bir haşyet veriyor.
Bir yandan paratoner,bir yandan rahmet kapısı,diğer yandan dünyanın bir denge unsuru.Köprülerdeki güç dengesini,güçlendirici özelliğini oluşturmaktadır. Alemleri ve dünyayı sarsılmaktan vikaye etmektedir.
Beytullah yani simgeselde olsa Allah’a ev oluyor.İsmiyle ve zatıyla oraya ve oradan tecelli ediyor.
Hacer-i Esvedle,Makamı İbrahimle,Safa ve Merve ile onu takviye ediyor.
Simge ve simgesel bir hakikat.Hakikatların hakikatı.
Harem dairesi O’nunla başlıyor.Mahrem olan O’na has olan.Dokunulmazlığı var.Herkesin giremediği,her şeyi rahat yapamadığı mahrem daire.
Mescid-i Haram ibadetle taçlanmış ulvi mekan.
Allah’a ibadet ve duaların yükseldiği metafor,miraç ve asansör.
Dünyada O’na giden en kapsamlı ve özel yol buradan geçmektedir.
Efendimizde miraca buradan yükselmişti.
Ka’be kâinat atomunun çekirdeği,ka’be çekirdeğinin çıkarılıp alınmasıyla kâinat bomba olup patlayacaktır.
Ka’be-de dolayısıyla Mekke-de her şey hareket halinde,hayatın bir faaliyet ve hareket olduğu her yönüyle görülüyor.
Burada hareketin ve hareketliliğin olmaması demek,hayatın durması ve olmaması demektir.
Hayatın devamı hareket ile sürdürülmekte ve sağlanmaktadır.
Cİ’RÂNE OLAYI
Ci’rane olayı Müslümanların mal ile imtihan edilmeleri sonucu ortaya çıkan ibretlik olayları bizlere anlatmaktadır.
İhrama girme yerlerinden biri olan Cirane Mekke-ye 29 km mesafede olup, Rasulullahı dinlemeyen sahabenin düşmüş olduğu mahcup durumu göstermektedir.
Kur’an-da Talutla Calut arasında geçen savaşta,Müslüman taraf olan ve Davut peygamberinde içinde bulunduğu Talut kavminin suyla imtihanı gibi,Ciraneliler de Huneyn gazvesi sonrası beklemeyip hemen kendi aralarında ganimeti taksim etmiş,daha sonra Müslüman olan altı bin müşrikin ganimetten pay alma durumlarını düşünememişlerdi.
“Tâlût, ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.
(Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.
Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”
Peygamber Efendimiz burada on gün kadar, sayısı büyük bir miktar tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerleri arasında taksim etmeksizin bekledi. Maksadı, müslüman olarak gelip kendisine müracaat edeceklerini ümit ettiği Hevâzin heyetine esirleri ve ganimet mallarını iade etmekti. Fakat Hevâzinliler gecikti. Bu arada henüz yeni müslüman oldukları için Islâmî bir suura iyice erememis ve mal hırslısı olan bazı bedevîler ile bir takım münâfıklar, ganimetleri kendilerine dağıtması konusunda Hz. Peygamber’i zorladılar; hatta kaba tavırlarla O’nu rencide ettiler.”
MEDİNE
Medine-de Mekke-nin aksine;Cemal ismi tecelli etmekte, muhabbet, yakınlık, dinlenme ön plana çıkmaktadır.
Medine Efendimize kucak açtığı gibi,bu günde Efendimiz adeta gelenlere kucak açmaktadır.
“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
Medine iman ve hicrete hazır hale gelirken,onun dışındaki yerler kılınçla fethedilmiştir.
Allah Medineyi Dâr ve İman olarak isimlendirmiştir.Buda O’nun fazilet ve senasına işarettir.
Mekke-ye ev sahipliğini Allah yapar,kalpleri ka’beye bağlar ve İbrahim Peygamberin bereket duasına mazhar olurken,Medine-ye ev sahipliğini Efendimiz yapmakta ve Mescid-i Nebevi ile kalpler oraya bağlanmaktadır.
Mescid-i Nebevi takva üzerine tesis edilmiştir.
“Onun için kesinlikle orada namaza durma! Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit, içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Onun içerisinde tertemiz olmayı seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.”
Mescid-i Haramdan sonra en faziletli bir mesciddir.Efendimizde bunu hadisleriyle teyid etmiştir.
Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz. diğerlerinde kılınan yüz bin namazdan daha faziletlidir”
“Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz. Mescid-i Aksâ’da kılınan bin namazdan daha hayırlıdır”
“Benim mescidimde kılınan bir namaz -Mescid-i Haram hariç- diğerlerinde kılınan yüz namazdan daha faziletlidir”
“Benim mescidimde kılınan bir namaz -Mescid-i Haram hariç- diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescidi Haram’da kılınan bir namaz da benim mescidimde kılınan yüz namazdan daha faziletlidir”
Benim mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Aksa’da kılınan dört (yüz) namazdan daha faziletlidir”
Mescid-i Aksâ’da kılınan bir namaz -Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebi hariç- diğer mescidlerde kılınan bin namaz kadar sevaptır”
-Ve peygamberler mescidinin sonuncusudur.
-Esenlik yurdudur.
“Seni o yerden (Mekke’den) sürüp çıkarmak için neredeyse seni sıkıştıracaklardı. Bunu yapabilselerdi, senin ardından orada pek az kalırlardı.”
“De ki: “Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver.”
Medine-de Mekke gibi harem bölgesidir.
Hadiste;“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim kevser üzerindedir”buyurulur.
Allah rasulüne hicret için burayı tercih etti.
Efendmize rüyasında hicret edeceği yerin hurmalıklı bir yer yani Medine olduğu önceden gösterilmişti.
Efendimizin bereket duasına mazhar olmuş bir yerdir,Mekkeden bile…
Bu gün bu bereket manası görülmektedir.
-Efendimiz Medine-deki zorluğa sabredene şefaatı ve Müslüman olduğuna dair şahitliği müjdelemiştir.
-7 hurma yemekle zehir ve sihirden korunulacağını bildirmektedir.
Hurması bile şifadır.
-İki melek tarafından korunmaktadır.
-Böylece şeytan bu beldede putlara ibadet edilmekten ümidini kesmiştir.
Çünkü hep Efendimizin duasına mazhardır.
“Allah’ım! Bize Mekke’yi sevdirdiğin gibi daha fazlasıyla Medine’yi sevdir.”
“Allah’ım! Medine’yi Mekke’nin iki katı bereketli kıl.”
-Taun ve Deccaldan korunmuştur.
-Şehitler ölmezse,onlardan kat kat üstün seviyede olan Peygamber Efendimiz hiç ölür mü?
O diridir.Hadiste:”Allahın gezici melekleri vardır.Ümmetimden selamları bana ulaştırır.”
“Peygamberler kabirlerinde (mükellef olmaksızın)namaz kılarlar.”buyrulur.
“Bana salat getiriniz.Muhakkak ki salatınız bana olduğu gibi ulaştırılır.”
UMRE SONRASI HAYAT
Umreden sonra artık hayat iki kısımda ele alınabilir.Umre sonrası hayat farklılığını fark ettirmelidir.
Elbette Mekke-Medine,Umre ibadetleri birer boyacı küpü değildir ki insanları batırıp çıkararak değişime tabi tutmuş olalım.Birden bu durum görülmese de göz önünde bulundurularak yılların biriktirdiği yanlışlıklar yerini doğrulara bırakmalıdır.
Hayatı isyanla ve boş geçmiş bir insanın bir anda değişmesi elbette mümkün değildir.
Ömrü saniyi ahiret yolunda harcamalı,bir ahiret adamı olmalıdır.
Efendimizin nurundan daha çok istifade edilmelidir.
O’nun nurundan uzak olanlar ve kalanlar,madden ve manen zulümat içerisindedirler.
Efendimiz trafodan evlere veya barajdan şehirlere giden enerji haltlarının ve elektriklerin ara sigortası,ana dağıtım merkezini oluşturmaktadır.
Enerji O’na yükleniyor ve O’da yüklüyor.Oradan asırlara dağılıyor ve dağıtılıyor.Bir emniyet sigortası oluşturuyor.Aksi takdirde fazla gelen voltajı insanlar yüklenemeyecek,sigorta atıp yanma olacaktır.
Ağır riskiyle beraber Efendimiz bunu yüklenmiştir.
O’ndan gelmeyen ve alınmayan enerji kaçak enerjidir ve tehlikelerle doludur.
Diğer peygamberler İlahi Enerji Dağıtım Şirketleri (iedş) sözleşmeleri bittiğinden dolayı kapanmış,elektrik ve enerji vermemektedirler.Kaçağa girmektedir.Cezayı gerektirmektedir.
Efendimiz kıyamete kadar gönüllere ve gözlere nur olacak olan bu dağıtımını hala sürdürmektedir.
Yapılacak iş sadece hayat fişini O’nun pirizine takmaktır.
O’nun dışındaki bütün pirizler devre dışıdır.
Güneş bile nurunu O’ndan almaktadır.
MEHMET ÖZÇELİK
09-09-2011




MUHARREM AYI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

MUHARREM AYI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
İslâmda ramazan ayından sonra en ehemmiyetli bulunan ay muharrem ayıdır.
Bugüne “Âşura” denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Hadis kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiği içindir.
Bu konuda Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.
“Bu ne orucudur?” diye sordu.
Yahudiler, “Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam da, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.
*Bu hususta Hazret-i Âişe validemiz şöyle demektedir:
“Âşûrâ, Kureyş kabilesinin Cahiliye döneminde oruç tuttuğu bir gündü. Rasulullah da buna uygun hareket ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretti. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca kendisi Âşûre gününde oruç tutmayı bıraktı. Bundan sonra Müslümanlardan isteyen bugünde oruç tuttu, isteyen tutmadı.” ‘Buhari, Savm: 69.
O zamanlar henüz Ramazan orucu farz kılınmadığı için Peygamberimiz ve Sahabileri vacip olarak o günde oruç tutuyorlardı. Ne zaman ki, Ramazan orucu farz kılındı, bundan sonra Peygamberimiz herkesi serbest bıraktı. “İsteyen tutar, isteyen terk edebilir” buyurdu.
Böylece Âşure orucu sünnet bir oruç olarak kalmış oldu.
Âşure orucunun fazileti hakkında da şu mealde hadisler zikredilmektedir.
Bir zat Peygamberimize geldi ve sordu:
“Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?”
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, “Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah’ın ayıdır. Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir kavmin tevbesini kabul etmiş ve o günde başka bir kavmi de affedebilir” buyurdu.
Yine Tirmizi-de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Âşure Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.”
“Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur.”hadis-i şerifi ise, bu günlerde tutulan orucun faziletini ifade etmektedir.
Bu hadis hakkında İmam-ı Gazali, “Muharrem ayı Hicrî senenin başlangıcıdır. Böyle bir yılı oruç gibi hayırlı bir temele dayamak daha güzel olur. Bereketinin devamı da daha fazla ümit edilir” demektedir.
Gerek Yahudilere benzememek, gerekse orucu tam Âşure gününe denk getirmemek için, Muharrem’in dokuzuncu, onuncu ve on birinci günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.

*Haram ayları olan Zilkade,Zilhicce,Muharrem,Receb ayları olup,islamdan öncede o aylar kutsal sayılmış,savaş yapılmamış,yapılmış ise bırakılmıştır.
************
*Hz.Osmanın şehid edilmesinden sonra failinin bulunup cezalandırılması, gerekirse failinin bilindiği kavmin teslim etmemesi halinde tümünün kılıçtan geçirilmesi teklifini kabul etmeyip,adalet-i hakikiyeyi adaleti izafiyeye tercih eden Hz.Ali,failinin bulunacağını söylemesine rağmen,siyasi entrikalar sonucu Hz.Aişe tarafı ile Hz.Ali tarafı savaşa girer.
Olay önceden de Efendimiz tarafından haber verilmiştir.
Efendimiz ezvâc-ı tâhirâtına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” “Sana Hav’eb köpekleri havlayacak.”
Deve üzerinde iken bu yerin farkına varan Hz.Aişe, çakıl taşlarıyla belirginleşen bu yeri çevresine sormasına rağmen ok yaydan çıkmış olmasından Hz.Aişe yanıltılarak savaşa girmesine sebep olunur.
Peygamber eşi de siyasetin kurbanı olmuş,bir çoklarını da kurban etmiştir.
*”Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.” Müsned, 5:220, 221.
30 yıllık hilafetten sonra Emevilerle başlayan Sıffin vak’ası ise,siyasetin açıkça entrikası sonucu gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak bu savaşlarda her iki taraf için ölçü şu olmalıdır:”Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kâl etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tirler.”
*Siyasetin kurbanları yüzlercedir.Hz.Ali-den Hz.Hasan ve Hüseyine,Ahmed bin Hanbel’den İmam-ı Âzam Ebu Hanifeye,İbni Sinadan İmam-ı Gazaliye,Hallac-ı Mansurdan Bediüzzaman ve zamanımıza kadar süregelmiştir.
*Fitneler Hz.Ömer’in şehid edilmesiyle başlamış,Cemal vak’asıyla fitili ateşlenmiş,Sıffinle ayyuka çıkmıştır.

“Cemel vakası” Cevdet Paşa, “Kısas—ı Enbiyâ”sında Hazreti Ali’nin çatışmadan önce Talha ve Zübeyr’le görüşerek, “Mukateleye hazır olmuşsunuz amma huzur—ı Bâri’de bir özür ve sebep hazır ettiniz mi? Ben sizin din kardeşiniz değil miyim?” diye sorduktan sonra Talha’ya hitaben, “Kendi haremini hanesinde terk ile Resûllah’ın (s.a.v) haremini buraya getirip de onunla birlikte mukatele mi edeceksin?” demesi üzerine Talha’nın bu sözleri makul görerek nedâmet getirdiği kaydediliyor. Zübeyr’e de aynı şekilde hitab eden Hazreti Ali, neticede bu iki mühim şahsiyeti ikna etmişse de Cevdet Paşa’ya göre oğulları cenk üzerinde ısrar etmişlerdir.”[
*“[Kısas-ı Enbiyâda, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile harb edenlerin sayısının, Cemel, ya’nî deve vak’asında otuzbin olduğu yazılıdır. Sıffîn vak’asında, Hazret-i Alî ile harb edenlerin yüzyirmibin kişi olduğu bildirildi. Her ikisinde ölenlerin toplamı kırkbeşbin idi. Yukarıda bildirdiğimiz gibi, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki yehûdî ve arkadaşları, müslimân görünerek, Eshâb-ı kirâm arasına fitne sokdular ve binlerce müslimânın şehîd olmasına sebeb oldular. Yehûdîlerin birçok Peygamberi dahî şehîd etdikleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.]”
*********************
*Masonların çoğu tarafından kurulmuş olan ittihat ve terakkiden bu yana bir buçuk asra yaklaşan süre içerisinde meydana gelen tüm problemlerin ve kaosların ana sebebi,insanların kendilerini meşru olarak ifade edebileceği bir ortamı bulamamaları ve meşru dairede hareket edememelerinden kaynaklanmaktadır.
Toplum bahçesine giden suyun arkı değiştirilmiş,toplum maddi manevi susuz bırakılmış,fıtrata aykırı uygulamalarda bulunulmuştur.
*Masonluğu ilk kuran Talat Paşa olup,ittihat ve terakki cemiyetinin bir çok üyesi masondur.Türkiyeye masonluğun gelişi Selanik kaynaklıdır.
*Askeriye düzelmedikçe veya siyasetten uzak tutulmadıkça toplum düzelmez. Askeriyeye demokrasi gelmeden toplum demokratikleşemez.Türkiyenin problemi, askeriyenin içindeki cunta problemidir.
*Şakir Paşa Atatürkün Vahdettin tarafından gönderilmesine iki kere karşı çıkmış,onun idareyi değiştireceğini hatırlatmasına rağmen,o hassas dönemde,mecbur kalınarak,şahsi hedefler düşünülmeden olmasına karar verilmiştir.Yıl 1919-dur.
* CHP`de yaşanan tüzük krizinin ardından Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu bir basın toplantısı düzenledi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, `Statükodan en çok şikayet eden benim. Korku imparatorluğu vardı Türkiye`de.
Partideki korku imparatorluğunu da yıktık, ondan sonra da Türkiye`deki korku imparatorluğunu yıkacağız` dedi.” 2010-11-03
-AK Parti Genel Başkan Yardımcısı,Ankara Milletvekili, Salih Kapusuz; ‘’ Meğer asıl korku imparatorluğu CHP’nin içindeymiş. Bunu kendi genel başkanları söyledi, eski genel sekreterleri de cevapladı. Daha kendi iç problemlerini halledememiş bir siyasi parti olan CHP’nin, toplumun ve milletin beklentilerine karşılık çözüm üretemeyeceği ortada.’ ‘diye konuştu.
Bütün bu olayların altında yatan siyasi entrikaların toplum menfaatının önüne geçmesi sebebiyledir.
*Osmanlıda değil Müslümanların gayrı Müslimlerin ve herkesin kendisini rahatlıkla ifade etmeleri onu altı asırdan fazla ayakta tutmuştur.
Bin yıldır tekkelerde Allah diyenler susturulmuş,tekke ve zaviyeleri kapatılmış, dergahlar görevlerini yapmamış,yapamamış,yerine geçen ve ihtiyaca cevap vermeye çalışan,meselesi Kur’an öğretmek olan Süleyman Efendi takib edilmiş,susturulmaya çalışılmış,Kur’anın tefsirini asrın anlayışına uygun yorumlayan Bediüzzaman 28 sene hapis hayatı,19 defadan fazla zehirlenme ve takiplerde ortadan kaldırılmaya çalışılmış, kısaca hiçbir cemaat ve derneğin meşru olarak kendisini ifadeye müsaade edilmemesi kavgaların ana sebebini oluşturmaktadır.
Gizli komite içi sürekli istediği şekilde şekillendirme sevdasıyla kaos çıkarmış,korku devletini sürdürmüştür.
Zaman içerisinde baştaki baştakilerin başlarında aklın olmaması,kalbde de yeterli imanın bulunmaması,kötü niyetli entrikalar,gizli komitelerin faaliyetleri bizleri hep kaos içerisinde mahkum durumda yaşatmıştır.
N.Fazılın büyük doğu mecmuasının 29.sayısında,Bediüzzamanın Emirdağ lahikasının 227.sayfasında-lozanın iç yüzü-adlı ifşaat işin fecaatını göstermektedir.
Bunun müsebbibi ise,60-tan bu yana siyasete giren ve darbelere alet olan ordu ve ordunun içerisindeki cuntanın dışarıdakilerle el ele vererek kaos ortamını oluşturarak topluma korku salma siyasetidir.
Heronlar,kendi uçağımızı düşürme,fatih camiini bombalama,kaos ortamını oluşturmaya yönelik faaliyetler,darbe entrikaları ve faili meçhuller,sayılamıyacak binlerce belge,bilgi ve ses kayıtları bu vatanın evladının yapabileceği bir şey kesinlikle değildir.Bunlar bu vatanın evladı olamazlar.Bu toplumun kanına sahip insanların işi olamaz.
Bin yıldır islâmın şerefle bayrağını dalgalandıran bir ordunun efradından olamazlar ve böyle bir ruha sahip olan ordu bu ruhsuzluğa ve olumsuzluğa asla müsaade edemez.
Yönetim bilimi olması gereken siyaset;hep menfaat,taht kavgası,problemlerin kaynağını oluşturmuştur.
Bediüzzamanın; şeytanın ve siyasetin şerrinden Allaha sığınmasının hakikatı ve doğruluğu her seferinde de görülmektedir.
Siyasetin verdiği zarar faydasından her dönemde çok olmuştur.
MEHMET ÖZÇELİK
05-12-2010




DUA,41 YASİN VE FAZİLETİ

DUA,41 YASİN VE FAZİLETİ

Duanın tesiri azimdir.Her duaya cevab verilir.Ancak kabulü şartlara bağlıdır.Şartların oluşumu duanın kabulünde müessir bir rol oynar.

Teyzem bir maksadının kabulü için bin bir İhlas okur.Ancak isteği yerine gelmediği gibi bir uyarıyla hatırlatmada bulunulmuştur.

Teyzem rüyasında başsız olarak dolaşmakta olan tavukları görür.İlk etapta buna bir mana veremez.Ancak sebebini sorup tabirini araştırdığında sebebini şöyle bulur;İhlasları okurken başında sadece bir kere besmele çekmiş,ondan sonrakilerde ise çekmemiştir.Böylece rüyada önceden besmelesiz okumuş olduğu 1001 ihlaslardan dolayı gece rüyasında,başsız dolaşan tavukları görür.

-Hasan amca,çok kötülükte bulunan birisi idi.Akibetide kötü bir şekilde sonuçlanmıştı.

Ölmeden önce çocuklarına ölümü durumunda orada bulunan ziyaretteki zatın bulunduğu kabristana gömmelerini vasiyet eder.

Ölümünden birkaç gün öncede o zatın kabristanını ziyaret etmek amacıyla kendisini oraya götürmelerini çocuklarından ister.Çocuklarıda bu isteğini karşılamak amacıyla babalarının temizliğine bakar,hazırlar ve o ziyarete götürürler.

Ziyarete varan baba bir ara çocuklarına bastonunu vermelerini söyler.Onlarda türbenin içerisinde bir mana veremedikleri,dışarı çıkmaya yorumladıkları bu duruma karşı babalarının bastonla o zatın türbesine bir yandan vururken bir yandan da;Sen nasıl beni kabul etmezsin,sen nasıl olurda bana gelme dersin,diyerek vurduklarına şahit olurlar.

Babalarından bu durumun sebebini sorduklarında şöyle anlatır;Ben size ölürsem bu zatın bulunduğu türbenin yanındaki kabre beni gömmenizi istemiştim.Dün gece ise rüyamda bu zatı gördüğümde bana;Buraya gelme,bizim yanımıza gelme diyerek,benim buraya gömülmeme razı olmadı ve istemedi.

Ve sonuç aynen de öyle olur.Salihler meclisince kabul edilmemiştir.Kötü bir durumda iken 10 gün sonra ölerek başka yere gömülmüştür.

-41 Yasin’inde bir çok keramet ve ikramları bir çok insan tarafından görülmüştür.Hayatımda hiçbir zaman unutamayacağım bir hatıraya şöyle şahid oldum:

Kayseri’de bir dostumuz iki gündür azab içerisinde kıvranıp ancak ölmeyen ölüm döşeğindeki akrabasına 41 yasin okumamız için beş arkadaşı davet etti.

Gittiğimizde şahid olduğumuz manzara hiçbir zaman silinmeyecek silinmeyen cinsdendi.

Manzara şuydu;26 yaşlarındaki bu genç gözleri kapalı,boğazından arabanın eksozu gibi hırıltı çıkmakta,karın bir metre havaya kalkıp inmekte,sanki karnında bulunan bir dikenli telin boğazından çekilmesiyle vermiş olduğu bir acı yüzünden okunmakta idi.Bakılması güç tam korkunç bir manzara ile karşı karşıya idik.Ve bu insan iki gündür bu hal üzere idi.

Biz beş arkadaş yasin’e başladık.Beş dedik,bir azalma oldu.On dedik,ses kesildi ve karın inip kalkması azaldı,sima değişti.Onbeş-yirmi dedik,kulak vermeye başladılar,acaba öldü mü diyerek.Yirmibeş-otuz dedik,nabzını yoklamaya başladılar.Ve nihayet otuz sekize geldiğimizde öldü dediler.

Bu durumu anlattığım bir kişi –herne kadar ölçü olmasada- şunu hatırlatmıştı;Hocam otuzsekiz Kayseri’nin plakası..işte tevafuk…

Yasin o insan için büyük bir rahmet olmuştu.

Çünki ya öldürüp ya da dirilten Yasin;ölmekte olan bu insanı öldürmüştü.

Bütün hayırlı işlerde 41 Yasinin faydası müşahede edilmektedir.41 kere oluşu bir şifredir.Hadisde Peygamberimiz;Yasin Kur’an-ın kalbidir,buyurmuştur.Ve bu surede anlatılanlar ise;kalbi ihtizaza getiren ibretli olaylardır.

Rasulullah Hicrete çıkacağında evinin etrafını saran,öldürmek üzere gelen müşriklerin üzerine 9 âyetini okumuş ve üfleyerek aralarından rahat bir şekilde geçmiştir.

Yasin’in bir adıda kazalardan koruyucu anlamına –Müdafi-i kazadır.

-Yasin hakkında hadis ve tefsirlerde şöyle buyrulur:

-Yâsîn Sûresi Mekkîdir.Âyetleri – Kûfîde seksen üç, maadasında seksen ikidir.Kelimeleri – Yedi yüz yirmi yedidir.Harfleri – Üç bindir.

– Bu Sûreye;Azîme,Muimme,Müdafaa-i Kâdiye,Kalb-i Kur’an» dahi denilmiştir. Âlûsî nakleder: «Ebû Nasrı Sezcî İbânede «Hasen» diyerek Hazreti Aişeden şöyle tahric eylemiştir: Müşarün’ileyha demiştir: Resulullah şöyle buyurdu «Kur’anda bir Sûre vardır ındallah Azîme yad olunur, sahibi de ındallah şerîf yad olunur, sahibi Kıyamet günü Rebîa ve Mudardan daha çokları hakkında şefaat eder. O, « Yasin » Sûresidir». Said ibni Mansur ile Beyhekî dahi Hassan ibni Atıyyeden tahric eylemişlerdir ki Resulullah şöyle buyurmuş «Yasin » Sûresine Tevratta Muımme denilir: Sahibine Dünya ve Âhıret hayrına ta’min eyler ve ondan Dünya ve Âhıret mihnetlerine karşı kor, ve Dünya ve Âhıret korkularını def’eder, buna müdafiai kadıye dahi denilir, sahibinden her fenalığı defeder ve her hayırlı haceti kaza eyler.Maamafih Beyhekî demiştir ki bunda Süleyman ibni defâ’dan Muhammed ibni Abdurrahman ibni Ebi Bekri ced’anî teferrüd eylemiştir. O ise münkerdir.Mamafih.Bununla beraber Hatîb dahi Enesten mislini tahric eylemiştir.Tirmizi, Kuteybe ve Süfyan ibni Veki’ tariklarından Katade hadîsiyle Enesten Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki: «her şey’in bir kalbi vardır, Kur’anın kalbi de « Yasin» dir. Her kim «Yasin» okursa Allah onun kıraetine on kerre Kur’an okumak sevâbı yazar» diye tahric eylemiş ve buna bir hadîsi garîbdir demiş, senedinde Harun ibni Muhammedin mechul bir şahs olduğunu ve bu babda Hazreti Ebû Bekrisıddıktan da bir rivayet varsa da isnadında za’f bulunduğunu söylemiştir. Fakat alûsî şunu da kaybeder: İmam Ahmed ve daha gayrileri hadisiyle Ma’kıl ibni Yesardan sahih olarak merviydir ki Resulullah sallallahü aleyhi vesellem: «Yasin» Kur’anın kalbidir» buyurmuş ve bu, onun isimlerinden biri addolunmuştur.

-Huccetül’islâm İmamı Gazalî buna bir vecih olmak üzere bu Sûrede haşr-ü neşrin çokca zikredildiğini,bir çok defa takrir edilmiş olduğunu haşr-ü neşri i’tiraf da iymanın kalbi mesabesinde bulunduğunu söylemiştir. İmamı Razî de bunu beğenmiştir, Keşifte şöyle denilmiştir: bir şey’in kalbi onun lübbü ve aslıdır ki maadası onun mukaddimatından veya mütemmimatından sayılır. Bu Sûreye kalb tesmiyesinde de işareti nebeviyye Fatihaya Ümmülkitab tesmiyesinde söylediğimiz vecih olsa gerektir. Ya’ni Peygamberler göndermek ve kitablar indirmekten maksud kulları meadda (öldükten sonra tekrar dirilme) gayei kemallerine irşaddır. O kemal ise burada zikr olunan tahakkuk ve tahallûk ile olur ki sıratı müstekıme sülûk ta’bir olunur. Bu sûre de işte onu beyana dairdir.Bundan Gazalînin haşri tahsıs etmesinin vechi de anlaşılmış oluyor. Biz de bunu şöyle ifâde etmek isteriz: Kalb hayatî heyecanın bir menşei olduğu gibi bu Sûre de sırrı ba’s (tekrar dirilmenin sırrı) ile bir heyecanı dinî ifâde ettiği için Kalbi Kur’an tesmiye edilmiştir demek olur.

-Yine bu hikmete mebni olsa gerektir ki sahih haberlerde bu Sûrenin mevtaya okunması hakkında emir dahi varid olmuştur. Ezcümle İbni mâce, Ma’kıl ibni Yesardan şöyle tahric eder: Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki;onu mevtanızın yanında okuyun: ya’ni yasîni» burada mevtadan murad, hali ihtizarda (sekerat yani ölüm anında) ölmek üzere bulunanlardır deniliyor, Taybî demiştir ki: el’ılmü ındallah bunun sirri şu olsa gerektir: bu Sûrei kerîme usuli iyman ılminin ümmehatını, nübüvvet, keyfiyyeti da’vet, ahvali ümem, ef’ali ıbadın Allah tealâya istinadı, isbati tevhid, nefyi zıdd, emaratı sâa, haşr-ü ıâde gibi mesaili mu’teberenin hepsini takrir ve beyan ile meşhundur(doludur), İbni Hıbban, mevtâ ile murad, muhtadar «Ölüm anıdır»der. İbni Ebiddünya ile İbni Merduyenin tahric eyledikleri şu hadîs de bunu te’yid eyler: « Her hangi bir meyyitin baş ucunda –Yasin- okunursa her halde Allah ona kolaylık verir.» Bununla beraber müteahhırînden ba’zıları hadîsi zâhiri ile ahzeylemiş, hayır öldükten sonra okunur demiştir. Ba’zısı da kabrinin başında okunmasına zâhib olmuştur. İbni adiyy ve sairenin rivayet ettiği şu haber de bunu te’yid eyler: her kim anasının babasının ve yâhud bunlardan birinin kabrini her Cuma ziyaret eder de yanlarında -Yasin- okursa her harfinin adedince ona mağrifet edilir. Bu babda daha diğer eserler de nakledilmiştir.[1]

-Yâsin ve fazileti konusunda Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde şöyle buyururlar:

“Sure-i Yâsin, lafz-ı Yâsin’de yazıldığı…”[2]

“”Sure-i Yâsin on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır.”[3]

“Sure-i Yâsin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı Hakîm’in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir.”[4]

“Birinci Sual: Denildi ki: “Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’anî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz’î birtek hediye ân-ı vâhidde hadsiz zâtlara yetişmek ve her birisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.”

Elcevab: Fâtır-ı Hakîm nasılki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (A.S.M.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi, öyle de; okunan bir Fatiha dahi, (meselâ) umum ehl-i iman emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasılki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler âyineye (herbirine) tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbirine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.”[5]

“Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

İşte bu hâdise, kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an’la münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.”[6]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.Mürşid.

[2] Sözler.299,Mesnevi-i Nuriye.196,248

[3] S.346.

[4] S.347.

[5] Şualar..685,Sikke-i Tasdik-i Gaybi..69.

[6] Barla Lahikası.168-169,St.19-20,Tarihçe-i Hayat.328.




İYİLİĞİ EMİR KÖTÜLÜKDEN NEHYETME

İYİLİĞİ EMİR KÖTÜLÜKDEN NEHYETME

Peygamber sıfatı. Peygamber derecesindeki bir kutsal vazife. Peygamber yolu.Yüceliğe taliblerin ulvi yolu. Kur’an dili ve tarzı. Şerefli kalma ve şerefli kılma makamı.

Kurtubi-ye göre; Hilafet makamı.[1]

Hadiste:” Kim,emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker yaparsa o Allah-ın,Allah rasulünün ve kitabullah-ın halifesidir.”

Tebliğ bütün efradıyla en güzel bir şekilde arz ve takdimden ibarettir.

“Eğer yüz çevirirlerse,sana düşen görev,sadece hakkı tebliğdir. Allah kullarını hakkıyla görür.”[2]

Bu tebliğ görevinin iki şekilde yapılacağı da belirtilmektedir;Korku ve Müjdeleme.

“ Biz seni sırf Kur’an-la müjdelemen ve uyarman için gerçeğin ta kendisi olarak gönderdik.”[3]

Hidayet ancak ve ancak Allah-a aid olup,insanlara aid değildir. Şifa,rahmet,hayat,rızık gibi Hidayette doğrudan doğruya Allahtandır.

“ Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin,lakin ancak Allah dilediğini doğruya hidayet eder. O hidayete gelecek olanları pek iyi bilir.”[4]

Rivayete göre Efendimiz son demlerinde olan amcası Ebu Talibe “ Lâ ilâhe illallah”de ki;kıyamet günü senin lehine şehadette bulunayım.

Ebu Talib ise:”Kureyş kadınları beni kınarlar,korkudan bunu söyledi derler. Eğer böyle demeyecek olsalardı,müslüman olub seni sevindirirdim.”ve bu duruma peygamberimiz çok ısrar ediyordu.

Diğer rivayete göre de;Ebu Cehil-in Ebu Talibe karşı,Mekke-nin ileri gelen bir kişisi olarak,yetim Muhammedemi iman edeceksin,ifadesiyle onu engelleme yoluna gittiği de anlatılır.

Kötülükte ısrar edenlere,tebliğde bulunanlar için bir günah ve sorumluluk da yoktur.[5]

Bu hidayetin rızık korkusuyla engellenip kaçınılmaması,rızık verenin ise Allah olduğu bilinmelidir.[6]

İnsanlığın başı olan Hz. Âdem,aynı amanda bir peygamberdir. O zamandan beri,bu tebliğ görevi de bütün ümmetlerde ,insanları hakka davet etmek üzere uygulana gelmektedir.[7]

Bu görev ifa edilirken güzellikle ve yumuşak olarak söylenilmesi,irşad metotlarındandır.

Nitekim Allah,Hz. Musa-yı Firavn-a gönderirken bunun usul ve ölçüsünü de vermiştir. “Haydi kardeşinle birlikte âyetlerimle gidiniz,sakın beni anmakta gevşeklik göstermeyiniz. Gidin,Firavuna,zira o iyice azdı. Ona tatlı,yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.”[8]

Burada iki kişinin gitmesi;bir yandan kardeşi Harunun fasih bir dile ve hitabete sahib olurken,Hz. Musa-nın peltek olması,diğer yandan da birbirlerine manevi destek içerisinde bulunub maneviyatları kuvvetlenirken,Firavunun maneviyatını da kırmış,tesirini azaltmış olmaktadırlar.

Bu işi yaparken Allah-a dua ile yardım taleb etmek.”Ya Rabbi,dedi,genişlet göğsümü,kolaylaştır işimi,çözüver şu dilimin bağını.”[9]

Allah insanları kendisini bulabilecek ve bilebilecek bir kabiliyette yaratmış olup,hepsine aynı eşitlikle sunulmuştur.[10]

Bir ücret beklemeden bu görevi yapan Peygamberler[11] ve Peygamberimiz[12]her türlü hakarete maruz kalırken sabretmişler ve sabrı tavsiye etmişlerdir.[13]

Ehli kitaba yapılacak tebliğde ortak noktaların nazara verilerek o konuda iletişimin kurulması ,koparılmaması gerekir.

“Zulmedenleri hariç,Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzla mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin:

“Biz,hem bize indirilen kitaba,hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilahınız da Bir ve aynı ilahtır ve biz ona gönülden teslim olduk.”[14]

Kur’an-ı Kerim-de Tebliğ ve İrşad metodlarının çeşitli konularda 540 kadar ayetin mevcudiyetini görürüz.[15]

Bu hususta;İnsanlara anlayacakları dilde konuşmak.[16]

Müjdeleyip,nefret ettirmemek.

Bıktırmamak.

İhlasla ve ibadet düşüncesiyle yapmak.

Emredileni yapmak,istikametten ayrılmamak.[17]

Müsbet hareket etmek.

Bütün problemlerin ve çözümlerinin kaynağı insan unsuru olup,onun düzeltilmesiyle olabileceğini bilmek.

İbretle düşündürmek. Yunus (A.S)un durumunu düşünmek ve düşündürmek. Zira o Musul yakınlarında,Asurluların başşehri olan Ninova-da doğmuş,Kur’an-da kendisinden –Zennun,Sahib-i Hut-diye bahsedilir.[18] 33 senelik davetinde kendisine iki kişi inanmıştı.

Bundan hareketle,kavminin dinlememesi üzerine onları terk eder,bir gemiye biner,balığın gemiye geçit vermemesi üzerine suçluyu bulmak üzere kura çekilir ve Yunus peygamber atılır,balık onu yutar. Gece,hava fırtınalı,balığın karnında,herkesten ümit kesik bir vaziyette o Allah-ı andı:” Zünnun’u da an. Hani o halkına kızmış,onlardan ayrılmış,bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı:”Ya Rabbi!Sensin ilah,senden başka yoktur ilah.Sübhansın,bütün noksanlardan münezzehsin,yücesin. Doğrusu kendime zulmettim,yazık ettim. affını bekliyorum Rabbim!”

“Onun da duasını kabul buyurduk ve o sıkıntıdan kurtardık. işte biz mü’minleri böyle kurtarırız.”[19]

“Azabımız gelip çattığı zaman iman edip de bu imanı kendilerine fayda vermiş bir memleket (halkı) bulunsaydı ya! (Bu asla vaki olmamıştır.) Ancak Yunus-un kavmi müstesnadır ki;bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik. Ve onları daha bir zamana kadar yaşayıp faydalandırdık.”[20]

İlk affedilen kavim. Tavuğun civ civ alabilmesi için yumurtanın üzerinde sabırla 21 gün oturması misali, sabır lazımdı. O sabretmedi.

“Ey Muhammed! Sen rabbının hükmüne kadar sabret. Balık sahibi Yunus gibi (aceleci) olma.”,”Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı,herhalde (insanların)tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalıb gitmişti.”[21]

Bizim kendi durumumuzu da onunla mukayese etmeliyiz. Zira biz Hz. Yunus-un vaziyetinden yüz derece daha dehşetli bir vaziyetteyiz.

Gecemiz;İstikbal ve karanlıklı. Denizimiz;başıboş giden yer yüzü. her gün binlerce cenazeler üzerinde gitmekte. Hevâ-i nefsimiz;Hûtumuz yani balığımız. Ebedi hayatımızı mahvediyor.[22]

Bediüzzaman örnek tavrında;”Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükselmiş. İçinde evladım yanıyor. İmanım tutuşmuş yanıyor. Onu söndürmeye gidiyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş,ne ehemmiyeti var,dar düşünceler… Dar görüşler..”

Ahirette mühim bir cezaya maruz kalan kişi şöyle der:iyiliği emreder kendim yapmazdım,kötülüğü nehyeder kendim yapardım.

Cenâb-ı Hak Yûşa bin Nun-a:”Ben senin kavminin iyilerinden kırk binini helak edeceğim.”diye vahyettiğinde Yûşa peygamber:”Ya Rabbi!şunlar kötüler,ama iyilerin ne suçu var?”deyince Cenâb-ı hak:”Onlar benim gazab ettiğim kimselere kızmadıkları için(helak ediliyorlar)buyurdu.[23]

İsrailli kaynaklarda:”Hz. Lut-un kavmi helak olduğunda,onlar içinde gecelerini namazla,gündüzlerini oruçla geçiren binlerce abid ve zahid insan vardı,ama onlar”emr-i bil ma’ruf nehyi anil münker”vazifesini yapmıyorlardı.”[24]

Başa gelen belâ ve sıkıntılarda Tebliğ görevini yapmamanın büyük bir rolü vardır. Hadiste:”Allah başınıza şerirlerinizi musallat eder.Sonra hayırlılarınız dua eder de duaları kabul olmaz.”[25]

M. Akif bir hatırasında,Mısır-daki azınlıkların yerlileri idare etmesindeki garabeti aklı başındaki bir müslümana sebebini sorduğunda o müslüman kendisinin de “o yabancı devletin ricalinden birine sorduğu soruda:”Günün yahut senenin birinde,mesela Osmanlı hükümeti kırk-elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısıra sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?”

-Yabancı devlet ricali;”Hiçbir şey yapmayız,muhafaza imkanı olmadığı için,mısırı kendilerine teslim eder,çıkarız. Yalnız şurasını iyi bilin ki,biz hiçbir zaman Osmanlıların Mısıra kırk bin kişilik değil,kırk kişi sevk edecek derecede yakalarını,paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki,bir kere olsun Mısıra dönüp bakmağa vakit bulabilsinler.”[26]

Nasıl ki isli-sisli-pisli bir havada şoförler ve insanlar giderken önlerini göremeyip,körlemesine giderler. Adeta meçhule.

Bu günkü siyaset,enflasyon,öcalan,mafya gibi tozlu-dumanlı havada insanlar sağlıklı düşünüp konuşamamakta,gerçekleri,ebedi hayatında lazım olacak meseleleri düşünmemekte ve de düşünememektedir,bi-gâne kalmaktadır.

Allah rasulü”Nasıl olacak haliniz? O gün kadınların baş kaldırdığı,sere serpe,açılıp saçılarak sokağa döküldüğü,kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı ifadenin terk edildiği gün?”

Sahabi:”Bunlar olacak mı ki ya rasulallah?”

Ve Allah rasulü:”Nefsim kudret elinde olan Allah-a yemin ederim ki,daha şiddetlisi de olacak.”

“Bundan daha şiddetlisi nedir ya rasulallah”denilince,

“Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün haliniz nice olacak bir bilseniz!”

“Buda olacak mı ya rasulallah?Yani iyilikler men edilip,kötülükler emredilecek mi?

“Daha şiddetlisi bile olacak!”

“Bundan daha şiddetlisi de nedir,ey Allahın resulü?”

“Münkerât karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay halinize!”

“Buda mı olacak ya rasulallah?”sorusu tekrar edildiğinde Rasulullah kasemden sonra:

“Celalime yemin olsun ki,bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim.”[27]

Geçmiş ümmetleri yaptıkları hatalardan dolayı helak ettiğini söyleyen Allah,bu ümmeti peygamberimizin hürmetine helak etmeyeceğini ancak bilinmeyen çeşitli hastalık ve musibetlerle cezalandıracağını bildirmektedir. Aynen cari olmaktadır.

Hadiste”İslâm ğarib başladı (Ahirzamanda) ğarib olarak dönecektir”Ğarib;harika,görülmemiş ve duyulmamış olarak başladı,insanlar tebliğ görevini yapmasalar da aynı haşmetiyle tekrar doğacaktır.

Abdulmuttalibin Ebrehe-ye dediği gibi:”Kâbenin sahibi olan Allah,bu dinin de sahibidir. O,sahibi olduğu şeyi mutlaka koruyacaktır.”

13-03-2000- MEHMET ÖZÇELİK

[1] Ma’ruf ve Münker. S. C. el-Amra. Terc.M. İslamoğlu. 37,63.

[2] Al-i İmran.20. ayriyeten 25 ayet daha bu manadadır. Bkn. Kur’an-ı Kerim Fihristi. N. Yüksel. 173,Al-i İmran.128,Nisa.84,Maide.67,92,99,En’am.34-35,107,Tevbe.129,Yunus.42-43,99,100,Ra’d.40,Hıcr.94,Nahl.127-128,Nur.54,Şura.6,15,48,Teğabun.12,Ğaşiye.21-22,Duha.11.

[3] Bakara.119, yedi ayette daha bu manada geçmektedir.En’am.51,Yunus.2,Enbiya.45,Şuara.214,Fatır.18,Müddessir.1-2.

[4] Kasas.56,bkn. Bakara.272, Al-i İmran.184,En’am.35,yunus.42-43,99-100,Nahl.37,Şuara.3-4,Neml.80-81,Lokman.23,Fatır.8,Zümer.41,Zuhruf.5,40,Abese.7.

[5] En’am.69-70,Kaf.45,Zariyat.55,Tur.29,A’la.9-11.

[6] Ta-ha.132.

[7] Hac.67,Kasas.87,Fussilet.33,Şura.15.

[8] Ta-Ha.42-44,bkn.Nahl.125,Bakara.83,263,İsra.53,Al-i İmran.159, Şuara.29.

[9] Ta-Ha.25-27.

[10] Enbiya.108-109,En’am.52,Şura.15,Abese.1-12.

[11] En’am.90,Yunus.72,Hud.29,51,Yusuf.103-104,Mü’minun.72,Furkan.57,Şuara.106-109,124-127,145,164,180,Sebe.47,Sad.86,Şura.23,Tur.40.

[12] En’am.90,A’raf.203,Yusuf.104,Ra’d.36,Furkan.57,Sebe’.47,Sad.86,Şura.15,23,Tur.40.

[13] Al-i İmran.186,195,En’am.10,34,A’raf.127-128,Yunus.109,Hıcr.97-98,Nahl.96,Lokman.17,Sad.17,Casiye.14,Ahkaf.35,Kaf.39,Müzzemmil.10,Müddessir.7.

[14] Ankebut.46,bakn.Nahl.125,Ta-Ha.44,Hadid.25.

[15] K.K. Fihristi.age. 175-177.

[16] Bkn.Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan. 11 / 507.

[17] Hud.112.

[18] Enbiya.87,En’am.86.

[19] Enbiya.87-88.bkn.Nisa.163,Saffat.139-148,Kalem.48-50,

[20] Yunus.98.

[21] Saffat.143-144,Bkn.Peygamberler Tarihi.M.Dikmen,B.Ateş.527-535.

[22] Bkn.Mektubat. B. S. Nursi.1.Mektub.

[23] Tefsir-i Kebir. tec.Heyet. 16 / 27.

[24] İrşad Ekseni.M.F.Gülen.19.

[25] Bkn.age.77.

[26] K.Sitte.age. 7 / 317.

[27] İrşad Ekseni.age.10-12.




VÜCUT MES’ULDÜR

VÜCUT MES’ULDÜR

Evet, “ Vücut mes’uldür. Adem ise mes’ul değildir.”[1]

Verilen her şey suale tabidir. Onda bir mes’uliyet vardır. Adem;yani olmayan ve verilmeyen bir şey ise;suale tabi değildir.

Bir gerdanlık şeridi gibi,yokluktan çıkarılıb,insan ve müslim sıfatına yükseltilen şu insana takılan nimetler bir mes’uliyet ister. Bu bir şereftir ve bir ihsandır. Bir kalite ve seviyedir. seviyelilik,seviyelice seviyeyi korumayı ve arttırmayı gerektirir. bütün koşturmacalar hep o seviyeyi yakalamak ve arttırmak üzerine cereyan etmektedir. Her ne kadar bazen yönü ve değerlendirmesi değişse de.

Verilmeyen,yani yokluk ve adem ise; yok olduğundan suale tabi olmadığından,yok-dan varlık olan sualde yoktur. Meseleye verilmeyen ve verilmeme açısından bakacak olursak,verilmediğinden bu bir kayıp ve eksikliktir. Ancak liyâkattır. Mesela; Erlik-den çıkıp orgeneralliğe kadar yükseliş vücut olup,mes’uliyeti de aynı oranda yükselir ve farklılıklaşır.

Bir öğrencinin okula kaydı bir seviyedir. İmtihanı ise,seviyesinin tesbitidir. İsyanı neticesindeki tardı ise; hakkıdır. Böyle bir insanı ,okumayan bir insanın dış görünüşündeki rahatlığı,imtihan ve tart edilmesi ile kıyaslamak;seviye ile seviyesizliği denk tutup,seviyeyi seviyesizliğe indirmek demektir. Zaten tard ile bu seviyesizlik gerçekleşecek olsa,o onun işlemesinin ve ona layık ve müstehak olmasının bir sonucudur. Böylece aslına ve layık olduğu duruma da döndürülmüş oldu.

Mesela bir insanın yaratılıp da ebedi cehennemde kalması, hiç olup da yokluk da kalmasından daha da korkunç ve dehşetlidir. Zira; cehennemde kalan o insan harici,dış-dan etki eden bir azapla ve acı ile acı çekip,zamanla da ülfet peyda etmesine rağmen,yokluk da;cehennemin ta kendisi,cehennemden daha korkunç ve beterdir. Bizatihi o yokluk cehennemin kendisi olur ve yakar.

Bir insana sorulduğunda;idam olmak mı istersin,yoksa müebbet hapsi mi istersin? Her insan vicdanen ebedi hapsi,yok olup idam edilmeye tercih edecektir. Zaten devletler hukukunda da müebbed hapis cezası,idam cezasından az ve geridir.

Kendi mülkünde istediği gibi tasarruf eden Allah,insanı bir model[2] olarak yaratmış ve ona modellik ücretini fazlasıyla vermesine karşı,o insanın duyacağı zahmetten itiraz etmeye elbette hakkı yoktur. Çünki ücretini peşinen almıştır.

Taş olmayıp,bitki ve hayvan kalmayıp,insan ve müslim sıfatıyla yaratılmış olması ancak iman ve şükrü gerektirir. Bu seviyeyi koruyamayıp kaybeden Ebu cehil gibi bir insan;cehenneme kömür olması,yok olmasına,yokluğa gitmesine karşı bir üstünlük,bir rahmet ve bir adaletin ta kendisidir.

Her şeyden önce kömür sarraf dükkanına ve vitrinine konulacak olsa o feryat edecek,benim yerim kömürlük ve sobalıktır,diyecektir. Pislik-de yaşayan hayvanların ölümü ve acısı,onları bulundukları zeminden almaktır. Hayatları ise;o ortamda hayatlarını devam iledir.

Kömür gibi bir yapıya sahib olan insanların da elbetteki zevk alacakları ortam ,ona münasib ortamdır. Ayetteki:”Tadınız!” emri,kendine münasib bir tadıcıyı da bulmuş olacaktır.

Bütün bunlarla beraber; Tahsis,tercih,kasd ve irade eden elbetteki Allahdır.[3]

Ruhlar aleminde baştan bu sorumluluğa -evet- diyen[4] bu insan;sorumluluğunun da gereğini yapmalıdır. Aksi takdirde tokada ve cezaya müstahak olacaktır.

“Biz emaneti göklere,yere ve dağlara teklif ettik;hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim ve çok cahildir.”[5]

Evet;”Cenâb-ı Hak öyle bir Kadiri mutlaktır ki;adem ve vücut,Kudretine ve İradetine nisbeten iki menzil gibi,gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde,isterse bir anda oradan çevirir. Hem ademi mutlak zaten yoktur. Çünki bir ilmi muhit var. hem daire-i ilmi ilahinin harici yok ki ,bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise,ademi haricidir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehli tahkik “ A’yan-ı Sabite” tabir etmişler. Öyle ise,fenaya gitmek,muvakkaten harici libasını çıkarıp,vücud-u maneviye ve ilmiye girmektir. Yani halik ve fani olanlar,vücud-u hariciyi bırakıp,mahiyetleri bir vücud-u maneviye giyer,daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.”[6]

Ve “ Vücut mertebeleri muhtelifdir. ve vücut alemleri ayrı ayrıdır. ayrı ayrı oldukları için,vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi,o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. mesela,alem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza alem-i manadan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve alem-i hariciden olan tırnak kadar bir ayine-i vücudun,alem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o alem-i hariciden olan o ayine ve o hafızanın şuurları ve kuvve-i icadiyeleri olsaydı,bir zerrecik vücud-u haricileri kuvvetiyle,o vücudu manevide ve misalide hadsiz tasarrufat ve tahavvülat yapabilirlerdi. Demek vücut rüsuh peyda ettikçe,kuvvet ziyadeleşir;az bir şey,çok hükmüne geçer. hususan vücut,rusuh-u tam kazandıktan sonra,maddeden mücerred ise,kayıt altına girmezse;o vakit cüz-i bir cilvesi,sair hafif tabakat-ı vücudun çok alemlerini çevirebilir.”[7]

Her yönüyle vücud,ademden evladır. Vücud bedel ister. Elbette verilen ,bir bedele tabidir. Bedel ister.

30-01-99

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mesnevi-i Nuriye.B.S.Nursi.Sh.124.

[2] Mektubat.B.S.Nursi.Sh.292-293.

[3] Age. Sh.250.

[4] A’raf.172.

[5] Ahzab.72.

[6] Mektubat.age.Sh.61-62.

[7] Age.Sh.255.




YARDIMLAŞMA VE KARDEŞLİK

YARDIMLAŞMA VE KARDEŞLİK

Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizin zamanının fetret devrinden ayrıldığı en önemli nokta İslâmdaki bu kardeşlik ve yardımlaşma unsurudur. Bilhassa zengin ile fakirin aralarındaki uçurum,bu yardımlaşma ile ortadan kalkar.

Dinin zekâtı tesis etmesiyle,içtima-i alandaki nizam ve intizamı temin etmiş olmaktadır.

Ehemmiyet ve lüzumuna binaendir ki,İslâmın beş esas ve temelinden birini teşkil etmektedir.

Zekât,cemiyetteki bükük boyunları,mahrum gönülleri,ızdıraplı kalbleri tedavi eden bir tiryaktır.

Zekât,günahlardan ve cimrilikten kurtarıp,iman köprüsünden geçirerek saadete ulaştıran,dindeki samimiyetini gösteren bir hakikat aynasıdır.

Evet. Zekât İslâmın bir köprüsüdür. Fakirle zengin arasındaki geçiş,zekat köprüsüyle gerçekleşir.

Zekât,mü’minler arasındaki kardeşliğin tesisiyle,kişiyi mali ihtiraslardan,onu gaye bilmekten koruyup ilahi rahmete vesile kılan bir ibadettir.

Âyette:”Namazı dosdoğru kılın. Zekatı verin. O (yüce) rasule itaat edin. Tâ ki ilâhi rahmete kavuşturulasınız.”[1]

Şu halde ilahi rahmete kavuşmanın,imanın hakikatına ermenin,rasulün sevgisini kazanmanın şartıdır.

Hz. Ebubekir:”Vallahi namaz ile zekât arasında ayırım yapanlarla (namazını kılıp,zekâtını vermeyenlerle)harb edeceğim. Çünkü zekât malın hakkıdır.”buyurur.

Evet,dünya bir imtihan meydanıdır. her kes bir türlü imtihan olmaktadır.

Kur’an-ı Kerimde:”Onlar ki altın ve gümüşü (her çeşit malı) yığıb biriktirir de,onları Allah yolunda harcamazlar. (zekât vermezler,hayır ve hasenata koşmazlar) İşte bunlara acıklı bir azabı haber ver.

(Habibim) O gün bunlar,üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak ve o kimselerin alınları,böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak. (ve kendilerine şöyle denilecektir): İşte bu kendiniz için biriktirip sakladığınızdır. Artık saklayıp biriktirdiğiniz bu şeylerin acısını haydi tadın.”[2]buyurulmaktadır.

Hz. Enes (radıyallâhu anh)’in anlattığına göre, Hz. Ebü Bekir es-Sıddik (radıyallâhu anh), kendisini Bahreyn’e gönderdiği zaman, ona şu gelecek talimatı yazılı olarak vermiş ve altını da Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın mührü ile mühürlemişti. Mühüre nakşedilen yazı üç satır halinde idi. Bir satırda Muhammed, bir satırda Resül, bir satırda da Allah yazılı idi. Mektup şöyle idi: “Bismillâhirrahmânirrahim. Bu, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın müslümanlara farz kıldığı ve Allah’ın da Resülüne emretmiş olduğu zekât farizasıdır. Müslümanlardan her kimden bu, usülünce taleb edilirse, derhal vermelidir. Kimden de belirtilenden fazlası istenirse vermesin: 1) 24 ve daha aşağı miktardaki deve için koyun olarak vâcib zekât, her beş devede bir koyundur. 2) 25’e ulaştı mı, 35’e kadar, dişi bir bintu mehâz (ikinci seneye basan dişi deve); eğer bintu mehâz yoksa, bir ibnu lebun (ikisine basan erkek deve). 3) 36’ya ulaştı mı 45’e kadar, bir dişi bintu lebun (üç yaşına basan dişi deve). 4) 46’ya ulaştı mı 60’akadar, erkek devenin aşacağı bir dişi deve Tarükatu’l-fahl). 5) 61’e ulaştı mı 75’e kadar, bir ceza’a(beş yaşına basan bir deve). 6) 71’e ulaştı mı 90’akadar iki bintu lebun. 7) 91’e ulaştı mı 120’ye kadar, erkek devenin aşacağı iki hıkka (dördüne basan deve). 8) 120’yi aşınca, her kırk için bir bintu lebun. 9) Her 50’de, bir hıkka. 10) Sâdece 4 devesi olana zekât düşmez, sahibi nâfile olarak verirse o başka. 11) 5 devesi olana bir koyun düşer. 12) Koyunun zekâtı sâime olanlardan alınır. (Sâime kırda otlatılan hayvana denir.) Sâime koyun 40’a ulaştı mı 120’ye kadar, bir koyun alınır. 13) 120’yi geçti mi 200’e kadar, iki koyun alınır. 14) 200’ü geçti mi 300’e kadar, üç koyun alınır. 15) 300’ü geçti mi her yüz koyunda bir koyun alınır. 16) Adamın sâime koyunları 40’tan bir eksik olsa ona zekât düşmez. Sahibi (nafile olarak) kendiliğinden verirse o başka. 17) Zekât korkusuyla, müteferriklerin araları birleştirilmez, birleşik olanlar da ayrılmazlar. 18) İki ortağın malından alınan zekâtta her ikisi de, adalet üzere birbirlerine müracaat ederler. 19) Zekât olarak çok yaşlı, ayıplı ve (koç, teke gibi) döl hayvanı verilmez, zekât memuru kabül ederse o başka. 20) (İki yüz dirhemlik) gümüşte, onda birin dörtte biri (yani kırkta bir miktarı) zekât vâcibtir. 21) Gümüş miktarı 190 dirhemse, 200 dirhemden az olursa zekât yoktur. Sâhibi verirse o başka. 22) Kimin deve sayısı, zekât olarak bir ceza’a vermeyi gerektiren miktarı bulur ve fakat sürüsünde ceza’a olmaz da hıkka olursa, bu kimseden hıkka kabul edilir ve buna, adama kolay geldiği takdirde iki koyun eklenir veya yirmi dirhem eklenir. 23) Kimin zekât olarak hıkka vermesi gerekir ve fakat sürüsünde hıkka olmaz ceza’aolursa, adamdan ceza’a kabul edilir, zekât memuru ona yirmi dirhem veya iki koyun verir. 24) Kimin zekât olarak hıkka vermesi gerekir, fakat sürüde hıkka değil bintu lebun olursa adamdan bintu lebun kabul edilir, kendisine iki koyun veya yirmi dirhem verilir. 25) Kimin zekât olarak bintu lebun vermesi gerekir, ancak bintu lebun’u yok, hıkka’sı varsa kendisinden hıkka kabul edilir, zekât memuru kendisine ayrıca yirmi dirhem veya iki koyun öder. 26) Kimin zekât olarak bintu lebun ödemesi gerekir, fakat bintu lebün’u olmaz, bintu mehâz’ı olursa, ondan bintu mehâz kabul edilir, ancak yirmi dirhem veya iki koyun daha verir. 27) Kimin zekât olarak bintu mehâz vermesi gerekir, fakat bintu mehâz’ı olmaz, bintu lebün’u olursa kendisinden bintu lebün kabul edilir, zekât memuru yirmi dirhem veya iki koyun verir. 28) Eğer adamın münasip şekilde bintu mehâzı yoksa, ibnu lebün’u varsa, bu ondan kabül edilir, beraberinde bir ödeme gerekmez.” [3]

Sâlim, babası Abdullah İbnu Ömer’den naklen anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) (mallardan alınması gereken) zekâtlarını miktarını belirten bir kitap yazmıştı. Âmillerine göndermeden vefat etti. Resülullah onu kılıncına yakın olarak asmıştı. Hz. Ebü Bekir (radıyallâhu anh), ölünceye kadar onunla amel etti. Sonra Hz. Ömer (radıyallâhu anh) de ölünceye kadar onunla amel etti. Bu kitapta şunlar yazılı idi: Develer 1) 5 devenin zekâtı 1 koyundur. 2) 10 devenin zekâtı 2 koyundur. 3) 15 devenin zekatı 3 koyundur. 4) 20 devenin zekâtı 4 koyundur. 5) 25’e ulaştı mı 35’e kadar, zekat bir bintu mehaz’dır. 6) 36’ya ulaştı mı 45’e kadar, zekât bir ibnu lebun’dur. 7) 46’ya ulaştı mı 60’a kadar, zekât bir hıkka’dır. 8) 61’e ulaştı mı 75’e kadar, zekât bir ceza’a’dır. 9) 76’ya ulaştı mı 90’a kadar, zekat 2 ibnetu lebûn’dur. 10) 91’e ulaştı mı 120’ye kadar, zekât 2 hıkka’dır. 11) Deve 120’den fazla ise zekât her elliye bir hıkka; her kırka bir ibnetu lebûn zekât gerekir. Koyuna Gelince 12) 40’a ulaşınca 120 koyuna kadar zekâtı 1 koyundur. 13) 121’e ulaşınca 200 koyuna kadar zekatı 2 koyundur. 14) 201’e ulaşınca 300 koyuna kadar zekatı 3 koyundur. 15) 300’ü aştı mı her 100 koyuna bir koyun zekât düşer, yüzden aşağıda kalan küsurata zekât düşmez. 16) Zekât korkusuyla müctemi (birleşik) olanlar ayrılmaz, müteferrik (ayn) olanlar da birleştirilmez. 17) İki ortağın malından alınan zekâtta, her ikisi de adalet üzere birbirlerine müracaat ederler. 18) Zekât olarak, çok yaşlı ve ayıplı olan hayvan alınmaz. 19) Zühri der ki: “Zekâtı almak üzere memur geldiği vakit, koyunlar üç sınıfa ayrılır: Üçte biri kötü, üçte biri iyi, üçte biri de vasat. Zekat memuru, zekât payını vasat kısmından alır.” Zühri, sığırdan bahsetmez.” [4]

(Zekât alırken kendi cinsinden olandan alınacak)2015 – Hz. Muâz (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) Yemen’e gönderirken kendisine demiştir ki: “Zekât oIarak hububâttan hububât aI, davardan koyun aI, deveden erkek veya dişi bir deve (bâir) aI, sığırdan da bir sığır aI.” [5]

Beşir İbnu Yesâr (rahimehullah)’dan nakledildiğine göre, Sehl İbnu Ebe Hasme denen Ensâr’dan bir zât ona şunu haber vermiştir: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine (Sehl’e) zekât develerinden yüz tanesini diyet olarak ödemiştir. Yâni, Hayber’de öldürülen Ensâri’nin diyeti olarak.” [6]

Zekâtın verileceği yerler ayette şöyle belirlenir:”Zekât,ancak fakirlere,yoksullara,zekât toplayan memurlara,kalbleri İslâma ısındırılmak isteyenlere,hürriyetine kavuşturulacak kölelere verilir.”[7]

Allah malla insanları imtihan etmektedir. Bunun bir örneği olarak;

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Benî İsrail’den üç kişi vardı: Biri ala tenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce ala tenliye geldi. Ve: “En çok neyi seversin?” dedi. Adam: “Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!” dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: “Hangi mala kavuşmayı seversin?” “Deveye!” dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi. Melek: “Allah bunları sana mübarek kılsın!” deyip (kayboldu) ve Kel’in yanına geldi. “En ziyade istediğin şey nedir?” dedi. Adam: “Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi!” dedi. Melek,keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: “En çok hangi malı seversin?” diye sordu. Adam: “Sığırı!” dedi. Hemen kendisine hâmile bir inek verildi. Melek: “Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!” diye dua etti ve âmânın yanına gitti. Ona da: “En çok neyi seversin?” diye sordu. Adam: “Allah7ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!” dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: “En çok hangi malı seversin?” diye sordu. Adam: “Koyun!” dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi. Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vâdi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, ala tenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve: “Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkanlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Tâ ki onunla yoluma devam edebileyim!” dedi. Adam: “(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!” dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: “Sanki seni tanıyor gibiyim!Sen ala tenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi” dedi. Ama adam: “(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevârüs ettim!” diyerek onu tersledi. Melek de: “Eğer yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin!” dedi ve onu bırakarak kel’in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da: “Eğer yalancıysan Allah seni eski hâline çevirsin!” deyip, âmâ’ya uğradı. Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da: “Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânım kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!” dedi. Ama cevaben: “Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!” dedi. Melek de: “Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi” (ve gözden kayboldu).” [8]

Hadiste de:”Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allaha,yahud kendisinden başka ilah olmayan Allaha,-yahut nasıl yemin ettiyse (öylece)-yemin ederim ki:Devesi,sığırı yahut koyunu olupta zekâtını vermeyen bir kimse bulamazsın ki,bunlar kıyamet gününde şaşılacak derecede büyük ve semiz oldukları halde getirilip,sahibini ayakları altında ezmesin ve boynuzları ile boynuzlamasın. Bu eziyet,hayvanlardan sonuncusu ezme ve boyunlamayı bitirince,ilki aynı işe başlamak suretiyle,ta insanlar hesaba çekilip herkesin hükmü verilinceye kadar devam eder.”buyuruyorlar.

Peygamber Efendimizin:”Zekâtını tam ihlas ile vermeyen kimse,hiç zekât vermeyen gibidir.”Böylece esas olan ihlas yani Allahın rızasıdır.

Zekât olarak bütün servetini alıp getiren ve Hz. Rasulullahın;-Çoluğuna çocuğuna ne bıraktın?-sualine;-Allahı ve rasulü bıraktım ya habiballah-diye cevap veren Hz. Ebubekir gibi hakiki mü’minlerden ibret almalı.

Yine Efendimiz:”Beş vakit namazına devam eden,ramazan orucunu tutan,zekâtını veren ve yedi büyük günahdan sakınan hiçbir kimse yoktur ki;cennetin bütün kapıları açılıp kendisine:selamet ve emniyetle girin”denilmesin”buyurmuşlardır.

Evet. Cümlemizi bu ilahi lutfuna mazhar kılsın…

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Nur.56.

[2] Tevbe.34-35.

[3] Mürşid.CD.1990. Buhâri, Zekât 33, 34, 35, 37, 38, 39, 40, Şirket 2, Hiyel 3; Ebü Dâvud, Zekât 4, (1567); Nesâi, Zekât 5, (5,18-23).

[4] Mürşid.CD.1991. Tirmizi, Zekat 4, (621); Ebu Davud, Zekat 4, (1568, 1569, 1570); İbnu Mace, Zekat 9, (1798).

[5] Age. Ebü Dâvud, Zekât 11, (1599); İbnu Mâce, Zekât 15, (1814).

[6] Age.2040. Ebü Dâvud, Diyât 8, 9, (4521, 4523); Buhâri, Diyât 22.

[7] Tevbe.60.

[8] Age.4963. Buhari, Enmiya 50, Müslim Zühd 10, (2964).




TEBLİĞ ADAMI NASIL OLMALI ?

TEBLİĞ ADAMI NASIL OLMALI ?

-Rasulullahı kendisine örnek almalı.

“Andolsun ki,Rasulullah da sizin için,Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.”[1]

-Onun ahlakıyla ahlaklanmalı.

Hz. Âişe’nin de dediği gibi;”Onun ahlakı Kur’an ahlakıdır.”

-Peygamberimiz nasıl ki alemlere rahmet ise;[2] Tebliğci ve tebliğ adamı da cemaatı için rahmet ve rahmete vesile olmalıdır.

-Peygamberimiz gibi Tevazu’[3] örneği gösterip,toprak gibi mütevazi olmalıdır. Üzerinde güller ve çiçeklerin yetişmesini sağlamalıdır.

Üzümün kuru çubuğu gibi olup,hasiyetli,şerbetli üzüm salkımlarının yetişmesine aracı olmalıdır.

-Peygamberimiz gibi Tebliğ görevini[4] en güzel bir şekilde yapıp,sunmalıdır. Malın kendisini sattırması kadar,pazarlaması da değer taşır.

-İslâmiyeti en güzel bir biçimde yaşayıp,hâliyle ve kâliyle örnek olmalıdır.

Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi:”Eğer biz İslâmiyeti hal ve hareketlerimizle göstermiş olsa idik,sair dinlerin mensupları fevc fevc (bölük bölük) İslâmiyete gireceklerdi.”

-Takva,İhlas ve Amel-i Salih üzere hareket etmeli.

-Talib değil,matlub olmalıdır. Başkaları tarafından aranılan kişi olmalıdır.

-Mürid değil,murad olmalıdır. Herkesçe istenilen bir kişi olmalıdır. İmam ise;cemaatınca,Müftü ise;imamınca ve halkınca aranılan ve istenilen biri olmalıdır.

-Alimin ölümü alemin ölümüdür. Ölümü gerçekten,geceleri kervancılara yol gösteren,kaybolması onları üzen –gökteki yıldız misal- insanlarca büyük kayıp arz eden kişi olmalıdır.

-Peygamber gibi Islah edici [5] olmalı,bunu görev bilmelidir.

-Muhabbet fedaisi olmalı. Peygamberimiz gibi şefkat kanatlarını germeli.[6]

-Onu öldürmeye gelen onda dirilmeli. Tıpkı Hz. Ömer misali ki;Rasulullah onca en sevilmeyen kimse iken,onu öldürmeye gittiğinde onda )SAM) manen ölmüş ve ölü duyguları dirildiği gibi,insanları ve asırları da diriltmeye vesile olmuştur. Artık Hz. Ömer için dünyada Rasulullahdan daha sevgili bir kişi olmamış. Hem dirilmiş,hem de insanları ve İslâmiyeti canlandırarak asırlara damgasını vurmuştur.

Âyette :”Ey Habibim. Eğer onlara karşı sert davransaydın,onlar etrafından dağılır ve dağıtırdın.”[7]

-Hz. Hafsa gibi de hakkı ve hakikatı tavizsizce haykırmak,karşısındaki İslâm’dan önceki Ömer’de olsa…

Hadiste:”Hakiki alimler,zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen alimlerdir.”

-Bizler muhabbet fedaileriyiz. Çünkü husumet ve düşmanlığa vaktimiz yoktur.Hele hele yüzlerce canavar karşımızda dururken… Her birimiz yüz kişi de olsak ancak hepsini muhabbete sarf etmemiz gerek…

-Kin,benlik ve enaniyeti,özellikle ilimden gelen benliği atmalı…

-Dinle-Fen ilimlerini mezcedip birleştirerek –koyun misal hazmetmiş ve saf bir şekilde- özlü bilgiyi ve M. Akif’inde dediği gibi asrın idrak ve anlayışına uygun olarak vermeli.

Doğrudan doğruya Kur’an-dan alıp ilhamı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı.

-Her meslek erbabının mesleğindeki başarısı nasıl ki mesleğinde fâni olmak,mesleğinin her türlü incelik ve özelliklerini bilmekle ayakta durması gibi,dini temsil eden önder şahsiyetlerin de mesleklerinin muhabbetiyle yaşayıp,onda fani olması gerekir.

“Kolaylaştırınız,zorlaştırmayınız. Müjdeleyin,nefret ettirmeyin.” hakikatını düstur yapmalı. Zira zehirini altın tabaklarda sunanlar kazanmaktadır. Elbette tebliğ adamı altın gibi,elmas gibi hakikatları elmas tabaklar içerisinde,karşıdakine en güzel bir şekilde sunmak mecburiyetindedir.

-Fedakâr olmalı…

Her esnaf müşteri kazanmak için bazı fedakarlıklarda bulunur,menfaatlarından vaz geçer. Elbette ahiret için çalışanların da,ahireti kazandıracağı kişilere karşı her türlü fedakarlığa açık olmalıdır.

Nasıl olmalı?

Merhum Zübeyir Güzdüzalp’in dediği gibi olmalı:

“ Aziz Kardeşim. Madem ki İslâmın her derdine razı olduğunu bildiriyorsun. Ben de,engin ve zengin ve hizmet aşkıyla dolu ruhunuzdan,ruhuma akseden fedakarlık ve ferağat manalarıyla nefsime dedim:

“Vazifen Ey Nefsim:Dikenler arasında güller toplayacaksın… Elin açıktır,ısıracaklar. Ayağın çıplaktır,batacak.

Buna sevineceksin…

Fir’avunlar kucağında büyüyen çocuk Musa’ları safına alacaksın. Sen aldığın için dövecekler… Sen konuştuğun için hapse atacaklar…

Buna sevineceksin…

Çöllere sürerlerse kanınla ağaç,kutuplara götürürlerse ısınla sebze yetiştireceksin. Yeşilliği sevmeyenler olacak… Yakacaklar,yıkacaklar…

Bunu sabır ile seyredeceksin…

Karanlık zindanlara sokarlarsa ışık,paslı vicdanlara rastlarsan ziya,imansız kalbleri görürsen nur vereceksin… Sen verdiğin için suç,sen getirdiğin için ceza,sen söylediğin için mahkum edecekler…

Sen buna iftiharla sevineceksin…

Anadan,yardan,evden,serden ayrılacaksın… Candan,gönülden Kur’an-a sarılacaksın… Sana divane diyecekler…

Aldırmayacaksın…

Hizmet için atıldığın yolda önüne demirden set yaparlarsa dişlerinle sökeceksin… Dağlara tünel oymak gerekirse iğne ile oyacaksın…

Unutma…

Nerede olursan ol,küfrün ve cehlin ta… temelini çürüteceksin…

Bir gün Kur’an etrafındaki surların yıkıldığını görürsen,Sen;kemiklerini taş,etini harç,kanını su edeceksin.

Etrafında;ilimden,irfandan,faziletten,ahlaktan kaleler dikeceksin…

Kaleler feda-i ister… Aziz Kardeşim… Nasıl? Sen… İçinde kalabilecek misin? “

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Ahzab.21.

[2] Enbiya.107.

[3] En’am.52.

[4] Maide.67.

[5] Hud.88.

[6] Şuara.215.

[7] Al-i İmran.159.




SEN HİÇ ŞEYTAN GÖRDÜN MÜ ?

SEN HİÇ ŞEYTAN GÖRDÜN MÜ ?

Abdurrahman Efendi inançlı ve ibadetine ihtimam gösteren bir insan idi.

O gece mübarek gecelerden,berâate vesile olacak Beraat gecesi idi. Böylece o geceyi değerlendirecek,cemaatla ibadete iştirak edecekti. Bu amaçla abdestini aldı. Namaza hazırlanmıştı. Yatsı ezanının okunmasını beklemekte idi.

Komşusu Cemal ise kendisinin tam tersine ilgisiz bir insan idi.

Ezanı beklemekte olan Abdurrahman bir anda komşusu Cemalle karşılaşır. Onunla konuşmaya başlayan Cemal,çok da lafazan biridir. Sürekli konuşur. Abdurrahman Bey ise sırf saygısından ve komşuluk hürmetinden dolayı onu dinler. faydalı olabilirim düşüncesiyle sorularını da cevaplayıp,bir şeyler anlatır.

Sohbet o kadar koyulaşmıştır ki;ne kadar bir zamanın geçtiğinden sadece Abdurrahman Bey habersizdir. Cemal ise işi önceden planladığından,o pal çerçevesinde konuşmasını bitirir.

Bu anda Cemal Abdurrahman Beye sorar:

-Abdurrahman,sen hiç şeytan gördün mü?

O da gayet saf ve masum bir şekilde;Allah korusun Cemal! Allah kimseye göstermesin!

Söze devam eden Cemal;işte şeytan benim,görmediysen gör,der. Ve sebebini de açıklamaya başlar:

-Ben bu gecenin Beraat gecesi olduğunu bildiğimden dedim ki;Bu gece beraat ve namaz gecesi,dur ki ben şu Abdurrahmanı namazdan alıkoymak için lafa tutayım,ibadetten alıkoyayım,dedim ve işte yaptım.

Abdurrahman Bey ise gerçekten saatine bakar ki,epeyce de vakit geçmiş. Yine de Cemalden ümidini kesmez ve ona;-Namaza ne zaman başlayacağını,sorar.

Cemal ise daha genç olduğunu,belki ilerde kılabileceğini söyler ve ayrılırlar.

Biri şeytanlığını yapmış onu ibadetten alıkoymuş iken,öbürüde aldanmanın hüznünü yaşamaktadır.

Bir şer bütün hayırların şuursuzca ortaya çıkmasına sebeb olmakta ve bir şer binlercesini kendisiyle meşgul edip uğraştırmaktadır. Mesela bir hırsız için hapishaneler,polisler,kilitler,kasalar ve yalanlar ile güvensizlikler oluşmaktadır.

Bu düşünceyle Abdurrahman Bey eve gelir. Cemalden ayrılalı 15-20 dakika ancak olmuştur. Hanımı kendisine,Cemalin öldüğü haberini verince önce irkilir,sonra da inanmak istemez. Çünkü daha az önce beraberlerdi.

Bu şaşkınlık ile hanımına bir yanlışlığın olabileceğini söylerse de hanımı;gerçekten öldüğünü,evlerinden de hala ağıtların gelmekte olduğunu söyler.

Cemal gerçekten de ölmüştür. Böylece ölüm her şeyden insana daha yakın olduğunu bir daha göstermiş olmaktadır. Hem ölüm ona ulaşmış,hem de yaşı ölüme yanaşmıştır. Diyebiliriz ki;Hala ne diye oyunda oynaştasın.

Sen ki artık ölecek yaştasın.

31-7-2000

MEHMET ÖZÇELİK




S Â F İ Y Y E T

S Â F İ Y Y E T

Saf ve berrak bir anadolu insanı. İyilik ve temizliklerle yoğrulmuş. Kötülükler ve çirkinlikler ona yabancı,oda günah ve kötülüklere yabancı.Onlarla tanışmamış. Tanışma sevdasında da değil. Zira bu durumun,alemini kirleteceğinin farkında. Çünki kirsiz bir hayatta yetişmişti o. öyle de kalmak ve bunu devam ettirmek istiyordu. uyguladığı gibi uygulatma çabası içerisine de giriyordu.

Yetiştiği çevreden artık farklı bir çevredeydi. Ya çevreyi kendisine uyduracaktı. Buda kısa devrede mümkün değildi. Ama vazgeçmeyecek,devam edecekti. Etmekteydi de…

Ya çevreye kendisi uyacaktı ki,buna da frekansları müsaade etmiyordu. Zıt kutuplar birbirine uyuşmuyor,alışmıyordu.

Veya en güzel bir tarz olan kendine uygun bir çevreyi,bir arkadaş topluluğunu bulacaktı. Öyle de yaptı. Artık onlar ve kendisi de onlar gibi düşünüyor,inanıyor ve yaşıyorlardı. Rahatlamıştı,oda her türlü zahmete rağmen ve de fedakarlığının bir neticesi ve mükafatı olarak…

Hayatı cennetten bir köşe gibi idi. Cennet böyle olmasa da,bu cennet gibiydi.

İşte bu Cemil amca;televizyonun büyük bir nimet olduğuna inanıyordu. ancak uygulanışıyla tam bir nıkmet ve insanlığa felaket hazırlayıcısı olarak kullanılıyordu. Bunun farkında idi.

İnsanlar;hiçbir meseleleri yokmuş,televizyon her problemlerini çözüyormuş gibi karşısına geçerek,sihirlenmişcesine onunla yatıp,onunla kalkıyor ve onunla oturumlarını sürdürüyorlardı.

Bundan muzdaripti Cemil amca. Kendisi hiç seyretmemiş,bakmamıştı. Çünki o gerçeklerin sevdalısıydı.

Nasıl olmuşsa ısrarla çağırdıkları akrabasına gitmiş,gözü,açık olan televizyondaki bir oyuncuya takılmış,küçük çocuğu da aynısını taklid ederek kendisine göstermişti. yıkılmıştı…

O gece gördüğü rüya dehşetliydi;

Rüyasında omuzuna dokunan kişiye dönüb baktığında,elinde on dörtlü tabanca ile kendisine sert bakan kişi,alnına dayayıp kurşunları teker teker saymıştı. Kendisi de ölüm durumuyla karşı karşıya iken,bir yandan kelime-i şehadet getiriyor,bir yandan da secdeye kapanıyordu. Artık ölmüştü o..

Ölümle beraber uykudan da uyanmıştı Cemil amca. Fakat bu durum kendisini fazlasıyla uyandırmış ve düşündürmüştü.

O sebebini biliyordu. Çünki başka alternatif yoktu buna..

Cemil amca ölürken şehadet getiriyor ve secdeye kapanıyordu. Ya kelime-i şehadet getiremese ve secdeye kapanamadan ruhunu teslim etseydi?

Bize de çok şeyleri anlatıyordu Cemil amca.. İbret..ders..ibret..

Cemil amcanın safiyetine konan nokta dev gibi oluyor ve kendisini yutuyordu. Çünki onun saflığı,kirliliği kabul etmiyordu.

Bu konuda kendini çok zorluyordu. İçi-dışı birdi. Dışı da içi gibiydi.

Akrabaları sanki yarışa girmişti,onu evlerine davette. Israrla yemeklerini yemesini istiyorlardı.

Yine böyle ısrarlı bir davete icabet etmiş,onları kıramayıp,nur yüzlü arkadaşlarına da bir an evvel kavuşmayı,aklından çıkarmıyordu.

Aaa ,şuna bak!diyen akrabasının sesiyle o tarafa dönen Cemil amca;bu sefer de başka günah sahnesiyle karşılaşmıştı.

Ne olacaktı bu durum? O,günahtan kaçıyor,günah ondan kaçmıyor,ona doğru kaçıyordu. Adeta peşini takib ediyordu.

O sıkıntıyla gece gördüğü rüya,onu bir defa daha sarsmıştı.

Rüya da;sert bir çehre ile yanına yaklaşan kişi;sanki tedavi maksadıyla,ameliyat bıçağına benzer oyucu bir şeyle,gözünü oyuyor,yuvarlağını çıkarıyorlardı. Bu acı hale değil yaşayan birisi,gören bile dayanamazdı.

Böyle bir dehşet hali içerisinde iken,uyandı. İlk işi gözlerine bakmak oldu.

Evet. Çok şükür,gözleri yerindeydi,rahatlamıştı…

İkinci bir uyarıya da böyle muhatab olmuştu Cemil amca…

O şimdi üçüncü bir uyarıdan korkuyordu. Ya başına bir felaket daha açılırsa???

Onun başına açılıyordu. Çünki o temizdi,temiz de gidecekti. Bizim başımıza açılmaması ise,işin vehametinden!.

Zira,küçük cezalar,küçük yerlerde verilir,büyük cezalar büyük yerlerde. Ve büyük yerlerde ve mahkemelerde verilmek üzere tehir edilir.

Sâfiyyet ve hayat da görülen bir demet ibret…

18-6-1997

MEHMET ÖZÇELİK




Ü Ç Ü M Ü Z Ü D E A Ğ L A T T I

Ü Ç Ü M Ü Z Ü D E A Ğ L A T T I

Kurban bayramının ilk günüydü. Konyalı Hüseyin ustamla,kurban almak üzere,hayvan pazarına vardık. Kurbanlık hayvanların ayrıldığı bölümlere geldik. Ustama bir kurbanlık alacaktık. O sırada bir koç arkamızdan ustama boynuzuyla vurmaya başladı.

Ustam oradan ayrılıp diğer bölümlere gidecekti. Koç-da peşinden takib etmeye başladı. Bu sırada sahibi koçu alarak,tekrar yerine getirdi. Ustam bir kurbanlığa daha bakmakta idi. Birden arkasından yine aynı koç koçuyla ustama vurarak,ona bakmaya başladı. Tekrar yanımıza gelen sahibi ustama;

-“Bunu alın,vardır bunda bir hikmet”diyerek,ustama almasını söyledi. Hayvan hala orada duruyor,ustama bakmaya devam ediyordu. Ve ustam aldı. Bir arabaya koyarak eve getirdik.

Ustam,ben ve kasap. Üçümüz de orada hazırdık.

Hayvanı kesmek için bir çukur kazdık. İçmesi için bir kova da su getirdik. Koç;kovaya yaklaşarak suyu içti. Arkasından kasaba bakarak,kendisi için ayrılan çukura gelip,boynunu çukura uzatarak beklemeye başladı.

Bu duruma şahit olan bizler,hayrette kaldık. Kendimizi tutamayarak,ağlamaya başladık.

Tekbirlerle kurbanlık koçu kestik. Kesim işi bitmiş,taksimat yapılmıştı. Kasap ise hala ağlamaktaydı. Çünkü;yıllardır kestiği halde,ilk defa şahit olduğunu söylüyordu,böylesine…

Kurbanlık koçun bu hali üçümüzü de ağlatmıştı.

Hayat;ibretlerle dolu bir hayat,ibret ve ders alabilene… Bir yanda hayatını vermede sevdalı kurbanlık koç..diğer yan da ise;para ve dünya sevdalısı,kara sevdalı insan…

Tezatları birbirinden ayıran hayat;dünya hayatı…

“Vemtâzul yevme eyyühel mücrimûn”,[1]”Ey mücrimler,günahkarlar! Bu gün ayrılınız.” Kimden mi? Mükrimlerden. İkram eden kerim insanlardan.

Böylece dünya hayatı;mücrimleri bir yana,ikram edicileri onlardan ayrı öbür yana ayırmaktadır.

Böylece hayat;cennet hayatı ve cehennem hayatı suretinde devam etmektedir.

Bir yanda;Allah için kesilen kurbanlıklar,diğer yanda;nefsi için kesilen hayvanlar,nefse kurbanlar…

Birinde;terfi ve terakki,diğerinde;tenzil ve tedenni…

Bir taraftan;insan vücudunda yükselen hayvan,diğer taraftan;insan vücudunda alçalan hayvan.

“Onlar (İnanmayanlar),hayvanlar gibidirler. Belki (muhakkak,kesin olarak) onlar,hayvandan daha aşağıdırlar.”[2]

Evet,hayvandan kıymet ve ehemmiyet yönüyle daha kıymetsizdirler.

Hayat;insanlar ve hayvanları,insanlığa yükselenlerle,insanlıktan düşenleri birbirinden tefrik ve temyiz içindir.

Allahım! Her şeyimiz sana feda ve kurban.. Hayvanlarımız ise,kurbanlık…

7-5-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yasin.59.

[2] A’raf.179.




REĞAİB GECESİ

REĞAİB GECESİ

Rağbet ve teşvik anlamına gelen bu gece,insanların nazarlarını fâniden bâkiye,cüz’iden külliye çevirme amacıyla yapılan ve verilecek olan teşvikler dile getirilir.

Normal durumda sevab bire on verilirken (En’am.160),Bu gecede bir yüz,Şabanda üç yüz,Ramazanda bin,Cumalarda binler,Kadirde otuz bin,tıpkı bire yedi yüz veren tohumlar gibi…

Bu isim melekler tarafından verilmiştir.

Rahmet ve berekete vesile olan bir gecedir.Bu gecenin alameti,yağmurla geçmesidir.Maddi ve manevi bereketin beraber nüzulüdür.

“O’na ancak güzel sözler yükselir (Ulaşır).Onları da Allah’a amel-i Salih ulaştırır.”(Fâtır.10)

Bu gecede tüm amel-i Salihlerin Allah’a arzedilip sunulduğu,Kelime-i Tayyibenin Kelime-i Habiseye galebe ettiği bir gecedir.Bunun da yer yüzüne aksetmesiyle iyilerin ve iyiliklerin,kötülere ve kötülüklere üstün gelmesine sebeb teşkil ettiği bir gecedir.

İlâhi tecellilere mahzar olan Peygamberimizin ikişer olarak toplam on iki rekat namaz kıldığı rivayet edilir.

Geceyi Kur’an ve anlamlarıyla,dua ve ibadetlerle geçirmeli,hiç olmazsa gecenin üçte biri değerlendirilmelidir.

Rasulullah sahabilere;Müflis kimdir?diye sorduklarında sahabiler;Ya Rasulallah!Malını,mülkünü kaybetmiş ola müflistir,iflas etmiştir,buyurunca Efendimiz;-Hayır-der,müflis o kimsedir ki,ahirette Allah’ın huzuruna getirildiğinde,sevabından hiçbir şey olmayan ve bulunmayan kimsedir,buyururlar.

Ölmüş ve çatlamış olan bir toprak için su ne ise,ölmüş ve çatlak kalbler içinde bu gecenin ehemmiyeti odur.

Bu gece ve geceler,müminler için bir fuar niteliğindedir.Her türlü sevab pazarlarının sergilendiği gecelerdir.

Bu ay ve geceler yatırım ayı ve geceleridir.Bu gecelerin yılda birkaç kere geldiği unutulmamalı,bu gecelerde âhiret hayatı için her türlü yatırımın temelleri atılmalıdır.

Allah bu geceyi tüm alem-i İslâm için hayırlara ve fereclere vesile kılsın.Âmin.

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK




KADİR GECESİ

KADİR GECESİ

Kadir ve kıymeti değerli olan bir gecedir.

Âyetlerde:”Biz onu (Kur’an-ı) Kadir gecesinde indirdik.Kadir gecesinin ne olduğunu sana haber veren oldu mu?Kadir gecesi,bin aydan daha hayırlıdır.Zira o gecede,her iş hakkında bir takım emirler alarak Rablerinin izniyle melekler ve ruh (Cebrail) yere iner.O gece, selâmettir, esenliktir. Fecrin doğuşuna kadar devam eder.”(Kadr.1-5)

“Fecr,on geceye…yemin olsun ki…”(Fecr.1-2)

Burada yapılan yeminin,Ramazanın son on günü olduğu söylenmiştir.

Andolsun o Kitab-ı Mübine ki,biz onu mübarek bir gecede (Kadir gecesinde) indirdik.Çünkü biz uyarıcıyızdır.”(Duhan.2-3)

Geçmiş ümmetlerin ömrünün uzun ve ibadetli olmasına karşı,bize ihsan edilen bu mübarek geceler de uzun ömrü kazandıran gecelerdir.

Bu gecede melekler tüm dünyayı ve alemi gezerek istiğfar ve duada bulunanları tesbit ederler.

Bu gece,tüm alemin aydınlandığı bir gece,tüm cehaletlerin kalktığı bir gecedir.

Kur’an-ın ve tüm hükümlerinin devreye girdiği bir gecedir.

Kâinatın aklı mesabesinde olan Kur’an ile insanlığın aklına kavuştuğu bir gecedir.

Allah’ın varlığının en büyük alametleri olan Rasulullahın ve Kur’an-ın buluştuğu bir gecedir.

Kur’an ile şekillenen maddi alemimizin değişmesiyle beraber,mânevi alemimizin de şekillendiği bir gecedir.

Âşıkların maşukuna kavuştuğu bir gecedir.

Şeytanların zincire bağlanıp,nefsin teslim ve terbiye olduğu bir gecedir.

Maddi ve mânevi alemimizin istihaleden geçtiği bir gecedir.

Ramazanın son on gününde yapılan itikafla da,âdeta âhiret adamı olma gecesidir,bu gece.

Tüm ibadetleri cemeden bir gecedir,bu gece.

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK




CİHAD

CİHAD

“Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder.”Çünki,”Onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır.”[1]

Hayatı muhafaza etmekte bir cihaddır.[2]

Bu zamanda ise,“Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış.”[3]

“Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası, hem Kelimetullah’ın i’lâsı için, farz-ı kifaye-i cihadı; o lâzime-i diyanet Deruhde ile, kendini yekvücud-u vahdanî, İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet, Şu millet-i İslâm’ın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,

İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…”[4]

“Bediüzzaman’ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te’lifata noksanlık vermemiştir.”[5]

“Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman’ı asla ye’se düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ana sarılmaktır.” demiş ve sarılmış.”[6]

“Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bediüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimizin sünnetine tam ittiba’ ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.”[7]

“Evet Bediüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki; dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.”[8]

“Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.”[9]

“İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.”[10]

“Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: “Seçkin kulum,katı yürekli ve kaba değildir.-İşte “Muhtar”ın manası; “Mustafa”dır, hem ism-i Nebevîdir. İncil’de, İsa’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde “Âlem Reisi” ünvanıyla müjde verdiği Nebinin tarifine dair: Yanında kılıncı vardır;onunla savaşacaktır.Ümmeti de böyledir.-İşte şu âyet gösteriyor ki: “Sahib-üs seyf ve cihada memur bir peygamber gelecektir.” Kadîb-i Hadîd, kılınç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani cihada memur olacağını, Sure-i Feth’in âhirinde -İncildeki vasıfları ise şöyledir:Onlar filizini çıkarmış,sonra git gide kuvvet bulmuş,kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzerki,bu,çiftçilerin hoşuna gider.”[11]-âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm sahib-üs seyf ve cihada memur olduğunu İncil ile beraber ilân ediyor.”[12]

Bediüzzaman gerçek cihadı,manevi cihad,cihadı dini olarak adlandırır.[13]

Beiüzzaman Hazretleri eserlerinin yüzlerce yerinde,gerek Kur’an-dan çıkarmış olduğu istihraçlara istinaden gerekse de zamanın şartları gereği,bu zamandaki dini en büyük cihadın manevi olduğunu ve bununda ana zenbereğinin müsbet hareket üzerine bina edildiğini ifade etmiştir.

Geçmiş asırlardan farklı olarak,kafaları koparma yoluna gitmemiş,kafanın içerisindeki küfrü en müdellel delillerle yok edip,yerine imanı yerleştirme yolunu takib etmiştir.

İnsanları küfürlerinden dolayı cehenneme götürme yolunu değildi,kazandırdığı imanla cennete adam yetiştirme yolunu seçmiştir.

“Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdler…”[14]

“Milyonların imanını kurtardı cihadın”[15]

“Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..”[16]

“Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir.” İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.”[17]

“Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.” O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar. “[18]

Ayasofya cihadın yadigârıdır.[19]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi, harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.”[20]

“Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi..”[21]

“Cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.”[22]

“ nin ye tercihan zikrinden anlaşılıyor ki; sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise fesada daha münasibdir. Çünki katlin ifade ettiği mana, katlin mubah kısmına da şamildir. Cihadda veya bir cemaatı kurtarmak için yapılan katiller gibi ki; bu katl, fesada münasib olmaz.”[23]

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”[24]

“Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.”[25]

“Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa; çoluk-çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet’le ve cemaat-ı İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memluk ve esir olabilirler.”[26]

“Asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.”[27]

“Cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”[28]

“Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.”[29]

“Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.”[30]

“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”[31]

“Herbir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi silâhiyle, bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhiyle, İ’lâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma; cihad-ı haricîyi, şeriat-ı garrânın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!…”[32]

“Eskidenberi İ’lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.”[33]

“Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hacc ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.”[34]

“İman ve İslâmiyete hayat ve hareket vermiş; nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf ettirerek, cihad-ı İslâmiye meydanlarında herşeyini iman uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet, dünyanın ve Âlem-i İslâm’ın fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar olmuş ve olmaktadır.”[35]

“Cebbarlığa ve zalime karşı cihad…”[36]

“Melaikeler ise onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır.”[37]

“En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir.”[38]

“Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”[39]

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahitlerle- beraberdir.”[40]

“Mücahede ile, gönüllerde îman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür.”[41]

Tüm hizmetini de bu esas üzerine bina etmiştir.

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin.Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah ne yapacaklarını hakkıyla görücüdür.”[42]

“Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak cihad ebedidir.”[43]

Sual: Hal-i hazırdaki medeniyet, dinî cihada müsaade etmediği ve fetva vermediği halde İslamiyet ile bu medeniyet-i hazıra arasında tatbikat nasıl olur?

Cevab: Vakta ki medeniyet, müdafaa için gayr-ı meşru vasıtaları bile meşru kılıp cevazına fetva verdiği halde nasıl bütün şeriatların tesbit ve emr ettikleri cihada müsaade ve teşvik etmeyecek? Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak cihad ebedidir!!!

Sonra bizim mevki ve mekanımız –ki bize çok geniş olup başkaları gibi dar değildir- tedafü’ mevkiidir, tecavüz değil… Ve dinimizin esası da buna işaret eder. Çünki لاَ اِ كْراَه فِى الدِّينِ ve تَعاَلوْا اِلىَ كلِمَةٍ سَواَءٍ بَيْنَناَ وَ بَيْنَكُمْ bizi müdafaa mevkiinde durduruyor. Çünki تَعاَلوْا kelimesi işaret ediyor ki bizim en evvel vazifemiz da’vettir. Sonra onlara karşı cihadla müdafaa yaparız.”[44]

Sahih-i Buharide zikredilen hadislerde özetle:

-Sürekli kılınan namaz ve tutulan oruca denk tutulmuş,harb süresince ibadet sevabı verilmiştir.

-Dünya ve içindeki her şeyden değerli sayılmış.

-Harb için Rıdvan ağacının altında biat edenler diğerlerinden faziletçe üstün kılınmış

-Mekke’nin fethinden sonra hicret değil,cihadın olacağı ifade edilmiştir.

-“Mü’minlerden (evlerinde)oturanlar ile Allah yollunda cihad edenler beraber olmaz.”[45]âyetine ek olarak,maddi yardımla bulunanlar da ortak kılınmıştır.

-Rasulullah sürekli cihada katılmayı arzu etmiştir.

-Bütün bunlarla beraber kişinin dini yolunda hayatını tehlikeye atan,hakir gören her hareketi cihaddan da önemli kılınmıştır.Nitekim İbni Abbas’dan rivayet edilen bir hadiste,Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amel cihaddan daha efdal sayılmıştır.

31-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Sözler.22.

[2] Sözler.52.Haşiye.1.

[3] Sözler.707.

[4] Sözler.711-712.

[5] Sözler.757.

[6] Sözler.761.

[7] Sözler.769.

[8] Sözler.772.

[9] Mektubat.43.

[10] Mektubat.44.

[11] Fetih.29.

[12] Mektubat.167,170,Lemalar.32,Barla Lahikası.276.

[13] Mektubat.412,415,Lemalar.155,Şualar.271,Barla Lahikası.45,110,Tarihçe-i Hayat.27.

[14] Mektubat.430.

[15] Mektubat.480.

[16] Lemalar.104,105.

[17] Lemalar.131.

[18] Şualar.361.

[19] Şualar.385,435.

[20] Şualar.485.

[21] Şualar.590.

[22] İşarat-ül İcaz.174.

[23] İşarat-ül İcaz.203.

[24] Mesnevi-i Nuriye.224.

[25] Kastamonu Lahikası.75.

[26] Emirdağ Lahikası.1/39-40.

[27] Emirdağ Lahikası.2/241.

[28] Emirdağ Lahikası.2/241.

[29] Emirdağ Lahikası.2/242.

[30] Emirdağ Lahikası.2/245.

[31] Tarihçe-i Hayat.58.

[32] Tarihçe-i Hayat.59,64.

[33] Tarihçe-i Hayat.130.

[34] Hutbe-i Şamiye.142.

[35] Nurun ilk kapısı.192.

[36] Sünuhat-Tuluat-İşarat.22.

[37] Sözler.353.

[38] Lemalar.167.Haşiye.1.

[39] Şualar.497-498.

[40] Ankebut.69,Tarihçe-i hayat.9.

[41] Tarihçe-i Hayat.627

[42] Enfal.39,Bakara.217,251.Cihad ve mücahede ile ilgili yüzlerce âyet zikredilmektedir.Bak.Konularına göre Kur’an-ı Kerim Fihristi.Nevzat Yksel.sh.183-191.

[43] Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet.

[44] Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet.

[45] Nisa.95-96.




DİYANET CAMİASI

DİYANET CAMİASI

Dini temsil görevini üzerine alan ve milletin manevi ihtiyaçlarını yerine getirmek amacıyla kurulan diyanet ve teşkilatın doyurucu ve aktif olması gerektir.

Diyanet imam ve müezzin kadrosunu sadece tayin göreviyle kurulmuş bir yer olmaktan çıkarılmalı,bunların yeterliliğiyle beraber sürekli yenilenmeleri sağlanmalıdır.

Her şeyden önce camiye hapsolmamalı,hastahaneler,hapishaneler ve okullarda da istihdam edilmelidir.

Özellikle ekonominin sıkıntıda olduğu şu dönemlerde manevi tebliğciler olarak görevlendirilmelidirler.

Evler ve aileler ziyaret edilmeli,camiye gelen ve gelmeyen her insanla diyalog içerisinde olmalıdır.

Camiler cazib kılınmalı.Kısa zamanlarda gelip gidilen yerler değil,sürekli onunla olunan yerler haline getirilmelidir.

Müftülükler resmi birer makam olmaktan çıkarılmalı,okula eğitime gidildiği gibi,halkın dinini aktif olarak öğrendiği yerler olmalıdır.

Maddi durum itibariyla muhtaç duruma düşürülmemeli,imkanlar sağlanmalıdır.

Hutbe hazırlamada,cemaata vaaz ve öğütlerde bulunmada,mübarek gecelerde proğramlar düzenlemede imamlar ve vaizler bunu sürekli sürdürmelidirler.Bu yeterlilik özellikle imamlara kazandırılmalıdır.

İmamlar maddi para giderleriyle meşgul edilmemeli,bu noktada halkla karşı karşıya getirilmemelidir.

Rasulullahı ve Hz.Ebubekiri temsil kudsiyeti bilmeli ve bildirilmelidir.

Camilerimiz Sosyal ve Kültürel cazibe merkezleri haline getirilmelidir.

Osmanlıda olduğu gibi Külliyeler halinde tasarlanmalıdır.

Kütüphaneler ile zenginleştirlmeli,ilim tahsil edilen yerler haline getirilmelidir.

Günün belirli zamanlarında –özellikle öğle vakitlerinde- sürekli cüzler okunmalı,kısa da olsa sohbet yapılmalıdır.

İmamların Başka iş yapmalarına gerek kalmayacak şekilde imkanları düzeltilip,tam mesa-i yapmaları sağlanmalıdır.

Öğretmenlere verilen ders ücreti gibi,onlarada cemaata verdikleri gündelik derslerden dolayı ders ücretleri ödenmelidir.

Özellikle ve özellikle hafızlara sahib çıkılmalı,özellikle camilerde Kur’an-ın okunması konusunda istihdam edilmeliler.

Cami ve çevresi sürekli temiz tutulmalı,bunun içinde bir görevli ile yetinilmemelidir.

En azından bugün batı dünyasının bir papaza verdiği imkanın yarısı dahi olsun verilmemektedir.Bu imkan sağlandığında önemli çapta manevi kayıplar azalacaktır.

2002 yılında batı dünyası iki milyar İncil dağıtırken,diyanetimiz bunun ne kadarında hizmet vermiştir?

Mehmet ÖZÇELİK

25-07-2003




MUHYİDDİN-İ ARABİ VE MESLEĞİ

MUHYİDDİN-İ ARABİ VE MESLEĞİ

Muhyiddin-i Arabi,Mir’at-ül İrfan adlı eserinde gerçekten onu tanımayan veya sözlerini ve kendisini anlamaya çalışmayan bir insan için müsbet düşünmek ve iyi kanaatta bulunmak söz konusu değildir.Bu sözleri bir vatandaş veya âmi bir insan söylese ve düşünse küfrüne hükmedilir ve itikat bozukluğuna müncer olur.Şahsi aleminde,cezbe aleminde,marifet makamında,üstün seviyede,akıl terazilerinin fevkindeki sözlerdir sözleri.

Bazı çarpıcı sözlerinden yaptığımız alıntılarında şöyle der:

“Yani: Ne varsa..

Ve.. toptan her sey, birdir..

Ve.. bir, herseydir..

İşbu manadaki inceliğe dikkat gerek..”

Ve bunda da bir incelik istenilmektedir.

**Zatından ve sıfatından

gayrı hiç bir sey yok ..

**Yine anla ki: Varlığın senin sandığın gibi, varlığın değildir..

Ama başka bir varlığın da değildir..

Sen mevcud değilsin.. Madum da değilsin.. Yani: Ne var

olmuşsun.. Ne de yok..

Kısacası: Ne varsın; ne de yok..

Varlığın da, yokluğun da, bu varlığındır.. Hepsi odur.. Ama bir

varlık iddiası olmadan.. Bir yokluk düşünülmeden..

Sakın ha.. Bu arada, onun varlığının aynını, senin bu varlığın

sanmayasın.. Yokluğun da saymayasın..

Arada daha nice perdeler var ki.. Onları , safiyet yolu ile açmak

gerek..

**Şu anda, sana gereken; Allah ile birlikte, diğer bir varlık

vücudu tanımamaktır..

Hatta, yüce Allah’ın zatı ve sıfatı içinde dahi bir şeyin

varlığını düşünmeyesin..

Bu durumu ki, iyi kavradın; nefsini bilip anladın sayılır..

Zira, anlatılan mana çerçevesi içinde nefsi bilmek ve anlamak,

Allah’ı bilmenin taa, kendisidir .

İş bu manada şüphe izi yoktur.. Şek yoktur ..

Sonra.. Nefsin öyle bir hal alışı, bir terkip ve bir yapma sonucu

değildir ..

Haşa ki, kadim ve ezeli, ebedi bir zatta sonradan olma ve

sonradan yapılma bir şeyin sözü edile ..

**Dikkat et şu cümleye: Vuslat marifettir..

Her ne zaman ki; vasıl oldun; yani, özünün ârifi.. Hakka vasıl

oldun; sayılır..

Ne var ki; bu irfan duygusunda;İRFAN harflerinin varlığı da

olmayacak.

**Şimdi..

Kendini ele al.. Çünkü bu misalde sade sen varsın..

İsmin ve müsemman.. Aslında, bunların ikisi de aynı manaya

gelir..

Ya, sana bir isim verilmiş; ya da, sen bir isim almışsın..

Mahmud, adını almışsın; ya da sana Mahmud adı konmuş..

Halbuki sen, kendi adını Muhammed biliyorsun..

Aradan bir zaman geçiyor..

İşbu zaman, uzundur, veya kısadır.. İkisi de farksız..

İşbu aradan geçen zamandan sonra anlıyorsun ve biliyorsun ki:

İsmin Muhammed degil de, Mahmud imiş..

Şimdi n’oldu ?.. Vücudunda bir değişiklik oldu mu ?.

Hayır, hiçbir değişiklik olmadı..

Araya, sadece bir marifet oyunu girdi..

Ve sen, kendin elde ettiğin marifetinle, Muhammed ismi kalktı..

Ve sen: Mahmud oldun..

“Nasıl oldu bu iş ?.”

Diyerek düşünmeye ne hacet ?.. Şöyle oldu: Sen ancak

Muhammed sandığın ismini özünden sildikten sonra oldu..

İşbu manadan, fena halinin de nasıl olduğunu anladın..

**Özet olarak, tekrar edelim: Tek varlık düşün.. Her şeyi, ama

her şeyi o tek varlık içinde gör..

Durum bu olunca.. Bak: Ârif kim ? Maruf kim?..

Her ikisi de aynı şeydir..

Sonra.. Vasıl kim?. Mevsul kim?..

Her ikisi de aynı varlıktır..

Evet.. aynı manada bak: Gören kim?. Görülen kim?..

Hiç bir zaman, bunları birbirinden ayırmak, kabil olamaz..

Üstteki mana biraz daha açılmalıdır.. Ki, öyle olacak..

Ârif, Hakkın sıfatıdır; Maruf ise.. zatı..

Vasıl, Hakkın sıfatıdır; mevsul ise.. zatı..

Diğerleri de aynı kıyasa tabidir..

Sonra.. sıfatı, mevsufdan ayırmak da olmaz..

Zira, sıfat ve mevsuf aynı şeydir..İkisi de aynı köke bağlıdır..

**Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan odur ki: Bir ârif kişinin

nefsine karşı olan irfan duygusu; şüphesiz, Allah-ü

Taâlâ’nın nefsini bilmesi sayılır..

Öyle değil mi?..

Arada bir yabancı düşünülmediğine göre, başka nasıl olabilir

ki?..

Olamaz..

Çünkü, irfan sahibinin nefsi, özü, varlığı: Allah-ü Taâlâ’nın

nefsidir… Özüdür..Varlığıdır..

Kısacası: Allah-ü Taâlâ’dır..

NEFS’ten murad: Varlıktır.. Vücuddur..

**İşin sonuna geldik sayılır.

Böyle olunca, biraz daha açık konuşacağız.

Şimdi diyeceklerimizi, buraya kadar anlattıklarımız açısından

dinlemelisin..

Bu hali ki, kendinde buldun; biri sana:

– Ben Allah’ım..

Derse. Onu duy.. ama candan duy.. çünkü Allah:

– Ben Allah’ım..

Diyor.. O sözü diyen kimse değil..

Yani: O kimse söylemiyor.. Hak söylüyor..

Belki burada bir şaşırma olabilir.. Yani: Sende..

Çünkü sen: O sözü edenin vâsıl olduğu makama vâsıl olmadın..

Şayet, onun vâsıl olduğu makama vâsıl olsaydın; onun dediğini

anlardın..

Sonra.. Onun gördüğünü, sen de görürdün..”

-İnsanları sözleriyle nereye götürdüğünün kendiside aklı başına gelince farkına varıyor zira bu sözler aklın,kalbin ve dinin ölçüleriyle söylenmiş sözler değildir. Makamın sözleridir,dinin ve aklın sözleri değil.Bazen özellikle dikkat çekip sakınılmasını,yanlış anlaşılmamasını,Allaha bir şekil gibi isnadda bulunmama tenbihinde de bulunur.

**Biraz öz konuşalım..

Hulâsa: Cümle eşyanın varlığı, Hakkın varlığıdır.. Ama,

onların bir varlığı olmadan..

Sakın ha.. bu anlatılan manalarda bir süpheye kapılmayasın..

Sonra.. Yanlış bir vehim yoluna da sapmayasın..

Meselâ demiyesin ki:

– Allah-ü Taâlâ, mahluktur..

Yani: Bu gördüğün yaratılmışlar..

**Materyalistler madde hesabına Allahı inkâr ederken,Muhyiddin de Allah hesabına maddeyi inkâr etmektedir.

Burada Allahı kabul ederken onun yarattıklarını ve yaratma işini hayal mi kabul edeceğiz?Mahlukatı yarattım diyen Allah –Haşa-yalan mı söylemektedir?Gerçekten de yaratmamış mı?

Bu durumda sorgu sual,cennet-cehennem olmayacak mı?Zira olmayan bir şeyden neden sorgulanalım?Gitmeyeceğimiz cennete ve netice alınmayacak bir ibadete neden devam edelim?

Bunu da yine kendisi izaha çalışır:

“Şimdi..

Önemli bir soru ile karşılaşabiliriz..

Meselâ biri şöyle diyebilir:

Kainattaki iyilik ve kötülüklere hangi nazarla bakacağız?..

Anlatılan manalar açısından bir tezeğe, ya da bir cifeye

baktığımız zaman ona: Allah diyoruz.. Bu mananın da açılması

gerekmez mi?..

Şüphesiz bu soru önemlidir.. Ama bizim sözümüzde böyle bir

mana yok ki..

Dıştan bakılınca belki olabilir.. Ama derinlemesine açılınca

sözümüzün aslı kolay anlaşılır.

Ortada bir cife mi vardır?.. Bir tezek ve pislik mi vardır?..

Şüphesiz yoktur.. Onlar zahire göredir.. Hakikatte onlar bir

başkadır..

Bu sözümüz onadır ki:

Cifeyi bir cife olarak görmez.. göremez..

Pisliği pislik olarak görmez.. göremez..

Çünkü onun bir basireti vardır. Bir mana gözü vardır..

Elbette ki, sözümüz, böyle bir basiret sahibi, yani: Mana gözü

sahibi içindir..

Elbette ki, anadan doğma gözsüzler, işaret ettiğimiz hedefi

göremez; sözümüzü anlayamaz..

Anadan doğma kör tabirimiz, o kimseler içindir ki: Nefsine karşı

bir irfan duygusuna karşı bir irfan duygusuna sahip değildir.

Gerçek manada asıl kör, bu zümredir.

Bir kimsenin ki, temelli körlüğü ve gözsüzlüğü gitmemiştir.. O

bizim kelâmımızı nasıl anlayabilir?

Sonra.. Anlattığımız mana derinliğine vâsıl olmak, onun için

değildir..

Kısaca diyelim: Bütün bu konuşmalarımız Allah iledir..

Onun gayrı ile.. onun gayrı ile.. Ve mana gözünden yana yoksun

olanlara değildir..

Bütün bu incelikler, çok dikkat ister..”

**Mesela, biri şöyle sorabilir:

-Şimdi, sen bütün bu anlattıklarınla, sabir bir varlık olarak, Allahü

Taâlâ’yı bıraktın.. Ve herşeyi de yok ettin..

Durum böyle olunca.. Bu dış gözle gördüğümüz şeyler nedir?..

Bu sorunun cevabını gayet kolay verebiliriz..

Deriz ki:

-Söylediklerimiz, yazdıklarımız, varlık olarak, Allah-ü Taâlâ’nın

gayrını görmeyen içindir..

Biz sözümüzü, sohpetimizi böylesi ile yaparız..

Ama, o kimse ki, Allah-ü Taâlâ’dan gayrı bir varlık görür; onunla

hiçbir işimiz yoktur..

Hatta, böylesine verecek bir cevap bile yoktur.

Hatta, öyle bir kimseye; bir soru da sormayız.. Sorusunu da

nazara almayız..

Bu şekilde, yanlış bir anlayışa sahip olan kimse.. O, sadece,

zahirde gördüğünü görür.. Başka bir şey göremez..

Hali anlatıldığı gibi olana ne gösterebiliriz?.

**”Gözler ona erişemez.. İdrâk edemez.. Ama o, bütün

gözleri ihata eder..”[1] ayetini ise ,onun dışında bir varlık yok ki,onu görebilsin şeklinde ifade eder.

-Meseleye yine kendi sözleriyle açıklık getirmek gerek:”Bizi bilmeyen,makamımıza çıkmayanlar,kitaplarımızı okumasınlar.”zarar verir.

Onun hakkında en veciz ve sağlıklı görüşü Bediüzzaman hazretleri özetler:

“Hem temessül-ü ervaha işaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem [2] misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.”[3]

Zira o ruhanilerle hatta Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî’nin ifadesine göre: “Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü.”

Öyle ki,zaman zaman Hızır ile görüşüp ondan edeb dersini almıştır.

“İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbaratın çok enva’ı var. Birinci kısım, hususîdir. Bir kısım ehl-i keşif ve velayete mahsustur. Meselâ: Muhyiddin-i Arabî [4] Suresi’nde pekçok ihbarat-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmam-ı Rabbanî, surelerin başındaki mukattaat-ı huruf ile çok muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbaratını görmüştür ve hâkeza…”[5]

Muhyiddin-i Arabi’nin kerâmetvâri sözü ki:” Sın – Şin’e girdiğinde benim kabrim ortaya çıkacaktır.” Böylece bu kerâmet Selim’in 15-Eylül-1516’da (-S- olan Selim’in baş harfinin,Şin olan yani Şam’ın baş harfi olan) Şam’a girib, Muhyiddin-i Arabi’nin terkedilmiş olan kabrini ortaya çıkarmakla zahir olmuş,gerçekleşmiştir.

Topkapı hazine dairesinde bulunan 33 satırlık bir kitabe H.880 (M.1475)’de yazılmış olup,Osmanlıların Mısır’a gireceği haber verilmektedir.

“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde [6] derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyiydi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahâbelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.”[7]

“Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risalet ve velayet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icma’larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icma’kârane tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân etmiş. Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi, marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!”[8]

O zat muhakkiklerden yani tahkik ve araştırma,hakikata nüfuz ehlindendir.

“Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.

Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:

Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?”

Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular.

İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın.

İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i Arz, cinn ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mana ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta, küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misal, sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilaf-ı hakikat telakki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i maneviye yerleşir.

Hâtime: Şu mes’eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”[9]

“Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesedlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa -çekirdek gibi- âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir.. her ikisinin ortasında beş yüz senedir.. ve zirvesi semanın ketfine mümastır.. ilâ âhiri hayalâtihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.”[10]

Hak gördüklerini halin etkisiyle ihata edemediklerinden aynıyla ifade etmişler,tevile ve izaha gitmemişlerdir.

İşte ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ, şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; lâ mevcude illâ Hû demişler. Yani: Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler.”[11]

İmam-ı Rabbani onun için:” İbn-i Arabi “Vahdet-i Vücud”a kâil ama, bu, bir ölçüde, “Allah’tan başka varlık yok” mânâsına değil de, “Allah’tan başka varlıkların bizzat vücudları yok” manasına “Vahdet-i şuhud”u işmam eden bir vahdet-i vücud demektir.”

-Her asırda ve dönemde olduğu gibi,muhyiddin-i arabide kendi döneminde anlaşılamıyanlardandır.

“Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir, maksad nedir? soruyor.

Evvelâ: Ona okuduğun Yirmiikinci Söz’ün Mukaddemesinde, tevhid-i hakikî ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.

Ve sâniyen: Usûl-üd Din imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Râzî’ye öyle demiş.

Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimî kazanmak için Lâ mevcude illâ Hû deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için Lâ meşhûde illâ Hû deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:

[12]Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.”[13]

“Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes’eleye dair Otuzbirinci Mektub’un bir Lem’asında, Hazret-i Muhyiddin’in bu mes’eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mes’ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddî zarar verir. Nasılki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir.Öyle de vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, masiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi “el’iyazü billah” öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.

Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren seradan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı A’lâ’ya diken, istiğrakî bir surette kâinatı madum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’dan görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş’a çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa, Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve Ferş’ten Arş’a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver, herkesten Kelâmullah’ı işitirsin” desen, manen Arş’tan Ferş’e sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur!..”[14]

Vahdet-ül Vücudun kabul edilebilir bir meslek olabilmesi için,mensublarının hep Muhyiddin-i Arabi gibi olması gerekir.Oda olamıyacağına göre,bu yol umumi ve de sağlıklı bir yol değildir.

“Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden mes’elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.

yani: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-ül vücuda dair mes’elelerini okumak, zararlıdır.”[15]

“SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiş: “Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir.” O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur’ân’a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir.

Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.

İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, o kıymettar âsârını mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar.

Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mâbeynindeki esaslı fark ve onların me’hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me’haz o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me’haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me’hazları, Hazret-i Muhyiddin’in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki:

Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.

İşte bu temsile binâen, “Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur” denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; “Güneşten başka içinde birşey yoktur” demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki:

İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız aynalık ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün’akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, “Lâ mevcûde illâ Hû” diyerek, yanlış etmişler. “Hakàiku’l-eşyâi sâbitetün” kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler.

Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur’ân’ın kat’î ifâdâtıyla görmüşler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i İlâhiye ile vücud bulan nakışlar Onun eserleridir. “Heme ez ost” Yani herşey Ondandır. O îcad eder.” tur; “Heme ost” Herşey O değil ki; “Lâ mevcûde illâ Hû” denilsin.” değil. Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, vücud-u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardır.

Nasıl ki, temsilde, ayna içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var.

Ve aynayı ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve aynanın arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat aynasında ve mâhiyât-ı eşya aynalarında esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlikının ibkàsına muhtaçtır. Çendan “hakâiku’l-eşyâi sâbitetün”dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.

İşte, Hazret-i Muhyiddin, “Ruh mahlûk değil; âlem-i emirden ve sıfat-ı irâdeden gelmiş bir hakikattir” demesi, çok nusûsun zâhirine muhâlif olduğu gibi; mezkûr tahkikata binâen iltibâs etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.

Esmâ-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi isimlerin mazharları vehmî ve hayâlî şeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hâriciyeleri vardır.

SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, âciz bir bîçârenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükteyi söyleyeceğim; belki bu meselede faydası olacak.

BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakàik-ı îmâniyeye yetişmediğinden ve ihâta edemediğinden ve aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf etmediğindendir. İkinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişâfından ve hârikulâde inbisâtından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarâhat-i Kur’âniye ile verâset-i Nübüvvetin evliyâ-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyânın gördükleri mertebe-i uzmâ-yı Tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rubûbiyet ve hallâkıyet-i İlâhiyenin mertebe-i uzmâsını, hem bütün esmâ-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtı muhâfaza edip, ahkâm-ı Rubûbiyetin muvâzenesini bozmuyor. Çünkü derler ki:

Cenâb-ı Hakkın ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde tecezzî yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

“Lâ müşâhhate fi’t-temsîl” kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim-tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san’atlar derc edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kaybolur, zeval buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî ile rubûbiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtî ile hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkâşın bir nakş-ı san’atıdır demek lâzım gelirken, o itikad yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, vücudu ise sûret-i zâhiriye ile mümteziç olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.

Diğer adam der ki: “Bu mîzanlı ve nizamlı, gayet san’atkârâne nakışlar, kat’î bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fâili ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, nihâyetsiz bir hikmetle bir san’at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız olamaz. Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti ve merhameti gösteren san’atlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlikının yaldızlı bir mektubudur.”

İşte şimdi o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, Kâtibine “Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder.

Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arabın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.”[16]

Nitekim Muhyiddin-i Arabî,

[17] hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.”[18]

“Selef-i Sâlihîn’in bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da, âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Selef-i Sâlihîn’in bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlâna Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’ana ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.”[19]

“Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabî (R.A.) gibi pek çok ehl-i velayet, mana-yı zahirîden başka bâtınî ve işarî manalar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Musa (A.S.) ve Firavun’dan murad, kalb ve nefistir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ülemadan çokları onları tasdik etmişler.”[20]

-İbni Arabi her dönemde insanları kendisiyle meşgul etmiş bir mutasavvıftır. Gaybi sırlarla da uğraşan[21] Muhyiddin-i Arabi O tefsirinde tasavvufi tevile yönelir.Hz.Cüneyd,SadreddinKonevi,Kaşani,Kayseri,Cami,Bursevi gibi.İbni Arabi;Yağmurun yağıb,suların kendi genişliklerini bulmasını,yağmuru ilme ve genişliği kişinin onu almasına,cehennemdeki azabın aslında tatmak olup,onların cehennemde cennettekiler gibi olmasa da lezzet alacaklarını,ad kavmine gönderilen rüzgar yani rih ifadesinin rahatlamak olup,onlar kalbi kasavetlerden kurulmş olmaktadırlar.Mal ise kendisine meyledeilen anlamına imale kökünden türemiş olduğunu ifade eder.

Bursevi de Kur’andaki musa ile fir’avunun,insandaki kalb ile nefis anlamında olduğunu ifade eder.

Vahdeti vücud da önemli yer tutar yani Allahın dışındaki varlıklara hakiki bir varlık manasını vermeyib,zatın bir olduğunu,onun dışındakilerin ise sıfatların çoklukla bir yansıması olarak değerlendirir.

“Saadet asrının güneşinden istifade edip insanları aydınlatan,yıldız misal [22] kemalatta zirvede olup[23] makbul insanlardandır.

“Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin makbulînden olduğu halde, hatasının ve her kitabında mühdî olamamasının esbabı, o kadar amîk bir şekilde ve o derece ince bir tarzda izah buyuruluyor ki, bu âlî dersinizi sair kardeşlerimle beraber okudum. Dedim: “Aziz kardeşlerim, bu âlî dersten istifade ediyor, mühim bir şey anlıyorum, fakat zübde edemiyorum, zihnimde toparlayamıyorum, siz ne dersiniz?”[24]

“Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin meşrebini izah edip, noksaniyetini beyan eden nurlu beyanatınızdan çok istifade ettim. O mes’eleye ait evvelki dersinizden anlayamadığım cümleler ve karanlık noktalar, bu defa başka bir tarza çevrilerek karşıma çıktığını hissettim. Ve güzel yüzlü hakikatlarını görmeye başladım. Elhak çok tefeyyüz ettim. Kardeşim Re’fet Bey’le beraber okuduk. Üstadımıza minnetdarane teşekkürler ettik. Cenab-ı Hak, size lâyık olduğunuz ecr-i kesîri ihsan etsin. Âmîn.(Ahmed Hüsrev)”[25]

Muhiddini Arabi (k.s.) der ki: “Hareket hubbiyedir”.Bir muhabbet ve sevginin neticesi ve devamıdır.

İbni Arabi “Tecellide tekrar yoktur”her şeye bir kere tecelli eder,onda vahdet görülür.

*Seyyid Şerif Cürcanî hazretleri ise, Tarifat adlı eserinde, bir şeyin ilâhî ilimde teşekkül eden hâline “mahiyet,” yaratılarak haricî vücut giymiş hâline de “hakikat” demektedir. Buna göre, “ayan-ı sabite” eşyanın mahiyetleridir.

Hatibî, vahidiyet ve ehadiyet kavramlarını şu şekilde açıklar: “Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir.”

*İbni Arabi ve Cili-ye göre:” Tecelli bu latife üzerine olur. Hak kendinden başkasına tecelli etmez.

Ancak biz bu ilahi latifeyi kuldan bedel olması itibariyle abd olarak isimlendiririz. Aksi taktirde ne rab,ne de kul olurdu. Zira merbub’un yok olmasıyla rab da yok olurdu. Tek olan Allah’dan başka hiç bir şey yoktur.”

Mesela Hak kulda “hayat” sıfatıyla tecelli ederse, kul bütün alemin hayatı olur ve cisimsel ve ruhi bütün varlıklarda kendi nüfuzunu görür. İsa (as.) bu sınıfa dahildir. Hak kulda kelam sıfatı ile tecelli ederse bütün mevcudat kulun kelimeleri olur. Bütün zati hakikatler ona açılır ve cihetsiz ve organsız olarak sözü işitir. Hitabı işitmesi, izniyle değil, külliyetiyledir. “Sen benim habibimsin; sen benim mahbubumsun; sen benim gayemsin; sen benim kullardaki vechimsin… Şuhudumla bana yaklaş; ben

varlığımla sana yakınlaştım.”

İbn Arabi’de olduğu gibi Cili’nin görüşüne göre de, İnsan-ı Kamil varlığın başlangıcından ebediyete kadar tektir. Ancak suretler itibariyle çoktur ve her zamanda o zamanın sahibi suretinde zuhur eder ve onun ismiyle isimlendirilir. Ancak gerçek ismi, Muhammed; künyesi Ebu’l-Kasım, özelliği ise,Abdullahdır. İbn Arabi’nin açıkladığına göre bununla murad, hakikat-i Muhammediyyedir.”

*”İlmi sarf kaidesince;”Masdarların ilmi vücutları vardır,fakat harici vücutları yoktur.Hasıl-ı bil masdarların ise,vücud-u arazileri vardır,ancak vücud-i cevherileri yoktur.”Tabiat”,”Min haysü hüve”yani madde ile mezcolmaması,yani ilmi bir vücuda sahib bulunması cihetiyle “Masdar”dır.Tabiat madde ile memzuciyeti itibariyle düşünülse,o zaman sanat,nakış,ahkam,şeriat-ı fıtriye,perde-i izzet,fıtrat,kanun ve mistar olarak tezahür eder ki;bunlar da “hasıl- bil masdardır.Hasıl-ı bilmasdarın ise “arazi”bir vücud-i haricisi vardır,”cevheri”bir vücud-i haricisi yoktur.”[26]

Ehli tasavvufa göre –Şeyhi ekber-olan Muhyiddin-i Arabi,İbni Teymiyelere göre ise-Şeyhi ekfer-dir,en büyük kafir.

Harikalıkları ve sırları olan bir zattır.

*Kabre konulduğunda münker ve nekir melekleriyle arasındaki konuşmaya şahid olan keşfel kubur bir zat şunu nakleder: “Rabbin kim?” sorusuna Muhyiddin şu cevabı verir:
“Biz bizle beraberken bizi bize sordular. Biz bizden hiç ayrıldık mı ki bizi bize sorarlar? Biz, bizden başka mıyız ki bizi bize sorarlar?”
Melekler, kaydı nasıl tutacaklarını şaşarak Allah katına başvurduklarında Cenab-ı Hak şöyle nida eder:
“Muhyiddin kulumu dünyada kimse anlamadı. Ölünce de melekler anlamadı. Onu bana bırakın. Ben anladım. Cevap tamamdır”.

* Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî’ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam’da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye’de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam’a geldiğinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî’nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, “Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.

Riyazet halindeyken Allah a hitaben “ne kadar merhametli olduğunu halka yayarsam ibadet edecek kul bulmazsın” dediği anlatılır ve naz makamının olağanlarından addedilir ki havvasa dairdir.

“Daima allah’tan başkasını unut… zakir olursun. böyle olan bir kimse her yerde zakirdir. kalb ve lisanıyla allah’ın zikrine devam edenlerin kalbine allah, zati ahadiyyetine karşı iştiyak nuru ilka eder. gözü açılana ise haya gelir…
haya makamında fetih başlar. fetih kalb gözünün tevfik-i rabbani ile açılmasıdır. bu göz açıldı mı ahlak, fazilet, doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur, onsuz yaşayamaz…
“Bir yerde bir günah işlemişsen oradan ayrılmadan bir de iyilik işle, ibadet yap. o günahı bir elbise üzerinde iken işlemişken o elbiseyi çıkarmadan evvel bir de sevap işle….
“Allah daima kendi zat-i tecelli alalarını tesbih ve zikreder. en büyük zikir allah’ın zikridir. kulun en büyük zikri ise hakk ile olan zikre iştirak etmektir. sana senden yakın olanla…
“Namaz da bir zikirdir. miraca gitmektir. ibadet bundan dolayı farzdır. farz demek, mecburiyet demek değildir. hakk’a yanaşmak için muhakkak şart olan şeye farz denir. hakk’a yanaşmanın edebi ve usulüdür; bunsuz olmaz demektir. (allahüekber yoruma bakın yahuu.)
“Kelime-i tevhidin ehli olanların bilfarz yer dolusu günahları olsa… yalnız şirk bulunmasa bu günahların içinde, allah onları mağfiretle karşılar. allah’a düşman olan müşriktir. ondan uzaklaşmalı (allah muhafaza buyursun) bilmeyerek veya te’vile müsait ağzından bozuk şeyler çıkmış ise bununla allah’ın kullarına düşman olunmaz… (şeyh’in en tartışılan fikirlerinden biri budur)
“”felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg’el asrı zak’el vahid”
Yani: her asır bir kişinin ismiyle anılır, bu ve bundan sonraki asırlar da benim ismimle anılacak…
“Alnını sürdüğü toprağı göstermişler ibn arabi ye.
“sen bundan yaratıldın”.
demek bu yüzden secde..”

“Körün kadına bakmamasına sevap yoktur.”

“Bir gün çok hastalandım. Baygın bir halde idim. Korkunç kimseler gördüm. Bana eza etmek istiyorlardı. Derken güzel şimali ve güzel kokulu bîr zat geldi onları hep kovaladı. Sevindim. Ve “efendim siz kimsiniz?” diye sordum. Ben ( Y A S İ Y N ) suresiyim dedi. Gözümü açtım baktım ki, babam baş ucumda ağlıyor ve (Y A S İ Y N ) şerifi okuyordu. Bitirdi. Gördüklerimi babama söyledim. Hastalarınıza ( Y A S İ Y N ) okuyun diye emir var.

“Hakkı daima önde tut. Ve Allah’ın kullarına, Allah’ın muamele ettiği gibi muamele et.

İbrahim Peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, İbrahim Aleyhisselâm; Müslüman olursan misafir ederim, dedi. O da kabul etmedi. Döndü gitti.

Cenabı Hak İbrahim’e; bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gâvurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim. Buyurunca, İbrahim Aleyhisselâm yola çıktı ona yetişti. Gel dedi, seni misafir edeceğim. Çünkü Rabbim senin için bana hitab etti, deyince o, hem misafir oldu ve hem de Müslüman oldu.

“Hıristiyan bilginlerinden bir zat, İslâm ülkelerinden birine geldi. Dolaşırken, herkes koşmaya başladı, işte Sultanımız geliyor, diye seviniyorlardı. O Hıristiyan zat da bekledi. Baktı ki siyah, vaktiyle köle olduğu nişanlarından belli, yüzü yırtık, çirkin bir yüz. Yüzüne bakınca; Allah’ın varlığına, birliğine, şeriki ve naziri bulunmadığına, istediğini istediği gibi yapar olduğuna, mülkünde istediği gibi tasarruf ancak Zat-ı Ahad’iyetine has olduğuna, Hazreti Muhammed’in (S.A.V.) de hak Peygamber olduğuna şahadet ederim dedi. Dediler ki; bu imanın sebebi nedir? Dedi ki; Şu siyah kölenin saltanatındadır. Çünkü, zahiren bu adamın arkasına iki kişi bile düşmez. Halbuki bütün Ulema, Esra ve iyyanı hep onun önünde el pençe duruyorlar, inandım ki Allah birdir. Kullarında istediği gibi tasarruf ediyor. Ve Habibi Hazreti Muhammed’i de (S.A.V. ) tasdik ediyor.

O hakkı hakkıyla bilenlerdendi.Hadisde:”Eğer hakkıyla Allah’ı tanımış olsaydınız, mutlaka su üzerinde yürürdünüz ve dağlar size geçit verirdi.

Ve her şeyi bir bir saymıştır. (Cin Sûresi-28) Bu âyette yüce Allah’ın geçmişte olan, şu anda olmakta olan ve gelecekte olacak bütün esmalar/isimleri kuşattığına işaret ediyor.”

Hak teala her şeyi bir bir saydığına ve sen de sayılan şeylerden biri olduğuna göre, O’nun koruması ve denetimi altındasın.

Rububiyet sırrını ifsa etmek küfürdür. Ariflerden biri; “tevhidi açıkça dile getiren ve

vahdaniyet sırrını ifsa eden kisinin öldürülmesi on kisiyi yasatmaktan daha efdaldir!..”

demistir.

Biri de söyle demistir:

Rububiyetin bir sırrı vardır ki, eger bu sır açıklansa Nübüvvet iptal olur. Nübüvvetin de bir sırrı vardır; şayet açıklanırsa ilim iptal olur.

Allah’ı bilenlerin de bir sırrı vardır; eğer bu sır açıklanırsa hükümler iptal olur.

Halka hakkın gözüyle bakan onlara merhamet eder. Ilim gözüyle bakansa onlara buğzeder.

Dedim ki, Ya Rab!.. Ne ile sana yaklaşayım?..

Dedi ki, Bende olmayanla.

Dedim ki, Sende olmayan nedir?..

Dedi ki, Zillet ve muhtaçlık!…

MEHMET ÖZÇELİK

04-07-2006

[1] En’am.103.

[2] “Meryem’e Cebrâil’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem/17.

[3] Sözler.258.

[4] “Elif lâm mim. Rumlar mağlûp düştüler.” Rum/1-2.

[5] Sözler.405.

[6] Herşeyden nihayetsiz derecede yüce olan Rabbim bütün noksanlardan münezzehtir.

[7] Sözler.490.

[8] Sözler.689.

[9] Mektubat.81-83.

[10] Muhakemat.64.

[11] Mektubat.249.

[12] Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah’ın mârifetine dâir bir defterdir.

[13] Mektubat.330-331.

[14] Lem’alar.272-273.

[15] Lem’alar.274.

[16] 9.Lem’a,Barla Lahikası.264-267.

[17] Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü’l-Merfûa’, s. 273.”Ben gizli bir hazine idim.Mahlukatı yarattım ta ki kendimi bileyim,bildireyim.”

[18] İşarat-ül İ’caz-17.

[19] Age.226.

[20] Kastamonu Lahikası.188,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.68.

[21] Şualar.712,Barla Lahikası.367,Kastamonu Lahikası.47,126, Sikke-i Tasdik-i Gaybi.61.

[22] Mesnevi-i Nuriye.29.

[23] Barla Lahikası.143.

[24] Age.227.

[25] Age.234.

[26] Molla Muhammed-in tabiat risalesinin şerhinden.