KALİTE KONTROL

KALİTE KONTROL

Pazara gelen,tezgaha konulan her mal belli bir kalite kontrolden geçmiştir.Emsallerine göre farklı da olsa belli bir kalitesi vardır.Pazara geliş esnasında veya pazarda veya sahibinin elinde iken almış olduğu yara ve darbeler onun değerini düşürmektedir.

Yani pazarlamada ve muhafazada yapılan eksiklikler,malı farklı kılmaktadır.

Doğrudan doğruya malda her ne kadar kusurda olsa,yüzde yüz o maldan kaynaklanmış olmaz.Nisbet oranında;ya geldiği yerden,ya kişiden,ya takdirde yapılan taksimler de göz önünde bulundurulmalıdır.

İnsanda ilahi bir maldır.Dünya pazarına gönderilmiştir.İnsan olarak dünyaya gelmişse,belli bir kaliteye sahib demektir. Burada anlatmaya çalıştığımız insanın yaratılışının başlangıcından nihayetine kadar geçen sürede insan kalitesini değerlendirmektir.

Bazen İnsanın bu kalite kontrolü yapıldıktan sonra;geliş anında herhangi bir istasyonda indirilmekte,belirli noktalarda yetersizliğinden dolayı diskalifiye edilmektedir.

Bazen de kendisine rahmet edilmesi veya yeterliliği anlaşılmış ve kendisini göstermiş olduğundan dolayı,kısa zamanda ödüllendirilerek,uzun süreye ihtiyaç görülmemiştir.

Zina yoluyla dünya pazarına gelenler ise;standartlara uymayıp,kalite kontrol yapılıp da onaylanmadan,kural ve sıra dışı olarak gelişi ifade etmektedir.Tıpkı yurda sokulan kaçak mal gibi…Sistemi ve sistematiği bozan bu kuralsızlık kaliteyi de düşürmektedir.

Zina sıra dışı bir olay ve geliştir.Takdir,Tahsis,Tayini alt üst etmektedir.

İnsanın kalite kontrol seri numarasına uymamaktadır.

İnsanın gerçek seri numarası;Adam olmaktır.

İnsan olup kalite kontrolden geçmek ise,adam olmak o kaliteyi sürdürmektir.

Kalite kontrolünüzü yaptırdınız mı?

Cennet;kalite kontrolden geçmiş,bunu sürdürerek kalite ödülü almış olanların kurduğu bir kurumdur.

Cehennem ise;kalite kontrolden geçmiş ancak sonradan olan arıza ve defolu oluşundan dolayı ayrıştırılmış ucuz ve sakat malların depolandığı bir anbardır.

Acaba bunlar içerisinde kalite kontrole uymayan.. şeyy afedersiniz,uyan var mı?

Bu standardların belirlenmesinde ilahi kaynaklar esas alınıp,peygamberler tarafından belirlenmektedir.

Defosuz mal görürseniz lütfen kurumumuza haber verip bildiriniz.

Adres;İnsanlar Bahçesi..Adamlar sokak..dürüstlük caddesi..akıllılar mahallesi..iman apartmanı..salihler blok..5.cennet katı..39 milyar 713 milyon 640 bin 174.daire..

-Nüfusa kayıdlı olduğu yer;Dünya.

-Dini;İslam.(Belirsiz ve geçersiz değil)

-Veriliş nedeni;Akıl ve baliğ olma.

-Anne ve babasının adı;Havva ve Âdem.

-Soyu ve Kabilesi;Soylu,(soy-suz değil,soy kütüğüne kayıdlı)yürüyenler,konuşup,düşünenler.

-Mesleği;İnsan duygu ve organlarını tetkik ve teşhis kurulu başkanı.

-Irkı;Kök.(kopuk ve köksüz değil)

-Kan grubu;Hayat.(A-B-C-D- gibi her gruptan değil)

-Rengi;melez değil,öz.

-Boyu ;Huyu.

-Aile kütüğünün bulunduğu yer ve arşiv;Kabir/Berzah/Haşir/Sırat/Cennet ve Cehennem yol ayrımı/Âhiret…

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!”[1]

“Onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.”[2]

MEHMET ÖZÇELİK

29-08-2002

[1] Sözler.B.Said Nursi.637.

[2] Tarihçe-i Hayat.B.Said Nursi.15.




ZAMAN MAKİNASI

ZAMAN MAKİNASI

Şimdilerde filimlerde kalıp,gündeme getirilen bir konuda Zaman Makinasıdır.Zaman makinasına giren bir kişi,geçmiş zamana giderek o zamanda yapmış olduğu bir yanlışı düzeltmeye çalışmaktadır.Bu durum filmin senaryosuna göre şekillenmektedir.

Bu kişi zaman makinasına bindirilip geçmişe gönderildiği gibi geleceğe de transfer edilebilmekte,o zamanda başına gelebilecek olayları seyredebilmektedir.

İslamiyette ise,az zamanda çok şeyler yapmak olan Bastı zaman veya zamanı ve mekanı ortadan kaldırarak Ashab-ı Kehf gibi 309 senelik bir zamanı kısa bir zamana sıkıştırmaktır.[1]

Bizim burada anlatmak istediğimiz zamanın mahiyetinden ziyade,ahiretin varlığıdır.Zira zaman sürekli akan büyük bir nehir gibidir.Varlıklarda o suyun yüzünde seyretmektedirler.

Ancak bu bize şunu hatırlatmaktadır ki;Ölerek geçmişe giden insan ve hayvan gibi tüm canlı varlıklar yok olmamış,vardırlar.Onlar ile görüşebilmekte ve adeta oynanan oyunu tekrarlatmaktadırlar.İslamiyette de bu durum velilerin velayetiyle vuku bulmaktadır.

Geleceğe gidişte yine bir sonraki hayat olan ahiret hayatına geçiş ve de geçmiş ile gelecekteki varlıkların özellikle insanın buluşma çizgisinde buluşacaklarının bir delilidir.

Bu durumda bize bildirmektedir ki;Her hâl-u kârda ilmin gelişmesi,zamanın açılması ahiretin varlığını göstermekte ve teyid etmektedir.

Bütün zaman ve mekanlar bir anda Allahın nazarındadır.Allah için mazi-hal-istikbal yoktur,hepsi bidir.O halde zamanlarda olanların durumu nedir ve nasıl olmaktadır?Elbette düşünülmeli,zamana binip hayalen dahi olsa gezinmelidir.

Bütün zamanlar bir anda Allahın nazarındadır.Milyarlarca yıllarda olan ve geçen şeyler,onun nazarında bir anda mevcud olurlar.Zira sonsuzun içerisinde her akan,her an var ve mevcuttur.Sonsuzun zamana ihtiyacı yoktur.Bizim şu anki zamanımız,sonsuzluktan bir boyut ve bir bölümdür,bir noktadır.İşte tüm varlıklar o noktada gezmekte ve odamlada yüzmektedirler.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman-la ilgili.Bak.İsra.52,Yunus.45,Mü’minun.112-114,Hac.47,Mearic.4,Secde.5,Kehf.11-12,19,82,Bakara.259.




NEFSİN DESİSESİ , KALBİN SESİ

NEFSİN DESİSESİ , KALBİN SESİ

Hayatımızda olan tüm menfilikleri haklı olarak nefis ve şeytana veririz. Onu suçlarken âdeta gizli olarak kendimizi de tebrie ederiz. O nefis bizim nefsimiz değilmiş gibi veya o şeytana aldanan biz değilmişiz gibi…

Evet şeytan bizatihi şerdir,şerrin mümessilidir. Tıpkı suda içse zehir akıtan yılan gibi,zehirlemekten zevk alan aldatıcı bir özelliğe sahibtir.

Nefis ise;hem hayra hem şerre kabildir. Her iki netice ondan tahsil edilebilir.

Kötü insanların ortaya koydukları menfilikler de elbette kader cihetinden bazı hayırlar melhuzdur,düşünülür.Zira;İnsan zulmeder,kader adalet eder.

Ehli imanın ifrat ve tefritteki durumunu vasata getirmek amacıyladırki,Allah o zalimler eliyle terbiye etmektedir.

Yıllardır müsbet ânada anlatılanlarla bir netice tam alınamazken,bir şer,bir inkilab,bir ihtilal,bir baskı o vasatı,birlik ve beraberliği,salim bir kafayla düşünüp kendi iç alemine dönmeyi insana dolaylı olarak kazandırmaktadır.Ancak bu itidalin sağlanması asla şerri hayra tebdil etmez.Zira şer yine şerdir.Şerlik amacıyla yapmıştır.

Kötülüklerin ve kötülerin muvaffakiyetinin bir sırrıda;içlerinde yüzde bir oranıjda dahi olsa bir samimiyet,bir fedakârlık,bir gayret çekirdeğinin bulunmasındandır.Böylece üstün gelende o sıfattır.O kötülük ve kötü üstün gelmeyip,onun içerisinde bulunan bir dane-i hakikatın galebesidir.

Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayetin sonu:”Âkibet ve neticenin müttaki olup,Allah’dan sakınan insanların olacağı ifade edilir.Buda;

-Kötülüklerin üstünlüğü zahiri ve geçici olup,sonuçsuzdur.

-Üstün olan o kötü veya kötülük değil,onda bulunan güzel sıfatın üstünlüğüdür.

-Hüküm neticelere göre verilir.Nitekim Uhud savaşında büyük bir farkla,başlangıçta müslümanlar üstün gelmişken,sonucun aleyhe dönmesi o savaşda hüküm,müslümanların mağlubiyetiyle sonuçlanmıştır.

Aslında bu mağlubiyette de bir galibiyet söz konusudur,şöyleki;Bu savaştan sonra müslüman olup İslâmiyete giren Halid bin Velid gibi bir kahraman kazanılmıştır.Mağlubiyeti islâmdan öncede tatmayan bu insan belkide mağlubiyetle gururu kırılacak,islamiyete girerek göstermiş olduğu bu başarılar kazanılmayacaktı.Kaderin cilvesi…İlerideki Halid bin Velid,geçmiştekine galib geldi.

MEHMET ÖZÇELİK




KABZ VE BAST HALİ

KABZ VE BAST HALİ

Bu ruh bu bedeni taşıyamıyor,uçuramıyor.Bedenime ruh olacak bir ruh aradım,bir çok ruhsuz bedenler gibi.Maalesef kimininde ruhu var,beden onu ifadeden aciz,adeta boğuyor,inkişaf ettiremiyor.Kabız halinde kabzoluyor.İki zıddın bir aradaki içtima-ı.Biri Anya-ya giderken,diğeri Konya-ya gitmekte.Biri seralarda gezmek için her şeyini verir,öbürü ise süreyyaların malıdır..oralar onu işba edip doyurabilir.Allah Rab ismiyle âdinin elinde âliyi terbiye ediyor.Her bedene münasib bir ruh verilmiş,tıpkı her ruha münasib bir bedenin verilişi gibi.İnsan ve insanların ayrı ayrı ruhları,hayvan ve her bir hayvanın ayrı birer ruhunun tenasübü bir münasebeti gösterir.Kedinin ruhu arslan da değil,koyununki kurtta değil.

Erkeğinki kadında,kadınınki erkekte değil.Ya şaşırma olsaydı,ruhlar farklı bedenlere girmiş olsalardı,kim bilir ne tezadlar vuku bulurdu?Ruhum mu bedenimi terbiye ediyor yoksa bedenim mi?Kur’an her ikisini de terbiye etmekte,ebediyete münasib bir hale getirmektedir. Gübreye kabil olan bedenden,cennete ve rü’yete layık, ruha kılıf ve ğılaf olmak!Beden latifleşip ruhlaşmaya ehil olarak yaratılmış tıpkı latif olan ruhun pörsümeye ve odunlaşıp,külleşmeye kabil olduğu gibi…

Allah Kâbıd ismiyle daraltıp sıkmakta,Celâl ismi tecelli ederken,cehenneme ehil olacaklar da ayrışmakta ve ayrıştırılmaktadır.

Bâsıd ismiyle de açıp genişletmekte,Cemâl ismi tecelli ederken,cennete ehil olacak insanlar, cehenneme ehil olanlardan tefrik edilmektedir.

Yani:” İsm-i Celal, alel-ekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise mevcudatın cüz’iyatına tecelli eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecelliyatındandır.

Ve keza celal, vâhidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”[1]

Adeta Celal ismi güneş gibi doğmasıyla taaffün edip kokuşan maddeler kokuşmaya,güller kokmaya başlar.Her ne kadar güneşin doğmasıyla bu iki zıd kokuşmuşluk ve güzel koku ortaya çıkmışsa da,bu o maddelerin kendi özelliklerinin bir gereğidir.Tıpkı sorulan sorular,başarılı ile başarısızı birbirinden ayırdığı gibi…

Cemâl ismiyle de tüm varlıklar içerisinden kabiliyetli olanlar bir yana ayrılmaktadır.Cemâl isminin güzellikleri onlarda tezahür etmektedir.Tezahür kabiliyeti olmayanlar da sönmektedir.

Her insan hayatında bir daralma ve genişlemeye şahit olmuştur.Daralma olmadan,genişleme olmamaktadır.Bu aynı zamanda bir fizik kuralıdır.Ve aynı zamanda eşyanın tabiatında olan bir özelliktir.

Kışta daralan,sıkılıp patlayan tohum ve çekirdekler,baharda büyük bir genişleme ile etrafa yayılırlar.O genişlemeye sebeb,o daralmadır.

Kul sıkışmazsa,Hızır yetişmez,sözü bir hakikattır.
”Teellümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünki emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”[2]

Daralma ve sıkışma,hayatta bir kamçı görevini görüp,atılımlara ve terakkiye vesile olmaktadır.

Kabz ve Bast haliyle kişi vasat bir durum olan havf ve reca yani ümid ve korku muvazenesinde tutulmaktadır.Böylece monotom bir vaziyet izlemeyen bu insan;bir yandan inişlere sahne olsa da,bir yandan da yükselişlere adım ve atılım içerisinde bulunmaktadır.

Kabz ile sabra alışır ve alıştırılırken,bast haliyle de şükre sevkedilmektedir.

Sonuç olarak her an intibaha gelmesine vesile olup,her an içinde terakki ve yükselişe sebeb olmaktadır.

Meleklerde kabz hali olmadığından,bast ve genişleme halide bulunmamaktadır.

Hayvanlarda ise;ne kabz hali,ne de bast hali olmadığından hem yükseliş,hem de düşüş söz konusu değildir.

Allah kabz haliyle terbiye ederken,bast haliyle de tesviye,takdir ve tayin etmektedir.

Bu mâna ferdi anlamda söz konusu olurken,toplum ve dünya içinde aynı durum söz konusu olmaktadır.Dünya da daralmadıkça,genişlemeyip,rahatlamamaktadır.

Tüm peygamberler,mürşid ve kahramanlar,tarihte önemli misyon üstlenmiş olan yüksek şahsiyetler hep bu daralma dönemlerinde çıkmışlardır.

Her insan tünelden,tünellerden geçme sorumluluğunu üstlenmiş olarak dünyaya gelmektedir. Doğum bir tünel,yaşayış bir tünel,ölüm ve sonrası yolculuk tüneller zinciridir.En önemlisi de insan olmak başlı başına bir tüneldir.Aydınlıklara tünelleri aşmakla çıkılabilmektedir. Kabiliyetsizler geride kalmakta,dökülmektedirler.

Affınızı rica ederek,bir ibretli olayı anlatacağım;İstanbul’da büyük bir veli..nâmı zamanın yetkilisince duyulmuş.Duasını almak için yanına çağırıp,duasını istediği bu zat kendisine;-Allah çıkışını kolay etsin.-der.

Bu duaya içinden öfkelenip,gönderdiği bu zata karşı su-i zanda bulunarak;böylede dua mı olur? diyerek hafife alır.

O gece sabaha kadar yatamaz.Çünki bir türlü dışarıya çıkamamış,patlayacak duruma gelmiştir.Yanlışını anlamış,dersini almıştır.Sabahı zor ederek o zatın huzuruna varıp,kendisini affetmesini ister.O zat da kendisinin adına bir cami yapılması şartıyla helal edeceğini söyler.Kabul edilir ve o zor durumdan kurtulur.

Kabz ve kabız hali olmadıkça,bast ve genişlik hali olmamaktadır.

Veli zatlar bast ve genişlik halini elde etmek için gerek riyazetlerle yani gerek ibadetlerle, gerekse mağaralara çekilip,her şeyden el etek çekerek nefislerine acı çektirerek bu kabz halini kendilerine yaşatmışlardır.Sabır neticesinde arzu ettikleri mertebeye ulaşmışlar,bir çok kerametlere mazhar olmuşlardır.

Aynı benzer durum ve harikalar göstermeler,nefsine ve ruhuna kabz halini yaşatan insanlarda da görülmektedir.

Kanunlar,proğramlar,teknik ve teknolojik buluşlar;hep bu daralma ve sıkılmanın sonucunda ortaya konulmuş ve elde edilmiştir.

Bugün uzayın derinliklerine doğru uçuş ve gidişler,hep daralan dünya atmosferini yarma,ötesine ulaşma düşüncesinden genişleme tasarıları gündeme gelmiştir.

Kabuğunu yırtamayan insanlar;daralma yaşamamış,gelişme ve genişleme düşünmemiş insanlardır.

Bu daralma bazen Allah’ın eliyle olurken,bazen de insanların vesilesiyle olmaktadır.Başa gelen tüm musibet,bela ve zulümler bunun göstergesidir.Adeta fir’avunun daraltması,Musa’yı çıkarmak içindi.Ebu Cehlin karanlık cehaleti,asırları ve insanları aydınlatacak Kur’an ve Hz.Muhammedi çıkarmak içindi.

Zira kararan gecelerin,daralan insanların sabahı yakındır.

Hayatın tüm kolaylıkları,zorluklarından sonra başlamıştır.

İnsanlara yaratılıştan verilen istidat ve kabiliyet tohumları da,kabz ve bast haliyle inkişaf etmektedirler.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mesnevi-i Nuriye.B.Said Nursi.210.

[2] Kastamonu Lahikası.B.Said Nursi.8.




YARATILIŞ MAYASI

YARATILIŞ MAYASI

Zaman sonsuza giderken,neden sonsuzdan gelmemiştir? Belli bir zaman dilimi içerisinde varlığa çıkmış ve var olmuştur.

Allah ezelidir,hem de ebedi…

Bizim varlığımız ise; o ezel boyutunda bir nokta bile değil…Varlığımızın ebed kapısı açık,o yolda seyretmekteyiz,her ne kadar sonuna varmasak,varamasak da…Hiç olmazsa o yolda ölür,O’nun yolunda dirilir,O’na doğru seyrederiz ya…

Ama…Ezel kapısı bize kapalı.Çünki ezeli değiliz.Ebede namzediz..o yolda gitmekteyiz.

Neden bir milyon,bir milyar,bir trilyon sene önce değilde,şu zaman diliminde yaratılmışız?

Ezel zaman boyutunun sınırı yok,yaratılışımız ise –tabiri caizse- gayet gecikmeli…

Neden mi? Yaratılış unu var,suyu mevcud,madde teknesinde yoğurulan bir hamur ise yoğrulmuş olmasına rağmen,varlık teknesinde her şey var,bir şey yok…O bir şey,herşeyin de herşeyi…İşte o bir şey de…

Mayası eksik…Mayası yok…Olanların ise mayası bozuk…

Tüm varlıklar olması için mayasını aramakta…Mayasını beklemekte…Asırlardır onu gözlemekte…

Hele hele mayası bozuk insanların varlık alemine çıkışına melekler bile taraftar değil…Denizin dibindeki balıklar bile ondan feryad etmede…Yeryüzündeki sinekler bile şikâyet etmede ki;”Ya Rab!Şu koca kafalı,kafasız insanın kafasından bizler gibi milyonlarca sinek yaratsan,seni daha fazla tesbih eder,tekbir eder,tahmid ederdik…”

Mayasız insandan ne melek,ne semek,ne de sinek memnun!…

İşte tam böyle bir hal içerisinde iken;mahlukata,mevcudata maya bulundu…Hazırlandı…Varlığa çıkmaya hak kazandı…

Hadis-i Kudside.”Ey habibim!…Sen olmasaydın,sen olmasaydın felekleri,varlıkları yaratmazdım.”buyuruldu.

Varlıkların efendisi olan Efendimiz,,sebebi hilkatimiz…

O varlığa çıktı.Mevcudatın mayası oldu.Herşey O’nunla kıymet buldu..kıymetlendi…

Allah’ın kelâmı Kur’an-ı Kerim,kâinatın aklı onunla bilinir,anlaşılır.

Efendimiz (ASM) ise;Mevcudatın ruhu,O’nunla ayakta durmakta..var olup,varlığını devam ettirmektedir.

Kâinat mayasını buldu..var oldu…

Saadet asrındakiler dahi o maya ile mayalandılar,asırlarını asrı saadet yaptılar.

Peşinden gelen asırlar o güneşten ışığını alıp,nurlandılar,nurlandırdılar.

Ya asrımız?..O nura gözünü yumdu

Karanlıklara gömüldü…

O’ndan koptu,mayası bozuldu…

Asır mayasını bulmak istiyorsa;O zâtı bulmalı.Zira herşey O’nda ve O’nun iledir.Kaybettiğimiz kendimiz O’nda…Bulamadığımız âhietimiz O’nda…Bilemediğimiz dünyamız O’nda…Yitirdiğimiz insanlığımız O’nda…Tüm hakikatlar hep O’nda…Hep O’nda…Yine O’nda…Yine O’nda…

MEHMET ÖZÇELİK




SİYASİ PARTİLER VE SENARYOLAR

SİYASİ PARTİLER VE SENARYOLAR

Türkiye bu son bir-bir buçuk asırdır en fazla oyunlara sahne olan dönemdir.Olayların en uzun süre esrarını muhafaza ettiği bir dönem olmuştur.Doğru ve doğruların yanlış ve yanlışlar, yanlış ve yanlışların da doğru ve doğruların yerine geçtiği bulanık bir dönemde yaşamaktayız.

Bir türlü durulma olmamıştır belki de sürekli bulandırıldığından veya çok fazlaca bulandırıldığından…

İngiliz Ajan Hempher itiraflarında;Kendilerinin yaptıkları hesab ve planların 300 sene öteye yönelik olduğunu,bu gün ise kendilerinin elde edip kazandıklarının ise 300 sene önce planlanmış olduğunu,onu biçip hasad ettiklerini söylemektedir.

Bu son,sadece bizlerin içerisinde bulunduğumuz döneme baktığımız zaman içerisinde her ne kadar sınırlı olarak bilinenler olsa da,sisliğini ve meçhuliyetini koruyan bir çok olaylarla karşılaşmaktayız.

İşte bunlardan özetle bazıları;

-CHP ile başlayan tek partili siyasi hayat bazı hazımsızlıklarından dolayı rakiblerin varlığını gerekli kıldı.Bu amaçla Milli Şefin kurduğu Çin seddi ve Utanç Duvarı 1946 yılındaki el oyunları ile geciktirilerek 1950’deki girişim ve gayretlerle bazı gedikler açıldı,kapılar aralandı.Sancılı geçen ve adeta ağır faturalar ödettirilen Menderes Döneminden sonra Süleyman Demirel Dönemi başladı.

Süleyman Demirel’in gerek siyasetteki ustalığından,gerekse de milletin Halk Partisinden çekmiş olduğu mecburiyetten dolayı karşısındaki ne de olsa ona sarılacaktı.Çünki ölümü gören millet,sıtmaya dünden razı olmuştu.Hayat gitmektense,kol ve organlarının kesilmesine razı edilmişti.Çünki vücud kangren olmuştu.

Tam bir sultanlar gibi saltanat süren Süleyman Demireli bir kısmı sevdiğinden tasvib ederken,toplumun ağırlığını teşkil eden önemli bir kısım ve kesimde Halk partisinin gelmemesi için ona oy vermişti.İfrat ve yanlış bazı hareketler olduğunu kabul etmekle beraber,isabetli olmuştu.

Sancılı da olsa çok partili döneme geçilmiş,zorda olsa millet konuşmaya başlamıştı.Ancak tarihlere bir haçlı seferine denk olarak geçecek kara bir leke olan 163 ve onun biraz hafifletilmişi olan 312.madde ve Tesettür zulümleri hiçbir bedelle ve silgiyle silinmeyecek bir leke olarak kalacaktır.

Süleyman Demirel hakkında çok şeyler söylendi.Mason olduğu söylendiği gibi,kahramanlığı için mersiyeler düzüldü.Ozanlar dile geldi.İşte onlardan biri:

-6 Ocak 1971 tarihli Büyük Doğu’nun kapağından “Ozan” imzalı şiirde:”Ozan” diyor ki:

Sen gül diyarının yapma gülüsün!

Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!

Yoktur izlediğin bir dâvâ yolu;

Bir bu yön, bir şu yön, büküntülüsün!

Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,

Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!

Millî yekparelik gelmez işine;

Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün!

Ve devlete mason biraderlerin

Tam da maslahata denk ödülüsün!

Bir sırdır sendeki bedava oluş!

Problemler içinde en müşkülüsün.

Fikir dağlar boyu kocaman kitap;

Sen de kitabın bir virgülüsün!

Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;

Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!

Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,

Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!

Büzülmüş susarken mahzun hakikat,

Davuldan ziyâde gümbürtülüsün!

Teokratik rejim olmaz deyip de,

Peşinden Müslüman görüntülüsün!

Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;

Bir felâketsin ki, binbir türlüsün!

Okka okka vicdan satın alırsın;

Topuzu altından oy baskülüsün!

Bir gökdelen sanır seni gören göz;

Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!

Büyük kongre dikiş tutturduğun yer;

Meclise gelince söküntülüsün!

Bağlısın hak bilmez yeminlilere;

Hakkı bilenlerden çözüntülüsün.

Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,

Kimbilir, ne kadar üzüntülüsün!

Millet gökten adam dilensin, dursun!

Ümit fakirinin boş keşkülüsün!

Kuzum senin neren Anadoluludur?

Türk’e Amerikan püskürtülüsün!

Farkın şu ki, eski başbakanlardan

Sen o belâların son püskülüsün!

-Süleyman Demirel dönemi hayrıyla-şerriyle beraber kapandı.Tarih ve zaman en büyük müfessirdir.Esrarlı olayları gün yüzüne çıkaracaktır.

Kendisinden sonra Tansu Çiller geldi veya getirildi.

Mason olan Feyyaz Toker’in ifadesine göre;Tansu Çilleri ve Murat karayalçını kendisinin iktidara getirdiğini söyler.[1]

-MHP ise samimi gençliğin üzerinde bir gölge gibi duruyordu.

Bu konuda 1970-lerde Yeni Asya gazetesinin bastırıp da neşrettiği –İslami Hareket ve MHP- broşürü biraz ifrat da olsa,bugün bunun haklılığı görülmektedir.

Alparaslan Türkeş hakkında çok şeyler söylendi ve yazıldı.Ancak yine de net bir görüntü oluşmadı.Kendisinin Kıbrıs Ermenilerinden bir göçmen olduğu,İsmet İnönü tarafından tırnağının söküldüğü,Bediüzzaman Said Nursi’nin ŞanlıUrfa’daki mezarının naklini yapanlardan olduğu,sağı bölmek için kurdurulduğu,çatışmanın sürdürülmesi için sola rakib olarak çıkarıldığı gibi bir çok yorumlar yapıldı.

Alparslan Türkeş’in öldüğü günün ertesi günü Ülkücülerin ileri gelenlerinden olan bir samimi arkadaşa baş sağlığında bulunmuştum.Beni düşündüren şu sözle karşılık vermişti;Aslında iyi ki öldü,yoksa gençliği farklı bir mecraya sevkedecekti.

Bugün ise MHP’den ayrılan Büyük Birlik Partisi manevi ağırlığı fazla olan bir parti olmakla bu fikri teyid etmektedir.

MHP büyük bir fedakârlık göstermekle beraber,1980 öncesinde yanlış bir yol izlemiş,fikirle değil,kaba kuvvetle mukabelede bulunmuştur.Bu da menfi insanların ekmeğine yağ sürmüş,onların anarşilerini sürdürmelerine bir bahane olmuştur.

Bir örneği kendi akrabalarımızın içerisinde yaşanmıştır.Şöyleki;Babam yiğeninin dövüldüğünü görünce ayırmaya çalışıyor.Kalabalık bunu iyice dövdükten sonra polis geliyor.Şahitler arasında babamda birinci şahit olarak dinleniyor.Suçluları tesbit ederek ifade verdikten sonra kendisine doğrulaması için döndüklerinde;Hayır efendim,onlar değil,beni vuranlar bunlar değil,deyip olayın kapanmasına sebeb oluyor.

Olayı şaşkınlıkla ve yalancı pozisyona düşerek seyreden babam çıkışta sebebini sorduğunda şu karşılığı alıyor;Ya ileride bizimkilerde onlara bir şey yaparlarsa,ne olacak?Onlarda bizden bilmiş olacak!

Hukuksuz sorgulama sistemi ve karşıdaki menfi insanlara açılan cebheler…

Devamı olan bugün ise;büyük vaadlerle büyük oylar alan ve ikinci parti olan MHP,Başbakan olma teklifini reddedip,Bülent Ecevit’in yanında başbakan yardımcılığını,uyumlu oğlan sıfatıyla,adeta geçmişteki yaptıklarından dolayı kendisini affettirmeye çalışırcasına,vadettiklerinin rağmına hükümeti iki yıl kalada olsa sürdürmüştür.En birinci ve büyük idealleri Apo’nun ipini çekip,şehid kanlarının yerde kalmayacağı sloganı iken,Apo’ya Yorgan ve Döşek serildi.Tesettür meselesi çözülmediği gibi,daha da müzminleşip,binlerce öğrenci ve memur mağdur edildi.Çünki kararı veren Ecevit,imzalayan onlardı.

Devlet Bahçeli pek tanınmaz iken,birden bire kongrede bunun seçilmesi bazı soru ve iddiaları da beraberinde getirmiş oldu.Bunlar;

-Bahçeli ile MİT arasında yakın ilişkiler bulunduğu iddia edildi…[2]

-Yakın tanıyanları tarafından Ermeni asıllı olduğu iddia edildi.

-MHP-li bakan Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, İsrail firmasına verilen M-60 tanklarının modernizasyonunda maliyet hesaplarının dikkate alınmadığını açıklayarak, diğer firmaların tekliflerine göre daha pahalı olmasına rağmen işin bu ülkeye verildiğini itiraf etti. Çakmakoğlu, tüm tepkilere ve Ortadoğu’da yaşananlara rağmen İsrail’le imzalanan sözleşmenin iptal edilmeyeceğini bildirdi.”[3]

işte Ecevit-yılmaz-bahçeli döneminin bilançosu” Ankara Ticaret Odası, ”Türkiye’nin son 3 yılda faize ödediği 100 milyar dolar (165 katrilyon lira) ile bin kamyon altın alınabileceğini, 111 baraj yapılabileceğini ve Türkiye’nin 18 yıllık ham petrol ihtiyacının karşılanabileceğini” hesapladı.”(Yeni Şafak.20-10-2002)

Ve 30 yıldır anlatılanlar Refah ve MHP’nin iktidarları döneminde olanlar ve yaptıklarıyla kendilerini göstermişlerdi.

Bir revizyona ihtiyaç vardı…Silkinip nerelerde yanlışların yapıldığına bakılması gerekiyordu.Çünki Refahın düşürüldüğü akibete MHP’de düşürülmüş,aynı yoldan oda geçirilmişti.Tarih ise hataları affetmiyordu.Milletin affetmeyeceği gibi…

Milli Nizam ve MSP’de o zamanki Adalet Partisini bölmek için kurulan ve kurdurulan ve samimi ve inançlı insanların kurduğu bir parti olup,sağın tek başına ve bir bütün olarak gelmesine mani olmuş ve bu samimi insanlara müsbet icraatlar yaptırılmayacağı maddi-manevi en büyük ağır faturanın ödendiği 28-Şubat bu fikri teyid etmiştir.

Samimiyetinden şüphe etmediğim bir arkadaşım iktidarda oldukları bu dönemde bana şöyle bir teklifte bulunmuştu;Üç tane ateşe atanacak;Riyad,Cidde,İngiltere.Ben kendimi yazdım,seni de yazayım mı?Biraz tebessüm ettikten sonra;bu işin olmayacağını,bu icraatların yapılmasına müsaade edilmeyeceğini ancak yazabileceğini söyledim.Ve yazdı.

Zaman zaman tebessümle ne olduğunu sorduğumda;Cumhurbaşkanı Demirel-in önünde diğer kararnameler ile bekliyor.

Ve birkaç ay sonra olmayacağına kendiside kanaat getirmiş ve gerçekten de bu iş böyle olmaz demişti.

Ve Ali Bulaç fikir öncülüğünü yaptığı bu partiden ayrılmış,çizgisini değiştirmişti. Âdeta soldaki Hasan Cemal gibi;-Kimse kızmasın Kendimi yazdım-demişti.

Öyle zannediyorum ki;artık herkesin kendisini yazması gereken dönem gelmiş ve herkes kendisini yazacaktır..iyilikleriyle ve de kötülükleriyle…

1980 ihtilaliyle başlayan Turgut Özal dönemi ise;Ekonomi,Sefahet ve nisbeten de olsa Özgürlüklerin başladığı dönem olmuştu.Rahmetli Menderes’in araladığı kapı,biraz daha açılmıştı.

Rahmetli Özal,hasenatı seyyiatına racih olan bir insandır.Kurduğu ANAP kendi döneminde bazı yolsuzluk ve olumsuzluklara kapı açmakla beraber,güzel icraatlar yapmıştır.

Bundandırki;kendisi de yaşatılmamıştır.Konuşma anında kurşunlanmış ancak isabet etmemiştir.

Ölümündeki sis perdesi ise kardeşi Korkut özal’ın ifadesiyle; kendilerinin bildiklerini,zehirlenip öldürüldüğünü,ifşası halinde toplumun karışacağını söylemişti.İşte bu görüşlerden bir kaçı;

-Özalı vurması için teklif edilen ülkücü Veli Can oduncu daha sonra hapishanede öldürüldü.“Sabancı suikasti sanığı Mustafa Duyar da cezaevinde öldürülmedi mi?”tıpkı onun gibi.

-Özal-ın öldürüldüğü konusunda yapılan ankette % 94 öldürüldüğünü söylüyor.İşin ucu İsviçreye kadar dayanıyor.Uluslar arası bir zincir,kendisi ise Türkiyeyi karıştırmak istemediğinden söylememiştir.

-Fehmi Koru Taha Kıvanç adıyla konuyla ilgili yazısında;Özal-ın gidici -olduğunu,Emin Çölaşanın halası oğlu olan Hüsamettin Cindoruk-un Çölaşana anlattığı sözünde:”Süleyman beye ABD’den haber geldi;Özal gidici.”demiş dönemin TBMM başkanı.Bununda üç ay kadar önce (Ocak-1993) de kaldığı oteldeki dışkısının tahlili neticesinde bu kanaata vardıklarını aktarır.Aynı benzer olayın da Pakistan genel kurmay başkanı olan Perwez Müşerrefe de yapılıp,böyle bir komploya kurban gittiğini anlatır.[4]

-Azerbaycan’da çok yaygın kabul görmüş olan tez: “Bölgede, Rusya’yı dışlayan, doğal zenginlikleri Türk-İslâm cumhuriyetlerinin kendi kullanımına sunan bir düzen arayışı içerisindeydi Özal; bazı mutabakatları gizlice sağlamıştı da… Bu yüzden, Bakü’da konakladığı sırada, Azeri yönetiminden Rus casusları tarafından zehirlendi.”İlginç değil mi? Bu tezi bugüne kadar ısrarla savunan bir gazeteci arkadaşımız… Özal’ın Orta Asya gezisi sırasında ve sonrasında Bakü’de Zaman gazetesi muhabiri olarak çalışmış, Azeri yönetimi ve istihbarat kaynaklarından haber alabilen Faruk Arslan, bir süre Ankara’da da görev yaptı. Tezi, ilk kez, iki yıl önce yayımlanan ‘Petrol Kurdu’ adlı kitabının “Petrol, darbe ve suikastlar” bölümünde dile getirmişti. …..Şimdi Kanada’da serbest gazetecilik yapan Faruk Arslan’ın vardığı sonuç şu: “Özal’ı Rus istihbaratı öldürdüğü kanısı Azerbaycan’da yaygın bir görüş olarak kaldı; Bakü-Ceyhan ve Karabağ sorununa Özal’ın radikal yaklaşımı hayatına mal oldu.” Faruk’un bir iddiası da, Türkiye’de askerlerin bu tezi araştırdığı, ama sonucu açıklamadığı… “[5]

Genel kanaate göre Özal iki büyük yanlış yapmıştı;Biri;Hanımı ve Kızını zabt-u rabt altına almamış,diğeri de;yerine Mesud Yılmazı geçirmişti.Her ne kadar bunlar icraatlarını yapmak için bir sübop görevini yapmış olsalarda,yanlış yanlışdı.

Farklı bir ihtişam içerisinde oturma,bir çokları gibi onlarıda çığırından çıkarmıştı.

Mesut Yılmaz ise hakkında bir çok şey söylenmişti.Bunlar ise;

-“EN ŞAİBELİ POLİTİKACI [6]-Cumhuriyet tarihimizin en karışık, en şaibeli politikacısı Mesut Yılmaz, sonu gelen siyasi hayatını biraz daha uzatabilmek için, “Ulusal Güvenlik” kavramını ortaya atarak Türkiye’yi bir kez daha karıştırdı.

Esasında Yılmaz’ın, “Ulusal Güvenlik Sendromu” tabiriyle ortaya koyduğu “Ulusal Güvenlik” kavramı, tartışılması gecikmiş bir konu.

“Ulusal Güvenlik” veya daha doğru bir deyişle “Ulusal Güvenlik Politikası” kavramı, sadece “ulusal güvenliğimize karşı tehdit oluşturan iç ve dış unsurlarla” ilgili olmayıp, Türkiye Cumhuriyetinin “bütünlüğü, varlığı, bağımsızlığı, Anayasal düzeni, milli gücü, ulusal çıkarları” gibi kavramları ve “gizli faaliyetleri” de kapsamaktadır.

Artık, “Devletin üstün çıkarları nerededir? Gerçek tehdit nedir? Neler devlet sırrı sayılmalıdır?” gibi suallerin cevapları, kişisel değerlendirmelere göre saptanmamalı, kimse bu kavramların arkasına gizlenerek kanunsuz işler yapmamalıdır.

Bu bakımdan “Ulusal Güvenlik Politikası” ile ilgili kavramların ve bu stratejiyi tayin edici unsurların, Akademik bir biçimde ele alınarak yeniden düzenlenmesinde fayda vardır.

Mesut Yılmaz’ın bu tartışmayı “politik düşüşünü” önleyecek bir taktik hareket olarak ortaya attığı muhakkaktır.

Zira, “Ulusal Güvenlik” gerekçesi ile “Batı Çalışma Grubu” tarafından Cumhurbaşkanlığına kadar uzanan bir planlama ile “Başbakanlık” koltuğuna oturtulan Mesut Yılmaz’ın, tartışmayı açan değil, tartışılan kişi olması gerekir.

Gelin ilk önce değerlendirme gücümüzü yok eden “unutma” hastalığımızı aşmaya çalışalım. Mesut Yılmaz kim? Nereden geldi, neler yaptı? Türkiye’ye ne getirdi, Türkiye’den neler götürdü? Bunları hatırlayalım ve unutmayalım.

Unutmayalım ki onun gibi politikacılar, ülkenin bünyesinde bir virüs gibi gelişip “Ulusal Güvenliğimizi” sarsmasınlar.

Özgeçmişi

Ahmet Mesut Yılmaz, TBMM ve ANAP kayıtlarına göre; 1947 senesinde İstanbul’da Hasan ve Güzide’den dünyaya gelmiş. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş ve 1971 yılında “Maliye ve İktisat Bölümü’nden” mezun olmuştur. [TBMM kayıtları, ANAP ve Forsnet – Kim kimdir]

1972-1974 yılları arasında Almanya’nın Köln Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde yüksek lisans çalışması yapmıştır. (Yüksek lisansı (Master) tamamlayıp, tamamlamadığı belli değildir.)

Türkçe, Almanca ve İngilizce dillerini bilmektedir. (Sık sık “Söylediklerim yanlış anlaşıldı” dediği için Türkçe’sinin biraz zayıf olduğu tahmin edilmektedir. Mavi Akım projesi ile yoğunlaşan temasları nedeniyle Rusça öğrenmeye başladığı da söylentiler arasındadır.)

Mesleği Ekonomist, Maliyeci, Özel Sektör Yöneticisi ve Sanayici’dir. (Bu mesleklerinin dışında “Kumar”, “Enerji”, “Banka Satış”, “Çete”, “İhale” gibi konularda da uzman olduğu bilinmektedir. Yani 10 parmağında 10 marifet olan bir kimsedir.)

1975-1983 yılları arasında kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerinde, çeşitli özel şirketlerde yönetici olarak görev almıştır. (Yılmaz’ın hangi özel şirketlerde, ne tip bir yöneticilik yaptığı belli değildir. Sekiz yıl içinde kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerindeki çeşitli özel şirketlerde çalıştığına göre en azından 3 iş değiştirdiği anlaşılmaktadır. Buna karşın Yılmaz, Temmuz 1998’de TBMM Malvarlığı Komisyonu’na verdiği beyanda, “hayatının hiçbir döneminde hiçbir şirkette yönetici olarak çalışmadığını” belirtmiştir. O zaman Yılmaz 1975-1983 yılları arasında ne yapmıştır? [Hürriyet – Gündem 17 Temmuz 1998] )

ANAP kayıtlarına göre 1983 yılının Mayıs ayında kurulan Anavatan Partisi’nin Kurucu Üyesi ve Genel Başkan yardımcısıdır. (TBMM Kütüphane Müdürlüğü kayıtlarına göre 20.5.1983’de Ankara’da kurulan Ana Vatan Partisi kurucuları; Hüsnü Doğan, Erol Aksoy, Yener Ulusoy, Veysel Atasoy, Adnan Kahveci, Vural Arıkan, Şadi Pehlivanoğlu, Abdullah Tenekeci, ve Mükerrem Taşçıoğlu’dur. [TBMM Kütüphane Müdürlüğü ])

Mesut Yılmaz, 1983 Kasım ayında yapılan Genel Seçimde Rize Milletvekili seçildikten sonra 1.nci ÖZAL Hükümetinde enformasyondan sorumlu Devlet Bakanlığına atanmış ve Hükümet sözcülüğü yapmıştır. (Bu görevi sırasında kelimeleri uzun aralıklarla seçerek kullanması, onun düşünerek konuştuğu şeklinde yorumlanıyordu. Yılmaz, zaman içinde hiç düşünmeden konuşmayı da öğrendi…)

1986 yılında Kültür ve Turizm Bakanı olan Yılmaz, bu dönemde Türkiye-Federal Almanya ve Türkiye-Yugoslavya Ekonomi Karma Komisyonları’nın Başkanlığını yürütmüş, 29 Kasım 1987 seçimlerinde yeniden Rize Milletvekili seçilerek 2.nci ÖZAL Hükümetinde Dışişleri Bakanlığına atanmıştır.

Mesut Yılmaz, Akbulut Hükümeti sırasında da yürüttüğü Dışişleri Bakanlığı görevinden 20 Şubat 1990’da istifa etmiştir.

Birinci Başbakanlığı Dönemi (3 Ay)

15 Haziran 1991’de toplanan ANAP Büyük Kongresi’nde Genel Başkanlığa seçilen Yılmaz’ın kurduğu hükümet, 5 Temmuz 1991’de TBMM Genel Kurulu’ndan güvenoyu aldı.

20 Ekim 1991 genel seçiminden sonra ana muhalefet lideri olan Yılmaz, 24 Aralık 1995’deki seçimlerde de yine Rize’den Milletvekili seçildi.

İkinci Başbakanlığı Dönemi (4 Ay)

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 3 Şubat 1996’da hükümeti kurmakla görevlendirilen ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Türkiye Cumhuriyeti’nin 53. Hükümeti’ni ANAP-DYP koalisyonu olarak kurarak, ikinci kez Başbakan oldu. Yılmaz’ın bu görevi 28 Haziran 1996’ya kadar sürdü.

Üçüncü Başbakanlığı Dönemi (17 Ay)

20 Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilen Mesut Yılmaz, Türkiye Cumhuriyeti’nin 55. hükümetini kurdu ve üçüncü kez başbakan oldu.

25 Kasım 1998’de Muhalefetin Türkbank’ın ihalesine fesat karıştırıldığı gerekçesiyle Başbakan Yılmaz için verdiği gensoru önergesi, TBMM’de 314 oyla kabul edilince, 55’inci hükümet düştü.

Böylece Yılmaz, Cumhuriyet tarihinin yolsuzluk suçlamasıyla hükümetten düşen ilk Başbakanı ünvanını aldı.

18 Nisan 1999 seçiminde yeniden Rize milletvekili olan Yılmaz, bu seçimin ardından kurulan 57. hükümete, hakkındaki soruşturma dosyalarının sonuçlanmaması nedeniyle girmedi.

TBMM’de soruşturma komisyonları raporlarının görüşülmesinin tamamlanmasının ve Yılmaz’ın yolsuzluklarının elbirliği ile kapatılmasından sonra, 13 Temmuz 2000 tarihinde 57. Hükümette Devlet bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı.

17, 18, 19, 20, 21’nci dönemlerde Rize Milletvekili olan Yılmaz 1983’den beri TBMM’nin üyesi olup evli ve iki çocuk babasıdır.

Askerliğini “kısa dönem” yapmıştır.

Baba Ocağı

Yılmaz ailesi aslen Rize’nin şirin bir beldesi olan Çayeli ilçesinin, Kaptanpaşa Bucağı Çataldere Köyündendir.

“-Çayeli’den öteye 30 kilometre daha gideceğusun… Yolları dağdan inen sular kesmiştur… Sarptur ha uşağım! Sakın asfalt sanmayasun. Arabanın tekeru, zaman zaman boşlukta dönecek. Korkma dereye duşen olmadı daha. Köye yaklaşınca yolun sonu çimentodur. Varınca kime sorsan gösterur sana Mesut’un baba ocağını… – Mesut yeğenumdur. Ama hiç demem onu ki ben başbakanın yeğenuyum. Evet, bizim de yok televizyonumuz. Zaten gözum görmez, olsa da bakamam. Ondan bir şey istemem. İstersem Allah’tan isterim. Reis-i cumhur olsa kaç yazar? Millete yararlu olsun tek. -Aha babasının evi. Bu ocaktan ayrılmış Mesut Yılmaz denen adam. Ama adama asılamayruz. Yabancılar bizden daha kolay ulaşi. Kapımızda yol yok. Odunumuzu, çayımızı sırtımızda götüreyruz.” [Sabah – Nuriye Akman 23 MAYIS 1998]

Mesut Yılmaz’ın TBMM’deki biyografisinde İstanbul doğumlu olduğu belirtilmişse de bazı kaynaklar doğum yeri olarak Çataldere Köyü’nü göstermektedir. [Zaman Gazetesi – Politika 04.09.2000, Kanal 7 – 03.09.2000]

Birader Turgut Yılmaz tarafından, Çayeli Eskipazar Mahallesine babaları Hasan Yılmaz hatırasına yaptırılan bir ilköğretim okulu vardır. Okul 1988 yılında hizmete girmiştir.

Mesut Yılmaz’ın doğduğu köyün eski bir Ermeni yerleşimi olduğuna dair bazı söylentiler vardı. Hatta tanınmış bir köşe yazarının geçmiş yıllarda bu hususu yayınladığı belirtilmişti. Bahsi geçen yazarın bu yazısına ulaşma imkanımız olmadı.

Mesut Yılmaz’la yolları ayrılan Mafya Şefi Alaattin Çakıcı da Mesut Yılmaz’ın babaannesinin Ermeni olduğunu iddia etmiş, bu iddia Mesut Yılmaz’ın kulağına kadar gitmiştir. [Yeni Binyıl – Hülya Karabağlı 2 Haziran 2000 ]

Bu söylentilerin kaynağını bilmiyoruz. Ancak araştırma yaparken şu hususa rastladık.

Osmanlı belgelerine göre, Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) Enver Paşa, 5 Ocak 1916’da yayınladığı bir emirle “Osmanlı ülkesinde Rumca, Ermenice ve Bulgarca olan vilayet, sancak, kasaba, köy, mahalle, nahiye, dağ, nehir gibi” bütün isimlerin Türkçe’ye çevrilmesi için talimat verir. İslam olan ancak Türkçe olmayan isimler bunun dışında tutulacaktır.

Bu emir neticesinde eski adıyla “Mapavri” Çayeli’ne, “Mesahor” Kaptanpaşa’ya, ve “Hohoneç” de Çataldere’ye çevrilmiştir.

Hasan Yılmaz İlkokulu’nun yapıldığı Eskipazar’ın eski adı ise “Holonte”dir. [Osmanlı Belgelerinde Çayeli](Devam edecek-www.atin.org.)

Bülent Ecevit dönemi ise maddi manevi çöküşlerin dönemi olmuştur.Yaşlı ve hastalıklı olduğunu düşündüğü İsmet İnönüyü devirerek yerine geçen Ecevit,kaderin cilvesine bakınız ki aynı sebebten dolayı hem hükumetten oldu hem de partisinde depremler oluştu.Çalma kapısını,çalarlar kapını.Men dakka dukka.

Milletin inancıyla özellikle tesettürüyle daha fazla uğraşılarak,askerinde desteği alınmak suretiyle cumhuriyet tarihinde görülmeyen sivil devrim yapıldı.

28-Şubat-1997’nin hazırlanması için her meşru olmayan yol denendi.

-Fadime Şahin senaryoları,Ali Kalkan oyunları,Müslüm Gündüz tiplemeleri gibi takdimler;hep 28 şubatı getirmek ve yapılanları götürmek içindi.

İşte maddi çöküntüler: Ağır fatura

Ecevit Başbakanlığı’ndaki hükümet, 3 yıl içerisinde;Ülkede 50 milyon insanın açlık sınırına gelmesine,Tarım ve hayvancılığın mahvolmasına,100 bini aşkın işletmenin batmasına,140 milyar doların kaybolmasına,İşsiz sayısının 10 milyonun üzerine çıkmasına, n Ülkenin dünyadaki itibarının sıfırın altına düşmesine,Ülkenin IMF’ye el açar duruma gelmesine neden oldu.İnsan hakları ihlalleri, düşünce ve inanç üzerindeki baskılar ise Hükümetin bir başka icraatını oluşturdu.”[7]

”- Beş yılda faize 130 milyar $- Beş yılda millî gelir 191 milyardan 148 milyar dolara düşerken, borçlar 115 milyardan 200 milyar dolara çıktı.

Faize 130, eğitime 7 milyar
Ankara Ticaret Odasının, ekonominin son beş yılının değerlendirildiği raporunda, söz konusu süre zarfında Türkiye’nin iç ve dış borç faizlerine 130 milyar dolar ödediği, buna karşılık sağlığa 2,5 milyar, eğitime 7 milyar, yatırımlara ise 19 milyar dolar harcadığı bildirildi.
Ekonomide büyüme durdu
Raporda her yıl yüzde 4 büyüme ortalamasına sahip Türkiye’nin, son 5 yılda yerinde saydığı vurgulanarak, 1997 yılında 191 milyar dolar olan millî gelirin 43 milyar dolar düşerek 2001 yılında 148 milyar dolara gerilediği, buna karşılık borçların 115 milyar dolardan 200 milyar dolara yükseldiği belirtildi.
128 milyar dolar fakirleştik
Mİllî gelir kaybı ve borçlardaki artış sebebiyle Türkiye’nin toplam 128 milyar dolarlık bir fakirleşme ile yüz yüze geldiği ifade edilen raporda, fakirleşmeden vatandaşın da nasibini aldığı, kişi başına borç miktarının 1046 dolar artış göstererek 2918 dolara yükseldiği kaydedildi.”[8]

1996-daki iç borç 16.8 milyar dolar,Dış borç 43.1 milyar dolar ve Toplam;58.9 milyar dolar olup,1997’de de 16.6 iç borç,42.7 dış borç ve 58.3 milyar dolar toplam borç birden bire Ecevit döneminde;1998’de 17.5 iç borç,45.4 dış borç,toplam 62.9 milyar borç yükü artmıştır.1999’da 22.2 iç borç,53.9 dış borç,toplam 76.1 milyar dolar,2000’de;27.1 iç borç,59.7 dış borç,toplam 86.8 milyar dolar burç,2001’de 57.3 iç borç,77.6 dış borç ve toplam 134.9 toplam borç olmuştur.2002’de ise;86.9 iç borç,117.5 dış borç,toplam 204.4 milyar dolar dış borç ile Türkiye tarihinde rekor borçlanmaya gidilmiştir.

Osmanlıyı yıkan Duyun-u umumiyede gelirlerin % 40-ı ödenirken,bu dönemde gelirlerin % 110-u ödenmektedir.Osmanlıyı yıkan Duyun-u Umumiyenin Üç katı bir duyunu umumiye ve İstikbaliye…

Boğazına kadar borçlandırılan Türkiyeye özellikle dış güçlerin yaptırımları daha kolay olmuş oldu.

Ve senaryolar üretilmeye başlandı.İşte dışarıya sızanlar;

– Haberimiz siyasi gündemi sarstı

Suç üstü yakalandılar

İstiklâl Savaşı’ndan önce de Amerikan mandacılığını isteyenler vardı

ABD’ye uşaklık tezgahını ortaya çıkaran dünkü haberimiz, Ankara’ya bomba gibi düştü. Toplantıya katılanların hiçbirinin yalanlayamadığı haberimiz kamuoyu tarafından da büyük bir ilgiyle karşılandı. Suç üstü yakalanan tezgahçıların çirkin yüzünü bugün de ifşa etmeye devam ediyoruz.

ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in başkanlığında yapılan toplantıda konuşulanlar “Burada kalmalı” tehditiyle yapıldığını toplantıya katılanlardan gazeteci Cengiz Çandar önceki günkü yazısında duyurdu. Çandar, kendisinin dışarıya bilgi vermesinin söz konusu olmayacağını, eğer bir sızma olursa bunun orada bulunan ABD’li ve Türk iştirakçilerden kaynaklanacağını yazdı. Gazeteci Çandar yazısında son bir haftadır basında yazılıp çizilenlerin içerde konuşulanları yansıtmadığını da özellikle belirtti.

Aynı gün gazetemizin ulaştığı önemli “Bilgilendirme notu” ise içerde konuşulanların ana hatlarını ibret verici bir şekilde gözler önüne sermeye yetiyor. Okurlarımızın yoğun talebi üzerine büyük önem taşıyan bu bilgileri ana hatlarıyla bir kez daha yazıyoruz:

İşte gizli toplantının sarsıcı gündemi

– Türkiye ABD’nin Irak saldırısına aktif destek vererek 36 milyar dolar alacak.

– Derviş’in etkin olduğu, ABD politikalarını harfiyyen uygulayacak bir oluşum sağlanacak.

– Partilerinden ayrılan milletvekilleri bir parti çatısı altında toplanacak.

– Bu parti ABD yardımıyla seçimlerin galibi olacak.

– Bu siyasi yapılanmanın finansmanını toplantıya katılanlarla, TÜSİAD karşılayacak.

– Derviş, ABD’den gönderildikten sonra milletin aleyhine olan bir dizi kanunun çıkmasına öncülük etti. Kötü yönetimler eliyle muhtaç düşürülmüş bir ülkeyi dış sermaye desteğiyle tehdit ederek, “Bunları IMF istedi, mecburen çıkartacağız” diyerek her istediğini yaptırdı.

– Ülkemizin hem ekonomik, hem de siyasi anlamda tam bir kıskaca alındığı böyle bir ortamda ABD Savunma ve Dışileri Bakan Yardımcılarıyla yaptığı görüşmelerin bütün detaylarını kamuoyuna niçin açıklamıyor? Dış müdahale ve yönlendirmeler Derviş’i siyasetin ortasına iterken, O neden Türk milletine hiçbir şey söylemeden on günlük ABD ziyaretine gitti? Esas açıklamalarını oradan döndükten sonra mı yapacak?

-Dün yayınladığımız şok habere benzer bir başka değerlendirme de 19 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde çıktı. Gazetenin Washington temsilcisi olduğu 1994 yılına ait bir anısını yazan Serdar Turgut, Pentagon’a yaptığı bir ziyarette Harold Rhode’in odasına girdiğinde onu iki Kuzey Iraklı yetkiliyle birlikte bir harita üzerinde tartışır bulduğunu belirti. Turgut, odaya girmesine bozulup toplantıyı bitirdiğini söylediği Rhode’le iyi tanıştığını, O’nun Richard Perle’nin adamı olduğunu vurguladığı yazısında Alan Makovsy, Doug Feih ve Marc Grosman’a da genişçe yer vererek bunların İsrail’le gönül bağı olan yahudilerden oluştuğunu yazdı. Turgut, Rhode ve Makovsy’in istihbarat birimi Intelligence Community mensubu olduklarını, Doug Feih’in ise Özal’dan Türkiye’yi tanıtmak için 800 bin dolar aldığını hatırlattıktan sonra bugünkü gelişmelerle ilgili görüşünü şu cümleyle açıklıyor: “… Wolfowitz’in temaslarından sonra olası bir savaş ertesinde Türkiye’ye ekonomik yardım yapılacağını zannediyorsanız hayal kırıklığına da hazırlanın. Çünkü O’ndan Washington’a gelen mesaj -Ne verebiliriz ki, yapacak birşey yok- şeklinde oldu bile..”

-Serdar Turgut yazısında ABD’nin Türkiye ilgisini şöyle açıklıyor: “… Yukarıda isimleri geçen arkadaşların da içinde bulunduğu Washington’daki bir grup insan bizdeki yeni oluşum denilen şeyden çok ümitliler. Ancak AKP ile bağlantılarının kopmasını istemiyorlar. Bunu da Türkiye’yi çok iyi tanıyan Marc Grosman’a havale etmiş durumdalar.” (Not: Grosman’la A.Gül’ün geçen hafta Washington’da görüştüklerini 19 Temmuz 2002 tarihli Zaman gazetesi yazdı.)

-Ve Ecevit döneminin de kapanmasının kesinleşmesiyle birlikte,sonrası dönem için çeşitli senaryolar devreye konulmuş oluyor.

Zaman ve kişilik farklılıklarıyla beraber Turgut Özal’ın misyonu kendisine yükletilmeye çalışılan Derviş devreye konuluyordu.

“Bilderberg toplantısında Türkiye ile ilgili sinsi oyunlar planlanıyor.

Karanlık tezgahın Washington’da yapılan Bilderberg toplantısında, “Ecevit sonrası Türkiye” konuşuluyor. Derviş’in de katıldığı toplantıda, Türkiye’nin yakın geleceğinde Derviş’e önemli görevlerin verileceği belirtiliyor. Toplantıya Türkiye’den katılan üç kişiden birinin Koç Holding’in en üst düzey yöneticisi olması da dikkat çekiyor.

Türkiye konuşulacak

Siyonistlerin kurduğu gizli örgüt Bilderberg’in bu yılki toplantısı büyük bir gizlilik içinde Washington’da yapılıyor. Dünyanın dört bir yanından kilit noktadaki siyasetçi, işadamı ve devlet adamının katıldığı toplantılarda çok önemli kararlar alınıyor. Ama bu kararlarla ilgili asla hiçbir açıklama yapılmıyor. Bu yılki toplantının gündem konularından birini de Türkiye oluşturuyor. Toplantıda Ecevit sonrası Türkiye’nin nasıl dizayn edileceğinin konuşulup karara bağlanacağı belirtiliyor.

Derviş’e yeni rol

Devlet Bakanı Kemal Derviş’in de bu gizli toplantıya katılması, Bilderberg örgütünün “Ecevit sonrası Türkiye” için Kemal Derviş’e yeni bir rol vereceği görüşünü kuvvetlendiriyor. Derviş’in finans çevreleriyle çok yakın ilişkiler içinde bulunması ve son aylarda dünyanın önemli merkezlerini ziyaret edip kilit noktadaki kişilerle görüşmeler yapması da, Bilderberg toplantısına hazırlık olarak değerlendiriliyor. Türkiye’den Derviş’in yanısıra Koç Holding’in üst düzey yöneticisi Bülent Özaydınlı’nın da bu gizli toplantıya katılması akla başka soruları da getiriyor.” [9]

Her türlü tertip ve düzene baş vuruldu.Nitekim Mitten ayrılan veya ayrılmak mecburiyetinde bırakılıp,-www.atin-org-sitesini açan Mehmet Eymür Doğu Perinçek’ten;”Tertip ve düzmece ustası”-diye bahsedip,çünki;”Perinçek’i öyle birkaç satırla anlatmak zor. O kadar çok marifeti var ki.”der.[10]

Özellikle eski Mit-ci Mehmet Eymür,kendisine de sıkça sorulan aşırı maocu Doğu Perinçeğin Mit-le olan ilgisi konusunda hayır dememekle beraber,elbette böyle bilgilerin onlar tarafından desteklendiğini ancak bunun aydınlık ve perinçek grubunu kullanmaya yönelik olarak yapılmakta olduğunu -www.atin.org-sitesinde genişçe yer vererek anlatmaktadır.

Bu arada her kurumda olan çözülme Mit-de de kendisini göstermektedir.Şöyleki:”

“(devamı.Mehmet Eymür-ün ifadesi)Nuri Gündeş’in de dediği gibi, MİT’e alınacak personel uzun tahkikatlardan ve bir takım imtahanlardan geçer. Buna rağmen alınanlar arasında, o teşkilata yakışmayan bir takım kişiler çıkar. Bunların bir kısmı Teşkilat’tan uzaklaştırılırlar, bir kısmı ise “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile idare edilirler.

-Nuri Gündeş gibi asker kökenli kişiler için doğru dürüst bir tahkikat yapıldığını söylemek mümkün değil. Zaten MİT’in yakın tarihine bakılacak olursa, MİT’te görevli olup casusluk, Mafya ilişkileri, yolsuzluk, yargısız infaz olaylarında adı geçen kişilerin büyük bir bölümünün, maalesef asker kökenli kişiler olduğu görülecektir. Bu ordunun elit ve vasıflı subaylarını kendine saklayıp MİT’e diğerlerini yollamasından kaynaklanmaktadır.

MİT’te görev yaptığı dönem içinde kendi çıkarları dışında bir şey düşünmeyen, silah satışı, Mafya babalarından hediye alma, holdinglerden çıkar sağlama, gümrük kaçakçılığına yardım etmek gibi bir çok olayda adı geçen Nuri Gündeş, yalan, dolan, hizipçilik ve entrika yöntemleri ile Teşkilat’a kötü tohumlar ekmiş, tamiri güç bir yozlaşmanın mimarı olmuştur. Gündeş, MİT tarihinde kara bir leke olarak anılacaktır.”[11]

Suriye modelinin Türkiyede de uygulanması için bir çok defa girişimlerde bulunulduğu gibi,hala da sürdürülmektedir.

% 8-lik Baas partisi ve mensubları %-90-lık sünni kesime hakim kılınmış,adeta kavga sürdürülmeye çalışılmıştı ve de öyle de oldu.

” Batur ve Gürler saf değiştirdi Cuntacılar Devrim Anayasası ve Devrim Partisi Tüzüğü, Devrim Konseyi ve Bakanlar Kurulu listesi hazırladı. Amaç BAAS modelini esas alan sol bir rejimi Türkiye’de egemen kılmaktı. Plana göre Orgeneral Faruk Gürler devlet başkanı, Muhsin Batur başbakan, Tümgeneral Celil Gürkan başbakan yardımcısı, Bahri Savcı Adalet Bakanı, Osman Olcay Dışişleri Bakanı, Nusret Fişek Sağlık Bakanı, Altan Öymen Basın Yayın Bakanı, hatta Uğur Mumcu da Gençlik Bakanı olacaktı. Cuntanın en tepe noktasına sızmayı başaran MİT ajanı Mahir Kaynak’ın açıklamalarına göre, cunta 1966’dan itibaren faaliyetteydi ve attığı her adım izleniyordu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde radikal solcu olarak bilinen öğretim görevlisi Mahir Kaynak, Madanoğlu’nun en yakınında yer aldı. Ancak sol cuntanın varlığı ordunun genel eğilimini yansıtan ana gövdeden icazet alamadı.Cunta 1971’in Mart ayında çatladı. 9 Mart’ta sol bir darbe planlanmışken, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur saf değiştirdi. Komutanlar, 9 Mart’taki darbeyi engellediler. 12 Mart’ta da Hükümete muhtıra verildi.”[12]

Bir asırdır yapılmaya çalışılanlar ise Sevr muahedesinin uygulamasına yönelik idi.Sevr nedir?Nasıl imzalanıp kabul ettirilmiştir?Mustafa Müftüoğlu’nun kaleminden okuyalım:

“Sevr nasıl imzalandı?!..Avrupa Birliği/AB ve “Uyum Yasaları”nın sık sık konuşulduğu, tartışıldığı son zamanlarda, 82 yıl evvelki (10 Ağustos 1920) o meş’um “Sevr Anlaşması” dillere dolanır oldu. Bu facianın yıldönümü münasebetiyle bugün bazı gerçekleri kaydetmeye çalışacağız.

Birinci Dünya Savaşı galiplerinin (İ’tilâf-ı Müselles: İngiltere, Fransa, Rusya) mağluplara (İttifak-ı Müselles: Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti) zorla kabul ettirdikleri barış antlaşmalarında bizim hissemize düşen ve Paris’de imza edildiği mahallin adına izafeten “Sevr” diye anılan meş’um antlaşma Dâmâd Ferid Paşa’nın beş sadaretinden/hükümet başkanlığından sonuncusunda (31 Temmuz 1920’de 2 ay, 17 gün) imzalanmıştır.

“San Remo” konferansında tesbit edilen barış şartlarını tebliğ için (!) bizden bir heyet isteyen galip devletlerin bu talebi üzerine eski sadrazam Tevfik Paşa’nın başkanlığında Dahiliye Nazırı/İçişleri Bakanı Reşid (Ahmed Reşid Bey, edebiyat âleminde “H. Nazım” diye ünlü) Maarif Nazırı/Millî Eğitim Bakanı Fahreddin Beylerle Nafia Nazırı/Bayındırlık Bakanı Cemil Topuzlu Paşa’dan (Sultan Abdülhamid Hân devrinin meşhur Şeyhülislâmı Cemaleddin Efendi’nin damadı. Operatör Dr. 1912’de Şehremini/Belediye Başkanı, İttihatçılara muhalif) kurulu heyetimiz trenle Paris’e hareket eder. İngiliz, Fransız ve İtalyanlar güya yardımcı (!) olmak üzere bir grup subayı da heyetemiz arasına katarlar!.. Gerek bu yolculuk esnasında gerek toplantılarda heyetimize yapılan muamele, kısaca yürekler acısıdır!.. Bu yürekler acısı hali Cemil Topuzlu Paşa hatıratında şöyle anlatır:

“- Göz hapsine alınmış bir halde ve yolda hiç kimse ile görüştürülmeden Paris’e vardık. Fakat Fransızlar heyetimizi Paris’deki büyük istasyonda indirmediler. Gerisin geri gittik. Diğer bir tren yolundan adeta mahfuzen Versay’a vardık. Orada “Hotel de Reservoires” denilen tarihî bir binaya indik.

Fransızlar, Alman delegelerini de galiba bu otelde misafir etmişler. İçeriye biz girdikten sonra kapıya süngülü bir asker konuldu. Bu suretle Fransa, misafirperverliğini bizden esirgememiş oldu!.. Lâkin “misafirperverlik” sözü sizi yanıltmasın, otel masraflarını biz ödüyorduk! Ve sıkı bir kordon altına alınmıştık. Değil Paris’e gitmek, hattâ yanımızda bulunan Versay bahçesine bile çıkmamıza müsaade etmiyorlardı!.. Nerede kaldı ki, herhangi bir şahıs ile münasebette bulunalım ve görüşelim!.. Esaret hayatımız ertesi güne kadar devam etti. Fakat artık sabrımız kalmamıştı. Vaziyeti protesto ettik. İrtibat subaylarına:

“- Dünya siyaset tarihinde, şimdiye kadar bir hey’et-i murahhasaya (delegeye) bu tarzda muamele yapıldığı görülmemiştir” dedik. “Biz buraya hapsolunmaya mı geldik, yoksa sulh konferansında bulunmaya mı?..”

Nihayet, Klemanso’nun lütfen bezleylediği müsaade neticesinde serbest olduğumuzu bildirdiler.

SANIK MUAMELESİ GÖRDÜK!..

Birkaç gün sonra İ’tilâf devletlerinin delegeleri Versay’ın tarihî salonunda bizi kabul ettiler. Loyd Corc, Klemanso ve o devrin hemen hemen bütün diplomatları hazır bulunuyorlardı. İçeri girdiğimiz zaman ayağa kalkmak nezaketini lütfen gösterdiler. Hepimizi hususî surette hazırlanmış ve salonun bir köşesine yerleştirilmiş bulunan kürsü gibi bir yere çıkardılar. Halbuki ben, sulh konferansı için ayrılmış olan salona girince yeşil çuha örtülmüş büyük bir masanın etrafına toplanacağımızı, İ’tilâf devletleri delegeleri ile karşı karşıya oturacağımızı ve antlaşmanın her maddesi için ayrı ayrı müzakere ve münakaşada bulunacağımızı zannediyordum!.. Meğer bu bir hayalden ibaretmiş ve hakikat, acı hakikat başımıza inen bir tokmak gibi bu hayali silip süpürecek imiş!

Nitekim, hey’et-i hâkime huzuruna çıkan bir sanık gibi muamele görüyor ve antlaşmanın maddeleri etrafında münakaşa ve müzakere yerine, ültimatom alıyorduk!.. Bakınız, kısa bir vakfeden sonnra elinde bir tomar kağıt olduğu halde ayağa kalkan Klemanso ne diyordu:

“- Efendiler! Siz harbe sebebsiz girdiniz. Çanakkale’yi yıllarca kapattınız. Savaşın dört sene uzamasına, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdiniz!.. Bundan dolayı bugün size teklif etmekte olduğumuz antlaşma şartları çok ağırdır. İçindeki maddeleri asla müzakere ve kat’iyyen münakaşa etmeyeceğiz! Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz!.. Kül halinde ve aynen -birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra- kabul eylemenizi istiyoruz!..”

Klemanso’nun bu sözlerinden sonra antlaşma metnini daha doğrusu idam hükmümüzü havi dosyayı bize uzattılar.

Tevfik Paşa ayağa kalktı, verilen bir deste kağıdı eline aldı. Fakat zavallının zaten titrek olan vücudu zangır zangır oynamaya başlamıştı. Reşid Bey ve benim yardımımızla iskemlesine oturabildi!..

Manzara hakikaten çok feci idi: Bir taraftan Klemanso’nun söylediği çok ağır sözlerin kâbusu karşısında idik. Bir taraftan da, İ’tilâf devletlerinin delegeleri arasında yer alan Venizelos ile Nobar Paşa’nın (Mısır Ermenilerindendir ve orada Bakanlık yapmıştır) keyif ve neşe ile bakarak gülmekte olduklarını görüyorduk!

Bu vaziyetten o kadar müeessir olmuştum ki, ben de Tevfik Paşa gibi oturduğum yerde titremeye, ter dökmeye başlamıştım. Buraya geldiğime de, geleceğime de bin kerre pişman olmuştum. Utanmasam, bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlayacaktım!

Tevfik Paşa heyecanını biraz teskin ettikten sonra, antlaşmayı tetkik ile cevap vereceğimizi ancak birkaç kelime ile söyleyebildi. Ve salonda sanki bir cenaze varmış gibi, derin bir sessizlik hâsıl oldu. Bu sessizliğin eziciliği, galip ile mağlubun ne demek olduğunu pek güzel isbat ediyordu. Nihayet delegeler hep birden ayağa kalktılar. Biz de bir reverans yapıp salondan çıktık. Artık idâm hükmümüzü tebellüğ etmiş bulunuyorduk.”

VE SONRASI…

Cemil (Topuzlu) Paşa devamla diyor ki: “Paris’de bir buçuk ay kaldık. Bu esnada, bir taraftan da Fransız Meclisi üyelerinin ileri gelenlerini ikna etmeye çalıştık. Neticede, Fransız ve İtalyan gazeteleri bize yapılan antlaşma teklifinin haksızlığına ve adilâne olmadığına dair bazı makaleler yazmaya başladılar.

1920 Haziranında Dahiliye Nazırı Reşid Bey’le birlikte, antlaşmaya karşı hazırladığımız cevabı, Vükelâ Meclisi’nde (Bakanlar Kurulu’nda) müzakere ve tasdik ettirmek üzere geçici olarak İstanbul’a döndük. Lâkin Dâmâd Ferid’i makamında bulamadık. Meğer bu megalamon ve dar görüşlü adam, Fransız ve İtalyan gazetelerinden bâzılarında çıkan makalelerden haberdar olmuş, antlaşmanın lehimize ta’dil olunacağını sanmış ve sırf hayalî olan bu başarıyı üstüne mal edinmek için Paris’e gitmiş!..

İstanbul’da çok durmak için vaktimiz yoktu. Dâmâd Ferid’in yokluğundan istifade ederek Reşid Bey’le birlikte bâzı icraatta bulunduk. Sonra, antlaşmaya karşı hazırlanan cevabı Vükelâ Meclisi’ne tasdik ettirdik. Tekrar Paris’e gitmeye hazırlandık.

Dâmâd Ferid’le Versay’da yüzyüze geldik. Meğer Dâmâd cenapları, Reşid Bey’le İstanbul’daki icraatımızı duymuş. Bize öyle bir surat etti ki, sormayın!..

Böylece, İ’tilâf devletlerinin iki üç gün içinde istedikleri cevabı, iki ay sonra vermiş oluyorduk. Fakat, galipler, bizim üzerinde aylarca çalıştığımız geniş cevabı evvelce tahmin ettiğim gibi, zerrece nazar-ı itibara almadılar. Antlaşmanın bir maddesinin bile değiştirilmesini kabul etmemekte ısrar gösterdiler. Biz de, mecburen münasebatı kesmemek için Reşid Bey’i irtibat te’min maksadıyla orada bıraktık. Tevfik Paşa, Dâmâd Ferid ve delegasyonumuza dahil diğer kimselerle geri döndük.”

SEVR İMZALANIYOR!..

İşte olayların içinde bulunmuş bir zatın hâtıratına göre Sevr’den evvel durum budur. Reşid Bey’in Paris’de kalıp, diğer hey’et üyelerinin İstanbul’a dönmesinden sonra, Pâdişah’ın da tasvibiyle 22 Temmuz Perşembe günü Yıldız Sarayı’nda bir toplantı yapılmış, Meclis-i Mebûsan feshedilmiş olduğundan antlaşma ile alâkalı hususlar bu toplantıda ele alınmıştır. Askerî erkân ile ilmiyye ricalinin ve Veliahdın katıldığı bu toplantıda, Reşid Bey’den gelen iki telgraf okunmuş, antlaşmanın imzasını kabul edenlerin ayağa kalkmaları padişah tarafından emrolununca, A’yandan Topçu Feriki Rıza Paşa hariç, hazır bulunanların cümlesi ayağa kalkmıştır!..

Bu arada Dâmâd Ferid’le hükümet üyeleri arasındaki ihtilâf büyümüş, Dâmâd Ferid bu kerre A’yandan Hadi Paşa ve Şair Rıza Tevfik’le, Bern elçisi Reşad Halis Beyleri antlaşmanın imzasına me’mur etmiş ve Sevr, bu heyet tarafından 82 yıl evvel 10 Ağustos 1920 Salı günü imzalanmıştır!.. Ancak, Sultan Vahideddin Sevr’i tasdik etmemiş ve Sevr böylece muallâkta kalmıştır!.. Reşid Bey hâtıratında bundan bahisle: “Zât-ı Şâhâne’nin (Sultan Vahideddin’in) bu antlaşmayı Sadrâzamın (Dâmâd Ferid’in) ibrâmına (fazla ısrarına) rağmen tasdikten suret-i kat’iyyede içtinab ettiği şüpheden berîdir” diyor.”[13]

O Sevr ki;onunla millet ve memleketin bitirilmesi hedeflenmiştir.Yılların birikin hıncı ve kini ile…

“Sû’-i kasd niyetiyle Sevr Muahedesinde Kur’anın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak…”[14]

Yani onların o ağır şartlarını kabul etmemek,idam ipini çekmemek için her türlü hamiyet ve fedakârlığı yapmak gerektir.

1324 yani 1908 de buna teşebbüs edildiğini söyleyen Bediüzzaman yüz sene sonra olan 1424’de (ki içerisinde bulunduğumuz sene 1423-dür.) de yapılacak böyle bir teşebbüsün akim ve neticesiz kalacağını da bildirmiştir.

Sevrin hem âlemi islama ve dolayısıyla hilafete büyük zarar verdiğini belirten Bediüzzaman:” Avrupa zalim hükûmetleri zulümleriyle ve Sevr muahedesiyle Âlem-i İslâm’a ve merkez-i hilafete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azabda çırpınıyorlar.”[15]

Ve bunun getirilmesine sebeb olan parti hakkında;

“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.”[16]

Bilinsin veya bilinmesin yapılmaya çalışılan budur.

Körfez savaşından önce başlayıp,körfez savaşı sonrasında,CIA için savaşan ve daha sonra da,kendilerinin Kürt yahudilerinden olduğu söylenilen bu kimseler yani Kuzey Iraklı peşmergeler ABD tarafından Guam’daki bir askeri üsse götürüldüler,daha doğrusu kaçırıldılar.Bununla amaçlanan ise;her ne zaman olursa olsun,yıkılması kafaya konulmuş olan Irak’ın yıkılmasından sonra oluşacak o boşluk,eğitilmiş olan bu insanlarca devletin her kademesinde görevlendirilmek üzere hazır bekletilmektedir.

-Şu günlerde de gündem de olan AB’ne girme hırs ve hayranlığı ise;dışa açılma,teknolojik yönden gelişmeye vesile olması yönüyle gayet güzeldir.Ancak yıllardır hatta asırlardır yapıldığı gibi;Körü körüne batının sefahetini benimsemek amacıyla yönelmek,bir intihar ve bir kayıptır.Dünya uğruna,ahireti terketmektir.Bu konuda Bediüzzaman;

“İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu firenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek…”[17]

Bu kayıp sadece bizim için değil,İslâm aleminin biz ile olan irtibatını koparıp,batı aleminin kucağına kendisini atmaya sebeb olacaktır.

“-“Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.”[18]

Bu durumda ehli iman kendi hizmetini yapıp,müsbet seyri içerisinde yürümelidir.

“Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.”[19]

Bütün bunlarla beraber yıllardır korkutulan millet her alternatifi düşünüp,şaşkınlığını sürdürmektedir.

Nitekim Çölde cezalandırılmak üzere boğazına kadar yatırılan birisinin yüzüne bal sürülür ve sinekler konar.Bir müddet sonra oradan geçmekte olan birisi iyilik olsun diye sinekleri kovalar..Bunu gören kişi ona;Ne yapıyorsun,kovma,onlar doyacağı kadar doymuş.Eğer onlar giderse,doymayanlar gelirki,o daha kötü olur.Gelenin gideni arattırması gibi.Ancak yenile yenile biten milletin daha yenilecek nesi kaldı ki,yenilsin?

Veya önceki idarecinin cenazeleri pencereden çıkartmasına şikayet edenlerin başına getirilen diğer bir idareci bu sefer milleti bacadan çıkarmaya başlamasıyla karşılaşılır.Ancak her delikten geçirilen milletin daha geçirilecek neresi kaldı ki oradan da geçirilsin?

24-09-2002

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yeni Masonik Düzen.H.Yahya.629.

[2] Bak.Mehmet Şevket Eygi.Milli Gazete.26-01-2002.

[3] Milli Gazete.6-5-2002.

[4] Bak.Yeni şafak.5-5-2002.

[5] Yeni Şafak.F.Koru.6-5-2002.

[6] Atin.org.21-08-2001.

[7] Milli Gazt.1-6-2002.

[8] Yeni Nesil.20-8-2002.

[9] Milli Gazt.1-6-2002.

[10] www.atin.org.21-7.2001.

[11] Ags.21-7.2001.

[12] Yeni Şafak.27.5.2002.

[13] Milli@milligazete.com.tr.17-8-2002.Mustafa Müftüoğlu.[14] Şualar.B.Said Nursi.719.

[15] Kastamonu Lahikası.17.

[16] Emirdağ Lahikası.2/206.

[17] Mesnevi-i Nuriye.101.

[18] Age.123.

[19] Mektubat.48.




EVİMİZE AKAN KANALİZASYON

EVİMİZE AKAN KANALİZASYON

Herkesin var da neden bizim de olmasın? Hem yeni bir şey bizde niye bulunmasın? Bizim herkesden neyimiz eksik ki? Hem zaten çocuklarda durmayıp,ya akrabalarına,genelde de komşulara kaçıyorlar,böylece onları da durdurmuş olmaz mıyız? Hem olacak olan yeniliklerden haberdar olmuş,dünyada neler dönüyor bilmiş oluruz…Tüm fetvalar olması yönünde olunca geriye ya susmak veya çar-ı naçar evet demek kalıyordu…

Kendisi hoca idi.Örnek bir aile idi ve en azından öyle olması gerektiğinin şuurunda idiler.Ancak durum mümkün olmasa da alma yönünde ağır basıyordu.

Nitekim aldılarda.Canım kötülerden bize ne! Biz faydalı olana bakarız,günah onların boynuna…

İyi olmuş görünüyordu.Artık çocukları komşuya kaçmıyor,uslu uslu karşısına geçip çizgi film seyrediyorlardı.Zaten çizgi filimen de bir şey olmaz ki…Adı üstünde çizgilerle yapılan,karton üzerine çizilen resimlerden ibaret..zaten İngilizlerde bu çizgi filmine Karon diyorlar.Essahlı bir şey değilki…Savunmalar mantıklı görünüyordu.Susmak en iyi yoldu.Şimdi açık ve net olmayan bir şey için kalkıp hanımla hır-gür mü edelim şimdi,elbette olmazdı!Hem alırken de konuşarak,bazı dostlara danışarak almıştık.Varsa bir günah biraz da onlara taksim ettik mi bize pek de bir şey kalmıyor zaten…

Günler günleri kovalıyordu.Çocuklar sadece çizgi filimlerle kalmıyor,yanınmda masum görünen filimlerde seyrediyorlardı.Gavur filmiydi ama dövüşlüydü.Aslında benimde hoşuma gitmiyor da değildi haa..Hele bir Japon mu,Çin mi filimleri çıkıyorduki,gerçekten neydi bee..ööf,adam bi takla atıyorki,görmeye değer..

Bazen hanımla karşısına geçip,o acıklı filimleride seyrediyordukki,göz yaşlarımızı tutamıyorduk,dünyada ne insanlar varmış ki,haberimiz yok.Haa hep bunları seyrettiğimizi sanmayın haa,onun adı neydi,şeyy,tamam hatırladım,Cuma geceleri çıkıyordu,İnanç dünyası…Haftada bir…

Artık misafirlere gidemediğimiz gibi,misafirlerde gelmez oldular.Çünki başka türlü tatmin olma yolları bulmuştuk.Adeta uyuşmuş,uyuşturulmuştuk.Bundan kurtulunması imkansız gibi idi.

Aile fertlerinin çehrelerinde gün be gün değişiklikler,konuşmalarda farklılıklar sezilmekte idi.Bizlere bir şeyler oluyordu.Ancak bir türlü neden ve nereden kaynaklandığının farkını pek fark edememiştik.

Bu sıkıntı ve bocalama içerisinde iken,bir gün hanım bir rüya görmüştü.Pek tevil ve yorumada ihtiyaç bırakmıyacak cinsden idi.

Rüyada; oturmuş olduğumuz evin eşyaları gayet güzel ve temizdi.Herşey yerli yerinde ve düzenli idi.Ancak bir taraftan sürekli akmakta olan kanalizasyon evin içerisinde bulunan eşyaları kirletiyor,hanımda telaş içerisinde onları kurtarmaya çalışıyordu.Ancak ne derece kurtarabilecekti.Çünki kanalizasyon sürekli akıp,kirletmeye devam ediyordu.

Bu rüyadan anladıkki;bu güzel bir nimet olan Televizyon ve Kanallar,kullananın kirletmesiyle,seyredenler de kirleniyorlardı.Keçi boynuzu gibi,bir parça gıda verirken,çoğunluğu fuzuli şeylerle meşgul ediliyordu.

Alan arkadaşlarımızda aldıklarında,bir alternatif olarak müsbet kanalların olmasından dolayı almışlar ancak zamanla onlarda başka ellere veya başkalaşan ellere geçince çığırdan çıkmış ve çığırdan çıkarmıştı.

Böyle olan arkadaşlardan birinin hanımı feryad ediyordu.Çünki televizyonu almak için elindeki bilezikleri vermişti.Ya o bilezikler ahirette bileklerine ateş olarak dolandırılırsa,ya yılan olarak boynuna dolanırsa ne yapacaktı?Hatta bu sıkıntının sevkiyle o kanal sahibine mktub yazmış,bu sıkıntısını dile getirmişti.Ancak bir türlü tatmin olmuyor,sorumluluktan kurtulamıyordu.

Sonunda başka yollara baş vurmuştu.Gece vakti herkesin yattığı bir sırada Televizyonu yerinden kaldırmış,sandığa sığdıramadığı bu mereti,sonunda elbise dolabına zorda olsa saklamıştı.Sabah uyanan beyi tedirgin bir vaziyette hanımını uyarıp,hanım kalk televizyon yok,yoksa gece vakti birinci kat olan eve girip aldılar mı,diye sormaya başlamıştı.Hanımı sıkıntısını anlatmışda,oda anlayışla karşılayıp biraz rahatlamıştı.Çocuklara ne diyeceklerini de konuşarak bulmuşlardı.

Akşamdan bozulan televizyon tamirciye verilmiş,yapılmakta idi.Fakat arıza yarı televizyon fiyatında olup şimdilik parçayı alamıyacaklarından bekliyecekler,televizyonda tamircide bekleyecekti.Çocuklarda şimdilik inanmış gibilerdi.Ancak buda nereye kadar devam edecekti?

Bu durumda en önemlisi çocuklara o kontrol mekanizmasını aşılamak,kendi kendilerini kontrol etmelerini sağlamak idi.Geçici tedbirler,köklü tedbirler değildi.

Bir öğretmen arkadaş evinde şahit olmuş olduğu bir hadiseyi şöyle anlatmıştı;

Birgün okuldan gelmiş hemen televizyonu açmıştım.8 ve 10 yaşlarındaki iki oğlum hemen gelerek televizyonu kapattı.Biraz kızarak neden yaptığını oysa şu anda haberlere falan baktığımı söyledim.Onlar ise bana beni düşündüren şu sözü söylediler;

Baba,sen zaten gündüz okuldasın,şimdide televizyonla ilgileniyorsun,bizimle ilgilenmiyorsun.Bizimle ilgilenesin diye kapattık.

Bediüzzaman;kadınlar yuvalarına dönmeli demekte.Aslında dışarıyla uğraşan erkeklerinde yuvalarına dönmeleri,yuvalarındakilerle ilgilenmeleri gerektir.Yuvadaki yavrulara,dışarıdakilere gösterdiğimiz ilgi ve alakayı göstermemekteyiz.

İçimize,iç alemimize dönüp muhasebe yapmalıyız.İçimizi dışa açılma uğruna ihmal edip,bir çok değerleri dışladık,dışarıda bıraktık ve dışlandık.

Masumane bir istek olarak;dışa açılmalıyız,dedik,içi ve içimizi unutup ihmal ettik.Bugün sadece bizim değil,tüm dünyanın ortak derdi;kendi iç dünyasından uzaklaşmasıdır.İnsanlar iç dünyalarını,dışarıyı gezdikleri kadar gezmeli,görmeli,anlamalı,anlatmalı,orada da kalmalıdır.

Zengin bir hemşehrimize de,neden televizyon almadıklarını sorduklarında şöyle diyordu;Ben aldığım zaman iki tane almam lazım,biri hanımlara,biri de erkeklere,ona da şimdilik almaya gücüm yetmez diyordu.sebebini ise şöyle izah ediyordu;

Bir gün bir akrabada birkaç ev oturmuştuk.Çocuklar televizyonun önüne geçmiş seyrediyorlardı.Büyüklerde sohbete dalmış bazen gözlerini kaçırıp bakıyorlardı.O arada çıkan bir sahneden dolayı onbeş yaşındaki bir erkek,bağırarak yanında bulunan kendi yaşlarındaki akrabasının kızına sarılmaya başladı.Oda,herkesde utanmıştı.Ancak olan olmuştu.

Durum göz ardı edilemiyecek kadar vahimdi.Bunun bir muhasebesi yapılmalı,aile ferdleri ortak karara vararak,kendilerini buna mahkum etmemeliler,çocuklarınıda aşırı derecede meşgul olup bağlanmaktan korumalıdırlar.

Mahkum olan hakim olamaz.Mahkum değil,irademizle ve irademize hakim olalım…

20-09-2002

Mehmet ÖZÇELİK




ABUZER HOCA

ABUZER HOCA

Şakacı bir insan,kendisine hoca denilmesi ise bir camide ve Diyanete mensub bir görevli olduğundan değildir,cenaze yıkamasından dolayı kendisine bu ad verilmiştir.

Hayatını devam ettirebilmesi için,bazılarının hayatının devam etmeyip son bulması gerekmektedir.Ölümler bile hayat kurtarmaktadır.Dünyada tam bir denge unsuru süre gelmektedir.

Abuzer Hoca yanında taşıdığı forslu saatiyle bazen iç cebinden çıkararak fors atmaktaydı.Böyle pahalı bir saati alacak pek de durumu müsaid değildi.Zaten olmuş olsaydı herkesin korktuğu bir işi yapmazdı!Nereden aldığı konusunda ise şunları anlatmaktaydı;Köyün ağası ölmeden önce kendisini Abuzer Hocanın yıkamasını,parayla birlikte bu saatin de kendisine verilmesini vasiyet etmiş.Abuzer Hoca bazen böyle hediyelerle de sevindiriliyordu.

Bu sebebledir ki;Abuzer Hoca da kendisine böyle yağlı bir cenaze bulan olursa,onu mükâfatlandırıyordu.Genellikle hediyesi de bir buçuk kişilik kebab yediriyordu.Eğer normal bir kişinin cenazesi olursa,bu durumda da bir kişilik kebab yediriyordu.Bu şekilde de bir çok kişiye kebab yedirmişti.

Bunlar içerisinde en fazla yiyen Celâl Bey’di.Kayın babası öldüğünde de hocayı çağırmış,o zaman da kebabını yemişti.Hatta sevib itimad ettiğinden dolayı kendisine evinin telefonunu bile vermiş,gece gündüz demeden,24 saat kendisini arayabileceğini de tenbih edip söylemişti.

Yine günlerden bir gün;Celâl bey çalıştığı otelde gece görev yaptığından dolayı gece vakti ve yalnız,canı ise sıkılmakta,âdeta kendisine işin olmadığı bu ortamda bir iş aramaktaydı.

Aklına ilk gelende o gün görmeyipde özlemini çektiği Abuzer hoca oldu.Zaten onu hatırlayıp düşünmekle de biraz olsun rahatlamıştı.

Gece vakti,saat iki.Abuzer hocanın evinin telefonu hüzünlü hüzünlü çalmaya başladı.Telefona çıkan Hocanın hanımı idi.Uyku sersemliğiyle biraz da şaşkın olan hocanın hanımı;Kimi ve ne için aradığını sorduğunda,telefonun öbür ucundaki üzüntülü şahıs Hastahaneden aradığını,iki tane cenazelerinin olup hemen yıkayarak köye götüreceklerini söylemişti.

Kadın bu vakitte de olur mu dediyse de, karşıdaki adamın hiç de anlayacağı yok gibiydi. Neredeyse telefonu kapatacaktı.Dur kardeşim dur,hocaya bir söyliyeyim, demişti ki zaten hocada sese uyanmış ve ne olduğunu soruyordu.Hanımı iki tane cenazenin olduğunu, hemen yıkayıp köye götüreceklerini söyleyen bir cenaze sahibinin olduğunu söylemişti.

Durumu anlatan hanımına hoca;beklesinler,sabah gelir yıkarım,demişti.Telefondaki şahıs ise sabırsızdı,bekleyecek durumu yoktu.Aslında pek minneti de yoktu,başka hoca mı yoktu sanki,onu çağırırdı.Ve hocanın hanımına bu ihtarıda yapmıştı;Bacım iki cenazemiz var,eğer hoca gelmeyecekse,biz başkasına telefon edeceğiz…

Kadın telaşlı telaşlı;hoca hoca,kalk kalk,bak başkasını tutacaklarmış,gelmiyorsa bize söylesinler diyorlar…

Hoca işin bu kadar da ciddi olacağını hiç mi hiç tahmin etmemişti. Belli ki bunlar sabahı beklemeyeceklerdi. İki tane de cenaze,uyku feda edilmez mi?

Bu düşüncelerle cevabı geciktirmeden veren hoca,hemen geleceğini tekrar tekrar söylemişti.

Belli ki hoca eğitimliydi.Bir an evvel hazırlanmış ve gecenin o vaktinde hastanenin yolunu tutmuştu.İşin garip tarafı Hastane şehrin üst tarafında,evi ise şehrin tam alt tarafında idi.Buna rağmen bir saate yakın bir zaman içerisinde hastaneye varmış ve oradaki görevlilere cenaze yıkamak için geldiğini haber vermişti.

Ancak etrafta kimseleri görmeyince içerisine bir korku düşmüştü;Acaba gecikmiş miydi? Başka birisine mi yıkatmışlardı? düşünceleri içerisinde bocalarken,orada bulunan görevliler hocayı daha önceden de tanımakta idiler.Bir şeylerin olduğunu sezmişlerdi.Bu amaçla biraz da onlar hocayı konuşturmak amacıyla;Hele hoca gel,çay yapmıştık içelim,dediler.

Hocanın hiç de çay içecek hali yoktu.Durumu anlamak için dahi olsa,istemeyerekten kabul etti.

Hayrola hoca,ne cenazesi,anlat hele şunu!

Hoca baştan sona serüvenini anlatmıştı.Yine de inanamamış;Gerçekten siz beni çağırmadınız mı?diye bir daha teyit ettirmişti.

Belli ki uygunsuz birisi kendisiyle dalga geçmiş,kendisini oynatmıştı…Ama bu şahıs kimdi?

Hoca biraz düşünceli,biraz kızgın olduğu halde çaresizce evinin yolunu tuttu.Bu meçhul şahıs zihninde şerit halinde geçenler içerisindeki isim ve simalardan hangisi olabilirdi?Yine de hoca insaflı birisi idi ki kesin olarak şu diyemiyordu!Ancak birisinin üzerindeki şüpheleri yoğunlaşıyordu fakat ondan da ummuyordu.Yine de???

Artık sabah namazı vakti olmuş,kendisi gibi hanımı da bu meçhul şahsa kızgın oldukları halde namazı kılıp zorla uyuyabilmişlerdi.

Öğle sonu arkadaşlarıyla çay içmekte olan hoca gözleri kızarmış,kızgın bir vaziyette oturmakta idi.

Yanlarına yaklaşan Celâl bey özellikle hocanın sinirli halini görüp,habersizce sebebini sormuştu.Arkadaşları ise konuşmayan hocanın sinir sebebini;Gece birisinin evini arayarak, hastanede iki cenazenin olduğunu söyleyip,dalga geçmiş olduklarından dolayı olduğunu anlatmışlardı.

Celâl bey ise;Allah Allah! Cenaze yok muymuş? alaycı ifadesini söylemesiyle yerinden fırlayan hoca şüphelerinin üzerinde yoğunlaştığı kişiyi bulmuştu.

-Ulan,o sensin!Bir daha benimle konuşma!Ver bakalım benim o telefon numaramı,bir daha beni arama,artık bundan sonra kebab-mebab yok sana…

-Hocaya ısmarlanan kahveler,iltifatlar,özürler,arkadaşların araya girerek sevdiğinden dolayı bunları yapmış olduğu telkinleri hocayı bir türlü teskin etmiyordu.Artık yedirilen kebablar bu hareket ile son bulmuştu.

Ancak son bulmayan bir şey vardı;bu durum da hocanın içerisinde bir ur gibi kalmış ve şu tehdid de bulunmuştu;

-Bana bak Celâl!Eğer sen ölürsen,söz olsun,senin cenazeni ben yıkayacağım,para da almayacağım ama yapacağımı da biliyorum.Seni iyice evire çevire,acı çektirerekten yıkayacağım.

Durum mu ne oldu?Hoca yoksa dediğini yaptı mı?Acaba nasıl ve neler yaptı, kim bilir?

Ancak hoca yıkayamadan kendisi yıkanmıştı…

Ava giden avlanmıştı…

-Abdülkadir Geylani Hazretlerinin hükümleri şu idi: “Hayat bir gündür; o da bugündür…”

Bediüzzaman da öyle diyordu:”Hayatı bulunduğun gün bil.”

“Kimler geldi kimler geçti bu felekten,

Kalbur ile un elerken,deve geçti bu elekten…”

“Gel nazar kıl mezarımın taşına.

Âkil isen aklını al başına.

Bir dem ben de sefa sürdüm cihanda.

Âkibet bak taş diktiler başıma…”

19-08-2002

MEHMET ÖZÇELİK




YILBAŞI ÇILGINLIĞI

YILBAŞI ÇILGINLIĞI

Deliye her gün bayramdır,diye bir söz vardır.Yılbaşında yapılan çılgınlıklar da bu kabilden bir şeydir.

Senenin belirli zamanlarında yapılan ferdi sorumsuzlukların,sene sonunda toplu olarak yapılmasından ibarettir.

Bunu kutlayan insanlar kutladıkları şeyin ne anlama geldiğinin şuurunda olmadan kutlamaktadırlar.Körü körüne,kuru kuruya,bilgisizce kalabalığa uymadan ibarettir.Dostlar pazarda,alış verişte görsün.

Herkes yapar da biz yapamayız mı yani?Biz neden yapmayalım,onlar yaparken?

Kimliksizlerin kimlik açma çabasıdır yılbaşı…

Kişiliğini ve şahsiyetini başka yerlerde açma sıkıntısının bir ifadesidir yılbaşı…

Tıpkı Agop gibi ki;Bir gün yahudi Agop karısına,yahudilikten ayrılacağını söyler.Karısı da;Sen bilirsin,der.Ve Agop yahudilikten ayrılır.Ve bir papaza artık hristiyan olduğunu bildirir.

Bir müddet hristiyan olarak kalan Agop,bu dinden de pek bir şey anlamadığından,kendisini tatmin edip,mesud edemeyeceğinden dolayı papaza ayrılacağını bildirir.Ve artık Agop hristiyan da değildir,oradan da ayrılmıştır.

Müslümanların yanına gelen Agop müslüman olacağını ancak,müslüman olmadan önce araştırması gerektiğini söyleyip daha sonra kendilerine bildireceğini söyleyerek oradan ayrılır.Bir müddet araştırma içerisine giren Agop,müslüman olmadan ölür.

Hanımı kocasını nede olsa eskiden kalma dinleri düşüncesiyle yahudi mezarlığına götürür.Ancak yahudilikten ayrılmış olduğu için kabul edilmez.Hristiyan mezarlığına götürdüğünde,onlarda hristiyan olduğunu ancak daha sonra ayrılmış olduğunu söyleyerek onlar da kabul etmezler.Neticede bir de müslümanların mezarlığı kalıp,kocası onu da araştırdığından dolayı müslüman mezarlığına götürür.Onlar da Agopun müslümanlığı araştırdığını ancak daha sonra müslüman olmadan öldüğünü söyleyerek reddederler.Ve Agop kalmıştır ortada.

Kocasının başında şaşkın bir şekilde bekleyen hanımı bir yandan ağlar bir yandan da şöyle söylenir:”Agop..Agop..Musa’yı kızdırdın,İsa’yı küstürdün,Muhammedi de bulamadın,kaldın ortada Agop,kaldın ortada…

Aslında yılbaşı çılgınlığı bir Agop çılgınlığıdır.

Hadisde buyurulur:”Kim kime benzerse,o ondandır.”Yani benzediği ve taklid etmiş olduğu kavimdendir.Kişinin o yapmış olduğu şey müslüman’ca,müslümana yakışan bir hal değildir.İslâmiyet teslimiyet dini olup,kendisine bağlılığı ister.

Biz de tümüyle teslim olduk,bütününe de iman ettik…

MEHMET ÖZÇELİK




ENANİYET-BENLİK

ENANİYET-BENLİK

Âyette inanmayanlar için:”İşte onlar hayvanlar gibidir;hatta daha da sapıktırlar.”[1].

Bazı insanlar kendi görünen bu hakikatlarını bize de uydurmak için evrim dediler.İnsanın aslını inkâr ettiler.Asılsız bir gurura kapıldılar.

İnsanı bir et yığını,sadece maddeden müteşekkil bir varlık olduğunu;ruh,akıl ve kalbi susturmak üzere insanı maddeyle yoğurup,maddeyi ona kıble yaptılar.Maddeyi ilahlaştırıp,bir kararda kalmayıp,değişken olan maddeyi esas kabul ettiler.Allah’ın kıblesinden yüz çevirip,gururlarının ilahlaştırdığı maddeyi kıble edindiler.Bunada Materyalizm adını verdiler.

Evet yetmedi…Bu manevi duygular,Allah diye haykırdı.Bazen sızladı,sızlandı.Düşünmek ve o duyguları tatmin etmek istedi.Doyum kanalı olan uluhiyeti,maneviyatı ve dini ortadan kaldırmak üzere,insanlık ve hayvanlık aleminde eşi görülmez bir vahşet ile zulmetmeye başladı.Buna da Kominizm dedi.

Ara ara bu gurur ilahı tepki gördü.Benliğini başka bir surette göstermek üzere münafıkane cılkı çıkmış bir insancıllığın,Hümanizmin arkasına gizlenerek,insanlıktan dem vurmaya çalıştı.Ve iddia ettiki;İnsan bu dünyaya mutlu olmak için gelmiştir,mutluluğu temin etme uğruna az ve azınlığın refahını sağlarken,onun uğruna çoğunluğu feda eder.Sınırlı bir kesinme narkozlu huzur verir.Umuma hastalık,ızdırap ve ölümü tattırır.

Menfaatı uğruna herşeyini verir.Olmayan namusunu,şerefini ve de değerlerini…Gerçek rabbisine ise,ilgisiz ve bîganedir.Bir fincan kahve uğruna yüz takla atarken,gurur elini tutar,rüku ve secdeye eğdirtmez.

İnanın bu dünya imtihanına gelişi,gurur ve kibirle başladı.Bitiş ve gidişi de gururla sonlanacaktır.Gurur tüm çehresini gösterecektir.

Yeni yeni dünyanın yeni düzenbaz düzeni;Hümanizm ve Fir’avinizmdir.

Ene ve benlik,bir şeftali veya kayısı kabuğu gibi olup,içindeki çekirdeğin dışa çıkarak,neşvü nema bulup gelişmesini ve büyümsini engeller.O kabuğun kırılması gerektir.Aksi takdirde çekirdek çürür,ölür ve biter.

Tıpkı alemi içerisinde barındıran bir çekirdeğin kabuğunu kırarak,neslini devam ettirerek aleme yayılması gibi,insanda kendisine verilen benlik kabuğunu kırmazsa,özü,tüm kabiliyet ve değerleri söner,bir hiç olur.

Kabuk mesabesinde olan benlik,bir cihette koruyup,muhafaza ederek ağaç olup varlığını devam ettirmesine sebeb olurken,diğer cihetle de,özünü bırakıp kabukla meşgul oması halinde şeytana eş ve arkadaş olur.

Şairin ifadesiyle;Oluklar çift,birinden nur akar,birinden kir…

O halde benlik,gurur ve kibir aracı değil,Allah’ı bilme ve tanıma aracı olmalıdır ki,insan insan olsun…

MEHMET ÖZÇELİK

[1] A’raf.179.