TÜRKİYE ÇEMBERİ

TÜRKİYE ÇEMBERİ

ABD üst ve altımızı oyuyor.Türk cumhuriyetleri ve Asya ülkeleri ile olan bağlantı kopuklukları bunu göstermektedir.

Türkiye bir asırdır ki içi boşaltılmaktadır.Şimdilerde ise altı boşaltılmaktadır.Irak,İran,Suriye,Lübnan,Kırgizistan,Afganistan ve içte yapılmakta olan olaylar bunu teyid etmektedir Çevremizde de sürekli bir değişikliğe gidilmekte,kurdukları rejimleri şimdilerde değiştirmektedirler.

Türkiye stratejik bir ülke olup,ABD maceracı,maceraperest bir ülkedir.

Türkiye harici ellerle sürekli karıştırılmaktadır.Nitekim GEORGE Soros:” Mesleği spekülatörlük, para sihirbazlığı… Ancak o, sadece ekonomiyle değil, iktidarlarla da oynuyor. Ukrayna ve Gürcistan’ın ardından, Kırgızistan’daki sivil darbenin gerisinde de yine o ve kurduğu vakıflar var.

60 ülkede kurduğu vakıflara 5 milyar dolar aktaran Soros’un Türkiye’de harcadığı para ise 5 milyon dolar. Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’daki gelişmeler sonrası eski Sovyet cumhuriyetlerinde endişeli bekleyiş hâkim.”[1]

Bunlarda demokrasi adına ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yürütülmektedir.

30 bin insanın öldüğü PKK teröründe terörist başı Abdullah Öcalan itirafında şöyle diyor: “Lübnan’da bulunduğumuz süreçte ASALA ile görüştük. ASALA’dan Mafyan (K) ile görüştük. Kendilerine göre kapalı bir yapıları vardı. Bizle ortak eyleme girmiyorlardı. ASALA 1983 yılında dağılma sürecinde idi. İkiye ayrıldılar. Bekaa’da birbirlerini vurdular ve örgüt, örgüt olmaktan çıktı. ASALA daha çok Kurtuluş Örgütü ile ilişkiliydi. Onlarla ilişkileri sonucu parçalanma oldu. ASALA’nın bize verecek adamları yoktu. Bunların bizim eğitimimize de ihtiyacı yoktu. Yıllarca FKÖ içerisinde eğitim görüyorlardı. Bunların bize yardım edecek ne paraları, ne de kadroları vardı.”

“ASALA ile görüşmelerimizde, kendi Ermeni iddialarını getiriyorlardı. Ermeni katliamında Kürtler’in de rolü olduğunu, Van, Bitlis, Diyarbakır, Dersim, Erzincan, Artvin illerinin Batı Ermenistan olduğunu söylüyorlardı. Harita anlaşmazlığı yüzünden ilişkilerimiz koptu.”

“Uzun bir süre temas kuramadık. Ancak Avrupa üzerinden kiliselerin ve zengin işadamları vasıtasıyla mali destek sağladılar. Buna karşılık metropollerde eylem yapmamızı istediler. Bu isteklerini genelde Yunanistan bahsinde değineceğim kişiler vasıtasıyla ilettiler.”[2]
Hasta adam olarak nitelendirilen Osmanlı içte çıkarılan isyanlar ile,Sultanın kötülenmesi ve saldırıya maruz bırakılması ile,Katliamlar,Ermeni gibi her devletin ölecek adamdan bir şeyler koparma sevdası içdeki yıkılışı daha da hızlandırıyordu.

Nitekim ondan sonra da 4 defa yapılan iç ihtilaller ile sekteye uğratılarak,milletin dik durması engelleniyordu.

Hesaplar ve hesap sahiblerinin hesaplarının uzun ve değişik olması bu zor gidişi daha da zorluyordu.

Nitekim Selanikten göçen Yahudiler ve Sabataistler bu emellerini gerçekleştirmek için devletin önemli kademelerini ele geçirdiler ve de etkili oldular.

Soner Yalçın Efendi adlı kitabında;”Selanik bir Yahudi ve Sabataist kentiydi.Balkanların Kudüsü olarak biliniyordu.

Selanikin nüfusu 90 bindi.Bunların 50 bini Yahudi ve sabataist idi.

Büyük gazetelere gelince,Bunlarda Yahudilere aittir.”[3]

“Gazeteci-Yazar Cengiz Çandar, AKP’lilere verdiği konfe-ransta ‘’kendisinin CIA ve Mossat’ın ajanı olduğunu” savundu.

AKP Ankara İl Başkanlığı Siyaset Akademisi faaliyetleri kapsamında konferans veren Çandar, konuşmasına, ‘’CIA ve Mossat’ın ajanı olduğumu, ABD’den para alan gazeteci-lerden olduğumu bilin, beni öyle dinleyin’’ diyerek başladı.”[4]

Atatürkün hanımı Latife hanım da dönmedir.

1.dünya savaşına girmemize sebeb olan Mithat paşa Yahudi bir aileden gelmektedir.”1889 yılında yayımlanmış olan Edvaro Drumont’un La France Juwe adlı kitabının 1.cildinin 113 sayfasında Yahudilikten geldiği ileri sürülmektedir.Bu kitapta Mithat Paşanın annesinin Macaristanlı bir hanım olduğu yazılmaktadır.”[5]

” Ünlü Türkçü Nihal Atsız da pek çok yazısında Dönmeliğe atıflarda bulunur. Mesala Orhun dergisinin 12 Mart 1934 tarihli nüshasında Yunus Nadi’den aşağı olmamak üzere, “Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudidir, bu dilinden tanınır. Biri de Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddit Yahudi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudiyle Yahudi Dönmesi’nin hiçbir farkı yoktur, Biri ‘biz Yahudiler’ derse öteki de ‘siz Türkler’ der” diyerek noktalar sözlerini.”

Varlık vergisinin konulmasının bir sebebi olarak;Türkiyede bulunan Yahudilerin israile gidişini sağlamak,bunu imzalayanların üçünün dönme ve üçünün de mason olduğu ifade edilir.[6]

Şu bir hakikattır ki;Türkiye durulursa,kendi içinde uzlaşma ve mutabakata varırsa,İslam ülkeleri için demokrasi de model olabilir.

Üç yıldır istikrarı yakalamaya çalışan şu An ki Türkiyede,Cumhurbaşkanının çıkışları ve hükumetle zıtlaşmaları,Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök’ün,Türkiye İslam memleketi değildir,sözleri,Anayasa başkanı Buminin,tüm uzlaşma çabalarına rağmen başörtüsünün meclisde de kabul edilse kabul edilemez olduğunu ifade eden hukuk dışı ifadeler hep bu istikrarı sarsmaya ve bozmaya yönelik bilinçli veya bilinçsiz çabalardır.

Belikli birileri düğmeye basmış olup,her zamanki kızdırılan temcid plavına benzemektedir.Bıktırmakta ve kokutmaktadır.

Asıl uğraşılması ve görülmesi gereken ise;” Kemal Uzan, şirketlerine el konulmadan önce iki bürokrata, “Arkamda paşalar var. Bana bir şey yapamazlar. AK Parti, asker şapkasını görünce kaçar” dedi. Baba Uzan, şirketlerine el konulmadan önce iki bürokrata, “Arkamda paşalar var. Bana bir şey yapamazlar. AK Parti, asker şapkasını görünce kaçar” dedi. Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Şamil Tayyar, firari sanık Kemal Uzan’ın 23 Nisan 2003 yılında birkaç bürokratla yaptığı ileri sürülen görüşmeyi köşesine taşıdı.”[7]

Bizde yapılmakta olan ya ifrat veya tefrittir.Tıpkı Tedavi edilmeden salınan hastalar gibi,ıslah edilmeden salınan mahpuslarda aynıdır.

İnsanların ıslahı için çaba gösterilmemiş,onları kontrol edecek iman cihetinde bir çaba gösterilmemiş adeta bataklıklar kurutulmadan sineklerle uğraşılmıştır.Kenan Evrenin, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek çözüm ihtilallerde ve asmalarda aranmaya çalışılmıştır.Bu ise milleti en az 30 yıl geriye götürmüştür.

Üstad Eşref Edibe:”Eşref bey,ben bu millete hıyanet edenleri araştırdım. Bunların hiç birisinin aslı Türk değil.”[8] Demiştir.

Zübeyir ağabeynin itidali dem-i (soğuk kanlılık,paniğe kapılmama)tarifi:”Bir gün İspartada Üstadımız ile birlikteydik.Üstadımız sohbet sırasında bir ara buyurdu ki;Şimdi Fransızların ve İngilizlerin uçakları gelse,burayı bombardumana tutsalar,(o sırada ayak ayak üstüne attı ve) ‘Zübeyir bana bir kahve yap’derim.İşte

itidali demi böyle anlayacağız.”[9]

Üstad:”Bir insanın İslamiyete düşmanlığı yüz ise onu doksandokuza indirmek hizmettir,hatta yüzbire çıkartmamak dahi hizmettir.”[10]

İslam dünyasındaki yanlış düşüncelerin içimizde yer bulması,bazı İslamcı yazar geçinip toplumun inancına ve düşüncesine muhalif hareket eden ölçüsüz kimselere itibar edilmesi,dini boşluğun bir tezahürüdür.Bu da toplumdaki sarsıntılara sebeb olmaktadır.

Bediüzzaman hayatı boyunca halkın bilinçlenmesi yönünde çalışmış,devletten bir şey beklememiştir.Onlar için sadece,Başlarında akıl,kalblerinde iman olsun yeter duasında ve temennisinde bulunmuştur.

Böylece Mehdi de gelse,İsa da gelse idareci,devlet başkanı olarak mı gelip iş yapacak?Elbette değil ve hayır.O halde oralarla iş bitmediği gibi,oralar ilk cezp edici yerler değillerdir.Süleyman peygamberin dışında hiçbir peygamber ve büyük zatlar bir idareci ve yönetici olarak gelmemiş ve onların içerisinden çıkmamıştır.

Ancak burada onların rolü inkar edilmemektedir.Nitekim Hadis.”İnsanlar idarecilerinin yolunda giderler.”[11]

“Ey Ebu Hureyre! Bir saat adaletle hükmetmek, gündüzü oruçla, gecesi namazla geçirilmiş altmış senelik ibadetten hayırlıdır.”[12]

Ancak eskilerin kahtı rical dediği adam kıtlığı zamanımızda fazlasıyla yaşanmaktadır.

Türkiyenin oyuna gelmemesi,dost ve düşmanını iyi tanıması gerekmektedir.

” Merhum Bayram Yüksel, şehadetinden 11 gün önce, yani 8.11.1997’de Almanya’da yaptığı bir sohbette şöyle diyor. “Üstad hazretlerinin en fazla kızdığı devletler; İngiliz ve Fransız’dı. “1400 senedir İslamiyete ikisinden zarar geldi.” diyordu.”

Sürekli hayatında müsbet hareketi kendisine düstur edinmiştir.

”Muhterem kardeşimiz Yusuf Has bey Erzurum’da bir sohbette Çantacı Necmi ağabey adıyla maruf kıymetli bir Kur’an talebesinin şu hatırasını not tutarak bize göndermiş. Kendisinden Allah razı olsun. Çantacı Necmi ağabey Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Ahmet Feyzi Kul ağabeye soruyor.
-Abi, bu kadar Kur’an tefsiri olmasına rağmen neden Risale-i nur gibi etrafında
insanlar toplanmamış?
Ahmet feyzi ağabey:
-Diğer tefsirler Kur’an’ın sadece manasını anlatmışlar. Risale-i nur ise hem
manasını hem de davasını anlatmış.”

“Selahaddin Aslan bey Bediüzzaman’ın talebelerinden Said Özdemir ağabeyi 12.08.2000 tarihinde bir ziyaretinde ondan dinlediği enteresan bir hatırayı anlatıyor: “Üstad 1958 senesinde Ankaraya geldi. Beyrut palas otelinde kaldı. Târihçedeki resim, o otelden çıkarken çekilmişti. Emniyet, polis telaşlanıyor. Çok korkuyorlar… Üstad dedi ki; “Bizi parça parça da etseler, gene de emniyet ve asâyişi bozmayacağız. Mâsum ve mazlumlar, zarar görmesin diye asâyişi bozmayacağız”.”Salih Okur

Sekreterin İngiliz ajanı Hmepher-e tavsiyesi:” Biz İngilizler, refâh ve se’âdet içinde yaşamamız için,bütün dünyâ devletlerinde ve müstemlekelerimizde fitne ve tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmânlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hükm edebilir?

Bütün gücünle, za’îf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmânlı Devleti ve Îrân, za’îf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazîfen, halkı, idâre edenlere karşı ısyâna sevk etmekdir! Târîh, “Bütün inkılâbların,halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermişdir”.

Müslimânların ittihâdları, muhabbetleri bozulup, kuvvetleri

dağılınca, onları râhatça imhâ ederiz) dedi.”

Hempher itiraflarında:” 12- Kız, erkek, bütün İslâm gençliğinin kafasını

karışdırıp, İslâmiyyet hakkında şübhe ve tereddüde düşmelerini te’mîn etmeliyiz. Mekteb, kitâb, mecmû’a [spor kulübleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için

yetişdirilmiş elemanlarımızın vâsıtası ile, onların ahlâklarını sıfıra indirmeliyiz. Yehûdî, hıristiyan ve bütün gayr-i müslim gençleri, onları avlamak için, birer tuzak

olarak yetişdirmek için, gizli cem’iyyetler açmalıyız!”bugün ise bunlar gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

İtirafında:” Târîh isbât etmişdir ki, dîne istinâd eden devletler dahâ uzun ömürlü ve dahâ nüfuzlu ve heybetli olurlar.”

Bugün Türkiyede de yapılmak istene budur.

Türkiyede en fazla yıpratılan kurum,aile kurumudur.

Fransada her geçen yıl doğan iki çocuktan biri evlilik dışı,gayr-ı meşru olarak dünyaya gelmektedir.

Dünyada olduğu gibi,bizlerde de ve özellikle sanat camiasında,sanatçı geçinenlerde,üç ayda bu şöhreti ucuzca elde edenlerde 1-2 yıl içerisinde boşanmak adet haline gelmiştir.

Televizyonlarda aileyi zedeleyici sayısız proğram ve filimler…

Gazetelerde sergilenen ve bir meta haline getirilen kadın resimleri,aileyi kuran kadını yıpratma faaliyetleridir.

Önce kadın,sonra aile yıpratılmaktadır.

Oysa kadına Hayat mektebi bilgisi verilmeli,öyleki kişiler evlenmeden önce ona hazırlandırılmalı adeta sertifika ve mecburi iki yıllık bir eğitimden geçirilmeli,denklik sağlanmalı,aile sağlamlaştırılmalıdır.Yapılanlar ise hep yıkıma yönelik faaliyetlerdir.

Alev aile çatısını sarmıştır.

AB’ne girmenin yoğun olduğu günde herkesde bir tedirginlik vardı.

Oysa Suyla süt karıştığı zaman,hangisi daha etkili olur?Süt az dahi olsa suyun hususiyetini,rengini değiştirir.Türkiyenin AB’ye girmesinde de korkulacak bir durum yoktur.Yeterki biz südümüzü bozmayalım,südümüz bozuk olmasın.

Türkiyede 25 tane kaçak domuz çiftliği bulunmaktadır.Yılda 1 milyon domuz yetiştirilmekte,en az 3 milyondan fazla domuz tüketilmekte,piyasaya sürülmektedir. Yıllar itibarıyla milyonlarca ton domuz piyasaya sürülmüş,hepsi de kesinlikle dışarıya ihraç edilmemiş ve edilmeside mümkün değildir.Bir domuz bir yılda bir yıl içinde yavrulayan yavrularınında dahil edilmesiyle 481 doğuma ulaşmaktadır.Yiyecek olarak cam dışında her şeyi yemektedir.Çöplüklerle,pisliklerle ve kendi pisliğiyle de beslenmekte,öldürücü tirişin hastalığına sebeb olmaktadır.

Bozulma çok kapsamlı uygulanmaktadır.

Türkiyede bunlar yapılırken İslam dünyası bizden geri değildir.Onlarda aynı oyunlara adeta mahkum hale getirilmişlerdir.

ABD’nin Ortadoğu planı.Iraka saldırdıktan sonra şimdide düşündüren;ABD İrana ve Suriyeye saldırırmı?

Saldırma hesapta var.Önce İranın etrafını boşaltmaya çalışır,sonra saldırır.

Beyrut Başbakanı Hariri’nin ölümü üzerine gözlerin Suriyeye çevrilmesi, arkasından İsrailin iştahını kabartan saldırı tehditleri,İran’ın 4 sene içinde atom bombası üretecek tehditleri,ortadoğuyu karıştıran ellerin devrede olduğunu göstermektedir.

Kurdun kuzuya bahanesi nevinden olarak…

İran’da bulunan nükleer tesislerin bulunduğu belirtilen Deylem kentine füze düşmesi ve İran’a yapılan meçhul saldırı hiç de tesadüfi değildir.

Irakta bugün hiçbir dönemde uygulanmayan bir vahşet uygulanmaktadır.

Irak’ın Moğol istilasından bu yana gerçekleşen en büyük kültür yağması;1 milyon kitap,10 milyon belge ve 14 bin arkeolojik eser Irak’ta kayboldu.

Oysa nükleer saldırı ve üretimini ABD ve İsrail kendisi fazlasıyla yürütmektedir.

Nitekim dünyanın çeşitli yerlerinde nükleer deneyler yapan ABd,Türkiyede de bunu yapmıştır.

The Washington Post gazetesi, Mısırlı bilimadamlarının 1970 ve 80’li yıllarda ülke içi ile birlikte Fransa ve Türkiye’de nükleer deney yaptıklarını iddia etti. 05 Ocak 2005 19:53

Dünya sürekli kan kaybetmektedir.Tedbir alınmazsa bunların boyutları artarak devam edecektir.

İşte bir örneği:

”DÜNYADAKİ ÇOCUK ÖLÜMLERİ
UNICEF’in 1998 Dünya Çocuklarının Durumu Raporu’na göre dünyada 7 milyonu aşkın çocuk kötü beslenmeden dolayı ölüyor. Bu oran, Hindistan’da yüzde 34, Haiti’de yüzde 21, Burundi’de yüzde 19, Nepal’de ise yüzde 9. Afganistan’da doğan bebeklerin dörtte biri, Nijer’de üçte biri henüz 5 yaşına gelmeden ölüyor. Bangladeş’te yeni doğan bebeklerin yarısı, Pakistan ve Sri Lanka’da dörtte biri, Hindistan’da üçte biri yetersiz beslenmeden ötürü normal kilosunun altında doğuyor. Bu rakam, birçok Afrika ülkesinde beşte bir, Irak ve Orta Amerika ülkelerinden Guatemala’da yüzde 15’e varıyor.
2 MİLYON ÇOCUK SEKS PAZARINDA
15 milyon çocuk ailesinden ayrı yaşıyor. Dünya genelinde 300 milyon çocuk işçi var. Çocukların beşte biri beslenme yetersizliği çekiyor. 100 milyon çocuğun evi yok, sokaklarda yaşıyor. Günde 30 bin çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) göre, dünya genelinde yılda 1,2 milyon çocuk satılıyor. Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sokak çocukları, zengin Batıya kaçırılarak dilendiriliyor, suça itiliyor ve fuhuşa zorlanıyor. 10 yaşında olgunlaşan, 20 yaşında yaşlanan, 30 yaşında ölen yaklaşık 2 milyon insan, her yıl seks pazarına sokuluyor. Tayvan, Filipinler, Tayland, Vietnam, Kamboçya, Endonezya, Rusya, Romanya, Polonya, çocukları pazarlayan ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor.
SAVAŞLARDA ÖLENLERİN SAYISI
Birinci Dünya Savaşı
Ölü: 8.345.000
Yaralı: 20.000.000
Sivil Ölü: 10.000.000
İkinci Dünya Savaşı
Ölü: Yaklaşık 50 milyon
1945-2005 YILLARI
1945 yılından bu yana 194 savaş oldu. Bu savaşların yüzde 94’ü Üçüncü Dünya Ülkelerinde gerçekleşti, 1,8 milyar insan bu savaşlardan etkilendi. 110 milyondan fazla insan öldü, yaklaşık 3 katı sakat kaldı.
Bugün yaklaşık 50 milyon insan silahlı çatışma içinde bulunuyor. Son 10 yılda iç savaşlarda 5 milyon kişi öldü, 6 milyon kişi sakat kaldı. Aynı dönemde 2 milyon çocuk, savaş ve çatışma ortamında hayatını kaybetti.
Savaş ve çatışmalar tarım alanlarını etkilediğinden açlık, susuzluk ve bulaşıcı hastalıklarda artışlar gözleniyor. 1945’ten beri önlenebilir hastalıklar yüzünden ölen insan sayısı 150 milyon.
Savaşlar, sadece 1990-1995 arasında dünyada, dörtte üçü siviller olmak üzere 5,5 milyon insanın ölümüne sebep oldu. (Avrupa’da 250 bin, Asya’da 1,5 milyon, Ortadoğu ve Yakındoğu’da 200 bin, Afrika’da 3,5 milyon).
Yalnızca 1997’de, yetersiz beslenme sonucu 6 milyon çocuk hayatını kaybetti.
HER YIL 8 MİLYON İNSAN AÇLIKTAN ÖLÜYOR
Dünyada 10 milyondan fazla mülteci, 5 milyondan fazla evsiz insan var. BM’ye göre, son 30 yılda yoksul ülkelerin sayısı 25’ten 49’a çıktı. Bu ülkelerde 610 milyon kişi çok zor şartlarda yaşıyor. Yoksul ülkelere yapılan resmi kalkınma yardımları, 1990’larla birlikte yüzde 45 azaldı. 6,2 milyar olan dünya nüfusunun, 5,2 milyarı yoksul. 2025 yılında dünya nüfusunun 7,2 milyarı bulması, yoksul sayısının ise 6 milyarı geçmesi bekleniyor.
Dünyada 800 milyon aç insan var. BM Gıda Örgütü’nün hesabına göre; bu sayının 2015 yılında 400 milyona düşürülmesi için, 25 milyar dolar gerekiyor. Bugün dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya gelirinin yüzde 80’ini kullanıyor. Geri kalan yüzde 80’i ise gelirin yüzde 20’sini paylaşıyor. 2010 yılında ise dünya nüfusunun 8,5 milyar olacağı Dünya Bankası Kalkınma raporlarında yer alıyor. Yine aynı rapora göre 2010’da nüfusun ilk 5 milyarı günde 1 dolarla; ikinci dilim bir milyar nüfus ise günde 2 dolarla hayatını sürdürecek. Günde kişi başına 3 dolar gelir, bugün için yoksulluk sınırı olarak kabul ediliyor. Raporda, 2010 yılında 6.5 milyar kişinin günde 2 dolar olan açlık sınırı ve bunun altındaki gelir ile yaşayacağı öngörülüyor. Dünyada 1960-1980 yılları arasında 30 milyon insan açlıktan öldü. Bu rakam 1985-1990 yılları arasında 40 milyona ulaştı.”[13]

Bediüzzaman said Nursi Hazretlerinin eserlerinde sürekli işlediği konular, olanlar,yaşananlar,işlenenler,süreklilik arzetmektedir.

1-Siyaset.2-Deprem,iman,fen bilimleri,hapishane,medeniyet,sefahet,inkarı uluhiyet.

Dünya aklını başına almazsa bunlar katlanarak artmaya devam edecektir.Böylece beşer kendi kıyametini kendi başına koparmış olacaktır.

Mehmet ÖZÇELİK

28-04-2005

[1] Tercüman.28-4-2005.

[2] Agg.Aydın CANDABAKOĞLU.28.04.2005.

[3] Abidin Nesimi.Yılların içinden.sh.118.

[4] ANKARA/05.03.2005

[5] Hikmet Tanyu.Tarih boyunca Yahudiler ve Türkler.sh.259.

[6] Afet Ilgaz.bak.Milli Gazt.23-8-2002.

[7] 13.07.2004-Tercüman.

[8] Mehmet KIRKINCI Hayatım-Hatıralarım.sh. 120.

[9] Age.154.

[10] Age.159.

[11] Keşful hafa.2/311.

[12] Fütuhat-ı Mekkiye:8/409-417.

[13] Aksiyon-23-4-2005.




ZALİMLER VE ZULÜMLER

ZALİMLER VE ZULÜMLER

ABD dünyada psikopat insanları özellikle seçiyor.Yahudiler özellikle bunları tesbit edip dünyanın başına geçirmeye çalışıyor. Mao,Lenin,Stalin,Saddam,Öcalan..Dünkü Ebu Leheb ve bugünkü Şaronlar…Hepsinin eli ve nesli kurusun…Bi’ri Maune kuyusunun orada bulunan yetmiş hafızı katledenle,Bosnadaki masumları katledenlerin farkı zaman ve suret farkı olup,siret aynı siret,aynı tinet…Dün cehalet asrında diri diri kızını gömenle,bugün insanları diri ve de toptan binlercesini öldürenin farkı varmı?Varsa bile birininki teker teker öbürünün katmerlicesi…Kanla beslenen vampir tabiatlı.Yaşamak için öldürmeyi yaşamak kabul eden dengesizler.Menfaat üzerine kurulan batı ve batı medeniyetinin piyonları…Dünyanın dahi kendilerine kalmadığı kimseler.

Kimler geldi kimler geçti bu felekten

Kalbur ile un elerken deve geçti bu elekten…

Besili olan bu kargalar,menfaatlarına göz diktiğinde sonunda besleyenler tarafından gözleri oyulanlar,oyalananlar…

Hadis-i Kudside”Zalim Allahın kılıncıdır,onunla intikam alır sonra dönülür ondan intikam alınır.”

Bu zalimler eliyle intikam alanlar aslında Allah’ın adaletinin tecellisine zulümleriyle istemeden destek olmaktadırlar.

Zalim olmak için çaba gerekmemekte ve bir kazanım olmamaktadır.Doğuştan gelen değerlerin kaybıdır.İnsanlık kaybı..değerlerin kaybı..kendinin kaybolmasından ibarettir.

İman,fazilet,adalet ve ihsan ise bir kazanç ve kazanımdır.Doğuştan gelen değerlerin üzerine ekleme ve yedeklemedir.

Biri kaybederken,diğeri kazanmaktadır.

Geçenler geçti..değerliler değerleriyle anılırlarken,değersiz,zorba ve zalimler lanetle ve nefretle anılmakta..dikilen anıtlarına ve kalıntılarına nefretle tükürülmektedir.Küflü sayfaların arasında da olsalar yaptıklarının kat katıyla zulümlerini kabirlerinde de ödemektedirler.

Ölümden kaçanlar ile,ölüme koşanların mücadelesi insanlık tarihince süre gelmiştir.Habilde Kabile karşı koymayacağını söylememişmiydi?Zalimle mazlumun meseli,korkakla cesurun meseli gibidir.

Tüm zalimler zulümlerinin büyüklüğü nisbetinde korkaktırlar.Zayıflar zulmeder,kuvvetliler hakkını alır,hakkını vermez.

Prensibleri reddeden insan bozması bir kişidir zalim…

Zulüm cehaletle eş anlamlıdır.Her ikiside karanlık ve karanlığı temsil etmektedir.Biri karanlığı yaşarken,diğeri hem yaşamakta hem de yaşatmaktadır.

Genel kuraldır:

“Allah, zalimleri sevmez.”[1]
”Allah, zalimler topluluğunu güzele ve doğru yola eriştirmez.”[2]
”Allah’ın lâneti zalimler üstünedir.”[3]

“Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Ne var ki insanlar kendilerine zulmediyorlar.”[4]
”Bu ceza, senin kendi elinle yaptığın işin karşılığıdır. Muhakkak ki Allah, kullarına asla zulmedici değildir.”[5]

“Yalan düzerek Allah’a iftira edenden daha zalim kim var? … O zalimler ki Allah’ın yolundan alıkoyar, o yolu eğriltmek isterler. Onlar ahireti inkar ederler.”[6]

“Nice memleketler vardı ki; zulüm yapıyorlarken Biz onları yok ettik. Damları çökmüş duvarları üzerlerine yıkılmıştır…”[7]
“Biz ülkeleri, halkları zulme sapmadıkları sürece yok etmeyiz. “[8]
“Size ne oluyor da, Allah yolunda: ” Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zalim kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder. ” diye yalvarıp duran boynu bükük ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocukların kurtulması uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfre sapanlarsa şeytanın yolunda savaşırlar. Haydi, siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Hiç kuşkusuz şeytanın tuzağı çok zayıftır. “[9]
“Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılanlara, savaşma izni verilmiştir. Allah, onlara yardım etmeye elbette gücü yeter…İman sahipleri öyle kişilerdir ki; kendilerini Yeryüzünde imkân ve güç sahibi yaparsak namaz kılar, zekât verirler, iyiliği emreder kötülükten alıkoyarlar. Tüm işlerin sonu Allah’a varır.”[10]

“Zalimleri mutlaka yok edeceğiz.”[11]
”Zalimler için korkunç bir azab hazırlanmıştır.”[12]
”Zalimlerin bir kısmını günahlardan ötürü, diğer bir kısmına böylece musallat ederiz.”[13]
Zalimin zulmü hiçbir zaman için yanına kâr olarak kalmaz.Allah her şeyi affetse bile zulmü affetmez.Zira zulüm genlerin bozulması,genel yapının tersine işlemesi,üretim için yapılan bir fabrikanın adeta verim yerine çöp üretimine geçişi gibidir.Şeker üretimi için kurulan fabrikanın,hayvan gübresi üretimine dönüşümü demektir.

Herkesi olduğu gibi kabul etmek gerektir.Ebu Cehili o haliyle,Fir’avunu o durumu ve nihayet Hz.Ebubekiri de bu güzellikleriyle…Yani O zulüm ehli cehenneme değilde cennete mi girseydiler daha iyi olurdu?

Kişinin iradesiyle şekillenip kader tarafından onaylanan her şey güzeldir.Zulüm ehli zorla cehenneme gitmeyi isterken,yolunu değiştirmenin anlamı yok!

Tamamen tefessüh edip sönmüş,yılan gibi zehirlemekten zevk alan insan tabiatı kömürleşmiş ve bozulmuş bir insandır.

Hadis-i şerifte,”Cennetlik olan, Cennete götürecek, Cehennemlik olan da, Cehenneme götürecek amel işler) buyuruldu. (Ebu Davud)

Habbab bin Eret radıyallahu anh rivayet ediyor:

“Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, hırkasını kendisine yastık yapmış bir vaziyette Kabe’nin gölgesinde yaslanmış oturuyor iken, müşriklerin eziyetlerinden şikayet ettik ve: Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah’a dua etmeyecek misin? dedik.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:”Sizden önceki milletlerde iman eden kimse, yakalanıp, kazılan bir çukura atılırdı. Sonra bir testere getirilip başından başlayarak ikiye ayrılırdı. Onu dininden döndürmek için demir taraklarla tararlardı. Derilerini yüzüp kemiklerinden ayırırlardı. Bütün bu yapılanlar onları dinlerinden döndürmüyordu. Vallahi Allah bu işi tamamlayacaktır. Hem de öylesine ki bir süvari San’adan çıkıp (Yemen’de bir şehir adıdır. Şimdiki Yemen’in baş şehridir.) Allah’tan ve koyunlarını kurt kapmasından başka hiç kimseden korkmadan Hadramut’a (Arap yarımadasının doğusunda bir bölge) kadar gidecektir. Ne var ki siz acele ediyorsunuz.” (Buhari)

Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre:
Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennem ile Cennet münakaşa ettiler. Cehennem: Bana zalimler ve mütekebbirler girer dedi. Cennet: Bana zayıflar ve miskinler girer dedi. Aziz ve Celil Allah Cehenneme: Sen benim azabımsın. Dileyeceğim kimselere seninle azap ederim buyurdu. (Belki de: Dilediğime seninle isabet ederim demiştir). Cennete de: Sen benim rahmetimsin. Dilediğim kimselere seninle merhamet ederim. İkinizi de dolduracak vardır buyurdu.”

Zalim ve Zulüm konusunda Kur’an-ı Kerim-de şöyle buyurulur:

ZALİM

“Ve dedik ki: “Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (2/35)

“Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiş ve (böylece) zalimler olmuştunuz.” (2/51)

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azab indirdik.” (2/59)

“Andolsun, Musa size apaçık belgelerle geldi. Sonra siz onun arkasından buzağıyı (tanrı) edindiniz. İşte siz (böyle) zalimlersiniz.” (2/92)

“Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir.” (2/95)

“Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan daha zalim kim olabilir? Onların (durumu) içlerine korkarak girmekten başkası değildir. Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azab vardır.” (2/114)

“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle denemişti. O da (istenenleri) tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e): “Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım” dedi. (İbrahim) “Ya soyumdan olanlar?” deyince (Allah:) “Zalimler benim ahdime erişemez” dedi.” (2/124)

“Yoksa siz, gerçekten İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın, Yakub’un ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah’tan kendisinde olan bir şehadeti gizleyenden daha zalim olan kimdir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (2/140)

“Andolsun, kendilerine kitap verilenlere her ayeti (delili) getirsen, yine onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine (bile) uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, o zaman gerçekten zalimlerden olursun.” (2/145)

“Boşanma iki defadır. (Sonra) Ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak (gerekir). Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helal değildir; ancak ikisinin Allah’ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (durumu başka). Eğer ikisinin Allah’ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah’ın sınırlarına tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (2/229)

“Musa’dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine: “Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi, O: “Ya üzerinize savaş yazıldığı halde savaşmayacak olursanız?” demişti. “Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık.)” demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman, az bir kısmı hariç yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.”(2/246)

“Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. (O zaman) İbrahim: “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”(2/258)

“İman edip salih amellerde bulunanların ecirleri eksiksiz ödenecektir. Allah, zalim olanları sevmez.” (3/57)

“Artık bundan sonra kim Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzerse, işte onlar, zalim olanlardır.”(3/94)

“(Allah’ın) Onların tevbelerini kabul etmesi veya zalim olduklarından dolayı azablandırması işinden sana bir şey (sorumluluk ve görev) yoktur.”(3/128)

“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür.” (3/151)

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? “(4/75)

“Biz onda, onların üzerine yazdık: Can’a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (5/45)

“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (5/51)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler.”(6/21)

“Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar.”(6/33)

“Sabah akşam -O’nun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde birşey (yükümlülük), senin hesabından da bir şey (yükümlülük) yoktur ki onları kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.” (6/52)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken “Bana da vahy geldi” diyen ve “Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim” diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen…” (6/93)

“Böylece biz, kazandıkları dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.” (6/129)

“De ki: “Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz ben de yapıyorum. Bu yurdun (dünyanın) sonu, kimindir, bilip-öğreneceksiniz. Gerçekten zalimler kurtuluşa ermeyeceklerdir.” (6/135)

“Deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “İki erkeği mi haram kıldı? Yoksa iki dişiyi mi ya da o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı? Yoksa Allah, bunları sizlere tavsiye ettiği zaman şahid miydiniz?” hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. “(6/144)

“Ya da: “Kitap bize de indirilseydi, elbette onlardan daha çok doğru yolda olurduk” dememeniz (için) işte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir. Allah’ın ayetlerini yalanlayandan ve (insanları) ondan alıkoyup-çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden alıkoyup-çevirenlere, bu ‘engelleme ve çevirmelerinden’ dolayı pek çetin bir azabla karşılık vereceğiz.” (6/157)

“Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (7/19)

“Öyleyse, Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? Kitap’tan kendilerine bir pay erişecek olanlar bunlardır. Nihayet elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: “Allah’tan başka taptıklarınız nerede?” “Onlar bizi (yüzüstü) bırakıp-kayboldular” diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler.” (7/37)

“Cennet halkı, ateş halkına (şöyle) seslenecekler: “Bize Rabbimizin vadettiğini gerçek buldunuz mu?” Onlar da: “Evet” derler. Bundan sonra içlerinden seslenen biri (şöyle) seslenecektir: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.” (7/44)

“Gözleri cehennem halkından yana çevrilince: “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma” derler.” (7/47)

“Musa kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndüğünde onlara: “Beni arkamdan, ne kötü temsil ettiniz? Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız, öyle mi?” dedi. Levhaları bıraktı ve kardeşini başından tutup kendisine doğru çekiyordu (ki Harun ona:) “Annem oğlu, bu topluluk beni zayıflattı (hırpalayıp güçsüzleştirdi) ve neredeyse beni öldürmeye giriştiler. Bari sen düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla birlikte kılma (sayma)” dedi.” (7/150)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden ve O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphesiz O, suçlu-günahkarları kurtuluşa erdirmez.” (10/17)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar, Rablerine sunulacaklar ve şahidler: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. “(11/18)

“Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Melek olduğumu söylemiyorum ve gözlerinizin aşağılık gördüklerine, Allah kesin olarak bir hayır vermez de demiyorum. Nefislerinde olanı Allah daha iyi bilir. Bu durumda (bunun aksini yaparsam) gerçekten o zaman zalimlerdenim (demek)dir.” (11/31)

“Denildi ki: “Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.” Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi (dağı) üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: “Uzak olsunlar” denildi. “(11/44)

“Rabbinin katında ‘belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış’ olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (11/83)

“Evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim senin içindir, gelsene” dedi. (Yusuf) Dedi ki: “Allah’a sığınırım. Çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.” (12/23)

“Dedi ki: “Eşyamızı kendisinde bulduğumuzun dışında, birisini alıkoymamızdan Allah’a sığınırız. Yoksa bu durumda kuşkusuz biz zalim oluruz.” (12/79)

“İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: “Doğrusu, Allah, size gerçek olan va’di va’detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtacak değilim, siz de beni kurtacak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır.” (14/22)

“Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini yapar.” (14/27)

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (14/34)

“Eyke halkı da gerçekten zalim-kimselerdi. “(15/78)

“Ki melekler, kendi nefislerinin zalimleri olarak onların canlarını aldıklarında, “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk” diye teslim olurlar. Hayır, şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı bilendir. “(16/28)

“Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zalimlerin: “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz.” (17/47)

“Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz.” (17/82)

“Şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?” (18/15)

“Ve de ki: “Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.” (18/29)

“Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “(18/35)

“Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik; İblis’in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi. O cinlerdendi, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Bu,) Zalimler için ne kadar kötü bir (tercih) değiştirmedir.” (18/50)

“Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar.”(18/57)

“Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler. Ama bugün o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (19/38)

“Yazıklar bize” dediler. “Gerçekten biz, zalimmişiz.” (21/14)

“Onlardan her kim: “Gerçekten ben, O’nun dışında bir ilahım” diyecek olsa, bu durumda biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız.”(21/29)

“Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir” dediler.” (21/59)

“Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; “Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)” dediler.” (21/64)

“Gerçek olan va’d yaklaşmıştır, işte o zaman, inkâr edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: “Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik” (diyecekler).” (21/97)

“Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah’ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler.”(22/53)

“Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkâra) dönersek, artık gerçekten zalim kimseler oluruz.” (23/107)

“Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalim kimselerdir. “(24/50)

“Böylece oradan korku içinde (çevreyi) gözetleyerek çıkıp gitti: “Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar”dedi.” (28/21)

“Çok geçmeden, o iki (kadın)dan biri, (utana utana) yürüyerek ona geldi. “Babam, bizim için sürüleri sulamana karşılık sana mükafaat vermek üzere seni davet etmektedir.” dedi. Bunun üzerine ona gelip de olup bitenleri anlatınca o: “Korkma” dedi. “Zalimler topluluğundan kurtulmuş oldun.” (28/25)

“Bizim elçilerimiz İbrahim’e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki: “Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zalim oldular.” (29/31)

“Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkâr edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?” (29/68)

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim kimdir? Gerçekten biz, suçlu-günahkarlardan intikam alıcılarız.” (32/22)

“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir. “(33/72)

“Kıyamet günü o kötü azabtan kendini yüzü ile kim koruyabilecek? Ve zalimlere “Kazandığınızı tadın” denmiştir.” (39/24)

“Allah’a karşı yalan söyleyenden ve kendisine geldiğinde doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalim kimdir? Kafirler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok? “(39/32)

“Eğer yeryüzünde olanların tümü ve bununla birlikte bir katı daha zalimlerin olmuş olsaydı, kıyamet günü o kötü azabtan (kurtulmak amacıyla) gerçekten bunları fidye olarak verirlerdi. Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah’tan kendileri için açığa çıkmıştır.” (39/47)

“Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zalimler için ne koruyucu bir dost, ne sözü yerine getirebilir bir şefaatçi yoktur.” (40/18)

“Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de.” (40/52)

“Eğer Allah dileseydi, onları her halde tek bir ümmet kılardı. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne bir yardımcı (bulursun). “(42/8)

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşri’ ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır.” (42/21)

“(O gün) Zalimleri kazandıkları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün; o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir. İman edip salih amellerde bulunanlar ise, cennet bahçelerindedirler. Rableri katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur.” (42/22)

“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez.” (42/40)

“Allah, kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun hiçbir velisi yoktur. Azabı gördükleri zaman, o zalimleri bir görsen; “Geri dönmeye bir yol var mı?” derler.” (42/44)

“Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır” dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler.” (42/45)

“Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir. “(43/76)

“Çünkü onlar, Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir.” (45/19)

“De ki: “Gördünüz mü-haber verin; eğer (bu Kur’an,) Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz ve İsrailoğullarından bir şahid bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)? Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez.” (46/10)

“Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.” (49/11)

“Daha önce Nuh kavmini de. Çünkü onlar, daha zalim ve daha azgındılar.” (53/52)

“Sonunda onların akibetleri, şüphesiz ateşin içinde ikisinin de süresiz olarak kalıcı olmalarıdır. İşte zalim olanların cezası budur.” (59/17)

“Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.” (60/9)

“İslam’a çağrıldığı halde, Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez. “(61/7)

“Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla bunu hiçbir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir.” (62/7)

“Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.” (66/11)

“Dediler ki: “Rabbimiz seni tesbih eder, yüceltiriz; gerçekten bizler zalim imişiz.” (68/29)

“Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zalimlere sapıklıktan başkasını arttırma.” (71/24)

“Rabbim, beni, annemi, babamı, mü’min olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalimlere yıkımdan başkasını arttırma.” (71/28)

“Dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azab hazırlamıştır.” (76/31)

ZULM

“Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (2/54)

“Bulutları üzerinize gölge kıldık ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden yiyin (dedik). Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler.” (2/57)

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azab indirdik.” (2/59)

“Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Siz de) Her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki, onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı bir delilleri olmasın. Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz.”(2/150)

“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/165)

“Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat haklarını ihlal edip zarar vermek için onları (yanınızda) tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah’ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah’ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab’ı ve hikmeti anın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir.” (2/231)

“Ey iman edenler, hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kâfirler… Onlar zulmedenlerdir.” (2/254)

“Her neyi nafaka olarak infak eder ve adak olarak neyi adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (2/270)

“Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. “(2/279)

“Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahid oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir kavmi hidayete erdirmez.” (3/86)

“Onların bu dünya hayatındaki harcamaları kendi nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinine isabet eden kavurucu soğukluktaki bir rüzgara benzer ki onu (ekini) helak etmiştir. Allah, onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmetmektedirler.” (3/117)

“Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. “(3/135)

“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez;”(3/140)

“Bu, ellerinizin önden sunduklarıdır. Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir.” (3/182)

“Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu ‘hor ve aşağılık’ kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (3/192)

“Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir. “(4/10)

“Kim haddi aşarak ve zulmederek böyle yaparsa, biz onu ateşe göndeririz. Bu Allah için pek kolaydır.” (4/30)

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.” (4/64)

“Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: “Nerde idiniz?” Onlar: “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik.” derler. (Melekler de:) “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o? “(4/97)

“Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah’tan bağışlanma dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.” (4/110)

“Allah, zulme uğrayanlar dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Allah işitendir, bilendir. “(4/148)

“Gerçek şu ki, inkâr edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir.” (4/168)

“Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur.” (5/29)

“Andolsun, “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) “Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur.” (5/72)

“Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan iki kişi -ki bunlar buna daha hak sahibidirler- öbürlerinin yerine geçerler ve: “Bizim şehadetimiz o ikisinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz” diye Allah’a yemin ederler. “(5/107)

“Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (6/45)

“De ki: “Düşündünüz mü hiç; size Allah’ın azabı apansız ya da açıkdan geliverirse, zulme sapan kavimden başkası mı yıkıma uğrayacak?” (6/47)

“De ki: “Kendisine acele etmekte olduğunuz şey benim yanımda olsaydı, benimle aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu. Allah zulmedenleri en iyi bilendir.” (6/58)

“Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.” (6/68)

“Zorlu azabımız onlara gelince yakarabildikleri: “Biz gerçekten zulme sapanlardandık” demelerinden başka olmadı.” (7/5)

“Kimin tartıları hafif kalırsa, bunlar da ayetlerimize zulmedegeldiklerinden dolayı nefislerini hüsrana uğratanlardır.” (7/9)

“Dediler ki: “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.” (7/23)

“Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme sapanları işte böyle cezalandırırız.” (7/41)

“(Tura gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular.” (7/148)

“Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin.” Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (7/160)

“Onlardan zulmedenler, sözü kendilerine söylenenden başka bir şeyle değiştirdiler. Biz de bunun üzerine zulmetmeleri dolayısıyla gökten ‘iğrenç bir azab’ indirdik.” (7/162)

“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakaladık.” (7/165)

“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin örneği ne kötüdür.” (7/177)

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/25)

“Bu, ellerinizin önceden takdim ettiği işler yüzündendir. Yoksa şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir.” (8/51)

“Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin ayetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları helak ettik. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi.” (8/54)

“Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.” (9/19)

“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.” (9/23)

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşmayın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (9/36)

“Sizinle birlikte çıksalardı, size ‘kötülük ve zarardan’ başka bir şey ilave etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara ‘haber taşıyanlar’ vardır. Allah, zulmedenleri bilir.” (9/47)

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (9/70)

“Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. “(9/109)

“Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. “(10/13)

“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak.” (10/39)

“Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. “(10/44)

“Her ümmetin bir resulü vardır. Onlara resulleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir ve onlar zulme uğratılmazlar.” (10/47)

“Sonra o zulmetmekte olanlara: “Sürekli azabı tadın” denilecek. Kazandıklarınız dışında, bir başka şeyle mi cezalandırılacaktınız?” (10/52)

“Zulmeden her nefis, yeryüzündekilerin tümüne sahip olsa bunu (azaba karşılık) mutlaka fidye olarak verirdi. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler, oysa onlar haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmedilmiştir.” (10/54)

“Dediler ki: “Biz Allah’a tevekkül ettik; Rabbimiz, bizi zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma.” (10/85)

“Allah’tan başka, sana yararı da, zararı da olmayan(ilahlar)a tapma. Eğer sen (bunun aksini) yapacak olursan, bu durumda gerçekten zulmedenlerden olursun” (diye emrolundum.) “(10/106)

“Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda- boğulacaklardır.” (11/37)

“O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar.” (11/67)

“Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb’ı ve O’nunla birlikte iman edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar.” (11/94)

“Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah’ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, ‘helak ve kayıplarını’ arttırmaktan başka bir işe yaramadı.”(11/101)

“Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz. “(11/113)

“Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise, içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Onlar, suçlu-günahkarlardı.” (11/116)

“Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.” (11/117)

“Dediler ki: “Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız.” (12/75)

“İnkâr edenler, resullerine dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.” Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: “Şüphesiz biz, zulmedenleri helak edeceğiz.” (14/13)

“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (14/42)

“Azabın kendilerine geleceği gün (ile) insanları uyarıp-korkut ki, (o gün) zulmedenler, şöyle diyecekler: “Bizi yakın bir süreye kadar ertele ki, Senin çağrına cevap verelim ve elçilere uyalım.” Oysa daha önce, kendiniz için hiç zeval yoktur diye and içenler, sizler değil miydiniz?” (14/44)

“Siz, kendi nefislerine zulmedenlerin yerleştikleri yerlerde oturmuştunuz. Onlara ne yaptığımız size açıklanmıştı ve size örnekler vermiştik.” (14/45)

“(Küfre sapanlar) Kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (16/33)

“Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz; ahiret karşılığı ise daha büyüktür. Bilmiş olsalardı.” (16/41)

“O zulmedenler, azabı gördüklerinde, onlara ne (azab) hafifletilecek, ne süre tanınacak.” (16/85)

“O gün, herkes kendi nefsi adına mücadele eder ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlar zulme uğratılmazlar. “(16/111)

“Yahudi olanlara da, bundan önce sana aktardıklarımızı haram kıldık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (16/118)

“Bizi ayet (mucize)ler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı. Semud’a dişi deveyi görünür (bir mucize) olarak gönderdik, fakat onlar bununla (onu boğazlamakla) zulmetmiş oldular. Oysa biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz.” (17/59)

“Görmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler.” (17/99)

“(Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkarların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: “Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp herşeyi sayıp-döküyor?” Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (18/49)

“İşte ülkeler (ve onların halkları), zulmettikleri zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için bir buluşma zamanı tesbit ettik.” (18/59)

“Dedi ki: “Kim zulmederse biz onu azablandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırır.” (18/87)

“Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar, cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar.” (19/60)

“Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz. “(19/72)

“Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır. Zulmedenler, gizlice fısıldaştılar: “Bu sizin benzeriniz olan bir beşer değil mi? Öyleyse, göz göre göre büyüye mi geleceksiniz?” (21/3)

“Biz, zulmeden ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik.” (21/11)

“Andolsun, onlara Rabbinin azabından ‘bir ufak esinti’ dokunacak olsa hiç tartışmasız; “Eyvahlar bize, gerçekten bizler zulme sapanlarmışız” diyecekler.”(21/46)

“Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: “Senden başka ilah yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye çağrıda bulunmuştu. “(21/87)

“(Ey insan) Bu, senin ellerinin önden takdim ettikleridir. Şüphesiz Allah, kullar için zulmedici değildir. “(22/10)

“Gerçek şu ki, inkar edip Allah yolundan ve yerlilerle dışarıdan gelenler için eşit olarak (haram ve kıble) kıldığımız Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara, orada zulmederek adaletten ayrılanlara acı bir azab taddırırız.” (22/25)

“Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir.”(22/39)

“(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir).” (22/45)

“Nice ülkeler vardır ki, (halkı) zulmediyorken Ben ona bir süre tanıdım, sonra yakalayıverdim; dönüş yalnızca banadır.”(22/48)

“Onlar, Allah’ı bırakıp da (Allah’ın) kendisine bir delil indirmediği ve haklarında (hiçbir) bilgileri olmayan şeylere tapıyorlar. Zulmedenler için hiçbir yardımcı yoktur. “(22/71)

“Böylelikle biz ona: “Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her (tür hayvandan) ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş (azab gerekmiş) onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır” diye vahyettik. “(23/27)

“Böylece sen, beraberinde olanlarla gemiye bindiğinde o zaman de ki: “Bizi o zulmeden kavimden kurtaran Allah’a hamdolsun.” (23/28)

“Derken, hak (ettikleri cezaya karşılık) olmak üzere, o korkunç çığlık onları yakalayıverdi. Böylece onları bir süprüntü kılıverdik. Zulmeden kavim için yıkım olsun.”(23/41)

“Rabbim, bu durumda beni zulmeden kavmin içinde bırakma.” (23/94)

“Ya da kendisine bir hazinenin bırakılması veya (ürünlerinden) yemekte olduğu bir bahçesi olması (gerekmez miydi)?” Zulmedenler dedi ki: “Siz olsa olsa, ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” (25/8)

“İşte (ilahlarınız) sizin söylediklerinizi yalanladılar; bundan böyle (azabı) ne geri çevirmeye gücünüz yetebilir, ne de bir yardıma. Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab taddırırız.” (25/19)

“Nuh’un kavmi de, elçileri yalanlandıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azab hazırladık.” (25/37)

“Hani senin Rabbin, Musa’ya seslenmişti: “Zulmetmekte olan kavme git;”(26/10)

“(Onlara) Hatırlatma (yapılmıştır); biz zulmedici değiliz.” (26/209)

“Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öclerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(26/227)

“Ancak zulmeden başka; sonra kötülüğün ardından iyiliğe çevirirse, artık şüphesiz Ben, bağışlayanım, esirgeyenim.” (27/11)

“Ona: “Köşke gir” denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: “Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir.” Dedi ki: “Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman’la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” (27/44)

“İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir ayet vardır.” (27/52)

“Zulmetmelerine karşılık, söz, kendi aleyhlerine gelmiş bulunmaktadır, artık konuşmazlar.” (27/85)

“Dedi ki: “Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.” Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (28/16)

“Musa dedi ki: “Rabbim, kimin kendisinden bir hidayetle geldiğini ve bu (dünya) yurdun(un) sonucunun kime ait olacağını daha iyi bilir. Gerçekten, zulmedenler, felah bulmazlar.” (28/37)

“Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.” (28/40)

“Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi heva (istek ve tutku)larına uymaktadırlar. Oysa Allah’tan bir kılavuz (doğru yol gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah, zulmeden bir kavme hidayet vermez. “(28/50)

“Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. “(28/59)

“Andolsun, biz Nuh’u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.” (29/14)

“İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (29/40)

“İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (29/46)

“Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık olan ayetlerdir. Zulmedenlerden başkası, bizim ayetlerimizi inkar etmez. “(29/49)

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. “(30/9)

“Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. “(30/29)

“Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.” (30/57)

“Bu, Allah’ın yaratmasıdır. Şu halde, O’nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkca bir sapıklık içindedirler.” (31/11)

“Onlar ise: “Rabbimiz, seferlerimizin arasını aç (şehirlerimiz birbirine çok yakındır) dediler ve kendi nefislerine zulmetmiş oldular. Böylece biz de onları efsaneler(e konu olan bir halk) kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten ayetler vardır.”(34/19)

“İnkâr edenler dedi ki: “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne.” Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Za’fa uğratılan (müstaz’af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü’min (kimse)ler olurduk.” (34/31)

“Artık bugün, bir kısmınızın bir kısmınıza yarar ve zarar sağlamaya gücü yetmez. Biz de o zulmedenlere deriz ki: “Yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın.” (34/42)

“Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. “(35/32)

“De ki: “Siz, Allah’ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.”(35/40)

“İşte bugün hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz. “(36/54)

“Zulmedenleri, eşlerini ve taptıklarını bir araya getirip toplayın.” (37/22)

“Ona ve İshak’a bereketler verdik. İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmeden de.” (37/113)

“Davud’a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki: “Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet.” (38/22)

“(Davud) Dedi ki: “Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır.” Davud, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rüku ederek yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü.” (38/24)

“Böylece, kazandıkları kötülükler(in acı sonucu) onlara isabet etti. Bunlardan zulmetmiş olanlara da, kazandıkları kötülükler isabet edecektir. Ve onlar (bunu kendilerine uygulamaktan Allah’ı) aciz bırakabilecekler değildirler.” (39/51)

“Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir, kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.” (41/46)

“Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur. “(42/41)

“Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır. “(42/42)

“(Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azabta da ortaksınız.” (43/39)

“Sonra, içlerinden birtakım fırkalar ihtilafa düştü. Artık, acı bir günün azabından vay o zulmetmiş olanlara.” (43/65)

“Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir.” (43/76)

“Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı; öyle ki, her nefis kazandıklarıyla karşılık görsün. Onlara zulmedilmez. “(45/22)

“Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa’nın kitabı var. Bu da, zulmedenleri uyarmak ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.”(46/12)

“Her biri için yaptıklarınızdan dolayı dereceler vardır; öyle ki amelleri kendilerine eksiksizce ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar.”(46/19)

“Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve Ben kullara zulmedici değilim.” (50/29)

“Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.”(51/59)

“Şüphesiz zulmedenlere bundan önce de bir azab vardır; ancak onların çoğu bilmiyorlar.” (52/47)

“Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar; ancak açık ‘çirkin bir hayasızlık’ göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse, gerçekte o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş (durum) oluşturur.” (65/1)

“Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah’a) teslim olanlar, artık onlar ‘gerçeği ve doğruyu’ araştırıp-bulanlardır.” (72/14)

“Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.” (72/15)

“Biz onda onların üzerine yazdık: Can’a can göze göz buruna burun kulağa kulak dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalim olanlardır.” (5/45)

“İslam’a çağrıldığı halde Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah zalim bir kavmi hidayete erdirmez. “(61/7)

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra yüz çevirenden daha zalim kimdir? Gerçekten biz suçlu-günahkarlardan intikam alıcılarız.” (32/22)

“Kötülüğün karşılığı onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O zalimleri sevmez. “(42/40)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar Rablerine sunulacaklar ve şahidler: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (11/18)

“Böylece biz kazandıkları dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.” (6/129)

“Onlar zulüm işlemektelerken ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı zaman… Rabbinin yakalaması işte böyledir. Gerçekten O’nun yakalaması pek acı pek şiddetlidir.”(11/102)

Kul hakkına girip şiddetle yasaklanan zulüm ile ilgili olarak Peygamberimiz şöyle buyurur:

“Zulümden sakınınız. Zira zulüm, kıyâmet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacak)dır”[14]

Ebû Musa (r.a)’dan nakledildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s); Âllah, zalime (bir müddet) mühlet verir. Onu bir defa yakaladığı vakit de, felâh vermez” Ondan sonra da: “İşte Rabb’in, zulmeden şehirlerin (halkını) yakaladığı zaman, böyle yakalar. Çünkü O’nun yakalaması çok acı ve çok çetindir” (Hud,11/102) (meâlindeki) âyeti okunmuştur.”[15]

-Şeytanın elinde zalimin zulüm bayrağı dalgalanmaktadır.Şeytan o zalimlerle zulmünü sürdürmektedir.

-Zulüm bazı helal olan şeylerden de insanı mahrum etmekte,ilahi bir ceza olarak yasaklanmaktadır.Nitekim:Yahudi’lerin “kötülükleri” ve zulümleri” nedeniyle,Allah onlara bazi yiyecekleri haram kılmıştır.[16]

“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında tasıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezâdir. Biz elbette doğru söyleyeniz”[17]

Zalim akıttığı kanda kendi boğulurken,hazırladığı idamlık ipini kendi eliyle çekerken,mazlumda bir anlık acı ve mazlumiyet sonucunda bayraklaşır,zalimin sırtında yükselişe geçer.

İşte bayraklaşan bir şahsiyet..asırları olgunlaştıran,gökte meleklerin,denizde semeklerin,tüm mahlukatın alkışladığı ulvi bir şahsiyet örneği:

“Şehîd oğlu şehîd:AMMÂR BİN YÂSER

Ammâr bin Yâser, ilk Müslümanların otuzuncusudur. Süheyb-i Rûmî ile birlikte, Dâr-ül Erkam’da aynı vakitte Müslüman olmuşlardı. O zaman Peygamber efendimiz Dâr-ül Erkam’da bulunuyordu. Ammâr bunu şöyle anlatıyor:

Bir gün Hz. Erkam’ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan’a rastladım. Ona dedim ki:

– Burada ne yapıyorsun?

– Sen ne yapıyorsun?

– Ben içeri gireceğim ve Hz. Muhammed’in sözlerini dinleyip bildirdiği dîne gireceğim. Müslüman olacağım.

– Ben de aynı maksatla buraya geldim.

İçeri beraber girdik

Böylece ikimiz beraber içeri girdik. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Beraber Müslüman olduk, akşama kadar orada kaldık. Akşamdan sonra evimize döndük.

İmâm-ı Mücâhid buyurdu ki:

– Mekke’de Müslüman olduğunu ilk açıklayan, önce Resûlullah sonra da Ebû Bekir, Bilâl, Habbâb, Süheyb, Ammâr ve annesi Sümeyye hanımdır.

Peygamber efendimiz halkı açıktan îmâna çağırmaya başlayınca, müşrikler, kimsesiz Müslümanlara ezâ ve cefâ etmeye başladılar. Ebû Tâlib hayatta iken, putperestler. Resûl-i ekreme kötülükte bulunamazlardı. Eshâbdan tanınmış kimselere de kavimlerinin himâyesi ve aşîretlerinin kalabalık oluşu sebebiyle, istedikleri gibi ezâ ve cefâ edemezlerdi.

Ancak Müslümanların kimsesizlerini ve fakirlerini bulup, bunlara çeşit çeşit azâb ile eziyet edip, türlü cefâlar ederlerdi. Bunların içinde en çok eziyet görenler, Bilâl, Süheyb, Habbâb ve Ammâr bin Yâser’dir.

Müşrikler Ammâr’ı yalnız yakaladıkları zaman Ramda mevkiine, Mekke kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirler, günün sıcağında kızmış taşlarla dağlarlar, ba’zan da sırtını ateşle dağlar, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakıp derlerdi ki:

– Muhammed’in dîninden dön, Lat ve Uzzâya tap kurtul!

Ba’zan da kuyuya daldırıp boğmak isterlerdi. Onlar, bu dayanılmaz cefâlara sabredip,

– Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, diyerek İslâm dîninden dönmezlerdi.

Ebû Huzeyfe bin Mugîre, Ammâr’ın babası Yâser’in dostu olduğu ve sözleşme gereğince yardım etmesi lâzım geldiği hâlde, o da müşriklerle bir olup, o Müslüman âileye, arkalarına ateş yapıştırmak sûretiyle işkence yapıyordu.

Dilim dilim doğrasanız

Benî Mahzûm kabîlesinin ileri gelenleri, Ammâr bin Yâser’in babasına ve vâlidesi Sümeyye’ye işkenceye devâm edip, sıcak günde kuma gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları, gövdesine dizerlerdi. Sonra derlerdi ki:

– Lât ve Uzzâ, Muhammed’in dîninden iyidir deyin!

Bunun üzerine onlar da şöyle cevap verirlerdi:

– Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız sizi dinlemeyiz. Allahtan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Peygamberidir.

Yine bir gün, Resûlullah efendimiz Bathâ denilen yerden geçerken, Yâser âilesine işkence yapıldığını görüp çok üzüldüler. Hz. Yâser suâl etti:

– Yâ Resûlallah! Zamanımız hep böyle işkence ile mi geçecek?

Peygamber efendimiz de buyurdu ki:

– Sabrediniz ey Yâser âilesi! Sevininiz ey Ammâr âilesi! Hiç şüphesiz, sizin mükâfât yeriniz Cennettir.

Ammâr bin Yâser’in, Kureyşli müşriklerden gördüğü işkence, dillere destân olacak şekildedir. Bir defasında Ammâr Resûlullah efendimize gelerek hâlini arz etti:

– Yâ Resûlallah! Müşriklerin bize yaptığı işkenceler son haddine vardı.

Resûlullah efendimiz onların bu hâlini biliyor ve onlar için üzülüyordu. Buyurdu ki:

– Sabrediniz ey Yakzân’ın babası!

Sonra da şöyle duâ ettiler:

– Yâ Rabbî! Ammâr âilesinden hiç kimseye Cehennem azâbını tattırma.

Ey ateş, serin ol

Yine bir gün Mekke müşrikleri Ammâr’a ateşle eziyet ve işkence ediyorlardı. Resûlullah efendimiz orayı teşrif ettiler. Buyurdular ki:

– Ey ateş! İbrâhim’e (aleyhisselâm) olduğun gibi, Ammâr’a da serin ve selâmet ol.

Daha sonra Ammâr, sırtını açtığında ateşin izi görünüyordu. Bu iz Resûlullah efendimizin duâsından önce idi.

Yine güneşin çok yakıcı olduğu bir gündü. Güneş sanki bütün Mekke’yi yakmak istiyordu. Toprağın üstünde ve altındaki bitkiler kavrulmuştu. Çöl ve taşlık bölgeler, kızgın bir ekmek fırınını andırıyordu. Kureyşli Mahzumoğulları, daha da kızgındılar!

Yâser ve hanımı Sümeyye’ye, yapmadık işkence bırakmadılar. Fakat bu Yemenli Müslümanlar, onların bunca işkencelerine rağmen onların isteklerini yerine getirmedi. Nihayet Yâser’i kızgın taşlar üzerine yatırdılar. Üzerindeki kısa çöl elbisesini yırttılar.

Burası, Mekke’nin baştan başa taşlık ve çorak bir semtiydi. Hiç su bulunmadığı için zalimler, burayı seçmişlerdi. Güneş en fazla bir saatte, her insanı pişirebilirdi. Ama yere yatırılan Yemenli Müslüman, gülüyordu! Putperest Mahzumoğulları, hırslarından çatlıyacak gibiydiler. Hepsi kıpkırmızı olmuşlardı. Nihayet Yâser’in bir koluna, bir deve; öbür koluna, başka bir deve bağladılar. Ayaklarına da, aynı şeyi yaptılar.

Sonra içlerinden, en dinsizi bağırdı:

– Hemen şimdi, İslâm dînini inkâr edeceksin!

Hz. Yâser:

– Allah birdir, O’ndan başka tapılacak ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahın Resûlüdür, diye haykırdı. Hâin müşrik, şiddetle üzerine doğru eğildi:

– O hâlde, hiç görülmedik şekilde, can vermeye hazırlan!

İşte o zaman, gerçekten, dünyada pek görülmemiş bir vahşet emri verildi.

Dağlar taşlar tekrarladı

4 gaddar cellât, 4 deveyi aynı anda; ellerindeki yanmış ağaçlarla dağladılar. Can havliyle, dört bir yana koşuşan develer; Hz. Yâser’i, doğru Cennete uçurdular. Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar, yerlerdeki ve göklerdeki Melekler; aynı ilâhi kelimeyi tekrarlıyorlardı:

– Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah.

Bu manzaraya, insan yüreği dayanır mı? Fakat Sümeyye Hâtun dayandı. Çünkü kat’î olarak biliyordu ki; sevgili kocası Yâser şu anda, Cennet-i âlâdadır.

Bize doğru yolu gösterdi

Yâser âilesinin ezâya ve bir musîbete uğramadığı gün, hemen hemen yok gibiydi. Hz. Yâser’i ve oğlu Abdullah’ı, görülmedik şiddetli bir işkence ile şehîd ettikten sonra, Sümeyye Hâtun İslâmın en büyük düşmanıyla karşılaştı. Ebû Cehil sırıtarak dedi ki:

– İnandığın Allah, kocanı ölümden kurtaramadı!

Sümeyye Hâtun sükûnetle cevap verdi:

– Allah O’nu, Cennetine aldı. Kocamı; sizin gibi putlara, paraya ve dünyaya tapınmaktan kurtardı. Allahü teâlânın Resûlü O’na ve bize doğru yolu gösterdi. Ey Allah ve Resûlullah düşmanı! Sen git, kendi ahmaklığınla yaşa! Kocaman kafanı, vücûdundan kopardıkları gün; içinde beyin olmadığı anlaşılacaktır. Ama o zaman, ne fayda!

Ebû Cehil’in hakikaten, kocaman olan kafası kızdı ve bağırdı:

– Sus, ey Ebû Huzeyfe’nin kölesi! Benim gibi bir efendiye, bunları nasıl söyliyebilirsin?

– Sen, köpekten de aşağılıksın! Çünkü kuduz köpekler bile; sizin yaptığınız şekilde insan öldürmezler.

Ebû Cehil, elindeki kısa mızrakla oynuyordu. Birden onu, kadıncağıza fırlattı. Sümeyye Hâtun oracıkta şehîd oldu. İslâm’da ilk şehîd olan bunlardır. Ya’nî kadınlardan Sümeyye Hâtun, erkeklerden Hz. Yâser idi.

Hz. Ammâr’a da Muğireoğulları, böyle işkenceler yapmışlardı. Müşrikler yine suya batırarak işkence yapmış oldukları bir sırada, Peygamberimiz Ammâr bin Yâser’e rastlamıştı. Ammâr ağlıyordu. Kâinâtın efendisi mübârek elini, onun gözlerinin üzerine sürdü ve buyurdu ki:

– Bir daha kâfirler seni yakalayıp suya batırırlar ve sana, şöyle şöyle söyle, derler ve bu işkenceyi tekrarlarsa, onların söyletmek istediklerini söyleyiver, işkenceden kurtul!

Muğireoğulları Ammâr’ı bir gün yakaladılar. Meymun kuyusunun içine batırdılar.

– Sen Muhammed’i inkâr edip, putlarımıza dönünceye kadar seni bırakmıyacağız, dediler.

Hz. Ammâr da, kâfirlerin dediklerini, kalbiyle kabûl etmediği hâlde diliyle söyledi.

Îmân ile doludur

Resûl-i ekreme, “Ammâr kâfir oldu” diye haber verildi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

– Hâşâ! O kâfir olmaz. Baştan ayağa kadar îmândır ve eti ile derisi arası îmân ile doludur.

Ammâr, küffâr elinden kurtulup, Resûlullahın yanına geldi. Kâfirlerin ezâ ve cefâsından ağladı. Resûlullah efendimiz iki mübârek eliyle gözünün yaşını sildi ve teselli buyurdu.

Bu hâdise üzerine, Nahl sûresinin; Kim Allaha küfrederse, onlara şiddetli bir azâb vardır. Ancak kalbine îmân yerleşmiş olduğu hâlde küfür kelimesini söylemeye zorlanıp, sâdece diliyle söyliyenler müstesnâ, meâlindeki 106. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de Hz. Ammâr’a buyurdu ki:

– Müşrikler eziyet ederlerse yine böyle söyle.

Ammâr bin Yâser hazretleri, Mekke devrinde gördüğü işkenceler karşısında Habeşistan’a hicret edenler arasında bulunmuştur. Bilâhare tekrar Mekke’ye dönmüş, bir müddet orada kaldıktan sonra Medîne’ye göç ederek, Hz. Münzir bin Abdülmübeşşir’in misâfiri olmuştur. Daha sonra Peygamber efendimiz onu, Ensârdan Huzeyfe bin Yemân ile din kardeşi yapmıştır.

Hz. Ammâr, Medîne-i münevvereye gelince, Resûlullah için bir ibâdet ve istirâhat yerinin gerekli olduğunu söyledi. İslâmda mescid yapılmasına ilk teşebbüs eden o idi ve bu sâyede Kubâ mescidi yapıldı.

Çift kerpiç taşıyordu

Ammâr bin Yâser, Mescid-i Nebevî’nin de yapımında bulundu. Mescid-i Nebevî’nin temeli atıldığında, duvar yapılmak üzere kerpiç kestirilmişti. Kuruyan kerpiçler, bulundukları yerden mescid arsasına Eshâb-ı kirâmın sırtlarında taşınıyordu. Herkes birer birer taşırken, Hz. Ammâr büyük fedâkârlık gösterip;

– Biri kendim, biri Resûlullah için, diye iki kerpiç getiriyordu ve diliyle de;

– Biz Müslümanlar mescidler inşâ ederiz, diyordu.

Peygamber efendimiz Ammâr’ın yanına geldi ve mübârek eliyle arkasını sığadı ve buyurdu ki:

– Ey Sümeyye’nin oğlu! Senin iki ecrin, sevâbın, başkalarının bir ecri var. Senin, dünyada en son azığın, rızkın da bir içim süttür.

Hz. Ebû Sa’îd Hudrî der ki:

– Biz kerpici birer birer taşırdık. Ammâr ise, ikişer ikişer taşırdı. Resûlullah efendimiz, Ammâr’ı böyle üzeri toz toprak içinde görünce, onun üzerindeki tozları silkeleyerek:

– Vah Ammâr! Vah Ammâr! Onu bâgîler öldürecektir, diye haber verdi.

Ammâr bin Yâser, Bedir başta olmak üzere, Uhud, Hendek ve Tebük gazâsı dâhil, Resûlullah efendimizin bütün gazâlarına katıldı. Her savaşta şecâat ve cesâretiyle tanındı. Resûlullahın yanından hiç ayrılmadı.

Bedir günü, hâin Ebû Cehil’in koca kafası; iki mücâhîd tarafından kesildi. O zaman Sevgili Peygamberimiz, Hz. Ammâr’a buyurdu ki:

– Allah teâlâ, anacığının katilini öldürdü.

Cennet ilerde!..

Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan savaşlarda da aynı şecâat ve cesâretle döğüştü. Abdullah bin Ömer der ki:

– Yemâme’de mürtedlere karşı saldıran eşsiz bir yiğit gördüm. Düşman saflarını yerle bir ediyor, bir taraftan kılıç sallıyor, diğer yandan söyle söylüyordu:

“Bizim Peygamberimiz, Muhammed-ül Emîn’dir. Peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra, Peygamber gelmiyecektir. Aksini söyliyenlerin hepsi, yalancı sahtekârdırlar.”

Bu sözleri, Müseylemet-ül Kezzab taraftarlarını bile ikna ediyordu. Tam sırada, hızlı bir kılıç darbesi, başucunda vızıldadı. Keskin demir, bir kulağını kesti. Akan kanları, eliyle durdurmaya çalışıyordu. Bir yandan da “Cennet ilerde!.. Cennet ilerde!” diye haykırıyor, mücâhidleri aşka getiriyordu. Sanki, şehîd ana ve babasını görüyor gibi, savaşıyordu. Yalancı Müseyleme de, yalancılar ordusu da kısa zamanda; darmadağın oldular.

Ammâr bin Yâser, Hz. Ömer devrinde Kûfe vâliliğine tâyin olundu. Halîfe, tâyin emrinde Kûfelilere şöyle yazdı:

– Size Ammâr bin Yâser’i vâli, İbni Mes’ûd’u öğretmen ve yardımcı olarak ta’yin ettim. Bunların ikisi de Eshâb-ı kirâmın seçilmişlerindendir. İkisi de Bedir harbinde bulunmuşlardır. Onları dinleyip, itâat ediniz.

Sevinmedim ki üzüleyim

Hz. Ammâr, Kûfe’yi bir sene dokuz ay mükemmel bir şekilde idâre etti. Halîfe Hz. Ömer, Ammâr’ı Medîne’ye çağırdığında, ona sordu:

– Üzüldün mü?

– Vâliliğe ta’yin olunduğumda sevinmedim ki, alındığım zaman üzüleyim.

Hz. Osman devrinde, fitne ve karışıklıklar başladığında, halîfe bunun sebebini öğrenmek için Ammâr’ı, Mısır’a gönderdi. Bu büyük sahâbî, fitne ve fesâdı ortadan kaldırmak için çok gayret etti.

Daha sonra Sıffîn muhârebesine katıldı. Savaş esnasında yanındakilere sordu:

– İçecek, bir şeyimiz var mı?

Kırmızı halkalı kap içinde, süt getirdiler. Bunu gören, Ammâr bin Yâser dedi ki:

– Allah Resûlünü, tasdik ederim, doğrularım! Yıllarca önce bize, böyle bir kaptan içeceğim sütün, benim dünyadaki son rızkım olacağını buyurmuştu.

Sonra sütü, Besmeleyle son damlasına kadar içti. Allaha hamd etti.

Ammâr bu savaşta 94 yaşında şehîd oldu. Hz. Ali, Ammâr bin Yâser’in şehîd olduğunu öğrenince, çok üzüldü buyurdu ki:

– Allahü teâlâ Ammâr’a rahmet eylesin. O, Resûlullahın etrafında birkaç kişi varken Müslüman olmuştu. Kendisi hiç şüphesiz magfirete kavuşacaktır. Çünkü Allahü teâlânın Resûlü, Ammâr âilesini Allahın magfiretiyle müjdelemişti.

Cenâze namazını bizzat kendisi kıldırdı ve elbisesiyle, yıkanmadan Kûfe kabristanlığına defnedildi.

Ammâr bin Yâser, ahlâken yüksek bir zâttı. Az konuşur, çok kerre hüzünlü ve kederli olurdu. Son derece doğru ve hakka riâyetkâr idi. Zühd ve takvâ sahibi olup sâde yaşardı. Gâyet belîğ (açık) ve veciz bir hitâbete sahipti. Namazına çok dikkat ederdi.

Ammâr bin Yâser, hadîs-i şerîfleri en doğru bilenler arasında sayılmaktadır. Şöhretini; dünyaya düşkün olmamasına ve harâmlardan sakınmasına, insanlar üzerinde bıraktığı i’timâda, da’vâsına sadâkatle bağlılığına borçludur.

Cennet üç kişiyi arzû eder

Hz. Ammâr hadîs-i şerîflerle medholundu:

“Cennet üç kişiyi şiddetle arzû eder. Bunlar; Ali, Ammâr ve Selmân’dır.”

“Ammâr’a düşman olana, Allahü teâlâ düşman olur. Ona buğzedene, Allahü teâlâ buğzeder.”

Ebû Vâil şöyle anlattı:

Ammâr bin Yâser bize kısa bir hutbe okudu. Hutbeyi okuyup, indikten sonra kendisine; hutbeyi gâyet kısa okuduğunu söyledik. Bunun üzerine şöyle dedi:

– Resûlullah efendimizin, “Bir kimsenin namazının uzun, hutbenin kısa olması, onun fıkıh bildiğine alâmettir.”

Zulümde ilk adımı Yahudi attı ve bunu kurallaştırdı,-Güçlü olan haklıdır,Haklı olan güçlü değil-

Ve asırlardır bunun bedelini hem ödedi ve hem de ödemeye devam etmektedir.Adeta Hitlerin kendilerine çektirdikleri acıları meşrulaştırdılar.Necib Fazıl’ın ifadesiyle o Yahudiler;Sigaralarını tutuşturmak,yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmemişlerdir.

Ruslar ise bunu inançsızlıktan,kominizmden kaynaklanan bir devlet politikası ile milyonları en zorba istibdatlarda öldürmekten zevk aldılar.

Sırplar,Bulgar ve Ermeniler ise çakal misali hernevakit bir boşluk bulmuşlarsa hemen saldırmışlardır.

İngilizler ise bu zulmün plan ve projesini üreterek sevkiyatı düzenlemişlerdir.

ABD ise sürekli menfaatını engelleyecek her türlü engeli ezip geçmeyi meşru görmüştür.

İslam alemi ise asırlardır hep mazlum rolünü oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.

Tarihin tesbiti gereği küfür devam etse de zulüm devam etmeyecektir.Rusyanın zulmü devam etmedi.Dünyanın bu süper devleti şimdilerde kendi yağında bile zor kavrulmaktadır.

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çekemez”

Sen Hakka tevekkül kıl

Tefviz et ve rahat bul

Sabreyle ve râzı ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Mehmet ÖZÇELİK

14-04-2004

[1] Al-i İmran.57.

[2] Kasas.50.

[3] Hud.18.

[4] Yunus.44.

[5] Hac.10.

[6] Hud.18-19.

[7] Hac.45.

[8] Kasas.59.

[9] Nisa.75-76.

[10] Hac.39,41.

[11] İbrahim.13.

[12] İnsan.31.

[13] En’am.129.

[14] (Buhârî, Mezâlim, 8; Tirmizi, Birr, 83).

[15] (Buhârî, Tefsir sure 11, 5; Müslim, Birr, 62; İbn Mâce, Fiten, 22).

[16] En’âm 146.

[17] En’âm 146.




YA ŞEYTAN YARATILMASAY DI?

YA ŞEYTAN YARATILMASAY DI?

Yaratma,yaratılma,yaratılış hep Allah’a bakan yönlerdir.Burada İlahi İrade,Kudret,Adalet,Hikmet tecelli etmekte ve eseri görülmektedir.

Başta şunu teslim etmeliyiz ki;Allah asla zulmetmez.Allah mutlak manada Adildir.

Hâşâ Allah da mı zulmeder?Âyette;“Muhakkak ki Allah,yerde ve gökte zerre miskal zulmetmez.”buyuruyor.

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Halkı şer şer değil,kesb-i şer şerdir.”

Yani şer,kötülük,çirkinlik ve musibet gibi şeylerin Allah’a,kadere bakan yönüyle yaratılıp var edilmesi şer değil,onların işlenilmesi,ortaya çıkarılması şer ve kötülüktür.

Çünki şer ve kötülükler ademidir.Bir vücudu yoktur.İnsan ise kesbiyle ona vücut vermekte,ortaya çıkarmaktadır.

Nitekim tüm bilgisayar proğramları faydaya yöneliktir.Ancak o proğramların yine proğram ve proğramcılıktan kaynaklanan bir sebeble kötü yönde kullanılması hem kaçınılmaz ve önemli bir nokta olarak diğer yandan da ona karşı önlemler almak için sürekli aktivitenin arttırılmasına sebeb olup,teyakkuzda bulunmayı sağlar.Antivirüs gibi önlemler alınmaya çalışılır.

Şeytan zatı itibarıyla şerdir ve şerri temsil eder.İcraatları da ona yöneliktir.

Ancak olaya birde diğer açıdan baktığımızda görürüzki yani Kur’anda:”O İnanmayan insanların ölmesinden dolayı yer ve gök onların üzerinde ağlamaz.”

Mefhumu muhalifiyle yani ters orantı olarak anlaşılır ki;Mü’minlerin ölmesinden dolayı yer ve gök onların üzerinde ağlarlar.

Batıl mezheb olan Mu’tezile sırf Allah’ı tenzih etmek amacına matuf olarak Şerrin,kötülüklerin yaratılmasını Allah’a vermemişlerdir.Hikmet cihetini bilmiş olsalardı böyle yanlış düşünceye varmazlardı.

Hikmet cihetlerine gelecek olursak:

-Evvela Allah kıyamete kadar insanları aldatmak istemesine müsaade etmiştir.

-Eğer yaratılmasaydı insanların makamı sabit kalıp,melekler gibi olacak,her ne kadar düşme olmasa da yükselmede olacaktı ki,bu durumda zaten sayısız melekler var olup,insanın yaratılmasına da gerek olmayacaktı.

-Her ne kadar cehennem olmayacaksa da cennette olmayacaktı.

-Rü’yetullah gerçekleşmeyecekti.

-Herşeyden önce insanların yaratılmasındaki amaç Allah’ın tüm isimlerinin tecellisi ve insanın ona mazhariyeti içindir.Şeytan,kötülükler,musibetler olmasa idi Allah’ın Kahhar,Mümit,Cebbar,Şâfi,Muin gibi sayısız bir çok isimleri bilinmeyecek ve anlaşılmayacaktı.

-Eğer hastalıklar olmasaydı,koca Tıb ilmi ve buluşlar gerçekleşmeyecek,doktorluk gibi birikim gerektiren meslek ve birimler olmayacaktı.Adeta hayat monotom bir vaziyet alacaktı.Nitekim mezarda bulunanların hiçbir derdi yok,hastalıkları yok,hayatın meşgalelerinden,ilmi çalışmalardan hiçbir eser yok.Çünki hayat yok.Hayat musibetlerle,sıkıntılarla tasaffi eder,safileşip berraklaşır.

Mevlananın ifadesiyle;Hamdım-Piştim-Yandım.

Hayat fırınının ateşinde pişip kızarmayan insan ham insandır.

Ateş yakıcıdır ancak hamlıktan kurtarıcıdır.

Ateş yüzünden evler ve barklar da yanmaktadır.Bu durumda ateşin yaratılışını şer telakki edip olmamasını dilemek tamamen şerri kabul etmektir.

-Şeytan yaratılmasaydı;İmanın ve islamın şartları bulunmayacak,Allah’ın bilinmesi,tanınması ve marifeti söz konusu olmayacaktı.

-Âhiret ve âhiret yolculuğundaki o aşamalar olmayacak ve bilinmeyecekti.

-Peygamberlik müessesesi bulunmayacak,evliya ve asfiya gibi makamlar söz konusu olmayacaktı.

-En önemlisi Peygamberimiz Hz.Muhammedin varlığı söz konusu olmayacaktı.Zira şeytan ve kötülükler olmayınca,O zatın tüm güzellikleri ve farklılıkları da gizlenmiş olacaktı.Alem öyle bir zattan mahrum kalacaktı.

-Kitaplara iman bulunmayacak,Allahın kelamı ve konuşması,emir ve yasakları bulunmayacak,insanla Allah arasındaki diyalog yaşanmayacaktı.

-Meleklerin bilinme şartı olmayacak,vahiy meleği,Azrail,mikail,İsrafil gibi büyük meleklerin vücudu bulunmayacaktı.

-Kader yani hayır ve şer Allahtandır.Dünya,imtihan ve insan olmayınca bu ilahi takdir geri kalacak,varlık binasının vücudu vücuda çıkmayacaktı.

-Âhiret gerçekleşmeyecekti.Çünki gerçekleşmesini gerektirecek sebeb mevcut olmayacaktı.

-Peygamberimizin ifadesiyle –Gözümün nuru-dediği namaz bulunmayacak,varlıklar hem Peygamberimiz gibi gözünü,hem de namaz gibi gözün nurunu kaybetmiş,bunlardan mahrum olmuş olacaktı.

-Zekat gibi bir yardımlaşma müessesesi,hac gibi bir buluşma ortamı,oruç gibi bir terbiye ve Samediyetin neticesi,Rahmaniyetin hakikatı anlaşılmayacaktı.

-Kelime-i Şehadetin iki tarafı da kopmuş olacaktı.

-Şeytan yaratılmasaydı;Ahlak,fazilet,sevgi,insanlık gibi tüm güzel hasletler bilinmeyecekti.

-Herşey zıddıyla bilinmesi sırrıyla,nasılki gündüz gece ile bilinirken,cennette cehennemin varlığıyla daha iyi anlaşılıyor ve lezzet ve iştiyakını arttırıyor.

-Dünya imtihanı hep şeytanın var edilmesiyle gerçekleşmektedir.Aksi durumda insanlar arasında sayısız mertebeler ortaya çıkmayacak,kim seviyeli kim seviyesiz bilinmeyecekti.Öğrencileri imtihan yapıp seviyelerine göre tasnif etmek nasılki eğitimin bir gereği ise aynen öylede,dünya okulunda,Peygamberimizinde buyurduğu gibi;”İnsanlar madenler gibidirler.”Kömürden elmas madenine kadar ayrıştırılma ise o madenlerin ateşe girerek kendi içinde ayrıştırılmalarıyla mümkündür.Aksi halde kömürle elmas arasında bir fark olmayacaktı.

Allah’da insan madenlerine şeytan gibi bir ateşi yaratarak ayrıştırılmalarını sağlamaktadır.

İmanın dereceleri küfrün derecesiyle ortaya çıkar.İkisinin mücadelesiyle tarafların farklılığı ücret ve cezası gerçekleşir.Eğer küfür olmasa,mücadelede bulunulmasa idi,şehitlik,gazilik,kahramanlık gibi hakikatlar anlaşılmayacaktı.

Hz.Ömerin kardeşini öldüren kişi daha sonra Müslüman olur.Hz.Ömer onu her gördüğünde soğuk davranır.O sahabede bundan rahatsızlık duyup Hz.ömere şunu söyler.

Ya Ömer,eğer senin kardeşin beni öldürseydi,ben kafir olarak ölecek,oda gazi olacaktı.Ancak Allah benim elimle onu öldürerek o şehit oldu ve ben de şimdi Müslüman oldum.Bu daha hayırlı olmadı mı?

Hz.Ömer bu ifade üzerine ona muhabbet edip,dostluğunu devam ettirir.

Allah hiçbir cevheri zayi etmez.Hiç bir cevherin çıkışını da engellemez.

Yağmur ve kar rahmettir.Ölü toprağa hayat verirken,bir yandan da baharın sıcaklığını içerisinde barındırmaktadır.

Evini sağlam yapmayan bir insanın bundan zarar görmesi,bunların rahmet oluşunu ortadan kaldırmaz.

Beşer zulmeder,kader adalet eder.

“Âyette:”Umulur ki şer ve kötü gördüğünüz bir şey sizin için daha hayırlıdır,hayır gördüğünüz bir şey de sizin için şerdir.”

Şerri yaratan da,insanı var eden de Allahtır.Bizim için neyin hayır ve neyin şer oluşunu elbetteki en iyi O bilir.

Takdir edilmelidir ki;bunlar şerri ve şeytanı övmek olmayıp,kaderi ve Allahın adaletine ve hikmetine vakıf olmaya çalışmaktır.

Şeytan anlasaydı ki kendisi ve yaptıkları bizzat şer olmasına rağmen bu gibi bir çok hayırların zuhuruna sebeb oluyor;şeytanlıktan ve şeytanetinden vaz geçerdi.

Gördükleriyle ancak bilgi yönü gelişir,anlama yönü kalbe aid bir duygudur.Şeytanda ise o anlama ve kavrama duygusu yoktur.Nitekim Allah’ı bilmekte ancak tanımamaktadır.yani kalbinde marifet yoktur.Allah ve onun işleri Onun marifetiyle bilinir,akıl ve bilgi ile değil.

Hayra vesile olması gereken bilimin şerre de alet edildiği bilinmektedir.

Şeytanlar çokturlar.”Tuttular Süleyman’ın mülküne dair şeytanlarınuydurup izledikleri şeylerin ardına düştüler. Oysa, Süleyman kafir olmadı, ama o şeytanlar kafir oldular; İnsanlara büyücülük ve Babil’de Harut, Marut adında iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi: “Biz ancak bir imtihan için gönderildik, sakın sihir yapıp kafir olma!” demedikçe bir kimseye büyü öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı-koca arasını ayıran şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek ve faydası olmayacak bir şey öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu her kim satın alırsa, onun ahirette bir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Keşke kendilerini ne kötü şey karşılığında sattıklarını bilselerdi!”(Bakara..102)

”Meşhur Arap şairlerinden Lebid bu ifadeyi şiirlerinden birinde şöyle kullanmıştır:

* Nevaibu min hayrin ve şerrin kilahuma/ Felalhayru memdudun velaşşerru lazibun

* Hadiseler hayır ve şerden (ikisinden) müteşekkildir/ Ne hayrın ucu açıktır, ne de şer sabittir. Sanki bu şiir ‘Hayır ve şer veya hezimet ve zafer günlerini insanlar arasında dolaştırıp dururuz’ âyetinin bir tefsiri gibidir.”(M.Özcan.Y.Asya.11-1-05)

Şeytan en büyük bir virüstür.Dünya insanın virüs kaptığı yerdir.İslam ve esasları ise birer anti virüsdür.

En büyük antivirüs ise,ilimdir,iman ilmidir.Hadisde:-“Şeytan,dini ilimlerde alim olan bir zatdan korktuğu kadar,bin abidden korkmaz.”

Onu kovmanın yolu ise;euzü-besmeledir.Hadis’de:”Sizden bir kimse evine girmek isteyince,bir şeytan o eve girmek için onu takib eder.Lakin eve girerken besmele-i şerifeyi okursa şeytan:-Benim için bu eve giriş yoktur.-diye ümitsiz kalarak geri döner.”

Anlamak farklı farklıdır.Dünya şehri olan İstanbulu herkes bilir ancak herkes tanımaz veya farklı farklı tanır.Kimi ilk defa duyarken,bir diğeri coğrafya dersinde okumuştur,diğeri askerliğini orada yapmıştır,diğeri evi oradadır,diğeri içinden öylesine geçmiştir,kimisi de projesinde ve kurulumunda kurucu görevi yapmıştır.

Allah da herkesce farklı iman ve marifet boyutlarıyla bilinmekte.Herkes inanmakta olduğu halde,hayatına yansıyan veya bizzat onunla kurduğu irtibat farklı farklıdır.

Kur’an-da müşriklerden bahsedilirken,onların peygamberimizi evlatları gibi bildikleri bildirilir.Evet,onlar peygamberimizi akılları ve gördükleriyle çok iyi tanımakta ancak bu bilgi kalb yoluyla marifete dönüşmediğinden bir kıymet ifade etmemektedir.

Bir baba evladını bilmez mi?Bilenler de farklı farklı bilirler.Bu da onlara olan ilgiyle tezahür eder.Ancak inad,cehalet,makam,şöhret ve şeytani işler sebebiyle bu inanç ve imanlarını gerçekleştiremezler.Peygamberimizin amcası Ebu Talib gibi…

Mehmet ÖZÇELİK

04-02-2005




YANKESİCİNİN HAYRI

YANKESİCİNİN HAYRI

Yankesicinin de hayrı mı olurmuş?Bazen hayatta doğruları yaparken yanlışlar yapıldığı gibi,bazen de yanlışları yapmada doğrular yapılmaktadır.

Doktorun hastasına moral vermek amacıyla yalan ve yanlış ile onu kurtarmaya çalışması bir doğruluk iken,bizim yankesicinin kesinlikle yanlış olan fiilinde göze çarpan bir doğru görülmektedir.

Yanlışın her ikisi yanlışlıkta yanlış iken,niyetler onları niyete göre yönlendirmekte ve değerlendirmektedir.

Şehre bir haftadır gelmiş,kaldığı otelin karşısındaki ermeni altıncıyı gözetlemektedir.Uygun bir zaman ve zemini kollamaktadır.Hemen hemen her günde altıncının birkaç dükkan ötesindeki berbere gidip tıraş olmaktadır.Artık ahbab olmuştur.

Berberler dert babaları olsa gerek ki,bizim yankesici de berbere derdini dökmektedir.Derdi mi;

-Berber kardeş!Benim büyükçe bir kardeşim var.Küçükken her ne sebebse sünnet olmamış,büyüyünce de utanıyor.Bir türlü sünnet olmaya yanaşmıyor.ne yapıp yapmalı şunu hayrına bir sünnet etmeliyiz.Fakat sünnet olmaya bir türlü yanaşmadığı için ben sana onu bir gün getireyim,çayına uyku ilacı koy,bu arada arkada onu sünnet edelim.Böylece senin de bir hayrın olmuş,kardeşimde ömür boyu çekeceği bu sıkıntıdan kurtulmuş olur.

Berber memnuniyetle böyle bir hayrı yapabileceğini söyler.Ve anlaşma yapılır.

Yankesici belirli zaman aralıklarıyla altıncıya gelir,ufak tefek ama mutlaka bir şeyler alır.

Yine bir gün Ankarada bulunan nişanlısına epey miktarda altın alıp seçer ve ermeni altıncıya da;

-Bankalar yarım saat sonra açılacak,şu anda bu kadar para yanımda yok.Ben ilerdeki berberde tıraş olmaya gidiyorum.Kardeşinde benimle gelsin,ben tıraş olana kadar fazla beklemeden bankadan parayı alır,kardeşine de veririm.Altınları bir çantaya koyup,kardeşinde kalsın zamanda kaybetmeden paranızı öderim.

Birkaç gündür zaten teminat vermeye çalışan yankesici,bir de altınların kardeşinde durmasını teklif etmesi ermeni altıncıyı pek de kuşkulandırmaz.Olur deyip seçilen altınları çantaya koyarak kardeşine verir.Altınlar kardeşindedir.

Berbere gelinir.Zaten berberle beraber önceden anlaşılmıştır.Berberin önüne tıraş olmak için oturan yankesici,bu arada berbere de göz işaretiyle yapması gerekeni bildirir.Berber hazırlamış olduğu çaya uyku ilacını koyar.kısa bir zaman içinde genç ilacın tesiriyle uyuya kalır.Berberle beraber bunu tutarak arka odaya götürürler.Ve berber gerçekten de sünnet olmamış olan genci sünnet eder.

Yankesicinin işi aceleder.Berbere dönerek kardeşinin mahcub olmaması için hemen arabayla eve götürmesi gerektiğini söyleyerek,araba çağırmak üzere dışarı çıkacağını söyler.Ve gencin getirdiği çantayı da alarak kayıplara karışır.

Bu işi akılsız ve geri zekalı bir insanın yapması ve becerebilmesi düşünülemez.Bu bir ustalık işidir.Ancak sahib olunan bu değer ve birikimler yanlış yönde ve yerde kullanılmıştır.Belki bunu daha doğru bir yerde kullansaydı,buradan elde ettiğinin kat katını da kazanabilirdi.

Bir diğer olayda da;20 yıla yakın vakıflarla olan problemlerini çözemeyen vakıf mensubları,memleketlerine gelen ve kendisini herkese bakanın danışmanı,üst kademede bir görevli olduğunu tanıtan,kelli felli bir kişiyle karşılaşır ve bu problemlerini onada aktarırlar.Birden aynı anda cep telefonunu çıkarıp vakıflar genel müdürlüğünü arayan bu kişi bir süre kendisini tanıttıktan sonra problemin çözülmesini adeta emreder.20 yılda çözülmeyen problem 20 dakikada çözülür.

Bu kişi bir çok yerde bu şekilde insanları dolandırmış olarak sonuçta yakalanır.Ancak bu arada hayırlı bir işi,vakıfların yapamadığı bir işi de başarmıştır.O yönüyle tebrikler.

Mehmet ÖZÇELİK

27-09-2004




Y A S A K !

Y A S A K !

Yıl 1976 idi.Daha gençti.Gençliğin verdiği hissiyat ile suç işlemiş ve hapse düşmüştü.Böyle güzel olan gençlik yıllarını da hapishanede geçirmek,hapisten daha ağır hapis ve bir ceza idi onun için…Bu düşünceler içerisinde geçen zorlu hapis yılları,askerlikten beter bir yılların geçmediği,adeta saniyelerin nabzının tutulduğu,dakikaların zorlu aktığı,saatlerin yıllar gibi geçtiği sanki asırlık geçmeyen bir cehennem hayatı.

İşlediği suç gibi bunda da tahammül edemedi.Herşeyi göze alarak kaçma yollarını denemeye başladı,asırları yıllara,yılları da günlere indirmek için…Başka türlü de geçmiyordu…

İzmir hapishanesinden kaçmak için tünel kazan bu genç,gençliğinin bu döneminde bir başarısızlık ile daha karşılaşmış adeta bir tokat daha yemişti.Yine boyun bükmekten başka çaresi yoktu.Çünki tek kurtuluş yolu olarak düşündüğü yol da tıkanmıştı.

Buradan başka bir hapishaneye,güneydoğuya sevkedilmişti.Burdaki hapishaneye hapsedilen bu genç,kendisiyle beraber getirmiş olduğu üç-beş tane de küçük dolar ve marklardan da bulundurmuştu.

Bu durum ise önceki işlediği suçlardan daha büyük bir suç olarak addedilmekte idi.Bir arama sonucu kendisinde bunların bulunmasıyla üstüne çullanılmış,iyice dövülmüştü.

Çünki mark ve dolar bulundurulması ve kullanılması yasak idi…Yasakları çiğnemişti.Suçuna karşı,kaçmasına karşı normal bir gözle değerlendirilse bile böyle bir dolar mark bulundurma suçu kolay afedilecek suçlardan değildi.Affı ğayrı kabil bir suçtu.

Çünki kendisini kabul ettiremiyenler,başarısını gösteremeyenler yasaklar ile kendilerini kabul ettirmiş veya öyle göstermişlerdi.Bu gibi yasaklar başarısızların başarı yolu idi.

Milletin yolunu açamayanlar,o yolda gitmeyi yasaklayarak çare bulmuşlardı çaresizliklerine ve beceriksizliklerine.

Milletin ekonomik pazarını oluşturamıyanlar,gelir kaynağını sağlıyamıyanlar kaçak sigaraya da yasak getirdiler.Bu mereti satma yasağına rağmen millet bu kapısını açık tutuyor ve cezalara aldırmadan gizli de olsa sürdürmeye çalışılıyordu.

Yasakların daha sonraki yıllarda kalkmasıyla insanlarda şu kanaat belirmeye başladı;Aaa yasaklamamakla devlet yıkılmıyormuş,tabiya çürük değilse…

Başörtüsüne getirilen yasaklarda devleti koruma adına yapılmış,insanlar mağdur edilerek daha büyük suç işlenerek tarihe gülünç bir sayfa daha eklenmiş oldu.

Burası kamusal alan denilerek baş örtüsüyle girilmesi yasaklanırken,o kamusal alanda mesela cumhurbaşkanlığı köşkünde o da ramazan da içkili kokteyler verilmiştir.

İşte yasakların mantık dışı mantığı…

Mantığa uymayan,hayata hayat katmayan,hayatı korumayan her yasak yasaklanmalı,çöplüğe atılmalıdır.

Hayatımızda bulunan bürokratik bir çok yasaklar hayatı frenleyip yavaşlatan kurallardır.Daha doğrusu kuralsızlıklardır.

Bu tip yasaklarda keyfilik ve menfaat yatmakta ve kokmaktadır.Çünki yapılan şeyin kokuşmuşluğu elbette bir gün etrafa saldığı kokularda kendisini gösterecek,gelecek nesillerle lanetle varılmaya kadar gidilecektir.

Yasaklar yolumuza gömülen mayınlardır.Hudutlara konulanlar fayda sağlayabilirken,emniyet için düşünülebilirken ki o bile zaman içerisinde önemini yitirip,devre dışı bırakılacak,ancak toplumun hayatına konulan mayınlar can almaya devam edecektir.

Yasaklar hayatın içine değil,hayatın dışına konulmalıdır.

Köpeklerin yeri evin içi değil,kapının önüdür.O bile ihtiyaç halindedir.

Konuşmaya getirilen yasaklar ruh ve kalbe vurulan zincirlerdir.Oysa atasözünü söylerken;İnsanlar konuşa konuşa,hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar.

Bizler konuşmaya değil,koklaşmaya terkedilmişiz.Çünki konuşmak yasak.

Öyleki eğitim konusunda herkes konuşabilir,ancak bir eğitimci konuşup tenkid edemez çünki yasak…

Ağızlara,ellere,düşüncelere,kalblere bu kadar fazla pranga vurulan tek asır bizim asrımız.Tek memlekette bizim gibi birkaç memleket…

Düşünenler içeri,düşünmeyenler serbest…

Düşünmeye vergi,düşünmemeye ödül…

Ben senin ne düşündüğünü biliyorum!

Rejimi tehdit etti..ben senin öyle yapacağını biliyorum..yapabilme ihtimaline binaen üç yıldan altı yıla hapsi istenmiştir.

Keramet sahibleri tarafından…

Aklıma gelmişken,aslında mahkemelere gerek yokki,böylece keramet ile suç işleme düşüncesinde olanlar ihtimaller ile çarşıdan toplanıp,zaman kaybı olmadan doğrudan içeriye tıkılmış olur.

Gerçi ona da gerek yok,memleketi hapishane yaparsınız daha tasarruflu olmuş olur.Çünki gelecek olan faturaları da millete ödetmiş olursunuz.

Hayatımıza konulan yasaklar çileyi kaldırmak için değil,çileden çıkarmak içindir.

05-11-2003

Mehmet ÖZÇELİK




ÜÇ SİLAHLI DİKTATÖR

ÜÇ SİLAHLI DİKTATÖR

LENİN – STALİN – MAO

Lenin işçi sınıfını ele alır ve tüm ideolojisini bunun üzerine oturtturur.Politikalarını bunun üzerine yürütür.Ekim devrimi bunun ilk adımıdır.Bu kesimden de sürü olarak bahseder.Onlara bir çoban gerektiğini ve onun da kendisi olduğunu isbata çalışır.

-Vladimir İliç Lenin (1870 – 1924) 22 Nisan 1870’te Simbirsk kentinde doğdu.Orta halli altı kardeşten ikincisi olarak bir öğretmen çocuğudur.

-Lenin takma adı olup,kendisini çoğunluk anlamına Bolşevik,karşı grubu da Menşevik yani azınlık olarak değerlendirdi.

-“7 Kasım 1917’de Lenin’in önderliğinde Bolşevikler iktidarı ele geçirdi. 8 Kasım 1917’de Halk Komiserleri Kurulu başkanlığına seçildi. 21 Ocak 1924’te Gorki kentinde öldü.” -Adeta avrupadaki milliyetçilik akımlarına alternatif olarak doğan Kominizm-Sosyalizm bir demir yumruk idaresi olarak,başta Türki Cumhuriyetteki farklı ırkları asimile ederek kendi içinde eritmiş,tek potada bu farklılıkları zorbalıkla ve tek tip bir insan olarak tornadan çıkma bir özellikle yetiştirmeye ve idareye çalışmıştır.

Yahudi asıllı olan Troçki’nin(1879-1940)iç karışıklıkları başlatması ve karıştırması Leninin işlerini kolaylaştırıyor ve başarısına katkıda bulunuyordu.

-Batının kapitalizmine karşı ters kutuptaki bir sosyal ve komin hareketidir.Ancak önünde çarlık bir engeldi.Onun kaldırılması için de huruç hareketleriyle halkı isyana teşvik ederek kullanmaya çalıştı.

– “Mihayl Gorbaçov’un 1985’te Komünist Parti Genel Sekreterliği görevine gelmesiyle başlayan SSCB’nin dağılma süreci…”başlamıştır.Reformlar,demokratikleşme,yeni Rusya düzeni,yeniden yapılanma,devletlere kendini idare hakkı verme düşünce ve uygulamaları dev ve demir yumruğun parmaklarının açılmasıyla devletlerin hürriyetine kavuşma süreci de başlamış oldu.Bir devlet yerine 15 bağımsız devlet ortaya çıktı.Bu açıklık ve şeffaf olma süreci rusyayı iç patlamadan kurtararak dışa açtı ve dünyayı tanımaya başladı.Kabuğunu kıran Rusya dışa doğru büyüme ve kendini kabul ettirme çabalarına girdi.

-“17 milyon km² toprağa ve 147 milyonluk nüfusa sahip çok uluslu bir federasyon olan Rusya, 12 Haziran 1990’da bağımsızlığını ilan edip Sovyetler Birliği’nden ayrıl…”dı.Bir asırlık süren hayali yönetim sürdürdüğü zulüm ve öldürdüğü milyonların kanında boğulmuş oldu.

-Rusyaya korkulu rüyalar yaşatan ve düştüğü bataklıkta boğan Afganlı mücahitler olmuştur.Her ne kadar Çeçenler mevzii saldırlarla Rusları tedirgin edip korkutsalar da,Afganlılar yenilmez denilen rusun askeri gücünü yenilir kılmış ve adeta belini kırmıştır.Verdirdiği zayiatla beraber verdiği zayiat azımsanmayacak derecede yüz binleri bulmuştur.

-İnsanlık tarihince belki de ilk defa koyu bir ateizm ve kominizm böyle bir devlet ideolojisi olarak ve uzunca bir zaman varlığını devam ettire gelmiştir.İnsanlara bir çok hayaller vadeden bu ideoloji akla gelmeyecek,tarihte eşine rastlanmayan her türlü zulmü,açlığı,katliamları uygulamış,20.asrı kanla yazmıştır.Asırların silemiyeceği bir leke ile lekelenmiştir.Hayatı kanla yıkadıkları gibi,zihinleri de ateizm,inançsızlığın en koyusuyla bir kabus gibi işlediler.

-İşte örneği: “Maykop yakınlarındaki bir kampta toplanan rehineler -kadınlar, çocuklar ve yaşlılar – çamur içinde ve ekim soğuğunda korkunç şartlarda yaşıyor… Sinekler gibi ölüyorlar… Kadınlar ölmemek için herşeyi yapmaya hazır. Kampı korumakla görevli askerler bu kadınların ticaretini yapmak için bu durumdan yararlanıyorlar.” (Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Yayınları, İstanbul, s. 134-135)

Özel mülkiyet hakkını tamamen insanların elinden alıp,devlet eline teslim ederek,halkın iradesini devre dışı bırakan bir rejim acımasızca uygulandı.Sadece bilinen o ki;öldürülen insanların sayısı 60 milyonu bulmaktadır.İşkence ve her türlü zulümlerde cabası…

Monotom ve tek tip bir insan,tornadan çıkma düşünce ve yaşayışda bir insan oluşturulmaya çalışılmıştır.

1917’de başlayan,insanı sürü ve değersiz görme uygulaması fiili olarak 1989 yılına kadar devam etmiş,ondan sonra da kendisinden ayrılan ve kafa tutan Çeçenistan ve Afganistanda yüz binlerce insan heder olmuştur.

Parolaları tek bir şey idi;Devrim..neyi mi?İnsanlığı,inancı,insan haklarını,sermayeyi,zayıf kesimi,insan ahlak ve değerlerini..kısacası insanca yaşamaya dair her şeye karşı devrim..halk adına halka aid her şeyi devirme…

Lenin işin proje ve tesisini yapar ve kurarken,hasta ruhlu adam ve Gürcü asıllı Stalin(1879-1953) de bunun icraat ve uygulamaya geçirmede önemli rol oynamıştır.

Lenin 3 kez felç geçirmiş ve frengiden ölmüştür.Beyni ise bir kavanozda muhafaza edilmektedir.

Ateist ve diktatör olan Lenin nikahını kilisede kıydırır.Eşi Kurupskaya’da kendisinden geri değildir.En büyük yardımcısı ve destekçisidir.Sürgünde gözetimde olmasına rağmen 30 eser ve yazar ve bunları arkadaşlarına postalarken ya çizmenin ökçesinde götürür veya sütle yazıp ışıkta ve ütü sürülerek okunur.

Aynı yöntemin bir benzeride 8 yıl sonra Rusyadaki Kominizmin de etkisiyle Çin’de uygulanmıştır. Mao Tse Tung’un 1949 yılında başlattığı zulüm 1976 yılına kadar sürmüştür.O da en ağır ve zorbaca bir şekilde…Burada da uygulanan kominizm sistemi milyonların hayatına mal oldu.Böylece 20.asır kominizmin kaosu olarak hatırlanacak ve tam bir kayıp olarak tarihe geçecektir.Gelecek bir asır ise onun pisliklerini temizlemekle meşgul olunacak bir asır olacaktır.

Tek çocuğun dışında ikinci çocuğa müsaade etmeyen Çin,1970-den beri uyguladığı bu politikaya aykırı durumda doğan çocuğu ya ailesine öldürtüyor veya kendisi öldürüyor.

Her üç zorbanın uygulamış oldukları tüm uygulama,insan fıtratına zıt kanun ve kuralların uygulamasıdır.İnsan hayatını düzenleyen değil,insan hayatının düzenini bozacak birer insanlık ve insanlığın virüsüdürler.

Bizden de rusyaya bir kominizm hayranı olarak 3 sefer giden Nazım Hikmet anladığı ve kendisine anlatılan kominizm ve sosyalistliği orada göremez,Stalin taraftarları için de:”Bir gram insanlığı olmayan asalaklar”demeyi de ihmal etmez.

Aldanıp aldatıldığını ve anlatılanların bir hayal ve kandırma ürünü olduğunun farkına ömrünün sonlarında da olsa varır ancak bir kere çıkmaz sokağa girmiş ve bırakılmamaktadır.

İkrarında: “Söz gelişi ben, yirmili yılların başlarında Sovyet Rusya’ya gelince, herhangi bir Sovyet yurttaşının bütün haklarına sahip olmuştum. Rus arkadaşlarım gibi Sovyet seçimlerine katıldım. İstediğim resmi görev için adaylığımı koyabilir, bütün cumhuriyetin başkanı bile seçilebilirdim. Kısıtlamalar, yöntemsel farklılıklar, kırk yıl önce bizim için modası geçmiş kavramlardı. Burjuva saplantıları! Her şey ne kadar değişmiş! Ellili yıllar başında Sovyetler Birliği’ne geldiğimde Sovyet vatandaşı olabilmem söz konusu dahi edilmediği gibi, parti üyeliğine adaylığım, devrim uğruna yıllarca sürmüş mücadeleme, devrimcilikten dolayı yıllarca hapis yatmış olmama rağmen “iç tüzük uyarınca” kabul edilmedi. Böyle cevap verdiler bana”

Mehmet ÖZÇELİK

23-04-2004




REJİM TARTIŞMASI

REJİM TARTIŞMASI

Rejim,toplumun temel direklerini oluşturan öğelerdir.Tıpkı binaların temel direkleri gibi.Rejimin direkleri de zamanla binanın direkleri gibi aşıma,zaman aşımına uğrar.

Direkler oranın sakinlerinin sakince yaşıyacakları yapı göz önünde bulundurularak yapılır veya yapılmalıdır.Aksi takdirde kabul görmeyip yıkılmaya mahkum olurlar.

Rejimler insanların ve bulunulan asrın ömrüyle mütenasibtir.

Rejimlerde herkesin mutluluğu aranır.Tâ ki başka bir rejim ihtiyacı duymasın.Geçersiz veya miadını doldurmuş rejimler uygulanmayan kanunlar gibidir.Nitekim şapka kanunu halen mevcut iken bir yaptırıcılığı bulunmamaktadır.

Rejimler gerektiğinde tartışılmalıdır.Seviyeli yerlerde ve seviyelice alternatifler üretilerek ele alınmalıdır.

Rejimler elbiseler gibi olup,zaman ve mevsime göre değişebilir.Cilt değil ki sabit ve sürekli kalsın,ilahi değil ki tartışılmasız olsun.

Asrın başındaki kara trenle bir rejim kurulduğu düşünülüp devam ettirilmesi,herkesin kara trene binmesinin istenmesi veya zorlanması bir zorbalık ve halka bir eziyettir.

Rejimler konulduğu gibi kaldırılabilmelidir de…Çünki ilahi olmayan her kanun değişim kanununa tabi olup,gelişme göstermektedir.

Gelişen dünyaya ayak uyduramayan rejimler ihraç edilmeye mahkumdurlar ve onları savunanlar da…

Bu millet bir çok rejimlerden geçmiştir.Koca Osmanlı çınarından çıkan bir filizden Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.En zor böyle bir değişimi ve dönüşümü yapan bu ülke elbetteki kendisinin elini ve kolunu bağlayan bağnaz ve dar kalıplardan da kurtulabilecektir.

Her elbise her zamanda her bünyeye ve herkese uygun gelemez ve gelmesi de düşünülemez.Bir dönemin belli bir rejim elbisesi gelişen zaman içerisinde madden ve manen gelişen topluma dar gelecektir.

Buradaki tezat ve karşı koymalar geçmişi tamamen silme olarak düşünülmekte ve gereksiz tepkilere gidilmektedir.

Nitekim Osmanlıdan Cumhuriyete geçilirken bu yanlışlar yapılmıştır.Geçmişe aid olan her şey silinmiş,hafızalar kazılmış,izlerine dahi tahammül edilmediğinden kelleler uçurulmuştur.

Esas olan rejimi kaldırmak değil,onu tashih etmektir.Mecvut rejim elbisesinin ise yarayan kumaş parçalarını bedene uydurmaktır.Aksi takdirde bedeni elbiseye uydurmak gerekecektir ki;buda bedeni doğramak ve insanı öldürmektir.

Yüzde beşlik bile olmayan bir kesim sürekli olarak rejim problemi üretmekte,yüzde 95 ve 99’a tahakküm aracı olarak kullanmaktadır.

Mevcut olan rejim değil yüzde yüzü,yüzde yetmiş,elli,kırk ve yirmiyi bile memnun etmemektedir.Herkes şikayetçidir.Dünyada rejimini değiştirmeyecek bir ülke düşünülecek olsa idi,hiç tereddütsüz Rusya derdik.Rusya bile kominizm rejimini bıraktı.Milyonlarca kanın ve iskeletin üzerine bina edilen bu rejimin içinin boş olması onu ayakta tutamadı ve yıkıldı.

Bizler birbirlerimizi anlamıyor,anlıyamıyor ve anlamak istemiyoruz.Düzeltmek ve düzgün hale getirmek yıkmak değildir.

Ne eski eski olduğu için reddedilir,ne de yeni yeni olduğu için kabul edilir.

Biz ne Osmanlıyı tamamen kabul,ne de Cumhuriyeti tamamen red ile sahili selamete ulaşabiliriz.Her ikisinin doğrularını ve tecrübelerini mezcederek geleceğe yönelik esaslar tesis edebiliriz.Nerelerde hata yaptığımızı görüp düzeltmek,yanlışta ısrar etmemek,bir erdemlik ve ileri görüşlülüktür.

Sürekli rejim korkusunu üretip türetenler,aslında kendi dar kafalarındaki rejim şablonunun yıkılacağından korkmaktadırlar.Bizzat rejimin çürüklüğünü ima ederek de kurdukları rejimi yine kendileri kendi elleriyle yıkmaktadırlar.

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle her 10 yılda bir ihtilal yolunu açanlar otomatik makine gibi nöbete tutulanların nöbet saatlerinin değişmesi,depreşmesi ve deprasyonundan başka bir şey değildir.

Bu hastalık aydın geçinenlerimizde de mevcut olup,heves edilmektedir.Nitekim Emre Kongar:”Çok partili dönemdeki ilk askeri müdahale,Demokrat partinin rejimi yozlaştırmasına,demokrasi adına çoğunluğun diktatörlüğünü uygulamaya çalışmasına karşı yapıldı ve dünyadaki öteki askeri müdahale örneklerine bütünüyle ters bir biçimde,demokrasiyi rafa kaldırmak için değil,tam tersine,demokrasiyi işletmek için gerçekleştirildi.Nitekim 27 Mayıs askeri müdahalesinin hazırlattığı 1961 anayasası,bügün bile dünya anayasaları içinde en demokratik anayasa olma özelliğini korumaktadır.”[1]

Herkes gözlüğünün rengine göre alemi görmektedir.

Cenab-ı Hak hikmeti gereği olarak menfi insanların menfi icraatlarının menfiliğini bu milletin dibe vurmalarıyla göstermektedir.Bu arada iyi insanları çıkartarakta gösteriyor ve isbat ediyor.Fatura ağır,tecrübe zor,ancak sonuç olumlu.Rejim problemi üreten bu insanlar neden çözüm yolu göstermemekte,çare üretmemektedirler.Çareyi çaresizlikte aramaktadırlar.

Rejim tartışılmalıdır.Tartışılmazsa doğrular nasıl bulunacak,yanlışlardan nasıl kurtulma yoluna gidilecektir.

Hukuki kanun ve yasalar çıkarılırken az bir kısım ve kesimin değil,tüm dünya ve insanlık için evrensel değerler göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.

Değişen dünyada ne kadar değiştik?Kaç arpa boyu yol aldık?Ding beygiri gibi aynı noktada dönmekteyiz.Arabamız sürekli patanaj yapmaktadır.

Memleketimizde doğruları bulmak ve ulaşmanın adı hakaret olarak adlandırılmakta,bazı gizlilik ve dokunulmazlık zırhına büründürerek gizlemeye çalışılmakta veyahutta açıklanmasının doğuracağı zorluklardan ve infiallerden korkulmaktadır.

Rejim korkusunu sürekli üreten,milletin rağmına hareket eden CHP ve taraftarları bununla kendilerini ayakta tutma politikası gütmektedir.Bu amaçla gerilla hareketi içerisine girmeyi düşünmekte ve milleti sürekli tahrik etmektedir.Türkiyenin geri kalmasında CHP’nin vebali büyüktür.Bir derece bu vebali bu hırçın hareketinden vazgeçerek hafifletebilir.

Toplumun ve ekserin huzur ve güveni esastır.Bazı sevdalar uğruna feda edilmemelidir.

Namussuz ve arsızlara gösterilen müsamaha ve verilen cesaret,namuslu ve dürüstlerede tanınmadıkça yanlışlar ve kayıplar bitmeyecektir.

Kaybeden bizleriz,hepimiziz.Dedem kaybetti,babam da kaybetmekte,ben ise kaybetmek üzereyim,oğlumunki ise meçhul,torunumunki ise ihtimal dahilinde…

300 sene de düzelmeyecek ve düzeltilemeyecek bir yoldayız.Ancak sürat asrındayız.Allah’a olan iman ve ümidimiz var.Ümitsizlik ise bize yaraşmaz.

Ümitvarız,cennet-âsa bir bahara…

Mehmet ÖZÇELİK

01-01-2004

[1] Yeni Şafak.7-1-2004.




MAYIS AYI

MAYIS AYI

Bir yıl içerisindeki aylarda gurur duyulacak olaylarla beraber,nefret edip hüzün duyulacak olaylarla da karşılaşmaktadır.

Nitekim 11-Eylül 2001’le başlayan ikiz kulelerin vuruluşuyla devam eden dünya düzeninin değiştirilmeye çalışılması,bizdeki 11-Eylül-1980 yılındaki ihtilalle Türkiyedeki düzenin değiştirilmeye başlaması,arkasından müsbet yönde maddi-manevi gelişmeleri hazmedemeyenlerin 28-Şubat 1997 gizli ve de sinsice yapılan ihtilalle bir çok özgürlüklere zincir vurulmasıyla başlayan,Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ekonomik çöküntünün yaşanması,daha doğrusu bazılarının kasasının doldurulmasıyla milletin yırtık kesesinin tam takır hale getirilerek boşaltılmaya başlamasıdır ki,28 Şubat soğuğu olarak tarihe geçmesiyle,kapıdan baktıran Mart ayını da gerilerde bırakmıştır.

Türkiye’de 4 büyük ihtilali tetikleyen 1960’daki 27 Mayıs ihtilali,ihtilallerin kapısını açarak,adeta bunu meşrulaştırmak suretiyle her on yılda bir 1971,1980 ve 1997 ihtilallerini tetiklemiştir.

Milleti koruma bahanesiyle,devleti koruma esas alınmıştır.

Menderes’e büyük haksızlıklar yapılmıştır.İmralı müdürününde müşahedesiyle,cesedi yıkanırken yanında bulunan müdür,Menderesin göğsünde 5-6 yerde sigara yanıklarının bulunup,sigara söndürülmüş olduğunu yeminle söylemiştir.

Ve yine onunda tesbitiyle ihtilali yapanların akibetleri hiç de iyi olmamıştır.

27 Mayıs ihtilali tarihimizde tam bir kara lekedir.Nasıl ki,batı haçlı seferleriyle bir leke alıp silinmez bir iz olarak kalmışsa,27 Mayıs ihtilali tarihimizde tam bir kara lekedir.Nasıl ki,batı haçlı seferleriyle bir leke alıp silinmez bir iz olarak kalmışsa,bizde de bazı aydın geçinenler başta olmak suretiyle tüm müsebbiblerinin alnında kara bir leke ve iz olarak durmaktadır.

O gün ihtilali yapma sebebi asıl olarak Aydın Menderes’in 1400 yıllık aslına uygun ezan geleneğini Türkçeye çevrilmesiyle tekrar aslına çevirmesi olmuştur.Bazı ufak bahanelerde sebeb gösterilmektedir ki mesela,hükumete hücum eden basının 1958’de bazı haklarının kısılması,üniversite öğrencilerinin tahriklere alet edilmesi olmaktadır.

Bugün bile ADM başyazarı olan Oktay Ekşi,Başbakana yazdığı mektupta [1]özetle;basının bazı haklarının kısılmasından dolayı kendisininde aynen Menderesin akibetine düçar olacağını söylemesiyle,27 Mayısa olan özlem veya özlem fikri hala değişmemiş ve devam etmektedir.

Bugün bile Türkiyede hala din ve vicdan özgürlüğü uygulanmamaktadır.

Almanya gazetesi;Hristiyanlara Türkiyede dini hak verilemiyor diye şikayette bulunuyor!

Sanki bize veriliyor da?Sırada beklemelisin…

Anayasa Başkanı Mustafa Bumin bir sözünde özetle;Meclisde başörtüsünü çözse,kabul edilemez,diyerek hazımsızlığını göstermektedir.

Türkiye gerçekten garabetlere hamile bir ülke.Belki de iyi doğum yapması için iyi sancı çekmesi gerekiyor olabilir…

Orgeneral Özkök’de;Türkiye İslam memleketi değil,diyerek şöyle bir garabeti hatıra getiriyor;1970’lerde bir kısım Müslümanlar Türkiyenin Dar-ul Harb yani açık ifadeyle islamın yaşanmaması sebebiyle düşman istilasıyla eş değerde değerlendirilmekte idi.Özellikle ordu buna muhalefet edip sert tavırda bulunarak,Türkiyenin bir İslam memleketi olduğunu söylüyordu.

İşte o günle bugünkü tavır,tam bir tezad.

Türkiye kimliğini arıyor..kendisini arıyor..kaybettiklerini arıyor..ettiklerinin şaşkınlığını yaşıyor.

-28 Şubat’ı hazırlayanlar,tesettürlü bir milletvekilinin meclise girmesiyle MHP suskun kalarak,DSP ise –dışarı,dışarı,dışarı-diye haykırarak hücum etmişlerdi.

Bugün ise o dışarı diyenler ve suskun kalanlar dışarıda kaldılar,dışarı çıkarıldılar.

Başörtüsü yasağı,Kur’an öğretenlere verilen bir yıldan beş yıla kadar olan cezanın 6 aya indirilmesine gösterilen tepkiler,İmam_hatip liselerinin kapatılmasını isteyenler,Din derslerinin kaldırılmasını isteyenler,dini duygu ve bilgiden yoksun olan ve de bundan bir çıkar umanların kangrenleştirmesidir.

Bugün Uluslar arası kamu oyu yoklaması şirketi İpsos 10 büyük ülkede yaptığı araştırmada,en dindar ülke olarak ABD’yi tesbit etmiştir.

ABD’yi dünyada güçlü ve süper yapan olay,onun inanç ve hürriyetlere vermiş olduğu serbestlikten ileri gelmiştir.Bizdeki gerileme ise dine olan soğukluk ve ilgisizlikten kaynaklanmaktadır.

ABD’de cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturup her yıl şu duayı tekrarlayanlar gibi,son olarak 2005 yılında bir daha seçilen George W.Bush,Beyaz Saray’da bir grubun önünde şu duayı yapmıştır:”Bizi yaratan bir Allah bunu özgürleştirmek için yaptı,ama O adaletsizliğe,zulme ve şerre de izin verdi;bu yüzden kalplerimizi kendisiyle irtibatlayalım ve bize doğruları yapma gücü vermesini,muhtaçlara yardım etmesini niyaz edelim.”

Bugün herkes misyoner faaliyetlerinden şikayet etmektedir.Bedava İncil dağıtılması,kilise evlerinin her yerde serbestçe açılması hatta küçük yaşta hristiyan olup 20 yıl kadar hristiyanlığa hizmet ederek daha sonra gördüğü bir rüya sebebiyle tekrar Müslüman olan Antalyalı papaz bir çok ifşaatıyla beraber,insanları uyuşturarak,para vererek hristiyanlaştırdıklarını beyan etmiştir.

Dün derin devlet tarafından kurulan partiler,bugün devre dışı bırakılmaktadır.

Bu millete en büyük hizmeti yapan üç lidere şahidlik ederim:Hürriyetlerin kapısını aralayan Adnan Menderes,Bu kapıyı biraz daha açarak Vicdan-Din-Ekonomik özgürlüğü devreye koyan Turgut Özal ve Samimiyeti,ekonomideki başarısı ve de müsbet hareketi ile bunu biraz daha genişlettirerek icraata koymaya çalışan Tayyib Erdoğandır…

Ancak yanlış yapanları millet gecikmeden cezalandırmıştır.Nitekim Özal’da ikinci devresinde biraz yavaş hareketi sonucu destek azalmış,kendisinin ifadesiyle,Millet topuzun ucunu biraz fazla kaçırdı,demiştir.

Korkunun ecele faydası yoktur.

70 yaşlarında olup alnı secdeye değmemiş,içki ve her türlü kötülüğü yapmış olan Adıyaman’lı bir vatandaş,ölüm döşeğinde iken birden bire yattığı yerden kalkar.Çıplak olduğuna aldırmaksızın anadan doğma dışarıya fırlar ve başlar bağırmaya:

-Ölmek istemiyorum..ölmek istemiyorum…

Ancak bu korku ve kaçışın ecele faydası olmamıştır.Akrabaları peşinden giderek apar topar yakalamış ve adeta tekrar ölmesi için yatağına yatırmışlardır.Ve nihayet 3 gün sonra da ölmüştür.

Aslında o ölmeden evvel manen ve madden ölmüştür.Sanki tekrar bir daha ölmek istememektedir.

Ne kadar olsa müessir himmet,

Yine sur-u kaderi harkedemez.(Ahmet Mahir Efendi)

“En yüksek ve hızlı himmetler bile,kaderin surlarını delemez.”

Yeterki millet olarak aynı samimiyet ve gayret içerisinde olup,devam ettirelim.

-1-Mayısın 3 kasını da unutmamak gerekir:Kan-Kin-Kir…

Her 1 mayıs kutlamalarında bu 3 K’ya rastlarız…

-Bu yıl bir güzel olay ise;Sultan-uş Şuara yani şairler sultanı olan Necib Fazıl Kısakürek’in 100 ölüm yılının muhteşem bir şekilde kutlanmasıdır.

-29 Mayıs ise Mayıs ayında en çok gurur duyacağımız bir gündür.Ortaçağın kapanıp yeni bir çağın açılmasıyla tüm dünya dengelerinin büsbet yönde açılması ve gelişmesi olan İstanbulun Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesidir.

Bu ise başlı başına büyük büyük ciltleri oluşturacak bir konuyu ihtiva etmektedir.

-Ortada bir tıkanılmışlık vardır.Bir asırdır onu yaşamaktayız.

Halimizde İstanbuldaki Tıkandı baba’ya çok benzemektedir.

Sultan Mahmud bir gün tebdil-i kıyafet yapıp bir kahveye oturur.Herkes seslenirken;Tıkandı Baba bir çay getir,Tıkandı baba bir kahve getir derler.Bu da onun dikkatini çeker ve Tıkandı Baba ya sebebini sorar.

Fakir-ul hal olan Tıkandı baba bir gün rüyasında kalabalık bir insan topluluğu görür ve herkesin musluğundan bolca su akarken kendisininkinden az akması sebebiyle tamir etmeye koyulur.Nasibini arttırmak için çaba gösterir.Musluğun deliğine bir çubuk sokarak uğraşmaya başlar.Çubuk kırılıp içinde kalır,bir türlü çıkaramaz.Bu sefer eskisi kadar da akmayan su damla damla akmaya başlar.Biraz daha uğraşarak düzeltmeye çalışayım derken,o damlayı da kaybeder.

O anda kendisine ilhamen bir ses gelir;Tıkandı baba,tıkandı,uğraşma artık akmaz.Ondan beridir bana herkes Tıkandı Baba der.

Sultan Mahmut çayhanede bu tıkandı babanın halini görünce acır ve ona 40 gün devam etmek üzere hergün bir tepsi baklava gönderilmesini emreder.Herkesden habersiz her baklava diliminin altınada bir Osmanlı altını koyar.

Sultanın adamları akşama doğru bir tepsi baklavayı Tıkandı Babaya verirler.Tıkandı Baba memnun kalıp teşekkür ederek baklavayı eve götürür.Ancak yolda birden aklına bir fikir gelerek,baklavayı satmayı ve onun parasıyla evine yiyecek ve giyecek almayı düşünür.Ve bunu Yahudi komşusuna satar.

Yahudi akşam baklavayı yerken birden dişine bir şeyin değdiğini görünce ağzından çıkarır bakar ki bir Osmanlı altını..sevinerek öbürü öbürü derken hepsinin altında bir altının olduğunu görür.

Heyecan ve telaşla ertesi akşamı iple çeker.O akşamda Tıkandı Babaya baklava gelmiş,yine eve götürmektedir.Yahudi kurnazlığıyla bundan sonraki tüm baklavaları kendisinin almak istediğini söyleyip anlaşma yapar,öyle ki eskisinden ucuza bu işi kapatır.

Kısmeti tıkanan Tıkandı Baba 40 boyunca her bir dilimin altında bir Osmanlı altını bulunan bir baklava tepsiyi her seferinde Yahudi komşusuna ucuz bir fiata satar.

40 gün sonra farklı görmek düşüncesiyle Tıkandı Babayı görmeye gelen Sultan,Tıkandı Babada bir değişiklik görmeyince,40 gün boyunca gönderdiği baklavaları alıp almadığını sorar.

Sultanın sağlığına duacı olduğunu söyleyen Tıkandı Baba,bunarlı komşusuna satıp evinin ihtiyacını önemli çapta karşıladığını söyleyerek teşekkürde bulunur.

Sultan bu seferde her gün evine giderken geçtiği yolu tesbit ettirir.Ve adamlarına geçeceği yolun üzerine görebileceği bir şekilde bir kese altın bırakmalarını emreder.

Tıkandı Baba o günde yine aynı yoldan geçeceği sırada aklına gelir ki;Ya bir gün ben gözüm kapanırda görmezsem,bu durumda bu yoldan acaba nasıl geçerim diyerek gözünü kapar ve el yordamıyla geçmeye çalışır.Böylece kendisi için bırakılan bir kese altını göremez.

Sultan Tıkandı Babayı yanına alarak devletin hazine dairesine götürür.Oda altınlarla doludur.Oradaki küreği gösteren Sultan,Tıkandı Babaya küreği alıp doldurduğu kadar altına alabileceğini söyler.

Tıkandı Baba biraz heyecan biraz telaşla küreği altınlara daldırır.Ancak heyecandan küreği ters tutmuştur.Düştü düşecek ters tarafına ancak bir tane altın kısmetine düşmüştür.

Sultan üçüncü bir deneme daha yapmak üzere,Tıkandı Babayı alıp İstanbulun en yüksek tepesine çıkarmalarını,eline bir taş almasını ve bu taşı nereye kadar fırlatırsa oraya kadarki bölgeyi ona vereceğini söyleyerek gönderir.

Adamlar yine Tıkandı Babayı İstanbul/Üskidarda en yüksek tepesine çıkarmışlardır.Tıkandı Babaya bir taş almasını söylerler.Tıkandı Baba ise orada bulunan o kadar taşlar içerisinde bu taş eğri,şu küçük deyib okadar orada bulunan taşlar içerisinde araya araya kaldırılması güç olan büyükçe bir taşı alır.Kaldırıp en uzak mesafeye atmasını söylerler.

Gerek yaşlılık ve güçsüzlük ve de yorgunluk eseri zorlanan Tıkandı Baba uzaklara atayım derken kontrol edemeyi taşın kaymasıyla taşı başının üzerine düşürür.

Ve Tıkandı babaya düşen yer ancak bir mezarlık kadardır.

Durumu Sultan Mahmuda iletirler.Sultan mahmud o meşhur sözünü söyler:

Vermezse Ma’bud / Ne yapsın Sultan Mamud…der.

Sultana sorarlar;Neden doğrudan vermediniz de,imtihana tabi tuttunuz?

Sultan cevabında;Allah’da sınamıyor mu?Bizler de sınanmıyormuyuz?Vermezse Ma’bud / Ne yapsın Sultan Mahmud…

“Nasibuke yusibuke velev kâne tahte cebeleyn”-Nasibin iki dağın altında da olsa sana ulaşır.-Yani nasib olmazsa ne gelir elden/Nasib olursa gelir Yemenden…

Memleketimizde bu tıkanıklığı yaşamaktadır…

Bizlerde hayatımızda bu tıkanıklıkları yaşamaktayız…

Mehmet ÖZÇELİK

08-06-2005

[1] Bak.Yeni Şafak.2-6-2005.




MADDENİN ARDINDAKİ SIR…ÜZERİNE

MADDENİN ARDINDAKİ SIR…ÜZERİNE

İnanç konusunda en sağlıklı ve doğru görüş ve isabetli yol ehli sünnet ve cemaatın yoludur.Ancak bu yol içerisinde de orta yolu takib edenlerin kaygan zeminde yürüyüp patanaj yaptıklarına da şahid olmaktayız.Bu durumda genellikle ifrata karşı tefritte,tefrite karşı da ifratta bulunmaktan kaynaklanır.

Maddenin ardındaki sır adlı cd eserinde de;Materyalistlerin her şeyi maddeye vererek maddeyi ilah durumuna koyan düşüncelerini çürütme yoluna gidilirken ifrat edilip maddenin varlığı da yok kabul edilip,hayali olarak değerlendirilmiştir.İfrat harekete tefritle mukabele edilmiştir.Bırakılan açık kapıdan çok su-i istimallere gidebilecek kapılar açılmıştır.

Aynı zamanda konuya Vahdet-ül Vücud nazarıyla bakılarak varlığın birliği konusu işlenilmiştir.

Vahdet-ül Vücud;varlığın birliği adıyla her şeyde Allahın varlığı ve birliğini görerek O’nun dışındakileri inkar edip,sadece var ve varlık olarak onun varlığını kabul etmektir.Görünen veya varlık adıyla ve namıyla hiçbir şey yok ancak onun varlığı vardır,demektir.

Bu görüşün sahibi olan Hallac-ı Mansur manevi kemalatıyla her nereye ve neye bakarsa orada Allahın varlığını görmekte,kendisinde de hakeza O’nu ve O’nun varlığını görmesi üzerine –Enel Hak-yani Ben Hak’ım,Allah’ım,ifadesiyle kendi ve kendisi gibi olan varlıkları inkar etmiş,sadece varlık olarak Allah’ın varlığını kabul etmiştir.

Cezbe halinde söylenen bu sözden dolayı bu zat mazurdur.Buna rağmen şeriat kılıncıyla cezalandırılmış,dinin zahiri hükmüne göre dünyevi cezası uygulanmıştır. Ancak onun dışındaki bir kimsenin böyle bir ifadeyi cezbe hali olmaksızın söylemesi dinen bir küfür ifadesidir.

Burada Din ve Allah hesabına bütün mahlukat inkar ve reddedilirken, materyalistlerce de tabiat ve madde hesabına Allah ve Din inkar edilmektedir.

Tarih yine tekerrür etmektedir.Bazen din adına,bazen din dışı bir inanç adına!Hayalin altında kurtuluş aranırken,yine her şeyler hayale büründürülmeye çalışılmaktadır.Hakikat tatlı olduğu kadar,acıdır da…Acıları red uğruna tatlı olan hakikatlar hayale sarılarak feda edilmektedir.Birisi hakikatsızlıkta hakikat ararken,öbürü hakikatlarda hakikatsızlık aramaktadır.

Vahdetül Vücud konusunda Bediüzzaman hazretleri isabetli izah ve tesbitlerde bulunmaktadır.Buradan hareketle özetleyecek olursak:

Rasulullahın açtığı ve umumun gittiği gerçek yolun ilk üç asırda bulunan sahabe,tabiin,mezheb imamı olduklarını ifade etmektedirler.Ehli vahdetil vücudun tarzına alternatif olarak şu dört esas ile gitmeyi tercih etmektedir;” Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki Dört Hatve…”,”Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.”[1]

Kainata kendi hesabına bakanların bir kısmı inkara giderken,bir kısmı da onun inkarına gitmiştir.Orta yol ise tüm varlıklara yaratıcıları namına bakmak,onları Allah’ı gösteren ve bildiren birer eser olarak değerlendirmektir.

Sual: Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telâkki ediliyor. Halbuki, velâyet-i kübrâda bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden, bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?

Elcevap: Hâşâ! Şems-i risaletin en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ onlarındır.

Vahdetü’l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar,orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü’l-vücuddan değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tâbiîn ve asfiyanın caddesidir. [2]cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-ı Hakkın, [3]mazmunu üzere, hiçbir şeyle müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezzîden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlıkıyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. “Heme ost” (Her şey O’dur)değil, “Heme ezost”(Her şey O’ndandır,onun yaratmasıyladır)tur. Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz.”[4]

Tıpkı bir devlet başkanının devletin her kademesinde oraya münasib olarak bir hakimiyeti olduğu gibi,Cenab-ı Hak’da her bir isminin ayrı ayrı tecellisiyle iş görmektedir.

Veya dört tarafı aynayla kaplı odalara giren insanlar kendi aynalarında kendi kabiliyetlerine göre ve kendi kabiliyetlerini görürler.Başkalarındaki farklılık ona mani olmadığı gibi,kendisinde görülenin onlarında farklılaşmasına da engel teşkil etmezler.

Cenab-ı Hak da her insanın yaratılış aynasında ayrı ayrı tecelli etmektedir.

“Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud madem Lâ mevcude illâ Hû der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin aynasında vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.”[5]

Varlıkların hayal olarak kabul edilmesi;Allah’ın hakiki bir varlığı değilde hayali bir varlığı yaratmış olduğunu kabul ederek Allah’a iftirada bulunmakla kalınmayıp,Allah’ın kullarını aldattığı vehminin de kabul edilmesi gerekir.

Allah zatı ve sıfatları itibarıyla nasıl hakiki ise,yarattıkları itibarıyla da hakiki ve gerçektirler.Kendisinin hakiki,yarattıklarının ise hayali olması düşünülemez.Burada varlıkların varlığının O’nun varlığı ile mukayesesi söz konusu değildir.Zira O’nun varlığının yanında,diğer varlıklar solda sıfır bile olamazlar.Ancak bu onların reddini gerektirmez çünki reddedilmesi halinde Allah’ın Halikiyeti,yaratıcılığı inkar ve red edilmiş olur.

“Tarikatin gayet mühim bir meşrebi olan “vahdetü’l-vücud” namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcibe nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki, vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ makamında onları hiç saymak, hattâ mâdum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gider.

O meşrep, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor, vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücut tevehhüm eder; o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mâbudiyet derecesine çıkarır-neûzü billâh-Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.”[6]

Bu meslek ve meşrebin özellikle zamanımızda tehlikesine değinen Bediüzzaman;“Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki, dünyada meşârib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü, ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?”[7]

Bu yolun umumi bir yol olmayıp hususi bir yol olması sadece o yolda süluk edip giden zatı ve onun gördükleriyle yaptığı tevilleri kapsar ve bağlar.Umumu bağlamaz.“Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.”[8]

Çünki;” Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.”[9]

Vahdetül vücud meselesi bir saplantı,bir kaçış,bir anlama zorluğundan dolayı inkar,özel bir hal,kısır bir düşünce,dünya nefretinden ziyade dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır.Gıda ile doyum değil,meyve ile avunma ve yetinmedir.

“SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.

Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder.

Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arabın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.”[10]

Vahdetül vücuda bir iltibas vardır.Zira ayna ile aynada görülen birbirine karıştırılmaktadır.Bu durumda da ya ayna veya aynada görünen inkar edilmektedir.Birinden materyalist görüş,diğerinden de vahdetül vücud zuhur etmiştir.“Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin delilleri ve aynaları olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda delâletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki, güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir ayna parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O ayna güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân var” vuzuh-u delâletine ve kemâl-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı Lâ mevcude illâ Hû bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak demişler.”[11]

Osmanlı paşalarından birisinin oğluda her şeyi hayal ve yokluğa atar,hiçbir şey yok,ben de yokum,der.Yine böyle bir yemek esnasında sofrada bulunan her şeyi yok olarak niteler.Baba artık dayanamaz ve yemek bulunan tabağı kaptığı gibi oğlunun kafasına çarpar.Bunun acısıyla oğluda feryadı basıp ağrıdığını ifade eder.

Baba cevaben;madem bu yoktu,sen yoktun acı nereden çıktı ve nasıl oluştu,der.Böylece bu mantıklı cevab karşısında ağrıyı unutmayan oğlu bir daha da böyle iddialarda bulunmaz ve vaz geçer.

“Evet, vahdetü’l-vücuddan bahseden, fikren serâdan Süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Âlâya diken, istiğrâkî bir surette kâinatı mâdum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla Vâhid-i Ehadden görebilir. Yoksa, kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin” desen, mânen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.

Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.”[12]

“Ve keza, Vahdetü’l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetü’ş-şühud halkı ise, bütün mevcudatı, görerek, cezalılar gibi nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.”[13]

“S: Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani

(Kainatta hakiki tesir sahibi ancak odur.)sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.”[14]

Kur’anın açtığı umumi bir yol olmayıp,özel hal de olanların özel patika yollarıdır.

Bu meslek sahiblerinin müşahedelerini dilleriyle ifade de aciz kalmalarının veya kendi bulundukları hale göz önünde bulundurup başkaların ihatasızlığıyla çatışması ve makamlarına çıkamamasından farklı anlayışların zuhurudur.“Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudatta tecellî-i esmâ ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu. Maddeperver hükemâ ve zaîfü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır.”[15]

En tehlikeli olanı ise;Batıl Hululiye mezhebininde çıkmasına sebeb olan;Allah’ın varlıkla,varlıkların da Allah ile bütünleşip,birleşip,birbirlerinin içine girip,bir cihetle hristiyanlıktaki teslis akidesi olan üçün biri yani üçü (Tanrı-Ruhul Kudüs-oğul)birde toplama inancını doğurmaktadır.

“Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki, bazı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücuda bir münasebet gösterir.

Elcevap: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki, vücud-u Akdese hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani, âlemden Sânii müşahede etmek tarikiyle takip ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudata tecellî-i esmâ ve sıfâtı ise, dîku’l-elfaz sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye” ve “hayat-ı sâriye” tâbir ettikleri hakaiki başkalar anlamadılar. Su-i tefehhümle, kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vahiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına! Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, serâ derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet, şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin duçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki, insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla

(Yani: Allah’a yemin olsun ki hayır. Serâ nerede, Süreyyâ nerede? Herşeyi gösteren ışık nerede, herşeyi örtüp saklayan zulmet nerede?)

demeye mecbur oluyor.

…Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. Fakat vahdetü’l-vücudla mecazen tâbir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hukema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.

…Şu mutasavvifînin reis ve kebîri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden, mârifet-i İlâhiyeden hiçbirşey istişmam etmemiştir. Evet, mümkün, Vaciple nasıl ittisal ve ittihad edecek? Kellâ! Evet, mümkünün ne kıymeti vardır; ta ki vâcip onda hulûl ede? Hâşâ! Neam, mümkinde füyuzat-ı İlâhiyeden bir feyiz tecellî eder. İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezc etmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiyye o derece Vâcibe hasr-ı nazar etmişler ki, mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır; “Bir vardır” derler. El’insaf! Serâ-Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemî envâ ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelâle kasem ederim ki, dünyada şu iki mesleğin temasını intaç eden rey-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir rey yoktur.”[16]

Vahdet-üş şuhud ise:“Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes’eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem’asında, Hazret-i Muhyiddin’in bu mes’eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes’ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik’ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya’ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ’ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş’a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş’a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver, herkesten Kelâmullah’ı işitirsin.” desen, mânen Arş’tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.”

Özetle:Varlıklara vücud vermemek;Allahın sıfatlarının tezahürünü kabul etmemektir,Kendi varlığını kabul ederken,yaratıcılığını,ustalığını,ortaya koyduğu sanatın hakiki değil de hayali olduğunu öne sürmek,maddeye uluhiyyet vermek,herşeyin O’ndan yani onun yaratmasıyla değil de,her şeyin O olduğunu kabul etmektir.

Her şeyin hayali olduğunu iddia etmek;dünya hayatındaki imtihanı kabul etmemek,iman ve amelin,namaz,oruç gibi ibadetlerin ve ahlakın bir neticesi olmadığını düşünmek,sonuç olarak ahireti kabul etmemek demek olup cennet ve cehennemin olmasını gerektirecek bir sonucun çıkmayacağını şuurlu veya şuursuz olarak ileri sürmek demektir.

Aynı zamanda peygamberlerin gönderilmesinin,kitapların inerek emir ve yasakların,dinlerin gönderilmesinin anlamsızlığına inanılmış olunmaktadır.

Tarih ve tarihi olaylar tamamen hayali olan bir rüya alemi gibi değerlendirilmeye çalışılmakta,koca tarih inkar edilmektedir.

İman ve marifet sırrıyla her şeyde bir birlik ve birin eserini olduğunu görmeyenler,uzun yollardan künganlarla,birçok çıkabilecek arızalarla su getirmeye benzer.Oysa okumasını bilenler her şeyin üzerinde adeta –Made in Allah- yani bu Allah yapımıdır diyerek O’nun varlığını ve sanatını görebilirler.

Bu arada şuna da değinmekte yarar vardır:Matrix adlı film büyük bir emekle hazırlandığı görünmektedir.Burada da işlenen belirli yanlışlar göze çarpmaktadır.Bunlar ise,

-Herşeyin bir rüya ve hayal olduğu,

-Görüşlerin ve görünenlerin hayali olduğu,

-Ahiret inancını zedeleyen,yaşanılan olayların daha önceden de yaşandığı,işte bunu görmüştüm,beklenen son,ben de burada bekliyordum,bu kaçınılmazdı,kendi sonunu kendi hazırladı ifadeleriyle adeta insana düşen,yapması gereken bazı şeylerin yapılmasının bile gereksiz ve zararlı sonuçlanacağına işaret edilmektedir.

-Üretilen Neo yani hayali,ışık ve enerjik bir güç ilahlaştırılmaktadır.

-Sevginin insan yapısından ziyade daha sonradan insan zekasının ürettiği bir olgu olarak kabul edilmektedir.

”İnsan öldükten sonra kabirden diri olarak çıkarılacak mıyım?der.O insan,daha önce kendisini hiçbir şey değilken yarattığımızı hiç düşünmez mi?”[17]

Yaratılma gibi hayat,ölüm ve diriliş hak olarak gerçekleşmiş ve devam edecektir.Sübutu olmayanın hakikatı olmadığı gibi,hakikatı olmayan sabit olmaz.

Mehmet ÖZÇELİK

25-02-2004

[1] Sözler.212.

[2] Varlıkların sabit birer hakikati vardır.Eşyanın hakikatı sabit ve gerçektir.

[3] “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Şûrâ Sûresi, 42:11.

[4] Mektubat.384-385,Lem’alar.598.

[5] Age.385.

[6] Age.564-565.

[7] Age.565.

[8] Lem’alar.598.

[9] Age.598.

[10] Age.600-602.

[11] Age.635.

[12] Age.740.

[13] Mesnevi-i Nuriye.10 risale.

[14] Age.

[15] Age.Nokta.

[16] Muhakemat.

[17] Meryem.66-67.




KÖRLER ÜLKESİNİN GÖREN GÖZLÜLERİ

KÖRLER ÜLKESİNİN GÖREN GÖZLÜLERİ

Bir memlekette sihirli bir su vardır.Ondan içen herkes delirmektedir.Memlekette bulunan herkes o sudan içmiş ancak memleketin yöneticisi ve yardımcısı içmemiştir.Delilerin içerisinde akıllılar deli durumuna düşmüşlerdir.Son çare olarak bunlarda o sudan içmeye ve diğerleri gibi deli olmaya karar verirler ve diğerleri gibi olurlar.Artık rahatlamışlar,diğerleri tarafından da alaya alınmamaktadırlar.Bir farkla artık akılları yerinde değildir.

Deliler memleketi olurda hiç körler memleketi olmaz mı?Körler ülkesinde yaşayan görenler,körlerin yanında kendileri kör,körler gözlü durumunda kalmaktadırlar.Bu birkaç tane körde ya kendileri de diğerleri gibi kör olacaktır ki rahatlasın ve onlarla daha rahat bir ortamda anlaşabilsin veyahut da körleri tedavi etsinler.

Tanzimattan bu yana aydınlarımız hakikatı görememekte,kendi karanlık dünyalarında aramaktadırlar.İçlerinde bulunan birkaç gözü açık veya açık gözlü aydınlar onların içerisinde ya kaybolmakta veya dışlanmaktadır.

Hakkında çok şey söylenip yazılan aydınlarımızdan birisi de Cem Karacadır.Kendisiyle yapılan bir röportajda Tanrıyla barıştım ifadesini kullanmıştı.Olayı özetle şöyle izah etmekteydi:

Kendilerinin kendi kafalarında tasarladıkları bir tanrı tasavvuru içerisinde olduklarını yoksa gerçek manada bir inanma olarak inanmış olmadıklarını,genel olarak materyalist bir dünya görüşüne sahib olduklarını ifade etmekteydi.

Kendisi üzerinde Almanyada bir kadının şu sözünün etkili olduğunu söyler.Aslında bu söz Hz.Aliye aid bir sözdür.

“Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi Allah yoksa,ibadet yoksa bizim bunlara inanıp yerine getirmemiz halinde kaybedecek bir şeyimiz yoktur.Eğer var ise ki bir çok varlığının delilleri mevcuttur,işte o zaman vay sizin halinize…”

Çalkantılı yılların çalkantılı adamı…Arkadaşları tarafından döneklikle suçlansa da ömrünün sonunda kendisiyle kurulan diyalog,hoşgörü ve yaklaşımlar etkili olmuş,Yurt dışına sürülmesinden sonra Özalın girişimleriyle tekrar memleketine dönmüştür.

Sol kesimin başlangıçta sahiblendiği bu insan,hayatının sonunda onlardan farklı olarak kopardığı toplumla olan bağlantısını tekrar bağlama yoluna girmekteydi.Bunun tezahürüdür ki,öldüğünde cenazesinin alkışlarla değil de tekbirlerle kaldırılmasını vasiyetinde belirtmişti ve öyle de oldu.

Kendisi bu millete yönelince,millette ona yönelmiş,onu tekbir ve rahmetlerle uğurlamıştı.Bu millet kendisine sırt çevirene de sırt çevirmesini bilmektedir.

Barış Manço gibi insanlar bunu da ölümünden sonra ancak anlamaya çalışıyorlardı.

Bir kısmıda dönek olarak ithamda bulunuyordu.Nitekim Nazım Hikmetten şiirlerin okunacağı bir geceye Karaca çağrılmıyor, sebeb olarak da şöyle deniyordu:”Ezan okuyan insanın Nazım Hikmet okuması bana ters geliyor.Bölünmüş,parçalanmış bir sol ortamda baktı ki yaşayamayacak,hem ezan hem Nazım okumaya başladı.Bu benim için oportünizmdir.Cem karaca dönektir.”[1]

O her şeyin moda olduğu dönemde solun sanatçısı olarak sanata başlamış,hayatının sonunu da milletin sanatçısı olarak bitirmişti.

Kendisiyle yapılan bir röportajda:”Ezanın Türkçe okunmasına ne diyorsunuz?”sorusuna olumsuz cevap verirken şunları da söylemişti:”Bir kere,sabah ezanının hele güzel okunduğu takdirdeki güzelliği Türkçe okunduğunda aynı huşu hissini insanlara verecek mi,vermeyecek mi?Sabah ezanları bana özellikle çok dokunur.Sabaha doğru Beyoğlu’dan dönerken,kafalar hafif kıyak,orada şöyle bir ezan okunuyor ki,insan bir iç hesaplaşmaya giriyor.”[2]

Onun son sözü onun hakkında son hükmüde veriyordu:

“Dervişanız’Hak dost’deriz

Dercişanız dervişan

Allah yar,yar

Bu can emanet bedebe

Sonunda sarılır kefene

Allah yar,yar

Yol bir,akıl bir

Bak da görebil

Sev,korkma sakın

Rab sana yakın

Allah yar,yar

Üç var,yedi var

Oniki var,kırk var

6666 inen var

Allah yar,yar.”

Allahdan kendisi için rahmet diliyor,yarıyla yar olsun.

Bu asrın toprağında tanelerin her biri bir tarafa dağılmış;arpa-buğday birbirine karışmış,bu durumda iyi bir sentez ve analiz gerek…Saçılan tanelerin bir araya getirilip toplanması gerek…

Yapılan itiraflar ve geçen zamanlar en büyük müfessir olup hakikatları tefsir ve izah ediyor.

Hasan Cemal:”Kimse kızmasın kendimi yazdım”eserinde ifşaatlarda bulunurken,bir siyasi partinin fikir babalığını yapan Ali Bulaç’da büyük bir dönüşle yeni bir çizgi ve yeni bir cemaat kendisi için çiziyordu.

Diğer taraftan,”İslamcı yazar Mehmet Metiner’in ‘‘Ben değiştim’’ diyerek yaptığı özeleştiri, İslamcı köşe yazarlarının büyük tepkisini çekti. “[3]haberi de bir dönemin muhasebesini gündeme getiriyordu.

Yıllardır içerisinde bulunduğu siyasi partideki özellikle Akıncılar derneğinde faaliyetlerinin sertliğe yönelik olduğunu ifade ve ifşa ediyordu.Heykelleri yıkma düşüncesinde olduklarını,cihad ile devlete sahib olmaya çalıştıklarını,Taliban kafalı olup,şeriatı devlet eliyle gerçekleştirmek istediklerini söylüyordu.Din üzerinden siyaset yapmanın artık yanlış olduğunu anlamış olduğunu,din devleti kurma isteğinde bulunduklarını,Humeynicilik ve İran devrimini alkışladıklarını ifade ediyordu.

Bütün bu ifadelere rağmen,kendisini de dönek olarak nitelendirmelerine rağmen gene de kendisinin televizyondaki konuşmalarından durulma çabası içerisinde olmakla beraber daha durulmadığını,kendi iç dünyasındaki hesaplaşmanın tam bir netliğe kavuşmadığını da ifadelerinden anladım.

Bizler yıllarca yani 30 yıldan fazla süren bir zaman sürecinde hep söyledik;Siyaset yolu ile sağlıklı ve köklü bir hizmet yapılamaz.Gerçek hizmet halkın inanç yönünden birebir mükemmelleştirilmesi,dünyevi tüm menfaat ve bağlardan azade olarak ihlasla ve samimiyetle dine hizmet edilmesidir.

Zira doğrudan dine hizmet,siyasetler üstü bir siyasettir.

Siyasetin çirkin yüzünden ve neticesindendir ki Bediüzzaman;şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçmış,siyaset yoluyla dine hizmet etmeyi asıl maksad yapmamıştır.Ve zamanda onu her yönüyle tasdik etmektedir.

Mehmet ÖZÇELİK

18-03-2004

[1] Yeni şafak.A.Kekeç.11-02-2004.

[2] Yeni Şafak.10-02-2004.

[3] Hürriyet.9-2-004




K O M P LO L A R

K O M P LO L A R

Komplo diğer adıyla bir tarafın kendi menfaatı için yapmış olduğu plan ve proje.Bu karşı tarafın zararına olabileceği için menfi yönde kullanılmaktadır.

Komplolar her devlet için uygulanabildiği gibi özellikle güçlü olanların kendi güç kontrollerini isbat etmek amacıyla sık baş vurdukları yollardan ve verdikleri göz dağından ibarettir.

ABD’nin yeni Dünya Düzenini oluşturmada,BOP yani Büyük Ortadoğu planının gerçekleşmesinde önemli ve ileriye dönük komploları vardır.

ABD dışişleri bakanı Rice’ın ifadesiyle;22 İslam devleti düzenlenecek.Bunlar ister demokratik usulle,ister saldırılarla.

Demokratik usul dediği de;ABD Başkanı Bush-un ifadesiyle;İran halkını Tahran yönetimine karşı kışkırtırken,Suriyeyi terörist,Mısır ve Suudi Arabistanı da demokratik reformları yapmada gecikmekle suçlayarak bir girişimde bulunmakta ve tehdit etmektedir.

Irak’a demokrasi getireceğini söyleyen ABD,İsrailin güdümünde,bir yandan da Türkiye gibi ülkeleri cezalandırıp başka uğraşacakları ve başlarını kaşıyacakları bir zaman bulmamaları için,nitekim daha önce de 20 yıl PKK illetiyle meşgul edildiği gibi,bugün de Kürt devleti kurma komplolarıyla uğraşmakta ve uğraştırmaktadır.

Ve bunu yaparken de bir eğlence ve zevk olarak yapmaktalar.Nitekim Amerikalı general Mattis,Afaganistan ve ırak’ta insan öldürmenin çok eğlenceli bir şey olduğunu söylemektedir.

200 kişilik bir paneldeki konuşmasında;İnsanları ‘Zımbalamanın’eğlenceli olduğunu söyleyerek,Iraktaki direnişçiler konusunda da;”Gerçekten de savaşmak çok eğlenceli bir şey,İsrafilin Sur’u gibi.İt dalaşını seviyorum.”

Afganistan konusunda da;”Eğer afganistana giderseniz,erkeklerin örtünmediği için 5 yaşındaki kız çocuklarını bütün güçleriyle tokatladığını görürsünüz.Ben bu gibi adamlarda zerre kadar insanlık olmadığı düşüncesindeyim.Bu yüzden de böylelerini öldürmek çok eğlenceli oluyor.”[1]

Bu küstahca sözünden dolayı ceza almadığı gibi,askerlik psikolojisi olarak normal görüldü.İşte batının komplo teorileriyle gerçekleştirdikleri.İnsanlık yapma bahanesiyle insanlık dışı davranışlar.

Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek…

5-Şubat-2005 günü Flaş tv-de yapılan komplo teorileri üzerine 5,5 saat süren bir faydalı konuşma yapıldı.Ancak bunun büyük çoğunluğunu Eşref Bitlis Paşanın uçağının buzlanma sonucu düşerek 6 kişinin şehid olması konusu üzerine kilitlendi.

17-Şubat-1993 yılından beri süregelen bu olayın bir komplo olduğu genel bir kanaat olarak belirlendi ve de belgelendi.Özetleyecek olursak;

Olayı araştıran Emekli Hakim K.K.K. askeri başsavcısı Hakim Albay Yüksel Ferah,kendisine sunulan raporda yüzde altmış buzlanma,yüzde kırk teknik hata derken,savcı sonucu ilk defa söylenen,yüzde doksan pilottan kaynaklanan pilotaj hatası,yüzde on buzlanma olarak karara bağlıyor.

Konuşmanın genelinde görülen durum şu oldu;Karar isabetli alınmamış,tüm yönleriyle araştırılmamış,teknik bilgisine danışılanlardan gerekli sonuç çıkarılmamıştır.

İTÜ ve ODTÜ’den altı,toplamda 9 kişiye danışılmış.Onlardan biri olup konuşmaya katılan İTÜ Prof-u Ahmet Nuri Yüksel,kendilerinin kendilerine sunulan sınırlı bilgi isteme sorularına,olayın kesinlikle ve ismi gibi bilerek buzlanmadan ve sonundaki uzun kararında da bunun içerisinde sabotaj ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerektiği yönünde beyanatta bulunduklarını söylemiştir.

Savcı ise ilk defa kesinlikle buzlanmadan kaynaklanmadığın söylmekte ve raporu o yönde verdiğini bildirmektedir.Tüm teknik elemanlar ise buzlanma sonucunu öne çıkarmaktadır.

Uçak 17-Şubat-1993,saat 12-19’da kalkıyor,12-22’de tecrübeli ve ABD’den getirilen Yaşar Evian tarafından 3 dakika sonra Motorda bir anormallik olduğu söyleniyor,12-26’da radardan kaybolup birkaç dakika içerisinde düşüyor.

Söze katılan şahitler motorun havada yandığını söylerken,raporda düştükten sonra olduğu belirtiliyor.

Belgelere göre Savcının soruşturmayı yaparken,üzerinde büyük bir baskı olduğunu söylüyor.

ABD’den gelen heyet uçakta bir şey olmadığını söylüyor.Uçak düştükten sonra geç gelindiği,bazı parçaların,motor gibi değiştirildiği söylentileri olayın komplo ihtimalini arttırıyor.

Uçağın inerken değilde,çıkarken düşmesi,pilotun motordan bir ses geldiğini söylemesi,yapılan motorun bazı perdelerinde çizikler olduğu,oysa bu çiziklerin olabilmesi için bin derecede bu işlemin yapılmasının gerektiği…

Özellikle ve özellikle,bir aydan fazla orada nöbet tutan askeri subay nöbetçisinin,bir gün önce geceden bir binbaşının gelerek girmemesi gerektiği halde ve yasak olmasına,şimdiye kadar böyle bir şey olmamışken,Uçak Hangarına girdiği komplo ihtimallerini arttırmaktadır.

İhmallerde söz konusudur.Uçakların kalkmadan önce dona karşı alkollemelerinin yapılması ki,bunun olmadığı veya çok önceden yapılmasından dolayı muteber olmadığı veya motorun değil de pencerelerinin buzlanmasını engellemek için alkolleme yapıldığıdır.Bu da motorun ve pervanelerinin buzlanmasına neden olmaktadır.

Şehid olan 2.pilotun ablası ise,alkollenme olmadığını söylemiştir.

Savcının ifadesine göre,Paşanın 3,5 saat geç gelmesine rağmen,motorun sürekli çalışma halinde olduğu söylenirken,orada bulunan görevli yetkilinin öyle olmadığını söylemesi,çelişkili ifadelerle komplo ihtimalini arttırmaktadır.

Eşref Bitlis PKK konusunda hassas ve üzerine giden bir kimse idi.Oda Tıpkı Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ul Hak gibi bir komplo kurbanı oldu.

Komplo kurbanlarından;Genel kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu çadırında neden silahlı saldırıya uğradı?

Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş,bir er tarafından kahvesine zehir konularak neden zehirlenmeye çalışıldı?

Başbakan Turgut Özal,konuşma anında neden öldürülmek istenip,parmağından bir kurşun sıyrığıyla kurtuldu.Ölümü ise yine bir zehirlenme olayı ile bitirildi.

Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat bir ay içerisinde hastalığı tesbit edilmeyip neden zehirlenmeye kurban edildi.

Geçmişe doğru;Peygamberimiz zehirlenmeye çalışıldı,Fatih Sultan zehirlendi,Bediüzzaman Said nursi 19 kere zehirlendi.

Faili meçhul cinayetler ise bütün bu komploların düğüm noktaları.Düğüm noktası bilinen Susurluk kazası bir türlü neden aydınlatılmadı.

Eğer aydınlatılırsa;Derin devlet tehlikeye mi girer?Eşref Bitlisin ki gibi,anlaşılır ve bilinirse birileriyle savaşa mı girilir?

Asker asıllı olan Yeşil Kim?Nerede?Ne yapmakta?

Uğur Mumcu’nun failleri bulunmamakta ve bulunacağa da benzemiyor.Çünki oda bir karanlığa ışık tutmuştu.İşte bir örneği;

26-Eylül-1992 tarihli –Hizbulkontra!-başlığı yazısında“Songünlerde güneydoğuda işlenen cinayetlerin arkasında kimler var?Bir sava göre’Hizbullah’.Bu savın sahipleri,Hizbullah örgütünün devlet tarafından desteklendiğini,bu cinayetlerin’Kontgerilla’ örgütünce planlandığını,”Hizbullah’adlı İslamcı örgütün bu amaçla kullanıldığını da ileri sürüp,bu örgüte”Hizbulkontra’adını takıyorlar…’Kürt Hizbullahı’özellikle son bir yıldır PKK’ya karşı saldırılar düzenliyor.Bu saldırılar,devlet içindeki örgütler,örneğin”Kontgerilla’olarak bilinen eski adı’Özel Harp Dairesi’ tarafından destekleniyor mu?Bunu bu gün için bilmeye ve yazılı belgeye dayanarak kanıtlamaya olanak yoktur.Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir-komuta ile değil,12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.12 Eylül öncesinde kurulan bu ilişkilerin bir kısmı yazılı belgelere dayanılarak kanıtlanmış ve ilişkiler bu köşede yayımlanmıştı.Ancak bu ilişkilerin devletin hangi tepe noktasına ulaştığı ise bir türlü anlaşılamamıştı.Bugün,hükumetin başta Musa Anter cinayeti olmak üzere bölgede işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir.Bu cinayetler aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp giderse devlet,haklı ya da haksız,yanlış ya da doğru bu tür suçlamalardan kurtulamaz.”[2]

Nitekim öyle de olmaktadır.

9-Şubat-1997 PKK itirafçısı Murat Demir kendisiyle yapılan röportajda Radikal gazetesi muhabirine şunları söylüyor:”İlk başlarda Hizbullah diye bir örgüt yoktu.Hizbullah adını 1992’nin sonuna kadar biz kullanıyorduk.Daha sonra gerçekten Hizbullah-PKK çatışması oluşturmuşturk.Fikir Yeşil’den çıkmıştı.Fakat Yeşil,bir süre sonra Hizbullahı denetleyemez oldu;örgüt,Batman ve diğer yerlerde bağımsız eylemler koyup kızlara,kadınlara saldırdı.”[3]

Komplo uzmanı Emin Gürsesin beyanı üzere;Bir batılı bizimkilere yaptığı teklifte,bir kürt milliyetçiliğinin oluşacağını,bunları şimdiden ortaya çıkarıp tasfiye ile tesirlerini azaltabileceğini söylemesi üzere,bunlara şiddet uygulanıyor,dağlara kaçıyor ve zaman içerisinde kontrol güçlüğü çekiliyor.

Yıllarca onlar silahla ve yiyecekle dağlarda beslendi

İşte incirlik ve İşte Çekiç Güç..altı ayda bir sürekli süresi uzatıldı.

Ceviz Kabuğunda bir Radar Binbaşısı itirafında;İncirlikten atış eğitimi yapmak için Konyaya gitmek üzere kalkan dört Çekiç Güç uçağından,Konyaya haber verdiğimizde ikisinin oraya gittiğini,ikisinin ise nereye gittiğinin bilinemediğini ve bizim radarlarımızın bunu tesbit gücünün olmadığını ifade etti.

Bir arada Apo’nun askerlerimiz tarafından köşeye kıstırılmasına rağmen,gelen bir emirle geri bırakılması komplonun boyutlarını göstermektedir.

Radar binbaşısının bunu açıklar diğer bir ifadesinde de;kendisinin görevli olduğu ve Aponun Suriye/Şamdan kalkışını gelen yazıyla kontrolü sırasında,Gaziantep tarafına Şamdan kalkıp Rusya/Soçi’ye gitmekte olan bir haberi başka birimdeki diğer bir subaya bildirmesine rağmen,onunda üstlerinin emri üzerine indirmeye ve soruşturmaya yetkilerini beyanı üzerine hava alanlarımızdan rahatlıkla geçiyor ve birkaç gün sonra Apo bizim elimiz karışmadan,başkalarının becerisiyle!!yakalanıyor.

Kenan Evren’de ihtilal yapmadan önce aşrtların olgunlaşmasını beklediklerini ifade ve itiraf etmiştir.

Şartlar olgunlaştırılıyor.Çünki komplo öyle işliyor.

Bugün tüm askeri cihazlarımız ABD ve diğer batılı ülke bağımlısı.Rahatlıkla uçaklarımız ve diğer cihazlarımız kontrol edilebilir.

ABD Irak’a kimyasal silahlar araştırması yapmak üzere gittiklerinde;araştırıcıların bilgisayarlarına kaydettikleri bilgiler,anında ana merkezde yer tesbiti yapıp,yarım saat içerisinde orası bombalanıyor.Bugün ABD aynı yöntemi o bahane ile İrana uygulamaya çalışmaktadır.

Şu an ABD’de yerli ABD’lilerden ziyade belli gurupların atı cirit atmaktadır.

Şimdilerde de bütün hedef yüz sene önce olduğu gibi;Musul-Kerkük üzerine dönderildi.Hesaplar oraların üzerinden yapılmaktadır.Petrolü bol bir İsrail gibi çıban başı Kürt devleti…Artık kimse İsraille uğraşmayacak,Kürt devleti ve Kürtlerle uğraşacak.PKK’nın genişleyen yeni alan ve komplosu…

Bizde de bir sarstı.MSP-RP-Fazilet’in uzun yılar devam eden misyonu devre dışı bırakıldı.

ANAP devre dışı bırakıldı.

MHP bitirilme noktasına getirildi.

CHP uyarılarak bitirilmeye çalışılıyor.

DYP’ye bakmak üzere kenarda yer veriliyor.

AKP’den bir şeyler koparılmaya çalışılıp,uyumlu bir görüntü veriliyor.

Beklenilen yeni senaryo ve göz dağları.

Belkide yine gelebiliriz..bekleyiniz…

-9-5 şiddetindeki Güney Asya depremi olup,Endonezya,Hindistan,özellikle Açe’de 400 belki de daha fazla insan ölünce,daha önemlisi bazı yerlerin coğrafyadansilinmesiyle,ilk ortaya atılan bir komplo olduğu yönünde idi.

Acaba ABD’nin bir hesabı mı vardı?

Çünki ABD 1992’de 1054 nükleer deneme yapmış,bunun 839-unu yer altında yapmış,Fransa ise 167 deneme yapmıştır.

Yine böyle bir denemenin tetiklemesi üzerinde duruldu.

Nitekim bizdeki Gölcük/Sakarya depremlerinde de buna benzer senaryolar hiç de yabana atılacak senaryolar değillerdi.

Deprem teknolojileri üzerine yapılan araştırmalar yıllardır devam etmekte,elektromanyetin silahlar varlığın korumuş olup,bunlarda 1976’da yasak silahlar kapsamına alınmıştır.

Artık silahla ve okla savaş epey geri kalmıştır.Ta 1970’lerin sonlarında çıkan bir haberde;Rusların labaratuvarlarda mikrop üreterek bunu biyolojik silah olarak kullanmayı sürdürdüğünü bildirmekteydi.

Artık ucuz ve etkili silahlar kullanılmaktadır.

Nice komplo denilen şeyler zaman içerisinde gerçek olarak çıkmıştır.Bize göre komplo,başkalarına göre görev ve planın uygulanması,devlet ve vatandaşlık görevi…

MEHMET ÖZÇELİK

06-02-2005

[1] Yeni Şafak gazetesi.4-Şubat.2005.

[2] Zaman Gazetesi.18-Şubat.2001.

[3] Agg.18-1-2001.




KARANLIĞI VE PUSLU HAVAYI SEVENLER

KARANLIĞI VE PUSLU HAVAYI SEVENLER

İsli,sisli,pisli ve puslu havayı ancak ondan menfaatı olanlar sever.Gerek dünya genelinde gerekse de Türkiyede bu puslu havayı bir asırdırki sevenler varlıklarını o puslu hava ile sürdürmüşlerdir.

Dünyanın bir savaş ortamı içerisine girmesini elbetteki silah tüccarları ısrarla arzu edip,dünyayı o yöne çekmek için de çaba gösterirler ve de göstermektedirler.

İnsanların uyuşturucudan ölmesi,maddi ve manevi kayıp uyuşturucu tüccarlarını hiç ilgilendirmemektedir.Onlar oradan gelecek birikimi görmekte ve tüm çabalarıyla bunun önündeki engelleri kaldırma yönünde gayrı meşru ve gayrı resmi gayret içine girmektedirler.

Dünya genelinde doların düşmesinden dolar babaları rahatsızlık duymaktadırlar.Tıpkı Türbanın çözülmesini istemiyenler de bundan kendilerine pay çıkarmakta oldukları gibi..Oysa yıllardır Kadın haklarını dillerine dolayıp,ağızlarına sakız yapanlar;neden onların özgürlüklerinin bir simgesi olan başörtüsüne müdahale etmemektedirler.Fuhşa serbestlik,inanca engel eğer bir kadın hakkı ise,böyle bir kadın hakkı da,bunu savunanda batsın.Kafasını takacak askı bulamayanlar,türban askısına takmaktalar..Fakir ve güçsüz kesimin rağmına olarak doların düşmemesi ve sürekli yükselmesi için çaba göstermekte ve kriz havasını sürekli kapalı tutmaktadırlar.Nitekim Türkiyede doların düşmesi üzerine bir kısım bankacı ve dolar zenginleri dünya bankasına bu durumu şikayet ederek,kötü duruma gittiklerini,düşmemesi için önlem almalarını dilekçe ile duyurmuşlardır.Onlarda bir yönüyle haklıdırlar;İnsanların kötü durumda olmaları,alım güçlerinin düşmüş olması onları ilgilendirmemektedir.Onları ilgilendiren milyon dolarlar üzerinden her gün az bir düşmeyle bile milyar ve trilyonları kaybetmek değil,kazanamamış olmak ilgilendirmektedir.

Özellikle Türkiyede her kesimde bunalımların varlığıyla varlıklarını sürdüren insanların mevcudiyeti azımsanmayacak kadar çoğunluktadır.

İlk 50 yıl darbeler ve inkilablarla geçen Türkiye’nin,son 50 yılıda karmaşıklarla,çözümsüzlüklerle sürdürülmüşdür.Bu çözümsüzlükleri çözek,ümid ve umut dağıtan kahramanların! Aranmasıyla devam etmiştir.Hepsi de pembe ümitler dağıtma sözüyle gelmiş,vaadlerde bulunmuş ancak bir çok çözümsüzlükleri de beraberinde getirmiştir.

Demokrat parti yani Adnan Menderese bu umut bağlanmış ve yerinde de olmuştur.Ancak bu umut 10 yıl ancak sürmüş,giderken bazı çözümsüzlükleri de geride bırakarak gitmiştir.Yapacaklarını yerine getirmek için demokrasilerde olmaması gereken tavizler vermiştir.Olmayan bir irtica tablosu ve laiklik koruması ile her şeye öcü olarak bakılmış,insanlar zıt kutuplara ayrılmıştır.O dönemde Atatürkün İstanbuldaki mozalesi Ankaraya taşınmış,Atatürkü koruma kanunu çıkarılmış,dünyada eşine rastlanmayan bir insan kanunla korunur hale gelmiştir.Bu da bir çok menfaat çevreleri için bulunmaz bir tutanak ve dayanak teşkil etmiş,muhaliflerini alt etmek için bu kanuna sığınılmıştır.Atatürkçülük gerçek mecrasından çıkarılarak bir rant savaşına,bir ideolojiye ve bir din haline getirilmeye çalışılmıştır ki bu durum hala varlığını sürdürmektedir.

40 yıldır bu puslu havadan istifade edip iktidarını devam ettirenlerden biride hiç tartışmasız Süleyman Demireldir.O da vadettiği umutları dağıtmaya çalışmış,Menderesin araladığı kapıyı biraz daha açmaya çalışmışsa da pek başarılı olma yolunda bir uygulamada bulunmuştur.Belki onun en büyük başarısı ileriye götürmekten ziyade,geriye gitmeye engel olması birazda yerinde saymasıdır.Eline çok imkan ve yetkiler verilmesine rağmen köklü çözümler üretmemiştir.Adeta belli kesimleri yani sağcı denilenleri devlet ve kendi kontrolünde tutmayı başarmıştır.Nitekim bir çoklarına sizden de milletvekili alacağım demesine rağmen almamış ve almamasını şu zeka çıkışıyla susturmuştur;İşte ben varım ya…

İktidarlar gerçek iktidar çözümlerle elde edilirken,Türkiyede iktidar çözümsüzlüklerle sürdürülmüştür.Kendi kesimine fayda ve iktidar kazandırma çabasına girilmiştir.Milletin menfaatı geri plana atılmış,millete az bir teveccühü millet çok çok fazlasıyla vererek ödemiştir.Ancak verilen ve ödenen tekrar millete dönmemiş veya çok çok az bir miktarına millet kavuşmuştur.

Buna rağmen millet yine de şunu istemiştir;Gölge etme,başka ihsan istemez.Kolumu bağlama veya kolumu bağlayan bağlardan beni kurtar yeter,demiştir.

Kara oğlan bir kurtarıcı olarak tepeden inme milletin önüne sunulmuş,yıllarca onda da umut ve ümit aranmış.Sol kesim de onunla avutulmuştur.Ancak sonunda o da göstermiştir ki;Cumhuriyet tarihinde görülmeyen ekonomik dibe vuruş onun döneminde olmuş,meclisdeki en büyük hakaret onun meclis temsilciliğinde gerçekleşmiştir.

Sağın oylarını bölmek amacıyla CHP’nin İsviçreden bizzat giderek getirttiği Necmettin Erbakan’da insanlar için Menderesden sonra büyük bir umut olmuş ancak onun gelmesi kavgayı daha da ateşlendirmiş,kavgayı farklı geniş mecralara çekmiştir.Milleti dövmek için günah keçisi olarak adeta bulunmaz bir imkan sağlamıştır.İfratlar tefritleri doğurmuş,bir türlü vasat bir ortama gelinmemiştir.Anne babanın terbiye etmediğini zaman terbiye eder,sözü gereği zaman bazı şeyleri değiştirse de yine de temelde de farklılıklar o asliyetteki ifratı ortadan kaldırmamış,çözüm niyetiyle yapılanlar hep çözümsüzlüklere kapı açmıştır.

Her dönemde de insanlar en büyük manevi fakirliğini yaşamış,maddi olarak da 3-5 sente muhtaç hale getirilmiştir.Evet aynen de gelinmemiş getirilmiştir.

Kavgalılar,kavgayı sevenler,kavgayı sürdürenler hep sahnenin önünde bulunmuşlardır.Millet ise hep sahnenin gerisinde kalmış,istemediği halde kendi hesabına kararlar alınmıştır.

CHP ve deniz Baykal ve tüm müntesibleri yeni projeler üretmekten uzak,hep muhalefette kalmışlardır.İktidarları döneminde bile muhalefet yapmışlardır.Üretim partisi değil,tüketim partisi olmuşlardır.

Menderesin araladığı kapıyı açan Turgut Özal olmuştur.Ancak oda iktidar sarhoşluğuna kapılmış,kısa dönemde çok şeyler yapmasına rağmen dümeni teslim ettiği Mesut Yılmaz’la partisinin sonunu getirmiştir.

Sisli dönemin insanları da dönemleri gibi kendileri de üzerlerindeki sisleri koruyarak çekilmişlerdir.

Tayyib Erdoğan’ın yaptığı en büyük başarı ve hizmeti yapacakları olmayıp,yaptıklarıdır.Yani eskilerden olan bu sisli ve puslu insanları devre dışı bırakmasıdır.Hepsini silip süpürerek tek başına,onların üzerindeki yılların birikimini ortadan kaldırmasıdır.Öyle ki bu hizmeti Türkiye ile sınırlı kalmamış bu durum Kıbrıs Türklerine kadar ulaşmıştır.

Rauf Denktaş kültür ve siyaset yönünün ağırlığıyla bilinen bir insan olması yönüyle sevilmektedir.Ancak oda 40 yıldır Kıbrısda çözümsüzlüğe oynamış,kendi iktidarını çözümsüzlükle aramıştır.Son Kıbrıs referandumuda bunu göstermektedir. Kendi halkına muhalif olarak Hayır demiş,Hayır diyen Rum kesimiyle ortak hareket etmiştir.

Adamın birisi iki kızını da evlendirir.Durumlarını sormak üzere yanlarına varır.Çiftçiye verdiği kızının halini sorduğunda kızı,babalarının kendilerine bu sene bol yağmur yağması için dua etmelerini ister.Baba olur der.Öbür kızına varır,onun da durumunu sorduğunda o kızı da babasına,bu senenin yağmurlu geçmemesi için dua etmelerini ve böylece piyasanın erken açılmasıyla inşaat işlerinin erken başlayarak duvar ustası olan kocasının daha fazla para kazanarak borçlarını ödemeleri gerektiğini bildirir.Baba ise ikisinden birisinin mutlaka durumunun kötü olacağını düşünerek oradan ayrılır.

Yağmuru isteyen olduğu gibi,istemeyen de bulunmaktadır.Hayrola,kaderin takdiri ola…Hayrola nice hayırlı sabahlar ola…Gecenin karanlığından umutlananlar kaybola…Allah iyiden yana ola…

Mehmet ÖZÇELİK

25-04-2004




KIRK VE KIRKLAR

KIRK VE KIRKLAR

Yedi,yetmiş,yedi yüz,yedi bin gibi ifadeler bazen çokluktan kinaye bazen de hakikat olarak çoklukla kullanılır.Fatiha suresinin yedi olması,yer ve göğün yedi tabaka olması,güneşin yedi rengi olması,yedi kıta bulunması,tasavvufda nefgsin terbiyesinde takib edilen yedi adım bulunması gibi bir çok defa zikredilir.

Bunun gibi de kırk ve kırkların çeşitli alanlarda çoklukla bazen de kesretten kinaye olarak kullanılmakta olduğunu görmekteyiz.

İslamiyette bu durum çokça görüldüğü gibi,diğer dinlerde de görülmektedir.Nitekim Mardin’de Süryani cemaatine ait Kırklar kilisesi vardır.

Kırk ve kırklar Kur’an-da,Hadisde,İslam tarihinde,edebiyat ve tarihde,tasavvuf dünyasında ve sosyal hayatta çoklukla karşılaştığımız alanlardır.

Kur’an-ı Kerim-de dört yerde geçmektedir:

“Ve bir vakit Musa’ya kırk gece (Tur’da kalmak ve sonra kendisine Tevrat verilmek üzere) sözleştik. Sonra siz, onun arkasından kendinize zulmederek buzağıya taptınız.”[1]

“Allah şöyle buyurdu: “Artık orası, onlara kırk yıl yasak edildi. Oldukları yerde sersem sersem dönüp duracaklardır. Artık o yoldan çıkmış topluluğa acıma!”[2]

“Bir de Musa’ya geceye va’d verdik ve ona bir on gece daha ekledik ve böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk gece oldu. Musa kardeşi Harun’a şöyle dedi: “Kavmim içinde benim yerime geç ve ıslaha çalış da bozguncuların yoluna gitme!”[3]

“Biz o insana anne-babasına güzel davranmayı tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle karnında taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına ulaşıp kırk yaşına girdiği zaman: “Ey Rabbim, beni öyle yönlendir ki, bana ve anama-babama verdiğin nimetine şükredeyim ve hoşnut olacağın iyi bir iş yapayım. Soyumdan gelenleri de benim için iyi kimseler eyle. Çünkü ben, gerçekten tevbe ile Sana yüz tuttum ve ben gerçek müslümanlardanım.” der.”[4]

-Hadislerde ise;

-Kırk rakamının hadisde 18 defa geçtiği ifade edilir.

-Necran halkından kırk kişi gelerek hristiyan iken Müslüman olmuştur.

-Uhudda şehid edilen 70 sahabenin otuzu ensar,kırkı muhacir idi.

-Hz.İsa yeryüzüne nüzulünde kırk sene kalacak.

-Hz.Musanın vefatından 40 sene sonra Yuşa peygamber İsrail oğullarına peygamber olmuştur.

-Hz.Havvanın doğurduğu çocuklarının sayısı kırktır.

-Buhtu Nusser gibi kimselerin beyti makdisi işgal ettiklerinde 40 bin İsrailliyi katletmişlerdir..

-40 yaşında peygamber olan Hz.Nuh tufandan önce gemisine 40 kadın ve kırk erkek almıştır. Kırk gün gökten yağmur yağmıştır.

-Hz.Musa kardeşi Harunu kavminin başına bıraktıktan sonra 40 gün ibadet ve taat de bulunmuştur.

-Rivayete göre Hz.Musaya Tevrat verilmeden önce 40 gün zilkade ayında oruç tutması emredildi.Oruçtan dolayı ağzının kokusunun değişmesi üzerine ağzını misvakladı.Bunun üzerine melekler kendisine;Biz senden mis kokusu kokluyorduk,sen ise onu misvak ile bozuverdin,dediler.Böylece Cenab-ı Hak kendisine 10 gün daha zilhicce ayında oruç tutmasını emretti ve Tevratı 40 gün oruçtan sonra inzal etti.Hz.Musayla konuştu.

-Bedir savaşı esnasında Kureyşin şamdan gelmekte olan kırk kişilik kervanıyla değil,Mekkeden gelen bin kişilik orduyla savaşılması tercih edilmiştir.

-Ninova beldesine peygamber gönderilen Hz.Yunusu dinlemeyenlere üç veya kırk gün içinde başlarına bir bela geleceğini bildirmesi aynen siyah bir bulut olarak gelmiş ancak bundan korkup beldeyi hayvanlarıyla beraber terk edip Hz.Yunusu arayıp bularak tevbe etmiş ve üzerlerinden bela kaldırılmıştır.

-Ve balığın karnında da üç günden kırk güne kadar da kaldığı ifade edilmektedir.

-Hz.Yusufun küçükken görüp babasına anlattığı rüya kırk sene sonra gerçekleşmiştir.

-Rivayete dair Yahudiler peygamberimizden ruha,ashabı kehfe ve zülkarneyne dair bilgi istemişlerdir.Peygamberimizde inşallah demeksizin;”Onlara dair size yarın haber veririm.demesi üzerine üç gün veya kırk gün sonra gecikmeli olarak vahiy gelmiştir.[5]

-Beyti Mukaddes Kabe-i Muazzamadan kırk yıl sonra yapılmıştır.

-Hz.Süleyman döneminde yaşayan Belkısın baba ve dedeleri arasında kırk kadar hükümdar bulunmuştur.Süleyman (AS) kırk yıl hükümdarlıkta bulunmuştur.

Süleyman peygamberin saltanatı döneminde kırk gün ayrı kaldığı,ölü gibi olup veya başkasının saltanat sürdüğü belirtilmiştir.[6]

-Hz.Davudun saltanatı kırk yıl sürmüştür.

-Hz.İsrafilin ilk sur ile ikinci sura üfürüşü arasında kırk yıl vardır.Ve bu arada kırk sene kabir azabı kaldırılacak.Ve bunun kırk gün veya kırk ay olduğu da söylenmektedir.

-Rivayete göre 80 bin peygamber israiloğullarından,kırkbin de diğerlerinden gönderilmiştir.

-Kıyametin on büyük alametinden biri olan Duhan yani doğu ile batıyı kaplayacak lan dumanın kırk gün ve gece devam edeceği ifade edilmektedir.

-Yahudiler cehennemde ancak kırk gün kalıp kırk günde fazla kalmayacaklarını iddia ile şöyle demişlerdir:”Cehennemin bir tarafından bir tarafı zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur ve onlar bir senelik yolu bir günde katederek kırk günde ikmal edecekleridir.”diyerek tevrattan nakletmişlerdir.[7]

-Kur’anın heva ehlinden uzak,ashabı sefine diye bahsettiği iyi ve ehli kitabın müminleri olan bu kimselerde kırk kişilerdir.

-Bir okka kırk dirhem olarak itibar edilmektedir.

-Tevrata göre zina eden recmedilirken Yahudilerin ileri gelenleri bunu uygulamamış, daha sonra fakirlerde buna karşı çıkmalarıyla kırk kırbaç ile cezalandırlımış,yüzü karalanıp merkebe ters bindirilerek teşhir edilmiştir.

-Hz.Ömerin kırkıncı Müslüman olması manidardır.

-Gökten düşen şahabların sürati kırk ile yetmişiki kilometre arasındadır.

-Kadir gecesi ittifakla ramazanın 27.gecesidir.Ancak bazıları şabanın onbeşi demişlerdir ki,bunun ile kadir gecesi arasında dört mübarek gece geçmektedir.Bunlarda kırk gün sürmektedir.

-Arapçada nefer ve reht üçden ona,ondan kırka kadar olarak toplanmış kimselere denir.

-Cehennemdeki veyl deresinin de kırk yıllık bir derinlikte olduğu kinayeten ifade edilir.

-Tasavvuf ehlinden bazıları kırk günlük yiyecek toplamanın tevekkül olmadığını söylerken bazıları da bunun aykırı olmadığını söylemişlerdir.

-Rivayete göre Medineliler kırk yaşına geldiklerinde başka işlerle uğraşmaktan vazgeçmişlerdir.

– Rivayete göre:”Ölü yıkayan kimse,ölüde görülen çirkin halleri başkalarına söylemeyip gizlerse,Allah o kimseyi kırk defa bağışlar.”(Hakim)

-Müslümanlardan bir kimse ölürde Allaha ortak koşmayan kırk kişi onun üzerine namaz kılarsa,Allah onların ölü hakkındaki şefaatlarını kabul eder.(-diğer bir rivayette-ve ölü için yaptıkları şefaatları kabul eder.”(Müslim)

-Rivayette:”Namaz kılanın önünden geçen kimse,ne kadar günaha girmiş olduğunu bilseydi,bulunduğu yerde kırk (bu kadar zaman)durması kendisi için daha hayırlı olurdu.”(Ravi kırk gün mü,kırk ay mı,kırk yıl mı dedi bilemiyorum demiştir.)

-Rivayette:”Yeryüzünde bir haddi şer’inin ikame edilmesi,yer yüzündeki insanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır.”

-Hafız kadınlar içinde kırk yıl boyunca dilini Kur’andan başka bir şeyle konuşturmayan saliha kadınlar çıktığı gibi,İstanbul/Topkapıda kırkıncı Yavuz Sultan Selim olmak üzere asırlardır Kutsal Emanetlerin bulunduğu yerde sürekli Kuran okunmuştur.

-Yaması çok kimseler için,kırk yerden yamalı denilmiştir.

-Fıkhen bir kuyuya kedi ve tavuk gibi bir hayvan düşüp şişmeden çıkarılırsa oradan temizlenmesi için kırk kova kadar su çekilir.

-Nifas halindeki bir kadının kan görme müddeti kırk gündür.

-Anne karnında bir çocuk üç kırkta oluşur ve sonra ruh üflenir.İlk kırkta bir damla su olarak kalır,ikinci kırkta kan pıhtısı devresi,üçüncü kırkta ise et parçası olur ve tamamlanarak ruh üflenir.

-Kılınması mekruh olan üç vaktin mekruhiyeti kırk dakika sonra çıkmaktadır.

-Kur’anı Kerimin hiç olmazsa kırk günde bir defa da olsa hatmedilmesi tavsiye edilmiştir.

-Malların kırkta biri zekat olarak verilir.

-İhtikar yani Müslümanların ihtiyaç duyduğu malları kırk gün saklamak ihtikara girdiği gibi cezayı da bu kırk günlük saklama süresi ile tesbit edilerek verilir.Hakim-de rivayet edilmiştir.

-Koltuk altı gibi kılları ve tırnakları kırk güne kadar uzatmak harama yakın mekruh olarak kabul edilmiştir.

-Hz.İsmail babasından kırk sene sonra 137 yaşında vefat etmiştir.

-Peygamberimiz hac farizasını Mekkeye kırk bin kişi ile giderek yapmıştır.

-İçki içmenin haddi kırk deynektir.

-Dini Bilgilerde;

-Sadaka-i fıtır;arpa,kuru üzüm ve kuru hurmadan binde kırktır.

-Zekat malın kırkda birinin verilmesidir.

-Ashab-ı feraizden olanların irs bakımından varis olmalarında kırk halleri var ve caridir.

-Rivayete göre Hz.Ademin 1050 yıllık ömründe kırk bini aşkın evladını görmüştür.

-Hz.İsadan sonra Romalılar kudsi şerife hücum edip Yahudilerin bir kısmını öldürüp bir kısmını da esir almışlardır.

-Ahmed bin Hanbelin Müsnedi kırk bin hadisi ihtiva etmektedir.

-Cenazeyi kırk adım taşımak müstahabdır.

-Bir rivayete göre rasulullaha yapılan büyünün süresi kırk gün devam etmiştir.

-Şafiiye göre gayrı Müslim memleketlerde veya cezaevlerinde 40 tane Müslüman bulunursa orada Cuma namazı kılınacaktır.

-Mescidi nebevi için hadisde:”Ara vermeden şu mescidimde kırk namaz kılan kimse için ateşten ve azabdan beraet yazısı yazılır ve nifaktan da kurtulmuş olur.”Yani sekiz güne tekabül edip kırk vakit namaz kılınması tavsiye edilmiştir.

-Hadisde:”Muhammedin nefsi elinde olan Allaha yemin ederim ki,bir kul haram bir lokma midesine indirirse kırk güne kadar (Allah duasını) kabul etmez.”

-İmam-ı Azam kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını kılmıştır.

-İmam-ı Azamın ashabından kitapları tedvin eden kırk kişi vardı.

-Hz.Hasan Hz.Alinin vefatından sonra kırk tarihinde halife olmuştur.

-İmam-ı Malik Muvattayı kırk senede vücuda getirmiştir.

-Ehli sünnetin özellikle Şafii mezhebine mensub olanların itikaddaki imamı İmam-ı Eş’ari kırk yıl kadar mutezile mezhebinde bulunmuştur.

-Veliyyül emrin izniyle ölü bir toprakta kazılan bir kuyunun,akıtılan bir suyun ve dikilen bir ağacın harimi kırk arşındır.

-Yeni doğan bir çocuğu yedinci veya kırkıncı günde sünnet ettirmek müstehabdır.

-Allah,İbrahim peygamberinde meleklere ifade ettiği gibi,içinde kırk müslümanın bulunduğu bir kavmi helak etmez.

-Eyyub peygamber ayağını vurup yerden çıkan sudan yıkanınca vücudunda hastalıklar kalmadı,kırk arşın gidip bir daha yere vurunca bu seferde tüm iç hastalıkları şifaya kavuştu.

-Kırk yıl Tih çölünde kalan İsrail oğulları ve onların yaşlıları hep ölmüş,kırk yıldan sonra yeni ve farklı bir nesil yetişmiş olup,bunlar firavunu görmemiş sadece duymuş,onun korku ve baskısından uzak ve uzakta yetişmişlerdir.

-Yunus peygambere Allah,kavmini kırk gün kırk gece imana davet etmesini,aksi takdirde helak edeceğini bildirmiştir.

-Üzeyir peygamber kırk yaşına bastığı zaman Allah ona hikmet verdi.

-Peygamberimizin kırkıncı dedesi Adnan’a kadar yapılan tesbitte bir zina olayına rastlanmamıştır.Kimilerini bunu Hz.Ademe kadar götürmektedir.

-Peygamberimiz kıtlık zamanında süt annesi Halimeye kırk koyun ve bir de deve vermiştir.

-Medinede kılınan ilk Cuma namazı kırk kişiyle kılınmıştır.

-Müşrikler Hz.Hubeybi,Bedirde ölen müşriklerin kırk çocuğuna verilen mızraklarda öldürmüşlerdir.

-Gönderilen ilk irşad birliği kırk kişi idi.Ve bunlar Bi’r-i Maunede şehid edilmişlerdir.

-Hadisde:”İçki içenin kırk sabah namazı kabul olunmaz.Eğer tevbe ederse,Allah onun tevbesini ve namazını kabul eder.”

-Hendek savaşında hendek kazma işinde her on kişiye kırk arşın yer verildi.

-Hz.Hüseyin arkadaşlarını savaş nizamına koyduğunda yanında 32 atlı,kırk piyade vardı.

-Hz.Hüseyinin kabrini belirsiz etmek üzere kırk gün sonra kabrinin bulunduğu yere Fırat suyu salınmıştır.Ancak toprağının kokusundan bile yeri bulunmuştu.

-Muaviye adında kırk kadar sahabe-i kiram,19 kadar da muhaddis vardır.

-Tarih,tefsir,hadis gibi çeşitli alanlarda yazılan eserlerde özellikle kırk cilt olarak yazılmış olduklarını görürüz.

-Bu bazen kırk yıl ders verme,kırk kişi yetiştirme gibi şekillerde de görülmektedir.

-Abdulkadiri Geylani küçük yaşta Bağdata ilim öğrenmeye gittiğinde,etrafını çevreleyen eşkiyaların dalga geçerek-sende de para var mı?-sözüne cevab olarak,koltuğunun altında kırk altın bulunduğunu söylemiştir.

-İmam Muhammed Gazali;Allahın veli kuluna kırk keramet verdiğini,bunların yirmisini dünyada,yirmisini de ahirette ihsan edeceğini söylemiştir.

-Fakirullah Tillovi hazretlerini annesi kırk yıl latif meyvelerle beslemiştir.

-Edeb ehli komşunun komşuyla olan edeb ve erkanının kırk olduğunu söylemişlerdir.

-Karnın afetlerinden birisi de kırk günden çok çorbayı terk etmektir.

-Hadisde:”Kırk gün birinci tekbiri kaçırmadan cemaatla namaz kılan için iki mükafat vardır:Biri,cehennemden kurtuluş,diğeri de nifaktan kurtuluştur.”

-Hadisde:”Kırk gün hiç haram karıştırmadan helal yiyenin kalbini yüce Allah nur ile doldurur.Kalbinden diline hikmet nehirleri akıtır.”Diğer bir rivayette:”Dünya sevgisi kalbinden çıkar.”denilmiştir.

-Hadisde:”Kırk eve kadar komşuluk vardır.”

-Kırk gün yemek yemeyene melekut alemi açılır.

-Kırk gün et yiyenin kalbi kasavetleşir.

-Bir rivayette hadisde:”Ümmetimin fakirleri zenginlerinden kırk yıl önce cennete girecektir.”buyurulmuştur.

-Kırk gün dünyadan el etek çeken zahide hikmet kapıları açılır.

-Ariflerden birisi:”Beni gördüğünüz zaman kırk ermişi görmüş olursunuz.” deyince, kendisine.”Sen bir tek kişisin,nasıl kırk kişi olursun?”denilde.O da:”Çünki ben,kırk ermiş gördüm.Herbirinin ahlakından güzel bir huyunu aldım.”demiştir.

-Hadisde,ahiret mahkemesinin kurulması için insanların tam kırk yıl gözlerini semaya dikeceklerini belirtmiştir.

-Bazı arifler işledikleri bir günahdan dolayı kırk yıl tevbe edip ağlamışlardır.

-Rivayete göre Ayet-el Kürsi kırk bin melekle nazil olmuştur.

-Fatiha-i Şerifenin kırk defa yazılıp suda silindikten sonra içilmesi halinde ölümden başka her derde deva olacağı,yüz ve elede sürülmesi halinde şifaya kavuşulacağı ifade edilmiştir.

-Haşir suresini kırk gün kırkar defa okuyan her türlü muradına erişir.

-Duhan suresi kırk gün kırkar defa okunduğu zaman cinlerle irtibat –inşaallah- müyesser olmaktadır.

-Mesir macunu kırk bir baharatın karışımıyla yapılıp,kırkbir derde derman ve şifa olmaktadır.

-”Büyük islâm âlimi imâm-ı Kastalânînin “rahime-hullahü teâlâ”(Mevâhib-i ledünniyye) kitâbının tercemesi, beşyüzonbirinci sahîfesinde diyor ki: Allahü teâlânın bu ümmete ikrâm etdiği kerâmetlerden birisi, bu ümmet arasında Kutblar, Evtâd ve Nücebâ ve Ebdâl “rahime-hümullahü teâlâ” vardır. Enes bin Mâlik“radıyallahü anh” buyurdu ki, (Ebdâl) kırk kişidir. İmâm-ı Taberânînin “rahime-hullahü teâlâ” (Evsat) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruyor ki, (Yeryüzünde, her zemân kırk kişi bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir.

Bunların bereketi ile yağmur yağar. Bunlardan biri ölünce,Allahü teâlâ, onun yerine başkasını getirir). İbni Adî “rahimehullahü teâlâ” buyuruyor ki, (Ebdâl, kırk kişidir). İmâm-ı Ahmedin “rahime-hullahü teâlâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bu ümmetde, her zemân otuz kimse bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir). Ebû Nu’aymın “rahime-hullahü teâlâ” (Hilye) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim içinde,her yüz senede iyiler bulunur. Bunlar beşyüz kişidir. Kırkı ebdâldir. Bunlar, her memleketde bulunurlar) buyuruldu. Bunları bildiren, dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. Yine (Hilye) kitâbında,Ebû Nu’aymın merfû’ olarak bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim arasında her zemân kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri,İbrâhîm aleyhisselâmın kalbi gibidir. Allahü teâlâ, onların sebebi ile, kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir.

Bunlar, bu dereceye nemâz ile, oruc ile ve zekât ile yetişmediler) buyuruldu. İbni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” sordu ki, yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye vardılar? (Cömerdlikle ve müslimânlara nasîhat etmekle yetişdiler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Ümmetim içinde ebdâl olanlar hiçbirşeye la’net (Ahmed Kastalânî 923 [m. 1517) de Mısrda vefât etdi.)etmezler,buyuruldu. Hatîb-i Bağdâdî “rahime-hullahü teâlâ”(Târîh-i Bağdâd) kitâbında, (Nükabâ) üç yüz kişidir. (Nücebâ)yetmiş kişidir. (Büdelâ) kırk kişidir. (Ahyâr) yedi kişidir. (Amed)dörtdür. (Gavs) birdir. İnsanlara birşey lâzım olsa, önce Nükabâ düâ eder. Kabûl olmazsa, Nücebâ düâ eder. Yine kabûl olmazsa,Ebdâl, dahâ sonra Ahyâr, sonra Amed düâ ederler. Kabûl olmazsa Gavs düâ eder. Bunun düâsı elbet kabûl olur, dedi”

-Risale-i Nurda Kırk-lar konusu ziyadesiyle ve çoklukla zikredilmektedir:

-Sürekli olarak bir çok yerde Kur’an-ın kırk vecihle (Belağat,meani, icaz,i’caz, fesahat, bedi’ gibi yönleriyle)mucize olduğu ifade edilmektedir.

-“Hamele-i Arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadıkın tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, herbir başta kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetleri…”[8]

-“Şehnaz-ı Çelkezi, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.”[9]

-“Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak.Eğer onun gizli matbaha-i muciznümâsından çıkmasaydı, şimdi kırk parayla aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.”[10]

-“Mevlânâ Câmî’nin dediği gibi, “Hiç yazı yazmayan o ümmî zat, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmış; bir kırkı iki elli yapmış.” Yani, şaktan evvel, kırk olan mim’e benzer; şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nun’a benzedi.”[11]

-“Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadis-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer.

“Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. “[12]

-Yazılan bir kısım tefsir,hadis gibi eserler 40 cilt olarak basılmıştır.[13]

-“Kırk dakikada bir Sahâbenin kazandığı fazilete ve makama kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.”[14]

-“Nasıl bir asker bazı şerâit dahilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir; ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, Sahâbelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harp etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez. Hattâ, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki, amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.”[15]

-“Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir.”[16]

-“Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”[17]

-“Evet, on beş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesât-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemâl-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü’l-Kübrâ (r.a.) gibi ihtiyarca birtek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zâtın, kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesât-ı nefsâniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücâtı, bizzarure ve bilbedâhe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu, zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir.”[18]

-“Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.”[19]

-“Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.”[20]

-“Kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.”[21]

Ümmü Haram için Peygamberimiz yaptığı duada:”-“Ümm-ü Haram niyaz etmiş: “Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.” Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde ibni Sâmit refakatiyle Kıbrıs’ın fethine gitmiş; Kıbrıs’ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.”[22]

-“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- ferman etmiş ki: deyip, “Hayber Kalesinin fethi Ali’nin eliyle olacak.” Me’mulün pek fevkinde, ikinci gün bir mucize-i Nebeviye olarak, Hayber Kalesinin kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivayette, kırk adam kaldıramamış.”[23]

-“Hem Asr-ı Saadette, mucizâtı ve medar-ı ahkâm ehâdisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abâdile-i Seb’a kitabetle kaydettiler. Hususan, Tercümanü’l-Kur’ân olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs, bahusus otuz kırk sene sonra Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdisi ve mucizâtı yazıyla kaydettiler.”[24]

-“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdilmuttalib’i cem etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki, umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yiyip tok oldular, yemek eskisi gibi kaldı. Sonra, üç dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular; içilmemiş gibi bâki kaldı.”[25]

-“Kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemânî kat’iyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ne kadar mecnun gelmişse, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuşsa, kat’iyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.”[26]

-“Tevatüre yakın meşhurdur ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Sahabe ve imana gelenler daha kırka vasıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken, dua etti:… Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.”[27]

-“Hem İmam-ı Buharî başta, râviler naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Urve bin Ebî Ca’de’ye, ticarette kâr ve kazanç için bereketle dua etmiş. Urve diyor ki: “Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum. Bir günde kırk bin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum.” İmam-ı Buharî der ki: “Toprağı da eline alsa onda bir kazanç bulurdu.”[28]

-Selman-ı Farisî, evvelce Yahudilerin abdi imiş. Onun seyyidleri, onu âzad etmek için çok şeyler istediler.”Üç yüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk okıyye altın vermekle âzâd edilirsin” dediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldi, beyan-ı hal etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendi eliyle, Medine civarında üç yüz fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Yalnız birtek başkası dikmişti; o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.”[29]

-“ALTINCI SUALİNİZ: Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmış üç olmasındaki hikmet nedir?

Elcevab: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet, gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidadat-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesat-ı nefsaniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirasat-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlahî ve uhrevî ve kudsî olan vezaif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına belki dünyanın şan ü şerefi için çalışır vehmi gelir. Onların ittihamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mal-i uhreviyesinde çabuk o ittihamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sû’-i zandan kurtulur, halâs olur.”[30]

Bir çok peygamber kırk yaşı olan kemal yaşında peygamber olmuştur.Hz.İsa ise 30 yaşında peygamber olup 3 veya 3,5 yıl peygamberlik yapmıştır.Bunun da ahirzamanda gelip kırk yıl dünyada kalarak o kemal yaşını ikmal edeceği de rivayet edilmektedir.

-“Hadis-i sahihle, nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ü, nevmde rüya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş.”[31]

-Gaflet ve hevesin recaçta olduğu yaş yirmi ile kırk yaş arasıdır.

-“Tâus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını edâ eden çok mühim pek çok zatlar…”[32]

-“İnsan, beslendiği şeyle mizâcı müteessir olduğuna delil, “kırk günde hergün et yiyen kasâvet-i kalbiyeye dûçâr olduğu” darbımesel hükmüne geçmesidir.”

-“Evet, zîhayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer. Hattâ bir adam, şedit bir inat yüzünden, Londra mahpushanesinde yetmiş gün, sıhhat ve selâmetle, hiçbir şey yemeden hayatı devam ettiğini on üç (şimdi otuz dokuz) sene evvel gazeteler yazmışlar.”[33]

-“Kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin harikulâde halleri imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem harikulâde bir âdeti de olabilir.”[34]

-“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..”[35]

-“Bana sekiz sene kemâl-i sadakatle, hiç gücendirmeden hizmet eden Barlalı Süleyman’ın halasının bir vakit gözü kapandı. O saliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, “Gözümün açılması için dua et” diyerek, cami kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczûbe kadının salâhatini duama şefaatçi yapıp, “Yâ Rabbi, onun salâhati hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdurlu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşaallah o dua âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünkü eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra-Allah rahmet etsin-vefat eyledi.

İşte o merhume, kırk gün Barla’nın hazînâne bağlarına rikkatli ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel, kabrinde, Cennet bağlarını kırk bin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünkü imanı kuvvetli, salâhati şiddetli idi.”[36]

-“Bu hastalığın(çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar) mânevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.”[37]

-“Bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika bir san’at-ı Rabbâniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak, meşhur Yûnus Emre’nin bu fıkrası ne güzel bildirir: Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim/Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı.”[38]

-“Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum.”

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”[39]

-“Rivayette var ki, “Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder.”

…O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya’daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur.”[40]

-“Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirtlerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.”[41]
-“Kırk sene evvel Şam’daki Camiü’l-Emevîde, Şam ulemasının ısrarıyla, on bin adama yakın, içinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said hissetmiş, kemâl-i kat’iyetle müjdeler vermiş ve pek yakın zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmi beş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun kırk sene tehirine sebep olmuş. Ve şimdi, o zamanda verdikleri haber, aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’deki Camiü’l-Emevî yerine âlem-i İslâm camiinde üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir diye tercümesini neşretmek münasip görürseniz neşredersiniz.”[42]

“Ve keza, o Zâtın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zâtın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk u emaneti idi. Demek o zâtın (A.S.M.) sıdk u emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.”[43]

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır.”[44]

“Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür.”[45]

“Ramazan Risalesi kırk dakikada telif edilmesi; Yirmi Sekizinci Söz, yirmi dakikada telif edilmesi, bast-ı zamanın vukuunu ispat etmiştir.”[46]

Bu eserlerin kırk yıldır ehli islama hitab etmekte,kırk senedir hakikat nurlarını saçıp açmaktadır.[47]

“Üstadımız Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed’in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.”[48]

“Hele bizi her zaman, günde kırk defa havsalamız almayarak “âh” ile geri dönen mirâc-ı mü’min olan namaz…”[49]

“Bu daire içinde kırk bin, belki yüz bin hâlis, hakikî mü’minlerin içinde hakikat-i leyle-i Kadri elde edecek bir, iki, on, yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir.”[50]

Kırk senedir Camiul Ezher mahiyetinde şarkta bir Medresetüz Zehranın açılamısna çalışmış,kırk senedir siyaseti terk ettiğini ifade etmiştir.[51]

“”Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o dokuz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat meyelânını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş. İnşaallah yarım asır sonra onları darma dağın edecek.” [52]

“Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref ve yenilerini ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû etmediğinden, tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak, kırk sene lâzım. Yoksa, umumu aleyhinde itâle-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti-bozulmuş bazı efkâr ve ahlâklarına binaen-bir hastalığa hedef edecektir.”[53]

“…kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek.”[54]

“İslâmiyet âşikâredir. Hem de kuvve-i ittisâiyesi tazyik olunsa âleme zelzele verecek. Hem de ihfâ, hîle ve şüpheyi dâvet ettiğinden, hile ve şüpheden münezzeh olan hakikat, hafâdan da müstağnidir. Hem de hile, terk-i hile ve doğruluktur. Hem de başka cemiyete kıyas olunmaz. Zira onlar teessüse başlıyorlar, bu ise müesses iken bazı köşelerden tecellî ediyor. Hem de bidayet-i İslâmda kırk oldu, saklanmadı; nasıl üç yüz milyondan sonra gizlenecek? Hem de bir şeyi akıl görür, kabul eder. Fikir uğraşır, teslim eder. Bir hakikat hafâ perdesini kabul etmez.”[55]

“Eşhastan kat-ı nazar, nev’î ve umumî hüsün ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk seneyle razı değiliz; en ekall bin sene galebeyi isteriz.”[56]

“Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”[57]

“…Sultan Orhan zamanında Süleyman paşa kumandasında “Erler” tabire dilen kırk kahramanın şahid olmasıyla, İstanbul’u hükûmet-i İslâmiye akdi altına girmeye ve fatihasını o tarihte, 757’de muhasara ile okumuştur.[58]

Sosyal ve tasavvufi hayatta da;

Hz.Ali’nin kırklar meclisinin sakisi olması,kırklara karışmak ifadesi,şefaatı umulup kırk hadis yazılması,Bektaşilikte kırklar meydanı,kırklar şerbeti,kırk budak,kırk makam,insan hamurunun kırk gün boyunca rahmet yağmurlarınca yıkanması,Mehdinin kırk yaşında çıkıp kırk yıl dünyada kalması,ölen birinin etinin kırk günde çürümesi ve ölüye kırkıncı gününde hatim,dua ve ikramlarla kırkını yapmak,kırk harami,kırk çeşme,kırk anbar,kırk göz,kırk pınar,Kırklareli ki buranın kırk kimesne olduğu ifade edilir.Kırkı çıkmak,kırklamak,kırk oruç,kırk kurban,kırk gün kırk gece,bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır,kırkından sonra azanı teneşir paklar,kırk kurda bir arslan ne yapsın,kırk derviş bir kilime sığmış ama iki sultan bir iklime sığmamış,bir kimseye kırk gün deli desen deli olur,kırk deveye bir eşek,kırk yılın başı gibi ifadeler sıkça kullanılmaktadır.[59]

Adına Ricalül Gayb da denilen manevi şahsiyetler ise;manevi muzaharetine inanılan manevi şahsiyetlerdir.Adeta manevi meclisin manevi azaları.

Gözden saklı olarak gaybi olan bu kimselere tasavvufta üçler,yediler,kırklar denilmiştir.Bir kutbun öncülüğünde manevi üstünlüğü olan değerli şahsiyetlerdir.Bunlar Nücebâ, Büdelâ, Evtâd, İmameyn ve Kutb-u Azam olan Gavs’dan oluşurlar.

Nücebâ adı verilen veliler kırk tanedir. Bunlar tüm yaratıkların yüklerini taşır, sıkıntılarını gidermeye çalışırlar. Haktan gayrısına bakmazlar. Bu Allah dostları ahlak-ı kerîme sahibi irfanlı kimselerdir.

“Büdelâ denilen veliler ise yedi kişidir. Bunlardan biri kendilerinin imamıdır. Bulunduğu yerde cisim ve sûretini bırakarak sefere çıkmak, aynı zamanda muhtelif yerlerde gözükmek, Büdelânın özelliklerindendir.

(EBDÂL:Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü’l-Gayb da denir.

Hızır aleyhisselâma, “Sana yalnız Beni seven velî kullarım bildirildi, Benim sevdiklerimse bende gizlidirler.” hitabı gelir.
Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri İbrâhim’in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü teâlâ onların sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara Ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile erişmediler. İbn-i Mes’ûd radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?” diye sorunca; “Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle eriştiler” buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Ebdâllerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğu bildirilmiştir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Ebdâllerin makâmını istiyen kimsenin hâlini düzeltmesi, nefsine uymaması lâzımdır.) (Behâeddîn-i Buhârî)

Evtâd denilen Allah dostları ise dört tanedir. Yerleri; doğu, batı, güney ve kuzey olmak üzere evrenin dört ayrı köşesidir. Bunların içinden birisi de kendilerinin imamıdır. Çivi veya kazık anlamına gelen kelimenin çoğulu olan Evtâd’a bu adın verilişi evreni ayakta tutan dört direk mesabesinde oluşlarındandır.

İmameyn, birisi kutbun sağında ve birisi de solunda bulunan iki şahıstır. Sağda bulunan imam, melekût alemine yani ruhânî aleme bakar ve O’nun vücûdu Kutbiyyet merkezinden ruhaniyyet alemine yönelen bir aynadır. Soldaki imam ise, mülk (madde) alemine bakar. O’nun vücudu da cisimler dünyasına aynadır.

Gavs’a gelince; O, kutb-u azamdır. Mühim ve esrarlı işlerini halletmek isteyenler ona muhtaç olurlar. Teberruken vasıta kılınarak duası alınır. Zira onun duası asla reddedilmez.

Ricâlülgayb yerine “gayb erenleri” de dendiği vakidir. Ancak gayb erenleri on kişidir; huşu’ ve Huzû-i Rabbânî sıfatıyla mevsuf ve Rabbânî tecellîlerin tesiri altında olduklarından dolayı ne halk onları tanır ve nede onlar halkı tanırlar. Bunlar da her asırda mevcutturlar.”[60]

040-06-2004

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Bakara.51.

[2] Maide.26.

[3] A’raf.142.

[4] Ahkaf.15.

[5] Bak.Kehf.23.

[6] Bak.Sad.34.

[7] Bak.Bakara.80-81.

[8] Sözler.164,513.

[9] Age.225.

[10] Age.287.

[11] Age.289.

[12] Age.344.

[13] Age.395.

[14] Age.491.

[15] Age.493.

[16] Age.572.

[17] Mektubat.23.

[18] Age.27.

[19] Age.66.

[20] Age.68.

[21] Age.98.

[22] Age.105.

[23] Age.107.

[24] Age.113.

[25] Age.116.

[26] Age.143.

[27] Age.144.

[28] Age.145.

[29] Age.148.

[30] Age.281.

[31] Age.347.

[32] Lem’alar.31.

[33] Age.63.

[34] Age.64.

[35] Age.130.

[36] Age.213.

[37] Age.214.

[38] Osmanlıca Lem’alar.655.

[39] Şualar.203.

[40] Age.586.

[41] Age.539.

[42] Age.674.

[43] İşarat-ül İ’caz.107-108.

[44] Mesnevi-i Nuriye.51.

[45] Age.70.

[46] Age.197.

[47] Barla Lahikası.80,111.

[48] Age.168-169.

[49] Age.186.

[50] Kastamonu Lahikası.181,110,190.

[51] Emirdağ Lahikası.2/35,39,81.

[52] Age./110-111,142-143.

[53] Divan-ı Harbi Örfi.79.

[54] Hutbe-i Şamiye.56,49,54-55.

[55] Age.9.Vehim.

[56] Muhakemat.41.

[57] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.161.

[58] Zülfikar.50.

[59] Bak.İslam Ans.25/466-481.

[60] Şamil İsl.Ans.




ERKEN EMEKLİLİK

ERKEN EMEKLİLİK

Hayatın sıkıntılarıyla bocalaşa bocalaşa gelmişti bu ana kadar.Her insan hayal eder ya;İnşallah emekli olursam bir ev ve bir de ev alacağım,daha öteye gidenler ise;bir çiftliğim olsun,içinde küçük ve büyük baş hayvanlarım olsun,kendim için bir meşgale bulunsun,düşünce ve hevesi sürekli dile getirilir.

Her insan cennet hayatını hatırlatan bir hayatı dünyada yaşamak ve o ortamı oluşturmak için gayrette bulunur.Tıpkı gidemediği,şimdilik elde edemediği cennetini veya çıkarıldığı cennetini buraya getirmeyi hayal eder.Şu kısır dünyaya ebedi cenneti sıkıştırmaya çalışır ve çabalar.

Kadir bey köyde tütüncülükle uğraşıyor,tütün saplıyordu.Köydekileri saymaya başladı.Falan fitneci,önce onun gitmesi lazım;filan kavgacı,sonra onun gitmesi lazım;falan çok gıybet edip onu bunu çekiştiriyor,daha sonra onun gitmesi lazım diyerek en az 6-7 kişiyi bu şekilde sıralayıp onların ölmesine karar vererek,ölümü kendisine almadı,kendi sırasını geriye çektiğinden şimdilik ölmemekten emin olabilirdi.Kendisi şimdilik yedinci sırada da olsa genede onuncu sırada ölüm sırası gelebilirdi.Eğer ölürsem yedinci ve onuncu sırada ölürüm diyordu.

Birkaç gün sonra köyde bir haber duyuldu.Yedinci sıradaki Kadir bey,birinci sıraya alındı,diye.Çünki Kadir bey geçirmiş olduğu bir kalb krizi neticesinde kurtarılamadan bu hayata gözlerini yummuş,kendi hesabladığı sıra da tutmamıştı.

Acaba şimdi sırada kim vardı?…

İşte sıra dışılardan birisi de Abdullah bey idi.Abdullah beyin de hedefi böyle bir şey idi.O da kendisini sırada görmeyenlerdendi.Bu amaçla yeni bir tarla almıştı.Meyve tarlası idi.Tarlanın bir köşesine de sebze ekerek böylece sebze ve meyve bahçesini bakımlı hale getirmek için çabaladı.Mutlaka yeni aldığı bu tarlanın ürününü almak ve yemekti.Bunda da iddialı idi.

Yine günlerden bir gün tarlanın başına vardı,tarlayı sürecekti.Yine iddiasını yenilemiş ve iddialı konuşarak;”Ben bu tarlayı sürmedikçe asla ölmem.”demişti.Zaten tarlayı sürdükten sonra gerisi kolaydı.Sadece birkaç ay beklemek durumu vardı.Onu da gayet normal karşılamıştı.

Abdullah beyin her ne kadar yaşı biraz ileri olsa da öyle ölecek falan yaşta değildi.Çünki kendisinden önce ölecek sırada bir çok insan vardı.Köyü ve köylüyü gözünün önüne getirdiğinde en az on kişi kendisinden önce ölecek belki onlardan sonra ancak kendisine sıra gelebilirdi.Şimdilik sırada olmayışı onu rahatlatmış ve kesin iddialı konuşmuştu:”Ben bu tarlayı sürmedikçe asla ölmem.”

Fakat olan olmuştu Abdullah beye.Hastalığı da bulunmadığı halde,yatağa da düşmemesine rağmen bir de duyuldu ki;Abdulah bey aldığı tarlayı sürmeden,daha ürününü bile yemeden hakkın rahmetine kavuşmuştu.

Erken emeklilik dedikleri de bu olsa gerek…

Tıpkı Cahit Sıtkı Tarancının 35 Yaş şiirinde belirttiği;yaş 35 yolun yarısı/Dante gibi kaldık ortasında….

Ancak şair iki sene sonra ölmüş,yolun yarısı zannettiği 35 yaş,meğer yolun sonuna yakın imiş.

Orta yaşta olanlar bu sevda ve hayal kurarlar da,bir genç kardeşimiz olan Hakkı hayal kurmakta haksız mıydı?Elbette onunda hakkıydı hayal kurmak.Hem öyle kendisininki hayal de değil,çünki daha hayatının baharında idi.Daha arkasından yaz gelecek,sonra sonbahar gelecek ve en sonunda da kışı yaşayacak idi.O da daha kışa çooook vardı.

Hakkı gençti.Üniversiteye gidecek ve okuyacaktı.Bulunduğu ortamda hiç de kendisini ilgilendirmeyen ve kendisine uzak olan ölümden konuşulmuştu.

Kendisi gayet emin bir şekilde:”Ben 70 yaşında öleceğim.”iddiasını dile getirdi.

Köy yeri küçük bir yerdi.Nereye gidecekti.Ya köy kahvesine,ya köy odasına ya da kendi gibi genç olan akranlarıyla olacaktı.Başka kimse ve yer yoktu ki gidilecek.Mecburen istemesede köydeki çocuklarla arkadaşlığını sürdürmeye devam edecekti.

Ertesi günü olduğunda yine arkadaşlarıyla beraber olmuş,aralarında çıkan bir tartışmadan dolayı sözlü kavga bıçaklı kavgaya dönüşmüştü.Hakkı birkaç yerinden bıçak darbesi almış ve yaralı olarak hastahaneye kaldırılmıştı.

Ölmesine ölmemişti ancak senedini zamanında ödememiş olacak ki,erken bir uyarıya maruz kalmıştı.

Diğer arkadaşı Arif kendi arkadaşlarına Hakkının durumunu anlatıyor,köydeki olaydan bahsedip Hakkının yaralandığını söylüyordu.

Hafta sonu kendisinin de aldığı haber ise herkesi üzmüştü;Hakkı aldığı darbeden kurtulamıyarak genç yaşta bu dünyadan ayrılmıştı…

Kimisi uzaktakini görmezken kimide yakınındakini görememekte,oyun ve oynaşa devam etmekteydi.

Seyfi dayıda işte onlardan birisi idi.

Kırıkkale’de bulunan bir dostumuz hafta içi burada kalıyor,hafta sonu Kırşehire dönüyordu.Yine böyle bir kış günü otobüs beklemek üzere yola çıkmış,soğuktan dişleri birbirine vuruyordu.Tek düşüncesi bir an evvel otobüs gelsede binse.Otobüs gelmesine gelmişti,koşarak kendisini içine atmış,ancak boş yer arıyor ve pek gözüne boş bir yer de ilişmiyordu.Fakat otobüsün sıcaklığı onu büyülemiş,en azından dışarının soğuğundan kurtulmuştu.Şükretti…

Bunun bu dikkatli bakışını gören Seyfi dayı bu dostu yanına davet etti.Yanı boştu.İkiside birbirinden memnunlardı çünki birbirleriyle konuşup dertleşeceklerdi.

Seyfi dayı çok konuşkan bir insan idi.Mesleği olan çerçilik gereği çok konuşuyor,karşısındakinin konuşmasına sıra gelmiyordu.Epey de konuşmuştu.Seyfi dayının bir anlık boşluğundan yararlanan dostumuz bu sefer ona sorular sormaya başladı.

Ankara’dan gelmekte olup,mahallelerde kadınların yazmalarına boncuk satmaya gittiğini ve bunu da sürekli yaptığını anlatmaya başladı.Torbada ayaklarının arasında idi.Açtı ve gösterdi.

Ancak dostumuz yetmiş yetmiş altı yaşında olan Seyfi dayıya ahiret ticareti için ne gibi bir ticarette bulunduğunu sorunca bunda bezi olmayan seyfi dayı duymamazlıktan geliyor,işi yavaştan alıyor,cerbezeler ile sözü değiştirmeye çalışıyordu.

Yetmiş altı yaşındaki bu insana namaz kılıp kılmadığını sorduğunda,Seyfi dayı dayak dönmüşe dönmüş ancak çaktırmamazlıktan gelerek,kılmak gerek demişti.Kılıyormusun sözüne kılınmalı demiş,şu anda kılıyormusun sözüne,kılmak güzel bir şey deyip her seferinde de geçiştirmeye çalışıyordu.

Artık dostumuzun sabrı tükenmişti;Bana tek bir şey söyle,şu anda sen namazını kılıyormusun,kılmıyormusun?

Artık fazla kaçacak yer bulamayan Seyfi dayı müdafaaya geçme ihtiyacını hissederek;Ya hu kardeşim,kış günleri de o kadar kısa ki,daha birkaç boncuk satmadan hemen akşam oluyor,daha öğleni kılmadan ikindi geliyor,biz de bir şey satamıyoruz,bahanesini öne sürüyordu.

Sorusuna ve müdafaasına soruyla karşılık veren dostumuz dedi;Siz bu dünyaya boncuk satmaya mı geldiniz?Zaten bir ayağınız çukurda,öbür ayağınızda çukurun kenarında duruyor.Âhirete gittiğinizde Cenâb-ı Hak sizden sorarsa ben seni dünyaya boncuk satasın diye mi gönderdim,derse ne diyeceksin?

Fazla nefsini müdafaa edecek takati kalmamıştı,en güzel kaçamak susmaktı.

O çok konuşkan insan susmuş,yüzünü pencereden yana çevirerek bir daha da konuşmamıştı.

Ölümle tamamen susacak olan ağzı,görmeyecek olan gözü,duymayacak olan kulakları,hissetmeyecek olan aklı ve duyguları şimdiden suskunluğa gömülmüştü…

Bir varmış bir yokmuş,bir zamanlar varmış,şimdi ise yokmuş..bir hikaye gibi..hayat hikayesi..

Gardiyanımızın durumuda böyle..Gece görevinden gelmişti.Hanımına kahvaltıyı hazırlamasını söylemiş,kahvaltıyı hazırlayan hanımı bir taziye dolayısıyla evden çıkmıştı.

Kahvaltısını yapmış,sofrayı da kaldırmıştı.

Cuma günü olması dolayısıyla zamanda yakındı.Abdest alıp,televizyonun karşısına geçerek beklemeye başladı Cuma namazı vaktini…

Saatler geçmiş,hanımı taziyeden dönmüştü.Ancak kocasının ayakkabısı kapının önünde idi.Neden gitmemişti acaba?Zili çaldı,ne ses veren ne de açan vardı!Ama ayakkabısı kapının önünde idi.Telaşlandı,doğruca kardeşlerinin evine giderek onları çağırdı.Mecburen kapı kırılarak içeriye girildiğinde;Gardiyanımız elinde kumanda televizyonun önünde oturmakta idi.Sona gelmişti.Çünki baktıklarında az da olsa nefesinde bir parıltı vardı ancak çaba bir netice vermedi.Tükenmişti.

Taziyeye gidip taziyede bulunan hanımını taziyeye geldiler,taziye dileklerinde bulundular.

Tıpkı haberlerde de duyduğumuz gibi;Taziyeden dönen münibüs devrildi,şu kadar kişi vefat etti.Bazen düğüne gidenler için de aynı durum oluyordu.

Bundan olsa gerek ki;Mevlana ölüme Şeb-i Ârus yani gerdek gecesi diyordu.Âhirette sevineceklerin düğün yeri idi dünya…

Bediüzzaman bir hatıratında;Talebeleriyle bir kabristandan geçmekteler.Talebelerine gitmelerini,yeni gömülen bu kadının mezarının başında biraz kalmayı ister.Talebeleri gider ancak kendisinden iki yaş büyük olan Molla rasul gitmez ve yanında kalır.

Bediüzzaman murakabeye dalar.Bir müddet sonra tebessüm eder.Kalkıp gideceklerinde molla rasul ısrarla tebessümünün sebebini sorar.Söylemek istememesine rağmen,ısrarına binaen şöyle açıklar:

Orta yaşlarda yeni ölen bu kadın ölmeden önce ipe boncuk saplamayla meşgulmüş.Şu anda da kabrinde ipe boncuk saplamaya devam ediyor.Öyle ki kıyamet kopunca diyecek;Aman ya Rabbi,kıyamet ne de çabuk koptu,daha ipime boncuklarımı bile saplamadım…

Tıpkı hadisdeki gibi.”Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz,nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz…”

“Her milletin bir sonu vardır ve o son gelince bir an geri de kalmazlar öne de geçemezler.”[1]

“De ki, “Ben, Allah’ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim”. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri gidebilirler.”[2]

“Şayet Allah insanları zulümleri ile cezalandırsaydı, yeryüzünde bir tek deprenen canlı bırakmazdı, fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süre sonu geldiğinde ise ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.”[3]

“De ki: “Size vaad edilen öyle bir gündür ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”[4]

04-12-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] A’raf.34.

[2] Yunus.49.

[3] Nahl.61.

[4] Sebe’.30.




HAYATIMIZI YAŞAYALIM

HAYATIMIZI YAŞAYALIM

Evet hayatımızı yaşayalım,kendi hayatımız olsun,başkalarının hayatı,başkalaştıran hayatlar olmasın.

Kendi hayatını yaşamıyanlar veya yaşıyamıyanlar başkalarının hayatını yaşama mecburiyetinde kalırlar.

Kendileri olmayıp başkaları olanlar cızırtılı ses çıkartan plaklar gibi veya başka kanalların ve hatların kendi hattına girip görüntüsünü bozmasına benzer.

Hayatımızı yaşayalım,onu bitirmeyelim.

Hayatını yaşamıyanlar onu bitirirler,kendileri biter ve yaşlanırlar.

Cırcır böceğide hayatını yaşar,bal arısı da…Biri hayatını tüketirken,diğeri hayatını üretir,hayatını kazanır ve kazandırır.

Kanalından taşan su su değildir,o bir seldir.Oldurmaz,öldürür.Sulamaz soldurur.Su su oldukça faydalı,hayatı olan su halini yaşamadıkça seldir.

Su kanalında güzeldir.Hayatta yaratılışından gelen tasarımı doğrultusunda yaşanırsa güzeldir.

İnsanlığı kaybettiren hayat ve hayat tarzları hayat değildir.Gerçek hayat,gerçek yaşanılan hayat,kazandıran,insanlığı koruyan hayattır.

İnsanlığın dışındaki diğer canlıların hayatına insanca ve insana layık bir hayat gözüyle bakılıp değerlendirilemez.

Gübreliği eşeleyen bir böcek,bir kanalizasyon faresi hayatını yaşamaktadır.Kendi hayatlarını,başkalarının değil.Onlarınki o noktada,kendi hayatlarını yaşamaları yönünde güzel ve uygundur.

Ancak bu hayat bir arı için,bir kelebek için çirkin ve abestir.Bundan onun hayatı,ondan bunun hayatı beklenemez.

Hayvanlar ve bitkiler aleminde her canlı kendi hayatını yaşamaktadır.

İnsanlar aleminde de bizler kendi hayatımızı yaşamalıyız.Hayatımız hayatımıza hayat olmalı..hayatımızı berbat etmemeli,batırmamalı,bitirmemeli, yitirmemeli, götürmemeli.

Peygamberler hayatlarını yaşamış ve yaşatmış kimselerdir.Onlar hayatın modeli,yaşamın şablonudurlar.

Hayattan gidenlere baktığımızda gerçek hayatını yaşamış insanların kimler olduğunu daha rahat görür ve anlarız.

Nasıl yaşayalım?Bir doğulu gibi mi,bir batılı gibi mi?

Nereli isek ora gibi.Herkes oralı haliyle güzeldir.

Nasıl yaşayalım?Bir Müslüman gibi mi,bir gayrı Müslim gibi mi?

Önce ne isek öyle,sonra en güzeliyle.Önce Müslüman ve sonra en güzel Müslüman..Tetkik,tesbit,tahlil hayatı güzelleştiren merhalelerdir.

Tüm sıkıntılarımız ,sitres ve bunalımlarımız hayatımızı yaşamamaktan kaynaklanır.Yanlış yerlerde yaşamaktan,yanlışları yaşamaktan hasıl olur.

İki yaşlı insan…birinin geçmiş hayatı dopdolu,diğerinin bomboş…İkiside yaşamış..ikiside yaşlanmış..kim olurdunuz,kim gibi olurdunuz,kimden yana olurdunuz?

Hayata geniş pencereden bakmayan insanlar hayatı kendi pencerelerinde görürler.

Hayatı kısır yaşayanlar kısırlaşırlar,kartlaşırlar,kabalaşırlar.

Hayatın yüzü şeffaf,taze ve parlaktır.Yaşanan hayat parlar ve nurlanır.

Vitrinlerde sergilenen altı milyar hayat.Acaba hangisinden alırdınız?

Hayatını yaşamıyanlar hayattan koparlar.Kopuk bir hayat..kopuk bir hayat sahibi…Hayat yaşandıkça kopmaz ve bağlar,bağlanılır.Biraz daha biraz daha diyerek sürekli kazançla artar ve yükseklenir.

Tarihe baktığımızda hayatını yaşayanlar tarihe geçmişler,hayatını yaşamıyanlar tarihten,insanlıktan ve hayattan silinmişlerdir.

Silik hayatın silik insanları,soluk hayatın soluk insanları,karanlık hayatın karanlık insanları…

Hayatını karartanlarla hayatını kurtaranlar hiç bir olur mu?Biri kurtarırken,diğeri karartmakta,hayatını kurtlatmaktadır.Kurtlu bir hayat..kurtlanmış hayatlar…

Kurtlu hayatlar bayat hayatlardır.

Gelin o halde hayatımızı yaşayalım,yeşertelim..soldurup öldürmeyelim…Harcayıp harcanmayalım..

30-06-2004

Mehmet ÖZÇELİK