NEFİS MUHASEBESİ

NEFİS MUHASEBESİ

Nefis muhasebesi;gerçekte insanın hesaplı olması,hesabını bilmesi emektir.

İnsanın kendisini hesaba çekmesi,hata yapmamasına veya az hata yapmasına sebeb olur.

Her akşam kasasını çekip kar ve zararını hesaba çalışan bir esnafın zarar riski az demektir. Bir de buna ek olarak yıllık bilançosunu hesab etmesi,açıkları kapatıp,karları artırması o mesleğin düzenli ve dengeli gittiğinin bir göstergesidir.

Aksi takdirde bu durum nereye ve ne zamana kadar varlığını devam ettirebilir?

Dünya pazarına ticaret için gelen insanlar burada alış verişlerini yaptıktan sonra kendilerini gönderen Rabbı Rahimlerine kavuşacak,hesaba çekileceklerdir.

Âyette:”İnsan başı boş bırakılacağını mı zanneder?”[1] Elbette hayır. İnsan başı boş değildir. Yaptığı her amelinden sorguya çekilecektir. Çünkü;insan ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak üzere başı boş bırakılmamıştır.

Âyette:”Kim zerre miktar hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktar şer yapmışsa onu görür.”[2]

Evet. Her yapılan iş bir hesaba ve muhasebeye tabidir. Ceza da amelin cinsindendir.

Her insan kendine sormalıdır. Tıpkı Hz. Ömer gibi:”Bugün Allah için ne yaptın?”

İman ve ibadetle geçen bir hayatta kaybedilen nedir? İmansız ve ibadetsiz bir hayatta kazanılan nedir? Biri neler kaybetmekte,diğeri neler kazanmaktadır?

Oysa mesele ters orantılıdır. Birincinin kazancı hem dünyada,hem de ahiret ve ahirette iken,diğerinin kazancı olsa olsa şüpheli bir dünya kazancıyla sınırlı kalır.

Oysa sonsuzu kaybedip sonlu ve hakiki olmayan bir şeyi kazanan kimse kazançlı sayılmaz.

Kendini hesaba çekmeme de kayıp vardır,bitip tükenme söz konusudur.

İnsan geçmişine bakmadan geleceğine ümitle ve emniyetle adım atamaz.

Şimdiye kadar neler yaptık,neleri yapmadık?Yapmamız gereken nelerdir?

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde bu dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”Hakikatınca;ahirette, sonsuz hayatta bizi kurtaracak şeyler nelerdir? Bu uğurda neler yaptık? Kendimize sormamız gerekmez mi? Telafisinin lüzumu yok mudur?

Gerçekten biz nereden geldik,nereye gitmekteyiz ve bu dünyadaki vazife ve sorumluluğumuz nelerdir?

Ve bizi gönderen bizden ne istemektedir?

11- 10-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Kıyame.36.

[2] Zilzal.7-8.




MİLLİ EĞİTİM EĞİTİYOR MU , ÜĞÜTÜYOR MU ?

MİLLİ EĞİTİM EĞİTİYOR MU , ÜĞÜTÜYOR MU ?

Şu geçen 10-15 sene içerisinde beni en çok sevindiren Bürokratik çevrelerde sık sık verilen içkili kokteylerin büyük çapta kalkması veya öyle görünür olması idi. Zira toplantı,şura gibi Türkiye’nin her tarafından Ankara ya çağırılan daire amirleri veya değişik kişiler,birbirlerini mecbur bırakarak “İşret alemleri” düzenlemekte,inancı zayıf olanlarda rahatlıkla bu sele kapılmakta idiler. Ancak bunların büyük çapta kalkması bu kesimi rahatlatmış idi.

Böylece insanımız hem manen,hem de madden korunmuş,ekonomi ve diğer alanlarda da bir mesafe alınmakta idi. 60 sene yerinde saymaya bedel,bir ilerleme kaydedilmekte idi.

İşte kimmiş ilerici,neredeymiş ilericilik?

Şimdiye gelince;devletin ve toplumun beyni ve kalbi durumunda olan Milli eğitim camiasında yaşanıyor. Oda geçmiş sefâhetler canlandırılırcasına…

Şöyle ki;Milli Eğitim bakanlığı 24-Mayıs-1995 Çarşamba günü saat 20’de bir kokteyl veriyor,tabii içkili. Oda”Endüstri Meslek Liseleri Türkiye Birinciliği Beceri Yarışmaları”adıyla…

O da;Ankara’nın göbeğinde,öğretmenlerden kesilmek suretiyle yaşatılan,yine tüm öğretmenlerin malı olan”Ankara Başkent öğretmen Evi”nde..

O da;kız-erkek öğrenci karışımı ve sarhoş kafayla gerçekleştirilmek suretiyle… Varın gerisini siz hesaplayın? Ne gibi rezaletler doğacaktır,siz düşünün?

O da;bunlar bir yarışma amacıyla oraya götürülen öğrencilerle beraber…

O da veliler çocuklarının başarıyla döneceklerini beklerken;bulanık kafa,kokan bir ağızla dönmüşlerdi.

O da;bu işler bakanlık seviyesinde,evlatlarımızı teslim ettiğimiz öğretmenler eliyle oluyordu.

Evlatlarımız üğüdülmeden önce,Milli eğitim eğitilmeye tabi tutulmalıdır.

Evet. 70 yıllık eğitimde evlatlarımız ne kadar eğitilmiş? Ne kadar üğütülmüş? Sormak ve Milli Eğitimin bu konuda kendisini sorgulaması gerek..

Yoksa daha çok okuruz şu sözleri”az gitti,uz gitti. dere tepe düz gitti. Birde baktı ki bir arpa boyu yol gitti.”

Son birkaç senedir bazı özel okulların başarısını milli eğitim değerlendirmelidir. Neden fertlerin arkasında olduğu okullarda başarı görülürken,koca bir devletin arkasında olduğu okullarda aynı başarı alınamamaktadır?

Sebebi ise;Eğitimle beraber terbiye ve maneviyat yüklü olmamasındandır. ne yeterli fen ilmi,ne de yeterli din ilmi..

Bize gelince işte bir çok örneklerinden birisi;”Anadolu Otelcilik Meslek Liseleri”bünyesinde,dersin adı”kokteycilik”yani nasıl içki tutulur,kısaca içki hizmetleri. Tabii bunun uygulaması bir yerlerde veyahut bir çok yerlerde uygulanmaya çalışılacaktır. tıpkı “Ankara başkent öğretmen evinde”,”Türkiye birinciliği beceri yarışmaları”nda olduğu gibi.

Evet.”Bar”dersleri. Buyurunuz. İçki sunmada göstereceğimiz maharetler. Ya diğer maharetler,onlar şimdilik rafta…

Bütün bunlar;batıdan gelecek turistlerin sefih olanlarını memnun etmek için,birkaç kuruş uğruna,sefihliği yaşamak ve uygulamak değil midir?

Beyler lütfen! Bizler vergilerimizi bu gibi yerlere harcanması için vermiyoruz. Evlatlarımızı bu okullara içkide maharet göstersin diye göndermiyoruz.

El-İnsaf. Koca bir okul ve eğitim kurumu,onun içinde –Kokteyl-ve –bar- dersleri ve onu öğrenen öğrenci ve öğreten öğretmen. tam bir tezat.

Birde okulların kapanma günleri olan son gün ve haftalarda;lise ve dengi okulların bazı öğretmenlerin öncülüğünde “Gece-Veda geceleri”tertipleri. Ayrı bir tip…

Geçmiş yıllarda yapılan rezaletler daha hala hafızalarımızdan silinmemiş iken;yeni bir kapı açmak,ona müsaade etmek ve göz yummak tam bir sorumsuzluk olmaz mı? İlgisizlik ve de hissizlik değil midir?

Milli Eğitim Bakanlığı,müdürler ve de öğretmenler,talebelerin babaları mesabesindedirler. Hiç baba evladını ateşe atar veya buna göz yumar mı? bana ne ,ne yaparsa yapsın ve böyle bir çılgınlığa karşı bî-gâne bakabilir mi?

Değerli eğitim camiası… Lütfen bu konularda dikkat ve hassasiyet gösteriniz. Bizlere şunu dedirttirmeyiniz;” Keşke şunlarda bir veda gecesi tertipleseler de,bizlere bir an evvel veda etseler,ayrılsalar,bu dünyadan!!”

Bu gün eğitimde yapılmak istenen prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun da Gazi’nin huzurunda ifade ettiği gibi hedeflenen:”Din içtima-i bir müessesedir. Realitede yaşamaktadır. fakat devlet onu mekteblerinde öğretmeye mecbur değildir. devlet terbiyesinin karakteri ancak milli olabilir. İnkilap maarif müesseselerini laikleştirmelidir.”[1]

-İlk olarak eğitim seferberliğini 1834’de İstanbul Beyoğlunda Misyoner okulu,1952’de Harput misyoner istasyonunun,1859’da Harput Amerikan misyoner koleji (Fırat koleji) veya (Ermeni –protestan yetiştiren bu okula –Yeprad koleji-de deniliyordu.

Ermeni seferi[2] ve 1790-1834 yılları arasında Anadolu da 120’ye yakın Ermeni okulu bulunmaktaydı.

Ve 1900 yıllarına gelindiğinde İstanbulda 40,Anadoluda 813 ermeni okulu olup,mevcut öğrenci sayısı 80 binin üzerindeydi.

İmam-Hatipleri denetleme,müsamaha,kaldırma ve onlara gösterilen sertliğin,acaba kaçta kaçı bu Ermeni okullara veya rahibe ve papaz yetiştirilen okullara gösterilmektedir.

Gerçek eğitim hürriyeti Osmanlıdan ders alarak öğrenilmelidir.

Osmanlıda yabancı okulların toplam sayısı 10 bin,öğrenci sayısı ise yarım milyonu bulmakta idi.

Bugün biz bu özel okulu kendi vatandaşlarımıza vermiş ve de verebilmiş değiliz.[3]

Milli Eğitim eğitmeli,üğütmemeli.. Allah baştakilerin başlarına akıl,kalblerine iman versin. O zaman mesele kendiliğinden çözülür.

31-05-1995- MEHMET ÖZÇELİK

[1] Din-devlet İlişkileri.H.H.Ceylan. 1 / 157.

[2] Bak.Büyük İslam Tarihi. (Heyet) 1 / 11, 8 / 277-278.

[3] Bak.Zaman gaz.18-12-1993.




İNSANLIK KAPISI

İNSANLIK KAPISI

Her bir insanın bir insanlık kapısı vardır. Doksan dokuz kapısı kapalı da olsa,açık olan bir kapısı vardır İşte ona o kapıdan girmek,insanlığı o kapıdan ona sunmak gerektir.

Tıpkı kaleyi fethetmek için açılan bir gedikten içeriye girerek fethetmek gibi.Şairin:

Sur’da bir gedik açtık,

Mukaddes mi mukaddes.

Ey kahpe rüzgar,

Her nereden esersen es.

Marifet surda bir gedik açıp,açılan gedikten fethetmektir. İnsanlarda fethedilmeyi beklemektedir. Açık olan –İnsanlık Kapısı- girmeyi kolaylaştırmaktadır.

Nitekim elli veya daha fazla yılı dünyada iken küfürle geçen bir insan,bir anda kalbine doğan bir nur ve ışık ile iman etmektedir. Mesele o kapıyı bulup,oradan girerek tenvir etmededir.

Dünyada ısrarla çalışılmakta olan,açık olan insanlık kapılarını,neticede insanlığı ortadan kaldırmak ve kapatmak çabalarıdır. İşte tüm müstekreh şeyler bu insanlık kapılarının kapatılmasıdır. Dinler bu kapıları açık tutmayı amaçlamaktadır.

İnsani hayat giderse,yerini hayvani hayat alır. Onu bitkisel hayat takib eder ve onun akabinde camid,cansız ve ruhsuz hayat beklemektedir.

İnsanlık,kapısının açılmasını beklemektedir. İnsanlık dışı tüm menfi hareketler buna engel ve perde olmaktadır.

İnsanlığa insanlık hakim olursa,insanlar insanlığı insanca yaşar ve devam ettirirler.

İnsanlar bu dünyaya insan olarak gelirler. Hedef,mükemmel bir insan olarak gitmesidir. Kamil mertebe insanlığın zirve mertebesidir. Sonsuzluğa açılan bir kapı ve ilk adımdır.

Peygamber Efendimiz,bir çok insanlık kapısı kapalı olan Ebu Cehil’i bir çok defa ısrarla ziyaret edip,o insanlık kapısını çalarak,onu hakiki insaniyet olan İslâmiyete bıkmadan ve usanmadan,yapılacaklara aldırmadan davette bulunmuştur.

Tüm ızdırap ve meşakkatlere ve de ölüme kadar varan tehditlere rağmen insanlık kapısını çalmaktan vaz geçmemiş,o vaz geçene kadar…

Kalbin mühürlenmesi,insanlık duygusunun sönmesidir.[i] Zulüm olan zulümatın devreye girmesidir.

Karanlık işler karanlık insanların işidir. Karanlık ruhlar karanlıklardan hoşlanır.

Evet,insanlığın bittiği yerde insanlık dışı hal ve hareketler başlar.

Kötülüklerden değil,insanlığın bitişinden ızdırap duyulmalı.

Kayıb,kötülüklerin tırmanışında değil,insanlığın düşüşünde ve bitişindedir.

Tehlike,hayvanların dağdan inip şehri istila etmesinde değil,belki insanların dağ hayatını arzulama ve yaşamasında aramak gerektir. Çünkü hayvanlardaki hürriyet hayvanca bir hürriyettir. İnsanlar hürdürler ama yine Allah’ın kuludurlar.

İnsanın makamı hayvandan ne derece farklı ise,kulluk makamı da o derece farklıdır.

Dünyada bulunan her kes insandır ama her kes kul değildir. kulluk bir seviyedir,seviye ister. Dünyaya gelen her insan kulluğa namzeddir.

Açık olan insanlık kapısı,kulluğa açılan bir kapıdır.Kulluk yapısı insanlık kapısından girilerek yapılan şaheser mimari ir yapıdır.

İnsanlık kapısının açılması,açık tutulması tıpkı bir gül goncasının açılması,bir çekirdeğin ve tohumun neşv-ü nema bulması gibidir.

Görmeyen göz,işitmeyen kulak,tatmayan dil,çalışmayan kalb,düşünmeyen akıl,dumura uğramış vicdan,hayatsız bir cesed,kısaca iptal edilmiş bir tüm duygular,kapatılmış insanlık kapısının bir neticesidir. Onlara giden yollar, insanlık kapısından geçer.

İnsanlığın salahı ve refahı hakiki insanlıktan geçer. Hakiki insanlık da İslâmiyettedir.

Yaşasın İnsaniyet…Yaşasın İslâmiyet…Kahrolsun Hayvaniyet…Ölsün ve bitsin Dalalet,Cehalet,Sefâhet….

4-3-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[i] Bak.Bakara.7.




İNSAN VE İSYAN

İNSAN VE İSYAN

İnsan isyana meyyaldır. Bu fıtratında mevcuttur. Yusuf Aleyhisselam:”Muhakkak ki nefis kötülükleri emreder. Ancak Rabbimin merhamet edip koruduğu müstesna..”der.[1]

Her insan nefis taşımaktadır. Nefis itibarıyla her insan şeytanın ve nefsin aldatmacasına maruzdur.

Kur’an-ı Kerim-de Alllah’a isyan 6,peygambere isyan 11 ve şeytanın isyanı emretmesiyle 9,alakalı olarak toplam 26 ayet-i kerime zikredilmektedir.

İnsan ve isyan ilk insan Hz. Adem ile beraber başlamış olmaktadır.

İsyansız insan,insansız dünya gibidir. Hadis-i Kudsi-de:”Eğer siz günah işlemeseydiniz,sizi götürür günah işleyen bir kavim getirirdim.”buyurulmaktadır.

Yan,;sorusuz ve imtihansız bir talebe düşünülemediği gibi,insanın yapısında da günah işleme özelliği konulmuş olmaktadır. Aksi takdirde günah işleme ve isyan etme özelliği olmayan melek gibi olurdu. Daha doğrusu makamsız ve mevkisiz olurdu.

İniş durumu olmayanın,çıkış alternatifi de olmaz.

Karanlık zatı itibarıyla çirkindir,eksikliktir. Ancak karanlık nurun,nurunu arttırır ve kıymetlendirir. Karanlık olmadan aydınlık anlaşılamaz ve bilinmez.

“Her şey zıddıyla bilinir.” Gece olmadan gündüz,,kötü olmadan iyinin,cehennem olmadan cennetin,isyan olmadan da hakiki insanın kıymeti bilinmez ve anlaşılmaz.

İsyan;hak ile batılın birbirinden tefrik edilip ayrıştırılmasına vesile olup,hakkın üstünlüğünü açığa çıkarıp,tebarüz ettirmektedir.

İsyan;tüm şeytani işlerin ve şeytani duyguların açığa çıkması ve çıkarılmasıyla beraber,Cenâb-ı Hakkın Celal ve Cemal,Kahhar ve Latif gibi isimlerinin tezahür ve tebarüz etmesine vesile olmaktadır.

Cehennem bile isyan kirleriyle kirlenmekte..tıpkı isyanla kirlenen kirli insanlar gibi…

“Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil…”

7-5-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yusuf.53.




MEHMET AKİF ERSOY VE HAYATI

MEHMET AKİF ERSOY VE HAYATI

Zor dönemin zorlu insanıdır Akif. O zor ve zorba dönem ki;yıkılışlar ve çökülüşler devresidir. Yıkılan asırlık çınarın,tohumunu toprağın karanlıkları ve basıcı havasına attığı dönemdir.

İşte Akif,o tohumun filizlendirdiği şahsiyettir. Mümtaz olup,ancak ne ilktir ne de son.

Bir cihetle;haşmetli maziyi ve onun bitişini hasretle seyreder ve haykırırken,diğer cihetle de parlak müstakbeli müjdeleyip,terennüm ederek ümid vermektedir.

Mağdur ve mazlum bir milletin dilidir Akif. Onların feryatlarının ve iniltilerinin sesidir o.

Millete gelecek her türlü zulüm zulmete göğsünü gererek siper etmektedir.”Siper et göğsünü,dursun bu hayasızca akın.”

O milletin çektiğini hisseder,yaşar ve yazar. Akıcı bir üslupla,sönmüş ruhları dahi ihtizaza getirecek şiir üsluplarıyla…

-Dr. Tahir Barçın’ın da ifadesiyle Akif;Fatih’deki Sarıgüzel semtinde bir evde (şimdiki Barçın apartmanının yerinde) 1290 (1878)’de dünyaya gelmiştir.[1]

Akif:”İlk terbiyemi annemden aldım.”der.[2]

Yani Akif,Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle:”Kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Mabede sokağı,dinin içine hayatı sokuyor.

İnzivasında insanların hallerini düşünen Yunus,bir gün:

“Kasdım budur şehre varam feryâd-u figan koparam.”der. Fakat şehirde değil,ruhun içinde dolaşır. Akif şehrin içine gerçekten giren ve feryâd-u figan koparan bir şairdir.”[3]

Hayatın dışına yitilen ve terk edilen İslâmı,hayatın içine alarak işleyen İslâmi bir hamiyete sahibtir.

Nitekim o,Venizelos’un oğlu Sofoklis Bursa’yı işgal eden işgal kuvvetlerinin başında iken edebsizce,Osman Gazi’nin sandukasına tekme ile vurup:”Kalkta milletini kurtar.”demesi haberi üzerine:”Taceddin Dergahında”,”Bülbül”adlı şiirinde şöyle feryâd-u figan eder:

Eşin var,âşiyanın var,baharın var ki beklerdin.

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül,nedir derdin?

O zümrüt tahta kondun,bir semavi saltanat kurdun;

Cihanın yurdu hep çiğnense,çiğnenmez senin yurdun,

Bugün yemyeşil bir vadi,yarın kıpkızıl bir gülşen,

Gezersin,hânumânın şen,için şen,kainatın şen,

Hazansız bir zemin isterse,şayet rûh-i ser-bâzın,

Ufukları bûd-i mutlaklar bütün mahkumu-i pervâzın,

Değil bir kayde sığmazsın kanatlandın mı eb’ade,

Hayatın muhayyel gayedir ahrara dünyada,

Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?

Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurâşandır?

Hayır,matem senin hakkın değil…Matem benim hakkım;

Asırlar var ki,aydınlık nedir bilmez âfâkım!

Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda;

Bugün bir hânumansız bir serseriyim öz diyarımda;

Ne hüsrandır ki,şarkın ben vefasız,kansız evladı,

Serâpa ğarba çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı;

Hayalimden geçerken şimdi fikrim hercü merc oldu,

Selahaddin-i Eyyubilerin,Fatih’lerin yurdu,

Ne zillettir ki,nâkus inlesin beyninde Osman’ın,

Ezan sussun,fezalardan silinsin yad-ı Mevlanın!

Ne hicrandır ki;en şevketli bir mazi serab olsun!

Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Hanın;

Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!

Yıkılmış hânumanlar,yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler binlerce,yüz binlerce doğransın!

Dolaşsın,sonra,İslâm’ın harem-gâhında nâmahrem…

Benim hakkım,sus ey bülbül,senin hakkın değil matem!”[4]

Akif’in o zamandaki ifadeleri hala tazeliğini muhafaza etmektedir. Balıkesir’de mücadeleci ruhuyla Zağnos Paşa camii civarında kalabalık halka şöyle sesleniyordu:

Cihan alt üst olurken seyre baktın,böyle durdun da

Bugün bir serserisin,deredesin kendi yurdunda.”ve

Ben böyle bakıp durmayacaktım,dili bağlı

İslâmı uyandırmak için haykıracaktım.

-Konya’da iken bir Konya’lı Akif’e”Biz Selçukluyuz. Bizden olmayan bir hükümetin yıkılmasından bize ne?”dediğinde üzüntüyle cevaben şöyle der:”Allah bir hükümeti zayıf bırakmasın. En büyük felaket budur. Hükümet zaafa düşünce her yer oğul verir.”

Bediüzzaman Hazretleri Akif’le ilgili olarak Emirdağ Lahikasındaki bir mektubta:”..Merhum Mehmet Akif gibi insaflı,Risale-i Nur gibi fevkalade takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için biz,İstanbul hocalarına dostuz,onlardan gücenmeyiz. İnşaallah bir zaman”Yirminci lem’a-i ihlas”kendini onlara okutturacak,o eski dostları da yeni dostlar yapacak.”der.[5]

Bir gün camiden çıkıp dağılan halka bakan Akif arkadaşı Nuri’ye:”Ne zaman bu camilerden şu dizlikli,poturlu hamallarla,küfecilerle beraber senin benim gibi yakalıklı,bastonlu beyler çıkarsa,o zaman bu millet adam olur.”der. Madde ile manayı birleştiren bir zattır o.

Bu insanların ve vatanın kurtuluşu, milletin derdiyle dertlenen,onların ateşiyle yanan ve inanç ateşini yakan Akif gibi insanlara ihtiyaç vardır. Onların yanmasıyla vatan ve millet yanmaktan kurtulur. Yani Ataullah Bahaeddin’in dediği gibi ki:”Odama girdim;kapıyı kapadım;ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslâmın garipliğine,müslümanların inhitatına (çöküş ve yıkılışına) ağladım,ağladım…” Bir kere ağlamak,üç kere çalışmak.

Akif o zamanın basınından da şikayetçidir. Eşref Sencer Kuşcubaşı’na yazdığı 18-Mayıs-1931 tarihli tarihli,müstehcen matbuat için şöyle der:”Nedir o matbuatın hali? Öyle resimler basılıyor,öyle hikayeler yazılıyor ki,bunları seyredebilmek,okuyabilmek için insanda edeb denilen,haya denilen devletliden zerre kadar nasibi olmamak icab eder.”[6] ve bunu 40 sene evvelinden değil yazmak,ağza almaktan çekinildiğini.”söyler. Ya şimdi?

Buda bir batılı ajanın;kendi ektikleri tohumların iki-üç asır sonra derileceğini,kendilerinin ise,kendilerinden önce ekilenleri derip topladıklarını söyler.

Yani şu zamandaki müstehcen neşriyat,taa o zamanki tohumların bir mahsulü,bir dikenidir.

Akif der:”İnsan iki şeyi bilmeli;biri haddini,diğeri de hesabını. Ben haddimi bilirim ama hesabımı bilmem.”

Safahat’da:”Akif,aruzun Mimar Sinan’ıdır. Sinan’ın,Şehzade camii,çıraklık;Süleymaniye,kalfalık;Selimiye,ustalık eseri olduğu gibi Akif’inde birinci Safahat,kendi sanatında yola çıkması;ikinciden beşinciye kadar olan Safahat,san’atında yürümesi;altıncı Safahat,sanatının dağ başına varmasıdır.”

İSTİKLAL MARŞI

Akif,milletin içinde bulunduğu durumu en güzel bir şekilde bilip,ona göre ruhunun derinliklerinden gelerek 48 saat içerisinde İstiklal Marşını yazar.

O’nu o zamana kadar bekletip yazdırmayan sebeb;bakanlığın müsabakayı 500 lira para mukabilinde açmış olmasından dolayıdır. Paraya da şiddetle ihtiyacı olduğu halde,para karşılığı olduğu için yazmaz.

Bakan Hamdullah Suphi’de (Tanrıöver) böyle bir şiiri ancak Akif’in yazabileceğini bildiğinden;Hasan Basri Çantay’ın tavassutuyla Akif razı edilir. Zira Hasan Basri paranın kalktığını,48 saatlik mühlet kaldığını belirterek,böyle ayakta hürmetle dinlenilecek,milletinin istikbalinin simgesi olan:”İstiklal Marşı”nın yazılmasında Akif razı,millet memnun edilmiştir. Diğer yerlerden bakanlığa gönderilen 700 küsur şiir ise kabul edilmemiştir.

NÜKTELER

-Dinsizliğiyle meşhur Abdullah Cevdet bir sabah hızla ve telaşla gitmekte iken Akif’le karşılaşır. Akif ona böyle nereye gittiğini sorduğunda cevaben:-Gazeteye;Ben bu vatanın öksüzüyüm-diye verdiğim halde –S- düşmüş,-Ben bu vatanın öküzüyüm.- diye çıkmış düzelttireceğim deyince Akif;telaşınıza gerek yok,isabetli olmuş,der.

-Kendisini küçük düşürmek için Baytar mısınız?-diye soran birisine;Evet,muayene mi olacaksınız?-der.

-Hasan Basri Çantay anlatır:” Hiç unutmam;Samih Rıfat Bey,üstadın sevmediği bir adamı koluna takarak-güya Akif’le barıştırmak için- onun bulunduğu bir yere getirmişti. Üstad o zatı karşısında görür görmez yayından boşanmış ok gibi dışarı fırladı. Bir daha dönmedi. Ben,bu yaptığının iyi olmadığını söylediğim zaman şöyle cevap vermişti:

“Evet,ayıp ettim. Samih buna meydan vermeyecekti. Benim o adamla bir zorum yok. Fakat mukaddesatıma sövdü o. Basri,Basri,o,benim evladımı öldürseydi belki affedebilirdim. Hânumanımı (yuvamı) söndürseydi,yine affedebilirdim. Daha ileri gideyim. İnsanların ortasında benim yüzüme tükürseydi yine vaz geçebilirdim;mademki bana gelmiştir ve onu aziz bir dostum getirmiştir. Fakat o,benim mukaddesatıma sövdü,mukaddesatıma sövdü!”(Akifnâme)

-Hasan Basri anlatıyor:”Bir akşam,bizi Ankara’da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz tam gitmek üzere iken,o koşa koşa bize geldi,dedi ki:

“Bu akşam çayı sizde içeceğiz.” Tabii ben memnun oldum. Fakat bunun sebebini de anlamak isterdim. Sordum,gülerek dedi ki:

“Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler…”

-27-Aralık-1936’da hakkın rahmetine kavuşur. Rahmetullahi aleyh.

Hepsi göçmüş,hani yoldaşlarının hiç biri yok!

Sen mi kaldın,yalınız kafileden böyle uzak?

Postu sermekse meramın yola,serdirmezler;

Hadi,gölgenle beraber silinip gitmene bak.

Akif’in son mısralarından:

Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını

Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını…

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Son devrin İslam akedemisi.Dar-ul Hikmetil İslamiye.S.Albayrak.sh.174,Yeni Nesil gazt.1-1-1982.

[2] Agg.28-12-1981.

[3] Şiir Tahlilleri. M. Kaplanç.sh.174.

[4] Sarıklı Mücahidler.K. Mısıroğlu.sh.357.

[5] Yeni Nesil Gazt.agg.31-12-1981.

[6] Tercüman Gazt.27-12-1985.




RAHMANIN ARŞI KALB

RAHMANIN ARŞI KALB

Hadis-i Kudsi’de:”Ben yer ve göğe sığmadım,mü’min kulumun kalbine sığdım.”buyurulur.

Allah Kainatı Arş’dan idare eder.[1] genel tasarruf merkezidir arş. Kalb ise,ilahi tecellinin,ma’rifetin,imanın arşıdır. İlahi tecellinin mü’mindeki tasarruf mekanizmasıdır kalb…

Tecelli zattan varlıklara doğru gelir ve olur. Ma’rifet ise eşyadan zata doğru olur.[2]

Yani;-Heme Ost –Her şey O,değil,-Heme Ezost-dur,Her şey O’ndandır. O’ndan eşyaya,eşyadan O’na gidiş farkı.

Kalb;yöneldiği yere yani kabile,mukabil bulunduğu duruma göre ad almaktadır. İman,salihat ve küfür,fısk,fücur gibi tavırlar kalbin aldığı veya takındığı tavrın adıdır. Kalb sadece buna aynalık yapmaktadır.

Tecelli;kalbe göre tecelli eder,şekil alır,kesifleşir,kokar veya kokuşur. Güneşin doğmasıyla bazı maddelerin taaffun edip,kokuşması gibi… Eşyanın değişik şekillerde görülmesi;eğrilik ve doğruluk güneşin doğmasından dolayı değildir,belki o eşyanın yapısından kaynaklanmaktadır.”De ki:Herkes,kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar.”[3]

İlâhi tecellinin esma ile tezahür etmesiyle,Cemal’de,Celal’de tecelli etmekte,görünene göre,edilen doğrultusunda tecelli etmekte,tecelliye göre de şekil almaktadır.

“Allah kimin gönlünü İslâma açmışsa o,Rabbinden bir nur üzerine olmaz mı?”[4]

Sadır yani Kalb o nurla görür ve o nurla görülür.

Kalb;melekut ve metafizik alemindendir. Akıl ise,kalbin bu alemdeki sözcüsüdür.

İnsan; burayı,madde alemini temsil eden akıl ve metafizik alemi temsil eden kalbin tezevvücünden tevellüd etmiştir.

Akıl Hikmet üretirken,kalb hakikat üretir. Kalb hakikatı temsil eder.

Akla giren bilgi,kalbden marifet olarak çıkar.

Kalb,Allah’ın nüzul ettiği makam. Tenezzülatı ilahi. Kalbler Ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.”[5] Kalbin tatmin merkezi. Kalb O’nsuz olamıyacağı gibi,O’da kalbsiz bilinmemekte ve görünüp anlaşılmamaktadır.

Kalb ebediyet boyutlarında uçarken,akıl ayağıyla yürür,kanatsızdır,uçamaz.

Kalb,sonsuz olan Allah’ı içerisine alırken,akıl zorlanmakta,ihata edememekte,duvarlarını zorlamaktadır.

Akıl dünya eşyasıyla avunabilirken,kalb dünyaya aid şeylere teveccüh etmemektedir.

Vahiy;akıl eliyle kalbe sunulur. Kalb vahiyle beslenir. Vahiy,aklın elinden tutup,gidemeyeceği karanlık ve aşılmaz noktaların aşılmasında yardımcı olur. Mücerred akıl kördür. Vahiy onun gözüdür. Akıl da vahyin ayağıdır. Hayatın devamı,göz ve ayağın beraberliğiyle sürdürülebilir.

Hakikatlar kalbin mahsulüdür. Kalbsiz hakikat,hakikat değildir.

Evliyanın terakkisi kalb iledir. Allah’a yakınlık ve Allah’ın yakınlığı yani Kurbiyet ve Akrebiyet kalb iledir.

Akıl filozofları doğururken,kalbde peygamberleri netice verir. İkisinin birleşmesiyle hikmet sahibi hakimler ortaya çıkar. “aklı aydınlatan fen ilimleridir,kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder.”

Kalb fıtrattır,fıtrat İslâmiyettir.

Barajın türübünleri kalbi temsil eder. Baraja gelen sular vahyin güç kaynağıdır. Işık ise,akıl ve organlardan çıkan enerjilerdir.

Organlar kalbde beslenirler.

Mehmet Feyzi Efendi der:”Kalb,ruhla cesed arasında bir berzahtır.”[6]

Gerçek hayata giden yol kabirden geçer. Cesed kalbin kabridir. Orada terbiye edilmektedir.

Kalb,vücudun sultanı,iç ve dış organlar onun azalarıdır.

Kalb,sürekli maneviyatla beslenirse gelişir,büyür,kuvvetleşir,görüş boyutları artar. ötelerin ötesine geçebilir. Kalb için bir mani yoktur.

Kalbin Allah’a vesileliği duadır. Temizlenmesi ise Tevbe ve İstiğfardır. Tevbe zahiri günahı işlemekle olması beklenilmez ve şartda değildir. Amaç tevbe ile O’na yönelmek,Tazarru ve Niyazda bulunmaktır. Efendimiz(ASM):”Ben günde 70 defa Tevbe ediyorum.”derken,masum oldukları bilindiği üzere,Tevbe ile her gün 70 mertebe kalbin terakkisine,Allah’a olan yakınlığa vesile oluyorum,demektir.

Hadis mucibince;İşlenilen her bir günah (bir sis ve bulut gibi kalbin üzerinde) bir leke oluşturur. (Tevbe ve istiğfar ile) İzale edilmediği takdirde o büyür. tevbe onu siler. Kalb iyi olduğu zaman bütün vücutta iyi olur. O kötü olduğu zaman bütün vücutta kötü olur.

Hadiste:”Günah;kalbinde tereddüt oluşturan şeydir.”buyurulur.

Haramlar kalbi kasavetleştirir.[7]

Takva;Kalbin safiyetidir. Kirlerden korunması ve arınmasıdır.

Peygamberimiz duada:”Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”[8]

Hadiste:”Kalbler,Rahmanın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.”[9]

Kalb,maddi kanı vücuda pompalayıp hayatı sağladığı gibi,maddi yönüyle de Çam kozalağı özelliğinin ötesinde manevi ve ebedi hayatın hayatını idame etme özelliğine sahibdir. O bir latife-i Rabbaniyedir.

Kalb;kelime anlamı itibariyle, sabit olmayıp,halden hale değişmesi ve dönüşmesi demektir.

Dünyada her an kıbleye dönük olarak namaz kılınmaktadır. Dünyanın dönmesi,kıbleyi ters tarafa çevirmez. Hep aynı sabit kalır. Kalb’de kıblesi olan ma’rifetullah yönünde devamlı dönmektedir. Rıza-i İlahiye uygun olmayan her şey onu kıbleden çevirmede etkili olur. Namaz da kıble nasıl esas ise,kalbin kıblede kalması esastır.

Evlilikte de esas olan eşin;Kalbe mukabil aynalık yapan,karşılığını bulan bir kalb olmasıdır.

Maddi kalbin durmasıyla ,manevi kalb varlığını devam ettirir. Duran onun maddi cihetidir.

İbadet ve maneviyat kalbi beslerken,[10] günahlar onu zayıflatır,hırpalar. Neticede vahim bir sonuç olarak;”Kalbin mühürlenmesine”[11],manevi hayatının bitmesine neden olur. Kalp yani bozuk,geçmez bir para gibi olur.

Kalb bilgisayarın Hard Diskidir. Bilgi ve beceri ile Word’a alınan bilgiler hayat monitöründe yansır. Virüsler;kalbin hastalıkları,[12] onun eğriliği,[13] katılığıdır.[14] Günahlar çoğaldıkça,virüsler artar.[15] Proğramları anlamsızlaştırır ve bozar.[16] Kalbleri bilen Allah,[17] devamlı onu temizlemeyi diler.[18]

İman kalbe aid bir duygudur. Dilin söylediğinin kalb tarafından onaylanması gerekir. Münafık ağzıyla söyleyip,kalbiyle onaylamaz.[19]

Kur’an-da kalble ilgili bir çok ayet mevcuttur.

Şeytan içten elde ettiği nefis ile,bütün kuvvetiyle kalbe hücum eder.

Allah kalbi yüceltmeyi amaçlarken,şeytan onu yıkmayı hedefler.

Sevgi-İman-Merhamet gibi tüm güzellikler kalbin meyvesidir.

Kalb çekirdeği ve onun açılmış hali olan ağacı,İslâmiyet ile sulanırsa gelişir,cennet ve Cemalullah gibi neticeleri netice verir.

Kalb dünyaya kalıbını almak üzere gönderilmiştir.

Ana trafo olan kalb Allah tarafından irade edilmiş,onun vesileliği ile Allah ve insan arasında irtibat tesis edilmiştir. Allah,kalbi kendisiyle irtibatlandırmıştır. Bu bağın kopması demek,dünyadan yer çekimi kanununun kalkmasıyla fezada,boşlukta uçarken,kalbin kopukluğu yokluğa doğru gidişe neden olur.

Bu durumda Allah’ın rahmeti devreye girerek,onu yokluktan kurtarır,cehennem ile bağlar.

Namazın şartı istikbali kıble,fesadı ise kıbleden çevrilmedir. Kalbin hayatı Allah’a yönelme iledir,fesadı ise yönün çevrilmesi ve bağın kopmasıdır.

Günahlar şeytanın avlayıp yakalamak için kurmuş olduğu tuzaklar ve oltalardır.

Lümme-i Şeytaniye;doğrudan şeytanın aldatmak ve kandırmak üzere süsleyerek insan kalbine atmış olduğu şüphe ve vesvese gibi aldatıcı,şaşkın kılıp ayak kaydırıcı fısıltılarıdır.

Allah buna karşı melek ilhamıyla koruma altına alır,muhafaza eder.

Büyük insan olan kainatta arş ve onun büyüklüğü ile beraber merkeziyyet özelliği ne ise;küçük kainat olan insanda da kalbin özelliği ve önemi odur.

Küçük kainat olan insanın kalb sarayında oturan ruh sultanı aklın vezirliğiyle,duyguların yardımcılığıyla dünya bahçesinden ma’rifet çiçeklerini dermektedir.

Eserlerinde kalbe büyük önem veren Bediüzzaman Hazretleri özetle şöyle bahseder:

Kalbin hasseleri olan vazifeli latifelerden akıl,ruh,sır,nefis gibi duygularla beraber Kamil bir insan olabilmenin yolu;

“Eğer insan yalnız bir kalbten ibaret olsaydı; bütün mâsivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.”[20]

Tarikatta kalbi işlettirmekle amaçlanan;” zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini, a’mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.”[21]

Kâmil insanın seyri:” Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelaline abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdemin melaikeye rüçhaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.”[22]

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”[23]

“Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

Görüyoruz ki, kalb hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimam ile eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fâni dünyaya razı değildir.”[24]

“Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbimle arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl bervech-i mutad bürhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor.”[25]

“İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?”[26]

“Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.

Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”[27]

“Bir harfte meselâ “kalb-i beşer”de şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek”[28]

“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila …….Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.)”[29]

“Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur.”[30]

“Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.”[31]

“Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.”[32]

“ kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.” Allahım! Bizi Senin muhabbetinle ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin muhabbetiyle rızıklandır.

”de.”[33]

“ İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman.”[34]

“ insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir.”[35]

“Makine-i insaniyenin merkezi ve zenbereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır.”[36]

“Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”[37]

“Kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.”[38]

“ Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

Cevab: Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”[39]

“Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak,arttırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.”[40]

“Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.”[41]

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”[42]

“Evet iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça “yasaktır” der, tard eder kaçırır. “[43]

“Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır.”[44]

17-2-2001

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Allah’ın arşı İstivası. Hak Dini Kur’an Dili. E.Hamdi Yazır. 1 / 290, 3 / 2175-2177, 4 / 2758, 6/ 4190, 7 / 5171, 8 / 5323,İmam-ı Malik’in İstivayı izahı. 3 / 2180, Kürsi-Arş hakkında Hadis., 2 / 854-856. Arş;Selefiyyece,Allah’ın Arşa istivasına inanmak farz,mahiyeti hakkında soru sormakta bid’attır. İlmihal. İSAM. 1 / 24.

[2] Bak.Feyizli sözler. Rafet Küllüoğlu.47-48.

[3] İsra.84.

[4] Zümer.22.

[5] Ra’d.28,Enfal.10,Al-i İmran.126.

[6] Feyizler.(V) M.Özdağ.191.

[7] Kütüb-ü Sitte. prof.İ.Canan. 12 / 323.

[8] Age. 10 / 289, 17 / 500.

[9] Age. 10 / 289, 17 / 500.

[10] Ra’d.28,Nahl.106.

[11] Bakara.7,Ğafir.35.

[12] Bakara.10,Ahzab.32,Tevbe.125.

[13] Bakara.93.

[14] Bakara.74,Al-i İmran.159.

[15] Bakara.283.

[16] A’raf.179.

[17] Ahzab.51.

[18] Ahzab.53.

[19] Al-i İmran.167,Maide.41,Enfal.49.

[20] Sözler.B.Said Nursi.sh.495.27.sözün zeyli.3.sualin cevabı.Osmanlıcası.sh.167.

[21] Mektubat.440

[22] Mektubat.440-441.

[23] Mesnevi-i Nuriye.107.

[24] Age.109-110.

[25] Age.220.

[26] Sözler.251.

[27] Age.255.

[28] Age.295.

[29] Age.358.

[30] Age.474.

[31] Age.562.

[32] Age.614.

[33] Age.640.

[34] Age.732.

[35] Mektubat.443.

[36] Age.456.

[37] Lem’alar.9.

[38] Age.77.

[39] İşarat-ül İ’caz.67.

[40] Age.77.

[41] Mesnevi-i Nuriye.117.

[42] Age.117.

[43] Hutbe-i Şamiye.76.

[44] Age.76.




K Ü T Ü P H A N E

K Ü T Ü P H A N E

İnsanlık hayatı kitapla başlar ve kitapla noktalanır. Kur’an-ın ilk emri”Oku”dur. İşte bu ilahi kaynağın esasındandır.

Bizlerde o kitaplara göre hayatımızı kitaplaştırmalıyız. Zira her bir insan okunulacak veya okunulması gereken bir kitaptır. Okuduğu sürece..okuyan okunulur.

Bizler kültürümüzü hep kitaplarla süsledik. Sürekli o süs bizden,bizler o süsten hep koparıldık ve şimdi de koptuk.

Lüzumluluğuna binaen matbaanın kurulması Şeyhul İslâm Abdullah Efendinin bir fetvasıyla,birkaç asırdır gerçekleşmiş[1] olmasına rağmen,istifade yeterli olmamıştır.

Medeniyetin matbaası,Bilgisayarı,İnterneti,fotokopisi,faksı gibi tüm imkanları olan bizler,bu imkanlardan mahrum olanlara bile yetişemedik. Yoksa bu gidişle yetişemeyecek miyiz?

İlim-kültür-kütüphane;bunlar birbirinden ayrılması mümkün olmayan değerlerdir.

Çocuğun hayatını kitaplar fethetmeli,eğlenceler işgal etmemelidir.

Hayatımızdan kitap çıkarsa,hayat da çöker. İşte çöküntülerimiz=

-Moğol istilasında Bağdat yakılmış,kitaplar ve kütüphaneler nehirlere dökülerek aylarca su yerine mürekkeb akmıştır. Hafızamız kaybettirilmiş.

-Bir gün Adıyaman-da kütüphane müdürü arkadaşımızın ibretli hatırası bizi düşündürmüştü. bizi kütüphaneye çağırarak,bir odayı açıp,torbalarda dolu olan kitapları göstererek olayın iç yüzünü şöyle anlatmıştı;

Bu torbadaki kitaplar Adıyaman-ın ilk okulu olan Cumhuriyet İlkokulunun çatısında bulunup getirilmiş. Torbanın birisini açıp baktığımızda özellikle Tefsir,hadis,fıkıh gibi kitapların olduğunu gördük.

Daha bunların az bir kısmı olduğunu,daha önceki müdürün İstanbula tayini çıkıp giderken yanında benimdi diyerek götürdükleri de cabası..

-Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren,bir asra yaklaşan dönem içerisinde insanlar okumaktan men edilip yasaklanmış,böylece ya yakılıp imha edilmiş veya toprağa gömülmüş veyahut çatı gibi gizli yerlere saklanarak muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Okuyanlar cezalandırılmış,hapse atılmıştır.

Masumane insanların okudukları masumane kitaplar suç organı sayılmış,suçlu ilan edilmiş.

-Yatılı okulda,Karslı bir talebemin babası ziyarete gelmişti. konuşma esnasında adam şunu anlattı;

Hocam,ben İstanbul-da bir müteahhidin yanında ustalık yapmaktayım. Bir gün deniz kenarında bir paşanın yaptırdığı kütüphanenin yerine Apartman inşa edecektik.

Müteahhit bana,bizim bu kitaplarla uğraşacak zamanımız yok. Sen gizlice bu kitapları denize dökersin,burayı hemen yıkar,yerine binanın temelini atarız.

Ancak buna vicdanım razı olmadığından,İstanbulun birkaç camisine giderek imamlara yarın erkenden-arkadaşlarına da söyleyerek-gelmelerini,kendilerine bu kitapları dağıtacağımı söyledim.

Ertesi gün gittiğimde,büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Kütüphaneyi açarak,kasa kasa kitapları onlara verdim. kendimde hatıra olarak büyük bir uzunlukta ve kalınlıkta bir kitabı aldım,diye anlatmıştı.

Son anda önlenen büyük bir dehşet ve vahşet.. ya engellenmeyen ve engellenemeyenler?

-Kayseri’de bir gün bir halifleksçi arkadaş,babalarından kalan eski kitapları vermek üzere çağırmıştı. Geciktirmeden birkaç arkadaş kalkıp gittik işyerine. Büyükçe bir sandığın dibinde birkaç kitapla karşılaşınca,biraz da şaşırarak;Hepsi bunlar mı?dediğimizde bizlere şöyle demişti;

“Bu sandık doluydu. Atölyede sobada yakıyoruz. Bunlar kaldı.”

Bizleri de yakan bu söze karşı,bir kaçını da kurtararak,yanık ve hazin olarak oradan ayrıldık.

Yakılan,yanan ve yandırılan bir tarih…

-Bin yıllık bir tarihi ve dili harf inkilabıyla devirdik. Ve kalan mirasımızı balyalarla,vagonlarla Bulgaristana kağıt fiyatına sattık. Oda okkası üç kuruş 10 paraya sattık [2]Kağıt kadar da kıymet vermedik. Kese kağıdı yaptık. Yapılan inkilapla muhteşem bir mazi ters yüz edildi. Birikimler heba edildi,bitirildi.

İnkilap uğruna yitirilen,sökülen değerler…

-Odasının her tarafı kitaplarla kaplı İbrahim Hakkı-ya bunları nasıl elde ettiği sorulduğunda;derinden derine,hüzünle ve ağlayarak içini çekip;

Yakılmak üzere meydana konulan kitaplardan yanmayıp da kurtarabildiğim az bir kısmıdır.”der.

Yakılan,yıkılan,bitirilmeye çalışılan bir tarih…

-Yüzlerce örnekleriyle beraber,bizlerin ilgisizlik ve bilgisizliği de yara üzerine dökülen bir kezzab durumundadır.

İnsanlara değerlerimiz,her şeyimizi,milletlere arşivlerimizi,hafızalarımızı çalmayı kim öğretti? Kimden öğrenildi?

İnsanlar ya kahvelerden veya oyun salonlarından kütüphanelere çekilmeli veyahut da kahvehaneler birer kütüphane haline getirilmelidir.

Doğunun sıkıntısı bununla giderilebileceği gibi,batının ekonomi ve tekniği de bununla kalkındırılabilecektir.

İşte güzel bir uygulama;”Ürgüplü kütüphane memuru Mustafa Güzelgöz 1952-de merkeple köy köy gezici kütüphaneleri uyguluyordu.”[3]

Gelmeyene gidilmeli.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.Babinger Stanbuler Bachwesen,Leipzig,1919.Sh.9,Diyanet Der.Eylül.1991,sayı.9,sh.6.

[2] İnönü dönemi. A.Dilipak.269.

[3] Bkn.Zaman gaz.31-03-1995.




İNSANLAR EŞİT DEĞİL

İNSANLAR EŞİT DEĞİL

İnsanlar aynı tornadan çıkmış değillerdir. Bu farklılık,farklılığındandır,eksikliğinden değil.

Eğer insanların bir birinden farklılığı eşitsizlik olarak addedilecek olursa; Dört ayaklı varlıklarla insanların mahkemelik ve onların insanlardan davacı olması gerekir.

Sınıftaki öğrencilerin farklılığı,bir yandan onların farklılıktaki zenginliklerinden olmakla beraber,kabiliyetlerini farklı geliştirmelerindendir.

Farklılıklar;sınıflar arası soru farklılığındandır. Neticede imtihan devam etmektedir.

Devlet kademelerindeki farklılık eşitsizlik olmayıp,adaletin ta kendisidir. Vali ile kapıcısı eşit mi olmalı? Eşit mi kalmalı? farklılık devam mı etmeli? Ta ki kabiliyetler tezahür etsin..

Bütün insanların giyimde,yiyim de,yaşadıkları ev şekillerinde ,her şeyde,işlerinde,geliş ve gidişlerinde,vs,vs..eşitliğin olduğu bir dünya; sessiz ve sakin bir mezar hayatı olur. Orada kimse konuşmamakta,herkes suskun. Bir değişiklik ve farklılık yok.

Eşitlik;hukukta ve adalette olub,onun dışındaki eşitlik ve eşitleme adaletsizliktir. Seviye ile seviyesizlik,seviyeli ile seviyesiz bir birinden tefrik edilmelidir. Oda farklı kabiliyetlerin devreye girmesi ile mümkün olur.

13-12-98

MEHMET ÖZÇELİK




İNSAN VE YARATILIŞI

İNSAN VE YARATILIŞI

“İnsan,Cenâb-ı Hakkın antika bir sanatıdır.”

Muamma ve meçhul varlık insan.

İnsan maddesi ve manasıyla en mükemmel bir varlık. Ancak gerçek mahiyeti ebede uzanan manevi boyutuyladır.

Kapsamlı,kabiliyetli tek varlık. Kendisine eşyanın isimlerinin talim edilmesiyle ayırabilen,fark edip kıymetlerini takdir edebilen tek varlık.

Kendini çözemeyen insan kainattaki ortaya çıkan harikalıkları görmekle de harika mahiyetini anlayabilir. Kainatta,kendi galaksimiz içerisinde güneşimiz ve ondan büyük 200 milyar tane bulunmaktadır. Bize en yakın olan Andromeda galaksisinin ışığı bize 2,2 milyon sene de ancak ulaşabilmektedir. Ve bunun gibi milyonlarca bulunmaktadır.

İnsan ise onların içerisinde bir toz ve bir nokta gibi kalmaktadır. Değer itibariyle ise hepsinden daha büyüktür. Çünkü kainat fabrikası her bir çarlıyla dev bir fabrika olarak çalışması insanı netice vermektedir. O halde netice vasıtalardan daha kıymetli ve büyüktür.

O yıldızlar milyarlarca yıl yaşarken insan 60 yıl gibi ortalama bir hayat sürmektedir. Bu hayat sırf gübre halini almak için diğer varlıklarla aynı seviyede kalması düşünülemez.

Biz bu dünyaya gelmeden bize burayı hazırlayan zat,buradan da gideceğimiz yeri hazırlayan zat olacaktır.

Umum varlıklar içerisinde en önemli bir kul oluşundandır. Tabiri caizse;Allah’ın adam yerine koyduğu,onun kelâmını düşünebilen tek muhatab olması…

En büyük ve parlak bir varlık olan güneş de Allah’ın (Cemal,Azim gibi) sekiz ismi görülürken,insanda bin bir ismi temaşa edilen ve görülen okyanus misal bir varlık olması. Ona ayinedarlık etmesi…

Cenâb-ı Hakkın kudretiyle en güzel bir surette,Kur’an-ın ifadesiyle:”Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”[1] ayetinin görüldüğü tek varlık.

Cenâb-ı Hakkın rahmetinin hazinelerini,nimetlerinin kıymetini en ince ölçülerle ölçen,ince ölçülere sahib tek varlık.

Nihayetsiz nimetlere en ziyade muhtaç olanı,muhtaçlığında,ihtiyacının çokluğunda zengin olan bir varlık. Zira bir hizmetçinin ihtiyacı ile,bir cumhurbaşkanının ihtiyacı bir değildir. İkincisinin ihtiyacının çokluğu onun kıymet ve büyüklüğünden ileri gelir. Bunun gibi de bir koyuna bir-iki yiyeceğin olması yeterken,insan kıymetliliğinden çok şeye muhtaç.

Büyük emanet denilen Emanet-i Kübra’yı yüklenen tek varlık. Kur’an-ın ifadesiyle:”Biz emaneti,göklere,yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi.) Çünkü o,çok zalim,çok cahildir.”[2]

Yani Kur’an,İman,Din,sorumluluk gibi yükleri yüklenmekle cennet veya cehenneme namzed bir varlık. Küçük duygu ve kabiliyetleriyle Allah’ın sonsuz sıfatlarını,işlerini ve tecellilerini ölçebilen tek varlıktır o…

İnsan nefis ve şeytanı dinlerken zalim,Cenâb-ı Hakkın emirlerini unuttuğundan ve hayat şartlarını bilemeyip,öğrenmeye muhtaç olarak,her ne kadar öğrenirse öğrensin yine de bazı şeyleri bilmemesiyle de çok cahildir. Bununla beraber Hak ve Kur’an-ı dinlemesiyle de en mükerrem bir varlıktır.

İnsan yer yüzünün halifesi olup,seçkin olmasıyla meleklere karşı tercih edilerek,melekler tarafından secde ve hürmet edilen varlıktır o…

İnsan garib ve acib cevherlerden yapılmış Cenâb-ı Hakkın antika ve harika bir varlığıdır. Mesela;İnsan,garib cevherlerden yapılmış bir binayı görse;onun cevherlerinin bir kısmı Çin’de,bir kısmı Endülüs’de,Yemen’de,Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Elbette bu mükemmel bir ustanın varlığını gösterir.

İşte her bir hayvan Allah’ın ilahi bir sanatıdır,sarayıdır. Özellikle insan,onun vücud binasının bir kısmı ruhlar aleminden,Misal aleminden,levhi mahfuzdan,diğer bir kısmı da hava aleminden,ışık ve elementler aleminden gelmiş ve istekleri ebede ve sonsuzluğa uzanan bir varlıktır.

Kâinatı bir ağaca benzetirsek;insan o ağacın en mükemmel bir meyvesidir. Peygamber Efendimiz açısından bakacak olursak hem çekirdeği,hem meyvesi, yani hem başlangıcını,hem de neticeyi oluşturmaktadır.

Dünyada kendisine,diğer varlıklardan farklı olarak yapılan ikrama karşı,ahirette de ebedi olarak ikram edilecek ebedi bir misafirdir o…

Böyle bir insanda iki yön vardır: Biri;kulluğu,gerçek yaratılış sebebi,yaratılmasındaki gaye olan yaratıcısını bilmek ve ona iman edip ibadet etmektir. Böylece gerçek vazifesini yapan bu insan bu yönüyle A’lâ-yı illiyyin dediğimiz en yüce seviyeye çıkar.

Diğeri ise;Kibir ve enaniyet ki,buda onun enayilik yönüdür. Şeytan misal,esfeli safiline düşer.

İnsan yüz odalı bir saray gibidir. Onun ancak bir odası açılmış olup,diğer odaları keşfedilemeyen kapalı bir muamma varlıktır.

Hz. Ali’nin ifadesiyle insan;kâinatın küçültülmüş bir nümunesidir. Yani kâinat küçültülse bir insan,insan büyültülse bir kâinat olacaktır. Kâinatı ne derece keşfettik ki,insanı da keşfetmiş olalım? Kâinata bir anahtar deliğinden bakan insan,insana da ancak o kadar bakmaktadır. Âdem’den beri incelenen bu insan,hala muammalığını devam ettirmektedir. her bir organı için,maddi yapısı için bir ilim teşkil ettiği halde yinede maddesiyle çözülememektedir. Maddesi böyle olursa,ya onun ebede uzanan boyutlarıyla manevi ciheti acaba nasıldır? Ebede kadar incelense yeri vardır. Zira ebedi olmamakla beraber,ebedi yaratıcının,ebedi sıfatlarını yansıtmaktadır.

GERÇEK DEĞERİ

İnsanın gerçek kıymeti maddesiyle değil,manevi cephesiyledir. Bir kimyagerin araştırmalarına göre;bir insanın değeri (1970 birim fiyatıyla) 500 liradır. şöyle ki;vücudumuzda 7 kalıb sabun yapacak kadar yağ,orta boyda bir çivi yapacak kadar demir,ancak bir kahve fincanı dolduracak kadar şeker,bir tavuk kümesini badanalayabilecek kadar kireç,2000 kibrit (50 kutu) yapacak kadar fosfor,ufak bir ramazan topunun atımına yetecek kadar barut için potasyum bulunmaktadır.

Şimdi maddesi itibarıyla bu kadar ucuz olduğu halde,bir organına dünyaları değişmeyen insan olan insan düşünmelidir. Kendisini bir kitab gibi okumalıdır.

Hakiki değerini elmastan kömür derecesine düşürmek istemeyen her akıl sahibi,dünyaya gönderilişindeki gayeyi ve maksadı düşünmelidir?

Evet,ona binlerce duygular takan ve kainatın dilenciliğinden kurtarıp,bütün yaratıkların sultanı yapan o yüce zat olan Allah’ın ondan elbette çok daha fazla istediği olacaktır.

Antika bir demir,demir yönünden birkaç bin lira kıymet ederken,antika oluşu yönünden milyarlara değmektedir.

Bir hat sanatı kağıt itibariyle 100 lira iken,sanat itibarıyla milyonlara değmektedir.

Meşhur ressam Leonarda da Vinci’nin bin liralık bir kağıda yapmış olduğu bir resim hakiki kıymeti yönüyle milyarlara satılmaktadır.

İnsan da maddesiyle bir gübre durumunda iken,gerçek kıymet ve değer bakımından kainata değişilmemektedir. Yani hem Allah’ın sanatı olması ve de onun sanatı olduğunu bilmesi yönüyledir. Zira bir resim ki,Leonarda da Vinci’nin değil de normal birinin elinden çıkıp,ona ait olduğu bilindiğinde kıymeti düşecektir.

İmanı ile terazinin bir kefesine oturan bir insan,terazinin öbür kefesine oturan bütün hayvanlardan daha ağır basacaktır.

Anlatıldığı üzere,Hattat’ın biri karşı sahilde bulunan evine gitmek üzere bir kayığa biner. Parasını vermek istediği sırada,parasının yanında bulunmadığını görünce,kayıkçıya kayık ücretinden daha fazla olacak bir hat yazısı yazar. Kayıkçı için bir Elif direkten ve mertekten farklı değildir. Onun için o bir mana ifade etmez. Diretir,ancak olmayınca canını alacak değil ya!

Kayıkçımız bir gün Hattatlar çarşısından geçerken,önceden dürüp,istemeye istemeye cebine attığı hattı çıkartıp,hiç olmazsa birkaç kuruş dahi verseler kardır diye düşünerek,hattata buruşturduğu kağıdı uzatır. Hattat bir kağıda,bir de kayıkçıya bakarak;-İste kardeşim,ne istersin,vereyim? Bu hattat Hüseyin Efendinin hattıdır.-deyince bizim kayıkçı şaşkınlıkla beraber,ummadığı durumla karşılaşınca şaşkınlığı artar.

Sanattan anlamayan kayıkçımız;-Ne verirsen,ver.-der. Avucuna konulan parayı açıp gören kayıkçı,kayık fiyatının on katını elinde görünce hem şaşırır,,hem de memnun olur.

Aradan zaman geçer,tevafuk ya. Aynı hattat,aynı kayığa biner. Bir müddet sonra elini cebine atıb,para vereceği sırada kayıkçımız adamın elini tutar ve-Yoo,ben senden para istemiyorum. Bana bir tane daha hat yaz.-der. Hattat ise;-O bir kere olur,o zaman yanıma almamışım. İşte paran.-der ve verir.

İşte maddenin değeri olan kağıdın fiyatı ile,sanatın değeri arasındaki fark…

Herbert J. Muller’in ifadesiyle:”İnsanın bir takım kimyevi elementlerden meydana geldiğini söylemek,sadece onu gübre olarak kullanmayı düşünenleri tatmin edecek bir tariftir.”der.

Bütün alemlerin anahtarı insanın elindedir ve onun eliyle açılır.

Alemler için böyle olduğu gibi,alemlerin yaratıcısı olan Allah’ın keşfi,meçhuller meçhulü olan Allah’ın da bilinmesi yine anahtar niteliğinde olan insan iledir. Hadis-i Kudsi’de:”Küntü kenzen mahfiyyen fe halaktül halke li ya’rifûnî”-Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı (özellikle insanı) yarattım. Ta ki bilineyim,kendimi bildireyim.-

Nitekim her sanatkâr yapmış olduğu sanata önce kendisi bakıp değerlendirdiği gibi,başkasının da kendi sanatına bakarak,eksiksiz olan sanatını takdir etmesini ve onların gözleriyle sanatına bakmayı ister.

İşte Cenâb-ı Hak’da yaratmış olduğu mahlukatını ve özellikle onların kalbini oluşturan insanı yaratmakla hem sanatına kendisi bakmakta,birde başkasını gözüyle bakmaktadır. Yani insanların onun o azim sanatını seyrederek,-Maşaallah,Barekallah- diyerek takdirleriyle de sanatına bakmaktadır.

Allah insanlarla bilinmektedir.

İnsansız Allah,meçhuller meçhulü…

Allah ve İnsan;Halık ve mahluk münasebeti. Zatı ve sıfatları o insanla bilinmekte. Zira hasta eder Şâfi ismi,rızık verir Rahman ve Rezzak ismi,kudretiyle her şeyi onun emrine verir Kadir ismi,kainatı sofra yapıp, güneşi lamba,ayı başımız üzerinde gece lambası yapmakla Ğani ismi,çeşitli,nakış nakış onu işler ve şekillendirir Nakkaş ve Musavvir ismi,güzellik verir,güzel eder Cemil ismi,Gökte,yerde,dağlarda büyüklüğü görülür ve anlaşılır Celal ve Azamet ismiyle…

İnsan düşünebilen,tefekkür edip,kâinatı lime lime edip inceleyen,araştıran,terkib ve tahlil yapabilen,küçük,cüz’i,ince ve sınırlı ölçüleriyle yaratıcısının sonsuz sıfatlarını ölçmeye çalışan kapsamlı bir varlık…

Ezeli olmayıp,Allah’ın ebedi kılmasıyla ebediyete,sonsuzluğa namzed tek varlık.

İNSANIN YARATILIŞI

İnsanın atası ve ilk insan olan Hz. Âdem topraktan yaratılmış olup ondan sonrakiler Nutfe (bir damla su,meni,sperm),Alaka (kan pıhtısı),Mudğa (et parçası) ‘dan yaratıldığı âyetlerle sabittir.[3]

Hz. İsa’nın durumu ise;kendisini topraktan,hem annesiz hem de babasız olarak yaratmış olduğu,-ol-diyerek var ettiği Âdem’in durumu gibidir.[4]

“Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona:”Seni topraktan,sonra nutfeden yaratanı,sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun?”[5]

“Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki,ne olduğunuzu size açıklamak için,biz sizi topraktan,sonra nutfeden,sonra pıhtılaşmış kandan,sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız;sonra sizi çocuk olarak çıkartırız,böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür,kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki,bilirken bir şey bilmez olur. Yer yüzünü görürsün ki kupkurudur,fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer,kabarır,her güzel bitkiden çift çift yetiştirir.”[6]

“Sizi topraktan yaratması onun varlığının delillerindendir,belgelerindendir. Sonra hemen bire insan olup yeryüzüne yayılırsınız.”[7]

Allah sizi topraktan,sonra nutfeden yaratmış,sonra da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması,ancak onun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerinin azalması şüphesiz kitabtadır. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.[8]

“Sizi topraktan,sonra nutfeden,sonra kan pıhtısından yaratan;sonra erginlik çağına ulaşmanız,sonra da yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyaya çıkaran O’dur. kiminiz daha önce öldürülür. Kiminizde belirtilmiş bir süreye ulaşırsınız. Belki artık düşünürsünüz.”[9]

Çamurdan ve (Tıyn) Balçıktan yaratıldığına dair:”Yarattığı her şeyi güzel yaratan,insanı başlangıç da çamurdan yaratan (odur)”[10]

Adem’in soy ve sopu ise:”Sonra onun soyunu bayağı bir suyun özünden yapan,sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah’dır. Size kulak,gözler,kalbler vermiştir. öyleyken pek az şükrediyorsunuz.”[11]

Yaratılışın başlangıcından sonuna kadar geçirdiği devreler ise:”Andolsun ki insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik,kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık,bir çiğnemlik etten kemikler yarattık,kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların (en mükemmel bir şekilde yaratmada) en güzeli olan Allah ne uludur.”[12]

Kibirli ve gururlu şu hakir,kıymetsiz insanın neden yaratıldığına bir bak ki:”Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O,erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atıla gelen bir sudan (meniden) yaratılmıştır.”[13]

Topraktan gelip yine toprağa dönüşen ve sahib olduğu elementler itibarıyla,topraktaki elementlerle aynı elementlere sahib olan ve topraktan elde dilenlerle beslenib,hayatını devam ettiren şu insana bak ki:”O,insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.”[14]

“And olsun ki insanı kuru balçıktan,işlenebilen kara topraktan yarattık.”[15]

“Rabbin meleklere:Ben,balçıktan,işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın,demişti.”[16]

“O (şeytan,balçıktan işlenebilen kara topraktan yarattığın insana secde edemem,dedi.”[17]

Nutfenin vasfı,karışık ve dağınık halde yaratılışı ise:”Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır,onu deneriz;bu yüzden,onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.”[18]

Kainatta her neye bakarsak bakalım,her şey çift olarak yaratılmıştır. Yer-gök,iyi-kötü,aşağı-yukarı,güzel-çirkin,insan-hayvan,erkek-kadın gibi…[19]

Hz. Âdem’e kendi eğe kemiğinden,kendisiyle hususi bir cennet hayatı yaşayacağı bir zevce yani Havva yaratılmıştır.

“Sizi bir nefisden (Âdem’den) yaratan ve bu nefisten de gönlü kendisine meyledip rahat etsin diye zevcesini (Havvayı) yaratan odur.”[20]

“Ey Adem sen ve zevcen dilediğinden yemek üzere cennette oturun.”[21]

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan,ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren rabbinize hürmetsizlikten sakının.”[22]

“Doğrusu,atıldığında meniden erkek ve dişiyi,iki çifti yaratan O’dur.”[23]

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Cenâb-ı Hak Âdemi halk etti (yarattı). Tesviye etti. Nefh-i ruh etti,terbiye etti,esmayı (varlıkların isimlerini) talim etti (öğretti) ve hilafete namzed kıldı.”[24]

Hadiste ayetleri açıklayıcı mahiyette şöyle açıklanmakta:”Her birinizin maye-i hilkati,ana rahminde nutfe olarak 40 gün toplanır. Sonra o nutfeler o kadar zaman içinde(ikinci 40’da) Aleka (kan pıhtısı) olur. Sonra yine o kadar zaman içinde (üçüncü 40’da,120. günde) Mudğa (et parçası) olur. Ondan sonra Allah bir melek gönderir,o mudğaya ruh üfler.”[25]

Hadisten de anlaşılacağı üzere;anne karnındaki bir cenin bu üç devreyi atlattıktan sonra,tabiri caizse,bu üç zor aşamayı aştıktan sonra var olmaktadır. Haluk Nurbaki’nin ifadesiyle;”İnsan üç devrede yaratılmıştır.

a)Birinci devre ki; İnsanın ilk bedensel çizgilerinin irade-i ilahiye ile tesbit edildiği devre ki,Nutfe’yi oluşturur. (Anne karnının dışındaki cidar,yani Amniyon zarı.)

b)İkincisinde;çeşitli organlara ait ilk temel yapıların yaratıldığı devre ki,Alak’dır.(Rahim cidarı.Yani onun dışındaki Koriyon zarı.)

c)Sıra ile organlarımız ve sistemlerimiz gelişir ki,Mudğa dönemidir. (Üç karanlık bölgenin üçüncüsü ise;Doğrudan cenini ihata eden zar,Rahim duvarıdır.)

-Birinci karanlık mekan,hücreye göre dev,karanlık bir tüneli hatırlatmaktadır.

-İkinci karanlık mekan ise;ışıksız kapkaranlık bir ormanı hatırlatır.

-Üçüncü karanlık mekan ise;yine ışıksız bir denizin altını hatırlatır.

Üç devre birbirine geçerken kompitör hesabını gösterir. Biri bittimi hemen diğeri devreye girer. 1)Hücre Safhası. 2)Doku Safhası. 3)Organlar Safhası.

Bu safha ve devreler birbirini tamamlayarak vücudun oluşumu sağlanır.”[26]

“Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamızda onlar için büyük bir ibret ayetidir.”[27]

Bu âyeti Dr. Fritz Kalan şöyle açıklar:”Tohum hücresinin (Sperm gemilerinin,meninin) bir torpil şeklinde yapılmış nakil vasıtası olduğu anlaşılır. Bunun da babanın irsiyet kitlesini,zürriyet ve soy özelliğini taşımakta olduğu ve bu irsiliği de annenin vücuduna nakletmektedir.

“Her şey bir anda Allah’ın –ol- demesiyle var olmuştur. Bundan 15 milyar yıl önce küçük bir enerji yumağının Big-Bang –büyük patlama- neticesinde var olmuştur. Yani yaratılış;maddenin,anti-maddenin,enerjinin,zamanın,boyutun,boşluğun olmadığı,hiçbir şeyin mevcut olmadığı bir an-dan sonra,yaratılışın birden bire olduğunun,oluştuğunun,vücut bulduğunun ifadesidir.”[28]

İlk maddenin yaratıldığı andan 10 (üzeri 43) saniye önce hiç ama hiçbir şey yoktu.

Ebu Hüreyre’den rivayet edildiği üzere:”Efendimiz Cebraile kaç yaşında olduğunu sordular. Cebrail’de Ya rasulallah,pek bilmiyorum. Yalnız,4. Hicab’da bir yıldız var ki,70 senede bir kere doğar. İşte ben o yıldızın 70 bin iki defa doğduğunu gördüm. Bunun üzerine Peygamberimiz:

“Ey Cebrail,Rabbimin izzetine yemin ederim ki,o 70 bin iki defa doğduğunu gördüğün yıldız ben idim.”[29]

Nutfe;Erkeğe ait bir damla sıvıdır. İnsan bu sıvıdaki hayvancıkların,kadının yumurtasıyla birleşmesinden hasıl olur. İşte bu hayvancıklar ve yumurtacıklar hep kandan hasıl olmaktadır. Kan ise külisden doğan süt gibi bir maddenin emilmesiyle meydana geliyor. Külis;bitki,hayvan ve sudan ibaret olan gıdanın sindirilmiş durumudur. Bu gıdalarda toprağın unsurlarından meydana gelmektedir. Binaenaleyh hepsinin aslı topraktır.”

Böylece Hz. Âdem topraktan ve onun zürriyeti de toprağın hülasası (bir damla su,meni) den yaratılmaya devam etmektedir.[30]

İnsanı anlamak için her kapı açılıp girildiğinde binlerce kapı daha açılıyor.

Balçık ise;Balçık denilip geçilmemeli. Elektronik ilminin meydana gelmesinde,kıtalar ve uydular arası haberleşmede ve bilgisayar imalinde balçık olayı vardır. Yani temel maddeleri olan –yarı iletkenler-balçıktandır. Süper iletken ise neticesidir. Balçık iyi bir katalizördür,zehir emicidir.

Dr.Leila M. Coyne:”Sakin ve durgun gibi görünen balçık,içi hareket dolu gizli bir dünyadır.”diyor. Ve”Bir balçık parçasına çekiçle vurdum,laboratuvarda,bir ay müddetle “Ultraviyole enerji” neşrettiğini tesbit ettim. Balçığın yüksek bir enerji deposu olduğunu hayretle gördüm.”der.

Balçıkta kristal yapının sabit olmayışıdır ki,ona bilgi depolama özelliği kazandırıyor. Hayatın en ibtida-i faaliyeti çevreden enerji almak ve bunu kullanmaktır. Bir ileri safhası ise,kendisini yenilemektir. Bu her iki faaliyeti de balçıkta gözleyebilmiş olmamız;”Hayatın balçıkla başlayabilmiş olacağı” hipotezini güçlendirmiş bulunuyor. Balçığın temel maddesi silikondur.

Dr. Hartman ise;Elimizdeki cihazlar yeterli olsaydı ve balçığı moleküler seviyede değil de atom-atom inceleyebilseydik,şimdi bildiklerimizden çok daha fazlasını elde edebilirdik. Yine de inancım şudur ki,o zaman bile hayatın nasıl ortaya çıktığı sorusuna isabetli bir cevab veremezdik.” devamla:

“Bence hayat ve canlılık-atom ve hücrenin maddi yapısından çok daha başka bir şeydir. Balçık konusundaki çalışmalarımız ne kadar ilerlerse ilerlesin,ona hayat vermek,bizim beyin gücümüzün çok ötesinde bir ilmi seviyedir. Onun,aklımızın alamayacağı,grift formülü,yaradanın elindedir. Biz ancak akla kapı açabiliriz. Ama hayatı labaratuvarda asla elde edemeyiz.”der.[31]

-Sinir sinir saniyede 2500 haber götürür. Yani sinir sistemindeki,beyindeki zerre,bir saniyede 2500 haber alır ve mükemmel şekilde hiç şaşırmayarak değerlendirir,cevabını da ilgili yere hemen gönderir.

-Beyinde 14 milyar hücre vardır. Ve her biri arasında da 3000 bağlantı vardır. Bunlar için ir telefon santralı kurulsa bir şehri işgal edeceği gibi,muhtemelen hatlarda karışırdı,beyinde ise bu durum yok.

-Bunlar keşfedilebilenler ve keşfettiklerimiz. Ya keşfedemediklerimiz?

-Bir gözün vazifesini yapabilmesi için futbol sahası büyüklüğünde bir fabrikanın çalışması lazımdır.

-İnsandaki sinirler,uç uca eklense 480 bin km,damarlar uç uca eklense 200 bin km eder. İşte harikalık…

-Mühendis Culman,vücuttaki kemiklerin düzenine bakarak bir vinç hazırlamıştır.

İşte sanat ve neticede sanatkar…

-İnsan atomlardan kuruludur. İnsan vücudunda 7 x 10 üzeri 28 adet atom var.

-İnsanda 14 x 10 üzeri 29 elektron var sayılmakta.

-İnsan vücudunda 30 milyar kere milyon hücre vardır.

-Diriliğin temel birimi DNA’dır. Bunlarda insanların kaderleri de yazılıdır. Aynı zamanda hidrojen,iyonunu sudan almaktadır. Âyet’de:”Diri olan her şeyi sudan yarattık.”hakikatı gereğince suda hayat ve canlılığın bulunuşuna işaret edilmektedir.[32]

-Bir su molekülü vücutta 7-14 gün kalır. Sonra mutlaka atılır. Yeni dirilik sağlayacak su iyonları alınır. Bu nedenle canlılar susuzluğa dayanamazlar. İşte –su ve canlılık- ve aradaki dengeyi kuran,nihayetsiz kudret sahibi. Her şey ona şahitlik etmektedir. Onun varlığını sağır kulaklara haykırmakta,kör gözlere göstermekte,varlığını söylemekte ve söyletmektedir. “Ancak onlar;kör,sağır ve dilsizdirler.”[33]hakikatını da inkarlarıyla göstermektedirler.

İNSANLIKTAN İSTİFA

İşte böyle bir insanın,insanlığına sahib olup,elbette insanlıktan istifa etmeyip,istifade etmesi,kendi varlığını iskat edecek,insanlıktan düşürecek hallerden sakınması ile mümkündür.

Ancak dış yapısı itibariyle insan olurken,manevi yapı bakımından,hayvani duruma düşmemesi gerektir.

Yunan filozofu Romen Diyojen’in Atina’da fenerini yakmış bir vaziyette dolaştığını görüp soranlara oda:”Adam arıyorum.”demiştir.[34]

Yine bilindiği gibi adamın biri oğluna;-oğlum sen adam olamazsın-der. Oğlan okur,bir yere amir olur. Polisi görevlendirerek aynı gün babasını apar topar getirttirir. Babası olduğunu da söylememiştir. Bir adam var,alın, getirin demiştir.

Huzuruna getirilen babasına karşı;-Baba hani bana adam olamazsın diyordun,bak işte oldum.”deyince baba;-Oğlum ben sana vali olamazsın,filan olamazsın demedim ki,ben sana adam olamazsın,dedim. Nitekim beni de doğruladın. Çünkü eğer adam olsaydın,beni apar-topar ayağına getirttirmez,sen kendin gelirdin.”der.

Gerçi burada bir kayıb da yoktur. Kayıb kazanılan bir şey için geçerlidir. Kazanılmayan bir şeyin kaybı da olmaz. Çünkü evlat hürmet gibi bir şeyi kazanmamış ki,kaybetsin! Yani o duygudan mahrum olarak yetişmiş. Rütbe kazanmış ancak insanlığı kazanamamıştır.

Mevlâna Mesnevisinde anlatır:”Harun Reşid meşhur Behlül Dânâ’ya:”Gel insan içine karış,sana bir vazife vereyim,halk senin dirayetinden istifade etsin,der. Behlül ise;istişare edeyim de öyle,diyerek abdesthaneye girer ve hayli müddet kaldıktan sonra Harun tekrar çağırır:”Nerede kaldın?”diye sorunca,”Müşavere ediyordum.”der. Harun ise;”Kimlerle?”deyince,Abdesthanedekilerle,diye cevab verir.

Harun ise;”Ne dediler?”diye sorunca cevaben;dediler ki:”Biz nefis yemekler idik. İnsan içine karıştık da böyle olduk. Sakın ha,karışma,sen de bizim gibi olursun.”dediler,der.[35]

Böylece veli olan Behlül Dânâ,gerçekten insanlıktan nasibi olmayanların içine katılmakla,insanında onlar gibi gayet necis ve pis olacağını ifade etmekle,gerçek insanlarla bağlantı kurulması gerektiğine de îmâda bulunur.

Kayseri’de deli olarak bilinen birisi bir gün müftünün yanına gelir ve ondan fetva sorar;-Hayvanlar içinde çıplak dolaşmak caiz midir?- Müftü ise;-Evet caizdir,fakat edebe aykırıdır.-der.

Bunu bir kağıda yazıb altını imzalayıp,mühürlemesini söyler. Müftü çekinir,yazmak istemez. deli ise,demir sandalyeye yönelip tehditte bulunur. İşin ciddiyetini anlayan müftü mecbur kalarak yazar ve imzalar. O günden sonra deli,Kayseri sokaklarında çıplak olarak gezmekte,iki elinin de sürekli yumuk olarak bulunduğuna şahit olup,bir mana veremezler.

İlk etap da bunu şaşkınlıkla karşılayan Kayseri’liler,zamanla deli deyip geçer. bunu da normal görürler. Geceleri Talas ilçesinde bulunan mağaralarda yatıp kalkan deli ve meczub bu zat birkaç gün görünmeyince,buna alışan insanlar ne olduğunu öğrenmek üzere mağaraya geldiklerinde,meczubu ölmüş ve iki eli de hala yumuk olarak bulurlar.

Bir elini zorlanarak açan bir kişi avucun içerisinde bir ayna görür. Aynaya bakar,kendisini bir hayvan şeklinde görür. Şaşkınlıkla öbürüne de bakmasını söyler,oda değişik bir hayvan şeklinde kendisini görmektedir. Hakeza kim bakarsa değişik hayvan suretlerinde görülürler.

Öbür elini açtıklarında müftünün verdiği fetvayla karşılaşırlar. Fetva da:”Hayvanlar içerisinde çıplak dolaşmak caizdir,fakat edebe aykırıdır.”

Bunun üzerine müftünün yanına varıp durumu anlatırlar. Müftü gelir oda bakar. Ancak oda kendisini Horoz şeklinde görmektedir.

Bunu ibretle düşünen Müftü Efendi onlara dönerek;-Bu Cenâb-ı Hakkın bir ihtarıdır. Evet doğrudur. Çünkü ben mesâ-i bitiminden sonra eve giderken Kayseri’nin ara sokaklarından giderken,sokakta kapı önünde oturup konuşmakta olan kadınların önünden geçerken etraf bakmaz,fakat kendimde bir horozlanma hissederdim. Bu Allahın bir ikazıdır.

Bu ifade ile insanın gerçek çehresinin görüntüsü onlara gösterilmiş olmaktadır.

-Bir Tahdis-i nimet olarak söylemek gerekirse;Yine Kayseri’de bir büyüğümüz kaldığımız yerin tamiri için beş İlahiyatçı arkadaşı alarak, bir arkası açık arabayla inşaata kum almaya bizleri götürdü. İnşaata vardığımızda eski elbiselerimizi giymiş olarak vardığımız halde,bunların kimler olduğunu inşaattaki bekçi sorunca,o büyüğümüzde;bunların amele pazarının işçileri olduklarını,çalışmak için geldiklerini söyleyince bekçi umulmadık bir tepki göstererek;-Hayır olamaz,bunlar işçilere benzemiyor-diyerek inanmadı. Ve;Bunların yüzleri nurlu-diyerek de kendisini haklı çıkaracak belgesini de böyle delil olarak getirdi.

Bunun üzerine o büyüğümüz de şu ayeti okudu:”Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.”[36]

Bediüzzaman’da,gerçek medeni geçinen insanların bir kısmının içi dışa,dışı içe bir çevrilse,kimi maymun,kiminin hınzır olarak görüleceğini ifade eder.

Yanına kötü niyetle gelen bir görevlinin de kendisine yılan suretinde görüldüğünü de ifade eder.

Kişinin gerçek yüzünün aynası,yaşantısı ile görülür ve ölçülür. Dış için aynasıdır…

30-9-1992

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Tin.4.

[2] Ahzab.72,Haşr.21.

[3] Hac.5,Mü’min.14,Ğafir.67,Kıyame.38.

[4] Al-i İmran.59.

[5] Kehf.37.

[6] Hac.5.

[7] Rum.20

[8] Fatır.11.

[9] Mü’min.67.

[10] Secde.7.

[11] Secde.8-9.

[12] Mü’minun.12-14.

[13] Tarık.5-7.

[14] Rahman.14.

[15] Hicr.26.

[16] Hicr.28-29.

[17] Hicr.33.

[18] İnsan.2.

[19] Zariyat.49.

[20] Tevbe.189.

[21] A’raf.19,Bakara.35,Ahzab.37.

[22] Nisa.1,A’raf.189,Zümer.6.

[23] Necm.45-46,Kıyame.39.

[24] İşarat-ül İ’caz.Sh.216.

[25] Riyazüs Salihin.İmamı-ı Nevevi. 1 / 433.Hadis No.399.

[26] Kur’an-ı Kerimden ayetler ve ilmi gerçekler. Sh.104,Allah ve Modern İlim.A.Nevfel. 2 / 182.

[27] Yasin.41.

[28] Zafer dergisi.T.Tuna.1989.

[29] Ruhul Beyan.İsmail Hakkı Bursevi. 3 / 43.

[30] Zafer Dergisi. S.Ateş.1987,Köprü dergisi.!990.Eylül.Sh.21-34.

[31] Zafer Dergisi.A.Çankırılı.1987.

[32] Enbiya.30.

[33] Bakara.18,171,En’am.39,Enfal.22.

[34] Mesnevi Şerhi. T. Mevlevi. 2 / 572.

[35] Age. 12 / 375.

[36] Fetih.29.




İNSAN VE NİSYAN

İNSAN VE NİSYAN

İnsan,kelime anlamı itibarıyla nisyan kökünden alınmıştır. Nisyan ise,unutmak demektir. Evet. İnsan unutan bir varlıktır.

Âyet’de:”Rabbimiz! unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.”[1]

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Nisyan dahi bir nimettir. Geçmiş günlerin elemlerini dahi unutturur.” Ancak;”Nisyanın en kötüsü nefsin nisyanı,unutulmasıdır.”

Eğer insan unutan olmasaydı;hayatının ve tüm varlıkların hayatlarının biriken tüm sıkıntı ve problemlerinin altında ezilecekti. Baş böyle koca bir yükü de yüklenmekten aciz kalacaktı. Nitekim bilgisayara yüklenen bilgiler onun yükünü ağırlaştırıp,çalışmasını kısıtladığı ve zorlaştırdığı gibi…

Ancak ondan mükemmel olan insan hafızasının da belli bir tahammül gücü vardır. Unutma olayı ile bilgiler hafızanın ek arşivinde belgelenmiş,yükten kurtulmuş olmaktadır. Böylece yükleme olayının boyutu da artmış ve tazelik kazanmış olmaktadır.

Unutkanlığın en kötüsü ise;insanın kendisini,mükellefiyetini,yaratılışının gayesini,niçin geldiğini,nereye gideceğini,bu dünyaya niçin gelip,burada neden bulunduğunu,yapması gereken ve yapmaması gerekenlerin neler olduğunu bilememesi ve unutmasıdır.

Tehlike;görevi yapmamak ve ondan kaçmak noktasındaki unutmadır.

İnsan;ruhlar aleminde Allah’a vermiş olduğu sözü unutmakla nankörlük etmiştir. Onu kendimize Rab olarak tanıyacağımıza dair söz vermiştir. Unuttuk.

İslâm fıtratı;verilen sözün hatırlanmasıdır.

Geçmiş ve gelecek şeridinde olanlar ve bulunanlar,bizi bekleyenleri bildiğimiz ve bizlere hatırlatıldığı halde,unuttuk. Ne geçmişten ibret aldık,ne de geleceğe hazırlandık. Çünkü unuttuk…

“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Hesaba çekme…Sorgulama” Çünkü unuttuk…

Unutma;ya sorumsuzluktan veya ihmal,ilgisizlik,bilgisizlik gibi kusurlardan kaynaklanmaktadır…

Unutmak bir kusurdur,bir batış ve kayboluştur. Unutmamak ise,bir olgunluk,bir doğuş ve oluştur. Düşünmeye ve ibrete götürür insanı…

Birbirine zıt olan unutma ve hatırlama,eksi ve artı gibidir.

Hatırlama bir hatır ve gönül işidir. unutma da ise bunun unutulması ve kaybolması söz konusudur.

Unutulmamak için unutmayalım. Unutursak,unutuluruz.

Hatırlanmamız,hatırlamamızdır. Kazanmak hatırlamayla,kayıp unutmayla başlar ve gelişir.

Bize bizi unutturma Allahım…

“Rabbimiz!..unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma…”

Evet. Unutmayınız… Unutmayalım…

20-10-1996 / MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.286.




İNSAN VE HAKİKATI

– İNSAN VE HAKİKATI –

Her insan kendisini bulduğu kadar bilmekte, bildiği kadar da bulmaktadır. Bir birleriyle orantılıdır. Bilmesi ve bulmasıyla kendi hattını çizmektedir. Hattı kendisini bildiği yere kadardır. Ve bulduğu yerdedir. O kendisidir,kendiside odur. Karşılık olarak bulduğun,kendini bildiğin kadardır. Karşılığın ne ise osun. O sen,sen osun. Yukarıdakini haksızca aşağıya indirmek nasıl haksızlık ise,aşağıdakini de layık olmadan yukarıya çıkarmak o derece haksızlık olur. Mareşalı er,eri mareşal yapmak gibi.

Âyet-de;”İnsanlardan bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan bir takım kimseler vardır.”[1]

İnsanlar dışarıyı tanımaya çalışıp,projelerini yapıp keşfettikleri kadar, iç dünyalarından da haberdar olmaları gerektir. Ondandır ki, bu dökülüş ve yıkılışlar hastahanelere, hapishanelere,intiharlara ve çıldırmalara neden oluyor. Her gün deprem oluyor iç alemimizde. Alemimizde tekrar kaldırılmayan çöküntüler,çökmüşlükler. Madden,manen,ahlaken,değerler itibariyle kurtarma çalışmaları yapılırsa, alttan tekrar çıkacak ve depreşecek yıkılmaları önlemeli,yıkıntıları kaldırmalı.

Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir. Sonuca varamayışımız ölçü ve denge içerisinde bir harekette bulunmamamızdandır. Her insanın kendisine sorması gerek; Ben kimim? Kimim ben, bütün atomları toplayan bir bütün mü? Hücreler ülkesinin ruh padişahı mı? Dağınıklıkları toplayan,hükmeden bir hakim mi?

Ve nereye gittiğine bakmalı! Kopukların,kopuklukların mekanı,kopanların beldesi olan cehenneme mi? Allah ile bağlantısını koparan zâniler,hırsızlar yurdunun bağlantısızlarına mı? Hatları kopuk,ne arayabiliyorlar,ne de aranabilmektedirler.

Veya gidilen yer bir dostlar meclisimidir? Ora ki;” Cennetteki nimetlerle dünyadakiler arasında isimlerinden başka bir benzerlik yoktur.”[2]

“Muhakkak ki cennetin kokusu beş yüz senelik mesafeden işitilir.”[3] Her bir kişiye verilecek cennetlerinde 500 sene genişliğinde olacağına ima ve işarettir.

“Sen (iman etmelerine) düşkün olsan bile yinede insanların çoğu iman edecek değillerdir.”[4]

Ancak Rezervasyonların yaptırılması gerekmektedir. Evet,gelişin kesilmesi,gidişin son bulması muayyen ve mukadderdir. Dünya ve kainat ölümüyle bunu te’yid edecektir. Cennet,cehennem ve arasata da Rezervasyonlar yapılmış ve de hala bu işlem devam etmekle yerler hazırlanmaktadır.

Ayarları bozulmaya kabil olan insanların bu dünyaya gönderilmelerindeki amaç da –tabir caizse- Rot-Balans ayarlarının yapılması içindir. Çünki insanlar ayar ayara olup,hepsi bir ayarda değillerdir. Bir yanda ayarı yüksek,öbür yanda ayarı düşük,bir diğeri de ayarsız…

Mesela,birbirine zıt gibi görülen ruhla bedenin ayarlanması… Ruh,ruh olacak olmasa da,ruhuna ruh katacak bir değeri bulmuştu.. beden.. fiziki yapı.. ruhun bekası ve yükselişi uğruna her türlü fedakarlığa katlanan bir vücut..beden. Beden ruh için toprak oldu,gübre oldu..çiçekdanlık oldu..ruhu inbat etti,yeşertti. Zirveye çıkmaya ilk basamak ve adım oldu beden. İnsanı cinlerden üstün kılan onun bu cesed vesilesine vasıta olan bu vuslatından dolayı idi. Huzura,çıplak ve soyulmuş soyut fakirliği içinde değil;beden zenginliğinde kabul ediliyor,kabul görüyordu. Beden ruha bir bağ olmakla beraber çok hakikatlarla onu bağlıyor,adeta tanıştırıyordu. O bir ayak bağı değil, hakikat bağı oluyordu. Beden ruhun çilesi idi. Hamdım..Piştim..Yandım.. Ruhun fırını beden..

Ruh bedensiz,bedende ruhsuz olamaz. İhmal ettik. Yıllardır yanlış uygulanan politika; bilinmeyen,ar dilen ,geriliğin onda aranması sebebiyle maneviyat uzaklaştırıldı,maneviyattan

uzaklaşıldı. İlerleyeceğiz,yükseleceğiz zannedildi. Yanıldık. En büyük yanılgı olan yanılmanın bilinmemesi en büyük yanılgı oldu. Faturasını millet ödedi. Çünki o biliyordu. Bildiği için veya telafideki kifayetsizliği çekmesine sebep idi. Bilmeyenler ödetiyor,bilenler ödüyordu. Bilme bir seviye,düzeltmedeki katkısızlık ise,bir seviyesizlik idi. Seviye ile seviyesizliğin birleşmesi katmanlı seviyesizlikten koruyor,cezayı hafifletiyordu. Bazen şefkat tokadı,bazen tâzir ve azara uğruyordu. Böylece ne beden kazanıldı,nede ruh..

“Başınıza gelen her musibet,kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder.”[5]

Dünyada yapılan yanlışlıklar hukuken bir tazminatı gerektirdiği gibi,ahirette de bu gibi nice tazminatlarla karşılaşılacaktır.

Dünya bir imtihan yeridir. Bunun devam edip fevt olmaması imtihanın devamından ve anlamındandır. Bu dünyadan gidenlerle gelenlerin bir daha görüştürülmemesinde de büyük bir sır vardır.

Öğretmensiz talebenin,talebesiz öğretmenin bir manası yoktur. Birbirlerinin mütemmimidirler. Madem Rasulullah gibi bir muallim ve onun birinci,ikinci,üçüncü vs. saflardaki öğrencilerin varlığı,bu alemin varlığına ve devamına bir delildir.[6]

İnsan Allahın rızasını istemeli. Özellikle 40 yaşına ulaşanın Allahın rızasına uygun hareket etmesini istemesi[7],bu kemal yaşının bir gereğidir.

Her şeye hakikat Çeşm-iyle yani gözüyle bakmalı ve o çeşmeden rahmeti celb edecek damlalar akıtmalıdır. Olur ki insan kendisini gözden inen damlada kendini bulabilir. Başta da öyle düşmemiş miydi oluşum rahmine? Rahimde oluşmuşluğa,rahmin teknesinde,teknede bulmuştuk kendimizi. Tekne kendinde bulmuştu bizi. O damla biz idik. Biz oldu göz-den akan o damla. Damlayı basite aldık göl olmadan önce. Meğer okyanustan haber vermekteymiş. Meğer biz,yine bizdeymişiz,başka yerlerde aradık kendimizi. Bizdeymiş biz. Bendeymiş ben. Göz yaşı,gönlün yaşı oldu. Gönüldendi. Gönülde bizden ve benden…

Hayatın her şeyi çekilir,dağ bile olsa. Ancak hazmedemiyorum hazmedilmemeyi. Hazımsızlıkları mide darlığından,hastalığından ve de en önemlisi beyin arızasından,veya hınzırlıktan. Mutaassıb,gerici diyenlerin bumu ilericiliği.

İslamiyet bunu uygulamasıyla göstermiştir ki,içerisinde bulunan herkese karşı hazımlı olmuş,onlara müsamaha göstermiştir. Seviyeli olan insan her şeye karşıda hazımlı olur,onu teşhis ve tesbit ile tayin eder. Seviyeden uzak kalan insan ise; üzerinde bulunan her türlü seviyeliliğe karşı antipati duyar,baştan reddederek,kesip atar. Seviyesizliğini devam ettirir.

Hazımsızlığı fıtrat ve fıtri yapı reddeder. Fıtrata uygun her şey,hazma uygun gerçeklerdir. Çok noktadan yaralı olan toplumumuzda bu hazımsızlık hazımsızlığı görülmekte ve yaşanmaktadır.

Yılların yıllanmış tahrib ve ihmalinin açtığı yara, biri birini ve müsbet hareketlerini hazmedememeyi netice vermiştir.

17-9-1999

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Hac.3.

[2] İbni Abbas-dan.Bkn. İnsan Suresi.15-16.

[3] Sahih-i Müslim-den.

[4] Yusuf Suresi.103,106.

[5] Şura Suresi.30.

[6] Bkn.Sözler. B.S.Nursi. Sh.110

[7] Bkn.Ahkaf Suresi.15.




İNSAN FİKİRDİR

İNSAN FİKİRDİR

“Fikirler ordulardan daha güçlüdür.”

İnsanı insan yapan fikirdir. Kişiliğini belirleyen fikridir. Fikir varlıklar arasındaki ince bir zar gibi olan perdeyi kaldırmaktır. Umum efkarca bilinen,düşünme diye isimlendirilen düşünce,hayvanlarda mevcut olmayıp,insanı farklı ve üstün kılan bunun yerini his almıştır. Onlar hislerine göre hareket ederler.

Dünyada her türlü ilim,teknik,teknoloji gibi benzer olanların dahi üstünlükleri,aslında fikrin hakimiyetidir. Fikrin üzerine çöken bulutların kaldırılmasıdır.

Gerçek hürriyet bedenlerin değil,fikirlerin hürriyetidir. Bedenlerin aşamadığı yerleri,fikirler rahatlıkla aşarlar. Fikirlerin aşamadıkları ise,aşılamazlar.

Zeka tarlasına ekilip ipotek altına alınan fikirler hür değil,esirdirler;meyve verir,netice vermezler. Zira o meyve dışarıdan yapılan müdahale ile kurtludur.

Akılda bulunan fikir,aklın sermayesidir. Fikirsiz akıl,sermayesiz esnaf gibidir. O başkalarının malını alıp,başkasına satarak başkalarının sırtından geçinen bir komisyoncu gibidir. Başkalarının reklamını yapar,başkalarını yükseltir,taşınan değil,taşıyan olur.

Fikir madde üzerine işlenen bir sanattır. Madenlerdeki kalite ve kıymeti ifade eder.

Fikir lambadaki bir ışıktır. Kapasitesi nisbetince etrafı aydınlatır,tenvir eder. Her şey kullandıkça eskir ve tükenirken,fikir işlendikçe parlar,asla sönmez ve bitmez,yeni fikirler üretir. Onun içindir ki;fikir üretenler yeni yeni teknoloji üretirken,fikirden mahrum olanlar teknolojiyi tüketmeye,kendilerinin de tükenmesine sebeb olurlar.

Fikir üretir,fikirsizlik tüketir. Tüketenler üretenlerin mahkumudurlar. Onlara köle gibi baş eğmek zorundadırlar.

Buradaki fark maddi alanda geçerli olduğu gibi,manevi alanda da geçerlidir. Nitekim hadiste;bir saat tefekkür ve düşünce,bir sene nafile ibadete muadil ve denk sayılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de sadece mücerret manada akledip,tefekkür etme ile ilgili olarak 68 ayet bulunmaktadır.

Kur’an-ın fikri,hakiki ve külli fikirdir. Ezel ve ebed boyutlu olup,umuma şamildir. Bundan dolayı bir zerre ve atom bile unutulmaya mahkum değildir.

Şeriat,bu külli fikri temsil eder. Dünyada yaşayan altı milyar insan fikirsizlikten kurtulsa bir fikir ve hem- fikir olsalar,birleşen o cüz-i fikirler bir vücut ve azaları olarak külli iradeden çıkan şeriatı yansıtırlar.

Dünyada görülen yabanilikler,fikirlerin yabaniliğindendir.

Fikir ruhun kanatlarıdır. Ruh onunla pervaz eder,onunla sonsuzluklara kanat açıp uçar,yükselir ve yücelir.

Fikirler vücut semasının birer parıltılarıdır. Bazen güneş,bazen ay,bazen de yıldızlarıdır. Bunlar enerjilerini fikirden alır,beslenirler. Aksi takdirde fikirden mahrum olan bu kandiller sönük bir lambadan öte bir şey değillerdir.

Güneşi ışıklı,ayıda parlak kılan odur. Can vilayetinde ne gökler vardır ki onlar bu cihanın göklerine hakimdir.

Fikirsizler bu göklerin sayesi altında yaşarlar. Gündemi o fikir sahipleri belirler.

Hakiki fakirlik fikir fakirliliği,gerçek zenginlik de fikir zenginliğidir. Fikren zengin olanlar alemleri seyrederken,fikir fukaraları fikirsizliğinden zillet içerisinde yaşarlar.

Mevlâna der;”Ey kardeş!Sen düşünceden başka bir şey değilsin. Bu düşünce senden alınsa kemik ve sinirden başka sende bir şey kalmaz. Eğer bu düşünce bir gül ise,sen bir gülistansın. Eğer dikense,bir şeye yaramazsın.”

Fikir bir yükseklik,bir karakterdir. Hakiki yükseliş onun ile olur.

Bir asırdır bizde din üzerine vurulan pranga,gerçekte fikir üzerine vurulmuştur. Çünki din akıldır,akıl ve fikirdir.

Bu uğurda bedenler salınmış,fikirler bağlanmış,her şey fikir olamayıp,madde üzerine bina edilmiş,maddede bir başarı sağlanmamıştır. Çünki fikirsiz, ding beygiri gibi dönüp dönüp hep aynı noktaya gelinmiş.

Kanuna konulan 163. ve 312. madde ile fikir sindirilmiş,öldürülmeyip süründürülmüş. Kanunlar düşünceyi engelleyecek şekilde örülmüş.

Şeyy… Gerçekten bizde ne kadar fikir adamı bulunmaktadır? Yoksa bunu düşünmek ve sormakla suç mu işlemiş oluyorum?

Evet düşünmek ve düşünmek suçundan müebbet hapse mahkum oldunuz! Doğrudur! Çünki bir zamanlarda örtünmeyi sevdirme suçundan sorgulanmıştınız… Adaletin tecellisi..

Her şey susturulsa da fikirler susmaz ve konuşur. Tarih buna şahittir. İşlemeyen demir pas tutar,düşünmeyen akıl pislik tutar. Demir paslanır,akıl pislenir. Düşünen akıl ışıldar. Aksi takdirde midesi olana yeme,gözü olana bakma,ayağı olana yürüme demek gibi,fikir sahibi olan bu insanlara da düşünme demek gibi bir garabet ortaya çıkmış olur.

Binaenaleyh,Kur’an sık sık düşünmeye,akıl etmeye,tefekkür edip düşünmeye,ibret ve ders almaya teşvik eder. Kur’an-ın teşvik ettiği bir hakikat, kimin haddine durdurmak!

Fikriyatı geniş olanlar yüksek ufuklar ister,ta ki marifetini sergileyebilsin.

Bugün batıyı,Amerikayı ayakta tutan maddenin ötesinde,fikren yükselişleridir.

Mesela ay yolcululuğuna çıkan Amerika bu vesile ile pul çıkarmış,üzerine –Bismillah-ı yazmıştır. İttihad gazetesi 22-Temmuz-1969-da aya ayak basan astronot Armostrong-un ilk dünyaya olan şu mesajında;” Kim ve ne olursanız olunuz,şu son saatlerde cereyan eden hadiseler üzerinde düşünün ve her biriniz kendi ibadet lisanınızla Allah-a şükrediniz. Allah hepinizi korusun.”demiştir.

Kominist Rusya-nın Luna isimli feza gemisi ise,düşerek parçalanmıştır.[1]

Orayı fikirsizlik demek olan dinsizlik değil,inanç ve düşünce fethetmiştir.

Düşünmeyenler içinde Rabbimiz;insanlara ufuklarda,dış alemde ve kendi nefislerinde,iç alemde ayetlerimizi göstereceğiz ki,onun ,Kur’an-ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?[2]

3-3-1994

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.İttihad gaz.29.Temmuz-1969.

[2] Bkn.Fussilet.53.




DÜNYADA EN ÇOK HARCANAN VARLIK : İNSAN

DÜNYADA EN ÇOK HARCANAN VARLIK : İNSAN

İnsanlık tarihi boyunca kıymeti hala anlaşılmayan,maalesef anlaşılamayan bir varlık varsa,o da insandır.

Evet. Bunun anlaşılamaması,nihayet mükemmelliğinde olmakla beraber,onun kıymetinin onda ve onun yaratıcısı ile olan ilgisi yönünün merkezinde ve irtibat noktasında değil de,meselenin çevresinde araştırılıp,aranmasından kaynaklanmaktadır.

Kendisi için her şeyle harcama yapıldığı halde,en çok harcanan varlık durumundadır insan…

Lehte ve aleyhte tüm çalışmalar hep insan için cereyan etmektedir.

Her şey insan için harcanmakta,insanlar da kendi içinde harcanmaktadırlar.

Bütün kainat;insanı mahsul vermek için dönerken,yüzlerce insanda birkaç insanı netice vermek için işlemekte,onlar için de birkaç kişinin işlenmesi ve neticelenmesi çerçevesinde sonuca gitmekte,kemiyeti sağlamaktadır.

İnsan için hazırlanan sofrada her şey intizamla ve hikmetle tanzim edilmiş olduğunu görmekle beraber,işin içine elini karıştıran insan oğlu,ilahi ikaz olan “Yeyiniz ve İçiniz ve İsraf etmeyiniz.”[1]hakikatına,yeme,içme,israf etmeme kavramları arasında bir atıf olup,kopukluk olmayan bir bağlantı olmasına rağmen;kulak tıkanmakta veya kulak ardı edilmektedir.

Ve bununla da kalınmayıp,insanlık sofrası da top yekun imha edilmeye,insanlık tam bir israfa maruz bırakılmaktadır.

Her bir insan bir kainattır,deriz. Bu söz hakikattır. Hz. Ali’nin ifadesiyle:”Sen kendini küçük bir cirim zannedersin. Ve lakin büyük alem sende derlenmiş,toplanmıştır.” Yani;kainat küçültülse bir insan,insan büyültülse bir kainat olacaktır.

Peki;bir kainat mesabesinde olan bu insandan neler keşfedebilmiş,ne kadar istifade edebilmişiz?

İnsanlık,insan ferdini ne kadar keşfedebilmektedir? İnsan ferdi,kendini insanlığa ne kadar açabilmektedir?

Keşfedilmeyi bekleyen muamma bir varlıktır insan…

6-7-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] A’raf.31.




ALEME İLİM PENCERESİNDEN BAKIŞ

ALEME İLİM PENCERESİNDEN BAKIŞ

İlim;Allah’ın alim isminin bir tecellisidir. O halde Allah’a götüren ilim,ilimdir. Aksi durumda kışır ve yüktür. Bütün ilimler Allah’ın Alim isminden ve Kur’an-dan çıkmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim-in 750 ayeti ilme ve araştırmaya yöneltir. Hz. Âdem’i ve onun şahsiyetinde zürriyetini meleklere tefevvuk ettiren ilimdir. İnsanların da insanlara üstünlüğü ilimle olur.

Meşâhir-i ulemadan Ebu Bekir el-Arabi:”Kanun-ut Te’vil”adlı eserinde:”Kur’an-ı Mübin,77.450 kadar ulumu havi bulunmaktadır.”der.[1]

Hadis kitaplarında ilme teşvik edici bir çok hadisi şerif ve sahabe sözleri zikredilmiş ve ona teşvikler yapılmıştır.[2]

Mâverdi”Edebud Dünya ved Din” adlı eserinde genişçe [3] ilmin fazileti,ilmin ve öğrenmesinin edebi,ilmiyle amel edip,yapmadığını söylememek,ilmin her lezzetin fevkinde olduğunu..ihtiva eden konulardan bahsetmektedir.

Âyet’de:”İnsanlardan bazısı,bir bilgisi,yahut bir rehberi veya (Vahye dayanan) aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde sırf,Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir alçaklık vardır;kıyamet gününde ise ona yaygın bir azabı tattıracağız.”[4]

Cehâlet;alçalış ve alçaklık sebebidir.

Gerçek eğitim,İslâmi ilimle olur.”İslâmi eğitim,dinin esaslarına bağlı,beşeri sapıklıktan hidayete,karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için her zaman her yerde hak dini tebliğ ederek,bütün beşeriyetin hizmetine sunmağa gücü yeten müslüman şahsiyetin teşekkül ettiği sağlam temeldir. İslâmi terbiye,İslam medeniyetinin bütünü,fikir ve prensipte,söz ve işte,ahlak ve davranışta,usul ve nizamda,dünya ve ahirette başarılı olgun ve mutlu hayatında bütün verileriyle yerleştiği sağlam temeldir. İslam eğitimi gerçekten bu medeniyetin temelidir.

İmam-ı Azam:”Eğitim,şahsiyeti ihya eden veya bozan şeyin anlaşılmasıdır.” Bu ifadeden şu ortaya çıkıyor:İmam-ı Azam-a göre eğitim,düşünce ve hayatın doğru yolunun öğretilmesi demektir.”

Zernuci:Bilgiyi,takvayı elde etmek için bir vasıta olarak kabul eder.” Ve şöyle der:”Bilgi zihni aydınlatan bir hususiyettir. Eğitimse,bilgi ve hüküm verme metotlarının inceliklerine nüfuz etmeyi temin eder.”[5]

Kazanılan ilimler tefekkürle yoğrulmalıdır. Ta ki hamlıktan kurtulsun.

İlim hakkında Zernuci:”İlmin üstünlüğü hiçbir kimse için gizli değildir,apaçıktır. Zira ilim insanlığa mahsustur. İlimden başka bütün hasletlerde insanlarda hayvanlarda müşterektir. Cesaret,atılganlık,kuvvet,cömertlik,şefkat gibi sıfatlarda insanlarla hayvanlar müşterektir. Fakat ilim müstesnadır. Zira Cenâb-ı Allah, ilim sebebiyle Âdem aleyhisselamın meleklerden üstün olduğunu açığa çıkarmıştır. Yine ilim sayesinde Cenâb-ı Allah meleklere,Âdem aleyhisselama secde etmelerini emretmiştir.

İlmin şeref ve üstünlüğü kendisi sebebiyle,Allah katında ebedi saadet ve keramete ulaşılan takvaya vesile olduğu içindir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’den:”ilmi nasıl öğrendin?”diye sorulmuş,o da şöyle cevap vermiştir:İlmi dört şey ile elde ettim:

1)Köpeğin yaltaklanması gibi ilim adamlarına yaltaklandım,

2)Kedinin tevazuu gibi alçak gönüllü oldum,

3)Kargalar gibi uykusuz sabahladım,

4)merkebin sabır ettiği gibi sabır ettim.”

“Haricilerden yirmi ayrı kişinin sorduğu:”Ya Ali,ilim mi üstün,yoksa mal mı?” Tek sorusuna:”İlim daha üstündür.” delil istemeleri üzerine,hepsine ayrı ayrı cevab vererek:

“İlim maldan üstündür. Zira ilim seni korur,halbuki sen malı korursun.

-İlim harcandıkça artar,mal harcandıkça azalır.

– İlim sayesinde düşmanlar dost olur,fakat mal böyle değil.

– İlim dünyadan uzaklaştırır,ahirete yaklaştırır;mal ise böyle değildir.

-Ölüm sebebiyle ilim,sahibinin mülkiyetinden çıkmaz,fakat mal böyle değildir.

-İlim sahibine sirayet eden bir nurdur. Mal ise buna muhaliftir.

-İlim Allah’ın kelamından çıkar,mal ise topraktan çıkar.

-İlim Peygamberlerin (AS) sevgilisidir. Mal ise Nemrud, Fir’avun, Hâman ve Karun’ların sevgilisidir.

-İlim kendine kendine hizmet edilendir. Mal ise hizmet edendir.

-İlim ruhun gıdasıdır,mal ise cesedin gıdasıdır.

-Ürkme zamanlarında ilim sana arkadaş olur,mal ise seni ürküntü verir.

-Yolculukta ilim senin arkadaşındır. Mal ise yolculukta senin düşmanındır.

-Tek başına ilim taatsız da olsa kurtulmana sebeb olur,fakat mal böyle değildir.

-İlim Peygamberlerin mirasıdır. Mal ise eşkiyanın mirasıdır.

-Kıyamet gününde ilmin hesabı yoktur. Fakat malın helal ise hesabı,Haram ise azabı vardır.

-İlmin sahibi şefaat edecek,malın sahibi ise şefaat edilecektir.

-İlim sahibi asla unutulmaz,fakat mal sahibi unutulur.

-İlim kalbi nurlandırır,mal ise karartıp katılaştırır.

-İlim sahibi Allah’a kulluğu,mal sahibi ise Allahlığı iddia eder. (Nitekim Fir’avun da olduğu gibi)

Böyle tatminkar cevab verdikten sonra:”Bu konuda bana daha soru sorsaydınız yaşadığım müddet başka başka cevablar verirdim,buyurdu.

Hadis’de:”Şüphesiz alimler peygamberlerin varisleridir.”[6]

“Öğrenci bilgi edinirken Tevhid,yani inançla ilgili bilgiyi öne almalı ve Allah Taalayı delil ile tanımalıdır. Zira bize göre her ne kadar taklitçinin imanı sahih ise de,Allah’ın birliğini tanımada delile dayanmayı terk ettiği için günahkar olur.

“Her şeyin bir engeli vardır,fakat ilmin bir çok engelleri vardır.” bundan dolayı”İlme bütünüyle kendini vermeyen onun cüzünü elde edemez.”[7]

Hadis’de:”İlmi taleb etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır.”(İbnu Mace) Hadisini Zernuci şöyle açıklar:”Her müslümana,her bir ilmi taleb etmesi (ki buna ömür bile kafi değildir.) farz değildir,ona farz olan İlm-i haldir,nitekim:”En efdal ilim,ilm-i hal,en efdal amelde hıfz-ı haldir.”demiştir.[8]

İbni Mace’de:”İlim öğrenmek her kese farzdır. Muhakkak ilim öğrenmek için uğraşana denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey istiğfar eder.”[9]

Ölmüş kalbler ilimle dirilir. “Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır.”[10]

O ilmin de o milletin ruhuna,bünyesine,tarih,din ve kültürüne uygun olması gerekir.

Hz. Süleyman:”Bence nefsini terbiye eden kimse,tek başına bir şehri fetheden savaşçıdan daha kuvvetlidir.”der.

Vücut kendisine münasip olmayan,hazmedilmeyen bir şeyi kusar ve atar,reddeder. Verilecek olan eğitim ve öğretim de öyledir.

1926’larda bir İngiliz gazetecisi İngiltere’de olan Vahdettin’e sorar:”Türkiye’de Laik bir eğitim sistemi uygulanmaktadır. Buna dayanarak medreseleri kapatıp,hilafeti lağvettiler. Bu laik eğitim tatbikatına ne dersiniz?” Cevaben:

“Eğer bu proğramı 50 sene uygularlarsa bolşeviklik gelir,kominizm gelir.”der. İşte yarı kör,yarı topal eğitimimizde bunu hatırlatmaktadır. Ne din ilimleri,ne de fen ilimleri.İkisinden de mahrumuz.

Hala nasıl yapalımlarla meşgulüz. Yani nasıl bir eğitim uygulayacağımızı bilmemekteyiz. Sil boz tahtası. Deneme tahtası. Neler yapalıma daha gelmemişiz. Yani,şu şu şeyleri yaptık,daha neler yapalım seviyesine gelmemişiz.

Diğer bir hazin tablo ise,eğitimci,talebeyi kendi ilmi seviyesine çıkarma çabasında değil,onun seviyesine inmede ve düşmede. Onu kendi seviyesinde götürmüyor,kendi onun seviyesinde gidiyor, Seviye ise sürekli düşüyor.

En çok yara alan kurumumuz,eğitim kurumu.”1920’den 1992’ye kadar 48 Milli Eğitim Bakanı değişmiş,bunun ancak üçü eğitimci. Ve bunların kahir ekseriyeti milletin inançları ve değerleri doğrultusunda değil de,kendi fikriyatı doğrultusunda,batı kültürüyle milleti yoğurma çabasında.[11]

Batıda ise;son asırlara kadar batının ilme dayanmamasının,ilimden uzak kalmalarının sebebi,Tevrattaki şu ayete dayanır. “Hz. Adem’in yemesi yasaklanan meyve bilgidir. O meyveden yedikten sonra cennetten çıkarıldı.”inancıdır.

Avrupalılar 12. asırda İslam eserlerini latinceye tercüme etmeleriyle Rönesansı gerçekleştirmişlerdir.

1963’de A.B.D. Başk. Yardımcısı sıfatıyla Türkiye’ye gelip,Amerikan Robert Kolejini ziyaret eden Lyndon kendisine kilisenin faaliyetlerinden,mezun vermelerinden bahsedilince sözlerini keserek:Bana bunlardan değil,A.B.D. eğitim ve politikasını benimsemiş,gerçek bir Amerikalı ruhu taşıyan ve bir Amerikalı kafasıyla düşünebilen kaç tane mezun verebiliyorsunuz? bundan bahsedin?”der.[12]

Evet,ya biz de? Kendi değerlerine bağlı,fen ilimlerinde ileri kaç insan yetiştiriyor veya yetişmesine yardımcı oluyoruz? Yoksa engel mi oluyoruz? Başlı başına tahlil konusu…

Mâverdi’nin belirttiği gibi;”Yaratılıştan gelen akıl da olsa,çiçeğini ancak eğitimle çıkarabilir. Tıpkı,verimli olduğu halde,bitkisini çıkarırken suya ihtiyacı olan toprak gibi.”[13]

Kur’an-ı Kerim-de:”Toprağı verimli olan güzel bir memleketin bitkisi,Rabbinin izni ile çıkar. Fena ve verimsiz olan bir tarlanın bitkisi ise çıkmaz;çıkarsa da bir şeye yaramaz. İşte ayetleri,şükredecek bir kavim için böyle açıklarız.”[14]

Hz. Ali’nin ifadesiyle:”Dünyada mesud olmak istersen ilim öğren. Ahirette mesud olmak istersen ilim öğren. Eğer her iki dünyada da mesud olmak istersen ilim öğren. Evvela kendini bil,çünkü kendini bilen ancak Allah’ı bilir.”

Maddi ilimlerde ilk de eksiklik,sonuncu da mükemmellik var iken,manevi meselelerde mâkûsen mütenasibtir. Yani Rasulullah zamanındaki insan,daha büyük,sırasıyla ondan uzaklaştıkça terakki olmamakta,güneşten uzaklaşma gibi. Maddi ilimlerde ise,son teker ilk tekerden farklıdır.

Başlangıç da Allah’ın Alim isminden çıkıp gelişen ilimler,sonunda Hz. Hızır’ın Hz. Musa’ya dediği gibi ki:”İnsanların ilmi,Allah’ın sonsuz ilmi yanında serçenin gagasına bir seferde alabildiği bir damla su kadardır.”

KUR ‘ AN IŞIĞINDA TEKNOLOJİ

Teknolojik ilerlemeyi,ilmi ilmi ilerleme doğurur.

“Kur’an-ın talimleriyle kavânini terbiye arasında tam bir mutabakat vardır.”(Lovazon)

“Kur’an daha büyük tezekkinin mebde-i olabilir. Kur’an insanları medenileştirir. Sanayi ve ticareti inkişaf ettirmeye sevkeder. Nitekim Kur’an-ın feyziyle harekete geçen müslümanlar,muazzam,muhteşem,şehirler tesis ettiler.”(T.Arnold)

İslam alemi batıyla kıyaslanamıyacak derecede,ilimde öncülük yapmıştır. Bir çok dalda bunu isbatlamıştır.[15]

Hz. Ali:”İsteseydim sadece Fatiha suresi için yetmiş deve yükü tefsir yazardım.”

İbni Abbas’da:”Devemin yularını kaybetsem,onu mutlaka Kur’an-da bulurum.”der.

Kur’an;dünya ve ahiretin yazılı birer haritasıdır.

İmam Fahreddin Razi Hazretlerinin anlattığına göre,Astronomi ile uğraşan bir alime,bir fıkıhçı ne yaptığını sorar. O da:”Üstlerindeki göğe bakmadılar mı,onu nasıl yaptık,süsledik,hiçbir çatlağı yoktur.”[16] ayetini tefsir etmeye çalışıyorum.”diye cevab verir.

Fahri Razi bu menkıbeyi anlattıktan sonra,Astronomi ile meşgul olan alimin cevabını pek beğenir ve şöyle der:”O çok isabetli bir cevab vermiştir. Çünkü,bir insan,Allah’ın sanatı ve mahlukatı ile ne kadar çok meşgul olursa,o ölçüde onun kudret ve azametini anlar.”[17]

Peygamberler ilimlerin öncüleri ve pirleridirler. Kur’an buna ışık tutmaktadır.[18]

Batı medeniyetinin temelinde İslam medeniyeti ve onun tesiri yatmaktadır.[19]

Nahl suresinde Bal arısı ve kendisine vahyedildiğinden bahsedilirken,dikkatimiz çekilmektedir. Bu gün bir Bilgisayar saniyede 16 milyar kere işlem yaparken,arı 10 trilyon işlem yapmaktadır.

Müslüman İlim öncüleri Ansiklopedisinde özetle:[20]

“İlim insanların ortak malıdır. Başlangıcı tarihin derinliklerine kadar uzanan ilim,devamlı ilerleme içerisinde olmuştur. Peygamberler bunu öncülüğünü yapmış olup,ilmin ilerlemesi onların mu’cizelerinin benzerini yapmaya sevketmektedir.

Nitekim daha 794’de Bağdad’da Harun Reşid’in oğlu İbni Fazıl (739-805) ilk kağıt fabrikasını kurdu,zira eser neşri için kağıda ihtiyaç vardı. Bunu 800 tarihinde Mısır,950’de Endülüs takib etti. Avrupaya ise ancak seneler sonra girebildi. 1100’de Bizans,1102’de Sicilya,1228’de Almanya,1309’da da İngiltere’de kağıt fabrikaları kuruldu.

Avrupalıların itirafı;Mesela prof. Jacgues Risler:”Rönesansımızın Matematik hocaları müslümanlardır.”derken,Fransız Prof.larından E.Gautier’de:”yalnız Cebri değil diğer Matematik ilimlerini de,Avrupa kültür dairesi,müslümanlardan almış olduğu gibi,bu günkü batı Matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.”demektedir.

Müslümanlar nereden ve kimden olursa olsun faydalı olan her ilmi almışlardır. Fakat onları alırken de kendi kalıplarına uydurmuşlardır. Vahiy medeniyetinin tefekkür ve iman imbiğinden geçirip düzeltmişler ve ayıklamışlardır.

Batılı Gustave Lebon şunları söyler:”Avrupanın kara bir barbarlık içine daldığı bir devrede,Bağdad ve Kurtuba gibi,İslamın hüküm sürdüğü iki büyük merkez,parlak nuruyla dünyayı aydınlatan bir medeniyetin ocaklarıydı.

Hiç şüphesiz müslümanları böylesine keşif ve buluşlara iten sebeb;her yönüyle ilme vermiş olduğu önemden kaynaklanmaktadır. Her hususta Kur’an-ın ilk emri –Oku-dur.[21]

Ayet ve Hadislerde:

-“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[22]

-Beşikten mezara kadar ilim öğrenin.

-İlim Çin’de de olsa gidip alınız.(Çin gibi uzak ve gayrı müslim de olsa.)

-Babanın evladına verebileceği en kıymetli miras,iyi bir eğitim ve öğretimdir.

-İlim öğrenmek mukaddes bir cihaddır.

-Her şeyin bir yolu vardır,cennetin yolu da ilim öğrenmektir.

-Cehaletten müdhiş fakirlik olmaz.

-İlim rütbesi rütbelerin en yükseğidir.

-Cahiller içinde bir alim,ölüler içindeki diri gibidir.

-Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.

-Bir alimin ölümü,bütün bir milletin ölümünden daha büyük bir kayıptır.

-Kıyamet gününde alimlerin mürekkebiyle,şehidlerin kanı denk tutulur.

-Ya ilim sahibi,ya ilim öğrenen,ya dinleyen veyahut ilmin dostu ol,sakın beşinci vaziyette bulunma,mahvolursun.

-“Kur’an-ı Kerim insan fikrinin en yüksek teori ve görüşlerini beslemeye yetecek fikir ve duygulardan meydana gelen bir hazineyi ihtiva etmektedir.”diyen Arthur Pellegrin,Kur’an-ın müslümanları keşif ve buluşlarına mesned teşkil etmesindeki manayı anlayanlardan biridir.

İslamın yükselmeye olan katkısını G. Rivoire şöyle açıklar:”Bu yükseliş ve gelişmenin sırrını bize Kur’an-ı Kerim-in bir çok ayeti ile Hz.Muhammed’in hadisleri vermektedir. Bu ayet ve hadisler müslümanları ilme,yükseliş ve medeniyete teşvik etmiş,bunu müslümanlar için dini bir vazife saymıştır.

Hz. Ömer,Batlamyusun bir eserini tercüme eden Yahya isimli alimi taltif etmiştir.

Harun Reşidin tercüme edilen eserlere ağırlığınca altın verdiği bilinmektedir.

Nizamül Mülk bütün hazinelerini ilmin ilerlemesi için sarfetmiştir.

Gazneli Mahmud,her beyti birer altına bir şehname yazdırmıştır. Uluğ Bey ise,saltanatını ilmin hizmetine adamıştır.

İlmin iman etmeyi gerektirdiğini söyleyen Abdusselam şöyle der:””Ben insan beynindeki on milyar sinir hücresinin birbiriyle bağlantılarını görünce iman etmekten başka çare bulamıyorum.”der.

İbrahim Hakkı Anatomiyi:”Allah’ı anlamanın bir vasıtası olarak görüyorum,der. Battani,insanın Astronomi sayesinde Allah’ın birliği,eşsiz büyüklüğü,yüce hikmeti,muazzam kudreti ve eserinin mükemmelliğini anlamaya muvaffak olacağını söyler.[23]

Tabiatı ilahi bir sanat olarak gören İbni Heysem ilim yoluyla hakka varılacağını,kalblerin doyacağını belirtir. İbni Yunus’da ilimle insanın yaratıklarda Allah’ın büyüklüğünü gösteren delilleri bulmak ve ilimden asıl maksadın imanı kuvvetlendirmek olduğunu ifade eder.

Görüldüğü gibi İslam alimleri,fen ilimleriyle din ilimlerini birleştirmesini bilen dinlerine bağlı kişilerdi. Keşif ve buluşlarında ilham kaynakları Kur’an-ı Kerim idi.

-Pasteur’dan 400 sene önce Mikrobu bulan (Mikroskob olmadığı halde) İslam alimi Akşemseddin’dir. (1389-1459) –Maddetül Hayat- adlı kitabında:”Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatalıdır. Hastalık insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemiyecek kadar küçük lakin canlı tohumlar vasıtasıyla olur.”[24]

Bilindiği gibi,mikrob ve mikroskob İngilizce bir kelime olup;”Gözle görülemiyen küçük canlı varlıkları gösteren alet” Akşemseddin ise bu anlama gelen –Huveynat- diyerek kendi dili olan Arapça olarak söylemiştir. Yoksa kusuru İngilizce mikrob demediği için midir?

“İlim mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.”

Peygamberler her yönüyle insanların önderidirler. Maddi ve manevi her sahada insanlara yol gösterirler. Peygamberler mu’cize gösterirken,bir taraftan kendi peygamberliklerini ilan eder,isbat eder,bir taraftan da gelecek nesilleri benzerlerini yapmaya teşvik ederler.

-Kur’an-ı Kerim Yakub peygamberin gözüne perde gelmesinden (Katarakt) ve Yusuf Peygamberin bir mu’cizesinden söz ederken,hem hastalığın sebeblerinden birine ışık tutuyor,hem de tedavisinin mümkün olabileceğini gösteriyor.

Dünya dönüyor dediği için Engizisyon mahkemesine verilip inkar etmesi istendiğinden mecburen inkar edip,ancak mahkemeden ayrılırken:”Yine de dünya dönüyor.”demiştir. Öldüğünde hristiyan mezarlığına gömülmedi. Çünkü onlarca bu bir dinsizlikti.

İtalyan filozofu Bruno Kopernik nazariyesini desteklediğinden dolayı engizisyon mahkemesi tarafından yakılarak ölüme mahkum edildi. Oysa ilmin her dalında eserler veren Biruni bunlardan 500 sene önceden dünyanın hem kendi,hem de güneş etrafında döndüğünü söylemektedir. Dünyanın yuvarlaklığı Elips şeklinde oluşu Kur’an-da “Deha “[25]ayetiyle ifade edilmiştir.[26]

Atomun ilk mucidi Dalton’dan (1766-1844) bin yıl önce yaşayan Cabir bin Hayyan’dır. O şöyle der:”Civadan Zincefre (kırmızı boya) elde etmek için yuvarlak bir şişe içersine bir miktar civa dök. Topraktan bir kap içerisine bu şişeyi koyarak şişenin ağız seviyesine kadar kap içersine Sülfür (kükürt) koy. Şişenin ağzını kapat. Bu kabı bir gece boyunca ir fırında bırak. Civanın sert bir maddeye dönüştüğünü göreceksiniz. Bu maddeye Zincefre denir. Meydana gelen bu madde yeni bir madde değildir. Bileşimi yapılan civa ve sülfür aslı mahiyetini de kaybetmemiştir.

Bu iki maddenin zerreleri (atomları) birbirine karışmıştır. Çıplak göz bu zerreleri ayırt etmekten acizdir. Eğer elimizde bunları ayırt etmenin imkanı olsaydı,bu iki maddenin kendi özel vasıflarını muhafaza ettiklerini görecektik.”der.

Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve Kimyanın babası büyük dahi Cabir bin Hayyan (721-805) eserinde:”Madenin en küçük parçası olan –Cüz’ü la Yetecezza- (Atom) da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi bunun parçalanamıyacağı söylenemez. O da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki,Bağdatın altını üstüne getirebilir. Bu Allah’ın kudret nişanıdır.

Kur’an-da:”Yerde ve gökte hiçbir zerre (Atom) Rabbinden gizli değildir. Bundan daha KÜÇÜĞÜ veya BÜYÜĞÜ şüphesiz apaçık kitaptadır.”[27]

-Fatih Sultan Mehmed Edirnenin dışında kendi eliyle çizmiş olduğu havan toplarını tophanede yaptırmıştır.

-Dünyanın çevresini hesaplayarak 24.000 (takriben 39.000 km) olarak bulan Hasan bin Musa’dır.

-Tıbbı,Calinos diriltti,dağınık halde idi Razi topladı,noksanları da İbni Sina tamamladı.

Avrupa emekleme devrinde olmak şöyle dursun,ilim düşmanlığı yaparken,İslam dünyası ilmin beşiği halinde idi. Batıda hür düşünceyi bulamıyan ilim adamları İslam dünyasına kaçmakta,orada öğrendiklerini memleketlerine götürüp,rönesansa temel teşkil edecek çalışmaları yapmaktaydılar. Kaderin garib bir tecellisidir ki;bu gün tersi yaşanmaktadır. Nitekim:””Mucidler ve araştırmacılar derneği başkanı M. Köksal;60 yıldır 40.000 bilim adamının yurt dışında olup,gönderilen bu insanların geriye kabul edilmiyerek büyük çapta beyin göçünün olduğunu söylemektedir.[28]

-Kristof Kolomb müslüman İspanya üniversitelerinde öğrendikleri sayesinde dünyanın yuvarlak olduğunu anlamışdı.

-Fransız amirallerinden Dr. Charcot,1928 yılında yayınladığı”Chiristophe Colomb Vu par un Marin.”-Bir denizci tarafından K. Kolomb hakkında görüşler isimli eserinde Kolomb’un kitabından şunu nakleder:”Rodrigo,sıradan bir tayfa değildi. Osmanlı deniz kuvvetlerine mensubdu. Dinini gizlemek zorundaydı. Onun müslüman olduğunu benden başka bilen yoktu. Geceleri pek az uyur,devamlı surette harita üzerinde çalışır ve hesaplar yapardı. Bu haritaların ve tuttuğu notların birer kopyasını çıkardım. Keşfin şerefini ve ödülünü bir müslümana kaptırmamak için bu gerçeği açıklamadım.”

Bu Rodrigo –Kemal Reisin- ki Piri Reis onun yeğenidir. O da haritasının (Amerika haritası) kenarına bu Rodrigo adını almıştır.) Baş tayfasıdır. Gırnata İslam devletinin yıkılmasından dolayı müslümanların öldürülüşü,adını değiştirip Rodrigo adını taşımaya mecbur kılmıştır.”[29]

Bu şahıs müslüman arap denizcilerinden de yararlanmıştır.[30]

Amerikalıların müslümanlara müteşekkir olması gerekir. Zira orayı ilk keşfeden müslümanlardır.

Nitekim tarihçi Mesudi,956 yılına ait Mürüc ez-Zeheb adlı eserinde,889 miladi yılında Atlantik’i ilk geçen Haşhaş ibni Said ibni Esved adlı Kurtubalı bir genç olduğunu ve bütün Endülüslülerin de bunu bildiklerini söyler.

-Arap coğrafyacısı el-Şerif el-İdrisi de (1097-1155) bunu teyid eder.

-Belize’de çıkan 5-11-1946 tarihli The Daily Clarion gazetesinde Carib asıllı bir bilgin şunları yazıyor:”Kristof Kolomb,1493 yılında Batı Hind adalarını keşfettiğinde,burada kıvırcık saçlı beyaz bir ırk ile karşılaştı. Bunlara Carib ismini verdi. Bunlar balıkçılık ve ziraat ile uğraşan sakin insanlar idi. Şiddeti sevmiyorlar idi. Dinleri Muhammedilik,dilleri ise ihtimal Arapça idi.”[31]

İbrahim Hakkı Marifetnamesinde şöyle der:”Allah bütün cihanı insan için ve insanı da kendi ulu varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi bilmek de yapımızı bilmeye bağlıdır. O da alemi bilmeye,buda ilimleri bilmeye bağlıdır.

Kur’an-ı Kerim Allah kelamıdır. Kainatı zerreden küreye kadar her şeyiyle birlikte yaratan da Allah’dır. Kur’an-da yazdıkları ile kainata koydukları kanunlar arasında bir birlik,bir bütünlük bulunmaktadır.

İlimler ise kainatın bir açıklaması ve kanunlarının bir yorumlamasından ibarettir. İlimce kesinlik kazanan her şey en sonunda Kur’an-ı Kerim-in asırlarca önce belirttiği noktaya varabilmekte,onun işaret ettiği gerçeği yakalayabilmektedir.

Kuru ve yaş her şeyin Kur’an-da bulunup [32] ,ancak bir fizik ve kimya kitabı olmadığından onlar gibi olmayıp,gayet kısaca belirtir. Her ilim erbabı onda aradığını bulabilir.

Kur’an-ı Kerim günümüzün hatta ileride ulaşılabilecek Teknik ilerlemelere gerek peygamberlerin mu’cizeleriyle ve gerekse bir takım tarihi hadiseleri anlamakla işaret etmiştir. Bu konuda Bediüzzaman şöyle bir açıklama getirir:”Her şey Kur’an-ı Kerim-in içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi göremez. Zira farklı derecelerde bulunur.”[33]

Bunları da-kısalık uzunluk gibi- çeşitli şekillerde ya işareten,ya üstü kapalı olarak veya hatırlatmak suretiyle anlatır.

İşte Kur’an,insanların sanat ve fen yönündeki ilerlemelerine,sanat harikaları ve fennin şaşırtıcı ilerlemeleri olan uçak,elektrik gibi şeyleri insanlara peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeleri yoluyla hediye etmiştir.

Bir söz vardır:”Hristiyanlar hristiyanlıktan uzaklaştıkça,müslümanlarda dinlerine bağlı kaldıkça yükselirler.”diye…

İslâmda din ile ilim daima kol kola gitmiştir. Fen ilimleri aklı aydınlatırken,Din ilimleri de vicdana yol göstermiştir. İkisinin birleştiği dönemlerde müslümanlar maddeten ve manen en yüksek noktalara ulaşmışlar,ilim ve medeniyetin öncülüğünü yapmışlardır.

İsmail Hami Danişmend şöyle der:”Avrupanın bütün ilimleri İslam kültürünün ürünleridir.”

Briffoult’da:”İslam medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardımı ve hediyesi ilimdir. Fakat Avrupayı yeniden hayata kavuşturan şey sadece ilim de değildi. İslam medeniyetinden gelen daha başka tesirlerde Avrupa hayatına ilk parlaklığı vermiştir.

Avrupanın ilerlemesinde İslam kültürünün kesinlikle tesirini göremiyeceğimiz bir basamak yoktur.”

Bazılarının yanlış anladığı gibi sefâhet ve eğlencelerde değil de,ilim ve fende Hz. Ali’nin şu sözü düstur edinilmelidir:”Ciğer parelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınız da olsun ki onlar,sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.”

Halife Ömer bin Abdulaziz çocuklarının terbiyecisine:”Onlara vereceğin ilk ahlak dersi,şeytanın bir aldatmacası olan ve neticede Allah’ın öfke ve ğazabını çeken eğlence vasıtalarına karşı onların kafasında bir düşmanlık husule getirmek olsun.”der.[34]

20 asır ilim ve nur asrıdır. Mesnedsiz fikirler kabul edilmemektedir. Mesnedsiz davalar ancak,mesnedsiz insanlarda ma’kes bulabilir.

Davasını isbat eden kazanır. Körü körüne inkar olan küfür ve sefâhetin mesnedi olmadığından yıkılmaya mahkumdur. Küfrün çürük direkleri o batıl davayı ayakta tutamaz. Pislik çamuru üzerine oturtulan bir bina,hafif bir esinti ile yıkılır.

Bulutlu havalar,kafası bulutlu olan sırtlanları memnun eder. bulutlar çekilmiş,güneş haşmetiyle doğmakta ve huzmelerini aleme ve bulutlu kalblere salmaktadır.

Ey bulutlar ve bulutlular çekilin… Rahmet yağmurları geliyor… Nur güneşleri doğuyor…Bahar çiçekleri açıyor…

Her sahada çığır açan İslamiyet,insanın sıhhati noktasında da eserler vermiştir.[35]

İlimde tedric kanunu vardır. Bundandır ki;mücerred ilmin ortaya koyduğu şey,son ve netice değildir.

Kur’an ve ondan faydalanılarak ortaya konulan şeyin ilki-sonu aynıdır. Baş da ne demişse sonda da onu demiştir. Değişme söz konusu değildir.

Bu konuda Bediüzzaman hazretleri Gezegenin 12 olduğunu ve olması gerektiğini söyler. Ta nizam ve intizam tesis edilsin.

Bu 12 gezegen:” cirmleri küçüklük-büyüklük itibariyle pek çok muhtelif ve mevkileri uzaklık-yakınlık noktasında pek çok mütefavit ve sür’at-i hareketleri çok mütenevvi’ olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlahî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidaları; büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i Rabbaniyeyi gösterir.”[36]

E S İ R : Cenab-ı Hak bütün kainatta varlıkların ve eşyanın oluşmasında esas olmak üzere atomdan daha küçük olmak üzere esir denilen maddeyi yaratmıştır. Zira atom kendi içerisinde Nötron,Elektron ve proton’a bölünmekle kalmamış,aralarına konulan perde ile de geçişleri engellenmiştir.

Nitekim nasıl ki tarla,meyve ve sebzelerin,madenlerin oluşmasına analık ve kaynaklık etmiş ise,esirde eşyaya menşe’ ve kaynak olmaktadır.

Bu konuda Bediüzzaman:” Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.”

“Ecrâm-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.”

“ Madde-i esîriyenin yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi’leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.”

“ Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet yeni teşekküle ve in’ikada (oluşuma) başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.”

“Meselâ: ¯€!«x´W«,ö«p²A«,ö [37]kelimesinden bazı insanlar hava-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, Arz’ımız ile arkadaşları olan hayatdar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarat-ı seb’ayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir. Bir kısmı da esîrin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.”

“Manzume-i şemsiye ile arz,desti kudretin (Allah’ın) madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş;Esir maddesi yaratıldıktan sonra saniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, Cevahiri Ferde (atoma) kalbetmiştir. (dönüştürmüştür.) Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan,meskun (oturulmak) olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz bunlardandır.”[38]

-“Dağların yer yüzüne kazık yapılması.”[39] ayetinden:” Coğrafyacı bir edibin o kelamdan kısmeti;Küre-i zemin,bahr-i muhiti havaide (fezada) veya esiri de yüzen bir sefine ve dağları,o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder.”[40]

“Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zî-hayat, zî-şuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder.”[41]

Bu konuda batılı bilgin Arthur Fadlu:”Esir evrenin sınırında”adlı eserinde:”Yedi kat gökten murad güneş ışıklarını içinden sızarak geçtikleri ve güneşi çevreleyen fiziki ortamdır. Güneşin çevresinde esir adını verdiğimiz yedi kat tabaka mevcuttur.”[42]

Bu hakikatlar da göstermektedir ki;maddenin en küçük parçası atom değil,esir maddesidir. Zira atom da bölünmekte ve bölünen bu maddelerin arasında birini diğerinden ayıracak perdeler ve berzahlar bulunmaktadır.

Bir gün ders anlatırken lise 2. sınıf talebelerine madenin en küçük parçasının ne olduğunu sorduğumda,hepsi birden –Atom- cevabını verdiler. Atom parçalanır mı,diye sorduğumda da;-Evet- dediler. O halde parçalanabilen nasıl maddenin en küçük parçası olur?

Cevabının –Esir- maddesi olduğunu söylediğimde,talebenin birisi –Hocam,o halde siz sorumlusunuz! Madem biliyorsunuz,niye bunu söylemiyorsunuz?-dedi. Bunu bilen ve söyleyenlerin olmasıyla beraber,ben de gücümün yettiği nisbet’de söylediğimi,söyledim.

“Esir maddesi,maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı Heyula (madde) fihristesinden daha kesif,ihtiyarsız,şuursuz,camid bir maddedir.”[43]

Bazı bilginler “Işık;esir dalgalardan ibarettir.”der.[44]

Esir de, farklı farklıdır. Suyun su,buhar,buz gibi sıvı,gaz ve katı halde bulunması gibi,esirin de yedi ayrı tabakadan meydana geleceği akla zıd görünmemektedir. Samanyoluyla sabit yıldızlar tabakası farklı farklıdır.

Sabit yıldızlar da güneş sistemi de birbirine benzemez. Yedi sistem ve yedi tabakanın da birbirinden farklı olmaları akla uygundur.”[45]

K Â İ N A T I N YARATILIŞI : Kur’an-ı Kerim-in muhtelif ayetlerinde izahat verilmiştir.[46]

Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği Hadis’de:”Toprak,dağlar,bitkiler,hayvanlar ve en son da insanlar yaratılmıştır.”[47]

-Bir çekirdek misal- devamlı genişleme içerisinde olan[48] ve bir patlama sonucu (Big Bang)[49] (Büyük patlama) ortaya çıkan kainat aynı zamanda Onun (Kainatın) varlıkların,her şeyin ezeli olmadığını da göstermektedir.[50]

Netice itibariyle her şey o zatın –Ol- demesiyle oluşmuştur.[51]

“Her sabah güneşin doğuşu şaire heyecan verir. Güneş sisteminin intizamı da her gece astronomu heyecanlandırır. Güneşin doğuşunu astronomi açıklıyor;güneş sistemini ne açıklayacak? her şeyi izah etmesi gereken kainatın kendisi muammaların en büyüğüdür ve sürekli bir mucizedir. “(G. Santayana)

-“Hangi sahada olursa olsun ilimle ciddi şekilde meşgul olan herkes,ilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır:”İman et” iman,ilim adamının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.”(M. Planck)

Her şey O’nu söyler. O’na giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır. Her şeyde O’nun mührü görülür,okunur,bilinir.

-DÜNYADAN BAŞKA DÜNYA : Evvela bu konuda yapılan rivayetleri zikredelim:”O Allah ki yedi semaya arzdan da onun mislini yarattı.”[52]

Hadis’de:”Yedi arz vardır. Her arzda sizin peygamberiniz gibi bir peygamber,Âdeminiz gibi bir Adem,Nûhunuz gibi bir Nûh,İbrahiminiz gibi bir İbrahim,İsa gibi bir İsa vardır.”[53]

“Rabbinin katında bir gün,saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”[54]

“Melekler ve Cebrail,miktarı elli bin yıl olan o derecelere bir günde yükselir.”[55]

Hadis’de:”her şeyin mahiyetini anlamak için tefekkürde bulunun,düşünün. fakat,Allah’ın zatı hususunda düşünmeyin. Zira,yedinci sema ile Allah’ın Kürsisi arasında yedi bin ışık yılı mesafesi vardır. Zatı zül-Celal hazretlerinin ilmi,bunun ötesini de kuşatmıştır.”[56]

“Burak’ın hızı;adımını gözünün görebildiği en son noktaya koyardı.”[57]

“Muhakkik alimler;” Yedi arz vardır. Ve her birinde canlı mahlukat vardır,diğer tabakadakilerin Cin sınıfına aid olduğu söylenmektedir.

Diğer arz tabakalarına gelen peygamberler ise:1)Bizim tabakadaki peygamberlerin ismini taşıyan bir hidayet edici mevcuttur. Onlar gerçek manada peygamber olmayıp,buradakilerin irşadını alıp tebliğ ederler,aynı ismi taşırlar.

İkinci görüş: onlarda müstakil peygamberlerdir. Bizdekilere tabi değildir. Ancak onlardan biri Hz. Âdem’e,biri Hz. Nûha,biri de Hz. Muhammede benzer.”[58]

-Rasulullah ashabıyla birlikte otururken bir kısım bulutlar geçmişti:”bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu,el-Ânan (denen buluttur.),bu arzımızın sakasıdır. Allah taala bunu kendisine hiç ibadet etmeyen kavme de göndererek (su ihtiyaçlarını görür.) dedi. Bir müddet sonra devamla:”Bu sema nedir? Biliyor musunuz? dürülmüş bir dalga,korunmuş bir tavandır. Bunun üstünde diğer bir sema vardır.”dedi ve böylece üst üste yedi semanın olduğunu söyledi. Sonra konuşmasına devamla:”ikisi arasında ne (kadar uzaklık) var biliyor musunuz? diye sorduktan sonra :”beş yüz yıl” dedi.

Sonra tekrar:Bunun gerisinde ne olduğunu biliyor musunuz? bunun gerisinde su var. Suyun gerisinde arş var. Allah arşın fevkindedir. âdem oğlunun ef’alinden hiç biri ona gizli kalmaz.”buyurdu.

Sonra tekrar;”Bu arz nedir,biliyor musunuz? bunun altında bir diğer arz var. İkisi arasında beş yüz yıl var. Böylece yedi arzın varlığını birer birer saydı.” hadisi zikretti ve sonra şu açıklamayı yaptı:”Muhammedin nefsini elinde tutan zatı zülcelale yemin ederim,şayet siz,en aşağıdaki arza bir ip sarkıtacak olsanız,bu ip Allah’ın (ilmi) üzere inecektir. Ve”O ,her şeyden öncedir,kendisinden sonra hiçbir şeyin kalmayacağı sondur,varlığı aşikardır,gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.”[59]

Hadis’de:”Allah yedi semayı yarattı. Her birinin kalınlığı beş yüz yıl yürüme mesafesidir.” [60]

Dünyadaki peygamberlere özellikle bizim peygamberimize benzer peygamber de derken,bütün yönleriyle kemal sıfatların tümünde üstünlük değil,ilk-lik ve son-luk noktasındadır.”[61]

Peygamberimizden de sonra gelmiş olmayıp, gelişleri (o tabakadakilerin) Âdem ile peygamberimiz arasında olmasıdır.

Âyette:” De ki: Siz,yeri iki günde yaratanı inkar edip,ona ortaklar mı koşuyorsunuz? O,alemlerin Rabbidir.

Yer yüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada dört günde rızıklarını arayanlar için eşit gıdalar takdir edildi. Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi. O’na ve yer küreye:” İsteyerek veya istemeyerek,gelin”dedi. İkisi de :”İsteyerek geldik.”dediler. Böylece onları gök olarak iki günde var etti ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz dünya semasını kandillerle donattık,bozulmaktan koruduk.

İşte bu,o aziz,alim Allah’ın takdiridir.”[62]

Burada,”her gökte ona âid emri vahyetti.”derken, oraya aid işlerin olduğuna,işaret de dilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de 27 yerde Arş ve Kürsi;Kudret ve ilmin tasarruf mecrasıdır. Bir tefsirde:”Semavat ve arz,kürsinin iç boşluğunda yer alır. Kürsi de arşın önündedir.”der.

Peygamberimiz ise:”Yedi sema,kürsi içerisinde bir kalkanın içine atılmış yedi adet dirhem gibidir.”der.

İbni Abbas ise:”Eğer yedi sema ve yedi arz genişleyerek bir birine değecek hale gelseler,kürsinin genişliği yanında,bunlar çöle atılmış bir halka gibi kalırlar.

Kürsinin genişliği hususunda Peygamberimiz:”Nefsimi kudret elinde tutan zata kasem ederim,yedi sema ve yedi arz,kürsinin yanında çöl bir araziye atılmış bir (demir) halkadan başka bir şey değildir. Arşın kürsiye olan üstünlüğü de,tıpkı bu çölün o halkaya üstünlüğü gibidir.”[63]

Zemin ile göklerin bir hükümetin iki memleketi gibi birbiriyle alakalı olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri devamla:”Sekene-i arz için,semaya çıkmak için bir yol olduğunu evliya ve enbiyaların dittiğini…”[64]söyler.

1929’da yazdığı eserinde de Aya çıkılacağını ancak orada hayatın olmayacağını da,yapılacak çalışmanın neticesiz olacağını belirtir.[65]

“Ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zî-ruhların, zî-şuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bit-tarîk-ıl evlâ ve bil-hads-is sadık ve bil-yakîn-il kat’î delalet eder, şehadet eyler, ilân eder ki: Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavât, burçlarıyla, yıldızlarıyla zî-şuur, zî-hayat, zî-ruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalât-ı latifeden halk olunan o zî-hayat ve o zî-ruhlara ve o zî-şuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, “Melaike ve cânn ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.”[66]

“Şu feza-yı vesîa (geniş alem) sekenelerden,(oturanlardan,sakinlerinden) şu semavat-ı latife mutavattinînden (yerleşmiş olanlardan) hâlî (boş) kalsın.”[67]

“Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zî-şuur ve zî-hayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas (cinsleri değişik ve farklı) olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir.”[68]

Ayetin [69] zahiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

… hem Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zî-hayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyât-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.

…Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri (başka küreleri) fehmeder.

… Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder.”[70]

“Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.”[71]

“Bazı ilim adamları yedi gökten bizim dünyamız gibi atmosfere sahib,hayata elverişli başka yedi dünyanın var olabileceğini ileri sürmüşlerdir.”[72]

D Ü N Y A N I N ÖMRÜ : İnsanın muayyen bir ömrü olduğu gibi,büyük bir insan olan şu kainatın da elbette bir ömrü muayyenesi vardır.Gaybi olan bu mesele ayetlerden çıkarılan delillerle,ilmin ortaya çıkardığı alametlerle –Gaybi olan kısmı Allah’ın ilmine mahsus olmakla- kainatın ve dünyanın ömrü hakkında bazı nakil ve açıklamalarda bulunacağız:

-Enes bin Malik’den,O dedi ki,Rasulullah (SAM) buyurdu:” Kim bir din kardeşinin ihtiyacını görürse,Allah taala onun için,gündüzlerini oruçla,gecelerini de ibadetle geçirmişcesine şu dünyanın YEDİ BİN yıllık ömrü müddetince sevab yazar.”

İbni Adiyy diyor ki:Ebu İshak,İbrahim bin Abdullah Nebti (aradaki ravi silsilesi ile) Enes Malik’den tahric etti. O dedi ki,Rasulullah (SAM) buyurdu:”Dünyanın ömrü,ahiret günlerinden yedi gündür. Allah taala buyurdu ki:Senin Rabbinin yanındaki bir gün,sizin saydığınız bin yıl gibidir.”[73]

İbni Ebi Hatem,Tefsirinde İbni Abbas’dan rivayet etti ki:”Dünya,ahiret haftalarından bir hafta olup,yedi bin senedir ve bunun altı bini geçmiştir.”

İbni Abbas’dan sahih olarak şöyle bir rivayet vardır: O dedi ki:”Dünya yedi gündür. Her bir gün bin yıl gibidir. Ve rasulullah (SAM)’ da onun sonunda gönderildi.”

Ahmed bin Hanbel, İlil’in de nakletti. İsmail bin Abdulkerim,Abdussamed’den,O da Vehb’den rivayet etti:Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir.”

İbni Abbas’dan:”Yahudiler şöyle dediler:”Dünyanın müddeti yedi bin yıldır. O yüzden biz dünyanın her bin senesi karşılığında,bir gün cehennemde kalacağız,ki hepsi yedi gündür,sonra bizden azab kesilecektir.” Allah işte şu mealdeki ayeti onlar hakkında inzal buyurdu:”Yahudiler,ateş bize ancak sayılı günler dokunacaktır,derler. Siz Allah’ın indinde bir sözleşme mi yaptınız? Allah taala hiçbir zaman sözüne muhalefet etmez. Yoksa siz Allah’a karşı bilmediklerinizi mi söylüyorsunuz? Hayır,kim ki günah işleyip günahı onu kaplarsa,o cehennem ehlinin ta kendisidir ve orada ebedi kalacaktır.”[74]

Bediüzaman Hazretleri,her yönüyle Mu’cize olan Kur’an-ı Kerim-in ayetlerinin 6666 oluşunda,dünyanın ömrüne işaret olduğunu söyler. Özetle:” Kur’an-ı Hakîm’in baş haşiyelerinde, âyât-ı Kur’aniyenin adedi 6666 olmakla, envâr-ı Kur’aniye ve hakikat-ı Furkaniye eyyam-ı şer’iye ile 6666 sene kadar Küre-i Arz’da hükmü cereyan edeceğine işaret ettiği…..

…. Bütün Enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları ve hülâsa-i kitabları Kur’anda bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen, fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem’den tâ kıyamete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tabir edilen 7000 seneden fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra 6666 sene kadar Din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-ı Kur’aniye Küre-i Arz’da ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envâr edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor, demektir.

İkinci Esas: Malûmdur ki, Küre-i Arz’ın mihveri üstündeki hareketiyle gece-gündüzler ve medar-ı senevîsi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şems-üş Şümus’un dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki:

Furkan-ı Hakîm’de

«–:ÇG­Q«#ö@ÅW¬8ö¯^«X«,ö«r²7«!ö­˜­*!«G²T¬8ö«–@«6ö¯•²x«<ö]¬4ö¬y²[«7¬!ö­‚­h²Q«<öÅv­$ “Sonra bütün bu işler,sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Ona yükselir.”[75] ¯^«X«,ö«r²7«!ö«w[¬,²W«'ö­˜­*!«G²T¬8ö«–@«6ö¯•²x«<ö]¬4ö¬y²[«7¬!ö­ƒ:Çh7!ö«:ö­^«U¬\´V«W²7!ö­‚­h²Q«# “Melekler ve ruh (Cebrail) ,O’nun arşına;mikdarı elli bin sene olan bir günde yükselirler.”[76] gibi âyetler isbat ediyorlar. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tulû' mabeyninde dört saatlik günden ve bu iklimde kışta sekiz-dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ Güneş'in mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ Kozmoğrafya'nın rivayetine göre tâ "Rabb-üş Şi'ra" [77]tabiriyle Kur'an'da namı ilân edilen ve şemsimizden büyük "Şi'ra" namındaki diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şems-üş Şümus'un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır. İşte Semavat ve Arz'ın Rabbi, o Şems-üş Şümus ve Şi'ra'nın Hâlıkı hitab ettiği vakit, o Semavat ve Arz'ın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir. Madem eyyamın lisan-ı şer'îde böyle ıtlakatı vardır. İlm-i Tabakat-ül Arz ve Coğrafya ve Tarih-i Beşeriyet ülemasınca nev-i beşerin yedi bin sene değil belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem'den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatına ve beyan ettiğimiz 6666 sene nur-u Kur'an hükümferma olduğuna münafî olamaz, cerhedemez. Çünki eyyam-ı şer'iyenin dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikatı o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil. Şu mes'elede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyanın bir ömrü ve şu dünyadaki Küre-i Arz'ın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve Küre-i Arz'da yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlukatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın ömrü, Küre-i Arz'ın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyam ile olduğu gibi; zî hayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren Küre-i Arz'ın ömrü ise merkez-i irtibatı olan Şems'in hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şems-üş Şümus'un hareket-i mihveriyesi ile hasıl olan eyyam iledir. Şu halde nev-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i Arziye ile olsa, Küre-i Arz'ın hayata menşe' olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı Şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şems-üs Şümus'a tâbi' ve âlem-i bekadan ayrılıp Küremize bakan dünyaların ömrü -Şems-üs Şümus'un işarat-ı Kur'aniye ile her bir günü elli bin sene olmasıyla- yedi bin sene o eyyam ile yüz yirmi altı milyar (126.000.000.000) sene yaşarlar. Demek eyyam-ı şer'iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur'aniyede bunlar dâhil olabilirler. Evet Semavat ve Arz'ın Hâlıkı, Semavat ve Arz'a bakan bir kelâmıyla, Semavat ve Arz'ın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur'anın ulviyetine ve muhatabın kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır.”[78] Abdullah bin Ömer’den:”Ümmetim için dünyanın ömrü,ancak ikindi namazını kıldıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakit miktarındadır.”buyurulmaktadır.[79] Yer yüzünün tarihi husussunda da Jeolojinin kurucusu Lord Faton 200 yıl önce Arkeolojik olarak söylediği sözünde:”Dünyanın tarihi yer yüzünün kabuğunda yazılıdır.”der.[80] Ayette:”Güneş dürülecek.”[81] ifadesi,1947 yılında yapılan bir incelemede güneş üzerinde 15 milyon km kare yüzeye sahib leke tesbit edilmiştir. Bu da güneşin yüzeyinin yüzde birini oluşturmaktadır. Dünyanın ölümü hiç de zor değildir. Zira bir yıldızın yörüngesinden çıkması,hazır kıta halinde bekleyen buzulların erimesiyle Nuh tufanından daha azim olarak dünyanın sular altında kalması,hayatın bitmesi dolayısıyla hayatın sonunu oluşturacaktır. Dünyanın belli bir ortalama sıcaklığı vardır. 1980’in sıcaklığı 1880’in sıcaklığından 0.6 derece (yani yarım dereceden biraz fazla),1990’da ise;0.7 derece artışla şimdiye kadar ki en sıcak yıl olmuştur. Dünyanın ısınmasının,dolayısıyla bir felakete doğru gitmesinin sebebi,atmosfere normalden fazla karbondioksit gazının salınmasıdır. Isınma teorisyenlerine göre ise,önümüzdeki yarım asırda bunun 1 ile 5 derece artabileceğini söylemişlerdir.[82] Eskiler de dünyanın ısı dengesinin bozulduğunu,eski kışlarla yeni kışlar,eski yazlarla yeni yazların dengede olmadığı da bunun delilidir. Dünya ısınacak,buzullar eriyecek,dünya Nuh tufanı gibi sular altında kalacak,bir kıyamet kopacaktır... Z A M A N : Bediüzzaman göre:Kainatta cereyan edip akmakta olan zaman,Kudreti İlâhiyyenin yazmakta olduğu bir sahife ve bir mürekkeb hükmündedir.[83] Nasıl ki kanalda akmakta olan su kanalı aşındırırsa,onun gibi de su misal üzerimizden akan zaman suyu da her şeyi,her yeniyi eskitmektedir. Zamanın etkisi altına giren her şey onun tesiriyle müteessir olur. Zamanın fevkine çıkan bir kimse,zamanın tesirinden azade olduğundan onda bir rolü olmaz. Nitekim bir kısım evliyanın kısa bir zamanda çok iş yapması,uzun bir yolu kısa bir zamanda alması gibi haller hep bu kabildendir.[84] “Einstein zaman boyutunu ortaya koyduğunda,zamandan da ötede 5.6.7. boyutların bulunduğunu...”ifade eder,ancak o zamanki imkanla kavranılamaz. 1.2.3. ve 4. boyutlarda var olan bir insanın 5. boyuta yansıyabildiği takdirde bütün kainatı kucaklıyacakmış gibi bir yakınlığa düşmesi,ilahi hılkatin muhteşem bir göstergesidir. 5. boyutu ve ondan sonraki boyutları iyi kavramadığımız için,kainattaki bütün sırları bu basit pencereden seyretmek isteriz. Halbuki maddenin özünde gravitasyon sırrı 5. boyutun tasarrufuna girince,zaman tesiri fonksiyonunu kaybeder yada çok sınırlı çizgide kalır. 5. boyuttaki varlığın mekanı 3. boyutun mesafelerinde hapsolmadığı için eskimeler,yıpranmalar ve dönüşümler artık söz konusu değildir.” Zaman akışının uzayın muhtelif bölgelerinde değişim içinde (olmaktadır) 5. boyut aynı zamanda varlıkların değişmezlik kazandığı bir geçiş noktasıdır. Dört boyutlu sistemde değişkenliğe ve ölüme mahkum olan olaylar 5. boyuta yansırken yeni bir hüviyetle sonsuzluğa ilk adımını atmış olur.” İnsanlar ruhi yanları ile her an 5. boyuta yansıma kabiliyetine sahibken maddi yanlarıyle dört boyutlu sistemin şartlarına tabi olurlar. Bir anlamda (Gizli gravitasyon) sayılabilecek olan nefislerini yenemedikleri için bu muhteşem kabiliyetlerini kullanamazlar.”[85] Bu ifadelerden şu anlaşılmaktadır:İnsan bulunduğu şu çevresinden çıkmak ile daha geniş boyutlu alemlere girmekte ve gezerek o alemleri tayerân edip,seyretmektedir. Bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan zamanda her şey yazılmakta ve ahirette insana gösterilmek üzere kaydedilmektedir. yani:” zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyaleden ve geçen günlerden senelerden, asırlardan, leyl ve nehârın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikatı tenvir eder. Öyle ise, bu fâni dünyada mevt, fena, devâir-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek bâki kalır. Evet rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler."[86] Cennet deki zaman ise Kur’an-da:” Onlar için cennet de sabah ve akşam yemekleri vardır.”der. Halbuki cennet de sabah da akşam da yoktur. Çünkü cennet de gece,güneş ve ay yoktur. Ayette:”Kafirler ansızın ve birden bire ölüm gelinceye ve yahut kısır bir günün azabına katlanıncaya kadar,Kur’an hakkında şüphe ve tereddüt gösterirler.”[87] Yüce Allah kıyamet ününü “Kısır” diye tavsif etmiştir. Çünkü kıyamet koptuktan sonra günün gecesi olmaz. buna göre cennet ehlinin yiyecek [88] vakitleri de kendilerince dünyada malum olan güneşin felekte seyri ile husule gelen sabah ve akşam tabiriyle anlatılmıştır. Halbuki Ahirette güneş de gece de yoktur.”[89] FÜ Z Y O N OLAYI : Atomun parçalanması ile enerji elde edildiği gibi,iki atom çekirdeğinin eritilerek birbirine kaynaştırılması ile de enerji üretilebilir. İşte bu iki atom çekirdeğinin birleştirilmesi olayına denir. İnfitar suresinin 3. ayetinde,Füzyon olayına,deniz suyunun çok büyük enerji kaynağı olduğu ifade edilir. ayette:”kıyametin alameti olarak”:” Denizler kaynaştığı,yandırıldığı (patlatıldığı,tatlısı tuzlusu ile beraber tek bir deniz olduğu) zaman...” Sular coşup gidecek,hiçbir damla kalmayacak.[90] Fizilâl-il Kur’an-da da:”Aralarında bağ ve çekim gücü kaybolacak ve muayyen saatte hepsi dağılıp sona erecektir. Denizlerin kaynaması ise muhtemelen dolup taşması ve nehirler vasıtasıyla yer yüzünü istila etmesi şeklinde olacaktır. Suyu meydana getiren oksijen ve Hidrojen gibi unsurların ayrılması ve patlaması da düşünülebilir. Denizlerin oluşu sırasında Allah’ın emriyle bu gazlar nasıl bir araya gelip de suyu meydana getirmişse yine aynı şekilde ayrılmaları mümkündür. Bu iki gazın bu günkü atom ve hidrojen bombalarının patlaması gibi patlayarak dağılması anlamında da değildir. Bu patlamaların korkunçluğu ve büyüklüğü yanında bu gün atom patlamaları basit çocuk oyuncağı halinde kalır. Veya beşerin bilemediği bir şekilde olacaktır. Yalnız şu var ki,bu korkunç hadiseler hangi halde olursa olsun beşerin duyu sistemlerinin bilemediği hadiseler cinsinden olacaktır.” Prof. S.Ateş,İslâma itirazlar ve Kur’an-ı Kerim-den cevablar-kitabında şöyle der:”Şu modern çağda ilim,ışın elemanları bulmağa muvaffak oldu. Bu parçalanmadan yıkıcı bir güç doğmakta ve bazı Nıotranlar,diğer atomları bomba gibi parçalama rolünü oynayan elektriklerdir. Öteki atomlardan doğacak niotranlar da başka atomları parçalar ki,bu olaya bilginler (zincirleme parçalama) diyorlar. Atom bombasının yapıldığı uranium elemanında bunun tecrübesi mümkün olmuştur.” Böylece bir bardak deniz suyu ile bir evin yedi aylık elektrik ihtiyacı karşılanacaktır. İki hafif atom çekirdeği birleşince atom çekirdeklerinin sahib olduğu enerjinin 100 bin katı bir enerji açığa çıkar. Bir derece bu olay bardağa sığan güneş olmakta.. böylece santralların,atom reaktörlerinin ,baraj,petrol,odunların görevi sularca yapılmış olacak,Füzyon ile gerçekleşecektir. Böylece atom parçalanarak büyük enerji açığa çıkacaktır. Ancak parçalanması için de 10 milyarlarca derecelik bir ısı ve o kadar da basınca ihtiyaç vardır. Ancak alet’de sular değil de,denizler yanacak denilmekte,bu da Füzyon’un normal sudan değil de (H.2 0) ağır su tabir edilen deniz suyunda (D 2 =) gerçekleşmesidir. Ruslar ısıtma yöntemini hem pratik,hem de ekonomik olması yönünden Laser kontrollü ısıtma yöntemiyle yapmaktadırlar. Her şeyin hakikatını Allah ve kendisine bildirdiği rasulü bilir. Hadis’de:”Fırat’ın altından bir hazineyle Hasr-ı (batması) yakındır.”[91] ve; “Fırat’da altının çıkıp savaşın olacağı..”[92] Bunlardan murad altın gibi barajlar neticesinde gelir olabilmesi gibi,(yine Fıratın) Füzyon için büyük kaynak,gelir kaynağı oluşturabileceği düşünülebilir. Büyük devletlerin üzerinde çalıştığı bu Füzyon çeyrek asır bir zaman içinde reaktörlerde nükleer füzyon elde etmeye çalışılmaktadır. HZ . SÜLEYMAN VE IŞINLAMA : Hz. Süleyman ve yemen Melikesi Belkıs arasında geçen olay,Kur’an-ı Kerim-in bunlardan vermiş olduğu haber konumuza ışık tutmaktadır. Ayetlerde:”(sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki:Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce,hanginiz o Melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir İfrit:”Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var.”dedi. Kitaptan ilmi olan kimse ise;( Pratik ve teknik olarak,ilim ehli)”Gözünü açıp kapamadan,ben onu sana getiririm.”dedi. (Süleyman) onu (Melikenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce:”Bu,dedi,şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lutfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur,nankörlük edene gelince,o bilsin ki Rabbim müstağnidir,çok kerem sahibidir. (İlim sahibi zatın,Süleyman’ (AS) ın veziri Asaf bin Barhiya yahut da Hızır olduğu rivayet edilmektedir. –Kitaptan ilmi olan- ifadesiyle,bunun ancak mekteb ehli,okuyan,bilgi sahibi olmakla beraber,başkalarının sahib olduğu biliden de daha fazla bir bilgiye sahib olmakla daha mükemmelinin oluşturulabileceğini ifade etmektedir.) (Süleyman devamla )dedi ki:Onun tahtını bilemiyeceği bir vaziyete sokun;getirin,bakalım tanıyabilecek mi,yoksa tanımayanlardan mı olacak? -Melike gelince:”senin tahtında böyle mi? “dendi. O şöyle cevab verdi:Tıpkı o. Zaten bize daha önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik. -Onu,Allah’dan başka taptığı şeyler ( o zamana kadar Tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi. Ona:”Köşke gir!”dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekdi. Süleyman:”Bu,billurdan yapılmış,şeffaf bir zemindir.”dedi. Melike dedi ki:”Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişdim. Süleymanın maiyetinde alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.”[93] (Rivayete göre,Hz. Süleyman,Sebe’ Melikesi Belkıs gelmeden önce,bir köşk inşa ettirmişti. Bu köşkün avlusu billurdan yapılmış,altından su akıtılmış ve suya balıklar konmuştu. Belkıs,zeminin şeffaf bir madde olduğunu fark edemediği ve sudan geçeceğini sandığı için eteğini çekmişti.[94] Bu olay uzak mesafelerden radyo gibi sesi,televizyon gibi görüntüyü getirmek mümkün olduğu gibi,cisimleri aynıyla getirmenin de mümkün olacağına işaret etmektedir.[95] Varlıkların enerjik mahiyetine dönüş sırrının ilk izahını yapan C. M. Allanda yine bu konularla da ilgilenen M. Jessup’a gönderdiği mektublarla onu da:”Filadelfiya deneyini” yapmaya ikna etti. Ve 1943 yılında Amerikanın Filadelfiya körfezinde başladı ve başarıyla neticelenerek,etrafı manyetik alanla çevrilen çıkarma gemisi iki dakika sonra 350 km. güneydeki Norfolk limanında ortaya çıktı ve gemi 5 dakika sonra ilk yerinde tekrar görüldü. Ve neticede personelin bir kısmı ölürken,kalanları da:”Birden kendimizi bedenimizle birlikte uzayda buluyoruz ve boşlukta geziyoruz,sonra kaybolduğumuzu ileri sürdüğümüz yerde tekrar size görünüyoruz. şeklinde ifade veriyorlardı.[96] Tıpkı evliyaların tayyı mekan sırrıyla yani bir anda bir çok yerde bulunmaları gibi- onların manevi terakkilerine karşı madden yapılan terakkide de,bir anda bir çok yerde bulunulması,engelsiz ve manisiz olarak vücuda gelmesi mümkündür,hem de ruh süratinde... Sızan haberler doğrultusunda bu deneyin şu anda çözüldüğü de ifade edilmektedir Bu aynı zamanda Einstein’ın:”Birleşik alanlar teorisi’nin doğrulandığını göstermektedir. Olay ise şöyle gelişir: Sakin bir sisteme elektrik yüklemesi yapılınca atomun en önemli parçacığı olan elektron şiddetle bunun tesirinde kalır. Elektron,atomda esrarengiz bir parçacıktır. Yeri,hızı ve zamanı tesbit edilemez;parçacıktan ziyade dalga,madde ötesi özellik taşır. Şiddetli manyetik alanın tesirindeki sistemin elektronları,uzay kafeslerini parçalıyarak atomdan çıkmak isterler. Ancak bütün sistem aynı aşırı manyetik alanın tesiri altında kaldığından,atom çekirdeği yani o maddi cisim tamamiyle tünele yol bularak uzay zamanda gezmeye başlar. Hiçbir mesafe ve engel tanımadan bir anda başka yerlerde ortaya çıkar.[97] Kur’an-ın bahsettiği bu konu her ne kadar şu anda bir muamma da olsa,elbette tahakkuk edecektir. Bütün ilmin ve tekniğin aslı Kur’anidir,İslâmidir. Bugün isbat edilmiş bir gerçektir ki;insan genetik yapısı ve anatomisi itibarıyla,beyin sinirleri arasındaki bağlantıların dini inançlara elverişli olarak yaratıldığı belgelenmiştir.[98] Edison der:”Ben elektriğe giden yolu Muhyiddin İbni Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyyesinde buldum.”[99]sözü haktır. 12-9-1992 MEHMET ÖZÇELİK [1] İlmi Tevhid.Ömer Nasuhi Bilmen.sh.11. [2] Hadislerle Müslümanlık.M.Y.Kandehlevi. 4 / 1499-1616,Et-Terğib vet-Terhib.Münziri. 1 / 92-130,Kenzul İrfan. (Osmanlıca) M.Esad Efendi.sh.36,El-Lü’lü-ü vel Mercan.M.F.Abdulbaki. 2 / 345. [3] Age.sh.41-93. [4] Hac.8-9. [5] İslamda Eğitim.B.Bayraklı.sh.106. [6] Tirmizi. 5 / 94.H.No.2682. [7] Ta’limul Müteallim. B. ez-Zernuci. Terc.Dr.Y.V.Yavuz.sh.11,13,16,38,49,57,64. Bak İlim ve Kelam mevzuları. Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 1 / 314. [8] İslamda Temel Eğitim Esasları.Doç.İ.Canan.sh.30-31,Ta’limul Müteallim.age.sh.9. [9] İslamda kitle eğitim.Dr.H.Küçük.sh.178. [10] Sözler. B.Said Nursi.330. [11] Bak.Zaman gazt.14-2 1992. [12] İslamda kitle eğitimi.age.18. [13] İslamda eğitim.age.146. [14] A’raf.58. [15] Bak. Büyük İslam Tarihi.(Heyet) 3 / 524,541, 4 / 525, 2 / 578, Zaman gazt.14-2-1992,Müsbet ilimde müslüman alimler. M. Karakaş.sh.109,Yahudilik ve Masonluk.H.Yahya.449 [16] Kaf.7. [17] Sohbetler-Hatıralar.A.Coşkun.sh.101. [18] Bak.Sözler.age.235,Sohbetler-Hatıralar.age.107,Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler.C.Kırca.sh.127. [19] İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi. A. Gürkan.sh.198,210,Garb Medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü.H. Bammat. Terc. D.A.M.Ömeri,A.İlhan.sh.27. [20] Ş. Döğen. [21] Alak.1. [22] Zümer.9. [23] Bak.Hak Dini Kur’an Dili.age. 7 / 5193,5195. [24] Kitabın Türkçesi:Topkapı hazine dairesi.No.552.Ali Emiri Tıb kısmı.No.162’de. [25] Naziat.29,İbni Kesir Muhtasar. (Arapça) İsmail İbni Kesir Dımeşki.İhtisar. M.A.Sabuni. 3 / 592, Bak.Ma’rifetname.İ.Hakkı.87-96,Mecmuatün Minet- Tefasir. (Arapça) Beyzavi-Nesefi-Hazin-İbni Abbas. 6 / 453. [26] Muhakemat. B.Said Nursi.51,68,123. [27] Yunus.61,Sebe’.3. [28] Bak.Zaman gazt.15-5-1999. [29] Zafer Dergisi.1990.İ.E.Şumnu. [30] Bak.Zaman gazt.13-3-1992. [31] Agg.9-8-1992. [32] En’am.59. [33] Sözler.235. [34] Büyük İslam Tarihi.age. 2 / 577. [35] Bak.Tıbbın Nebevi.İ.K.Cevzi,Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde Tıb. M. Denizkuşları.Zad-ul Mead. İbni kayyım el-Cevziyye. 4 / 243, 5 / 17, İkitbaslar (I). A. Coşkun.sh.131-137,Kur’an Mu’cizeleri. Onk.Dr.H.N.Baki.sh.43,İsl.Kült.Garbı Medn.age.sh.198,Müslümanların ilim ve medeniyete hizmetleri. O. Keskioğlu.sh.41,H.D.K.Dili.Elmalı.age. 3 / 2153, Beş buçuk asırlık Türk tababeti Tarihi.Dr.O.Şevki,Müsbet ilimde müslüman alimler.age.sh.10,İslam Peygamberi.M.Hamidullah. Çevr.S.Tuğ. 2 / 801. [36] Sözler.21.Penceresh.627,533-534,Lem’alar.B.Said Nursi.60-61,290,339,Şualar. B.Said Nursi.36,Asa-yı Musa.B.Said Nursi.159,İşarat-ül İ’caz.B.Said Nursi.217-218,215, [37] Bakara.29,İsra.44, Mü’minun.86,Fussilet.12,Talak.12,Mülk.3,Nuh.15. [38] İşarat-ül İ’caz.age.217-218,215,Bak. Lem’alar. age. 60-61, Sözler. age. 533-534. [39] Nebe’.7,Ğaşiye.19. [40] Sözler.age.364. [41] Age.476. [42] Allah ve Modern İlim.A.Nevfel.Çevr.A.Nuri. 2 / 177-178,220,Bak. Asrın getirdiği tereddütler. (I) M.A.Şahin.sh.199. [43] Lem’alar.age.323. [44] Bak.Allah ve Kainat.Dr.M.C.Fendi.sh.12. [45] Kur’an-dan Kainata.age.sh.29. [46] Kur’an-ı Kerim ve Türkçe açıklamalı Tercümesi. (Heyet) Bak.Yaratılış ve Ötesi.Gazi Ahmed Muhtar Paşa. Yard. Doç.A.T. Sh.80. [47] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı tercüme ve Şerhi. Prof. İ.Canan. 6 / 383,Fussilet.9-12,Bak. Mesnevi-i Nuriye. B. Said Nursi.sh.110,Nehcül Belağa. Hz. Ali. Çevr.5,36,Devlet felsefesi.S.Mürsel.sh.65. [48] Zariyat.47,Enbiya.104. [49] Bak.Big bang.Ü.Şimşek. [50] Bak.zaman gazt.26-5-1992,11-5-1992. [51] En’am.73. [52] Talak.12. [53] Keşfi hafa.Acluni. 1 / 113. [54] Hac.47. [55] Mearic.4. [56] Keşfi Hafa.age. 1 / 311. [57] Müslim. İman.259,Bak.Kütüb-ü Sitte.age. 6 / 374. [58] Kütüb-ü sitte.age. 6 / 380, Bak.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A. Badıllı.sh.594,El-Cami’ Li Ahkamil Kur’an. Kurtubi. 1 / 240. [59] Hadid.3. [60] Kütüb-ü sitte.age. 6 / 372. [61] Age. 6 / 380. [62] Fussilet.9-12. [63] İbni Kesir.age 1 / 550,Zafer dergisi. 1987,Kütüb-ü Sitte.age. 6 / 362. [64] Sözler.age.163. [65] Age.315. [66] Age.477. [67] Age.478. [68] Age.533. [69] Talak.12,Nebe’.12,Bak.Tefsir-i Kebir.. Fahreddin-i Razi. Terc. (Heyet). 10 / 432. [70] Lem’alar.age.58-59,62. [71] İşarat-ül İ’caz.age.215-216,218,18,Bak.H.D.K.Dili.E. H. Yazır..age. 1 293, 2 / 855, 7 /5162-5163,5078, 8 5616, Mektubat.age. 304,383, Bak. Kur’an-ı Kerim-den ayetler ve ilmi gerçekler.Dr.Haluk Nurbaki.sh 144. [72] Kur’an-dan Kainata.age.sh.31,135. [73] Hac.47,Secde.5. [74] Bakara.80-81, Ahirzaman Mehdisinin alametleri. (Celaleddin Suyuti’den) A. bin H. Müttaki.sh.88-90,Bak.Ahiret Ahvali.Mehmet Özçelik (Tez) sh.54,Tarihi Taberi. (Osmanlıca) İmam-ı Ebu Cafer Muhammed bin Cerir. sh.2,10,Sözler.age.170, İbnul Esir.İslam Tarihi. (el-Kamil Fi’t Tarih Tercümesi) 1 / 10, Kastamonu Lahikası. B. said Nursi.26,187,Sikke-i Tasdik-i Ğaybi.B.Said Nursi.52, Taberi’den (Cildu Dumin)sh.289. [75] Secde.5. [76] Mearic.4.Tekvir.19-20’de Cebrail 6 sıfatla tavsif edilmektedir.:”Şüphesiz,muhakkak o (Kur’an),çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır. Çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır,bir emindir.” Yani 6 sıfat: Resul (elçi),Kerim,Kuvvetli,İtibarlı,İtaat olunan ve Emin. Bak.tefsir-i Kebir.F.Razi.(Heyet) 22 / 534. Melek için bak. Risale-i Nurun Kudsi kaynakları.A.Badıllı. 489-499. [77] Necm.49,Bak.Mecmuatün minet-Tefasir. Kadı Beyzavi. (Arapça) 6 / 118,Hülasat-ül Beyan.K.M.Vehbi Efendi. 13 / 5656. “Şi’ra,Gökte en parlak görülen yıldızdır. Güneşden 23 kat daha parlak olup ışığı dünyaya 8 yılda ulaşır. Cahiliye döneminde bir kısm Araplar,yıldızların insanların hayatında etkili olduğuna inanır ve Şi’ra-ya taparlardı. Bilhassa Huzaae kabilesi ona tapmasıyla meşhurdur.”Kur’an-ı Hakim ve açıklamalı Meali.Prof.S.Yıldırım.sh.527.”Şi’ra yıldızının Rabbi.” [78] Barla Lahikası.B.Said Nursi.202. [79] Tarihul Ümemi vel Müluk. (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi) (Taberi’nin) Çevr.Z.K.Ugan,A.Temir. 1 / 9. [80] Allah ve Kainat.age.211. [81] Tekvir.1. [82] Bak.Zaman gazt.1991. [83] Mektubat.age.34,Sözler.age.514. [84] Bak.Sözler.age.535,Bak.H.D.K.Dili.Elmalı.age. 9 / 6070. [85] Zafer derg.agd. Ocak.1992,Bak.Evrendeki Mucize. H.Nurbaki.55,83, kur’an-ı Kerim-den ayetler ve ilmi gerçekler.age.54,132, Kur’an Mu’cizeleri.age.59,Kur’an en büyük mu’cize. A. Deedat,E.Yüksel.sh.148,İbnul Esir.age. 1 / 10, Zaman gazt.13-2-1992. [86] Mesnevi-i Nuriye.sh.197. [87] Hac.59. [88] (Bak ilgili ayetler için) konularına göre Ku^’an-ı Kerim Fihristi.N.Yüksel.sh.332. [89] Tarihul Ümemi vel Müluk.age. 1 / 29. [90] İbni Kesir. (Arapça) age.3 / 605, Mecmuatün minet Tefasir. (Arapça) age. 6 / 467, Celaleyn . (Arapça tefsir) C.M. bin Ahmed Mahalli,C.Abd. bin Ebi Bekris-Suyuti. 2 / 254, H.D.K.Dili.Elmalı.age. 8 / 5653, Tefsir-i mevakib’den Mevahib tercümesi.(Arapça) İsmail Ferah Efendi. 2 / 490, Bak. Allah ve Modern ilim.age. (2)sh.217,İdealler ve Gerçekler.Prof. Abdusselam .sh. 88, Atom. Ü. Şimşek.sh.57. [91] Buhari. (Arapça) Fiten Babı. 8 / 100,Müslim. (Arapça) 3 / 2219. [92] Ebi Davud. (Arapça) 4 / 493. [93] Neml.37-44. [94] K.K.ve Trükçe açıklamalı terc.(Heyet)sh.379. [95] Bak.Sözler.age.sh.239. [96] Bak.Zafer Dergisi.1990.Nisan. [97] Agd.1991.Mart,Kur’an-dan Tekniğe.Ş.Döğen.sh.33,Kur’an en büyük mu’cize.age.sh.152. [98] Bak.Zaman gazt.21-05-2001. [99] Sonsuz Nur.F.Gülen.sh.470.




İMAM-HATİB VE OKULLARI ÜZERİNE

İMAM-HATİB VE OKULLARI ÜZERİNE

1924-1961-1982 Anayasasınca Dini Eğitim mecburi,Tevhid-i Tedrisatın 4. maddesine göre de İmam-Hatibler kurulmuştur.

1924-de ilk olarak muhtelif yerlerde 29 İmam-Hatib açılmış,şu anda 1997 hesaplarına göre 464 olup,480 bin öğrenci ulunmaktadır.

1973 yılında 1730 sayılı M.E. Temel Kanununa göre kızlarda alınmıştır.

İmam-Hatiblerin %-70’i halk tarafından yaptırılmış,%-25’i de devlet-halk işbirliğiyle yaptırılmıştır.

İmam-Hatiblerde Cuma namazı saati camilerde tatbikat olduğundan,o saatlerde ders konulmaz.

Bir asra yaklaşan bir süredir milyonları mezun verip,yarım milyonu okuyan bu okullar silsilesi yani İmam-Hatibler göz ardı edilemez. Yabana atılamaz. Ve bu mezun olan insanlar devletin her kesiminde de görev yapmaktadırlar. Onlar rencide edilemez.

İmam-Hatibler bir ihtiyacın ürünüdür. şöyle ki;

Yıllardır yani özellikle 1925-1950 yılları arasında büyük çapta bir din düşmanlığının ve ihmalinin mevcudiyetini ve bunun tüm memlekette sergilendiği bir hakikattır. Öyle ki artık şu feryatlara şahit oluruz;

H. Suphi Tanrıöver CHP’nin 1947’deki kurultayında şöyle der:”Vallahi billahi altı köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp,bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer bize İmam ve Hatib vermezseniz,ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz.”

Din düşmanlığı,dinin yerine ne bulunmuşsa o konulmaya çalışılmıştır. Ve din bir zehir ve afyon olarak nitelendirilmiştir. Oysa manevi refah olmadan,maddi refah düşünülemez.

Milletin Menderes ve Özal’a olan teveccühü;milletin boğazını sıkan zincirlerden,güçleri yeten birkaç zinciri kırmaları sebebiyledir.

İmam-Hatibler,büyük çapta halkın destek ve yardımıyla ayakta dururlar.

İlk İmam-Hatib 1949’da İstanbul’da açılmıştır.Sebeb olarak dünyada gelişen demokrasi havaları…

Başlangıçta 7 aylık kursla başlarken 1950 seçimlerinden sonra M. Celaleddin Ökten (1882-1961)’in girişimiyle Tevfik İleri (Milli Eğitim Bakanı)’nin projeyi kabulüyle 7 yıllık olarak kabul edildi.

Resmi olarak “17-Ekim-1951 tarihinde ilk 7 İmam-Hatib okulu öğretime başladı. Bunlar Adana,Ankara,İsparta,İstanbul,Kayseri,Konya ve Maraş İmam-Hatib okulları idi.”

1959’da da Yüksek İslam Enstitüsü açıldı.

İmam-Hatiblerin sadece Diyanete yönelmeyip,diğer bütün dallara da yönelmeleri ve her alanda başarı göstermeleri,bazılarını rahatsız etti. Çünkü hesaplarında dinin ve verilen tedrisatın sadece cenaze yıkamak ve Diyanet camiasının çevresinde ve çerçevesinde kalıp,onu aşmaması,kendilerine bulaşmaması idi…

Tam bir utanç duvarı… Utanılacak bir uygulama…

Oysa liseler sürekli mezun vermektedir. Ne derece ve ne kadar verim alınmaktadır?

İkinci olarak;eğer yenisine ihtiyaç durumu söz konusu değilse,neden sürekli açılma durumuna gidilmektedir? Düşünülmesi gerekmez mi? Yoksa siyasi yatırım mı?

Oysa İmam-Hatiblere olan ihtiyaç,toplumun dine olan ihtiyacının,susamışlıklarının bir göstergesidir…

Bugün Türkiye’de ve diğer dünya ülkelerinde önemli mevkilerde hizmet veren şahsiyetler içerisinde önemli çapta İmam-Hatibliyi görmekteyiz. Marifet İmam-Hatibleri engellemek değil,onu arttırıp,diğer liselere de teşmil etmek,yanlış ve eksik olan noktaları tashih etmekten geçer…

İmam_Hatib liseleri konusunda zaman be zaman,Zaman gazetesinin Kulis köşesinde yazan Taha Kıvanç İsmiyle (Fehmi Koru);eski Milli Eğitim Bakanı Nevzat Ayaz’ın yanına gittiği,kuvvet komutanlarından birine şöyle dediğini yazar:”O işi hallediyorum,ilk öğretimi sekiz yıla çıkarma bahanesiyle hem İmam-Hatib okullarını hem de Kur’an kurslarını kapatacağım.”[i] demiş.

Devlet sırtındaki kamburu daha da arttırırken,toplumun ilgisiyle ayakta duran,halkın böyle bir yükü yüklenmesine müsaade etmemektedir. Tam bir tezad…

6-Mart-1924’de Tevhid-i Tedrisatın kabul edilmesi ve 1.Maddesindeki:”M.1-Türkiye dahilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisatı maarif vekaletine merbuttur.” Bu ifade dini tedrisatı ortadan kaldırmaktadır. Sonradan eklenen madde ve yan desteklerle ayakta tutturulmaya çalışılmaktadır.

Kapatılmaları hususunda ise;1930’da İmam-Hatibler kapatılmıştır. 1933’de İlahiyat kapatılmıştır. 1930’a kadar ilk-orta ve liseden ve ilk öğretmen okullarından Din dersleri kaldırılmıştır. 1929’da Kur’an Kursları, 1930’da birkaç hocaya sınırlı olarak sadece Kur’an öğretme izni verilmiştir.

1932’de Ezan Türkçeleştirilmiş. Tercümesinden namaz kıldırma denemeleri yapılmıştır. 1940’da ise tamamen yasaklanmıştır. Evde toplanıp,okuma ve öğrenmelere müsaade edilmemiş,hapsedilmiş,cezalandırılmıştır. Kur’an-ı Kerimler yasaklanmış ve saklanmış…

Örnekleri gayet çoktur. Şahitleri de yüzlercedir,binlercedir.Kayseri’de bir büyüğümüz anlatmıştı. Babam bana Kur’an-ı öğretirken abim pencereden dışarıya bakıyordu,abime öğretirken de ben dışarıya bakıyordum. Tâki jandarma falan gelirse,hemen harekete geçerek,her şeyi ortadan kaldırıp,bir şey hissettirmeyelim.

Bunlarla beraber binlerce yıllık,binlerce eserler ya Bulgar’a kağıt fiyatına satılmış,ya yakılmış,ya da gömülerek,saklanarak ortadan kaldırılmıştır ki,hiçbir asırda benzeri olmayan tam bir vahşet… Haçlı seferlerini gölgeleyecek nitelikte…

1940’lı yıllardaki eğitim;Allah yerine tabiat,Kur’an çöl kanunu,Peygamber ise,akıllı bir insandı sözleriyle geçiştirmelerden ibaretti.

Azınlık okullarına müsaade edip,bu okullara müsaade etmeyen de iyi niyet aranmaz.

1997 yılından itibaren İmam-Hatib ve Kur’an kurslarına vurulan darbeyi tarih affetmeyecek,buna vesile olanların lekeleri dünya ve ahirette silinmeyecektir. Kara bir leke olarak kalacaktır.

Geride kalanların keffâret olarak affı ise;tüm okulların 4. ve 5. sınıflarından itibaren;Kur’an-ı Kerim,Hadis ve Arapça derslerinin konulması olacaktır.

Şimdiki okulların eski medreselerden farkı;eğitimde ciddiyet ve dini tedrisatın daha şümullü verilme imkanıdır. Dinle fen ilminin beraber verilmesi. Zira,akılları aydınlatan fen ilimleri,kalbi aydınlatan ise din ilimleridir.İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Birbirlerinden ayrıldıklarında ise;birincisinden inkar,şüphe ve tereddüt çıkarken,ikincisinden de taassub meydana gelecektir.

Osmanlı bunu kendi vüs’ati içerisinde yapmıştır. Bize bunu genişletmek kalmaktadır.

Dini ilimleri öğrenmek kadın-erkek her kese farzı ayın yani her kesin başlı başına sorumlu olup öğrenmesi gerekli ilimlerdir.

Fen ilimleri ise;farzı kifâye olup,bazılarının yapması ile diğerlerinden sakıt olan ilimlerdir.

Akıl ve kalbi birbirinden ayıramayan,ayırılması düşünülmeyen bir hakikat varken,din ve fen ilimlerini bir birinden ayırmak bir hakikatsızlıktır.

İmam-Hatiblerin de kapatılmaya çalışılması bir haklılık değil,haksızlıktır.

NOT : “İmam-Hatiblerde Orduya Alınmalıdır.”yazısından dolayı içeriye alınan Hekimoğlu istimal (diğer adıyla Ömer Okçu) ;yazmış olduğu –Minyeli Abdullah-ı ve –Maznun- romanındaki olayları bizatihi hayatıyla oynayan yazara zincir ve kelepçe vurulmakla,vicdanlara ve fikirlere vurulmuş olmaktadır. Tıpkı şef döneminde olduğu gibi…

Gazetedeki –Suç unsuru sayılan- yazıyı okumuş,birkaç dakikalık takdirle geçmiş,gönlümüze koyarak,fetholunmamıştık. Kalblerimizdeki kasavet açtırmamıştı.

Şimdi yüz binler İmam-Hatiblinin ve milyonlar ehli imanın gönlü fethedilmiştir. O’na vurulan zincir,bütün İmam-Hatiblilere ve benimseyenlerine vurulmuştur.

Zincire vurulduğumuzu anlamış,zincire vurulan o muhterem abimizi anlayabilmiştik.

Şu Fetih gününde Rabbimizden temennimiz odur ki;Değerli yazarımızın zincirleriyle beraber;fikir,vicdan ve kalblerdeki mühür ve kilitleri açsın. Zira zihniyet ve düşüncedeki açılma ile çok zincirler çözülecektir.

14-5-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[i] Agg.26-5-1994.