VECİZ İKTİBASLAR

VECİZ İKTİBASLAR

-Hadiste:”Essahiyyu habibullah velevkâne fâsikan. Elbahilu aduvvullah velev kâne sâlihan.”

”Cömert Allah’ın dostudur velev fâsıkta olsa,Cimri Allah’ın düşmanıdır velev sâlihte olsa…”

-Din bir imtihandır.Dinin mahiyeti,imtihanın neticesinde altın ve kömür ruhlu insanları Temyiz ve Tefrik etmektedir.

-İnsan yeryüzünün halifesi olma liyakatını Talim-i Esma ile elde etmiştir.

-Meleklerin Allaha karşı;Yeryüzünde fesad çıkaracak,kan dökecek varlıkları mı yaratacaksın?”sözünden murad,itiraz olmayıp belki İstifsar yani açıklanmasını istemek için olduğu belirtilir.

-Hadisteki;dünya öküz ve balığın sırtı üzerindedir.-sözünden maksad mecaz olup,karada yaşayanların geçimi bugün dahi öküzün sırtından kazanılması,diğer sahillerde yaşayanlarında balık ve balıkçılıkla maişetlerini temin etmelerinden kinayedir.

-Dünya ve içindekiler bir resmi geçit tarzındadırlar.

-Rabbimizi bize tarih eden üç külli muarrif vardır:Kur’an,Kâinat,Rasulullah.

-Kader ilimdir,ilim maluma tabidir.

-Müçtehid,şâri’ ve müşerri’ olamaz.

– En sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda bulmadığım bir manevî sürur hissettim. Ve hadsiz şükür edip, o dehşetli hastalığıma razı oldum.

– İnsanlar kaderin verdiği cezayı kabullenmemektedirler,red ve inkâra gitmektedirler.Ancak ödüllendirildiklerinde kabullenip,inkâr etmemektedirler.

– Hz.Alinin;Kimse yok mu şu sadrımdakini boşaltsam,demesi ve bunu da bir kuyuya boşaltması,konuşması.hakikatların doğrudan onlardan alındığının bir ifadesidir.

-Bu hizmet akıl,fikir,bilgi,zenginlikle değil,doğrudan doğruya ihsanı ilahi tarafından omuzumuza konulmuştur.Risale-i Nur şimdiye kadar gelen hizmetlerin zincirinden âzadedir.

-Mesele dava adamı olmaktır.Dava adamı olanda tüm esma,tam manasıyla tecelli etmektedir.Mazhariyeti tâmdır.

-Miskin bir kimseye yapılan bir sadaka yerine geçerken,akrabaya yapılan sılayla beraber iki sadaka yerine geçmektedir.

-Peygamberimiz;İsteyenin bir hakkı var,der,velev at üzerinde de gelse…

-Eğer ruh geçiş yapıyorsa ilk devirde Hz.Adem ve Havva arasında değişmesi gerekirdi.Fakat havuz dolmada ve sürekli boşalmada.

-Gadab,kalbi tutuşturup yakan bir ateştir.

-İbni Abbas der:”Allahın en büyük cünudu rüzgardır.

-İbni Abbas dedi;O nebi (SAM) ümmi idi.Yazmaz ve okumaz ve hesab etmez (zanda bulunmaz) idi.(Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.2/647)

-“Lâ tezalu min ümmeti ümmeten gaimeten min emrillah.”,”Ümmetimden bir ümmet ve taife kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın emrini ikame eder,yerine getirirler.”(Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.2/676)

-“Hani bir zaman da onlar:”Ya Rabbi,eğer bu Kur’an senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise hemen üzerimize gökten taş yağdır,yahut bize acı bir azap ver!”demişlerdi.

“Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz;eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez.”(Enfal.32-33.Bak. Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.3/36-37)

-“Ey Peygamber!Müminleri savaşa teşvik et.Eğer sizden tam sabırlı yirmi kişi olursa,ikiyüz kişiye galib gelir ve eğer siz müminlerden yüz kişi olursa,kâfirlerden bin kişiyi mağlub eder;çünki o kâfirler gerçeği ve akibeti anlamayan bir güruhtur.

Ama şimdi Allah yükünüzü hafifletti,çünki sizde savaşma konusunda bir zayıflık olduğunu müşahede etti.O halde sizden sabırlı yüz kişi,Allah’ın izniyle onlardan ikiyüz kâfire üstün gelir ve eğer sizden bin kişi olursa,onlardan ikibin kişiye galib gelir.Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”(Enfal.65-66, Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.3/66-67)

– Hz.Enesden,Rasulullah dedi:”Namazımızı kılan ve kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen bu kimse Allahın ve rasulullahın zimmetinde bir müslümandır.”(Mecmuat-ün minet-Tefasir.3/89)

– Cilbab celbedici değil,nazarları defedici olmalıdır…

– Halkı şer şer değil belki çok hayırlara vesile olmasıyla bilvesile hayırdır,hayırlara sebebdir…

-İçtihad kapısı açık olup oraya girmeye bazı maniler vardır,aşılırsa girilebilir….

-Cihat,musibet,cehennem gibi şeyler azab olmayıp rahmete münafi değildir.Oysa şehid on kere ölümü istemektedir,öldürüldüğünden dolayı,cehennemlik cehenneme girmese yok olacak ki buda cehennemin ta kendisi,ondanda beterdir.Bütün bunlar rütbenin yükselmesine sebebtir…

-Yaratılışın amacı marifetullah,muhabbetullahtır…

-Yer ve göğün 6 günde yaratılışı,ömrününde 6 gün olacağına işaret etmektedir.(Bak.Sözler.B.S.Nursi.14.söz)

– Allahın danışmayı ve meşvereti öğretmek üzere insanın yaratılışını meleklere sormuştur…melekler itiraz etmeyib isticvab yani cevabı öğrenmeyi taleb etmişlerdir…

-Din bir imtihan olup,âla ile esfeli tefrik etmek içindir.Vemtâzu-daki ayrıştırma….”Fakat bugün sizler,şöyle bir tarafa çekilin ey mücrimler.”Yasin.59.

-Allah kadın erkeği yaratıp,çocuklarını dünyaya gönderdikten sonra onları öldürüyor.Hikmeti nedir?Tıpkı insan gibi ki;oda buğdayı ekip,daha sonra onu kesip,toprağından ve yuvasından alıp koparıyor.Tâ ki,sapla saman birbirinden ayrılsın diye.Biri anbara,diğeri ahır ve samanlığa…Sapla samanın karıştığı dünyadan sonra,-Vemtâzul yevme eyyühel mücrimûn- emriyle tefrik edilecek…
-Cenab-ı Hak kendi dininin ve şeriatının hak olduğunu göstermek ve zihinlerde tesbit etmek üzere yanlışlara tahakküm etmiyor,hikmeti müsaade ediyor,itiraz kapısını kapatıyor,bizzat tattırıp,müşahede ettiriyor.Geriye dönüş,heves ve temennisini ortadan kaldırıyor.

-“İsterseniz dünyayı gezip dolaşın da dini yalan sayanların akibetlerini görün.”Âl-i İmran.137.

-Her şey tek bir su damlasından yaratılmaktadır.”Hayatı olan her şeyi sudan yaptık.”(Enbiya.30)Suyun maddesi bir olduğu halde,yaptığı iş binlerce…

-Gonca-güller gibi gülesin güzel gözlü gülüm,güllerle geceleyesin,güller göresin,günün gününden güzel geçsin gülüm,güller gibi gülesin.

-“Zilletle içilen âb-ı hayat, tıpkı Cehennem gibidir; İzzetle Cehennem ise, benim için iftihar ettiğim bir menzildir”.

– Dilimizi sal-a bindirdiler,sel-e götürdüler.Milletimizin kamus-u namusudur.Ödün verme,odun ver.Yanıta kanıtın var mı?Olasılık mı,güldürme kısık kısık,ağrıyor bendeki kasık.

– Haşir ve Nisa surelerindeki bazı ayetler yahudi şair olan Ka’b b. Eşref-in şenaatinden dolayı inmiştir.(İslam Ansiklopedisi.İsam.24/4)

-Tevbe suresinini 117-119.ayetleri Rasulullahın,savaştan geri kalan şairi Ka’b b. Malik-in aklanması üzere inmiştir. Ve Ka’b-ın bu anlatımı Buhari-de geçmektedir (İslam Ansiklopedisi.İsam-24/5)

-Rasulullahın meşhur 3 şairi;1)Ka’b b. Malik.2)Hassan b. Sabit.3)Abdullah b. Revaha.Bunlar Medinenin 5 büyük şairlerinden üçüdür.(İsl.ans.24/4-5)

-Rasulullah şiire müsaade etmiş,savaştaki kılıçla eş tutmuştur.

-Kader konusunda alimlerin genelde yaptıkları usul ve tarz;kadere yaratma açısından bakıp değerlendirirler.Bediüzzaman ise,asli yönü olan ilim ve takdir açısından değerlendirerek baştan sona doğru bir gidiş yolu takib eder.Diğerleri ise,sondan başa doğru gelmeye çalışarak zorlanmışlardır.

– Tevfik Fikret’in “Beşerin böyle delâletleri var/Putunu kendi yapar, kendi tapar”

– Hz.Süleyman:”O da demişti ki:”Gerçekten ben,mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.”(Sad.32.)

-Ka’b b. Ucre hakkında fidye ayeti nazil olmuştur.(Bakara.196,İsl.Ans.age.24/6-7)

-Dil,farsça gönül demektir.Buna binaen,dil,gönüldekileri aktarıp dışa aksettiren bir alettir.

-Bütün emir ve yasaklar vahiy yoluyla gelmiştir.Namaz ise miraçta farz kılındığından dolayı hadiste;”Namaz mü’minin miracıdır.”denilmiştir.

– Ciddi cemiyetler kadınlardan ulvi, bozuk cemaatler de kadınlardan süfli şeyler ister. Sosyal ve siyasi meseleler karıştırıldığı için Avrupa’daki feministlerin siyasi hak talepleri bizdekilere sosyal hak ve hürriyet talebi olarak aksetmiştir.” (Said Halim Paşa.Buhranlarımız)

– Kadir gecesinin hangi gece olduğu konusunda;Muhammed bin Hanbele göre 21. gece,Ahmed bin Hanbele göre 23. gece,İmamı Şafiiye göre 25. gece,İmamı Azam Ebu hanifeye göre 27. gecedir.Bediüzzaman hazretleri ise ramazanın 25. gecesi vefat etmiştir.Hafız Hacı Ali abi o gecede bazı harikalıklara şahid olduğunu ve kendisine o gecenin kadirgecesi olduğunu manevi canibden haber verdiklerini ifade eder.Sabahının ise,başka vakitlerde güneş kırmızı ve sarı olarak doğarken,kadir gecesi sabahının beyaz renkte doğub,herkesin çıplak gözle görebileceği ve kendisinin de buna şahit olup,bakarak gördüğünü anlatmıştır.Hadisde ise 21-den sonraki tek gecelerde aranması tavsiye edilmiş,böylece tüm geceler ibadetle geçirilmiş olmaktadır.

-“Ey mü’minler! (Müşriklerle harb ettiğiniz gibi) ehl-i kitab ile de harb edin. Zira onlar, Allah’a ve Ahiret’e hakkıyla iman etmezler ve Allah ve Resulü’nün haram ettiğini haram etmezler ve hak din olan islamiyeti din olarak kabul etmezler (Yani İslamiyeti terk edip Yahudilik veya Hıristiyanlık diye tabir edilen uydurma bir dine inanırlar). İşte bu ehl-i kitap ile, onlar kendi elleriyle ve zillet içinde cizyelerini verinceye kadar harb edin.”

(Beyzavi-İbni Abbas-Tevbe-29)

-Her insanda bir potansiyel enerji ve güç vardır.Önemli olanın;bunun ortaya çıkarılması ve iyiye kanalize edilmesidir.

-İkbal diyor ki;İnsanlar geçmişteki peygambere dönüyor ancak o peygamber geçmişte olupta,geleceğe gitmektedir.

-Dinin ihtiyarlara hitab ettiği kadar,gençlere de hitab ettirildiğini bilmek ve bildirmek gerekir.

-Dinin ruhuna da inilip aktarılması gerekir.

-Neden eskiden yazılanlar bir ağırlık kazanırken,yeni yazılanlar o ağırlığı gösterememektedir?Acaba beslenme farklılığından mıdır?

-Hadisde;Kıyametin bir belirtisi de,İstanbulun ikinci defa fethedileceği,bunun alameti ise,Ayasofyanın tekrar aslına yani camiye çevrilişidir.

-İnsanların hüviyeti,akibet penceresinden bakmakla anlaşılır.

-”Yabancı kadınlara bakmak,zehir ile su verilmiş,şeytanın oklarından bir oktur.Allah korkusundan gözünü koruyana öyle iman verilir ki,tatlılığını kalbinde duyar.”Hadisi Şerif.

”Ey Davud, gözünü haramdan sakın ki,dünyayı senin itaatine vereyim.”Zebur-dan.

-Kutlu doğum,mutlu doğumdur.

– Peygamber Efendimiz bir ara sahabelerle beraber giderlerken,ölmüş ve çöplüğe atılmış bir koyun gördüler.Yanındakilere;”Bu koyunun sahibinin yanında bir değeri var mı?”buyurdular.Onlar da cevaben;”Değeri olmadığı için atılmış!”dediler.Bunun üzerine buyurdular ki;”Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yeminle söylerim ki;İlâhi ahlak esaslarına uymadan geçirilen bir dünya hayatının Allah yanında,bu koyunun sahibi yanındaki kıymeti kadar da değeri yoktur.Eğer Kur’an esaslarına uymadan geçirilen bir dünya hayatının Allah yanında bir değeri olmuş olsa idi,kâfirler bir yudum su içemezlerdi.”

– Damladaki Deryalar-dan:

*Gününü gün eden,yarınını tüketir,dün eder.

*O’n-dan gelen,O’n-a gider.From God,To God.Min-el ezel,ile-l ebed.

*İdrâk anlayandır,ihata eden değil!Göz görür,idrak edemez.Allah bilinen meçhuldür.

*Hasret vuslattandan mukaddemdir.Hasret olmadan vuslat olmaz.Vuslat hasretle güzeldir.Hasret vuslatı sağlar,vuslat hasreti bağlar.

*Var olduğun için yoksun,yokluğun varlığından.Yok ol ki,var olasın.Yâr,var da değil,yoktadır.

*Ümmi,hakikat ilmine enesini karıştırmayandır.İçini dışa yansıtan,içindekine başkasını karıştırmayan…

*Allah’ın eserini tanıyıp bilmeyen,O’nu nasıl anlayabilsin?

*”İnsanlar uykudadırlar,ölünce uyanırlar.”hakikatınca,uyanmamak için bunca sıkıntı ve feryat niye?

*İntihar,bedenin değil,ruhun ölümüdür.

*İmtihan,verilenlerin denenmesidir.Verilmeyenler imtihana tabi değillerdir.İmtihanın dehşeti,verilenin haşmeti nisbetindedir.

*Kendisini bilen şirketmez,kâinatı bilen küfretmez.

– Kalb;tecelli karşısında sürekli değişmelere maruz kalıp,bukelemun gibi olmak değildir.Kalb,ân be ân değişendir,tecelli karşısında ayrı ayrı mazhariyetlere sahib olmaktır.Değişmeyen,değişiminde farklılık olmayan kalbsizdir.Rasulullah (ASM):Ben her gün yetmiş kere tevbe ediyorum,derken,buradaki tevbe günahtan kaynaklanan bir tevbe olmayıp,hergünki mazhariyet,değişim ve tecelli neticesinde yükseliş bir önceki güne nisbetle yetmiş katıdır.

-*Kıymetsiz Yazılar-(”Kıymetsiz Yazılar.İ.Rabbani.Terc.S.Sadeddin Efendi) kitabından seçmeler:

*Âdem aleyhisselâmın hilkatinden [yaratılmasından] beri yedi bin yıl tamam olmadı.

*Âdem aleyhisselâmdan evvel geçen Âdemlerin vücûdları âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdette [madde âleminde] ilk mevcut olan Âdem aleyhisselâmdır ki, sıfatı Cemiyet üzere mahlûktur. Çok vasflar sahibidir.

*“Âhır zamanda bir kavm zuhûr eder ki, râfizî diye adlandırılır. İslâmı terk ederler. Onları öldürün ki, onlar müşriktirler.” Hadis-i şerif.

*Ebû Bekr hakkında, Resûlullah : (Allahü teâlânın benim kalbime akıttığını, Ebû Bekrin kalbine akıttım) buyurmuşlardır.

*Ebû Bekr hakkında, Resûlullah buyurdular ki: “Hak teâlânın bana ihsân eylediği, esrârın tamamını, Sıddîkın kalbine döktüm.”

*Ebû Hüreyre buyurmuştur ki, “Resûlullahdan iki ilim edindim ki, birini beyan eyledim [açıkladım]. Diğerini âşikâre eylesem [açığa çıkarsam] öldürülürüm. O ilim, ilm-i esrârdır ki, herkesin idrâki ona yetişemez.”

*Eşref saat, cevf-i şebdir [gece yarısıdır.]

*“Eshâbın bir müd arpa sadakasına verilen sevaba, sâirleri Uhud dağı kadar mal verseler vâsıl olamazlar.” Hadis-i şerif.

*Eshâb-ı kirâmın üsûl-i dinde ihtilâfı yoktur. [Îmanda ihtilâfları yoktur.] Var ise fürû’dadır.

*İmâm-ı Gazâlî buyurdular ki, Sıffîn vak’ası, halîfe olmak için değil, şeriatin kısas emrini yapmak içindi.

*Timûr hânın Buhârada, Şâh-ı Nakşîbende olan tevâzu ve tezellülü sebebi ile, hüsn-i hâteme ile müşerref olması [son nefeste îman ile gittiği] umulur. Zîrâ Hâce Nakşîbend, Emîrin vefâtından sonra buyurdular ki, (Timûr mürd ve îman bürd). [Tîmûr öldü, îmanı da götürdü.]

*“Hamele-i Kur’anın diğer insanlar üzerine fazîleti, Halıkın mahlûk üzerine olan fazîleti gibidir.” Hadis-i şerif.

*Delîl, medlûlden ezhârdır. [Delîl, delîl getirilmiş şeyden açıktır]. Hak sübhânehudan daha açık birşey yoktur.

*Resûlullahın sâyesi [gölgesi] yok idi. Âlemde Ondan eltaf [daha latîf] olmayınca, sâyesi [gölgesi] nasıl olur.

*Resûlullahın uykusu abdestini bozmazdı. Çünki, Nebî çoban gibidir. Kendi ümmetini muhâfazada gaflet, Onun, Peygamberlik makamına uygun değildir.

*Resûlullahın uykusu itidal üzere idi. Mubârek kalbleri uyumaz; belki, çeşm-i saadetleri [mubârek gözleri] uyur idi. Ve ayın onyedinci veya ondokuzuncu veya yirmi birinci günü fast ettirirlerdi [hacamat olurlardı].

*Resûlullah Eshâb-ı kirâma buyurdular ki, “sizler bir zamanda vücûda geldiniz ki, emirlerin ve yasakların onda birini terk eyleseniz helâk olursunuz. Sizlerden sonra dahî bir gürûh [zümre] gelse gerektir ki, emirlerin ve yasakların onda birini yapınca, felaketten kurtulurlar.” İşte şimdi, o vakittir.

*Zeytine, yetmiş Peygamber, bereket ile duâ etmiştir.

*Zeytinin en çok faydalısı [faydası çok olanı], Şâmda yetişir. Mübârek bir ağaçtır.

*Şü’ûnât-ı ilâhî [ilâhî şü’ûnât] sıfatların aslı olup, zat-i ilâhîde kâinlerdir. [Vardırlar]. O yüce mertebede ayrılık görülmediğinden, bu şü’ûnât, zat-i akdesten ayrı değildir. Ve zatın gayrı değildirler. Ve birbirlerinden ayrılmaları da yoktur. Ve birbirlerinin aynı da değildirler. Zat-i teâlâ, tamamiyle bu şü’ûndan herbirinin renginde zuhûr eder.

*Şü’ûnâtın îtibarât üzerine üstünlüğü vardır.

*Şü’ûnât-i ilâhî, hakîkî sıfatların asllarıdır.

*Şü’ûnât-i ilâhî, kemâlât-ı zâtiyyeyi mündemiçtir [içine alır].

*Şü’ûnât-i ilâhî, zat üzere zâid değildir. [Zat ile berâberdir.]

*Şü’ûnât-i zâtiyyeden terakkî [yükselme] câiz ve vâkı’dır [olur, vukû’ bulur].

*Şü’ûnât-i ilâhî azze şânühüde mücerret îtibarâttır.

*Şü’ûnât ile sıfat arasında kâbiliyyetler vardır ki, bunlar hem şü’ûnlara, hem sıfatlara benzerler.

*Şü’ûnât-i ilâhî zat-i ilâhîye bağlıdır. [Onunla alâkalıdır.] Mâsivâ ile alâkalı olmaktan uzaktır. Sıfât-i ilâhînin te’alluku mâsivâya maksûrdur. [İlâhî sıfatlar mâsivâya tealluk eder.]

*Şü’ûnlar ile sıfatlar arasında fark çok incedir. Bu farkı kimse bildirmemiştir. (Bu farktan bir kulun konuşması mâlûm değildir.).

*Subbet aleyye, mesâibü lev ennehâ.

Subbet alel eyyâmi sırna leyâlehâ.

(Üzerime yağan musîbetler bellidir herkesce,

Eğer gündüzlere yağsalardı, hepsi olurdu gece.)

Âişe-i Sıddîka, Resûlullahın vefâtlarında buyurmuşlardır.

*Tarîkat-i Nakşibendiyyeye silsile-i zeheb derler.

Tarîkat-i Nakşibendiyye, Eshâb-ı kirâmın yoludur.

*Tavr-ı aklın verâsı [aklın ötesi, akıl sâhasının ötesi] öyle bir sâhadır ki, orada kalb yolu ile keşf ve müşâhede olunan bazı şeyler anlaşılır ki, akıl onun idrâkinden âcizdir. Hislerin, aklın idrâk ettiği şeylerden âciz olması gibidir. “Mevlânâ Câmî”.

*Tûfândan sonra gelen ulül’azm Peygamberlerin evveli İbrâhîm aleyhisselâmdır.

*Tûfândan sonra, ilk biten ağaç zeytindir.

*Zâlim zulmünü mazlumdan kaldırmadıkça, özrü kabûl olmaz. “Hadis-i şerif”

*Zâlimin zulmünü kaldırmaya gücü yetmiyen, oradan hicret etmelidir. “Hadis-i şerif.”

*Zâlim sultan yanında adaleti söylemek, cihâdların en eftalidir.

*Osman, vilâyet ve nübüvvet yüklerini taşıdığı için (zinnûreyn) denir. Çünki, Ebû Bekr ve Ömer nübüvvet, Ali vilâyet yükünü taşımaktadır.

*Akıl, hissin ötesi olup, his ile idrâk edilmiyeni, idrâk ettiği gibi, nübüvvet gücü de, akıl gücünün ötesi ve üstüdür. Akıl ile anlaşılamıyan, nübüvvet gücü ile idrâk edilir.

Akıl, ancak his edilenleri [beş duyu ile] idrâk edebilir. Görülenlerde misâli olmıyan işleri, akıl idrâk edemez.

*İlm-i ezelî, eşyaya varlıklarından önce te’alluk eden ilimdir.

*Îsâ aleyhisselâm vilâyette, Mûsâ aleyhisselâm nübüvvette çok yüksek mertebededirler.

*Fıkhın kurucusu Ebû Hanîfedir. Ve fıkhın dörtte üçünü o ictihâd etmiştir.

*”Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn verilmiş [ihsân edilmiş] olan için kerâmete hâcet yoktur.”

*”Âlem-i emr latîfelerinin başlangıcı kalbdendir. Ve kalbin üstü ruh, ruhun üstü sır, sırrın üstü hafî, hafînin üstü ahfâdır. Kalb, âlem-i halk ile âlem-i emr arasında geçiddir.

*”Kalb latîfesinin aslı, fiiller makamıdır. Ruh latîfesinin aslı, sıfâtın zılleridir.

Kalb latîfesinin izâfî sıfatlara, ruh latîfesinin hakîkî sıfatlara bağlantısı vardır.

Kalb latîfesinin nasibi, fiiller mertebesidir. Ruh latîfesinin nasibi, sıfatlar mertebesidir. Sır latîfesinin nasibi, şü’ûnât mertebesi, hafî latîfesinin nasibi, tenzîh ve taktîs mertebesidir. Cehl ve hayret mertebesi, ahfânın nasibidir.

*”Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim olur ki, o anda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz [aramıza giremez]” hadis-i şerifindeki nâdir vakit namazdır.

*”Meleklerin hakîkatleri, İsrâfil aleyhisselâmın hakîkatından meydana gelmiştir.

*”Mehdînin “aleyhirrahme” hakîkati, sıfat-ül-ilimdir [ilim sıfatıdır].

*”Mehdînin gelişi, yüzyıl başında olacaktır. Daha evvel doğuda, kuyruklu yıldız görülecektir.

*”Nefsin makamı dimâgdadır.

*”Nefs, bir merkez, santraldır. Duygular, organlar onun tafsîlatıdır [âletleridir].

Nefsin kalb ile bağlılığı vardır. Gönül vâsıtası ile ruha bağlanır. Ruhdan gelen feyzler, tafsîlatlı olarak kalbe ve nefse ve nefsten his organlarına yayılır.

*“Nûr-ı kalb, asfer [sarı], nûr-ı ruh, ahmer [kırmızı], nûr-ı sır, beyaz, nûr-ı hafî, esved [gizli siyah], nûr-ı ahfâ, ahdar [yemyeşil]dir.

*“(Vebtegû ileyhil-vesîlete…) [Mâide sûresinde, Ona kavuşmak için vesîle arayınız!] buyurulmuştur. Bu râh-i gaybül-gaybda, mürşid-i kâmilin yardımı olmadıkça, yol almak ve sülûk eylemek çok zordur. Mecâzî sultânın [dünya sultânlarının] huzuruna vesîlesiz kavuşmak mümkin değil iken, hakîkî sultânın dergâhına [kavuşmak için], vesîle zarûrî lâzımdır.

*”Lâ yese’unî erdî ve lâ semaî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mümini [Yere ve göke sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım] hadis-i şerifinde, yer ve gök, imkân dâiresine dahildir. Lâ mekânî [mekânsız] olan, mekâna sığmaz. Bi-çûn olan, çünde ârâm eylemez. [Allahü teâlâ, yaratılanda yerleşmez]. Müminin kalbi mekânsızdır. Niçin ve nasıldan berîdir. Onda sığışma mütehakkıktır [tahakkuk edendir].

*-Lâ yese’unî erdî ve lâ semaî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mümini [Yere ve göğe sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım]. Bu sığmadan murâd, vücûd mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez.”

-Kur’an-da Maldan;hayr,fazl,zinet diye bahsedilmektedir.Bakara.198,Cuma.10,nisa.32,Araf.32,Kehf.7.

-Kur’an-da Nimetlerden faydalanma konusunda ise;A’raf.32,Maide.87.

-“Kötü tuzak,sadece hazırlayanın ayağına dolanır,sadece onu perişan eder.”Fâtır.43.

-” Alim bir şair olan Fuzuli şiir hakkındaki görüşlerini Türkçe divanının önsözünde şu şekilde açıklamıştır: “İlimsiz şiir esası yok dîvar olur ve esassız dîvar gayette bî i’tibâr olur.”

-“Kargalar her yerde serbest de bülbül kafeste tutsak.”

-Feyizlerden Damlalar.M.Feyzi Efendi-den-Musa Özdağ.

“Âdemin sulbünden ihrac edilen cüz-ü lâ yetecezza hâlindeki zerreler bütün küre-i arzı istila etmişti.Herbir ruh,kendi zerresiyle birleşti.Rabbimiz bu halde onlara “Elestü bi Rabbiküm” diye hitapta bulundu.Bütün ruhlar,-Kâlû belâ:Evet,Rabbimiz sensin- cevabını verdiler.-Münâfık ve kâfirler dahi-Belâ-demekten başka kendilerinde mecal bulamadılar.

-Elest-bezmindeki o zerrecikler,sonradan vakti gelince dünyaya gelenher çocuğun kalbine tevdi ediliyor.”sh.25.

-“Kâbenin hakikatı bütün hakaikin fevkindedir.Hakikati kâbe dünyadan değildir.”29.

-“Medine Harem-i Rasul,Kâbe-de haremullahtır.”29.

-“Güneş Nur isiminin,ay Mübin isminin,hayvanat Müzill isminin,su Muhyi ismininhava Hayy isminin,madenler Aziz isminin,toprak Mümit isminin,ateş Kâbız isminin,Enbiya ve bütün müminler Hâdi isminin,şeyâtin Mudil isminin mahzarıdırlar.”36.

-“Âlem-i misal bütün avâmilden geniştir.Çünki onda hepsinden temessülât vardır.”36.

-“Sekeratta Rasulullah Efendimiz ümmetine temessül ediyor.Kabrinde temessül ediyor,lehinde şahitlik ediyor.”42.

-“Efendimiz (SAM),Vahyi tevakkuf anında ve bir de mu’cize izharı zamanında nerede ise beşer denmeyecek kadar kuvve-i kudsiyye kesbederlerdi.Bunun dışında kendisinde beşeri vasıflar bulunurdu.Cihadda mübarek yüzlerine yetmiş kılıç darbesi isabet ettiği halde,hiçbir yara almamamıştı.Yalnız bir defa lihikmetin tesir etti.O da mücahidin-i islamı teskin için idi.”43.

-“Erkek küldür.Kadın ise erkekten bir cüzdür.Kadının erkeğe meyli,cüz’ün külle olan meyli gibidir.Bunun için kadının erkeğe meyli,erkeğin kadına meylinden daha fazladır.Fakat kadında haya olduğu için bu meyli perdeler.Kadının meylinin çok olmasının bir hikmeti de,âile saadeti ve neslin devamıdır.“45.

-“Bütün yer altı madenleri Mehdi Rasul (ASM) zamanında çıkacak.Mehdi rasul zamanında altın o kadar çok olacakki,kendine istemeye gelenlerin eteğini altınla dolduruverecek.Kıyamet yakın olduğu için,altın artık kıymetsiz olacak.”46.

-“İnsan,dünyada iken kendisinde hangi hayvanın sıfatı galibse,o hayvanın suretinde haşrolacak.Bu durum hesab kitab görülünceye kadar devam edecek.”48

-“İnsanın bütün mafsallarında,bütün organlarında ve duyularında vazifeli melekler bulunur.Tayin edilen zaman gelince melekler çekiliverir.O zaman organ hastalanır veya ölüm vaki’ olur.Doktorlar da ilaçlar da tesir edemez.O vakit doktorlar:Bizim yapacağımız bu kadar,tıbbi imkânlar bitti deyiverirler!”

-“Ulemamız ahkâma dair olan meselelerde aslâ zayıf hadisle amel etmediler.Fazâile ait zayıf hadisler varsa,ona da ilişmediler.”51

-“Her ruhun ahsen-i takvim üzere sureti de vardır.Ervah fevk’al arş halkolundu.Alem-i ervahta seciyeleri birbirine uygun olan ruhlar birbirleriyle tanıştılar.Âlem-i ervahta birbirleriyle tanışan,bir araya gelen ruhlar,bu dünyada da çeşitli vesilelerle bir araya gelirler,buluşurlar,tanışırlar,kaynaşırlar.”52.

-“Mü’minlerin kabirde çürümesi hatta cehenneme girmesi tathir içindir;azab için değildir.”62.

-“İbrahim (AS) Mekke-i Mükerreme için dua ettiler.Rasulullah Efendimiz de Medine-i Münevvere için dua ettiler.Medine-i Münevvere Harem-i rasuldür.Mekke-i Mükerreme ehli,İbrahim (AS) duası berekâtıyla,Medine-i Münevvere ehli de Rasul-ü Ekrem Efendimizin duası berekâtıyla rızıklanırlar.”61

-“Hz.Hasan’ın altı aylık hilafetiyle otuz senelik hilafet-i kâmile tamam olup,kutbiyet bâtına intikal etti.Âhirde;Mehd-i Âl-i Rasul-de,hem hilafet hem kutbiyet cem’ olacak(Birleşecek)”66.

-“Kur’an-da bin emir,bin nehiy,beş yüz helal ve beş yüz haram beyan edilmiştir.“-66

-“Zikrullahtan cünudullah halkolunuyor.”69

-“Ta’lim-i esmâ,Âdem(AS)’a icmâlen oldu.Rasulullah Efendimize ise tafsilen oldu.”70

-“Şuûnat-ı ilâhiye nâmütenahidir.”87

-“Cevher-i ferd olan atom,inkisam edip parçalanmıyor,enerji neşrediyor.Eğer cüz parçalansaydı,Arşın sahibine yol bulurlardı.”93 –Belki “Tekessür ve Tevessü” yani çoğalıp,genişliyor.(Bak.sh.147)

-Ezan huzura davettir,Kamet huzura girmeye izindir.”97

-“Geceleri tecelli Cemallidir.Gündüzleri ise Celallidir.”100

-“Farz,Vacib,Sünnet,haram,mekruh gibi,şer’i istilahlar Cibril’in(AS) vahyi aldığı makamlardan dolayı değişiyor.”114

-“Üç yüz altmış bin alem,iki aleme inkilab edecek.”117

-“İbrahim Hakkı Hazretleri,İmam-ı Şa’rani sıddıkindendir.Sıddık her mertebeyi gözetir ve hakkını verir.”120

-“Bir veli sıddıkiyyet mertebesinden sonra irşadla vazifelendirilir.Meczûbîn irşada kâdir değildir.”120

-“Her asırda sıdıkta vardır,zındık da.Ama her asrın sıddıkı da zındıkı da o asra göredir.”121

-“Sıddıklar da,sıdklarını yerinde kullanıp kullanmadıklarından sual olunacaklar.”121

-“Tevhid-i mezhebi ancak,İsa(AS) gerçekleştirebilecektir.Zira O’na,hangi mezheb isabet etmiş,hangisi hata etmiş,vahiyle bildirilecek.”123,51

-“Tasdik nuruna mahzar her mü’min,veliyyullahtır.”124,149

-“Aldatmayan,hileden,yalandan,dolandan,sakınan sadık tacir habibullahtır.Sadık tacirin,ahirette yüzü ayın on dördü gibi parlayacak.”126

-“Muamelatında doğru sözlü olana sadık denir.Sıddık ise,her işinde sıdkı benimseyendir.Şu halde her sıdık aynı zamanda sadık,ama her sadık,sıdık değildir.Aralarında umum husus farkı vardır.”127

-“Mekke-i Mükerremenin havası latif ve çok güzeldir;bir seviye gidiyor.”129

-“Mekke-i Mükerreme küre-i arzın kalbidir.Medine-i Münevvere de,Mekke-i Mükerremenin kalbidir.”129

-“Kâbe,Mekke-i Mükerremenin kalbi hükmündedir.Ayların kalbi ramazan-ı şeriftir.Gecelerin kalbi,Kadir gecesidir.Kur’an-ın kalbi de,Yasin-i şeriftir.”129

-“Harem-i şerif Kâbenin,Mekke,harem-i şerifin,mîkat mahalleri Mekkenin;yeryüzü de mîkat mahallerinin haremidir.”130

-“Kâbeye her an yüz yirmi rahmet nazil olur.Rahmetin altmışı tavaf edenlere,kırkı etrafında namaz kılanlara,yirmisi O’na nazar edenleredir.”131

-“Üstad,”Fıkıhda Şafii fıkhı,usulde ise Hanefi usulü mazbuttur (sağlamdır) derdi.”143.

-“Tecelli olmasaydı,marifetullah mümkün olmazdı.”147

-“Sıddıkiyyet mertebesi,merâtib-i nübüvvetin ibtidası,derecât-ı velayetin müntehası olan bir mertebe-i berzahiyyettir.Nübüvvetle ittisali yoktur.”151

-“Aşkta insan her şeyini kaybeder (Hallac-ı Mansur gibi).En iyisi şevktir.”153

-“Her makamın,her zamanın sözü başkadır.Her makamın hakkını vermek,her şeyin zamanını gözetmek,ancak sıdıklara mahsustur.”155

-“Allah’ı bilmeyen ise,ondan ne korkacak.”155

-“Nüzul-ü İsa(AS),daire-i nübüvveti,Mehdi Âl-i Rasulün (AS) zuhuru da daire-i velayeti temhir içindir.”160

**Feyizli Sözler.(M.Feyzi Efendi’den-R.Küllüoğlu)

*”Kıyamete yakın sırlar meydana çıkacak ve kıyamet kopunca zahir-batın;iç-dış;alt-üst;kalb-galb olacak.”31.

*”Arş cennetin tavanıdır.Arşın fevki ise âlem-i emirdir.”32.

*”İmam-ı Azam ticaret için mal göndermiş.Malın içinde bir tane defolu top kumaş varmış.Satıcıya,”Bu topu satarken defolu yeri göster”diye tenbih etmiş.Satıcı geri dönünce;”O top kumaşı satarken kusurlu yerini gösterdin mi?”diye sormuş.Satıcı da unuttuğunu,malın arasında diğerlerinin fiatına satıldığını söyleyince,İmam-ı Azam,o seneki bütün kazancını tasadduk etmiş.”36.

*”Peygamberimizin Ümmi olması ise,bazı muhakkikine göre şöyledir:Ümm kelimesi Arapça,”ana,asıl” mânasınadır.Peygamberimiz,yaratılanların evveli olması hasebiyle onların aslı,ümmüdür.O,aslî vaziyetini değiştirmediği için,ümmi denmektedir.”53.

*”Sıddıkiyet mertebesi,meratibi nübüvvetin ibtidası,derecât-ı velayetin müntehâsı olan bir mertebe-i berzahiyettir.Nübüvvetle ittisali yoktur.”56.

*”Sizden biriniz,bir münker görürse onu eliyle;gücü yetmezse,diliyle önlesin.Eğer ona da gücü yetmez ise,kalbiyle buğz etsin.Bu ise,imanın en zayıf mertebesidir.”

İmam-ı Âzam efendimiz,”El ile mani olmak ümerânın;dil ile mani olmak ülemânın;kalben buğz etmek de avâmın vazifesidir.”şeklinde tevil etmişlerdir.Eğer ümerâdan olan kişi eli ile mani olmayıp,kalben buğz ile yetinse,işte bu,en zayıf imanın tezahürüdür.”58.

*”Üstad hazretleri,kesbî ilimlerden başka;ilmi,Üveysî olarak İmam-ı Gazali’den;o da,Üveysî olarak Hz.Ali (RA) hazretlerinden aldılar.”87.

Veysel Karanî(RA) ümmi idi.Dersini,batında A.S.M Efendimizden aldı.Ümmi olup da dersini mânen A.S.M. Efendimizden alan evliyalara Üveysî denir.

Rasulullah Efendimiz Veysel Karani’den haber verdi ve hırkasını Veysel karani’ye bıraktı.Bu hırkayı Hz.Ömer ve Hz.Ali Veysel Karani’ye getirip verdiler.Ondan dua istediler.”143.

*”Şeytan,bir sabah Abdulkadir Geylani hazretlerini sabah namazı için uyandırmış.Abdulkadir-i geylani hazretleri bunun sebebini sorunca şeytan:”Bir sabah namaza kalkamayınca,Allah’a nice yalvarıp af dilediydin de,o gün sabah namazına kalkamayanların hepsinin affedilmesine vesile olmuştun.Yine uyandırmazsam tekrar af dilersin,öteki kılmayanlar da affedilir ve benim de bütün emeklerim boşuna gider”demiş.”108.

*”Enbiya masumdur,evliya mahfuzdur.”131.

*”Ahz-ı Misak ânında,Âdem(AS) zahrından çıkan zerreler,küre-i arzı tamamen doldurdular.En ön safta Enbiya(AS),ikinci safta evliya-i kiram(RA),onun arkasında müminler,onun arkasında münafıklar ve kâfirlerin safı vardı.

Birinci saftaki enbiya(AS) Cenâb-ı Hakkı perdesiz,müşahede ettiler.Hitabı bizzat işittiler.Saçılan nur,onlara bizzat isabet etti.İkinci saftaki evliya ya Peygamberler perde oldular.Hitabı işittiler,saçılan nur isabet etti.Üçüncü safta müminler vardı.Müminlere evliya-ı izam ve peygamberân-ı kiram hazeratı perde oldular.Müminler de hitabı işittiler.Saçılan nur isabet etti.

Müminlerin arkasında münafıklar ve kâfirler vardı.Münafıklar saçılan nuru hayal meyal parıltı şeklinde gördüler.Kâfirler ise,karanlıkta kaldılar.Hitabı işitemediler.Nuru da göremediler.

Cenâb-ı Hak enbiyaya,evliya ya,müminlere cemal tecellisi ile tecellide bulundu.”Elestü birabbiküm”hitabına karşı,”-Kalu- belâ Şehidna” dediler.

Cenâb-ı Hak münafıklara ve kâfirlere Celâl ile tecelli buyurduğundan,münafık ve kâfirler “Elestü bi rabbiküm”hitabına,”Belâ”ile cevab verdiler.”

Hz.Ali (KV):”Elestü bi rabbiküm hitabında verilen Belâ cevabını,dünkü gibi,bugünkü gibi hatırlıyorum”diyor.

Sehl b.Abdullah(KS):”Belâ ‘yı çok iyi hatırlıyorum;önümdekini,arkamdakini,sağımdakini ve solumdakini ismen sayarım”diyor.141.

*”Âhirzamanda en son inkiraza maruz kalacak olan;Mezheb-i Hanefiyyedir.”142.

*”Namazda Rasulullah Efendimiz,bütün külliyeti ile teveccüh ederdi.Namaza başlanacağı zaman,Cenâb-ı Hak kul ile arasında olan 70.000 hicabı kaldırır.İnsan,Cenâb-ı Hakkın vechi şerifiyle karşı karşıya gelir.Namazın kıyamında,rükusunda, secdesinde, tahiyyatında Cenâb-ı Hakkın vechi şerifiyle karşı karşıyadır.

Namazda Cenâb-ı Hakla insan arasında perde kalmaz.Fakat insanın nefsi,enaniyeti,masiyetleri kendisine perde olur.”144.

*”İmam Buhari Hazretleri,sahihine dercetmek istediği her bir hadis için,güzelce gusleder,iki rekat namaz kılıp istihare yapardı.Bilahare sıhhati tahakkuk ettiğinde dercederdi.İmam Buhari hadis mevzuunda çok titizdi.Çok ince eleyip sık dokurdu;senedine ve ravilerine çok dikkat ederdi,çok tahkik ederdi.

İmam-ı Buhari Hazretlerinin hıfzında senedi ve ravileriyle beraber 600 bin hadis vardı.Ravileri ile,senedleriyle,metinleriyle altı tane hadis-i şerifi bilemeyen adamlar,İmam-ı Buhari aleyhinde konuşamazlar.(Hoca efendi bu sözü birkaç defa tekrarladı)

İmam-ı Buhari Hazretleri vefat edip kabre konulunca,topraktan güzel bir koku neşrolmaya başladı.Herkes kabrin toprağından avuç avuç aldı.İmamın cesedi meydana çıktı.Ne kadar toprak örttülerse de toprağı yağma ettiler.En sonunda İmam-ı Buhari’nin kabrinin üstünü tahta ile örttüler.

Ehadis-i sahihanın asılları da vahiydir.Lafzı,peygamber aleyhisselamdandır.”153-154.

*”Alışverişin 28 kadar mesâili vardır.Hz.Ömer,halifeliğinde esnaflık,ticaret yapacak kimseden bunları sual ederdi.Esnaflık,ticaret yapabilmek için,sıhhatını,fesadını bilecekti.Yoksa o kişiyi ticaretten men ederdi.”165.

*”Türbe-i saadette yeşil atlasta Efendimizin ikiyüzbir ismi de yazılıdır.Delâil-i hayratta da Efendimizin ikiyüzbir ismi yazılıdır.

Tecelli-i icadiyede ilk halkolunan Efendimizin ruh-u hakikatı,nur-u Muhammedidir.”176.

*”Kişi mertebe-i daire-i nefiste olduğu halde,nefs-i nâtıkayı künhüyle keşf edemez.Kalb mertebesibe terakkiden sonra,nefsin künhüne kalbin nuruyla nazar eder ve kendine nefsin hakikatı münkeşif olur.

Mertebe-i kalbde olduğunda,kalbin hakikatı künhüyle bilinemez,tâ ki mertebe-i daire-i ruha terakkisinde ruhun nuruyla kalbin hakikatı inkişaf eder.Diğer meratib de bu minval üzeredir,fakat ifşaya mezun olunamaz.”177.

*”İmam-ı Rabbani hazretleri”Kâbenin hakikatı her hakikatın fevkindedir”diyor.Kâbe’nin hakikatı,bu dünyadan değildir.”180.

-Hadiste:”Benden sonra hilafet 30 senedir.Sonra ısırıcı (işini adaletle değil,kuvvetle halden) melikler gelir.”

Bu 30 yıl ise;

Hz.Ebubekir:2 yıl,3 ay,10 gün.

Hz.Ömer:10 yıl,6 ay,8 gün.

Hz.Osman:11 yıl,11 ay,9 gün.

Hz.Ali:4 yıl,9 ay,7 gün

Yekun=29 yıl,6 ay, 4 gün halifelik yapmıştır.

Hz.Hasan-ın;6 aylık süresi ile 30 yıla tamamlanmaktadır.(Bak.age.200-1.

-Köle azad etmede;“Resul-i Ekrem-in 63,Hz.Âişe-nin 67,Hz.Abbas-ın 70,Hz.Hakim b.Hüzam-ın 100,Hz.Abdullah b. Ömer-in 1000,Hz.Nedel-Kelâh el-Humeyri-nin 8000,Hz.Abdullah b.Avf’ın 30 bin köleyi azad ettiği bilinmektedir.age.250,bak.İslam kültürünün garbı medenileştirmesi.A.Gürkan.215.

-Kunut duaları birer Hadistir..age.26. Bak Edebi ve ilmi açıdan Hadis.Yr.Doç.İ.Bayraktar.200.

-Teşehhüd hadisi de böyledir.27.

-Hadis:“Kıyametin nefesi zamanında peygamber olarak gönderildim.”39.

-Ehli sünnetin Prensipleri için el-İsferâyinî,et-Tabsir adlı eserinde 47 madde de özetlemiştir..155-7.

-“Düşüncenin Gökkuşağı.Cemil Meriç.Hazırlayan.Mustafa Armağan.Cemil Meriç’in sözleri:”Her asırda birkaç kişi düşünür.Gerisi,düşünülenleri düşünür sadece.”319.

-“Bütün İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri”dir.14,138.

-C.Meriç,Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında;”Tanpınar’da samimi,dürüst,mütecessis bir müsteşriktir.Maddi sıkıntı çekmedi.Babası kadıydı.Halk partisine yalvardı,mebus seçilmek için.Ahmed Kudsiye çok yalvardı,ihsan için.Zaafları olan bir insandır Tanpınar.Batı’yı bilir.Doğu bilgisi ise dekoratiftir,plastiktir.Tanpınar arayan adamdır.Ve küçük tatminlerin adamıdır.Hamdi bey küçük hesaplar için avuç açan ve ayak öpen bir şahsiyettir..”26.

-C.Meriç bununla beraber Tanpınar için:”Bu (Tanpınar) istisna-i olarak kayayı çatlatan incir çekirdeği..”28.

Böylece hem –çatlatan-ifadesiyle büyütür,hem de –İncir çekirdeği-ifadesiyle küçültmüş olur.

-Cemil Meriç,Said Nursi’yi”Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı.Bu hayalî insanlar o kunuştukça gerçekleşti.Yani Nurculardan önce kelâm var.

O konuştukça Laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer.

Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüd dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler.”121.

-Cemil Meriç,”Nâzım’ı,Kemal Sülker’in ısrarı ile okudum,anlamadım ve sevmedim.Ondokuzunda putperestir insan.Kozasını yırtmak ister.Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane.

…Nâzım’ı Avrupa çapında meşhur eden ne?Şairliği mi?Hayır,kavgası.”126-7.

-“Haçlılardan bu yana Avrupalının amacı,İslâmiyeti tanımak değil,İslâmiyeti yıkmaktır.”216.

-“Anarşitti (Fikret);toplumdan kopmuştu.Ferdiyetçi anarşitti.(Ama)Ahlak,hamiyet sahibidir.İslâmiyetin emrettiği her şeye karşı çıkmıştır.”317.

NOT:Cemil Meriç;okuyan ve dokuyan bir kişi ancak sık dokuyan değil,sık okuyan ve yazan,konuşan…

Her telden çalan bir tellal,bazen de çalınan.Kulağa hoş gelen cinsde,herkesi kucaklamasa da…

Düşünceler anaforunda bocalayan,bocaladıkça yazan,yazdıkça bulunduğu alanı deşeleyen bir kişi.

O bir şey olamayan her şey..istediği de bu idi.

O bazen Marksist,bazen sosyalist oldu.Kendi ifadesiyle;hem tanrıya inanıyor,hem inanmıyordu!Her iki taraftan sermayesi ve delilleri vardı…

Ancak yine de bir şey olmak ve öyle görünmek istiyordu;Namuslu Bir Çığlık…

O;başına düşenleri deşeleyerek döşeyen bir yazar.Geniş bir perspektifle eşseydi,belli bir noktaya düşseydi,eşsiz olurdu.

O bir fikir avcısıdır.Fikir dokuyucusu ancak avları ve dokudukları farklı farklı olmasını isteyen adam ve tasarlayıcı.A’raf,Arasat ve berzahtaki kişi.

Manevi istikametteki bir hat ve minval üzere gitseydi,asrın Veysel Karanisi olurdu.

O dinlerin olmasa da,düşüncelerin üstüne çıkmaya çalışan bir düşünce ve fikir adamı.

O bertaraf olma düşüncesiyle,bîtaraf olmaya çalıştı.O yine de bir tarafı ağır basan, tarafsız bir yazardı.

O doğulu değildi,batılı da kalmadı.

O,o idi.

-Zübdet-ül Hakaik-İmam Nesefi.Terc.M.T.Yüksel-kitabından:

“İnsanın hicabı kendi cism,unsurudur.Ruh cisimden dışarı geldiğinde hiçbir nesne ona hicab olamaz.”25.

-“Hak değirmeni,hakkın kaderiyle devreder.”35.

-“el abdu yüdebbiru,vallahu yukaddiru.”,(Kul tedbir eder,Allah Takdir eder.)

-“Vahdet ehli derler ki;insanın ruhu kendi cismine aşıktır.Zira görünen cisim ruhun sıfatıdır.Ruh sıfat ve isimlerini onda müşahede etmek için kendi cismini görmek ister.”50.

-“Sahih olan kavillere göre;Mehdi Taklid edici olmayıp Tahkik edici olduğu için İslâm arasında mehdice malum olacağından öylece amel ve hüküm olunacaktır.Mehdinin keramet ve harikulade halleri sınırlı ve sayılı değildir.”66.

-“Seyr-i ilallah için son vardır.Seyr-i fillah için son yoktur.”104.

“Allahümme erini hakaikel eşya-i kem âhiye.”,(Allahım!Eşyanın hakikatını olduğu gibi göster.)

“Şeriat hakikatın esasıdır.”108.

-“Tabiat süfli alemin padişahıdır.”100.

-“İnsanın bedeninde akıl Hudanın halifesidir.Yıldızı aklı evveldir.Zira aklı evvel alem-i kebirde Hudanın halifesidir.”104.

-“Hadisi kudside Hz.Musa’ya;Tecevvâ terâni,tecerred tâsıl.”Aç kalki beni göresin,dünya ve ahiret fikrinden sıyrıl ki bana eresin.”

-“Ferîkun fil cenneti ve ferîkun fissaîr.”,”O ne müdhiş manzara!Bir kısım cennette,bir kısım cehennemde!(Şûra.7)

-“Hadis:”es-Saidu saidun fi batni ümmihi,veşşakiyyu şakiyyun fi batni ümmihi.”

“Said ve mes’ud kişi annesinin karnında da mes’ud olan kişidir.Şaki ve eşkıya olan da annesinin karnında iken şaki ve eşkiyadır.”

-Kaçıyorum,sigara içilen ortamdan

Kaçırıyorum aklımı ve sigara içenleri kendimden…

-Bir kimsenin ruhu dünyada hangi makamda ise,öldükten sonra da o makama rücu eder.Böylece mukadder olan makamına ulaşır.Herkes tayin edilen makamına doğru seyretmektedir.Günahlar bunu yavaşlatırken,küfür geriye döndürmektedir.”Tûba lehüm ve hüsne meâb”,”Eninde sonunda dönüp gidilecek güzel yurt onların olacak.”(Ra’d.29)olur.

-“Küllü hizbin bima ledeyhim ferihun.”,”Her grup,kendilerine ait görüşten ötürü memnun ve mutludur.”(Mü’minun.53,Rum.32)

-Hz.Hızır kendisinden istekte bulunan ;üç kişiden birine ilim,diğerine mal,üçüncüsüne de helal süt emmiş saliha zevce isteklerini verir,ancak üçüncüsü kazanır,diğerleri kaybedip,ellerinden alınır.

-Ruh bu aleme organlar penceresiyle ve sınırlı olarak bakar,lezzet alır.Lezzeti organların sınırı nisbetindedir.Ağzı,ferci,gözünün inkişafı nisbetinde lezzet alır.

-Ali Ulvi Beyin bir gencin yıllar önce İslâm’ın sanata bakışıyla ilgili soruya verdiği ayaküstü irticâli cevap da ilginç: “İslâm çirkini güzelleştirir, güzeli daha da güzel eyler!” Yine hâtıralar âlemine dalıyoruz; “Mısır’da Hattat Şevki Bey’in bir levhasını gördüm, bir hadis—i şerifi yazmış: ‘Rave’l Hasen, ani’l Hasen, an ebi’l Hasen, an cedd’i—l—Hasen: Ahsenü’m hasen, el—hulk’ul— hasen.’ Yani, ‘Güzel olan Hasan—ı Basrî, güzel olan Hasan’dan, güzel olan Hasan’ın babası Aliyyel Murteza’dan

-” Resûlullahı medh eden şu iki beyt, Hz. Âişenindir:

Ve lev semi’û ehl-ü Mısre evsâfe haddihî,

Lemâ bezelû fî sevm-i Yûsüfe min naktin.

Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû

Le âserne bil-kat’il kulûbi alel eydi.

Mısrdakiler, Onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yâni, bütün mallarını, Onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâyı kötüliyen kadınlar, Onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi (de acısını duymazlardı). “

-“Ya men bi dünyahuş teğal

Gad ğarrehu tulül emel.

Evelem yezel fi ğafletin

Hatta dena minhul ecel

El-mevtu ye’ti bağteten

Vel kabru sandukül amel

İsbir alâ ehvaiha

Lâ mevte illa bil ecel.”

-Anlamı:”Ey dünya ile meşğul olan kişi!Muhakkak ki uzun emel seni aldatmıştır.Gaflet içinde devam ederken,ölüm ona yaklaştı.(Ölüm yaklaşıncaya kadar gaflette devam etti.)

Ölüm ansızın gelir.Kabir amellerin sandukası,amellerin kasasıdır.Dünya ve hayatın zorluklarına karşı sabret.Ölüm ancak ecel iledir.”

-“Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse

Yalnızca birkaç günlüğüne

Aniden çalsa kapınızı

Merak ediyorum neler yapacağınızı

Biliyorum ama

Böylesine şerefli bir konuğa

Açacağınızı en güzel odanızı

Ona sunacağınız tüm yemeklerin

En iyisi olacağını

Ve inandırmaya çalışacağınızı

Onu evinizde görüyor olmaktan

Mutluluk duyacağınızı

Gerçekten de evinizde

Ona hizmet etmekten alacağınız hazzı

Fakat söyleyin bana

Efendimizi,evinize doğru gelirken gördüğünüzde

Onu kapıda mı karşılayacaksınız?

Yoksa Onu içeriye almadan önce

Aceleyle bazı dergileri,gazeteleri çarçabuk saklayıp

Yerine Kur’an’ı mı koyacaksınız?

Peki hala Amerikan filmlerini seyredecek misiniz, televizyonda?

Yada kapatmaya mı koşacaksınız aceleyle. O size kızmadan önce?

Kim bilir belki de

Ağzınızdan hiç çıkmamış olmasını dilerdiniz

Hatırlayabildiğiniz en son çirkin kelimenin

Peki ya

Dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak mısınız?

Ve bunun yerine ortalığa

Kitaplığınızın raflarında tozlanmış hadis kitapları mı çıkaracaksınız?

Hemen içeriye girmesine müsaade edecek misiniz?

Yoksa telaşla “ne yapayım” diyerek,

Sağa sola mı koşturacaksınız?

Merak ediyorum

Eğer peygamber efendimiz

Birkaç günlüğüne sizinle birlikte yaşasa

Yapmaya devam edecek misiniz,

Her zaman yaptığınız şeyleri?

Ailenizdeki sohbetler eski halini koruyacak mı?

Her yemekten sonra sofra duası etmeyi yine zor mu bulacaksınız?

Hiç yüzünüzü asmadan

Oflayıp puflamadan her vakit namazınızı kılacak mısınız?

Ya sabah namazı için

Sıcacık yataktan erkenden fırlayacak mısınız?

Peki ya yine mırıldanacak mısınız

Her zaman söylediğiniz şarkıları

Ve okuyacak mısınız her zaman okuduğunuz kitapları?

Peki izin verecek misiniz

Aklınızın ve ruhunuzun beslendiği şeyleri?

Yoksa hiç bilmemesini mi isterdiniz?

Şöyle diyelim ya da,

Gideceğiniz her yere

Götürebilecek misiniz Peygamberi de?

Yoksa birkaç günlüğüne değişecek mi planlarınız?

Tanıştırmaktan onur duyar mısınız

En yakın arkadaşınızı O’nunla

Yoksa hiç karşılaşmamasını mı umardınız

Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle?

Şimdi söyleyin açık yüreklilikle

Onun kalmasını ister misiniz sizinle

Sonsuza dek, hep birlikte?

Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız,

Ziyareti bitip gittiğinde?

Gerçekten bilmek ilgi çekici olabilir değil mi?

Bilmek ve düşünmek

Eğer bir gün

Peygamber Efendimiz

Ziyaretimize gelse,

Yapacağımız şeyleri? “

– Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihat ederdi: Oğlum, horoz senden daha akıllı olmasın! Hâlbuki o, her sabah zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun. Şu iki beyti burada söylemek çok güzel olur:

Gece karanlığında güvercin, dallar üzerinde,

Feryâd ile zikrediyor, ben ise uykudayım.

Bu hâl, beni utandırsın! Eğer âşık olsaydım.

Güvercinden evvel, gece ben ağlardım. “eyyühel veled.tercümesinden.

– Gayrı müslimlerin en önemli bir özellikleri de,Mantıklarına uygun gelen bir şeyi hemen kabul etmeleridir,isterse bu dinlerini değiştirmeye sebeb olan bir şey bile olsa…

” Meşhûr edebiyatçı Bernhard Shaw, daha ileri giderek, (Dünyada en tehlikeli kitap Tevrât ve İncîldir. Onu sağlam bir kilit altına koymalı ve bir daha meydana çıkmamasını temîn etmelidir) demektedir. “herkese lazım olan iman.kitabı

-“ Kitap-ı mukaddes bugüne kadar pek çok defalar dînî hey’etler tarafından tedkîk ve tebdîl edilmiştir. Bu tedkîkler hâlâ devam etmektedir. Bir rivayete göre, bugün elde birbirinden farklı tamam 4000 Kitap-ı mukaddes vardır. Her tedkîk hey’eti, bir evvelki Kitap-ı mukaddesin içinde çok ağır hatâlar bulunduğunu iddiâ etmektedir.

-İmparatorler, krallar Kitap-ı mukaddeste tâdîlât yapılması için emirler vermişler ve bu emirleri yerine getirilmiştir. “herkese lazım olan iman.kitabı

-Aynalar yalan söylemez.Ameller aynalarımızdır.Nasılsak,öyle görünürüz.Göründüğümüz gibi olmazsak,olduğumuz gibi görünürüz.Aynaları şekillendiren bizleriz.Aynaya tükürmiyelim!Yoksa aynada bize tükürür.Lekelediğimiz aynalar,bizde kalıcı leke bırakırlar.

-Hz.Hasan-ı karısı zehirledi.

-Ebu Hanife’nin babası ölünce,dul kalan annesiyle Cafer-i Sadık evlenmiştir.

-”Hz. Süleyman bir gün büyük çadırını kurunca kuşlar gelip hünerlerini birer birer sayıp dökmeye başladılar. Her biri hünerini anlatıyor, sonra diğeri geliyordu. Nihayet sıra Hüthüt kuşana geldi. Hüthüt:

“Ey ulu padişah, dedi, ben size küçük bir hünerimden bahsedeceğim.”

Hz.Süleyman:

“Buyur söyle, seni dinliyorum.” deyince, Hüthüt:

“Yükseklerde uçarken baktığımda yerin derinliklerindeki suyu görürüm, o suyun ne kadar derinlikte olduğunu, renginin nasıl olduğunu, topraktan mı, yoksa taştan mı kaynadığını görür, bilirim. Ey ulu padişah sefere gidersen beni yanına al. Sana konaklayacağın yer konusunda faydalı olurum.” dedi.

Hz. Süleyman da:

“Ey güzel arkadaş, susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde bize arkadaş ol, böylece bize faydalı olursun.” dedi.

Bunu duyan karga araya girdi:

“Bu zavallı yalan söyleyip yüzünü kara etmektedir, dedi, çünkü eğer böyle bir hüneri olmuş olsa önce yerdeki tuzağı görüp ona yakalanmaz ve kafeslerde mahkûm olmazdı.”

Bunun üzerine Hz. Süleyman:

“Ey Hüthüt yaptığını beğendin mi, bizim huzurumuzda yalan söylemek olur mu?” diye Hüthütü azarladı.

Hüthüt:

“Ey yüce padişah, benim hakkımda karganın söylediklerine inanma. Ben huzurunuzda yalan söylemedim. Dediklerim doğrudur. Benim tuzağı görmeyişimin sebebi kaza ve kaderin gözümü kapatması, aklımı bağlamasıdır. Yoksa elbette ki yerin üstündeki tuzağı görürüm. Fakat ne yazık ki, kaza gelince bilgi uykuya dalar, ay tutulur, gün kararır.” dedi. (Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler, Hazen Y.)

-İmam-ı Azam Ebu Hanife vasiyetinde: “Beni gasbedilmemiş bir toprağa gömün”.

-“Muhiddin-i Arabi (k.s.) hazretleri vefat ederken:

“- Benim kıymetimi bu havali ahalisi bilemediler, mezarımı bile tarumar

edecekler…Fakat gelecek nesiller beni anlayacaklardır. Ve “Sin” “Şin’e”

girdiği zaman benim kabrim bulunacaktır.

Yavuz Sultan Selim Han, Doğu’ya çıktığı seferinde Şam şehrini aldığı

zaman, yanında bulunan ulemadan Muhiddin-i Arabi’nin kabrini bulmasını

istedi. Buldurdu ve türbesini yaptırdı. Muhiddin’i Arabi hazretlerinin

kerameti, “Selim” “Şam’a” girince gerçekleşmiş oldu.”

-”‘…Küçük insan, Büyük Alemin (makro-kozmos) bir minyatürüdür… İnsan varlığı, alemden daha da küçük olsa da, o Büyük Alemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu aleme Büyük İnsan (İnsan-ı kebir) adını veriyorlar…’’İbn’ül Arabi, Fusüs Ül-Hikem(2) “

-Sevginin mahalli kalptir.Kalb kasasında gizli olarak bulunan bu sevgi,söz ve fiille ortaya çıkar.Çiçekler bile sevgiyle açar ve büyürler.Sevgi bir ihtiyaçtır.

-Sevgiyle yapılan bir işin neticesi kötüde olsa,güzeldir.Sevginin neticesi kolay kolay kötü olmaz ve çıkmaz.Çünki insan sevdiği şeyin yok olmasını değil,yaşamasını ister.

-Kur’an-da dünya hayatı,hayatın bir süsü olarak belirtilmiştir.(Kehf.46)

-İnsanlar bir çok yeteneklerle donatılmış olarak dünyaya gönderilmişlerdir.

-Hadiste:”Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı,babanın çocuğu üzerindeki hakkı gibidir.”İhya.2/195.

-Kardeşler arasında en kötü davranış kıskançlıktır.Yusuf Peygamberin kerdeşleri arasındaki durum gibi.

-Ailedeki en önemli sıkıntı kaynağı;Fertlerin birbirlerini Anlamama,Anlıyamama,Anlamak istememeden kaynaklanmaktadır.Birbirlerini sonuna kadar dinlememekden kaynaklanır.Tesbite göre;Erkek günde 13 bin hece sarfetmesi gerekirken,kadın 25 bin hece sarfetmek durumundadır.Ondan kadın hissiyle hareket eder,konuşmaya ve dinlenilmeye yönelirken,erkek bunu çözme,dinlememe ve konuşmamayla halletmeye çalışır.

-Kötü alışkanlıklar özellikle uyuşturucu kullanmanın % 83-ü arkadaş grubuyla,% 28-i merakla,% 25-i arkadaş etkisiyle ,% 5-i de bilmeden kullanma sonucu başlamaktadır.

-Bir millet kendisini değiştirmedikçe,Allah’da onların durumunu değiştirmez.(Ra’d.11)

-Almanya Münih üniversitesinde kurulan “Kur’an araştırmaları enstitüsü” dünyadaki toplamış olduğu 42 bin Kur’an nüshasını bir araya getirip incelediğinde bunlar arasında hiçbir farkın olmadığını tesbit etmiştir.

-Muhammed İkbal:”Allah özgür iradeye sahib insanı yaratmakla,bazı konularda kendi iradesine sınır koymuştur.”

-”Ünlü bir fıkra vardır: Bir Yeniçeri, kılık-kıyafetinden Yahudi olduğunu anladığı birini yolda yakalamış, kılıcıyla dürtüyormuş; “Sen neden bizim İsa Aleyhisselâm Efendimizi öldürdün” diye… Yahudi, şaşkın, “Ama, bu söylediğin 1700 yıl önce oldu” deyince, Yeniçeri, “Olsun, ben yeni duydum” cevabını vermiş…”

-*”Ebu Hanife Camii ile ilgili basında yazılar peşpeşe gelmeye devam ediyor. Bunlardan birisini de Rey gazetesinden Celil Marka’ya ait yazı idi. ‘Ebu Hanife’nin ayaklarını uzatması vakti geldi’ başlıklı yazıda ilginç bir kıssa aktarılıyor :” Simasına celal ve vakarın aktığı bir zat birgün Ebu Hanife’nin meclisine gelir. Meclisindekiler ayağındaki bir ağrıdan dolayı Ebu Hanife’nin huzurlarında ayaklarına uzatmasını mazur görürlermiş. Ancak İmam, vakar sahibi adamı karşısında görünce hürmetinden dolayı ayaklarını geri çekmiş. Meclistekilere sabah namazının vaktini anlatmaktadır ve vaktin güneşin doğumu öncesine kadar devam ettiğini belirtir. Adam bütün vakarını ortadan kaldıran bir soru sorar: Fecirden önce güneş doğarsa, bu namazın hükmü nedir? Ebu Hanife taaccüp eder ve şöyle düşünür: Bu vakar ve celal bu cehaletle nasıl bir araya gelmiş! Bunun üzerine meşhur sözünü söyler: Ebu Hanife’nin ayaklarını uzatması vakti gelmiştir…” Adam vakarını kaybederek karşı tarafın kendisine yönelik hürmetini ıskat etmiştir. Bu kıssa, bu gibi durumlar için anlatılagelir. Bağdat’taki işgalcilerin durumu da bu vakarsız adamın durumu gibidir.”Mustafa Özcan.Yeni Asya.29-4-2003.

İmam-ı Azam 30 yıl ders halkasını sürdürmüş bir kişidir.İmam-ı Ebu Yusuf,fakir olduğundan babasının tavsiyesi üzerine ders halkasını bırakır,geçimini sağlamak peşinde koşar.Durumu araştıran imam-ı Azam Ebu Yusuf-u çağırtarak ders halkasına devam etmesini sağlar ve kendisine bir kese akçe vererek her bittiğinde bildirmesini söyler.Ve her ihtiyacı anında 20 yıl süren keseyi vermeyi devam ettirir.Ebu Yusuf imamın büyük çömertliğini ikrar ve tasdik eder.

”Kur’ân’ın yanısıra Sünnete de gereken değeri veren, Peygamberi yaşamı gıpta ile ölçü edinmenin yanısıra hadisleri de eserlerine delil olarak yansıtan bu velinin “Makâlât”ı, büyük ve eşi bulunmaz bir hazinedir. Nitekim şu ifadeler bunun bariz bir ifadesidir:

“Dünyada her şeyi içine çeken, boğan yedi de deniz var. Tende de her şeyi içine çeken ve boğan yedi deniz var:

Birincisi gözdür, görerek içine alır.

İkincisi dildir, söyleyerek içine alır.

Üçüncüsü kulaktır, işiterek içine alır.

Dördüncüsü boğazdır, ezilerek içine alır.

Beşincisi karındır, acıkarak içine alır.

Altıncısı ağrı, sızıdır, ölümle neticelenerek içine alır.

Yedincisi sevdadır, delirterek içine alır.

Dünyada ırmaklar da var, gözyaşları ırmaklara benzer…”Milli gazete.A.F.Gün.2-3-2003

-İbni Abbasdan;”Allah ruhları cesedlerden 4 bin sene önce yarattı ve rızıkları ruhlardan 4 bin sene önce yarattı.Daha mahlukat olmamış ve yer ve gök ve kara ve deniz yok iken öncesinde o şehid ve hazır idi.(Mec.tefs.1/471,Al-i İmran.18)

-Ebu Hureyreden rivayet edilen hadisde:”Nefsim yedi kudretinde olan Allaha kasem ederimki;Eğer siz günah işlemeseniz,Allah sizi götürür,günah işleyen bir kavmi getirir.Onlar istiğfar eder,Allahda onları affeder.”(Mec.tefs.1/591)

-Peygamberimiz;Sılayı rahimin rızkın genişliğine ve ömrün uzamasına neden olduğunu söylemektedir.(Mecm.tefs.2/70)

-“Hz. Ömer (r.a), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke’de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir (İbnül-Esîr, Üsdül-Ğâbe, Kahire 1970, IV,146).

-Hz.Osman:”Fil olayından altı sene sonra Mekke’de doğmuştur.

-“Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır.

-“Hz. Ömer devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer’in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.

Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman’a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman’ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

-Arabi aylar;Zilkade,Zilhicce,Muharrem ve Receb;bu dört aya Eşhur-u Hurum denip,onlarda işlenen günahlar diğer aylarda işlenen günahlardan,o aylarda işlenen sevablar da diğer aylarda işlenen sevablardan daha fazladır.(Bak.tevbe.36)

-Şimdiye kadar hep Arapçadan Türkçeye ve diğer dillere tercümeler yapılırken,Risale-i Nur bunu değiştirerek önemli bir inkilab yapmış,artık Türkçeden Arapça ve diğer dillere tercümeler yapılır olmuştur.

-Hindistanlı Vahididdin adındaki bir alim.2002 yılında –Küreselleşme ve Bediüzzaman-sempozyumunda yaptığı konuşmada,Hadislere dayabdırarak,ahirzamanda gelen şahsın tecdid hareketinin iki asır devam edeceğini ifade etmiştir.Bu da bediüzzamanın;-Eğer farzı muhal olarak o beklenilen zat da gelse risale-i nurları kendisine ölçü ve düstur alacağını-ifade ederken bu hakikatı ifade eder.Nitekim hadisde;-her yüz senede bir müceddidin geleceği umumi olarak ifade edilirken,ahirzamanın dehşetinin külli olması,yapılan tahriblerin ancak iki asırda tamir edilebileceğininden dolayı ahirzamanda gelecek olan şahıs hem kendi asrına hem de kendisinden sonraki asra hitab edecektir.

-” Kadın hürriyeti medeniyet başlatmaz, batırır. Hak eden hürriyeti kendisi alır. Bizde kadınlardan gaspedilmiş bir hürriyet değil, içtimai yapımız böyledir.”

-Ebu Hureyre’den (R.A.) Peygamber (A.S.M.) şöyle buyurdu:

“Benimle İsa (A.S.) arasında bir peygamber yoktur. O inecektir*. İsa (A.S.) yeryüzünde 40 yıl yaşayacak, sonra vefat edecek, cenaze namazını da Müslümanlar kılacaktır”.

Abdullah ibn Selam’dan (R.A.):

“Tevrat’ta Muhammed (A.S.M.)’ın sıfatı yazılıdır. İsa (A.S.)’da yazılıdır ve İsa (A.S.) Muhammed (A.S.M.)’ın yanına defnedilecektir”.(Tirmizi

-«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de ka­dınları olacak ve dinleri de dirhem ve dinar­ları (paraları) olacak. Bunlar mahlu­katın en şerlileridir ve Allah ka­tında onların hiç na­sibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadîs: 3270) (Ramuz-ul Ehadîs sh: 504)

-Rasulullahın Hz.Hasan ve Hüseyini sığındırdığı dua.Hz.İbrahim oğulları ismail ve İshakı da öyle sığındırırdı:”Eîzüküma bi kelimatillahit-tâmmeti an külli şeytanin ve hâmmetin ve min külli aynin lâmmetin.”Sahihayn.İbni Abbas.

-Hadisi şerifte “Eshabı Kehf Mehdinin yardımcılarıdır” şeklinde buyuruldu.

-Ebu Hureyre (Radıyellahu anhu) şöyle dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Davaları bir olan iki gurup savaşmadıkça kıyamet kopmaz.”(Buhari)

-Ebu Hureyre (Radıyellahu anhu) şöyle dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İki gurup savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Aralarında büyük ölümler olur. Davaları birdir. Otuz taneye yakın yalancı Deccallar gönderilmedikçe kıyamet kopmaz. Bunlardan herbiri, kendini Allah’ın Resulu zanneder.”(Buhari)

-Sizden herkim Deccala kavuşursa, Kehf suresinin başını (on ayeti) ona karşı okusun. Onlar sizi Deccalın fitnesinden korur.”

-Ebu Hureyre’den rivayet edildiki Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Rum (hıristiyan ordusu) A’mak veya Dâbık’a inmedikçe kıyamet kopmaz. Onlara karşı, Medine’den o vakitte yeryüzü müslümanlarının en hayırlılarından olan bir ordu çıkar. Karşılıklı saf olunca, Rumlar derki ‘Bizim ile bizden esir alanların arasını serbest bırakın ki onlarla savaşalım’

Müslümanlar ‘Hayır! Vallahi sizin ile kardeş lerimizin arasını asla serbest bırakmayız.’ Onlarla (Rumlarla) savaşırlar. Ordunun üçte biri hezimete uğrar. (kaçar) Allah, onların ebediyyen tevbesini kabul etmez. Ordunun üçte biri şehid olur. Allah katında en faziletli şehidler bunlardır. Üçte biri savaşı kazanır. Bunlar ebediyyen fitnelenmezler (asi olmazlar) Kostantiniyye’yi (İstanbul’u) feth ederler.

Onlar, kılıçlarını zeytin ağaçlarına astıkları halde ganimetleri taksim ederlerken, içlerinde şeytan nida ederek ‘Mesih Deccal arkanızdan ehlinize musallat oldu’ der. Yola çıkarlar, halbuki bu söz batıldır.

Şam’a vardıklarında Deccal çıkmış olur. Bir de onlar savaşa hazırlanıp saf olduklarında namaz için kamet edilir. Meryemoğlu İsa (Sallallahu aleyhi ve sellem) gökten iner. Onlara namaz kıldırır.

Allahın düşmanı (Deccal) onu görünce tuzun suda eridiği gibi erir. Şayet onu kendi haline bıraksaydı elbette eriyip helak olurdu, fakat Allahu Teala O’nun elinde Deccal öldürür. Onlara kanını, süngüsünde gösterir.”

-Feminizm;kendisine bir kocanın az geldiği,yedi kocalı Hürmüz gibi,çok kocalılık sanatıdır.

-”Mezhebi farklılıklar,ilmin tabii neticesi olmanın yanında –ümmet için bir genişlik olması sebebiyle-Allah’ın bir lütfu ve nimetidir.”Soruşturma.-3-Fıkıh – İçtihad.H.A.Kansızoğlu.sh.80)

-Allah Yahya (AS) daha çocukken nebi nebi yapmıştır.”Ey Yahya!Kitaba kuvvetle sarıl,deyip daha çocukken ona hüküm verdik.”Meryem.12.

-Barnabas-ın ilkesi-nin 17.bölümünde;Allah’ın eşi olmayıp,tek olan olduğu ki ihlas suresini hatırlatır.

” Barnabas İncîlinin 70. bâbından; (Îsâ, kendisine, ‘Sen Allahın Oğlusun’ diyen Petrusa çok kızdı. Onu azarladı. Ona, “Def ol” benden uzaklaş! Sen şeytansın ve bana fenalık yapmak istiyorsun, dedi. Ondan sonra havârîlerine dönerek,bana böyle söyliyenlere yazıklar olsun! Çünkü, Allah bana bunlara lânet etmek emrini verdi, dedi. )

-Devletlerin hukuken yasakladıkları şeyleri bilmek için,hukuk fakültesini bitirmek gerekmediği gibi;Allah-ın yasaklarını bilmek için de özel bir tedris gerekmemektedir.Zira fıtrat fıtri olmayan şeyleri reddedip atar.Mide kendisine uygun olmayan bir şeyi istifrağ ile dışarıya attığı gibi,günahlara karşı da fıtrat soğuktur,reddeder,kabul etmez,yasak olduğunu bilmiyordum-mazereti mazeret ve bahane olmaz,kabul edilmez.

-” Rus ihtilâli elliiki milyon insan boğazlamıştır ki, bunun kırk milyonu tarım ve fabrika emekçileridir. (Toprak dağıtacağım, işletmelere ortak edeceğim) diye gelmiş, fakir köylünün birkaç dönüm tarlasını, yoksul işçinin kulübesini de ellerinden almış, dîni, îmanı olanları, Allah diyenleri öldürmüştür. “Koministlik ve Koministlerde din düşmanlığı…kitabından.

-“Bediüzzaman, yanında bulunan talebesi Ziya Arun ile Fener’deki Patrik Athenagoras’a gider ve onunla mülâki olur. Bu görüşme sırasında, Bediüzzaman ona:

-Hıristiyanlığın din-i hakikisini kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i (ASM) peygamber ve Kur’ân-ı Kerim’i de kitabullah kabul etmek şartıyla, ehl-i necât olacaksınız’ der. Athenagoras ise cevaben: ‘Ben kabul ediyorum’ deyince,

Bediüzzaman: ‘Pekalâ, siz bunu dünyanın diğer manevî reislerine de söylüyor musunuz?’ diye sorar. Aldığı cevap şöyledir: “Söylüyorum, fakat onlar kabul etmiyorlar… “Bu mülâkat veya görüşme II. Vatikan Konsili kararlarından önceye rastlamıştır. II. Vatikan Konsilinden ise Athenagoras’ın söylediklerine benzer sonuçlar çıkmıştır. Ve Vatikan’da bu tutum, Patriğin şahsî kabulünün ötesinde kilise kararı haline gelmiştir. Bununla birlikte kilise içinde bu kararlara bazı muhalefet şerhleri düşenler vardır. Nedeni de, necât ve kurtuluş ihtimalinin İslâmiyet gibi diğer dinlere de şamil olmasının kilisenin manevî erkanını zayıflatacağını ve misyonerliğin anlamını buharlaştıracağını öngörmeleridir.”[1]

-”Peygamberimiz bir Sahâbîye buyuruyor ki: (Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış! Âhıret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itaat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle!).”

-“Sadrazam Talât Paşa birgün aylak aylak dolaşan ve parası-pulu olmayan Neyzen’e güya iyilik yapmak niyetiyle “Gel seni devlete memur olarak alalım” der. Neyzen de “Niçin?” diye sorar. Talât Paşa “Niçin’i var mı, iş güç sahibi olursun, para kazanırsın” diye cevap verir. Konuşma şöyle devam eder:

— Peki sonra?
— Sonrasını ne bileyim, belki âmir olursun.

— Sonra?
— Belki müdür, hatta genel müdür olursun.

— Sonra?
— Eğer azmedersen siyasete girer, mebus (milletvekili) bile olabilirsin.

— Sonra?
— Çabalayıp nâzır (bakan), hatta sadrıâzam (başbakan) olman dahi mümkün!

— Peki daha sonra?

O devirde sadrıâzamın üstünde sadece padişah vardır ve padişahlık da verasetle olup çalışıp çabalamakla kazanılamadığından Talât Paşa çaresiz der ki:

— Hiiiiiç!

Neyzen’in cevabı enfestir:

— Ben zaten şimdiden hiçim paşam! O halde niçin bu kadar yorulayım ki!?! (Neyzen Tevfik gerçekten de göğsüne ‘Hiç’ yazılı bir kağıt asar, öyle dolaşırdı.)”[2]

-” 3 Mart 1931 tarihli Son Posta gazetesi, İstiklâl Mahkemesi cellatlarından biri olan Cellat Kara Ali’yle bir röportaj yapar. Orada Kara Ali, “İstiklâl Mahkemesi’nin kararına istinaden astığı insanların toplam sayısının 5216 olduğunu, bunlardan 3.000 küsurunu yalnızca Konya ve civarında astığını” dile getirir.” Vakit gaz.16-3-2003.Arif Çevikel.

-Hz.Hüseyinin şehid edilerek göğüslediği zulüm ve sel,milyonları kurtarmıştır.Her şey bir bedel istemektedir.Tıpkı Yunus peygamberin denize atılarak gemi ve içindekilerin kurtulmasında bir bedel teşkil etmesi gibi,büyük zatlar gelecek olan büyük selleri göğüsleyerek,selin önüne baraj olarak kurtarır ve başarıların üretimini sağlayıp canlı tutarlar.İşte o zatlatr bu sebeble büyüktürler ve büyüklüklerini ilel ebed muhafaza ederler.Gökten inen dlu,kar,fırtına önce dağlara iner,tüm haşmet ve dehşetiyle…

Küçük çakıl taşlarının milyonlarcası bir araya gelmeliki bir dağı oluştursun,yüz binlercesi bir araya gelmeliki bir tepeyi oluştursun.Onlar dağ ve tepe,bizler birer çakıl taşıyız.Zorlukları kim göğüsleyebilir?

O zatlar bedenen kendilerini feda ettiler,o ruhu koruyup devam ettirdiler.

Bugün onlar kabirlerinde başarılarımızı manen alkışlamakta, başarısızlık larımızdan da en az bizim kadar ızdırap duymaktadırlar.

-H.5.asırda yaşayan Serahsi ile ilgili olarak Muhammed hamidullah şu sitayişde bulunur.Ki tüm İslam alimleri din ile siyasetin,din alimleri ile devlet yöneticilerinin zaman zaman karşı karşıya geldiklerini,barışamadıklarını da göstermektedir.

“… Hicretin beşinci asrında yaşayan ünlü Hanefi fakihi Serahsi bir diğer şarihti. Onun eserini yazdığı şartlar gerçek anlamda korkunçtu.

“Son derece zeki, âlim, dürüst ve korkusuz bir fakih olan İmam Serahsi, o zamanki idarecilerin koydukları adaletsiz vergiler aleyhinde verdiği fetvadan olsa gerek hapsedilmişti. Büyük bir fakih olarak sahip olduğu şöhreti nedeniyle yönetim onu ortadan kaldıramamış, kurumuş bir kuyuya atmıştı. Kuyuda tutulduğu ondört yıl boyunca, talebelerinin kuyunun duvarında oturmalarına ve onun derslerini kağıda dökmelerine her nasılsa izin verilmişti.

“Ondört yıllık hapis hayatı müddetince verdiği abidevî eserlerin uzun listesini görünce insan gerçekten hayrete düşmektedir. Kitâbu’l-Mebsut otuz cilt halinde yayınlanmıştır. Bu eser kuyunun içinde yazdırılmıştır. Şeybânî’nin es-siyeru’l-Kebir’inin dört ciltlik şerhi de kuyudan yazdırılmıştır. Bir düzineden fazla eser meşhur fakihin hapis hayatı sırasında bu şekilde yazdırılmıştır. Hürriyeti tepe tepe kullanan bizler, yanında tek kitap dahi bulundurmasına izin verilmeyen, buna rağmen çalışmalarına kurumuş kuyuda dahi devam eden ve bu şartlarda dahi ilmî derinliğinden taviz vermeyen bu büyük alimden ders almalıyız…”[3]

-“Endülüs Emevilerinin genç halifesi Hişam bekâr idi.Evlenmek istediğinde gelin adayında aradığı tek şart hafız olmakdı.Araştırmalar neticesinde tam720 kişi çıktı.Halife bunun üzerine ikinci bir şart eklemeyi düşündü.İmam-ı Malik-in hadis kitabı,El-Muvatta-yı ezbere bileceklerdi.

İkinci şarta rağmen yine yüksek bir rakamla karşılaştılar.Tek Kurtuba şehrinin gelinlik kızları içinde 500 kişi hem Kur’an-ı Kerim-i,hem de El-Muvatta ki hem hadis,hem fıkıh ve hem de bir kanun kitabı sayılır,ezbere biliyorlardı.

Müslümanlar Endülüs’e (Bugünkü İspanya) ya iman ve insanlık,sanat ve medeniyet,zarafet ve ilim götürdüler.Sadece Kurtuba’da 800 medrese,1700 cami vardı.O zamanın Avrupa okullarında Arabça dersi mecburen okutuluyordu.Hatta krallar,Endülüs’e iyi yetişmeleri için yüzlerce kız ve erkek talebe gönderip,onların iyi eğitimlerini Müslümanlardan rica ediyorlardı.”[4]

-Garip isim ve soyadlar

Geçenlerde gazetelerde de yayınlanan bir istatistik dikkatimi çekti. Bu bir rekordu bana göre; şöyleki: Türkiye’de kadınların 4 milyon 199 bin 600’ü Fatma, 3 milyon 184 bini Ayşe, 2,5 milyonu Emine, 2 milyonu Hatice isimlerini taşıyorlar…

Erkeklerde ise 3 milyon Mehmet, 2 milyon Mustafa, 1 milyon 700 Ahmet, 1,5 milyon Ali, 1 milyon da Hüseyin (bendenizin mübarek ismi yani)…

-”İnsan vücudunun değeri 45 milyon dolar

Kullanılabilir parçalarının ayrı ayrı satılması halinde insan vücudunun toplam değerinin yaklaşık 45 milyon doları bulacağı hesaplandı.

İnsan vücudunun kullanılabilir parçalarının ayrı ayrı satılması halinde toplam değerinin 45 milyon doları bulacağı hesaplandı. “Wired Magazine” adlı dergi tarafından yapılan araştırmaya göre insan vücudundaki sıvılar, dokular ve mikrop öldürmeye yarayan antikorlar büyük para ediyor. Ancak bunları satmak mümkün değil, vücut parçaları olmadan insanlar yaşayamıyor. Parasal açıdan yapılan değerlendirme, insan vücudundaki her bir parçanın satılabilecek durumda çıkarılması esasına dayanıyor.

En pahalısı kemik iliği

Araştırma, hayati organların pahalı organlar olmadığı gerçeğini de ortaya koydu. Örneğin insan vücudunun en pahalı unsuru kemik iliği. Kemik iliğinin gramı 23 bin, kilosu ise 23 milyon dolar. Her hücrede bulunan DNA’lar ise gramı 1.3 milyon dolardan işlem görüyor. Vücuttan alınabildiği takdirde antikorlar da 7.3 milyon dolar ediyor. Buna karşılık bir akciğer 116 bin 400, böbrek 91 bin 400, kalp ise 57 bin dolara alınabiliyor. Araştırmaya göre üretken kadınlar, 8 yılda toplam 32 yumurtalık hücresi satarak 224 bin dolar kazanabiliyor. Bir erkeğin bu kadar para kazanabilmesi için 20 yıl boyunca her ay 12 sperm bağışı yapması gerekiyor. “[5]

“Üstad ezanı Türkçe okutmadı”

“Yanına kötü niyetle geleni bilirdi. Yani sıdkı bütün olanla, sıdkı bütün olmayanı bilirdi. Bizim hapishanede ezanı Kandil’cinin oğlu Ahmed okurdu. O zamanlar ezanlar “Tanrı uludur? Tanrı uludur?’ diye okunurdu. Üstad bir gün pencereden Kandilci’nin oğlu Ahmet’e:

“Hükümet ne derse desin, bana ne ceza verecekse versin “Tanrı uludur” diye uluyup durma, bana ‘Allahüekber! Allahüekber! diye ezan oku’ dedi. Ondan sonra Kandilci’nin oğlu Ahmet ezanı ‘Allahüekber! Allahüekber’ diye okumaya başladı. Kimse de ‘Niye böyle’ diye karışamadı.”[6]

“Duada elleri ters çevirmenin izahı”

“Bediüzzaman’ın sakalı yoktu. Saçları uzundu. keskin bakışlıydı. Şafii mezhebine bağlıydı.

“Bir gün namazdan sonra dua ediyordu. Elleri havaya doğru açıktı. Birden ellerini yere doğru eğdi, aşağıya çevirdi. Ona: ‘Hocam’ dedim. ‘Avuçları yukarıya çevirmek hadi Allah’tan istemek. Peki ellerini yüzgeri edip, yere dikmek ne oluyor? Bilmiyorum.

“Bu, kazasız ver, ya Rabbi demektir’ dedi.”[7]

”Bir defasında, ‘Üstadım, ben müezzin olmak istiyorum’ demiştim. Üstad da, ‘Şimdi ezan-ı Muhammedi (a.s.m.) hoparlör vasıtasıyla Arş-ı Âzama işittirilecek derecede gidiyor’ dedi. Bundan anlamıştım ki, Üstad hoparlör gibi bir icada taraftardı.”[8]

Bediüzzaman:” “İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum”[9]

“Namaz kortizonu düşürüyor…

Case Western Reserve Üniversitesi Weatherhead School of Management Örgütsel Davranış Bölüm Başkanı, duygusal zeka uzmanı Prof. Richard Boyatzis, meditasyon ve benzeri uygulamalar sayesinde vücudun rahatladığını ve daha iyi verim alındığını ifade ederek, ”Bu Müslümanlar için çok daha kolay. Namaz kılarak vücutlarını rahatlatıyorlar. Namaz, vücudun kortizon seviyesini düşürdüğü için rahatlatıyor” dedi.

”STRES BEYNİN BİR KISMINI DÜŞÜNMEYE KAPATIYOR”

– Boyatzis, ”Stres olduğunda hormonlar harekete geçiyor ve 48 saat boyunca bağışıklık sistemimiz kapanıyor ve vücudumuz kendi kendini yiyor” dedi.

Özellikle negatif iş ortamında strese giren insanların meditasyon ve benzeri uygulamalarla vücutlarını rahatlattıklarını anlatan Boyatzis, ”Bu Müslümanlar için çok daha kolay, çünkü 5 defa namaz kılıyorsunuz. Müslümanlar namaz kılarak vücutlarını rahatlatıyorlar. Namaz, vücudun kortizon seviyesini düşürdüğü için rahatlatıyor” diye konuştu.”[10]

“DİE verilerine göre boşananların sayısında ürkütücü bir artış yaşanıyor. Uzmanlar değer erozyonunun evlilik kurumunu da tehdit ettiği görüşünde.

1990 ile 2000 yılları arasında yaşanan boşanma vakalarında yüzde 36’lık artış oldu. Boşanma nedenleri arasında “geçimsizlik” başı çekiyor. Uzmanlar ise ayrılığın en son verilecek karar olduğunu söylüyor”

“Ülkemizdeki boşanmalarda büyük artış yaşanırken uzmanlar “Ayrılık çözüm değil, daha büyük sorunların kaynağıdır” diyerek çiftleri uyarıyor.”[11]

Rasulullah ne okur,ne de yazardı.O Ümmi idi.

“Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin.Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”[12]

İntihar;Askerlik süresi bitmeyen bir askerin önceden firarı ve izinsiz kaçışıdır.Bir erken doğumdur.Sezeryanla doğumu yaklaşmamış olan yavrunun zorla doğumudur.Koşuş değil,kaçıştır.

-12 ayda 22 bayramla dünyada görülmemiş bir rekora imza atıyor.

”11 Eylül’den sonra Amerikalılar’da vatandaşlık ruhu canlanmış, pekçok kapıda ve bahçede bayrak asılı, Müslümanlar’a karşı da bir soğukluk oluşmuş.”[13]

İçki içene veya kumar oynayan kimseye,şeytanın bol olsun derler.Çünki bu işler şeytan işidir.

-İç dünyamızda Tesettürle,

Dış dünyamızda Filistinle,

Tüm dünyada İsraille,

Musibetlerden zelzele,sel,sars,ekonomi ve sefahetle..

İmtihan olunmaktayız.

-Büyük işler çıkaran küçük işler.Bazen küçük işler büyük iş çıkarır veya başa büyük işler açabilir.Küçük işler küçük görülmemeli

-Çocuk ailesine,Bağlı olmalı,bağımlı olmamalı.Bağlılık ilgi ve sevgiyi gösterirken,bağımlılık onlardan kopmamayı,kopamamayı,onlarsız hiçbir iş yapamamayı gerektirir.Bağımlı olan bağlanır.

-“Duaya icabet,nefsin için seçtiğin vakitte değil,Allah’ın senin için tercih ettiği zamanda tecelli ve tahakkuk edecektir.”H.Ataiyye.

-Hiçbir şey yokluğa gitmiyor.Hayvanlar bile yok olmuyor.Bu konuda Bediüzzaman:

“Eğer zîruh ise, zevil-ukûlden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bâkiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.”[14]

Akıl sahibi olmayan hayvanlar,ahirette cesed itibariyle yok olsalar bile,ruhen baki kalıp,dünyada gördükleri hizmetlerinin mükafatlarını kendilerince bir saadet olarak elde ederler.

Hesaptan sonra ahirette hayvanların cesedlerinin toprak olmasını gören âsi insan şöyle der:” Sizi, yakın gelecekteki bir azabla uyardık; o gün kişi elleriyle sunduğuna bakar ve inkarcı da: “Keşke toprak olaydım” der.”[15]

“Hayvanların ruhları bâki kalacağını.. ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i, ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler.”[16]

-İttifak olmadan ittihad olmaz.İttifak-ı İslam değil,ittihad-ı İslam.Önce ittifak-ı mü’min olmalı,daha sonra ittihad-ı İslam olmalıdır.İttihadın yolu ittifaktan geçer.Gönüllerin birleşmesiyle,vücutlar birleşebilir.

-Acaba bizler ve tüm varlıklar bir holigramda mı yaşıyoruz?Yani hakikatı doğuran hayali proğramlarla mı uğraşıyoruz?Tıpkı hadisde belirtildiği gibi ki:”İnsanlar uykudadırlar,ölünce uyanırlar.”

Yoksa uyur gezer,uykuda,belli bir kabuk,yumurta ve zarın içindemiyiz?Ölüm o tohumun,zarın ve yumurtanın yırtılıp parçalanması ve dağılmasıyla vücut bulması gibi,vücut mu bulacağız?

Maddeyi aşmak gerek.

İmtihanımız;Madde de boğulmadan,mâna da yükselmektir.

-Nâci’nin mısralarından birinde şöyle bir duada bulunur:

* “Bir hakikat kalmasın âlemde Allah’ım nihân”…

*”Mal ve mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi.

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!

*“Hâşâ, zulmetmez kuluna Hudâsı,

Herkesin çektiği, kendi cezâsı!

*”Geçti gençlik tatlı bir rüyâ gibi ey çeşmim zâr! [ağla!]

Beni mecnûn etti girye, meskenim olsun mezar!”

*“Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.

Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!”

*”Güzel yanağını bilen, güle hiç bakmaz.

Senin sevginde eriyen, derman aramaz!”(Faideli bilgiler.A.C.Paşa)

*“Edib olur kişi sermaye-i hayası kadar.”

*“Yâr için ağyara minnet ettiğim ayb eyleme,

Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur.”

*-Dil bedest âver ki hacc-ı ekberest

Sad hazâran Ka’be yekdil bi-derest

Ka’be bünyad Halil-i âzerest

Dil nazargâh Celil-i ekberest.

(En büyük hac olan gönül yapmak,yüz bin hac yapmaya mukabildir.Zira Ka’be Âzer’in oğlu İbrahim Peygamberin yaptığı bir bina olup,Ka’be ise Allah’ın nazar ettiği ve yaptığı bir binadır.)

*İdrak-i maâli bu küçük akla gerekmez.

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

*“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizamat,

Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”

*Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi?

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!”

*Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder.

Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder

*Herkesin var bir kesi,

Ben bî-kesin yok kimsesi.

Ben bî-kesin, sen ol kesi,

Ey kimsesizler kimsesi!

*Yüzbin ok ve kılınc yapamaz aslâ,

Göz yaşının seher vakti yaptığını.

Düşmanı kaçıran, süngüleri, çok defa,

Toz hâline getirir, bir müminin duâsı.

*Kamış boşum dedi, şekerlendi,

Ağaç yükseldi, baltayı yedi.

*Geçti gençlik, tatlı bir rü’yâ gibi, ey çeşmim zâr!

Beni mecnûn etti girye, meskenim olsun mezar!

*“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizamat,

Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”

*Soysuz olana, kıymet mi verir hiç diploma?

Altın palan vursan, eşek yine eşektir!

*Allaha tevekkül edenin yâveri Haktır.

Na-şâd olan bu kalbim, birgün şâd olacaktır.

* Hudâ Rabbim, Nebim hakkâ Muhammeddir Resûlullah.

Hem islâm dînidir, dînim; kitabımdır kelâmullah.

Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim hamdolsun.

Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.

* Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.

Bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yaptı sanır.

Cümle eşya Hâlıkındır, kul elîle işlenir.

Emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!

*İnsana sadâkat yaraşır, görsede ikrâh,

Yardımcısıdır doğruların hazreti Allah.

*“ Köpek, aya bakınca havlar,

Ayın bunda ne kusuru var,

Köpekler, her zaman havlar.

Beyt:

Ağız tadının kaçması, hastalığı bildirir.

En lezzetli şerbetler hastaya acı gelir.

* Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünya, sîm-ü zer,

Bir harap olmuş gönül, tâmîr etmektir hüner.

Buna fânî dünya derler, durmayıp dâim döner,

Âdem oğlu, bir fenerdir, âkıbet bir gün söner.

*”Yunus Emre: “Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere

Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu…”

*”Muin-i zalimin, dünyada, erbab-ı denaettir.
Köpektir zevk alan, seyyad-ı bî-insafa, hizmetten!.”

N.FAZIL-DAN :

“Üstün çile dev gibi, gelip çattı birden: Tos!

Sen cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos…

İşte bütün meselem, her meselenin başı.

Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı…”

***

“Kaçır beni ahenk, al beni birlik,

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.”

***

“Her fikir, her düşünce bir mevsimlik vesselâm

Zaman ve mekân üstü biricik nizam: İslâm!..”

***

“Mezarda kan terliyor babamın iskeleti

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti…”

***

“Ölüm güzel şey, odur perde arkasından haber,

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..”

****

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader

Aldırma bu dünya böyle gelmiş,böyle gider.

ÖZLÜ SÖZLER

-Hiçbir zaman gökten gül yağmaz;daha çok gül istersek,daha çok fidan dikmemiz gerekir.

-Âilemiz,bize tutulan boy aynalarıdır;kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi onlara bakıp anlarız.

-Dört şey geri gelmez;Söylenen söz,atılan ok,geçen zaman,kaçırılan fırsat.

– Acı çekmeyenler,başkalarının acı çekebileceğini akıllarına getirmezler.

Eğer bir yerde,küçük insanların gölgeleri,büyük görünüyorsa,orada güneş batıyor demektir.

-Kötülüğün hakim olmaması için tek şart,iyilerin gayret göstermesidir.

-Milyonların girip çıktığı tuvaletleri kimse kutsal saymaz.

-Gençliğinde bilgi ağacı dikmeyen,yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz.

-Bize değer kazandıran şey,yaptığımız işlerdir.

-Aslan mağarada can verse dahi,köpeğin artığını yemez.

-İnsan hayatının dörtte üçü yapamayacağı şeyleri istemekle geçer.

-Cahiller içinde bir alim,ölüler içinde diri gibidir.

-Hane tamiriyle kendimi viran ettim.

-Kadın bir hanenin kanı gibidir.

-Milletler parasızlıktan değil,ahlaksızlıktan çekerler.

-İki şeyi asla unutma;Allah’ı ve ölümü.İki şeyi de asla hatırlama;yaptığın iyiliği ve gördüğün kötülüğü.-L.Hekim.

-Ölüm,ajandanızda kayıtlı olmayan tek randevu.

-Fikir ve idealler,yaş keçe gibidir.Dövüldükçe kuvvetlenirler.

-Kadın evlenmeden önce,erkek evlendikten sonra ağlar.

-Büyük kafalar fikirleri,orta kafalar olayları,küçük kafalar ise kişileri konuşur.

-Doğruyu söyleyip zincire vurulmak,yalan söyleyerek zincirden kurtulmaktan iyidir.

-Hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez.Sevgi bütün gönül gümrüklerinde geçerli tek pasaporttur.

-Fil olduğundan küçük,bit ise olduğundan büyük çizilir hep.

-Hayata yeniden başlasaydım,saniyelerin nabzını tutardım.

-Ne kadar yaşadığınız değil,nasıl yaşadığınız önemlidir.

(Bunlar-Tebessüm Saati- (Mahir Duman) kitabından alınmıştır.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yeni Asya.6-7-2003.Mustafa Özcan

[2] Yeni Şafak.6-7-2003.Dücane Cündioğlu.

[3] Milli gaz.A.F.Gün-ün köşesinde.5-7-2003.

[4] Hizmet takvimi.16-12-2002.,”Rönesansı Bizans değil,Endülüs tetikledi.”bak.Aksiyon.M.Öztürk.1-6-2003.

[5] Yeni Şafak.5-7-2003.ve Yeni Asya,Milli gaz.5-7-2003.

[6] Son.Şahidler.Necmettin Şahiner.2/288.

[7] Son.Şahidler..age.2/288.

[8] Son Şahitler.Age.Receb Onaz.4/136.

[9] Son Şahitler.Age.4/150.

[10] Sonsaniye.30-6-2003.

[11] Milli Gaz.29-6-2003,Tercüman.29-6-2003.

[12] Ankebut.48.

[13] H.Karaman.Yeni Şafak.15-6-2003.

[14] Mektubat.287.

[15] Nebe’.40.

[16] Lemalar.370.




TEFEKKÜR DÜNYAMIZ

TEFEKKÜR DÜNYAMIZ

-Arz 6 günde yaratılmıştır.[1]

-Her şey sudan yaratılmıştır.[2]

-Bir tek sudan çok değişik şeyler var edilmiştir..[3]

-Kuru ve yaş her şey Kur’andadır.[4]

-New Scientist 27-nisa-2002 tarihindeki kapak konusunda:”neden hepimiz bir hologramın içinde yaşıyoruz?”başlığını kullandı.”[5] yani rüyadaki bisiklet sürenin uyanıkken sürenle aynı heyecanı paylaşması,hipnotize edilenin uyanık gibi yapması,üstadın ey uykudayken kendisini uyanık zannedenler.”sözü,uyur gezerlerin durumu,insana dünyanın hakikatının bir gölge gibi olduğunu gösteriyor.Tıpkı anne karnındaki çocuğun bir zarın içerisinde oluşu gibi varlıklarda adeta bir fanusun içindemi yaşıyorlar.Yani görüntü algılanana göremi şekilleniyor,yoksa öyle olduğu şekilde mi görünüyor?

-İbni Abbasdan;”Allah ruhları cesedlerden 4 bin sene önce yarattı ve rızıkları ruhlardan 4 bin sene önce yarattı.Daha mahlukat olmamış ve yer ve gök ve kara ve deniz yok iken öncesinde o şehid ve hazır idi.[6]

-Ben kimim?Kâinatta bir nokta,Kur’an-da bir hareke,bir harf,bir kelime ve bir cümleyim.

-Cuma suresinde;Keşke toprak olsaydık,derler,elbette böyle dediler diye olurlar mı?”İnsanları kendilerine azabın geleceği (kıyamet) gününden korkut ki,sonra zalimler;”Ey Rabbimiz,yakın bir müddete kadar bize süre verde senin davetine uyalım ve peygambere tabi olalım,derler.(Onlara)-Daha önce,sizin için bir zeval olmadığına,yemin etmemiş miydiniz?(denilir)”[7],”Ahirette uzuvlar şahitlik eder.”[8],”O gün zalimlere özür dilemeleri hiç bir fayda sağlamaz.Artık lanette,kötü yurtta onlarındır.”[9]

-Eğer ruh geçiş yapıyorsa ilk devirde Hz.Adem ve Havva arasında değişmesi gerekirdi.Fakat havuz dolmada ve sürekli boşalmada.

-İlla ki sadık olmak için köpek,azimli olmak için eşek ve karınca,iyi konuşmak için papağan,çalışmak için arı,güçlü olmak için öküz,sıcağa dayanıklı olmak için deve,soğuğa dayanıklı olmak için kutub ayısı,zeki olmak için tilki,hakkını koparıp almak için kurt,iletişim kurmak için yunus,karanlıkta yönünü görmek için yarasa,gidilecek yere ulaşmak için leylek,koşmak için tavşan,temiz olmak ve temizlemek için sinek ve kedi,yüzmek için balık,uçmak için kuş yani illa bunlar olmak için böyle mi olmak gerek?

-Semanın cemi’ ve arzın tek zikredilmesindeki sebeb;semanın farklı cinslerden olup,arzın tek bir cins olan topraktan olduğunu ifade içindir.[10]

-Sakat olan bir fil yavrusunu annesi ve kız kardeşi terketmeyip,sabırla,sakat olup yürüyemeyen,ayağının düzelmesi için sabırla yanında kalıp,sonuçda yürüyebilmesinin gerçekleşmesine sebeb olurlar.Ve Penguenin yumurtayı ayağının ucuna alışı,buzullarda bütün penguenlerin birbirine sarılarak tam bir askeri düzen içerisinde dört ay bekledikten sonra yumurtadan çıkan yavrunun sağlıklı oluşu ki,eğer yere bırakmış olsa idi yavru donacaktı,belki tüylerinin altına alarak onu hayata kavuşturmuş oldu.Kaplumbağaların yumurtadan çıkıp,doğruca suya dalışı ve yolunu bulamayan bir yavruya timsahın ağzına alarak yol göstermesi.toprağın altındaki yumurtadan çıkan bu yüzlerce yavrunun özellikle suyu aramaları tam bir mucize eseridir.Timsahın ayrıca yavrularını ağzına alışı,yumurtadan çıkmayanların yumurtasını ağzında incitmeden kırıp hepsini suya götürerek suyun içine bırakışı,birden suyu kaplayan yavruların karayı bularak çıkışları tesadüfi olamaz.Varlıklardaki harikalardan biriside Kamuflaj sistemidir.Her canlı küçük olsun büyük olsun bulunduğu ortama mükemmel bir şekilde uymaktadır.Bitkilere,yaprağa,ağaca,kumlara,renginin birden bire girdiği yerde değişerek uyum sağlaması üstün bir tasarım sistemidir.

-Çapı bir mm. olan ipek ipliği,aynı kalınlıktaki bir çelik telden beş kat daha sağlamdır.Ve kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilmektedir.İpek hafif olup,dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelmektedir.

-Termodinamiğin veya Entropinin kanununa göre;evrende kendi haline terkedilen herşey,eskir,dağılır,çürür ve bozulur.Evrim geçirip başka bir varlığa dönüşmez.Yani düzensizlik düzensizliği doğurur.Einstain ise entropiyi,bütün bilimlerin,birinci kanunu olarak niteler.Evrim teorisi,materyalizm,kominizm gibi izm-ler,insanı bir materyal yani madde olarak görürler.Evrim daha ziyade gelişmemişi gelişme sürecine giren toplumlarda kendisine müşteri bulabilir,o boşluktan yararlanarak.Gelişen toplumlar bunu aşarlar.Çünki ilimler ilerledikçe,varlıklardaki harikalıklarda daha net görülmektedir.Varlıklardaki kompleks yapı ve tasarım tam bir harika eseridir.Embriyolar farklı farklıdırlar.Maddeyi algıladığımız, kavradığımız kadar bilmekteyiz.Ya bilmediğimiz vede bilemediğimiz noktalar?Darwinin oğlu Francis Darwin şöyle der:”Babamın kafası kesinlikle bilimsel değildi ve bilgisini genel kanunlar altında genelleştirmeyi denemedi.Ancak onun yaptığı karşısına çıkan hemen hemen herşey için bir teori üretmekti.Onun bilgisinin bana bir şey kazandırdığını düşünmüyorum.”[11] Yakın zamanlarda insanın insandan olduğunun milyarlarca delili mevcutken,olmayan bir şeye saplanıp kalmak,körü körüne bir saplantıdan başka bir şey değildir.İşte ibret;Her doğan 40 insana karşılık,700 milyon karınca dünyaya gelmektedir.

Yalçın Doğan-ın darwinizmi benimseyen yanılgıları.[12]

-9-Şubat.2001-de cumhuriyet gazetesinde ki yazısında İlhan selçuk -insan ve hayvan-başlıklı yazısıyla insanın maymundan geldiğini,9-ocak 2000’de Yalçın Doğan milliyet gazetesinde yöneticisi de olduğu gazetedeki yazı başlığında-Milyon yıl sonra,insan bize benziyor-yazısıyla emrimi savundu,daha önceki yanlışına ne kadar da benziyor,zira önceki bir yazısında -Kur’an-da faiz yiyenlerin kurtuluşa erdiklerini yine kur’andan delil getirmeye çalışması gibi,oysa Kur’an-da faiz faiz olarak değil,riba olarak geçmektedir.Ancak kendisi araştırma zahmetinden ziyade sözlük bilgisinden öteye gidememiş,faizin sözlük anlamını vermişti.

Tevfik Fikret’in.”Beşerin böyle dalaletleri var.

Putunu kendi yapar,kendi tapar.

-Marksist sol’un duayeni Mihri Belli:Din kurtuluş ilacıdır.”Sol’un duayeni ve ‘eski tüfek’ Mihri Belli’den ilginç açıklama;”Marks,din afyondur”derken,bu insanlık o kadar acı çekiyor ki,bu acıyı tedavi etmek ve dindirmek için kullanılan afyondur” manasında kullanmıştır. Bence bir kötüleme kastı yoktur. Dini insanlığın acısını dindirmek için bir tedavi unsuru olarak görür.”[13]

-Kur’andaki mucizeler;Kur’an-da,7 (seb-a semavat-gök)7 kere geçmektedir.

yevm-30,eyyam-365,yevmeyn-12 kere geçer.

-hıyanet-16,habis.16 kere

-Bitki.26,ağaç.26.

-ceza-117,afv.(iki katı) 234.

-Dünya.115,Ahiret.115.

-Şeytan.88,Melek.88.

-İman.25,Küfür.25.

-Zekat.32,Bereket.32.

-Rahmet.79,Hidayet.79.

-Ebrar.6,Füccar.3.

-Yaz-sıcak.5,Kış-soğuk.5.

-Sizi yarattı.16,Kulluk.16.

-Hamr.6,Sekr.6.

-Zenginlik.26,Fakirlik.13.

-İnsan.65,Yaratılış safhaları;toprak.17,nutfe.12,alak.6,Mudğa.3,İzam.15,Lahm.12.Toplam.65.”[14]

-Yeryüzünde gezinde ibret alın,nice kavimler geçti.[15]

-Elif-lam.ra-dada her şeyin tek bir su damlasında yaratılışı anlatılıyor.suyun maddesi bir,yaptığı iş binlerce…

-Allah Fettah ismiyle tüm kapalı olan çekirdek,tohum ve yumurtaları açmaktadır. Tüm kapalı olan kapılar,kalb ve kalıblar bu ismin tecellisiyle açılmaktadırlar.

Musavvir ismiyle de yaratılıp açılan tüm varlıklara,kendilerine münasib bir şekil ve suret verilmektedir.Fil kendi şeklinden ve açılışından memnun,fare hâkeza…

-Yunuslarin beyni insanlarinkinden daha büyüktür.
-Arılar, sivrisinekler ve diğer ses çıkaran böcekler kanatlarıyla bu sesi çıkarırlar.
-İnsan vücudunda 600 ‘ü aşkın adele vardır.Beynin %85 ‘i sudur.
-İnsan vücudundaki en güçlü kas dildir.
-Gözleri açık tutarak hapşırmak imkansızdır.

-Döllenmeden doğuma kadar bir bebeğin ağırlığı beş milyon kat artıyor.
-İnsan vücudu bir saniyede iki milyon kırmızı kan hücresi üretir.
-Aynı parmak izi gibi, her insanın dil izide farklıdır.

-Güneşin merkezindeki sıcaklık 13 milyon derece,yüzündeki ise 6 bin derecedir.İnsanda ve hayvanda 104 element vardır.

-Gen ve hücre;Bunlarda insanların kaderi yazılıdır.

-Bir gecede 14 bin kaplumbağa doğuyor.Bir kaplumbağa 175 kg geliyor.Kaplumbağa senede 6-7 kere yumurtluyor.Her seferinde 110 tane yumurta bırakıp,bir çok seferde yokluyor.Rayn adası kaplumbağa yeri.Kaplumbağanın ölümü;sıcaklık,ters çevrilme,susuzluk ve açlıkladır.Sıcaklık 60 derecedir.

-Peygamberimizin sır katibi;Huzeyfetül Yemanidir.

-Vehhabilik bir iç mesele olmakla beraber,İngiliz oyunudur.[16]

-Habeşistanda hüküm süren hükümdarlara Necaşi,Türk melikine Hakan,Rum melikine Kayser,İran melikine Kisra,Hint milikine Betlamyus,Yemen hükümdarlarına da Tuba denilirdi.[17]

“İsviçreli matematikçi Charles Ugyn Joey, bütün bu işlemleri hesaplama-ya kalkışmış ve bir protein parçasının tesadüf yoluyla oluşması imkânının ancak 10 x 160/1 oranında olduğunu görmüştür. Yani, on sayısının yüzaltmış sayısına çarpımının bire bölünmesi gibi bir oran ortaya çıkmaktadır. Bu rakamı telaffuz etmek ya da kelimelerle ifade etmek de mümkün değildir. Bu durumda bir tek protein parçasını tesadüf yoluyla meydana getirmek için gerekli olan maddelerin sayısı, şu evrenin milyonlarca büyüklüğünde yer işgal edecektir. Böyle bir parçanın sadece yeryüzünden tesadüf yoluyla meydana gelmesi, milyarlarca senenin geçmesini gerektirmektedir. İsviçreli bilgin bunu da hesaplamış ve on sayısının ikiyüz kırküç kere kendisiyle çarpılmasında ortaya çıkan sonuç oranında sene olduğunu ortaya çıkarmıştır (10 x 243 sene)

-“Proteinler, amino asitlerin uzun bir dizilişinden meydana gelirler. O hal-de bu parçaları atomlar nasıl oluştururlar. Çünkü bilindiği şekliyle birleşmiş olmasalardı, hayat için elverişli olamazlardı. Hatta kimi zamanlarda zehirli de olabilirlerdi. İngiliz bilgin J.B. Seather, basit bir protein parçasında atomların birleşebilecekleri yolları hesaplamış ve rakamın milyonlara vardığını görmüştür. (1048) … Bu nedenle bir tek protein parçasını meydana getirmek için, bütün bu tesadüflerin biraraya gelmesi akla göre imkânsız görünmektedir.”fizilal.en’am.95.

-Bir insan yaşamı boyunca iki yüzme havuzu dolduracak kadar tükürük salgılar.
Yetişkin bir insan günde ortalama 23.000 kez nefes alır.
İnsanlar yaşamları boyunca altı filin ağırlığına eşit miktarda yiyecek
tüketiyorlar.
-Ortalama bir insan yılda 1.460 ‘in üzerinde rüya görür.

Vücudumuzdaki kemiklerimizin dörtte biri ayaklarımızda bulunur.
İnsanlar vücutlarinda 300 adet kemikle doğuyorlar ama yetişkin olduklarında
bu sayı 206 ‘ya düşüyor.

-İnsan terinin bir santimetrekaresi 625 tane ter bezi içerir.
-“ Size gökten su indiren O’dur ve hayvan otlattığınız çayırlar O’nun sayesinde gelişir.

Allah su aracılığı ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve çeşit çeşit meyvalar bitirmektedir. Bunda düşünen kimseler için ibret dersi vardır.”[18]

-“Kâfirler, Allah’ın yarattığı her şeyin gölgesinin uzayıp kısalarak sağdan sola döndüğünü ve böylece O’na boyun eğerek secde ettiğini görmüyorlar mı?”[19]

-“Allah, yarattıklarından size gölgeler sağladı;”[20]

-“Allah gökten su indirerek, onunla yeri, ölümünden sonra diriltti. Gerçekleri işitebilecek kulakları olanlar için bunda ibret dersi vardır.”[21]

-“Sizin için süt hayvanlarında da ibret dersi vardır. Onların karınlarındaki (bağırsaklarındaki) posa ile kan arasından size halis ve tatlı içimli bir besin kaynağı olan sütü içiririz.”[22]

-“Onlar gök boşluğunda, süzülen kuşları görmüyorlar mı? Onları dengede tutan Allah’dan başkası değildir. Bu olayda mü’minler için birçok ibret dersleri vardır.”[23]

-”Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vucudları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu varolamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hali nice olur?”[24]

-“İnsan yalnız değildir” (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabının yazarı şöyle der: “Ay bize 240.000 mil uzaklıktadır. Günde iki kere gerçekleşen med olayı bize ayın varlığını gayet latif bir şekilde hatırlatır. Ayın çekim gücü sonucu okyanuslarda meydana gelen kabarma bazı yerlerde yaklaşık olarak 18 m’ye kadar çıkar. Hatta ay çekimi sonucu .yer kabuğu bile günde iki kere dışa doğru birkaç santim kayar. Bütün bunlar bir dereceye kadar bize düzenli görülür. Ve biz, bütün okyanusun düzeyini birkaç metre kabartan ve son derece sert görünen yer kabuğunu birkaç santim dışa doğru kaydıran korkunç gücü kavrayamayız.

-“Merih gezegeninin de bir ayı vardır. Küçük bir ay. Bu ay sadece gezegene 6000 mil uzaklıktadır. Bunun gibi dünyamızın uydusu olan ay da şu andaki uzaklığı yerine söz gelimi 50.000 mil uzaklıkta olsaydı, ay çekimi sonucu sularda meydana gelen kabarma o kadar güçlü olurdu ki, deniz yüzeyinin altında bulunan bölgeler günde iki defa, dağları aşındıracak güçte tazyikli bir suyun altında kalacaktı. Bu durumda belki de gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu basınç sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma hergün kasırgaların kopmasına neden olacaktı.”[25]

”Küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal özelliklere ilişkin olarak “İnsan Yalnız Değildir” kitabında yer alan bazı açıklamalar:

“Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler. (kalıtım taşıyıcıları) içerir. Koromozom geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir. Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir. Kahtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insànların kişisel özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.

“Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma götürmez gerçeklerdir.

“Cenin nütfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır. Bu tarih genlerdeki ve stoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile getirilir.

“Genlerin bütün canlıların yapısında yeralan soya çekim hücrelerindeki atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını ve kanatlarını belirler.”

Yaratıcı ve planlayıcı ilahi gücün hayata bahşettiği akıl almaz olağanüstülüklerden bu kadarını sunmakla yetiniyoruz. “Rabb’inin gücü herşeye yeter.”[26]

-“İnsan yalnız değildir” (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabında şu açıklamalar yer alıyor:

-“Dünya, kendi ekseni etrafında yirmidört saatte bir kere döner. Bu yaklaşık olarak saatte bin mil hıza eşittir. Şimdi dünyanın saatte sadece yüz mil yaptığını varsayalım. Neden olmasın? Bu taktirde gecemiz ve gündüzümüz ,şimdikinden on kat daha uzun sürecektir. Bu durumda kızgın yaz güneşi hergün bitkilerimizi yakacaktır. Geceleri de yeryüzündeki tüm bitkiler donacaktı.”[27]

-“Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucak-sız su kütlesine borçludurlar.”[28]

-“Eğer yeryüzünün kabuğu şimdikinden birkaç karış daha kalın olsaydı karbonun ikinci oksidi oksijeni emer ve bitkilerin hayatının varlığı imkansızlaşırdı. “Eğer hava tabakası bugün olduğundan daha yüksekte bulunsaydı hava dışında yanmakta olan ve saniyede altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla seyretmekte olan milyonlarca alevlerin bazıları yerkürenin bütün parçalarına çarpar ve yanabilecek olan her şeyi yakabilirdi. Eğer bu meteorlar tabancanın kurşunu hızıyla seyretmiş olsalardı hepsi yere çakılırdı. O zamanda sonuç korkunç olurdu. İnsana gelince, onun kurşun hızının doksan katı hızla gelmekte olan küçük bir göktaşı ile çarpışması, doğal olarak onu sırf hızının sıcaklığıyla paranı parça ederdi.”

“Eğer havadaki oksijenin oranı yüzde 21 yerine yüzde 50 olsaydı dünyadaki yanabilecek her şey hemen alevlenebilirdi. Yıldırımdan saçan bir kıvılcımın bir ağaca isabet etmesiyle bütün bir orman adeta patlayarak alevlenecekti. Havadaki oksijenin oranı yüzde 10’a ve daha da aşağıya düşseydi belki hayat asırlar boyunca kendisini ona ayarlayabilirdi ama o zaman da insanın alışageldiği ateş gibi medeniyet kaynaklarından (etkenlerinden) çok azını elde edebilirdi.”[29]

”Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız varlıklar kümesidir. Ve biz onun büyüklüğü karşısında çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu, her birinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin yeraldığını ve bunların herbirinin hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu öğrendik. Bu güneş sistemlerini artık biz insanlar küçük teleskoplarımızla gözetleyebiliyoruz. Bunlar gök boşluğuna dağılmış durumdadırlar. Aralarındaki mesafeler ise yüz milyarlarca ışık yılı olarak ifade edilecek kadar korkunçtur. Işık yılı hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000 mile ulaşır.”[30]

-Kara sinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını kara sinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkansız olurdu.

Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.

Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Sözgelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücud yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.

Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.

Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani bu bağ taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.

“Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah’ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah’ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir:

Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. “Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar.”

Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:

“Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış amaçları olan hisleri insana sunma imkanına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce “işkembe”ye iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan istirahate geçince işkembede depolanan besinler midenin “börkenek” adlı gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan “kırkbayır”a gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan “şirden”e iner.

Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek zorundadırlar.

Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür hayvanlar için zaruri, hatta hayatidir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak “işkembe” denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı besinleri “işkembe”sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan Allah ne kadar yücedir.”

Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini sindirsinler diye “kursak”la ve “taşlık”la donatılmışlardır. Kuşlar, “taşlık”larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar.”

“Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri yoktur, “göz lekeleri” aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara “yalancı ayaklar” adı verilir. Besinini bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.”[31]

”Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl seslendirir?

Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları olan, çok sayıda organik sistemin işbirliğini gerektiren, bazı aşamaları halâ bilinmeyen, şu ana kadar aydınlığa kavuşturulamamış olan, son derece karmaşık bir işlemdir.

Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli bir meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın belirmesi ile başlar. Bu ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından, ya da akıldan veya ruhtan somut bir işlem aracı olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sonra da bilim adamlarının söylediklerine göre beyin, sinirler aracılığı ile bu belirli sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün kendisini ise insana yüce Allah öğretiyor, anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya basarlar. Bu hava bronşlardan soluk borusuna, oradan gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının, hiçbir müzik enstrümanının tellerine benzetilemeyecek oranda şaşırtıcı bir yapıya sahiptirler. Gırtlağa gelince sese dönüşen bu hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert olur, yumuşak olur, bas olur, tiz olur, ya da başka bir biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın yanısıra dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de devreye girer. Ses bu organlardan geçerken çeşitli harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların etkisi ile biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü ses tonunu sağlayan çeşitli bölgeler vardır. Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli titreşimi gerektiren harf seslendirilir.

Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular, düşünceler, geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve şaşırtıcı organizmasında oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan Allah’ın sanatı ve lütfudur.”[32]

“Her iki denizden de inci ve mercan çıkar.”

İnci aslında bir hayvan türüdür. “İnci belki de denizlerin en enteresan yaratığıdır. Bu canlı denizlerin derin yerlerinde yaşar. Üzerinde, kendisini tehlikelerden koruyan kireçli bir kabuk vardır. Bu hayvanın öbür canlı varlıklardan farklı bir yapısı ve yaşama tarzı vardır. Balıkçı ağına benzer ince örgülü acayip bir ağı vardır. Bu ağ süzgeç görevi görür. Suyun, havanın ve besin maddelerinin hayvanın vücuduna girmesini sağlarken kum ve çakıl taşı gibi zararlı maddelerin girişine engel olur. Bu ağın altında hayvan ağızları bulunur. Her ağızda dört dudak vardır. Eğer bir kum tanesi, bir çakıl ya da zararlı bir canlı şu ya da bu biçimde söz konusu kabuktan içeri gererse hayvan hemen kaygan bir sıvı salgılayarak o yabancı maddeyi kuşatır, sonra bu sıvı içindeki yabancı madde ile birlikte donarak inciye dönüşür. Oluşan incinin iriliği, söz konusu yabancı maddenin hacmine göre değişir.”

“Mercan da yüce Allah’ın enteresan yaratıklarından biridir. Denizlerin beş metre ile üçyüz metre arasında değişen derinliklerinde yaşar. Vücudunun alt kısmı ile bir taşa ya da bir deniz gibi bitkisine tutunur. Vücudunun üst kısmında bulunan ağız boşluğu bazı çıkıntılarla kaplıdır. Hayvan bu çıkıntıları besinini sağlamak için kullanır. Çoğunlukla deniz böceği gibi küçük canlılardan oluşan avlar bu çıkıntılara dokunur-dokunmaz hareketsiz hale gelerek bu çıkıntılara yapışıp kalır: Sonra bu çıkıntılar kasılarak ağza doğru eğilirler. Böylece insanların yemek borusunu andıran dar bir kanaldan geçerek hayvanın vücuduna girer.

Bu hayvan üreyici hücreler salgılayarak çoğalır. Bu hücreler yumurtacıkları döller. Böylece oluşan embriyo, bir taşa konar ya da bir deniz-altı bitkisine tutunur ve bir süre sonra tıpkı diğer hayvan türlerinde görüldüğü gibi, ayrı bir canlı olur.

Yaratanın gücünün bir kanıtı olarak bu hayvanın bir başka üreme biçimi vardır. Bu üreme biçimi tomurcuklanmadır. Bu yolla meydana gelen yavru tomurcuklar anaç tomurcuklarla birlikte bulunur. Böylece mercan ağacı oluşur. Bu ağacın kalın olan gövdesi dallanma noktalarına yaklaştıkça incelir ve tepe noktasında son derece ince olur. Mercan ağacının boyu otuz santim kadar olur. Canlı mercan adaları portakal sarısı, karanfil kırmızısı, zümrüt mavisi ve koyu siyah gibi çeşitli renklerde olurlar.

Kırmızı mercan, hayvanın canlı kısımlarının yok oluşundan sonra geride kalan katı omurgadır. Bu ölü hayvanların kalkerli iskeletleri büyük koloniler meydana getirir.

Kuzey-doğu Avustralya’daki “Büyük Mercan Seddi” zincirleme kayalar oluşturan bu mercan kolonilerinin en tanınmışıdır. Bu kaya zincirinin uzunluğu bin üçyüz elli mil, genişliği ise elli mil kadardır. Bu kaya zinciri sözünü ettiğimiz küçük canlılardan oluşmuştur.”[33]

“Azot olmadan, besin kaynağı bitkilerin hiçbiri gelişemez. Azotun ekime elverişli toprağa karışmasının iki yolu vardır. Bunlardan biri; belirli bakterilerin üremesidir. Bunlar, yonca, nohut, bezelye ve bakla gibi bitkilerin köklerinin yanına yerleşirler. Bu bakteriler havadan aldıkları azotu, bitkinin emmesine elverişli olacak şekilde ayrıştırırlar. Bitkiler kuruyunca bu birleşik azotun bir kısmı toprakta kalır.

“Azotun toprağa karışmasını sağlayan bir diğer yol da gök gürlemesidir. Havada şimşek çaktığı sırada az miktarda oksijen ve azot birleşir. İşte bu birleşik azot yağmur tarafından toprağa karıştırılır. (Yani bu azot bitkilerin emebileceği şekilde toprağa iner. Yoksa bitkiler -daha önce değindiğimiz gibi- havada % 78 oranında bulunan saf azotu emecek güçte değildirler.)”[34]

“İşitme duyusu dış kulak ile başlar, nerede bittiğini ise ancak Allah bilir. Bilim diyor ki. Sesin havada meydana getirdiği titreşim kulağa aktarılır. Bu titreşimler kulak içinde belli bir düzene girerek kulak zarına çarpar. Oradan kulak içindeki bir boşluğa geçer.

“Bu boşluk burgu ve yarım daire arasında bir tür kanalı kapsamaktadır. Kanalın sadece burgu şeklindeki kısmında “Baş”ta ki işitme sinirine bağlı dört bin küçük yay vardır.

“Bu yaylardan birinin hacmi ve uzunluğu ne kadardır? Sayıları binleri bulan ve her biri özel bir yapıya sahip bulunan bu yaylar nasıl oluşmuşlar? içine yerleştirildikleri alan neresidir? Ve son derece duyarlı ve dalgalı yapıları ile o bölgede yer alan öteki kemikler. işte bütün bunlar neredeyse gözle görülmeyecek kadar küçük olan bu boşlukta yer alıyorlar. Bir kulakta yüz bin işitme hücresi bulunur. Sinirler son derece duyarlı püsküllerle sona ererler. Hiç kuşkusuz bu akıllara durgunluk veren bir incelik, insanı dehşete düşüren bir yüceliktir.”

“Görme duyusunun merkezi gözdür. Göz yüz otuz milyon ışık alıcısını içerir. Bunlar görme sinirlerinin çevresinde yer alırlar. Göz, sklera denilen dış yüzeyi sert bir tabakadan iris tabakasından, Kornca tabakasından, Retinadan ve koroid örtüsünden oluşur. Bunların yanı sıra insanı dehşete düşüren sayıda sinirler ve alıcılar mevcuttur.”

“Retina birbirinden ayrı dokuz tabakadan oluşur. Bunlardan en derinde olan çubuklardan ve konilerden oluşur. Çubukların sayısının otuz milyon, konilerin sayısının ise üç milyon olduğu söyleniyor. Bunlar gerek kendi aralarında gerekse merceklerle aralarında çok sağlam bir oranlama ile düzenlemişlerdir. Göz merceği değişik yoğunlukta bir yapıya sahiptir. Bu yüzden bütün ışınlar merceğin odağında toplanır. insanoğlu böyle bir şeyi tek türden bir maddede örneğin camda gerçekleştiremez.”[35]

”Newyork bilimler akademisi rektörü ve Amerika Birleşik Devletleri bilimsel araştırmalar kurulu eski üyelerinden A.Cressy Morrissonn “insan Yalnız Değildir:’ adlı eserinde şunları söylüyor:

“Biz bilinmeyen engin aleme yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Çünkü anlıyoruz ki bilimsel açıdan madde, tümüyle özü elektrik olan evrensel bir sistemin görünümlerinden başka bir şey değildir. Evrenin oluşumunda rastlantının hiçbir rolü olmadığı konusunda kuşku kalmamıştır. Çünkü bu engin evren yasaların egemenliğindedir:’”[36]

“Uykunuzu dinlenme vakti yaptık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü geçiminiz için çalışıp kazanma zamanı yaptık.”

Uykunun insanoğlunun başına gelen bir alıkoyucu olması, insanı belirli bir süre zihinsel ve bedensel etkinliklerden alıkor. İnsanların vücutlarını ve sinirlerini dinlendirir. Uyanıkken çalışıp didinirken ve hayatın problemleri ile uğraşırken vücutlarının ve sinirlerinin harcadığı gücü onlara yeniden kazandırır. Ölüme ve hayata benzemeyen bir konuma yani uyku durumuna sokulmaları yüce Allah’ın planlamasının ürünüdür. Ve bütün bunlar insanın gerçek yüzünü kavrayamadığı, kendisinin iradesinin zerre kadar rol oynamadığı ve kendi benliğinde nasıl olup da meydana geldiğini gözlemlemesinin imkansız olduğu Hayret verici bir olgudur. insan uyanıkken uyku halinde nasıl olduğunu bilmez. Uykuda iken de, uykuda olduğunu kavrayamaz ve uyku durumunu gözlemleyemez. Bu durum, canlının oluşum sırlarından birisidir ve bu sırrı ancak bu canlıyı yoktan var eden, kendisine bu sırrı veren ve hayatın ı bu sırra dayalı kılan yaratıcı bilebilir. Belirli bir süre hariç hiçbir canlı uykusuz kalmaya dayanamaz. uyanık kalsın diye dıştan gelen baskıları bunalan canlı uykusuz kalmaya dayanamaz ve kesinlikle ölür.

Uykuda vücudun ve sinirlerin ihtiyaçlarım karşılamaktan başka sırlar da vardır. Uyku ruhun girmiş olduğu şiddetli hayat mücadelesinde, yapmış olduğu ateş-kestir. Öyle bir ateşkes ki, insanın başına gelir gelmez ruh, ister-istemez silahını ve kalkanını bir yana bırakır, kendini güvenli bir esenliğin, su ve ekmek gibi muhtaç olduğu esenliğin kucağına bir süre atar. Bazı durumlarda bu olay mucizeye benzer şekilde gerçekleşir. Şöyle ki, ruh yorgundur, sinirler yıpranmıştır, ruh huzursuzdur, gönül korku içindedir. İşte tam bu esnada gözlere uyku çöker. Bazen birkaç dakikayı aşmayan bu uyku, bu kişinin benliğinde tam bir değişim meydana getirir ve sadece gücünü değil, hatta tüm benliğini yeniler. Öyle bir yenilenme ki insan uykudan uyandığında adeta yeni bir canlıdır. Bu mucize açık olarak Bedir ve Uhut savaşlarında yorgun düşen Müslümanların başına gelmiştir. Yüce Allah, onlara bu mucizeyi anlatarak kendilerine verdiği nimeti hatırlatmaktadır:

“Hani Allah korkunuzu gidermek için sizi hafif bir uykuya daldırmıştı.” “Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi.”[37] Birçok kimse buna benzer olaylarda bu durumu yaşamıştır.

Ayetin deyimi ile bu “sübat” yani uyku ile zihinsel ve bedensel etkinliklere ara verme, canlı varlıkların oluşumları için gerekli elemanlardan birisi, yaratıcı kudretin sırlarından bir sır ve ancak Allah’ın verebileceği nimetlerden bir nimettir. Kur’an’ın uyguladığı bu metod ile bakışların bu nimete çevrilmesi, insanın dikkatini kendi varlığının özelliklerine, bu özellikleri kendi benliğine yerleştiren kudret eline çekmekte ve insanda düşünce, tefekkür ve etkilenme uyandıracak bir dokunuşla ona dokunmakta ve etkilemektedir.”[38]

“Biz suyu döktükçe döktük.”

Suyun yağmur şeklinde dökülmesi hangi çevrede yaşarsa yaşasın, hangi derecede bilgi deneyimi olursa olsun her insanın bilip tanıdığı bir hakikattır. Bu bir gerçektir. Her insan onunla muhataptır, onunla yüz yüzedir. insanlık bilimde ilerledikçe bu ayetin anlamını daha geniş boyutlarda kavramakta ve eski dönemlerde bilinenin ötesinde bilgiler elde etmektedir. Böylece her insanın gördüğü ve hergün tekrarlanan bu yağmur hakkında insanın bilgisi derinleşmektedir.

Büyük okyanusların meydana gelişine ilişkin şu anki teorilerin doğruya en yakını, bu okyanusların önce gökte üstümüzde oluştukları, sonra yeryüzüne boşandıklarını söyleyen teoridir. Bugün ise okyanuslardan buharlaşan su, yağmur şeklinde yere inmektédir.

Çağdaş bilginlerden biri bu konuda diyor ki; “Eğer yer küresinin güneşten ayrıldığı sıradaki sıcaklığı on iki bin derece civarında idi. Veya yeryüzünün sıcaklık derecesi bu kadardı şeklindeki görüş doğru ise bu demektir ki orada tüm elementler özgür ve bağımsızdır. Bu nedenle önemli kimyasal herhangi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün değildi. Yerküresi ya da onu oluşturan parçalar yavaş yavaş soğumaya başlayınca oluşumlar meydana geldi ve tanıdığımız gibi dünyanın hücresi oluştu, darlık oksijen ve hidrojenin birleşebilmesi için sıcaklık derecesinin dört bin dereceye düşmesi gerekiyordu. Bu noktaya gelindiğinde elementler birleştiler. Şimdi bildiğimiz su meydana geldi. Ve yerkürenin semasını kuşattı. Bu sıradan olay gerçekten korkunç büyüklükte meydana gelmiş olmalıdır. Bütün okyanuslar gökte bulunuyordu. Birbiriyle birleşmeyen elementlerin tamamı havada gaz halinde bulunuyorlardı. Atmosferin dış yüzeyinde oluştuktan sonra yere doğru inmeye başladı. Fakat ona ulaşması henüz mümkün değildi. Zira sıcaklık derecesi binlerce mil uzaklıktaki mesafeye oranla yere yaklaştıkça artıyordu. Doğal olarak suyun yeryüzüne ulaştığı tufan zamanı geldi. Ulaşıp buhar şeklinde tekrar yükseliyordu. Okyanusların havada olduğu sıralarda soğumanın ilerlemesi ile meydana gelen taşmalar gerçekten her türlü tahminin üstünde beklenenin çok ilerisinde meydana gelmiştir. Ve bu coşku patlamalarla birlikte devam edip gitmiştir:

Biz Kur’an ayetlerini bu teoriye bağlamasak ta bu teori bizim bu ayetlere ve işaret edilen tarihe ilişkin düşüncelerimizin sınırlarını genişletmektedir. Suyun bardaktan boşanırcasına dökülmesi tarihine bir boyut kazandırmaktadır. Bu teori doğru da olabilir. Yeryüzündeki suyun aslına ilişkin başka teoriler de söz konusu olabilir. Fakat Kur’an’ın hükmü her çevrede ve her nesilde yetişen tüm insanlara hükmedecek niteliğini her zaman korur.”[39]

“Soluk almaya başlayan sabaha.” ifadesi de bunun gibidir. Hatta ondan daha canlı ve daha yüklü mesaj taşımaktadır. Sanki sabah nefes Alıp veren bir canlıdır. Nefesleri aydınlık, hayat ve canlı olan herşeye sızan harekettir. Aşağı yukarı kesin söyleyebilirim ki, Arap dili ve edebiyatı bütün ifade ve anlatım gücüne rağmen sabahın bu türden bir ifadesini içermemektedir. Şafağın görünmesi, açık olan kalplere onun bilfiil nefes aldığı duygusunu vermektedir. Sonra bu ifade geliyor, açık olan kalbin hissettiği bu gerçeği tasvir ediyor.”[40]

”İnsanın bedensel yapısını meydana getiren en genel sistemlerin her biri Hayret verici güzelliktedir. İnsanların karşılarında durup dehşete kapıldığı insan yapısı ile sanat ve sanayi güzelliklerinin bütün Hayret verici ürünleri asla karşılaştırılamaz. Bunlar: İskelet sistemi, kas sistemi, cild sistemi, sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, solunum sistemi, üreme sistemi, bezler sistemi, sinir sistemi, boşaltım sistemi, tad alma sistemi, koklama, işitme ve görme sistemleridir. İnsanlar insan yapısı sanatlara yönelmekte fakat incelikleri, derinlikleri ve büyüklükleri her türlü takdirin üstünde olan bu sistemleri unutmaktadırlar! “İngilizce yayınlanan Bilimler Dergisinde deniyor ki: İnsan eli eşsiz, Hayret verici doğal güzelliklerin başında yer almaktadır. Sadeliği, gücü ve hızlı uyum sağlaması yönünden insan elinin işlevini görecek bir makinayı yapmak gerçekten çok zordur, hatta imkansızdır. Mesela bir kitap okumak istediğinde onu elinle rahatlıkla alıyorsun. Sonra onu okumaya en uygun biçimde indiriyorsun. İşte onu doğru biçimde ve otomatikmen yerleştiren bu eldir. Kitabın bir sayfasını çevirmek istediğinde parmaklarını yaprağın altına koyuyor ve üzerine basıyor. Hem de kağıdı çevirerek derecenin ne altında ne de üstünde bir biçimde. Sonra yaprağın çevrilmesiyle baskıya son veriyor. Kalemi tutan ve onunla yazı yazanda eldir. İnsanın günlük hayatında kaşıktan bıçağa ve daktiloya varıncaya kadar tüm adet ve edevatı kullanan. Pencereleri açıp kapatan ve insanın her istediğini kaldırıp taşıyan da eldir. her iki el yirmiyedi kemikten ve onyedi kas sisteminden oluşmaktadır.”

“İnsan kulağının (orta kulak) küçük bir kesimi yaklaşık dört bin kadar ince ve karmaşık kıvrımdan meydana gelen, şekil ve hacim bakımından Hayret verici bir düzene sahip bir kompleksten oluşmaktadır. Bu kıvrımların bir musiki aletini andırdığını söylemek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki bunlar gök gürültüsünden, ağaç hışırtısına kadar meydana gelen her sesi ve gürültüyü herhangi bir şekilde Alıp beyine aktaracak biçimde hazırlanmıştır. Ayrıca orkestradan veya kendi düzenli bütünlüğü içinde her müzik aletinin çıkardığı tüm sesleri birbirinden şahane biçimde ayarlayacak yapıdadır.”

“Gözdeki görme duyusunun merkezi, ışığı karşılayan yüz otuz milyon sinir uçlarından meydana gelmiştir. Kirpiklerle beraber göz kapakları onu, gece gündüz korumaktadır. Göz kapağının hareketi refleks halindedir ve gözü topraktan,mikroplardan ve yabancı maddelerden korumaktadır. Kirpikler meydana getirdikleri gölge ile güneş ışınlarının keskinliğini kırmaktadırlar. Göz kapaklarının hareketi, bu korumanın yanında gözün kurumasını da engellemektedir. Gözü kuşatan ve gözyaşı adı verilen salgıya gelince bu göz için en güçlü en etkili temizleyicidir.”

“İnsandaki tat alma cihazı dildir. Dilin bu eylemi içinde epitelyum hücreleri bulunan tat alma, hücrelerinin dilin üzerinde oluşturduğu kaygan dokularla gerçekleşir. Bu dokuların değişik şekilleri vardır. Bunların bir kısmı ipliksi, bir kısmı mantarsı, bir kısmı ise mercimeksidir. Bu dokular, tad alma sinirlerini ve dilin damarlarını beslemektedir. Yeme esnasında tat alma sinirleri etkilenmektedir ve bu etkiyi beyne iletmektedir. Bu cihaz ağzın girişindedir. Böylece insanın zararlı olduğunu hissettiği bir şeyi hemen dışarı atması mümkün olmaktadır. İnsan bu cihazla acı ve tatlıyı, soğuk ve sıcağı, tuzlu ve tuzsuzu, zehirli ve benzeri şeyleri hissetmektedir. Dil, küçük, ince tad alma hücrelerinden dokuz binini ihtiva etmektedir ve bu hücrelerin herbiri birkaç sinirle beyine bağlıdır. Buna göre sinirlerin sayısı kaçtır, hacimleri nedir, tek olarak nasıl çalışırlar, beyinde duyuyu nasıl toplayıp oluştururlar, bilmiyoruz.”

Vücudun her tarafını bütünüyle kuşatan sinir sistemi, vücudun her tarafından geçen ince ve kendisinden daha çok başkalarına bağlı olan ince, küçük duyarlılık hücrelerinden oluşmaktadır. Bunlarda, merkezi sinir sistemine bağlıdırlar. Vücudun herhangi bir tarafı etkilendiğinde isterse bu etkilenme insanı kuşatan havanın sıcaklığında ufak bir değişme olsun bu durumda sinir hücreleri bu duyguyu vücuda yayılmış olan merkezlere iletirler. Bunlar da duyuyu beyne iletirler. Böylece beynin gerekli tepkiyi göstermesi sağlanır. Sinirlerdeki işaretlerin ve uyarıların hızı saniyede yüz metreye ulaşır.”

“Sinir sistemine baktığımızda onun bir kimya labaratuarındaki bir işlemi andırdığını görürüz. Yediğimiz yemeklere baktığımızda onların Hayret verici maddelere dönüştüğünü farkeder ve orada meydana gelen işlemin gerçekten Hayret verici olduğunu kesin anlarız. Çünkü burada midenin kendisi dışında hemen hemen herşey yenir.

Önce bu kimya lâboratuarına bir kaç çeşit basit yiyecek maddelerini koyalım ve bu konuda lâboratuarın kendisine ait düzenini hiç göz önünde bulundurmayalım. Sindirme kimyasının onları nasıl ayrıştırdığını düşünmeyelim. Biz birkaç et parçası, fasulye buğday ve kızartılmış balık yiyoruz. Sonra da bir miktar su içiyoruz.

Mide bu karışımın arasındaki yararlı maddeleri seçip almaktadır. Yemeğin her çeşidini ezmekte ve onları kimyasal bölümlerine ayırmaktadır. Geri kalanını yeni proteinlere dönüştürmektedir. Bunlar değişik hücrelerde gıdalar haline gelmektedir. Sindirim sistemi bu sırada kalsiyum, kükürt, iyot, demir ve diğer bütün zaruri maddeleri seçmektedir. Ve bu sırada öz maddelerin zayi olmamasına özen göstermekte, hormonların üretilmesine imkan sağlamakta ve hayat için gerekli olan tüm ihtiyaçların düzenli ölçüler içinde ve her zaruri ihtiyacın hazır hale gelmesine dikkat etmektedir. Açlık gibi herhangi bir geçici durumu karşılamak amacı ile yağ ve diğer ihtiyati maddeleri depo etmektedir. Bütün bunları insan düşüncesinden ve onun yorumundan habersiz yapar. Biz sayılamayacak derecede çok olan bu maddeleri bu kimyasal lâboratuara döküyoruz ve yaklaşıl; olarak bütünü ile yaptığımız işlerden sarfınazar ediyor gerisine karışmıyoruz. Böylece hayatımızın devamı için gereken otomatik bir işlem saydığımız bu faaliyete sırtımızı dayamış oluyoruz. Bu yiyecekler sindirilip ve yeniden hazırlanıp sürekli olarak milyonlarca hücreye dağıtılır. Bu hücrelerin sayısı yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazladır. Her hücreye ulaştırılması gereken bu kesin maddelerin sürekli ve tek tek her hücreye ulaştırılması gerekmektedir. Ve bu belli düzenin ihtiyaç duyduğu maddelerin dışında başka şeylerin ona götürülmemesi gerekir. Bu kesin maddelerinde kemik, tırnak, et, saç, göz ve diş yapacak olan her hücreye kendisine has besinlerin ulaştırılması gerekir.

Demek ki burada insan zekasının icat ettiği en mükemmel labaratuvarda daha çok maddelerin elde edildiği bir kimya lâboratuarı bulunmaktadır. Yine burada şu ana kadar dünyanın tanıdığı nakil ve dağıtım düzenlerinin çok ilerisinde bir dağıtım düzeni vardır. Burada herşey son derece düzenli bir şekilde gerçekleşmektedir.”[41]

”Su örümceklerinden biri, kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon şeklinde yuva yapar ve onu suyun altında bir yere bağlar. Sonra su yüzüne çıkar ve gayet ince bir ustalıkla vücudunun altındaki kıllar arasında bir hava kabarcığı saklayarak suyun içine dalar. Hava kabarcığını yuvasının altına bırakır. Bu işi defalarca tekrar eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine girip yavrular. Şu örümceği, bu balon içinde hava cereyanlarından emin olarak yavrularını büyütür. Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık ilimlerinin bir sentezi ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

Yavru halindeki “som” balığı yıllarca denizde yaşar. Fakat birgün gelir doğduğu nehre döner. İşin enteresan tarafı “som” balığının, içinde doğduğu nehir kolunun büyük nehirle birleştiği yerden içe doğru girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında bulunan iki Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde gevşektir, fakat kanunlar, nehrin sadece bir kıyısını tercih ettiğini söyleyebileceğimiz som balığına göre mutlak manada kesindir. Peki, bu balığı o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum yerine döndüren şey nedir? Doğduğu yer istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin başka bir koluna nakledilse yanlış yolda olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.

Bu konuda çözüm bekleyen daha güç bir bilmece vardır; yukarıda anlattığımız hareketin tanı aksini yapan yılan balıklarının macerası. Bu Hayret verici yaratıklar, olgunluk çağına erişince, bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye başlar. Söz gelimi Avrupa’da bulunan yılan balıkları denizde binlerce kilometre seyrettikten sonra, hepsi de Bermudanın güney açıklarındaki dipsiz derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür. Yavru balıklar, engin denizin ortasında hiçbir şeyden haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa çıkar. Ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri sahile varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin yaşadığı nehri, gölü veya su birikintisini bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan balığıyla tanışmış olur. Düşünelim ki, bu hayvan buraya gelebilmek için en kuvvet!i akıntılara göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve kasırgalarına mukavemet göstermiş ve birçok azgın dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir. Şimdi artık gelişebilir. Nihayet birgün olgunluk çağına gelince gizli bir kuvvet onu dönmeye, geldiği yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder.

O halde yılan balığına böyle yön veren kuvvet nereden doğmaktadır? Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan balığı Avrupa sularında yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan balağına da Amerika sularında rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan balağının gelişmesini diğerlerine nispetle bir veya birkaç yıl daha geciktirmiştir ki yürüyeceği uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.

Ne dersiniz, maddenin en küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan balığını teşkil etmek için bir araya geldiklerinde, bunlarda bir yön verme şuuru ve icra için gerekli bir irade gücü mü doğmaktadır, acaba?

Rüzgarın dişi bir kelebeği üst kattaki odanızın penceresinden içeriye attığını düşünelim. Dişi kelebek hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek kelebek ne kadar uzakta bulunursa bulunsun bu işareti Alır ve karşılığını verir. Siz bu iki kelebeği şaşırtmak için ne yapsanız faydasızdır.

Acaba bu çelimsiz ve cılız yaratığın verici ve radyo istasyonu ve erkeğinin de antenli bir alıcı radyosu mu vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da öteki bu titreşimleri mi alıyor?

Istakoz gibi birçok hayvan vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini kaybedecek olsa vücudundan parça koptuğunu farkeder, hücrelerini çalıştırmak ve bakiye unsurlarından faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye koyulur. Organ tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması durur, çünkü hücreler, bilinmeyen bir yolla işi bırakma zamanının geldiğini anlar.

Tatlı su polipi ikiye ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri yoluyla yeniden teşekkül etme imkanını bulur. Solucanın başını kesecek olursanız hemen yeni bir baş imal ettiğini görürsünüz. Biz insanlar da yaralarımızı iyileştirme imkanına sahibiz. Fakat operatör -gerçekten olabilecekse- hücreleri harekete geçirip de yeni yeni kollar, tırnaklar… Ve sinirler elde etme imkanına ne zaman kavuşacaklardır?

Burada “yeniden yaratma” bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş bir gerçek vardır: Hücreler ilk gelişimi sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam bir canlı meydana getirme kudretine sahip olmaktadır. O halde ilk hücre iki ayrı parçaya ayrılırsa her bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur. İkizlerin birbirine benzemesi bu olayla izah edilebilir. Fakat hadiseden daha önemli bir netice çıkarmalıyız: Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün ayrıntılarıyla türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe yok ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.”[42]

“Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?” Deve arap insanının ilk başta gelen hayvanı idi. Onun üzerinde yolculuğa çıkar, onun üzerinde yüklerini taşırlardı. Sütünü içerler, etini yerlerdi. Yününü örüp, derisini yaygı olarak kullanırlardı. Yani deve onların ilk hayat kaynağı idi. Sonra devenin öteki hayvanlardan ayrı özellikleri de vardı. Bunca kuvvetine, cüssesine ve güçlü yapısına rağmen deve boyun eğen bir hayvandır, bir küçücük çocuk çeker götürür onu, o da boyun eğer. Çok büyük yarar sağlaması ve iş görmesine rağmen az masraflı bir hayvandır. Beslenmesi kolaydır, yetiştirilmesi için harcanan emek yok denecek kadar azdır. Evcil hayvanlar içerisinde açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve kötü hayat şartlarına en çok dayanabilen hayvandır. Bir de az ilerde belirtileceği gibi, devenin şeklinin gözler önündeki doğal tablo ile uyum sağlaması bakımından da bir farklılığı vardır.

Bunun için Kur’an-ı Kerim, dinleyenlerin dikkatini, önlerinde bulunan ve yeni bir bilgiyi ve haberi gerektirmeyen devenin yaratılıyı düşünmeye çekiyor. “Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?” Devenin yaratılışına ve vücut yapısına bakmazlar mı onlar? Sonra da üşenmezler mi? Deve görevini yerine getirmeye uygun olan şu biçimi ile nasıl yaratılmıştır? Yaratılış gayesini yerine getiren, yaşadığı çevre ile ve görevi ile uyumlu olarak bu biçimi ile nasıl biçimlendirilmiştir. Onu yaratan kendileri değildir. Kendi kendini de yaratmış olmayacağına göre, geriye kala kala eşsiz sanatı olan bir yoktan var edicinin yaratması sonucu var olmaları kalıyor. Ki o yaratıcının sanatı kendi varlığına delil olup varlığını kesin olarak göstermektedir ve O’nun herşeyi yönettiğini ve planladığını göstermektedir.”[43]

Ana rahmine düşen ilk hücre, orada bomboş, hareketsiz olarak durmaz. Aksine hemen -Rabbinin izni ile orada yaşayıp beslenmek için kendine uygun ortamı hazırlamak uğruna çalışıp çabalamaya, uğraş vermeye başlar. O karanlık dünyadan çıkış kapısına ulaşıncaya kadar bitip tükenmeyen bir uğraştır bu. Ardından annenin çektiği doğum sancısının yanında, yavrunun bizzat kendisinin de aynı sancıdan neler çektiğini Allah bilir. Ana rahmindeki bu çocuk dünya ışığını görür görmez öyle bir basınç ve itilme ile karşılaşır ki Rahim denilen o küçücük alemin kapısından çıkarken neredeyse boğulacak gibi olur.

İşte bu andan itibaren en yorucu çaba ve en acı çile başlar. Çünkü ana rahmindeki bu çocuk şimdi hiç alışık olmadığı havayı teneffüs etmeye başlar. ilk kez ağzını ve ciğerlerini açar. Çığlıklar içinde nefes Alıp vermeye başlar. Bu çığlıklar sanki dünya hayatının başlangıcının çilelerinin işaretlerini verir gibidir! Sindirim sistemi ve kan dolaşımı daha önce alışılmayan bir biçimde çalışmaya başlar. Barsakları bu yeni reaksiyona alışıncaya dek gıda artıklarını dışarı çıkarmak için neler çeker! Bundan sonra attığı her adım çile, yaptığı her hareket yorgunluk üstüne yorgunluk, bitkinlik üstüne bitkinliktir. Emeklemek isteyen, yürümeye çalışan bir çocuğu izleyen onun bu basit hareketleri yapmak için ne çileler çektiğini kendi gözleri ile görür.

Dişleri çıkarken çile, ayakta dengede durmak ayrı bir zahmettir. Düşmeden adım atması meşakkat, öğrenmesi yorgunluk, düşünmeyi öğrenmesi ayrı bir çiledir. Yani her yeni tecrübesi emeklemek ve yürümek gibi ayrı bir çiledir.

Daha sonra yollar ayrılır, zahmetler çeşitlenir. Kimi kas gücü ile yorulur. Kimi zihin gücü ile didinir durur. Kimi ruhu ile çaba harcar, kimi bir lokma ekmek ve bir hırka giymek için ter döker. Kimi binini ikibin, yapmak onbin’ini yüzbine çıkarmak için didinir durur. Kimi makam ve mertebe için kendisini parçalar. Kimi de Allah yolunda yorulur. Kimi de şehvet ve arzu peşinde koşar. Kimi inanç sistemi ve islam davası için ter döker. Kimilerin yorgunluğunun sonu cehennemdir. Kimilerinin ki ise cennettir. Kısacası herkes yükünü omuzuna almış taşımaktadır. Herkes Rabbine giden yolda basamak basamak çilelere göğüs gererek yükselmektedir ve en sonunda da Rabbine kavuşacaktır herkes. Orada en büyük acı günahkârların, en muazzam rahatlık da mü’minlerin olacaktır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya hayatının yapısı yorgunluktur. Şekli ve nedenleri değişebilir ama son tahlilde hepsi de yorgunluktur. Zararlıların en zararlısı dünyanın yığın yığın çilelerine katlanan, sonunda ise çektiği çilelere karşılık öbür dünyada en yorucu ve en acı felaketlerle karşılaşan kimsedir. Bahtlıların en bahtlısı ise Rabbine giden yolda zâhmetlere ve çilelere göğüs gerip yorulan, sonunda ise, kendisinden öbür dünyanın meşakkatlerini Alıp götürecek iyi amellerle Rabbine kavuşan ve yüce Allah’ın gölgesi altında kendisine en büyük rahatı sağlayacak, salih amellerle O’na ulaşan mü’mindir.”[44]

-“Sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan kendi eşini var etti ve sizin için..

davarlardan sekiz çift indirdi.Sizi annelerinizin karınlarından, üç karanlık içinde,bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur;mülk de O’nundur.O’ndan başka ilah yoktur.Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?”[45]

“Üç perde; ana karnı, ana rahmi ve zardır.”

“Doğurana ve doğurduğuna andolsun ki,”[46]

“Bir bitkiyi düşünelim. Gelişme aşamalarında bir tohum, nelerle boğuşur. Atmosferin etkilerine göğüs gerer. Çevresinde bulunan elementlerden gıdaları emmeye çalışır. Sonunda dallı-budaklı bir ağaç olur. Kendisi gibi tohum ya da tohumlar vererek kıvama gelir. Ve hoş manzarası ile kainatı süsler. İşte bir tohum bu aşamaya gelmek için ne çilelere göğüs gerer! Şimdi, bu söylenenleri aklımızın bir köşesine koyup, bitkiler dünyasından, hayvanlar ve insanlar alemine eğilirsek, doğuran ile doğan canlının daha büyük çilelere katlandıklarını görürüz. Ve her iki canlı dünyasının kendi türünü koruma uğruna ve şekilleri ile kainatın güzelliğini saklamak için çok daha fazla çilelere ve meşakkatlere katlandıklarını görürüz: ‘

Yüce Allah insan denen yaratığın hayatında değişmez bir gerçeği pekiştirmek, üzerine dikkat çekmek için “doğuran ve doğan” üstüne yemin ediyor.

Yüce Allah insan denen yaratığın hayatında değişmez bir gerçeği pekiştirmek, üzerine dikkat çekmek için “doğuran ve doğan” üstüne yemin ediyor.

“Biz insanı birtakım zorluklar, zahmetler ve sıkıntılar içinde yarattık.” Biz insanoğlunu, bitip tükenmez, meşakkat, sıkıntı, çaba, çile, mücadele ve uğraşı ile meşgul olmak üzere yarattık. Nitekim yüce Allah başka bir surede buyurur: “Ey insan! Sen Rabbin için çalışıp çabaladın, artık O’na-kavuşmaktasın.” [47]

Çapı bir mm. olan ipek ipliği,aynı kalınlıktaki bir çelik telden beş kat daha sağlamdır.Ve kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilmektedir.İpek hafif olup,dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelmektedir.

-” Anne Sütünün Oluşumu: Doğumdan sonra anne beyninde bulunan Hipofiz adlı salgı bezinden salgılanan prolakdin adlı maddenin uyarısıyla annenin memelerinde süt yapımı başlar. Bebeğin memeyi emmesi sırasında beyindeki merkezden oksitosin denilen hormonun salgılanmasıyla süt kanalları kasların kasılmasıyla kasılmasını sağlayarak sütün dışarı akmasını sağlar. Memeden geçen her 300 mililitre kandan 1 mililitre süt oluştuğu hesaplanmıştır. “[48]

-“İnsan vücudunun nehirleri olan damarlarında dolaşıp akan kana bakalım. Kanımızda vazifeleri farklı olan üç çeşit kan hücresi vardır.

-İlki alyuvarlar: Kanımıza kırmızı rengi verir. Bir metreküp kanda 4-5 milyon kadar alyuvar vardır. Alyuvarlar, vücudumuzun ihtiyacı olan oksijeni hücrelere ulaştırır. Alyuvarlar, genel olarak 100-120 gün kadar vazife gördükten sonra ölürler. Kandaki alyuvar sayısını korumak için, vücut her saniyede 10 bin alyuvar üretmek zorundadır.

İkincisi akyuvarlar: Bir milimetreküp kandaki akyuvar sayısı 4-10 bin civarındandır. Akyuvarlar vücudumuzu mikroplara karşı korurlar. Hastalık şiddetlendiği zaman sayıları artar ve bir milimetreküp kandaki sayısı 10 bin den 30 bine kadar yükselir.

Üçüncü olarak ta trombositler vardır. Bunlardan bir milimetreküp kanda 300 bin tane bulunur. Trombositler kanın pıhtılaşmasını sağlayarak kanamayı durdururlar. Eğer trombositler olmasaydı, vücudumuzun her hangi bir yeri kanadığında kan durmayacaktı. “

“Dünyamızdan saniyede 16 milyon ton su buharlaşır. Ve dünyanın dört bir yanına dağılır. Böyle bir sıcaklığı kömür yakarak sağlamaya çalışsa idik 410 000 000 000 000 000 bu kadar ton kömürü her saniye yakmamız gerekecekti. Allah’a hamd olsun güneşin yüzeyindeki 6000 derecelik sıcaklık bizleri böyle üstesinden gelemeyeceğimiz bir zahmetten kurtarıyor.”yeni Ufuk.

-”Güneşin yüzey ısısı 6000 kelvin derecedir. Bu sıcaklıktaki bir toplu iğne başı, insanı 150 kilometreden öldürebilir. “

-İpek böceği dünyanın etrafını üç kere dolanacak şekilde ördüğü ipin toplamı bir kilo tutar.İnce ve çelikten beş kat fazla sağlam ve de esnektir.

-”Kara deliğin sırrı!

Astronomlar evrenin oluştuğu zamanlara ait olduğu düşünülen dev bir kara deliğin kütlesini ölçmeyi başardı. Kara delik dünyadan bir trilyon büyük”[49]

” NASA: Göktaşı Dünya’ya çarpmayacak

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi, 2002 NT7 adlı göktaşının 1 Şubat 2019’da Dünya’ya çarpma ihtimalinin çok düşük olduğunu açıkladı.
Liverpool’daki John Moores Üniversitesi’nden Dr. Benny Peiser, ilk olarak 5 Temmuz gecesi New Mexico’daki gözlemevince saptanan 2002 NT7 katalog numaralı gökcisminin, Dünya ile çarpışma ihtimali içeren rotada bulunduğunu ve 1 Şubat 2019’da Dünya’ya çarpabileceğini söylemişti.
Peiser, parlaklığı gözönüne alındığında 2 kilometre genişliğinde olduğu tahmin edilen NT7’inin Dünya’ya çarpma olasılığının 60 binde bir olduğunu belirtmişti. İngiliz bilim adamları, NT7’yi bugüne kadar tespit edilen en tehlikeli göktaşı olarak nitelendirmişti.
Araştırmacılar, Güneş’in çevresindeki dönüşünü 837 günde tamamlayan NT7’nin, 1 Şubat 2019’da Dünya’ya çarpma hızının saniyede 28 kilometreye ulaşabileceğini, bu hızın bir kıtayı yok edecek seviyede olduğunu ve küresel iklim değişikliklerine yol açabileceğini tahmin ediyor.

” Gökbilimciler, Samanyolu galaksisi içinde, Güneş’ten farklı bir yıldızın etrafında dönen 100. gezegenin keşfi üzerine, galaksimizde milyarlarca dünya olabileceğini söylüyorlar.Carnegie Enstitüsü Gezegen Araştırma Programı’nda çalışan gökbilimcilerin dev teleskopla keşfettikleri yeni gezegenin, 293 ışık yılı uzaklıktaki HD 2039 yıldızı etrafında döndüğü belirtildi.100. gezegenin keşfinden sonra bilim adamları, Samanyolu galaksisinde kaç gezegen olduğu ve bunların kaçının Dünya gibi olduğu konusunu tartışmaya başladılar. Bilim adamları, her iki soruya da milyarlarca yanıtını veriyorlar.
Araştırmacılara göre, galaksimizde 300 milyar civarında yıldız varsa 30 milyar kadar da gezegen sistemi olabilir ve bu sistemlerin büyük çoğunluğu, Dünya gezegeni gibi dünyaları kapsayabilir. Samanyolu’nun ortalama çapı 100 bin ışık yılı, bir ışık yılı ise 9.5 trilyon kilometre.”

”Güneş Sistemi’nin de içinde bulunduğu Samanyolu üzerinde dört yıldır yapılan incelemeler sonuç verdi. 500 milyon yıldızın araştırılması sonucu galaksimizin haritası çıkarıldı. Böylece Samanyolu’nun bütünlük içinde portresi ilk kez resmedilmiş oldu 2MASS adlı araştırma sonucunda ortaya çıkarılan bu perspektif sayesinde galaksimizin merkezindeki yeni keşfedilen yıldızlar da haritanın içinde gösterilebiliyor. Böylece bugüne kadar ancak teorik olarak ifade edilebilen yıldızların varlığı da kanıtlanmış oldu.[50]

-“Yeni bir insanın yaratılmasının sebebi olacak spermler erkek vücudunun ‘dışında’ üretilir. Bunun sebebi üretimin ancak vücut ısısının yaklaşık 2 derece altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için bir de testis üstüne yerleştirilmiş özel deri çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta ise terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır. Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler erkeğin testislerinden kadının yumurtalarına doğru yapacağı yolculuk için özel bir dizayna sahiptir; baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu bir balık gibi ana rahminde ilerler.

Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıran baş kısmı özel bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde farkediliyor: Buradaki ortam -annenin mikroplardan korunması amacıyla- son derece asitlidir.

Erkekten rahme atılan sadece milyonlarca sperm değildir. Meni birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Bu sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri vardır. Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Kendilerini ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.”

-“Son araştırmalar bir RNA molekülünün 20 milyon bilgi taşıdığını söylüyor. Bu durumda belki de milyonlarca yıllık bir bilgi birikimine sahip alt beyin sistemi, tabiidir ki pek çok öğretide bir mikrokozmos olarak tanımlanacak.”[51]

-“İnsan beynini meydana getiren ve nöron diye isimlendirilen 120 milyar hücre her beyinde farklı bir dizilim oluşturur. Her beyinde farklı olan bu dizilim modeli, yani beyindeki biyoelektrik kanallarının dizilimi, beyin ağları, bireyin kişiliğini çizer. İşte bu dizilim ve bağlantı modeli, “beynin programı” diye ifade edilir.

Beyin ilk temel programlamaya ana rahminde iken maruz kalır ve anatomik gelişmesini doğumdan hemen sonra tamamlar. Nöronlar ile onların kol ve uzantıları olan aksonların birbirleriyle bağlantıları, doğumdan önce her beyinde farklı bir biçim alır. Bu model, doğumla birlikte kesinleşir ve bireyin ömrü boyunca hiçbir değişikliğe uğramaz. Ayrıca, hiçbir beyin hücresi de yenilenmez.”[52]

-“Mevlana’nın Mesnevide “Aklı Küll” dediği şey’in “Kollektif Bilinçaltı” olduğu düşüncesindeyim.(Sory Jung) Bu bakımdan bilinçaltı insanın bildiği aklı dışındaki aklıdır. Hipnoz da normalde farkına varamadığımız bu aklı kullanmaktır.”

-“Yani aslında içimizdeki ben dışımızdaki benden gerçekte çok daha aktif ve çoğu zaman ipler içimizdeki benin elindedir. Sayın Doç. Dr. Nusret Kaya ” % 28’lik üst beyin hücreleri hiçbir zaman % 72’lik alt beyin hücreleriyle başa çıkamaz.” diyor. Bunun için biz aslında alt beynimizin hakimiyeti altındayız. Bazıları ise tamamen bilinçaltının kontrolü altına girebiliyor. Bu durumlara da psikotik durumlar deniliyor. Her şey tamamen bilinçaltının kontrolü altında olduğundan psikotik hastaların tedavi başarı yüzdesi de bu nedenle çok düşük olmaktadır.”

Eğer bilinçaltına girilebilirse tüm bilgi ve hatıralara da ulaşılmış ve bir çok problemler kökünden çözülme yoluna gidilmiş olur.Özellikle psikolojik hastalıklara tedavi getirilebilir.

-İnsanların hayatlarındaki değişim ve dönüşümler,ölüm ve doğum gibi oluşumlar bir boyut değiştirmek midir?

-“1920’lerde Edwin Hubble,Evrende bizden çok büyük hızlarla uzaklaşan milyonlarca galaksi bulunduğunu keşfetti.Daha sonraki gözlemler,bizden en uzak galaksilerin bizden en yüksek hızlarla,daha yakındakilerin ise daha küçük hızlarla uzaklaştığını gösterdi.Bu,eğer evren devasa bir patlama,bir “Big Bang” ile oluştuysa beklediğimiz tablonun aynısıdır.Patlamanın en hızlı fırlattığı parçalar daha yavaş fırlatılan parçalara göre uzayda daha uzağa giderler.Hubble,ayrıca bir galaksinin uzaklığı ile hızının arasındaki oranın sabit olduğunu buldu.”[53]

-“Bir kara delik o kadar çok sıkıştırılmış maddedir ki yakınlarına gelen her şeyi içine çekip hapseden inanılmaz güçteki çekim kuvvetinden başka kendisinden hiçbir şey kalmamıştır.”[54]

-“Hiç düşündünüz mü,üzerinde oturduğunuz sandalye,yediğiniz elma neden dağılıp gitmez?Onları neyin bir arada tuttuğu aynı zamanda bir çok arkadaşlığı ve evliliği de açıktır:Zıt kuvvetlerin birbirini çekmesi olgusu.Elbette burada bahsettiğimiz,uzun ve kısa,ya da içine dönük ve dışına dönük gibi kavramlar değil,pozitif ve negatif elektrik yükler.”[55]

-“Elmas ve grafitin ise daha çok ortak özelliği vardır.Her ikisi de karbon elementinin saf formlarıdır.Fakat karbon atomları kendilerini her ikisinde çok değişik organize ettiği için birbirlerinden bu kadar farklı görünürler.Bildiğimiz kadarıyla elmas,karbon atomlarının en kararlı dizilişidir.”[56]

Hayatında kararlı olan insanda,elmas değerinde bir insandır.

-“Göllerdeki ve okyanuslardaki su donduğu zaman buz yüzeyde toplanır.Bu ise balıkların ve diğer canlıların buzun altında hayatta kalmasını sağlar.Eğer buz batsaydı,okyanuslar katı olarak donacaktı ve dünyada hayat hiçbir zaman gelişemeyecekti.Bu ise”Su her yerde su,ama içmeye tek damla yok.”sözünü anlamlandıracaktı.”[57]

-Hayvanlar hayat şartlarına uymak üzere,bulunduğu yere ve eşyaya göre şekil alma olan Kamuflaj sistemi içerisinde yaratılmışlardır.Herşeye uyum sağlamaktadırlar.

-Kâinatta otomatiğe bağlanmış gibi,tam bir Ekolojik denge mevcuttur.Özellikle dünya sürekli olarak kendisini yenilemektedir.Tıpkı yeni açılan bir bilgisayarın önce tüm proğramları tekrar gözden geçirip kontrol etmesi,silinen dosya veya proğramlar varsa bunu bildirmesi kabilinden,dünyamızda da bir yandan kendisini dengeleyen bir denge,düzen,yenileme sistemiyle bareber,meydana gelen olumsuzlukları da çeşitli vesilelerle duyurmaktadır.

Tüm varlıklar bu ekolojik dengenin birer tamamlayıcı faktörüdürler.Tıpkı çiçeklere zehir olan oksijen bizler için gıda,bizler için zehir olan karbondioksit bitkiler için gıda olmaktadır.

Sistem sürekli kendini sistematize etmektedir.

Dengenin bozulmasında en önemli faktör insana aittir.Bilerek veya bilmeyerek,maddi veya manevi olarak insan bu dengeyi bozmaktadır.Şuurlu olan insan,şuursuzca hareketiyle dengeyi sarsmaktadır.Şuursuz olan varlıklarda ise,şuurluca hareket gözlenmektedir.

” Fizikte Nobel ödülü alan ve Trieste Enstitüsü’nü yönetmekte olan dostum Abdusselam bir gün bana, Qur’an’da 835 defa kişisel düşünme çağrısı yapıldığını ya da düşünenler vs. dendiğini söyledi. Eleştiri düşüncesinin ölmesiyle İslam dininin yayılışında gerileme başladı; yayılma bir yy sürdü, sonra durdu.”

-“Eckarth Tolle: Sizin sırf bir çapraz bilmeceyi çözebilmeniz ya da bir atom bombası yapabilmeniz, zihninizi kullandığınız anlamına gelmez. Köpeklerin kemik çiğnemeyi sevmeleri gibi, zihin de sorunları çiğnemekten hoşlanır. İşte bu yüzden o çapraz bilmeceler yapar ve atom bombaları yaratır. Her ikisinde de sizin bir çıkarınız yoktur. Size şunu sorayım: siz her istediğinizde zihninizden, düşüncelerden kurtulabilir misiniz? “Kapatma” düğmesini buldunuz mu?”

Kâinatta tam bir Hassas Ayar vardır.

Anahtar kadar bir eşyadaki atomları görmek için,onu kainat kadar büyültüp,ancak o şekilde görmekle mümkün olabilir.O halde her bir şey bir kâinat kadar özellik arzetmekte,kâinat kadar büyültülmekle onun içerisindeki harikalar ve sistemler ortaya çıkmaktadır.

Âyette:“Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanları yemeyin;bu gerçekten Allah’ın emri dışına çıkmaktır.”[58] İşte hikmet ciheti:

Besmele mucizesi

Moheet.com sitesinde yer alan habere göre, Suriye’nin muhtelif üniversitelerinde tıbbın farklı alanlarında uzman 30 profesörden oluşan bir araştırma grubu, Şam’da üç sene süreyle Besmeleyle kesilen, hayvan etleriyle Besmelesiz kesilen hayvan etleri arasındaki farkı ortaya koymak üzere laboratuvar ortamında deneysel incelemeler de bulundular.

Bilim adamları, hayvan ve kuş kesimi esnasında dinen yerine getirilmesi zaruri olan ‘Bismillahi Allahü Ekber’ sözünün kesilen etler üzerindeki etkisi, tam mânâsıyla mucize denilebilecek sonuçlarla karşılaştılar.

Grup adına bir açıklama yapan Prof. Dr. Halid Halave, incelemeler esnasında laboratuvar ortamında yapılan deneylerde, besmelesiz kesilen sığır, küçük baş ve kuşların et dokularında pıhtılaşmış kan, çoğalmaya müsait bakteri ve mikroplar tesbit edilirken, Besmele ile kesilen hayvan et dokularında ise kan, mikrop ve bakterilere rastlanmadığını ifade ederek, araştırmanın bu sürpriz sonucu insan sağlığı açısında tıpta bilimsel bir devrim olduğunu belirtti.

Besmeleyle kesilenlerin farkı

Gruptan sözkonusu araştırmaya öncülük eden başka bir araştırmacı olan Dr. Abdulkadir Dirani, araştırma ve sonuçları konusunda şunları söyledi; “Kur’ân’da Allah adı zikir edilmeden kesilen hayvan etini yemeyin’ şeklindeki İlâhî emre rağmen ve hayvan kesiminde çekilen Besmelenin ardındaki hikmeti bilmeyen insanların, hayvan kesiminde besmeleyi ihmal etmeleri, beni bu konuyu bilimsel olarak araştırmaya sevk etti. Besmele ve tekbir ile hayvan kesimi konusunu araştırmaya başlarken ekipteki bir kısım arkadaşlar konuya ilk önceleri soğuk baktılar ancak araştırmalar esnasında her safhada çarpıcı sonuçlar ortaya çıkınca ekibin konuya olan merak ve ilgisi artmaya başladı. Besmele ve tekbirle kesilen hayvan etlerinde, Besmelesiz kesilen hayvan etlerinin aksine, et dokularında kan ve mikropların bulunmaması Besmelenin bir büyük mucizesi olarak karşımıza çıktı.”

Besmeleli etlerde mikrop yok

Araştırma metot ve tekniği konusunda da grubun başka bir üyesi, Şam Üniversitesi Eczacılık eski dekanı Prof Dr. Nebil Şerif de şu açıklamada bulundu; “Besmele ile kesilen kuş, sığır ve küçük baş hayvanların etlerinden ve besmelesiz kesilen aynı hayvanların etlerinden numuneler alarak özel laburatuvarlarda mikroskopik incelemelerini yapmaya koyulduk. Bazı icraatlarla her iki numune etleri kuru bir ortamda 48 saat beklettik, 48 saatlık zamanın sonunda Besmele ile kesilen hayvan etleri numuneleri açık kırmızı gül rengi alırken, besmelesiz kesilen et numuneleri ise, siyaha yakın koyu kırmızı bir renk aldı. Buna ilaveten Besmeleli etlerde her hangi bir mikroba da rastlanmadı. Besmelesiz etlerin teşhisinde ise, sürekli çoğalan büyük ölçüde zararlı mikrop ve bakteriler tesbit edildi.

Ayrıca ikincisinin dokularındaki kanlarda iltihaplı akyuvarlar ve alyuvarlar tesbit edilirken birinci grup et dokularında ise, buna benzer herhangi bir tesbit yapılmadı.”

Uyuşturulan hayvanların eti

Araştırmada İslâmî usule göre kesilen hayvanların daha az eziyet çektiği ve etlerinin de daha sağlıklı olduğu belirtilirken, Batıda uyuşturularak öldürülen hayvanların kanı vücutta kaldığı için, bu tür etlerin daha çabuk bozulduğu, bu nedenle etler hemen donduruculara konularak muhafaza edildiği, İslâmî usûle göre kesilen hayvan etlerinin ise hemen kasaba gönderilip akşama kadar bozulmadan durabildiği ifade edildi.”

[59]

– Gülmek, tip 2 şeker hastalarında kan şekerini düşürüyor. Japonya Tsukuba Üniversitesi’nin araştırmasına göre, yemek sırasında gülen insanlarda kan şekeri gülmeyenlere göre daha az yükseliyor.”[60]

-“Küresel ısınma dünyamızı ciddi biçimde tehdit ediyor. Önlem alınmazsa sadece 50 yıl sonra bütün buzullar eriyecek ve denizler yükselecek.

Küresel ısınmanın temel nedeni, sera gazlarının artışı.

Küresel ısınma bundan 150 yıl önce başladı ve bugün itibarıyla hızla artıyor. Küresel ısınma, dünya yüzeyinde her bölgede aynı ölçüde değil. Sıcaklık artışı kutup bölgelerinde daha fazla. Küresel ısınma ile dağınık alanlardaki ve kutup bölgelerindeki buzullar eriyecek, deniz seviyelerinde yükselmeler olacak. Deniz düzeyinin yükselmesi, kıyılarda toprak kaybına sebep olup, aynı zamanda kıyılara yakın temiz su kaynakları denizle bütünleşecek. Yazla kış, geceyle gündüz arasındaki sıcaklık farkının azalması gündeme gelecek, ve bütün dünyadaki rüzgar desenleri etkilenip, fırtınaların sıklığı, şiddeti ve yönleri değişecek.

Küresel ısınma neticesinde sıcaklıkların artmasıyla, aşırı sıcaktan insan ölüm oranlarında artışlar meydana gelecek. Küresel ısınmayla böceklerin yaşam süreleri uzayabilecek bu da insanlar için büyük bir tehlike oluşturacak. Örneğin sivrisineğin yaşam süresinin uzaması halinde sıtma hastalığından insan ölümlerinde artışlar görülecek.

Küresel ısınma yalnızca sıcaklık artışına yol açmayacak yağış düzenleri de değişecek. Kimi bölgeler aşırı miktarda yağış alırken, kimi bölgelerde aşırı kuraklık meydana gelecek.

Hava sıcaklığı her 10 yılda 3 derece yükseliyor

Hindistan bir yaprak gibi kuruyor

Ülkede 3 haftadır etkili olan aşırı sıcaklar nedeniyle 1165 kişi hayatanı kaybetti. Ölüm nedenleri susuzluk ve güneş çarpmaları.”[61]

“Atmosferdeki su, karbondioksit, oksijen ve azotun devredilmesindeki ahengi, nizam ve intizami bildigimiz için, yagmur yerine “kezzap” adını verdigimiz nitrik asitin yağabileceği aklımıza dahi gelmez, degil mi?Oysa ki, atmosferin % 80’ini teşkil eden azot gazı, yıldırım ve şimşeklerin tesiri altında oksijenle birleşir. Bu oksitlenme sonucunda, nitratların meydana gelmesine yarayan azot oksitleri teşekkül eder. Yani ilmen, havadaki her elektriklenmede, nitrik asit yağmurunun meydana gelmesi için bütün şartlar hazırdır…. Ancak şimşek çaktığında , damla damla merhamet ve rahmet yağar. Ve bize haddimizden fazla değer veren yüce kudrete bütün mahlûkat sükreder.

Üzerimize her an kezzap yagabilmesinin mümkün oldugunu bilen kimya âlimi Prof. Dr. Arthur Macomb bu konuda sunlari söyler: “Ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, semâdan yağmur yerine nitrik asit yağacak diye soluğum kesilir, rengim kaçar, sığınacak bir yer ararım. Çünkü havada nitrik asit teşekkülü için bütün şartlar hazırdır.”

H2 + O = su ( söndürücü )

H (Hidrojen) yanıcı O (Oksijen) yakıcı

Yanıcı ve yakıcı iki madde bir araya gelince yangın olacağına tam tersine , söndürücü olmaktadır. Bunu ayarlayan kimdir?

-Çevremizde var olan 1000.000 varlığın sadece 3,5 unu görebiliyoruz…O halde bizler daha Allah’in yarattıklarını göremiyoruz. Görülmeyen seyleri yaratan Allah’i hiç göremeyiz.

-4’ün var olması için 3’e ihtiyaç vardır.3 olmadan 4 olmaz.3’ün var olması için 2’ye , 2’nin var olması için (iki adet) 1’e ihtiyaç vardır.1 olmadan 2, 2 olmadan 3 olmaz. Fakat;1’in var olması için sıfır’a ihtiyaç yoktur. Çünkü sıfır hiç ,yok, boşluktur. Boıtan,hiçten bir olmaz. O halde ,her şeyin başi 1’dir. Bir’den 2 ,ondan 3 çıkmıştır. O Bir’de Vahidu’l-ehad olan Allah’tır.

Bir tren ve vagonlarını düşünelim:

V3 – V2 – V1 – LOKOMATIF

V3’ü çeken V2’dir.V2’yi çeken V1’dir.V1’i çeken ise lokomotiftir. Lokomotifi çeken nedir ,diyemeyiz. Çünkü lokomotif çeker ama çekilmez. Onun hareketi kendindedir.

-Peygamber Efendimiz: “Sizin sesleriniz kaybolmaz, evrende boşlukta

dolaşır” buyurmuştur. İlim bunu yeni keşfetmiştir.

-Not: Peygamber Efendimizin deve sidiği ile tedavi etmesini diline dolayan T. Dursun, yıllar sonra “çişteki mucize” isminde bir kitabın piyasaya çıkacağını tahmin edemezdi.”[62]

”Havada asılı kalan soru: Karanlık..!

Tarihin en büyük fizik alimlerinden Albert Einstein’ın (1879-1955) öğretim üyeliği yaptığı ABD-Princeton Üniversitesi astrofizikçileri dahil bilim adamları, varlığın veya evrenin en gizemli yanının uzayın ”karanlık maddesi” ve ”karanlık enerjisi” olduğunu hatırlatıyor. Güneş, Dünya, Ay ve gökadalardaki tüm yıldızlar, tüm evren maddesinin ancak yüzde 1’den çok azını oluşturuyor. “[63]

Şimdiye kadar hiçbir bilim adamı, uzayın “karanlık enerjisi”ni çözemedi. İşte havada asılı kalan soru…

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Hud.7,Hadid.4,A’raf.54,Furkan.59.

[2] Enbiya.30.

[3] Ra’d.4.

[4] En’am .59.

[5] Araştırma derg.temmuz.2002.

[6] Mecmuatün minet-Tefasir.Arapça.1/471,Al-i İmran.18.

[7] İbrahim.44.

[8] Fussilet.20-22.

[9] Mü’min.52.

[10] M.Tefasir.1/234.age.

[11] Evrimcilerin itirafları.H.Yahya.17.

[12] Bak.evrimcilere net cevab.1-h.yahya.220.Yıllar öncede yine böyle bir yanlış yapmış,Haşir suresinin son âyetinde geçen;-Ve ulaikehümül fâizun-(onlar kurtuluşa ermişlerdir)âyetini –faiz verenler kurtulmuştur-lafzen ve mânen uymayan bir yorumda bulunmuştu.Demek ölçüdeki yanlışlık,o ölçüye uydurulan her şeyi de yanlış olarak ortaya koyuyor.

[13] Milli gazete.14-9-2002.

[14] Kur’an Mu’cizeleri.h.yahya.sh.71.

[15] Ali İmran.137.

[16] Bak.İslam ülkelerinde anayasa hareketleri.Doç.S.Tuğ.256-309.

[17] İslamda .Sosyal Adalet.Seyyid Kutub.199.

[18] Nahl.10-11.

[19] Nahl.48.

[20] Nahl.81.

[21] Nahl.65.

[22] Nahl.66.

[23] Nahl.79.

[24] Fizilal.Furkan.1-3

[25] Fizilal.Furkan.53.

[26] Fizilal.Furkan.54.

[27] Fizilal.Furkan.61.

[28] Fizilal.Fatır.12.

[29] Fizilal.Mümin.61.

[30] Fizilal.Şura.1.

[31] Fizilal.Kamer.43.

[32] Fizilal.Rahman.1.

[33] Fizilal.Rahman.22.

[34] Fizilal.Mülk.15.

[35] Fizilal.Mülk.23.

[36] Fizilal.Hakka.38.

[37] Ali İmran 154.

[38] Fizilal.Nebe.9.

[39] Fizilal.Abese.25.

[40] Fizilal.Tekvir.18.

[41] Fizilal.İnfitar.6.

[42] Fizilal.A’la.1.

[43] Fizilal.Ğaşiye.17.

[44] Fizilal.Beled.3-20.

[45] Zümer,6,12-18.

[46] Tefim-ul Kur’an.Zümer.14,3.

[47] İnşikak Suresi, 6.

[48] Said Gezer.Çocuğu anlamak.

[49] Milliyet.27-3-2003.

[50] . 01.02.2002 . 30.07.2002”gökbilimci.com.

[51] N.Kaya.

[52] Astroloji.A.Hulusi.

[53] Sıfırdan Sonsuza.A.R.Jonas.Terc.Ö.Çelik.sh.7.

[54] Age.12.

[55] Age.52.

[56] Age.54.

[57] Age.57-58.

[58] En’am.121.

[59] 02.06.2003.Yeni Asya.

[60] Tercüman.1-6-2003.

[61] Bak.www.gezegenimiz.com.

[62] Bak.İslam.www.ahmetberk.com.

[63] Sonsaniye.21-6-2003.




NECİB FAZIL KISAKÜREK

NECİB FAZIL KISAKÜREK

Asıl adıyla Ahmet Necib olan Necib Fazıl Kısakürek;25-Mayıs-1905 yılında İstanbul’da büyükbabası Mehmet Hilmi Efendi’nin köşkünde doğar.Bu zat aynı zamanda 2.Abdulhamid’in zamanında İstanbul Cinayet mahkemesi ve İstinaf reisliğinden emekli,Mecelleyi yazan heyetin içerisinde bulunmaktadır. Mehmet Hilmi Efendi’nin tek oğlu olan Abdulbaki Fazıl Bey’in tek oğluda Necib Fazıl’dır.

Küçük yaştan itibaren hayatı hep fırtınalı geçer.Âdeta fırtınalı denizlerde,dalgalı sularda,durulmayan bir çerçevede hayatı geçer.

Bir çok okulda okuduğu halde,hepsinde de tamamlamadan,kesintiye uğrayarak geçen bir tahsil hayatı vardır.Fransız, ve Amerikan kolejleriyle beraber,bir çok okulu bitiremeden Bahriyeli olur.Burayı da tamamlayamadan İstanbul Felsefe bölümüne kaydolup,burayı da bitiremeden Devlet bursu ile 1924 yılında Paris’e Sorbon üniversitesine Felsefe bölümünü okumaya gider.

Ancak burada kendisini bohem bir hayatın içerisinde bulur.Eğlenceye dalmıştır.Bu da kendisini tatmin etmez.Fırtınalar dinmez.Bir ömür içerisindeki fırtınalaran da etkisiyle aradığı hakikatı bulamaz.Zira hakikatları yanlış yerlerde aramaktadır.

Burayı da bitiremeden İstanbula döner.Devlet konservatuarında,Güzel sanatlarda,Robert kolejinde değişik dersler verir.Bankacı olur.Hep savrulur,durulmaz.

Şiire ise daha 12 yaşındayken başlar.Buna da sebeb olan durumun,annesi Mediha hanımın hastahanede yattığı bir sırada,orada bulunmakta olan veremli bir kızın yazmış olduğu şiir defteri bulunmaktadır.Bu hevesle anne oğluna;”Senin de şair olmanı ne kadar isterdim,der.

Bu da kendisinin şiir dünyasına girmesinde önemli bir faktör oluşturur.

Onun hayatını üç bölümde ele almak gerekir.Birincisi;Ferdiyetçilik dönemi olan,kişisel şiirlerini yazdığı dönem.Kaldırımlar şiiri gibi.İkincisi;Maneviyatın içinde kıpırdanmaya başladığı ve kendisinin de aradığını bulmayı düşündüğü metafizik dönemi.Üçüncüsü ki;asıl hayatının başlangıcını oluşturan dönemdir.Bu dönemde sanatla imanı,madde ile manayı,birleştirdiği dönem.Nitekim şiirinde:

Anladım sanat,Allah’ı aramakmış.

Marifet bu,gerisi yalnız çelik çomakmış…

Bunun ise temelinin başladığı dönem olan Maneviyat büyüğü Abdulhakim Arvasi ile tanıştığı dönemdir.Gerek bir arkadaşının tanıştırması gerekse de Beyoğlu’nda Ağa camiinde vermiş olduğu vaazlarından dinlediği bu zatın cezbesine kapılır.Artık onun manyetik alanına girmiştir.

Allah dostunu gördüm,bundan altı yıl evvel

Bir akşamdı ki zaman,donacak kadar güzel.

Buna istinadendir ki,Sanat ve edebiyat dünyasını şöyle tanımlar:O’ndan önce,O’nunla beraber,O’ndan sonra…

Artık Mevlana’nın dediği gibi:Hamdım-yandım-Piştim..devresi tamamlanmıştır.

1934 yılı onun için yeni bir dönemin başlangıcı olur.Şiddetle esip,dalgalanan bir hayat,yavaş yavaş durulmaya,kendi mecrasında durmadan durularak akmaya,taşmaya başlar.

Artık kabına sığmaz bir şahsiyettir.Kabuğunu kıran civciv gibi,sürekli kabında kaynayan bir hakikat aşığı olma yolunda ilerler.

Çileli bir yola girmiştir.Çile’yle beraber çile de başlamıştır.Çileleri göğüslemek üzere.Ferdiyetçili döneminde Kaldırımlar şairi bilinirken artık çile şairi olma yolunda ilerler.

1949 yılı kendisinin yazmış olduğu Sakarya Türküsüyle de şahlanış dönemidir.

1941 yılında evlenir,1941’de 9 defa gerçekleşecek olan bir hapis hayatı da başlamış olur.

Bir çok eserini de orada yazar.

O dalgalı dönemin maneviyat büyüklerinden ve iman cephesinin kahramanı olan Bediüzzaman Said Nursi’de haykırmakta,sürgün ve hapislerle süren bir hayatı sürmektedir.Oda eserlerini hapishanelerde yazar.

Kendisini bulunduğu dönem itibariyle değerlendirmek gerekir.Bir gençlik oluşturmaya çalışır.Bu amaçla bir çok dergi çıkarır,bir çok gazetelerde yazılar yazar,Şiir,Tiyatro,hikaye,roman,fikir yazıları ve günlük yazılar yazar.Velud bir insandır.

En verimli olduğu dönem,1950 sonrası dönemdir.

Batı eğitim ve kültürünü aldığı halde,doğunun dili,sözü ve kültür adamı olur.

Bizdeki bir boşluğu doldurur.İngilizler için Şekspir,Fransızlar için Viktor Hugo,Almanlar için Hothe ne ise,bizim içinde Necip fazıl o olur.

O kendisinde Fuzuli’yi,Şeyh Galib’i,Mehmet Akif’i,Yunus’u temsil etmeye çalışır.

Şiir,şuur, ve imanını birleştirir.

Aksiyon adamı olup,sembol bir şahsiyet olur.Âsım’ın nesli gibi bir nesil oluşturmaya çalışır.

27-12-1967’de Büyük Doğu mecmuasında ilk olarak Süleyman Demirel’in kayıtlı Mason kütüğünün fotokopisini yayınlar.

Hep yokuşlarda yürür.Ama yine de ümitsiz değildir.

“Mehmed’im sevinin başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de…
Sanma ki kalır bu tekerlek tümsekte
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir;
Gün doğmuş; gün batmış, elbet bizimdir.”

”1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, ‘İman ve İslam Atlası’ adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı’nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü (1982) alır.Fikir ve sanat adamı olarak seçilir.Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı’nca 1980’de verilen beratla ‘Sultan-üş Şuara’ (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.

Dönemindeki şair ve edebiyatçılar içerisinde mümtaz bir yere sahiptir.Edebiyatımıza katkıları büyük olur,etkileri ve yetiştirdikleriyle eserini devam ettirmektedir.

Siyasi,içtima-i ve edebi bir kişiliğe sahiptir.Umuma malolmuş bir özelliği vardır.

Son sözü;Demek böyle ölünürmüş,olur.

20.vefat yıl dönümünde kendisini rahmetle anıyoruz…

Sakarya Türküsü

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük küçük kainat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş; suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hala çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgar o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümlü gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

Necip Fazıl KISAKÜREK

KALDIRIMLAR

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

ÇİLE

Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tulbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı

Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al san rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye

Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;
Makânı bir satih, zamanı vehim.
Bütün bir kahinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

Bir fikir ki sıcak yarad kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle…

Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymak gibi, beynimde.

Lugat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Ars’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak…

ALLAH DERİM

Sırtımda, taşınmaz yükü göklerin;
Herkes koşar, zıplar, ben yürüyemem!
İsterseniz hayat aşını verin;
Sayılı nimetler bal olsa yemem!

Ey akıl, nasıl delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka hiçbir şey demem!

25-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK




YERİNDE KULLANILMAYAN MÜFETTİŞLİK

YERİNDE KULLANILMAYAN MÜFETTİŞLİK

Müfettişlik;teftiş edip,araştırma,inceleme,bilgilenip,bilgilendirme,tecrübe ve bilgi birikiminin olduğu makamdır.

Bugün milli eğitim camiasında müfettişlik,bir sorgulama,öğretmenin kursunu bulmaya çalışma makamı olarak işlemektedir.Normal çalışan bir öğretmenin sitresini arttırma,yapmacık hareketlere girmesine sebeb olma,ciddiyetin ötesinde resmiyetin devreye girmesidir.

Bugün bir anket yapılacak olsa,öğretmenlerin % 95’inin müfettişlerden şikayetçi olacağı,müfettişlik makamının yerinde kullanılmayacağını söyleyeceği kesindir.

Öğretmenin talebeye vermiş olduğu birikimin,müfettiş tarafından öğretmene verilmesi gerektir.Teftişte bulunan müfettişin veya bulunduğu makamda tecrübeli olması gereken bu şahsın,kendi birikimlerini öğretmene taşıyarak,daha verimli olmasını sağlaması gerekir.

Müfettişlere her türlü maddi imkan,profluğa kadar çıkacak olan unvan verilerek onların araştırmalarının sağlanarak,elde ettikleri bilgilerini öğretmenlere taşımaları gerekmektedir.Bu araştırmalarını ay be ay broşürler halinde bu bilgi birikimleriyle öğretmene karşı sorumlu olmalıdırlar.Yoksa öğretmenle kavgalı,göstermelik bir yakınlık,çabuk teftişini yapsa da gitse düşüncesinin ötesinde,devamlı beklenmeli,gözlenmeli,acaba şimdi neler getirecek,denilmelidir.

Eğer bugün öğrencilerde bir yetersizlik varsa,bunun temelinde müfettişlik makamının yerinde kullanılmamasında yatmaktadır.Teknik bilgilerle donatılmayan öğretmenin ferdi çabalarıyla oluşacak bir eğitim de ancak bu kadar olur.Oysa eğitimin bir kadro işi olması gerekir.Tıpkı şimdilerde –Kalite yöntemi- sisteminin uygulanmaya çalışılması gibi.Tıpkı bir fabrikadan çıkacak olan bir ürünün çıkmasında 100 kişinin o hedefe yönelerek,o eşyanın alıcıya sağlıklı bir şekilde ulaştırılmasına kadar gösterilen hassasiyet gibi.

İnsan ise bir mamulden geri olmadığına göre,onun yetiştirilmesinde de aynı hassasiyet bir ekip halinde ve bilinçli olarak sürdürülmesi gerekmektedir. Burada müfettişin sorumluluğu,tıpkı fabrikadaki denetleyicinin ötesinde,projeyi üreten,standartlarını belirleyen mühendisin pozisyonunda bulunması gerekir.

Mesela;sınıf öğretmenlerinin birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar sürdürdükleri eğitimde her bir müfettiş bir birden beşe kadarki bir sınıf üzerinde her yönüyle araştırma yaparak öğretmenleri takviye etmelidir.O dönemdeki bir insanın ruh haletinden maddi gelişimine kadar geçirdiği devrelerdeki pozisyonunu bir ihtisas alanı seçmelidir.

Bu arada her öğretmeninde her bir yıl bir üst sınıfı okutmasının şu aksaklıkları ortaya çıkmaktadır;Birinci sınıftan alıp beşe kadar götürmesi güzel olmakla beraber,tekrar bire dönen bu öğretmen yirmi beş yıllık öğretmenliğinde her bir sınıfı beşer kere okutmuş olmaktadır.Beş yıl okutan bir öğretmen o alanda,o sınıf konusunda ne derece etkili ve yetkili olabilir?

Oysa her bir öğretmen bir sınıf üzerine eğilecek olsa yirmi beş yılda tek bir sınıfı okutan bir öğretmen o konuda daha mütehassıs ve yetkili bir kişi olacaktır.Ve bu imkanda ona sağlanmalıdır.Oysa zaten birleri bu sene okutacağım,beş seneye kadar da unutacağım diyen bir öğretmen;ilk okul birinci sınıftaki incelikleri,yapılması gerekenleri yeteri kadar elde etmeyecektir.Her bir sınıf içinde durum aynı olacaktır.

Müfettiş bunları göz önünde bulundurarak;öğretmene şunları getir,neden bunlar yok,demektense,lazım olan bu evrakları araştıran,resmiyeti bilen veya bilmesi gereken bir kimse olarak kendisinin temin etmesi gerekir.

Müfettiş öğretmenle kavgalı olmamalı,öğretmen böyle bir kaygıya girmemelidir.

Bakanlık müfettişlerinin dört yılda bir yaptıkları teftişte pek o kadar problem ve sıkıntı olmamakta hatta kendilerini dinlediğim bir çok arkadaş ve kendiminde gözlemlediğim şudur ki;onların bir cümlede olsa söyledikleri ömür boyu unutulmamakta,o tecrübelerden ve gösterdikleri rehberlikten istifade edilmektedir.

Nitekim ilk göreve başladığım yıl okulda teftiş vardı.Dersime giren müfettişin ilk söylediği söz aradan geçen 16 yıl içerisinde hala tazeliğini korumaktadır;Hocam,sen kendini çok yoruyorsun,daha önünde yıllar var,bu kadar yorulma,demişti.

Neden bu hal il müfettişlerinde yok,diye arkadaşlarla konuşurken,bir aşağılık kompleksinin olduğunu sezdiğimi söylediğimde,bir çok kimse bunu tasdik etti.Elbette bu tesbit umum olmamakla beraber,hüküm çoğunluğa göre verilir.

O kişide şunu söylemişti;Çünki buradakiler genelde siyasi kanalla gelmiş kimselerdir.Burada aranması gereken,tecrübe,bilgi,imtihanda başarı,yeteneklerin ön plana çıkması gerekirken,bunun olmamasının neden olduğunu söylemişti.

Öğretmenin beş yıl boyunca okuttuğu halde kesin karar ve kanaatını verememesine rağmen – ve de her gün o öğrenciyle beraber olduğu halde,bir müfettiş yılda bir veya iki defa 15 dakika kaldığı bir sınıfta hem öğretmenin gururuyla oynayabilmekte hem de bir talebe havası içerisinde ona not verebilmektedir.Ne derece sağlıklı bir davranış olacağını her akıl sahibi anlayacaktır.

Bugün milli eğitimde müfettişliğin sağlıklı olarak yerine oturtulmaması,eğitimi baltalamaktadır.Adeta yolluk ve harcırah alma yeri haline gelmektedir.

Dediğim gibi gerekirse her türlü imkan sağlanmalı,yurt dışına gönderilmeli,akademik kariyer verilmeli ve onun birikimleri öğretmene yansıtılmalıdır.

Müfettişlik makamı morel vermeli,moral yıkmamalıdır.Her yönüyle rehberlik yapmalıdır.

Müfettişlik tekrar gözden geçirilmeli,gerçek yerine oturtulmalıdır.

Milli eğitimde işlerin karar ve icrasında,kendisine pek danışılmayan öğretmenlerdir.Karar onun hakkında alınır,ona uygulatılır,ancak kararda ve danışmada o yoktur.Tıpkı bir Milli eğitim bakanının;Şu öğretmenler,öğrenciler olmasa bu bakanlık ne kadar güzel idare edilir,deyişine benziyor.

Oysa birikimi ve tecrübesi olan öğretmendir.En sağlıklı görüş onlardan alınacak görüştür.Öğretmenin yanlış olan görüş ve kararı başkalarının doğru olan görüşlerinden daha doğru bir görüştür.

Milli eğitimin her meselesinde gerekirse tüm öğretmenlerin görüşü alınmalı,milli eğitim sağlıklı bir zemine oturtulmalıdır.

Resmiyetten ziyade ciddiyete bina edilmeli,o yönde yönlendirmede bulunulmalıdır.Aksi takdirde bir şeyi meşru zemine otutturmak için,her türlü gayrı meşru yol denenecektir.

Öğrencinin öğrenmesi,geçer not alması ile orantılı olarak yürümekte veya yürütülmektedir.Talebe açısından durum böyle olduğu gibi,öğretmen ve idare açısından da bu hedeflenmektedir.Seviye tesbit imtihanlarında da bundan öteye gidilmeyip,önemli olanın seviyeyi tutturmak olduğu görülmektedir.

06-10-2002

Mehmet ÖZÇELİK




O K U M A K

O K U M A K

İnsanı üstün kılan okumasıdır.

Meleklerden farklı kılan eşyanın isimlerinin insana öğretilmesi ve onları okuyabilmesidir.

İlk inen âyet oku ile başlar.[1]

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2]Elbette olmaz.En basit ifadeyle birisi bilmekte,diğeri bilmemektedir.

Okumak teşvik edilmeli,cazib hale getirilmelidir.

Okumak sevdirilmeli,kişi severek okumalıdır.

Okumaktan amaç,birinci derecede bilgiyi değil,düşünceyi arttırmaktır.

Eğitimimiz bu konuda yeterli değildir.

Mesela,hazine dolu bir şeyin üzerinde –Bunun içerisinde hazine var,anahtarı da falan yerde –denilse,milyonlarca sene de geçse bilinemiyecek ve bulunulamıyacaktır.

Bilgisizlik insana bir şey kazandırmamakla beraber,çok şey kaybettirmektedir.Nice hazineler yitirilmektedir.

Aynen bunun gibi,bir su veya ilacın üzerinde –zehirdir,kullanmayın- yazılsa,bilmeyen insan hayatı bahasına,ölümü seçecektir.

Bir kapıda açık veya kapalı işaret ve levhasını okuyamıyan bir insan farkına varmaktan aciz kalacaktır.Açık ile kapalılığı bir birbirinden ayıramıyacaktır.

Ruh okumakla doyum sağlar.Okumak ruhun gıdasıdır.

Özellikle yaz zamanı gaflet zamanı olduğundan,yazın özellikle öğretmen ve öğrencilerin daha ziyade okumaya eğilmeleri,bilgiyle şarz olmaları gerektir.

Kesinlikle okuyupta ne olacağım?dememeli,denilmemeli ve o hale getirilmemelidir.

Kitap okumayı banyo yapmak gibi kendimize adet eilmeli,en kötü ihtimalle ayda bir kitap bitirmeye kendimize söz vermeliyiz.

En önemli bir noktada;neyi,neleri ve nasıl okuyacağımızı bilmeliyiz…

Çocuklara,kadınlara,eğitimcilere yönelik kütüphaneler kurmalıyız.

Okumamaya sebeb olan en önemli faktör ise,televizyonlardır.Daha doğrusu düzensiz televizyon seyredilmesidir.Bunu düzenlemeli,zamanlarımızı bir plan dahilinde ayırmalıyız.

Bir raporda;” Aileler dikkat! TV’de sürekli klip seyreden 0-2 yaş çocukları otistik oluyor. 4 yaşını geçtikten sonra bunun tedavisi de yok. Aile ya da bakıcıları tarafından, “Oyalansın” diye televizyon karşısına oturtulan bebekleri sinsi bir tehlike bekliyor. Sürekli klip seyrettirilen çocuklarda “klip sendromu” denen bir tür otizm oluşuyor. Marmara Üniversitesi Odyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ferda Aktaş, RTÜK’e başvurarak klip yayını yapan TV kanallarında “0-2 yaş arası çocukların izlemesi sakıncalı” uyarısının yer almasını istedi.”[3]

Okumamaya sebeb olan bir durumda;yanlış bir zihniyet,materyalist bir düşünce olan –okumayla karın doymuyor.- denilmesidir.Oysa okumak ilk planda karın değil,akıl,ruh,vicdan gibi duyguları doyurmaktadır.

Veya başkaları okuyor,onlardan istifade ederiz,yanlış düşüncesidir.Nitekim başkası karnını doyururken,nasıl olsa o yiyiyor,benim yememe ne gerek var,demiyor,kendimizde haklı olarak yiyiyoruz.Okumakta bunun gibi,kendi manevi açlığımızı gidermektedir.

Okumamak maddi manevi erozyona sebeb olmakta,kültür kaybını doğurmaktadır.

İstatistiklere göre,en fazla okuması gereken eğitim camiasının çok az bir kısmı okumakta,mevcut bilgi ile yetinilmektedir.

Otuz yıl önce beş bin basılan kitaplar,bugün bin adet olarak basılmaktadır.

Otuz yıl önce üç milyon gazete basılırken,otuz yıl sonra bugün yine üç milyon basılmaktadır.

Okumak sözdeki kalite ve etkiyi arttırır.

Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı.

Söz özden olmalıdır.

İki şey geri gelmez:Biri oktan çıkan yay,diğeri ağızdan çıkan sözdür.

Sözdeki tepki,okumadaki tepki ile orantılıdır.

Mehmet ÖZÇELİK

21-07-2003

[1] Alak.1,Bak. İLİM: [002.120] [K], [002.145] [K], [003.007] [K], [003.018] [K], [003.019] [K], [003.061] [K], [004.162] [K], [006.080] [K], [006.119] [K], [006.143] [K], [006.148] [K], [007.007] [K], [007.089] [K], [010.093] [K], [012.022] [K], [012.068] [K], [013.037] [K], [016.027] [K], [017.085] [K], [017.107] [K], [018.065] [K], [019.043] [K], [020.098] [K], [021.074] [K], [021.079] [K], [022.054] [K], [027.015] [K], [027.042] [K], [028.014] [K], [028.080] [K], [029.049] [K], [030.056] [K], [034.006] [K], [040.007] [K], [040.083] [K], [042.014] [K], [043.061] [K], [044.032] [K], [045.017] [K], [045.023] [K], [046.004] [K], [046.023] [K], [047.016] [K], [053.030] [K], [058.011] [K]

İLİMDE DERİNLEŞENLER: [003.007] [K], [004.162] [K]

BİLGİ: [002.004] [K], [002.032] [K], [002.118] [K], [002.247] [K], [003.066] [K], [003.075] [K], [004.157] [K], [005.050] [K], [005.107] [K], [005.109] [K], [006.075] [K], [006.100] [K], [006.140] [K], [006.144] [K], [007.052] [K], [009.078] [K], [010.089] [K], [011.046] [K], [011.047] [K], [012.076] [K], [013.002] [K], [016.025] [K], [017.036] [K], [018.005] [K], [018.091] [K], [020.052] [K], [020.110] [K], [022.003] [K], [022.008] [K], [022.071] [K], [024.015] [K], [026.024] [K], [026.112] [K], [027.003] [K], [027.066] [K], [027.082] [K], [027.084] [K], [028.078] [K], [029.008] [K], [030.029] [K], [030.060] [K], [031.004] [K], [031.006] [K], [031.015] [K], [031.034] [K], [032.012] [K], [032.024] [K], [033.063] [K], [035.011] [K], [038.069] [K], [039.049] [K], [040.042] [K], [043.020] [K], [044.007] [K], [045.004] [K], [045.020] [K], [045.024] [K], [045.032] [K], [048.025] [K], [051.011] [K], [051.020] [K], [052.036] [K], [053.028] [K], [056.095] [K], [067.026] [K], [074.031] [K], [079.043] [K], [102.005] [K]

BİLGİN: [005.044] [K], [005.063] [K], [007.109] [K], [007.112] [K], [009.031] [K], [009.034] [K], [010.079] [K], [015.053] [K], [026.034] [K], [026.197] [K], [051.028] [K]

[2] Zümer.9.

[3] Sabah.9-3-2003




SİNEMA – TİYATRO

SİNEMA – TİYATRO

Bir asırdır Türkiyede oluşturulan manevi alanla beraber,edebiyat dünyasında da bir belirsizlik ve kimliksizlik kendini açıkça göstermektedir.Bir türlü edebiyatımız ve onun öğeleri belirliliğini ve netliğini kazanmadı,kazanamadı.

Dilimiz bir çok kopuklukları yaşarken,uydurukça kelimelerle de dejenere edilmeye çalışıldı.

Sal’a konulan kelimelerimiz,sele bırakılmış olarak gitmekte,bir türlü durup durulamamaktadır.

Dedenin kullandığı sual,babada soru ve problem olurken,oğulda sorunlarla sorun ve problem olmaya başladı.

Bozulan ahlak etik oldu,anadan babadan yitik kaldı.

Kelimelerimiz kirletildi..Kirletilen Kelimeler kirliliğiyle edebiyatımızı,edebimizi ve nesillerimizi de kirletti.

En ulvi kelimeler bayağılaştı:Siyaset,Aşk,Sevişme,muhabbet..vs.

Seviyelerine çıkamadığımız bu kelimeleri seviyemize indirdik.

Sinemamız iki temele oturtuldu:Dövüş..Aşk ve kadın…

Dövüş bile hayali zorlamakta,öbürüne göre bir derece namuslu kalmaktadır.

Genellikle dövüşlü filimlerde de dahil olmak üzere aşk ve kadın temaları işlendi.Zihinler hep bulandırılmaya çalışıldı.Tam bir seviyesizlik ve sonucu baştan belli olan filimler.Sermayesi olmayanların tek sermayesi bu oldu.Bir türlü de bunu aşamadı.

Kadın kullanıldı,harcandı,hürriyet adına hürriyetiyle beraber çok şeyleri de beraberinde elinden alındı.Serdengeçti’nin ifadesiyle;Bir kocanın esaretinden kurtarılmaya çalışılan kadın,çok kocalara köle yapıldı.

Kendisini ilahiyatçı tanıtan ve hiçbir ilahiyatçının veremeyeceği bir fetva bile rahatlıkla verildi.Prof. Zekeriya Beyaz, “Kadın sesini haram kılan bir ayet var mıdır, varsa hangisidir?” sorusuna bir ayet ile cevap verdi. Ancak daha sonra, “Ayet bizi bağlamaz” dedi.[1]

Türk sineması değişmeli.Filimlerde hep kadın hakim.Aşk ağırlıklı.Monotom bir yöntem olup,kişilik kazandırmadığı gibi,kaybettirmektedir.

Dinden ve kendisinden kopuk bir görüş açısı geliştirildi.

En iyi bilinen iki oyuncumuzdan Yılmaz Güney Kominizme bulaştı,bulaştırıldı.Yıllardır kendisine konulan yasakla başaramadan başarısızlığıa uğradı.Diğeri ise Cüneyt Arkın olup o da tüm filimlerinde,tarihi Osmanlıyı canlandıran film de olsa aşkı,fuhuş ve içkili ortamları çokca kullandı.Yıllar sonra günah çıkarmak amacıyla da olsa gerek tüm Türkiyeyi dolaşarak gençlerin içki ve sigaraya bulaşmaması öğüdünde bulundu.

Bulunduğumuz okula da gelmiş,kendisine iki de kitap hediye etmiştim.Yıllarca bu menfi yöndeki hareketleri ile şu andaki davranışının tezad teşkil etmesini söylemek istediğim halde,misafir olduğu ve de sırf kırmamak amacıyla diyemedim.Bu ne perhiz bu ne turşu idi.

Cüneyt Arkın’ın star olmasında kendisinin payının büyük olduğunu söyleyen İnanoğlu, Arkın ile 40’a yakın film çektiklerini söyledi. Arkın’ın alkol aldığı zamanlarda kendisine ve çevresine zarar verdiğini belirten İnanoğlu “Cüneyt çok iyi bir sanatçıydı ama alkol aldığı zaman rahatsızlanıyor ve saldırgan oluyordu. O zamanlarda kaç defa elini kolunu parçaladı. Ancak, Cüneyt kadar başarılı ve kabiliyetli bir oyuncu Türk sinemasına bir daha gelmedi” dedi.”(Yeni Şafak.12-4-2005)

Her ikisi de kabuğunu kıramadı.Kendi kabuklarında rollerini oynadılar.

Tam bir kırılma ve kırıklıklar dönemini yaşadık.

“Türkiye’nin Osmanlı Devleti’ne bakış açısını çözümleyebilmek için meseleyi biraz geriden almak gerekmektedir. Türkiye, son birkaç asırda, üç büyük kırılma yaşamıştır. Bunlar, din şuuru, dil şuuru ve tarih şuurundaki kırılmalardır.

Bu kırılmaları 1925 yılında Anadolu’yu gezen İngiliz maslahatgüzarı Edmons’un, İngiliz Dışişleri Bakanı Henderson’a çektiği telgrafta net bir biçimde görebiliriz:

”Medeniyet, Türkiye’de hem yerli halk, hem de resmî görevliler için aynı manâyı ifade ediyor. Bu kelime, her iki grup için de dekolte elbise, içki, dans, kravat, yüksek topuklu ayakkabı, zenginler için gece elbisesi, hava kurumuna üyelik, futbol, en son yazılan romanlar ve diplomatik skandallardan bahsetmek ve Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda ‘alafranga’ yemek yemek anlamına geliyor… Artık, majestelerinin hükümetleri, burada bütün kozları ele geçirmiş ve istediği kozu oynayabilecek duruma gelmiştir.”[2]

Romanlarımız ise bundan geri değildi.Bunlarda da aşkla beraber kominizm,Darvinizm,Marksizm gibi konular işlendi.Yıllarca hayatları gibi fikirleri de zehirlenen bir toplum üredi,üretildi ve türedi.

En dürüstü asrın problemlerini dile getiren romanlar oldu.Ya bir zulüm,ya bir baş örtüsü ile beraber yaşanılan acılar romanlaştırıldı.Bazen sınırlıda olsa tarihi romanlarla geçmişe pencereler açıldı,toplumun tarihe olan susuzluğu giderilmeye çalışıldı.

Yıllarca Yavuz Bahadıroğlu adıyla tarihi romanlar yazan Niyazi Birinci:” 1400 sene devam eden bir bir İslam gerçeğini nasıl oldu da birden bire reddedip onun için savaşırken onunla savaşır hale geldik?Kim getirdi bizi bu hale?Savunulan İslam,dava edilip tazminat talebinde bulunulan İslam haline geldi?Bugün otazminatlar birikimleriyle beraber alınmaktadır?Sadece onunla da kalınmayıp adeta bir hınç alınmaktadır.”sözleriyle hastalığımızı dile getirmiş oldu.

” Alemdar Yalçın, beşinci baskısı yayınlanan Sosyal ve Siyasal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı adlı kitabında, 1920-1946 arasında yayınlanan belli başlı romanları ve romancı temayüllerini çalışmasına konu ediniyor. Bir girişle dört bölümden meydana gelen kitap, Cumhuriyet dönemi Türk romanını şu başlıklarla ele alıyor:

1. Sosyal ve siyasî olaylarla doğrudan ilgili romanlar.

2. Bir fenomen olarak Anadolu’yu işleyen romanlar.

3. Aşk romanları.

4. Tarihî serüven romanları.”[3]

Kur’anda kaleme yemin edilmekte,kalemin ve yazının insan üzerindeki tesiri anlatılmaktadır.Bu zamanın en büyük silahı kalemdir.Silahların yapamadıklarını kalemler yapmaktadır.Bu da şiir,makale,hikaye,roman,tiyatro ile kendini göstermektedir.

Ahirzamanda harpler harflerle olacak.[4]

Zehirli sözler,tohum gibidir,nesilleri bitirir.Batsın bu dünya,heryer karanlık,her şey bomboş hancı sarhoş…

Bazen ifrat edilmekte,bazen de tefrit de bulunulmaktadır.

“Geçmişlerimizdeki şahsi ihsanlara ne dersin?Onlar ümmetin eminleri ve reşidleri idiler.Devletin kılıçları ve salahı idiler.Abbasiliğin bütün ikramları bir arpa danesine değmeyen bir şiire on dinar vermekle tecelli etti.

Buna bakılması lazım.Bununla beraber bu ikramlar insanlığa ve millete döndü.Çünki şiirin hizmet ettiği lisan,milliyetin ipidir.Üstelik bu zaman milliyete olan ihtiyacımızı keşfetmiştir.Ve bu yüksek maksada kapıyı açmıştır.”[5]

Bunun en güzel kullanılması gerek.Zira bu topluma yansıyınca menfi düşünce ve uygulamalara da bir çok kapanılması güç kapılar açıyor.

Nitekim toplumun veya çocukların Allah’a yakınlaştırılmaları gerekirken,bilnçsizce O’ndan uzaklaştırılmaktadır.Allahtan korkmamalı bilakis onu sevmeli.Cenab Şahabettin bir sözünde:”Allahı seven ondan korkar,ancak ondan korkan onu sevmez.”Yani onu sevmediği gibi,ondan kaçar,oysa ona koşturmalı,ona kaçmalı ve o yönde teşvikatta bulunulmalıdır.

Devletlerin yıkılmasında ilim ve kalem erbabının halkdan kopması ve belli kesime tahsisi iken,bugün Üstad Bediüzzaman Hazretleri medreseleri,ulemanın tahsisinden kurtarıp,halkın ve umumun tahsisine açmıştır.

Mevlananın Mesnevisinde hakikatlar misallerle anlatılmaktadır.Mesela,Mesnevideki hikayede,çöldeki iki karı koca bağdattaki sultana su hediye götürüyor ,sultanda onlara bir küp altın verip denizden gönderiyor.Onlar denizi görünce kendi sularının yanında sultanın zenginliğini anlıyorlar.[6]

Bediüzzaman Hazretleri de eserlerinde sürekli Kur’an-ın tarzı olan mesel ve temsilleri çokça kullanmakta,konuları hikayelerle akla dürbün gibi yaklaştırmaktadır.

Bu konuda Roman,Hikaye,Sinama,Tiyatro,Edebiyat ve Şiirdeki yanlışlara deyinerek,yapılması gereken hususlara dikkatimizi çekmektedir:

“Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin (uyuşturucu) hem münevvim (uyutucu)); hakikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san’at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Sani’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.”[7]

Bu millet sefihçe eğlencelerle birkaç asırdır oyalandı,kandırıldı.Avrupanın düzmece eğlenceleri edebiyat diye sunularak millet uyuşturuldu ve uyutuldu.Süzmeden ve mihenge vurulmadan alınan ve bizim ve Kur’anın malı olmayan bu edebiyat ve kültür zorla bize zerkedildi.Erkeğe kadın,kadına erkek elbisesi giydirilerek edebden uzak edebiyat yapılmaya çalışıldı.

“Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur’anın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir. İşte

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.”[8] ifade ettiği azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalağalı bir belâgat için muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalağa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vaki’ bir surettedir.”[9]

Ulvi değil süfli duygular harekete getirilerek,sefil bir neslin türemesine çalışıldı.Dünyada en şaşılacak bir şey varsa;oda asırlardır kendi din ve kültürüne hizmet eden bir milletin bir anda tersine aleyhine dönmüş ve döndürülmüş olmasıdır.

“Daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlâdlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat’iyyen biliniz ki; bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle isbat etmiştir. Âdeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedid muannid ve mu’terizlerin eline girip; hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikatı cerhedememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve masum hemşirelerime ve evlâdlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.”[10]

Meşru eğlencelerle yetinilmeyerek haramda bir zevk arandı.

“İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünki ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüzbinler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve mübtela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım, diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Arasıra sinemaya -ibret için- gittiğimden; bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalime dedim ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.” Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neş’eli bir vaziyete inkılab etti. Şöyle ki: O hazîn hale karşı Kur’andan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Şimal-i Şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette zerre mikdar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki bin birden dokuzyüz doksandokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul’a geldin. Aynen öyle de; senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.”[11]

“Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, manen sukut, zahiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “i’dam-ı ebedîye sevkediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye manevî kulağına üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüzbin defa el’iyazü billah!..”[12]

“Rivayette var ki: “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra

[13] vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.”[14]

“Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.” Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta’nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve Risale-i Nur’a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilayetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.”[15]

Bu millet yaptıklarıyla adeta kadere fetva verdi,belalara davetiye çıkardı.İlahi ikazlarla da uyanmadı,aldandı.Bu da göstermektedir ki;uyandırılana kadar ikazlar devam edecektir.Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmemektedir.Hiç bir şey tesadüfü değil,beşerin ameliyle alakadardır.

“Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz.” Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar.” kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz.” dediler. Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret sû’-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû’-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû’-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir.” İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû’-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iyye ile, sû’-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”[16]

Sanat millet ve vereceği fayda için değil sanat adına yapıldı.Her türlü herzeler meşru görüldü.Ne türlü namussuzluk yapılırsa ona sanat kılıfı giydirildi.

Tıpkı şu örnek gibi;Lise son sınıftaki öğrencilerime ne olmak istediklerini sorduğumda içlerinden birisi kalkarak avukat olacağını ve konuşmanın devam eden kısmında da önüne gelen cinayet,hırsızlık gibi her türlü davayı savunacağını çünki avukatlığın bir savunma mesleği olmasından dolayı kötülüklerinde savunulmasında bir beis olmayacağını söylemişti.

Konuşmamızda avukatlığında bir doktorluk mesleği gibi bir dürüstlük yemini ettiğini,adaleti yıkmak değil tesis etmekle,toplumdaki güveni oluşturup insanlar arasındaki uyumu sağlamak mecburiyetinde olduğunu uzunca anlatarak iknaya çalışmıştık.

Şimdiki sanatkarların ve edebiyatçıların yaptıklarıda bundan pek geri kalmamaktadır.

Ve Hürriyet adına kim ne işlese mübah görüldü.Oysa gerçek hürriyet odur ki,kişi ne kendisine ne de başkasına zarar vermemesidir.Bizdeki hürriyet hem kendine hem de gayra zarar verdi.

” Cumhuriyet gazetesinde neşredilen bu nasihatler 1956’da Sebilürreşad tarafından iktibas edilir.Sultan Abdülhamid’in Enver Paşa’ya tarihi hakikatler içeren nasihatleri şöyledir:

-“Enver Paşa, sana oğlum diyorum. Evet çünkü sen de bizim aileye karışmış bulunyorsun. Hanedanımızın sevgili damadısın…

Oğlum Enver, 33 sene saltanat sürdüm. Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemayeşa, bir hürriyeti, gelişigüzel bir serbestiyi de hiç bir zaman hoş görmedim…

Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis’i Mebusan’ı ben açtırdım. Fakat mebusların kâfi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce aynı Meclis’i ben kapattırdım. Bilir misin ki, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nın verdiği ilanı harb kararı bize neye mal oldu?

Bu Rus Harbi ile tekmil Balkanları, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önliyemedim. Mithat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç neticelerini çabuk gördük. Plevne’nin şanlı müdafaasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen mağlub olduk. Rus orduları Ayastfanos’a kadar geldiler. Zabitleri İstanbul’a girdi ve bize şerefsiz bir muahede imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim.

Şimdi sizler de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. İnşaallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah felâketle biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır damad?

Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zaptettiniz, Saray’a kadar dayandınız, beni hal’ettiniz, hepsi güzel.

Unutmayınız ki emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiç bir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar.

Üstelik 31 Mart hadisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiç bir alakam yoktu. Asileri tahrik edenler elbette vardı. Fakat bunlar asla Saraya mensub kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnedsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdanî bir hareket değildir.

Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu’dur. Bu Yahudi’yi ne diye karşıma çıkardınız? Bununla bu makamı elin Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik’te bir mason locasının üstadı azamı olan bu zat ile Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen bir müessese encam bir Musevi’nin tebligatı ile Hanedan’ı Ali Osmani’nin bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin, istikbalin parlak görünmektedir.Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir baba nasihatı vereyim:

Bugün insanı aklışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et…Allah yolunu açık etsin!..Allah millete, devlete zeval vermesin…”[17]

“- Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilâfı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.”[18]

“Kaç defa, büyük içtimalarda heyecanları hissettim, korktum ki, avâm-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla, heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim; bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim halde, işlerine karıştım. Demek, cinayet ettim (!)…”[19]

“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünki ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”[20]

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle. Şöyle ki:”[21]

“İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[22]

“İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…”[23]

“Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:”[24]

“Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[25]

“Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:”[26]

“Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir”[27]ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzakından sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[28]

“Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran ­ Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[29]

“Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-ı dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini sen kendin istihrac et.”[30]

“Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.”[31]

“Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:”[32]

“İşte haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi tevfik-ı İlahî ile hakikat-ı ulyaya geçeceğiz. Geçmiş “Oniki Suret”e mukabil “Oniki mütesanid Hakikat” ile bir “Mukaddime” beyan edeceğiz.”[33]

“BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatları var.

Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:”[34]

“İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.”[35]

“DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki hikâyede oniki suretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmasına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın… Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi’ ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dâr-ı âhireti halk etmesin? Bu hakikata oniki kapı ile girilir. Oniki hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:”[36]

“Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: Bir adada bir içtima var… Bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadet’e ve hayalen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz. Tâ ki, Resul-i Ekrem’i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubudiyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[37]

“Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihazatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi; insanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler.”[38]

“Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:”[39]

“Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zîşan bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların husulü ise, iki şeye mütevakkıftır:”[40]

“Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör:”[41]

“BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:”[42]

“Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:”[43]

“Tevhidin hakikat-ı uzmasına ve “Âmentü Billah” imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur’an, nur-u iman sayesinde tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki oniki bürhana mukabil, oniki lem’a ile bir mukaddemeyi göstereceğiz.”[44]

­

“Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:”[45]

“Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette “Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır? Yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında “Ya Rahîm” farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Ya Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Ya Rahîm” çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?” Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Ya Rahîm” nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.”[46]

“Altıncı Asıl: Beyn-en nas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer. Hakikî manasına bakılmaz. Ne maksad için sevkedilir, ona bakılır. İşte bu neviden beyn-en nâs tearüf etmiş bazı kıssa ve hikâyatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için, temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi mes’elelerin mana-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nasa aittir ve teârüf ve tesamu’-u umumîye raci’dir.”[47]

“Eğer, bir şübheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız. Birtek suresine bir nazire yapınız.” “İşarat-ül İ’caz”da izah ve isbat edildiği için burada yalnız icmaline işaret ederiz. Şöyle ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan diyor: “Ey ins ve cin! Eğer Kur’an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kur’an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız. Bunu yapamazsanız, haydi ümmi olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ana bir nazire yapınız. Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan hakaik-i Kur’aniyeden ve manevî çok mu’cizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazire olarak bir eser yapınız.” [48] ilzamıyla der: “Haydi sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur’an kadar olmasın, yalnız on suresine nazire getiriniz. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz. Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde; çünki haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette

[49]işaretiyle Cehennem’de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehennem’e gidiniz!” İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: Evet beyan-ı Kur’andan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.”[50]

“Evet Kur’anın hitabı evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile deyip tehdidleri ve zülümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azablarla baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim (A.S.), Musa (A.S.) gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.”[51]

“Hem meselâ: Sure-i de sekiz defa tekrar edilen şu “Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah’tır.” [52] âyeti, o surede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin namına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek; izzet-i Rabbaniye, o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i’cazlı bir ulvî belâgattır. Hem meselâ: Sure-i Rahman’da tekrar edilen “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” [53] âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta “Yazıklar olsun o gün yalanlayanlara!”[54] âyeti, cin ve nev’-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden, küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semavata tehdidkârane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes’ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcaz ve cemalli bir i’caz-ı belâgattır.”[55]

Kur’an geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olayları hikaye ederken,bununla beşeri ibret ve ders almaya sevketmektedir.

“İçtihadda yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.

İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihad bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.”[56]

“Birinci temsil: Onbirinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi: Nasılki bir Sultan-ı Zîşan’ın, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin enva’ı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mehareti olsa ve hesabsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa.. her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemal ve kemal-i manevîsini, iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en latif san’atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini Yaver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?) o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de: ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitab, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelal’in has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.”[57]

“BİR SUAL: Diyorsunuz ki: “Sen Sözler’de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?”

ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez.

Hem meselâ: “Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat’î bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.

İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

İKİNCİ SUALE CEVAB: Malûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikîsi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise, o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse; mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misallerinden: (Filanün tavîl-ün necad) denilir. Yani: “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mana-yı aslîsi, maksud değil.

İşte Onuncu Söz’ün ve Yirmiikinci Söz’ün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki’ olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mana-yı kinaiyeleridir. Mana-yı asliyeleri, bir temsil-i dûrbînîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.”[58]

“Beşinci Menba’ ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî

Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı.

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî

Ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir “Ümmi”den sudûru hârika-i zamanî…”[59]

“Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde “Oniki Bürhan” ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla isbat eder.”[60]

“İkinci Makamı ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, “Oniki Lem’a” namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında oniki bürhan-ı bahire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde isbat ediyor. O Lem’alardaki deliller o kadar kat’îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.”[61]

“Madem Cenab-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği manalara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki:”[62]

“İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:”[63]

“Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:”[64]

“İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zâten muhabere etmiyordum; etsem de pek nadir olarak bir mes’ele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes’ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[65]

“BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.

Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:”[66]

“Beşincisi: Varaka İbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra’nın ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telaş etmiş. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meşhur Varaka İbn-i Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka’nın yanına gitmiş, mebde’-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş:

Yani: “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin! İsa, seninle müjde vermiş.”[67]

“Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevi aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde; Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit; o iki düşman taife, eski adaveti unutup omuz omuza verip, o haricî aşireti def’edinceye kadar, dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.”[68]

“Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nev’inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.”[69]

“Meselâ: Bu bîçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca, -o vakit menfîlere çok dikkat ediliyordu, her akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde- ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşa’ya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti. Hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfadan diğerine (Isparta’ya) gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla: “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi olur.” dediler. Bende tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.”[70]

“İbn-i Abbas (R.A.) gibi zâtlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: “Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.”Bir rivayette bir defa ale’s-sevr demiş, diğer defada ale’l-hût demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevari hikâyelere bu hadîsi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “Sevr ve Hut”hakkında gördükleri hikâyeleri, hadîse tatbik edip, hadîsin manasını acib bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu sualinize dair gayet mücmel üç esas ve üç vecih söylenecek.”[71]

“Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve haric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilâttır veya bazı muhaddislerin tevilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a isnad edilmiş.”[72]

“Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un şerik ve naziri mümteni’ ve muhaldir. Öyle de: rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâtî gibi mümteni’ ve muhaldir.

Amma ikinci muhaldeki müşkilât ise müteaddid risalelerde isbat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse; bütün eşya, bir tek şey gibi sühuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, bir tek şey, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, müteaddid ve kat’î bürhanlarla isbat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki: Nasılki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisab etse, o memur ve o asker o intisab kuvvetiyle, yüzbin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazan bir şahı esir eder. Çünki gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi; ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillü hârika olabilir. Nasılki karınca, o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harab ediyor. Sinek o intisab ile, Nemrud’u gebertiyor. Ve o intisab ile, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor.Eğer o intisab kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımağa mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet mikdarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar!..”[73]

“Hak’tan olmaz şikayet, belki maksad hikâyet…”[74]

“Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski harb-i umumîde Rusya’nın şimalinde doksan zabitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: “Neden bu haksız tedbiri yaptın?” Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır.”[75]

“Birinci Hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:”[76]

“İkinci Hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zâten muhabere etmiyordum; etsem de pek nadir olarak bir mes’ele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes’ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[77]

“Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitablarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…”[78]

“Takdimiyle hasrı ifade eden kelimesi, bazı ehl-i kitab’ın iman ettikleri âhiret hakikî bir âhiret olmadığına ta’rizdir. Çünki onların [79]âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi: “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır.” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.”[80]

“İkincisi ise: İlm-i Sarf’ta , , bütün fiillerin terazisi olduğu gibi; üslûblarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafız ile ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri tabir eden bir zamirdir.”[81]

“Evet Kur’an-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatça malûm bir nükte içindir. Şöyle ki:”[82]

“Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.”[83] âyet-i kerimesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in işaratından fehmettiğime göre,mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir. Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[84]

“Kur’an -başından sonuna kadar- gayr-ı belig, gayr-ı ahlâkî, yahud terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.”[85]

“Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rü’yalar gibi olur. Evet bu kâinatın perdesi altında çok acaib şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o hârika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.”[86]

“Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan:

şiirin şümulüne dâhilim. Çünki gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah intibah değilmiş. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh medenîlerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rü’yasında güya uyanıp, rü’yasını halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rü’yasında onun o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarıbuçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?”[87]

Altıncı Mektub’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektub’a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan vâlideme dahi okudum. Okurken vâlidem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da, acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi.”Hüsrev.[88]

“Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:”[89]

“Kardeşlerim! Size latif bir hikâye:”[90]

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:”[91]

“Hâfız Ali’nin mektubunda bazılara hitaben yazdığımız bir mektub ile ve hâdise-i hazıra dair hafif geçeceğine ait son mektub, bugünden bir hafta evvel postaya verilmiş. Hâfız Ali, yoldaki o iki mektubu okumuş gibi mektubunu yazması, sadakatının bir lem’a-i kerameti olduğu gibi; aynı günde, -hiç vuku’ bulmamış- yanıma ehemmiyetli büyük bir memur-u siyasî gelmesini Nazif’in arkadaşlarından Köroğlu Ahmed rü’yada aynen görüp, o memurdan üç saat evvel rü’yayı bize hikâye edip tabir istedi; tabiri, tevilsiz çıktı.”[92]

“Mâdem Cenâb-ı Hak, sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki :”[93]

“Dört aydanberi, bu hayat-memat mes’elesinde, hiçbir yerden benim acınacak halim bir mektubla dahi sordurulmadığı; ve benim hakkımda halkı tenfir edecek bir surette teşhir etmekle nefret-i âmmeyi aleyhime celbedip bütün bütün teshilât ve muavenetten mahrum kalmış, garib ve kimsesiz halimi tasvir eden, itiraznamemde izah ettiğim bir hikâye:”[94]

“Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, min haysü lâyeş’ur ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.”[95]

“Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aittir. Fakat kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aittir. Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh’a aittir. Evet mütekellim suver ve müstetbeatta muahaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola… Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir. Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikâyetin köşelerine git. Zira cüz’de cari olan, bazan küllde dahi cari olabilir…”[96]

“Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes’eleyi zikrettim. O mes’eleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm…”[97]

“”Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin ­ demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.”[98]

“Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin.”[99]

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.”[100]

“Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:”[101]

“Ey insan-ı gafil! Ey dünya için dinini ihmal eden! Şu temsilî bir hikâyeyi dinle. Tâ dinsiz dünyanın hakikatını göresin.”[102]

“Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki dekaikı fehmettin ise, hakikatı ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini de sen istihrac et.”[103]

“Evet tevekkül etsen, dünyada istirahatın, âhirette istifaden kat’îdir. Mütevekkil ile sözü anlamayan gayr-ı mütevekkilin misalleri şu hikâyeye benzer ki:”[104]

“Yahu şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. İşte hikâyemin yarısı bu kadar.”[105]

Mehmet ÖZÇELİK

24-11-2004

[1] 5-9-2004.

[2] İbrahim Refik.

[3] Mustafa Miyasoğlu.Milli Gazete.19-09-2004

[4] Mehmet Kırkıncı.Hayatım-Hatıralarım-62.

[5] Asar-ı Bediiye.

[6] Bak145.

[7] Sözler.736-738,Kastamonu Lahikası.174-176.

[8] İsrâ Sûresi, 17:88.

[9]Sözler. Age.411.

[10] Lem’alar.203.

[11] Age.237.

[12] Mektubat.421.

[13] “Mesih Deccalın fitnesinden… Ahirzaman fitnesinden… (sana sığınıyoruz Allah’ım).” Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

[14] Şualar.584-585.

[15] Kastamonu Lahikası.262.

[16] Emirdağ lahikası.2/242-243.

[17] Sebilürreşad, IX/222, (Haziran-1956), S. 251-252.)”Milli Gaz. Fahri Güven.

[18] Tarihçe-i Hayat.65.

[19] Age.65-66.

[20] Sözler.5.

[21] Age.5.

[22] Age.16.

[23] Age.18.

[24] Age.20.

[25] Age.22.

[26] Age.25.

[27] Allah’ın varlığına ve birliğine ve âhiret gününe îmân ettim.

[28] Sözler.Age.30.

[29] Age.34.

[30] Age.37.

[31] Age.48.

[32] Age.48.

[33] Age.58.

[34] Age.59.

[35] Age.61.

[36] Age.63.

[37] Age.70.

[38] Age.88.

[39] Age.120.

[40] Age.122.

[41] Age.122.

[42] Age.130.

[43] Age.254,Şualar.244.

[44] Age.291.

[45] Age.315.

[46] Age.334.Haşiye.1.

[47] Age.342.

[48] Hud Sûresi, 11:13.

[49] “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.

[50] Sözler.Age.383-384,Mektubat.186.

[51] Age.451-452.

[52] Şuarâ Sûresi, 26:9.

[53] Rahmân Sûresi, 55:13.

[54] Mürselât Sûresi, 77:15.

[55] Sözler.Age.454.

[56] Age.491-492.

[57] Age.573-574.

[58] Age.615-616.

[59] Age.734.

[60] Age.784.

[61] Age.784-785.

[62] Mektubat.24.

[63] Age.64.

[64] Age.64.

[65] Age.65.

[66] Age.81.

[67] Age.173, Buharî, Bedü’l-Vahy: 3; Enbiyâ: 21; Ta’bîr: 1; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 4:304, no. 2846; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Acurrî, eş-Şerîa, 443; Ebû Naîm, Delâilü’n-Nübüvve, 1:217.

[68] Age.269.

[69] Age.343.

[70] Lem’alar.41.

[71] Age.90-91.

[72] Age.94.

[73] Age.183-184.

[74] Age.279.

[75] Şualar.321.

[76] Age.464.

[77] Age.465.

[78] Age.521.

[79] Bakara Sûresi, 2:80.

[80] İşarat-ül İ’caz.58.

[81] Age.136.

[82] Age.177.

[83] En’âm Sûresi, 6:59.

[84] İşarat-ül İ’caz .Age.207.

[85] Age.216.

[86] Mesnevi-i Nuriye.27.

[87] Age.125-126.

[88] Barla lahikası.73-74.

[89] Age.253.

[90] Kastamonu Lahikası.21.

[91] Age.88.

[92] Age.137-138.

[93] Tarihçe-i Hayat.174.

[94] Age.237.

[95] Muhakemat.31-32.

[96] Age.44-45.

[97] Age.50-51.

[98] Age.63.64.

[99] Age.109.

[100] Age.149.

[101] Hutbe-i Şamiye.74,78

[102] Nurun İlk Kapısı.14.

[103] Age.20.

[104] Age.105.

[105] Sünuhat-Tuluat-İşarat.65.




İLİM TEK İDİ

İLİM TEK İDİ …

Hz.Ali’nin deyimiyle:”İlim tek idi,onu cahiller çoğalttı.

Yaratılışın ilk başlangıcında,insanın dünyaya ve aleme ilk ayak basışında ilim bir ve tek idi.O da marifet veya Marifetullah idi.

Her şeyde ve her yerde okunan ve konuşulan ilim marifet ve marifetullahı netice veren iman ilmi idi.Zamanla meydana gelen farklılıklar,uzaklaşmalar bu ilimden de insanları uzaklaştırıp,yabani ve yabancı kıldı.

Gafletten dolayı anlamayan,anlıyamayan insanların varlığı,zamanla gabavetinden inkâr edenlerin zuhuru ve buna karşı muhtelif yorum ve izah usulleri,ilmi adeta dallandırmaya,yavaş yavaş kökünden uzaklaştırmaya başlar oldu.

Yanlışlıkların artmasıyla beraber o oranda onları düzeltmeye çalışmak için değişik yorumlarda o ölçüde artar oldu.

Asırlar boyu devam eden bu mücadele her asırda farklı mücadele yollarıyla karşı karşıya gelerek,iki farklı dalların uzamasına,kökte birleşememelerine yol açtı.

O dalarlıda tekrar birleştirecek olan ayrıldıkları kökte tekrar buluşmaktır.

İnsanlık başlangıç itibarıyla nasıl ki kökten ayrıldılar ise,yine buluşacak ve birleşecekleri,ittifak edip anlaşacakları nokta da kök ve asıl olan marifet ve marifetullahtadır.

Nasılki bir babadan türeyen insanlık,zaman içerisinde bir çok babaların devreye girmesi,dil-din-eğitim farklılıkları bu farklılıkların doğal olarak zuhuruna zemin hazırlamıştır.

Cemil Meriç’in ifadesiyle;Doğu-Batı beynin iki yarı küresi gibidir,diyerek,başlangıçta birbirini tamamlayan beynin iki yarı küresi,zamanla birbirine ters düşer olmuştur.

Ve aslından uzaklaşan insanlık sürekli arayış içerisinde olmuştur.İşte yine Cemil Meriç ifadesinde olduğu gibi ki;o kendisinin hayat devrelerini şöyle tanımlar:”1917-1925;koyu Müslümanlık devri,1925-1936;şoven milliyetçilik devri (Meriç soyadından önce bir ara Şaman ve Yılmaz soyadlarını kullanır.)1936-1938;Sosyalistlik devri,1938-1960;’Araf’ dediği kuluçka devri,1960-1964;Hint devri.1964’ten sonra ise sadece Osmanlıdır.”[1]

İnsanın başlangıçtaki var edilişi,varlığa farklı bir model olarak seçilip çıkarılışı,esmanın ona öğretilmesiyle başlamış olup,yükselişi de o esmayı taallümle sürdürmektedir.Diğer varlıklardan ortaya çıkan farkı;bu talim ve taallümdür.

Yaratılıştaki sır,bir gizli hazine olduğunu ifade eden Rabbimizin kendisini bilmesi ve de bildirmesinin sırrı,ilminde,marifetinde açılımı olan isimlerinin zuhuru ve detaylandırılmasıdır.

Marifet esmada gizlenmiştir.Allah’ın her bir isminde binler esrar ve marifet pencereleri vardır.

Başlangıçta bir olan ilmin,gittikçe açılması,dal ve budak salması kabiliyetlerin farklılığı,farklı anlayışı,onların kendi seviyelerine indirip,onun seviyesine çıkmamaları veya çıkamamaları;bir olan ilmin binlerce,kısa olan marifetin uzayarak gelmesine sebeb teşkil etmiştir.

“Hiçbir şey yoktur ki,Allah’ı kendi diliyle tesbih etmiş olmasın” hakikatınca, marifet o tesbihi duymakta,hatta onunda ötesinde görmektedir.

Peygamberler her bir mesleğin piri durumundadırlar.Bu da Allah’ın orada görünen esmasının bir inkişafıdır.Mesela,hastaları iyileştiren Hz.İsa’da Allah’ın Şafi ismi,ölüleri diriltmesiyle Hay ismi en mükemmel mânada tecelli etmektedir.

Peygamber Efendimizin gerek diğer insanlardan ve peygamberlerden farklı oluşu ise;O zatta Allah’ın bütün isimlerinin gerçek manada tecellisi iledir.

Mehmet ÖZÇELİK

04-05-2005

[1] İslam Ansiklopedisi.c.29/sh.190-191.




Y A R A T I L I Ş

Y A R A T I L I Ş

Allah-ın irade sıfatının bir neticesi olan insan;meleklerin bir yandan yaratılmasındaki manayı anlamak ve açıklamasını istemek demek olan İstifsar-la beraber,diğer yandan insanı”yer yüzünde karışıklık çıkaran”diye tavsif etmelerine karşılık;Allah sevdiği ve kendisini sevmesini istediği o insandan yana tercihini koymuştur. Bu tercih insanın da O’nu sevmesine ve ona teveccüh etmesine sebeb olmuştur.

İnsan unutulmadığını,tercih edildiğini unutmamış,ebede dek teveccüh ve yaradanına yönelmeyi terk etmemiştir,döküntüler olsa bile…

Ve ona olan sevgisini aşk derecesinde göstermiş. Adeta yanmıştır. Olgunluğunu yanmada bulmuştur.

Hamdım. Piştim. Yandım.

Melekler hamlara ve hamlığa bakmış,hamca bir varlık tasavvur etmişlerdir.

Allah ise;”Muhakkak ki ben bilirim,siz bilemezsiniz.” Siz benim bildiğim mana ve hakikatı “Bilmezsiniz.”demiş,tercihi yaratılıştan yana yapmıştır.

Tercih ile insana teveccüh ediyordu. İnsan da ona minnetdârâne müteveccih ve müteşekkir oluyordu.

Bu ona ma’kes,mazhar ve ayinedarlık yapmaya neden oluyordu.

Aynadaki güzellikler aynada değil,aynada görünenden kaynaklanıyordu. tüm güzellikler O’ndandı. Melekler bunu bilmiyor,Allah ise,biliyordu.

“Ben bilirim,siz bilmezsiniz.”diyordu. Ve öylede diliyordu.

Neticede insan diri diri,dizi dizi diziliyor,diriliyordu.

Melekler insanlardan çoktu. Canlılarda onlardan. Ancak kıymet kemiyet de değil,keyfiyet de idi. İnsan da keyfiyet de idi,keyfiyetli idi,keyifli idi.

13-12-1998

MEHMET ÖZÇELİK




Ö Ğ R E T M E N L İ K

Ö Ğ R E T M E N L İ K

Başta peygamberler bu mesleğin öncülüğünü yapmışlardır. Ve sahifelerle başlayan peygamberlik,kemal manada kitapla yani Kur’an-ı Kerim-le son bulmuştur,doruk noktaya ve zirveye ulaşmıştır. Ulül-azim peygamberlere özellikle kitab gönderilmiştir.

124 bin peygamber bu tebliğ müessesini işletmişlerdir.

Dünya hayatı öğretmen ve kitabla başlamış ve onunla son bulmuştur.

Bir öğretmen insanları sonsuza,ebediyete sevk edip gönderen bir şahsiyettir. Kendi müessiriyetinin kuvvetine göre,tesirinin de nerede biteceği asla bilinemez.. Ebede kadar gidebilir.

Kendisine tesiri olmayanın,başkasına tesir etmesi düşünülemez. Cahil cahil olanı aşamayacağından,bilgili olan da tesir icra edemez. İlim ve bilgide adım atamayan,ilerilere nasıl sıçrayabilsin,ulaşabilsin?

Öğretmen;talimiyle ve talim ettiği şeylerin kapasite ve kalitesi nisbetinde öğretmendir.

İlk talim olayı Allah’ın Hz. Âdem ve onun şahsında zürriyetine “Eşyanın isimlerini talim”[1] ile başlar.

Talimden amaç,taallüm yani öğrenmektir. Bundan gayede öğrenilmesi gerekeni öğrenmektir. Ve o öğrenilenle Allah bilindiği nisbette[2] bir değer taşır,aksi takdirde bir yüktür.[3]

Öğretmen;öğrettikleriyle gizli olan,kapalı bulunan kabiliyet değerlerini açmış olmaktadır.

İnsan kabiliyetleriyle insandır. Onların açılmasıyla da insan-ı kamil yani mükemmel bir insan olur.

Bu hizmetinden dolayıdır ki;dünyada her şeye kıymet biçilebilse de,öğretmene ve öğrettiklerine kıymet biçilemez.

Allah’ın Cebrail aracılığıyla bildirmesinden saadet asrı oluşuyor. Cehalete üstün geliyor.

Öğretmenler bu peygamber mesleğiyle kıymet bulmakta,kıymetlenmektedirler.

Kur’an-ı Kerim-de peygamberler anlatılırken:”Onların ücretlerinin Allah’a aid olduğu..”ifade edilir.[4]

Öğretmeninde birinci vasfı bu olmalıdır. Bu gaye zihninde yer etmelidir. Madde ise vesilelik de kalmalıdır ki;o vasfa ulaşılabilsin…

Öğretmen devamlı araştırma ve çalışmalarıyla kendilerini yenilemelidirler. Ta ki kendisi de başkalarını yenileyebilmiş olsun. Aksi takdirde kendisi okuma arzusu içerisinde olmayıp okumayan ir öğretmen;talebelerine de okuma ve öğretme arzusunu aşılayamayacağından,soğuk demiri döven demirci gibi,havanda su dövecektir.

Aileler,bir hamur haline gelmiş veya getirilecek durumda olan çocuklarını öğretmene teslim ederek;istediği şekilde yoğurmasına,şekil ve biçimlendirmesine zemin hazırlarlar.

Ancak kolay bir olay değildir. Anne ve babalar bir iki kişiye bakmaktan aciz kalırlarken;öğretmen yüzlercesiyle muhatab olmaktadır. Oda her cins,her tip çehre,talebe sayısınca kabiliyetlerle karşı karşıya kalmaktadır.

İlk okuldaki çocuğun durumu biraz daha farklı ve hassas olduğundan,çocuk da o dönemde mayalanır. Ya bir mayası bozuğa rast gelirse,seyreyle gümbürtüyü,seyreyle… Çünkü:”Arı su içer bal akıtır. Yılan su içer zehir akıtır.” İkisi için de su sudur. Ancak yapının bozukluğu,birini bala dönüştürürken,diğerini zehire dönüştürmektedir.

Nitekim öyle zehir kusan birisiyle seksenin sonunda karşılaşmış,kustuğu zehiri iğrenerek yüzüne savurmuştuk. İlk okul talebesine sınıfta Allah’tan şeker istemelerini,daha sonra da zehirini kusmak üzere kendisinden istemelerini ve cahiliyet dönemlerinde olduğu gibi,şeker vererek zehirini kusmaktan geri durmuyordu.

Evet,cennet ucuz olmadığı gibi,cehennem dahi lüzumsuz değildir.

Hz. Ali’nin:”Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”Bu kolay bir şey olmasa gerek! Harfin niteliğine ve kalitesine göre değişiklik arz eder.

Kiminin öğrettiğinden köle olunurken,kimininkinden de düşman. Kimininki köle yaparken,kimininki de kölelikten âzad ettirir.

Yunusumuzun ifadesiyle:”İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsen,ya nice okumaktır.”

Öğretmen talebesine,evvela -kendisini tanıttırıp,bildirmeli,Rabbisini bildirmelidir. Aksi takdirde kişiyi Allah’a götürmeyen ilim,ilim olmadığı gibi,ilmi gölgelemektir.Bu duygu temel olarak öğrencinin ruhunda yer ettirilmelidir.

Zira:”Aklı aydınlatan fen ilimleridir. Kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde;birincisinden şüphe ve inkar,ikincisinden de taassub ve cehalet çıkar.”

Öğretmenin hiçbir meslek erbabıyla kıyaslanmayacak derecede bir imtiyazı vardır.

Bundandır ki;milletlerin ıslahı da,ifsadı da öğretmenin eliyledir.

Öğretmen toplum vücudunun beyin yapısıdır. O bozuldu mu,tüm vücut bozulur. O iyi oldu mu tüm vücut iyi olur,sağlığına kavuşur.

Öğretmen;koyun gibi olmalı,kuş gibi olmamalı. Çünkü koyun yavrusuna saf ve berrak,hazmedilmiş bir sütü verirken,kuş yavrusuna kusmuntusunu verir.

Öğretmen de ilmin özünü ve özetini vermelidir. Kısır ve kışırlarla uğraşmamalıdır.

Öğretmen;bulunduğu makamın ehemmiyetindendir ki;yeri ya minare başıdır,ya da kuyu dibidir. İkisinin ortası yoktur. Ya zirvededir,ya da çukurda. Ortada tutunacak ve duracak bir yerde yoktur. Ancak diğer her mesleğin ortasını bulmak mümkündür.

Öğretmenlik;Allah’ın kevni yani tabiattaki ve Kur’an-daki âyetlerinin okunduğu meslek.

Allah’ın rızasının kazanılıp,gayeler üstü bir gaye. Gaye peşinde koşanların,kendini bir davaya adamışların,hedefi tayin edilmişlerin topluluğu.

Öğretmenlik;Kur’an-ın ilk emri olan:”Oku” emrinin icra edildiği mahal.

Öğretmenlik:”Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.”emrinin uygulama sahası. “İlim Çin-de dahi olsa alınız,öğreniniz.”hakikatının ifa edildiği yer.

Öğretmenlik:”Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[5] Elbette bir olmaz. Çünkü biri biliyor,diğeri bilmiyor.

Öğretmenlik;gecenin karanlığını izale edip,bedeviyetten medeniyete geçiş noktası,geçmişle gelecek arasında bir köprü,insan psikolojisini bilerek manevi alemine girme,tedavi merkezi.

Öğretmenlik;anarşinin kaynaklandığı girdapları beş reçete ile teşhis ve tedavi eder. Bunlar;Hürmet,Merhamet,İtaat,Emniyet,Helal ve Haramı bilip haramdan kaçınmayı öğretir. Toplumda sevgi,saygı,muhabbet duygularını yetiştirir ve yeşertir.

Öğretmenlik;bir fidanın hassasiyetle büyütüldüğü bir meslektir. Yaptığım bir ankette özetle çocuklar şu üç şeyi istiyorlardı:İlgi-Bilgi-Sevgi…

Hasılı öğretmenlik;Matkapla değil,suyla taşı delme sanatıdır.

M. Baudier-in ifadesiyle:”Türk milletinin başarılarına şaşırmamak lazım. Çünkü onlar elit kadroları nasıl yetiştireceklerini,gençleri nasıl disipline edeceklerini biliyorlar. Yine onları mükemmel insan haline getirirken,kabiliyetlerine göre taltif etmesini biliyorlar.”[6]

Öğretmenin kıymetinin düşmesi,öğretmenin kıymetini bilenlerin sayısını arttırmıştır. Bunun telafisi;devlet ve öğretmen ikilisinin ciddiyetiyle mümkündür.

Madem millet bozulmuştur. Bu öğretmenin ve öğretmenlik mesleğinin ifsad edilmesinden kaynaklanmaktadır.

O halde meseleye bozulduğu yerden ve noktadan başlanılması gerektir. Kaybedilen bir şey,kaybedildiği yerde aranır ve aranmalıdır.

Bedir’de esir düşen her bir müşriğe on müslümana okuma yazma öğretmesi halinde serbest bırakılması şartı getirilmişti.

Osmanlıda öğretmen farklı idi. Medreselerin genelde bir ağırlığı ve kalitesi vardı.Oradan ayrılanlar ehil ve ehliyetli idiler. Maddi ve manevi donanmış kimseler olarak ayrılırlar,mezun edilirlerdi.

Bizde ise eğitim bir asırdır kimliğini bulamamış,ters yüz olmuş ve edilmiştir. Hala,neler yapalımlarla değil,nasıl yapalımlarla meşgul olunmaktadır. Yaz boz tahtası gibi…

Eğitimin çizgisi kesin olarak belirlenmelidir. Milletin mukaddesatıyla tam bir uyum içerisinde olmalı,asrın teknik ve teknolojisine ayak uydurmalı,gerisinde kalmamalıdır. Öğretmen tam olarak yetiştirilmeli,mesleğinde branşlaşmış olmalı,öğretmen-öğrenci monotonluktan kurtarılmalıdır.

Eğitim tüm kurumlarıyla;veli,öğrenci iletişimi ve bağlantısı koparılmamalı,talebe-öğretmen,öğretmen-idareci ve zincirleme olarak münasebet tesis edilmelidir.

Zira eğitimdeki kopukluk ve boşluk,toplumun her kesimine yansır. Nitekim köy enstitüleri bunun hazin bir neticesidir.

Bir asırdır eğitim,pusulasız olarak,okyanusun dalgaları arasında,daha doğrusu ırmağın sularında,rüzgarın sevk ettiği yöne doğru yol almaktadır.

Eğitimin hedefi ve gayesi yetmiş yıl önce,o dönemin şartlarında ve seviyesinde alınan kararlar doğrultusunda devam etmektedir.Oysa öyle bir zaman içerisinde bulunmaktayız ki;değil yetmiş yıldaki değişiklikler,artık yetmiş saat ve günde büyük değişikliklerle karşılaşmaktayız.

Yetmiş yıl,bir asır öncesinden alınan Tevhid-i Tedrisatı,ısrarla devam ettirmek,daha mükemmelini aramamak,eğitime yapılacak en büyük bir zarar olacaktır. Konuşulması ve de ileriye dönük olarak daha başarılı sistemlerin düşünülmesi gerekir.

Zira;son-u ilk belirler.İlk-ler,ilkeller ve ilk eller;bulundukları pozisyona göre de toplumların sonlarını belirlerler.

Bu gidiş nereye? Ve ne zamana kadar?

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.31,33.

[2] Alak.1.

[3] Cumia.5.

[4] Yunus.72,Hud.29,51,Şuara.109,127,145,164,180,Sebe’.47.

[5] Zümer.9.

[6] Sur Dergisi. 1990-Ekim.




ZİLLETLİK İFADELER

ZİLLETLİK İFADELER

Müslümanların ilimde gerilikle ittiham edilmesiyle,İslâmın geriliği ve geriliciliği yansıttığını söylemeye çalışanlar,İslâmiyetten ve yaratılışın gayesini bilmekten mahrum olduğunun bir ifadesidir.

İlerledin de,ayağından mı tuttular?demezler mi?

-Laikliği bir ucube şeklinde sürekli nazara verip,toplumun gündemine getirirken;yapılmak istenen İslâma baskı yapmak,İslâmiyete alternatif kılmaktır.

Ruha tıkılmaya çalışılan bir kalıb…

-Demokrasi göklere çıkarılırken,şeriat yerlere vurulmakta. Adeta hakaretin,demokrasinin kendisi olması,yaftasına hapsolunmaktadır. Buda şu düşünceyi akla getiriyor;Bir vasıta olan bu idare aracı ve sistemi adeta bir gaye yerine oturtuldu. Gayeler üstü gaye yerine,vasıtalar ikame edilmeye başlandı.

Sırf;bağcı dövmek için…

-Ekonomik çöküşten şikayet edilir. Ancak-aşırı dinci-muamma ifadeleriyle,inançlı,dininin gereklerini yapmaya çalışan insanların önleri ekonomik yaptırımlarla elleri-kolları bağlanmaya çalışılır. Âdeta mantıksızlık,mantığa üstün kılınır. Düşüncede olduğu gibi,yaşayışta da benden ileri olmayacaksın,politikası.

Politikanın ayak oyunları…

-Eğitimde getirilen yasaklama ve Tevhid-i Tedrisatın bağlayıcılığı ile,toplumun söz sahibi olmaklılığı engellenir ve eğitimin gelişmesine ortak kılınmaz.

Tek tüpten hava alan,tek tip insan tipi ve karakteri.

İpotek altına alınan karakterler…

-İmam-Hatiplere karşı gösterilen rahatsızlık,onunda ötesinde düşmanlık ile,toplumun maneviyattan uzak,tek yönlü yetişmesini sağlayıp;aklını fen ilimleriyle,kalbini de din ilimleriyle doyurmuş ve doldurmuş inançlı bir doktora,inançlı bir öğretmene,inancının gereğini yapmaya çalışan bir hemşireye karşı hazımsızlık göstermekten başka ne olabilir?

Tornadan çıkmış gibi kendi kalıbsız kalıbının dışında bir kalıba tahammül edememektir.

-Ordu ile ve ordunun tanklarla yürümesini sağlayıp,onu alkışlayarak,toplumda oluşan müsbet gelişmelere karşı oluşan bir potansiyele göz dağı vermek.

Bediüzzamanın ifadesiyle o ordu:”Kılıcını ayağına vurdurtmaz;düşmanına vurdurur.Kur’an-a hizmetkar eder;ağlayan alem-i İslâmı güldürür.”[1]

H.Cemal:”Gençliğin çengellenmesi,kışkırtılması da Uluç’un(Gürkan)görevleri arasındaydı.Ben ise”Şeriatçı basını tarardım Onlardan yaptığım alıntılarla “Askeri kışkırtma”işlevini üstlenmiştim”[2]

Ne büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını başlangıç ve sonucu mukayeseyle-yıllar sonra-şöyle değerlendirmekte;”Numeyrileri,Kaddafiler,Esad’ları,Saddam’ları model olarak,askeri kışkırtmak amacıyla savunmuştuk. Bütün bu modeller bize göre o zaman”tek partili demokrasi”idi.Bizim”cici demokrasi”ye göre daha ileri rejimlerdi.

….Eğer devrim’de istediğimiz gibi çok partili rejime askeri bir darbeyle son verip”tek partili demokrasi”mize kavuşsaydık,çeyrek yüzyıl sonra Türkiye de ancak bir Suriye olabilirdi,o kadar. İçine kapalı,güdük,sıradan bir üçüncü dünya ülkesi..”[3]

Yapılan iş devrim adına askeri kullanmak ve kışkırtmak idi.[4]

Ve”1960’lı,70’li yıllarda Türkiye’yi askeri darbeye götüren süreçler,gençliğin başına örülen çoraplarla işledi.”[5]

Sıhhıyede Ankara orduevinin önünde patlatacakları bombalar,devrim adına idi. Ve bütün bu işlerde “Şiddet şart”olarak kullanılıyordu.”Gaye için her yol mübah”dı.[6]

Nitekim Doğan Avcıoğlu grubu”Tepeden inmeci”idi. Yani askerle iş tutma meraklısı. Parlemento ve partiler bir darbeyle kapatılacak,önce”Demokratik devrim”yapılacak,sonra “Sosyalizme”gidilecekti.

“Buna karşılık TİP’liler askerle oynamaya,darbeye karşıydılar. Bunun faşizme davetiye olduğunu düşünüyorlardı. Ara aşama,geçiş dönemi vesaire de tanımıyorlardı. Onların sloganı sadece “Sosyalist devrim”di.[7]

Kendi”Fildişi kuleden devrim yapmak..”[8]sevdasıyla yatıp kalktılar. Haksız ve halksız kapalı kapılar arkasından. Duyulan hayranlık aklın ve muhakemenin değil,his ve sloganın hakimiyetin de olduğunu şu sözleriyle anlatır:””Toz kondurmuyordum darbeye. (27-Mayıs.1960) Bizi Demokrat partinin diktasından kurtarmıştı asker..”Diğer darbelerin zeminini oluşturmuş oldu 27 Mayıs ve sol sol zihniyetin fideliğini… Arkasından 12 mart,12 Eylül.. Bu kadar bile beklenmedi. 22-Şubat 1962 Harp okulu komutanı Talat Aydemir2in neticesiz kalan darbe girişimi takib etti.

Sürekli asker,siyasetin içine çekilmeye çalışıldı.

– Bazılarının yanlışlıklara doğru olarak inandığı ve kendi marifetsizliğini örtmek için karşıdakini tahfif edici ifadelerle,gericilik ve irticalarla muğlak bir mekanda boğma çabasıdır.

H. Cemal itirafında:Arkadaşları Mustafa Kuseyri yanlışlıkla arkadaşı tarafından vurulduğu halde”Kahrolsun faşistler”sloganıyla yürüyüşler yapılmıştı.[9]

Silahlı halk savaşı uğruna,”Bütün irtica yuvaları kurutulacaktı.”[10]

Bir asır öncesine baktığımızda bunun örneğini görebiliriz.

Nitekim 1889’da kurulan İttihat ve Terakki cemiyeti;Mahmut Şevket Paşa önderliğinde balkan komitecileriyle 13-Nisan’da başlayıp,21-Nisan-1909’da İstanbula yürünür.

Sultan Abdulhamid Han kendisinin indirilmesine sebeb olan bu olayı birinci orduyla durdurabileceği halde,sırf kan akmaması için buna müsaade etmez ve tahtından da olur. Yıldız sarayı isyancılarla yağmalanır.

Bir yandan halk,bir yandan asker bu kışkırtmalar ile tahrik edilir. Hürriyet uğruna Dini duygular tahrik ile ön plana çıkartılır. Bundan dolayı da;13-Nisan-1909 = 31-Mart-1325 olayı tarihe bir irtica olayı olarak geçer.

Bugünkü ve o zamandan bu zamana kadarki uygulamalar da görülen odur ki;Mahkum ve masum görülenler,hakim ve amir rolünü de üstlenerek,hem damat,hem de gelin olmuşlardır. Şahitler ve davetliler arada harcanmıştır.

Bu olayın sebebleri içerisinde=

1)Karışıklığın artıp,güvenin azalması.

2)Ermeni ve Rum gibi azınlıklarının hak istemeleri.

3)Mason olan İttihat ve Terakki üyelerinin halkta güvensizliği,dış politikada başarısızlığı ve ordudaki menfi uygulamalar ve askerlerin ibadetinin engellenmesi.

4)Faili meçhul siyasi cinayetlerin artıp,faillerinin bulunamaması.

5)Siyasi buhranın artması.

6)Basındaki sansürün kalkmasıyla sataşmaların olması,azınlıkların kendi maksatlarını ortaya çıkarmaları belli başlıları olarak sayılabilir.

Bu konuda M. Akif:”Görünüşte dini,hakikatte ise siyasi ve irtica-i olan o korkunç hadise..”diye bahseder.[11]

Ali Kırca”79 Deniz Subayı”adına kaleme aldığı bildiri 12-mart sonrası yargılandı. O gün gibi bu günde işin önündekiler ve gerisindekiler hep farklı oldu. Harcanan geridekiler oldu.”Bir süre sonra hepiniz kendi hayatınıza döndünüz…..olan bir ara size güvenen yada bir şeyler yapabileceğinizi sanan o devrimci gençlere oldu.”[12]

Bu bocalamalar ve tezatlar dönemini şöyle anlatıyor H.Cemal:”1960’ların sonunda,12-Martla açılan dönemde hedefimiz Demirel değil miydi? Adalet Partisi lideri olarak onu başbakanlık koltuğundan devirerek”cici demokrasi”yi rafa kaldırmak değil miydi? Gün geldi,demokrasi platformunda buluştuk denebilir.”

Bütün bunların temelinde mülkiyeci olmasına rağmen bilgisizlik ve çok şeylerden habersizlik yattığını ifade eder.[13]

-Garâibdendir ki;zalim mazlum görünerek zulmetmekte,sırf ağlatmak için ağlama rolü yapmaktadır. adeta senaryolar,provakatörler sınıfını beslemek.

İslâmın cihan-şümul yani tüm insanlığı kuşatan özelliğini görmemek veya görmemezlikten gelmek,insanları kısımlara ve bölümlere ayırarak ayrımcılık yapmak..oysa İslâmiyet öyle bir rahmet ve merhamet kucağına sahiptir ki;hariçte kimseyi dışarıda bırakmamakta,sıcak kucağından don-a terk etmemektedir.

-Yarasa gibi,toplumu aydınlatıcı unsurlardan uzak bir ortamı oluşturma yolunda,stresli bir medya işletmek..

Gürültü kopararak hırsızlık ve hırsızlara,yolsuzluk ve yolsuzlara yol açmak. suçları setrederek,kendisini de onun içine yitmek ve içinde bulunan kendisini de gösterib meşgul ettirmek. Suçluyu değil,ev sahibini suçlamak. Neden evine girilecek bir açık bıraktın? Bire herif! Hırsızın hiç mi suçu yok???

-Gazeteleri satmak için satmak,toplumun değerlerini satışa çıkarmak için çıkmak,menfaat uğruna var olmak,menfaatı varsa ver,yoksa yok,felsefesinden safsatalı hareketi benimsemek…

Hazin eller… Hazin ithamlar…

-Ortada bir gerçek var,od;bedeni besleyerek,beden kalıbında sıkıştırılarak boğdurulmaya çalışılan bir ruh.. Ancak o ruh bütün baskılara karşı ölmeyen ruh…Ölümsüz ruh..Vicdan ve Fıtrat…

-Nazarları kıbleden çevrilmiş bir ömür;icad edilmeye çalışılan meşguliyetlerle boşa geçirilen ve tüketilen bir hayat. Yaptıklarımız,Allah’ı ne kadar tanıdığımızın birer göstergesi ve belgesidir. Allah vesilelerle her gün bize seslenirken,ancak ona cumadan cumaya,bayramdan bayrama veya darda ve zorda kaldığımızda kulak veriyoruz. Bir tanımadığımız bile seslense,ona dönüyor bakıyoruz.

Aradaki fark;bu ihtiyacın her zaman hissedilmemiş olmasındandır.

Allah’a ne kadar dönüb baktığımız,O’na o kadar inandığımızın belgesidir.

29-11-1997

MEHMET ÖZÇELİK

[1] S. Özdemir-in nüshası,26.mektub,3.mebhas.

[2] Kimse Kızmasın kendimi yazdım.213,549.

[3] Age.216.

[4] Bkn.age.15-19,25,140,209,289.

[5] Age.21.

[6] Age.25-27,56,81,

[7] Age.147-148.

[8] Age.338-339.

[9] Age.28-29,96,194.

[10] Age.33,41.

[11] Bak.zaman gaz.20-12-1994.

[12] Age.545-546.

[13] Age.162,196.




YÜKSEKLİK YÜKSEKDEN GEÇER

YÜKSEKLİK YÜKSEKDEN GEÇER

Evet,yükselmenin yolu yükseklerden geçer. Hem maddi hem manevi yükselmeler,yüksek yerlere çıkmakla olur.

Dünyada maddi rütbeleri almak için kademe kademe bazı aşamaları aşmakla mümkündür. Ancak bunlar,içinde bulunup şahid olduğumuz hususlardır. Burada liyakat konusu tartışılabilir. O halde tartışılmayana bakalım;

-Maneviyat da yükselebilmek de,manevi makamları aşmak ile olur. Bunun yolu maddi makam ve rütbelerden geçmez. Burada paşa iken,orada bir hizmetçi olarak hizmetçisinden meded umabilir.

Manevi rütbelerde sınır yoktur. İnsan yükselebilir yükselebildiği kadar. Cenâb-ı Hakkın huzuruna yükselebilmenin yolu marifetten yani O’nu hakkıyla bilmekten geçer.

İnsanlık tarihi boyunca eşsiz ve mümtaz bir şahsiyete sahib olan Peygamberimize tabi olmaktan geçer yükselmek.

Kabe;bir asansör gibi göklere,yücelere yükselmeye bir basamaktır. Her gün,sürekli olarak,günde beş defa adım be adım yükselmenin ve yücelere uçmanın yolu camilerden geçer.

Kişi bazen tek,bazen de toplu olarak,sarsmadan ve sarsılmadan ebede doğru uçmakta ve yükselmektedir.

Din tarafından ölçüleri konulan esaslar,yaratıcı tarafından kitabında belirtilen kurallar,peygamber tarafından yapılan tavsiyeler birer yükselme vesileleridir.

Onlar yüksek makamda bulunup,bizlere de o ulvi makamlara çıkma yolunu göstermektedirler.

Mânevi makamlara yükselebilmenin yolu maddeden geçmez,mânadan geçmektedir.

Öyle ki;sadaka,zekât ve iyilik niyetiyle yapılmayan ve de imandan kaynaklanmadan verilen bir paranın hiçbir değeri yoktur. Yükselmeye de bir vesile değildir.

İman ve ibadet makamları en büyük yükselme sebebleridir.

“Hakiki insaniyet İslâmiyettir.”ve de İslâmiyettedir. Esasında yükselmenin tek sebebi bu kapıdan girmekle mümkün olur.

Özetle;yükselmenin yolunun başında peygamberler durmakta ve onların gösterdiği tarzla mümkün olmaktadır.

Alçalma ise;onun muhalifleri olan fir’avunlar,nemrudlar ve deccallar eliyle ve onların yolunda gitmekle olmaktadır.

Madde ve maddiyatta dalıp,o yolda gidenler maddeleşir ve alçalırken;maneviyat erleri,hayranları ve o yolun yolcuları ise maneviyat alemlerine ve geldikleri atalarının yurdu olan cennete doğru yükselmektedirler.

Arife işaret yeter. Yükselmek marifetten geçer.

2-3-1995

MEHMET ÖZÇELİK




ZAMANLARIN ZAMÂNELERİ

ZAMANLARIN ZAMÂNELERİ

Tüm devirlerdeki şahsiyetler,zamandakilere göre mi oluşmakta,yoksa onlara göre mi o zamandakiler şekillenmektedirler?

Hz. Ebubekir dönemindekiler;ilk sah,halis sahabe ve o kadar kemiyette olan müşrikler içerisinde sahabeler ağırlıkta,yabancı ve yabanilerin ağırlığı ise,ses ve gürültüden fazla bir mana ifade etmemektedirler. Ve halkı da ona göre biçimlenmektedir. Hz. Ebubekir’in sohbeti ve manevi tasarrufuyla şekillenmekteler.

Nitekim;Rasulullah’ın manevi boyasıyla boyanan o sahabeler,insanların fevkinde bir makam alıp,onun sıfatıyla sıfatlandıkları gibi;asırlardaki insanlar da asrının büyüğünün özellikleriyle donatılmaktadırlar. Uzaklaştıkça o şekillenme,belli bir biçim alma durumu azalmaktadır.

Hz. Ebubekir dönemindekiler,biraz daha fazla olarak enfüsi yani iç alemlerinin kemaliyle meşguldüler. Mesailer onun üzerine teksif edilmişti.

Hz. Ömer dönemi ise;enfüsi alem kabuğunu kırıp,dışa açılma dönemi veya dış alemin içe girdiği,iç de terbiye gördüğü dönem. Artık ağırlıkları hissedilmektedir. Daha ziyade Hz. Ömer’in şahsiyeti ağır basmakta,dengesizlerin sebeb olduğu dengesizlik,onun dengesiyle dengelenmekte,adalet hakkıyla tahakkuk etmekteydi.

Bu dönem geçiş ve çıkış dönemi…

Hz. Osman dönemi;artık fitne kapılarının kırıldığı,fitne unsurlarının baş göstermeye,kıyama kalktığı dönem.

Hz. Ömer’in celadetli ve haşmetli döneminden,Hz. Osman’ın halim ve şefkatli dönemine geçişte bu merhametkâr hali bir boşluk addedenler,bundan istifadeye çalıştılar. Babalarından yüz bulamayanlar,annelerinin bu şefkatini su-i istimal ettiler.

Hilekârlar;hile dolaplarını kurmaya ve çalıştırmaya başladılar.

Kader de plan ve proğramını kurmuştu.

“Onlar (kâfirler ve münafıklar) hile yaparlar. (Hile yapanların hilelerini boşa çıkartıp,başlarına geçirmede) Allah’da hile yapar. Ve Allah hile yapanların en hayırlısıdır.”[1] âyeti de yürürlüğe girmişti.

Harici unsurların,dahili unsurlara galebe çalmaya çalıştığı dönem. İçe çekilip,duraklama dönemi.

Dönemi şiddetli,sahibi merhametkâr,denge unsurunun bozulmasından kendisini halka feda ettiği dönem.

Ancak bu durum;duraklamayı atağa kalkmaya sebeb kılıyor ve ona geçiş dönemini başlatmış oluyor.

Toplumun kanının akmaması için,kendi kanının akmasını tercih ediyor.

Hz. Ali döneminde fitne önceden aldığı birikim ve enerjiyle kabarık,ancak Hz. Ali’nin ne kendisini,ne de halkını fedayı düşünmediği dönem. Bu adilane hüküm,kaderin hükmünü değiştirmiyor.

İnsanlar zulmetse de,kader adaletini gösteriyordu.

İçten meydana gelen şişme ve büyüme bir patlamayı ortaya çıkarıyor. Bu patlama ölümün habercisi değil,belki tohum gibi,doğumun ve doğuşun patlaması ve müjdesidir.

Çekirdeğin patlayışı,yumurtanın zarını ve kabuğunu patlatıp çıkması gibi bir çıkış ve doğuşu hazırlamış olmaktadır.

Her şey bir bedel istediği gibi,bu doğuş da büyük bir bedel karşılığı idi.

“Fitne katilden daha büyüktür.”[2]

Fitneler yaptıkları tesirler itibariyle katilden beter olduğunu gösteriyor.

Sıffin savaşı,Cemel vak’ası doğuşun bedelleri idi.

Gelişme içten olmalıdır ki bir fayda sağlasın. Dıştan geliştirmeye -ve şimdiki reformistlerin savunduğu herzeler gibi-ve yenileştirmeye çalışmak tam bir tahribdir.

İnsan vücudu iç-den büyür. Dıştan onu büyültmeye ve geliştirmeye çalışmak,onu iç-den öldürmek demektir.

İşte Hz. Ali dönemindeki gelişme bu manada bir gelişme olup,asırlardır büyümeyi sağladı.

Artık böylece yeni bir atak dönemi başlamış oluyordu.

Dört halifenin elden ele verdiği kutsal emanet,insanlık alemine sunulmuş oluyordu

Doğruluk ve saadet asrı olan ilk safı,adil asır olan ikinci saf,onu şefkat asrı ve onu da kalb ve aklın hüküm sürdüğü asır ve dördüncü saf takib ediyordu.

Gelecek asırları şekillendirecek planlar o dört asırda çiziliyor ve kaderce planlanıyordu.

O zamanın insanları idarecilerinin,baştakilerin kabiliyetlerini taşımakta veya onların kabiliyeti halkın arasında yayılmış oluyordu.

Bu dâva tüm zamanın insanlarını saadete ğark ediyor,boğulmakta olanları Nuh peygamberin gemisi gibi içerisine alıyor ve kurtarıyordu.

Bu dâvanın ve dinin şu büyüklüğüne de bakınız ki;içine gireni içine kadar aydınlattığı gibi,dışında kalarak,içine girmeyip inad edeni dahi küfrün karanlığında ve bilinmezliğinde bilinir ve meşhur yapıyordu. Çünkü o kişi en azından şuursuzca hakikatların neşrine vesile oluyor,böylece dünyada ücretlerini almış oluyorlardı.

Güneşe hırlamakla,her gün güneşten istifade edipte ünsiyet eden insanların nazarı dikkatini çekmiş,varlığından bir defa daha haberdar etmiş oluyordu.

Evet,bir zamanlar düşük olup da göklere yükseltilenler gerçekten şimdi neredeler? Onlar da şimdi herkes gibi yerin altındalar. Zaman onları tüketti. Zira onlar kendilerini zamanın tüketici ağzına attılar. Bittiler,bitirildiler…

Zamana uyanlar,yandılar. Kur’an-a uyanlar,uyandılar…

Bir ömür boyu zamanı kemire kemire dünyayı bitiremediler. Ama dünya onları çoktan bitirdi.

70 yıllık bir insana baktığında,organları bitmiş. Çünkü 70 yıldır dünyanın peşinde ve pençesinde koşuyor. Hal mi kalır? buna rağmen bir 70 yıl daha koşmak istemektedir.

Bir zamanlar dünya’sı olanların,bu gün ve dün,yası vardı.

Bazıların dünyası gider,bazılarının da yasına gidilir. Bari dünyası da bir işe yarasa?

Aktör Vahi Öz’ün son sözünde söylediği gibi:”Kim bilir şimdi nerelerde filimlerim oynuyor ve halime gülüyorlardır.Film koptu,kopuyor,artık yiyeceğimizi,içeceğimizi bitirdik. İnsan gençliğinde parasını kadına,kumara harcar,ihtiyarlığında da eğer kalmışsa doktora,hapishaneye.”

Hayatlarını haramda harcayanlar,harcanıyor.

Evet,insanlar ahirette de,dünya hayatında oynadıkları rolü seyredecekler. Ya kurtarıcı olarak,baş rolde veya hayattaki rolünde olduğu gibi,bir kalleş olarak…

Dünya hayatını eğlenceden ibaret görenlere Horas’ın şu son sözü hatırlatılır:”Kâfi derecede yedin içtin,oynadın,güldün,artık gitme zamanı geldi.

Ahirettekilerden dünyadakilere bırakılan son not:-Bizi sorarlarsa deyiniz;onlar şimdi yok,burada değiller. Gittiler… Gidenlerin yanına gittiler,gidenler gibi… Çünkü gelenler gitmek için gelirler.Kalmaya değil,gitmeye mahkumdurlar.

Ancak Saib’in dediği gibi:”Dünyaya taslak olarak geldin ve öylece gittin. yazık,kendini bir çok törpü ile düzeltmedin.”

Dünyanın ve zamanın kendilerini rahat ettireceklerini düşünenler aldanmışlardır.

Hadiste de buyurulduğu gibi:”Dünyada rahat yoktur.”

Zaten buraya rahat etmeye değil,rahat etmek için hizmete gönderildik.

“Zaman iki kişiyi rahat vermiştir,biri ölen,öbürü doğmayan.”[3]

“Dünya bir gebedir ki bu kadar çocuğu doğurdu ve öldürdü;artık ondan analık muhabbetini kim umar.”[4]

İşte dünyanın ve zamanın mahiyeti budur.

“Zaman sana uymuyorsa,sen zamana uy” Bu söz eğer,teknik ve teknolojiye ayak uydurup geride kalmamak için söylenmişse,mesele yok.

Eğer sefâhet yönüyle söylenmişse,bu sapık söz,insanı heder etmek için,insan kasaplarınca uydurulmuş bir herzedir.

Zamandaki zamâneler,İslâmdan kopuk birer kopuk iseler,başkalarının da kopuk olmasını gerektirmez.

Zaman –öl- diyorsa,-ölmek- mi gerek? O halde –söz- zamanın ve zamanelerin değil,onların sahiblerinindir.

Eğer meseleler zamana uymakla çözümleniyor olsa idi,Peygamberlerin gelmesine,kitapların gönderilmesine gerek kalmazdı!

Mesele,zaman ve zamanlar üstü olma meselesidir.

Ters istikamete giden zamanı ve tersine dönmüş zamaneleri de çevirmek,tersine dönen dünyayı rayına oturtturmaktan zorda olsa,imkansız değildir.

O halde mesele mümkünü başarmaktadır.

Saadet asrı olan asrı saadet asırları tacı,insanların miracıdır. Dünyanın sultanıdır.

Kendisinden önceki çirkin asır ve zaman, saadet asrının sahibiyle kendisini bulmuş,kimliğine kavuşmuştur.

Peki;ya aynı vaziyete kapılıp ve uyub el atılmasa,körü körüne uyub taklid edilseydi,insanlığın tarihinde böyle bir saadet söz konusu olamazdı.

Zaman Peygamber Efendimize uydu,onda şekillendi. Zamanların da efendisi oldu o zaman…

Hz. Âdem’den şu asrımıza varıncaya kadar tüm asırlarda mümtaz olan,sevilen,sövülen,sivrilenler,zamanın törpülemesinden azade,farklı ve üstün olanlardır.

Zaten insanlar,ya zamanların hakimidirler veya mahkumudurlar.

Zamanın mahkumu olanlar,ancak maddenin mahkumu olanlardır.

“Zamanım yok” müflis bahanesi,aczin ifadesidir. Zamanın sonsuzluğa kadar boyutu vardır.

“Zamanımı harcadım” Müsrif bahanesi,şuur ve irade fakirliğidir. Zamanını harcayanlar,kendi kendilerini harcadıklarının farkında değillerdir. Veya kusuru başkasına atarak cezayı hafifletme çabasıdır.

Zaman bir ödenektir. Ödenilen yerler hesap ve belgeye tabidir.

Peki,bir de insanların zamanlarını harcayan zaman azmanlarına ne demek lazım?

Değerli veya değersiz,zirvedeki veya zirveleştirilen şahsiyetler toplumun aynasıdır. Oranın insanlarının yüz akı veya yüz karasıdır. Böylece toplum –işte ben buyum- demiştir. Veya öyle olmadığını gösterme çabası içerisine girmiştir.

Zamanlarını başkalarına teslim edenler,baştan teslimiyeti veya teslim olmayı kabul etmiştir.

İslâmiyet ve onun dairesi ise,teslimiyetini göstermiş;küfür veya onun girdapları ise;çabasız veya gayretsiz kan emicilerin kucağına kendisini atmayı kabul etmiş demektir. Buda şeytanın avı ve askeri olmak demektir.

Dünya ve içindekilere sahib olmak isteyen zamaneler,sözlerini de ancak maddeye ve bedene geçirebilir,hakim olabilirler. Neticesi ise,zulüm ve kan ve de varlığını devam ettirmek için,başkalarının yokluğuna fetva vermek demektir.

Ve bunlar zamanla sınırlı,zamanın hududunu aşamayıp,dar sahası içerisine dönmektir. Tıpkı mahkumlar içerisindeki hakim görüntüleri gibi…

Zamana uymayıp hükmeden veya o uğurda ölenler ise;maddi dar sahayı aşmış,gönüllere kadar nüfuz ederek,her an tasarruf eden şahsiyetlerdir. Bunlar için engel yoktur. Zaman ve an yoktur. Vasıta istemez. Bunlar kendilerini ruhlara kazırlar,hiçbir surette silinmezler.

Ancak kendilerinin sadece maddi özellikleri olup,manevi hiçbir kıymeti olmayanlar sahte hakimdirler.

Nitekim Ashab-ı Kehf zamanındaki Dakyanus keferesinden insanlar ya sinmiş,ya da onun zulmünden kaçan o mana hakimleri 300 sene sonraya hükmetmişler. Dakyanus’un ise sahte ve geçersiz olan soğuk demir paralar üzerinde sadece resmi ve ismi kalmış,hiç de itibar edilmeksizin… Çünkü o zamanların değil,kendisinin bile olmayan o kısa zamanın hakim görüntüsü içerisinde idi.

Ama Ashab-ı Kehf ise,zamanlarını aşmış,ta zamanlarının ötesinde,zamanımıza kadarki insanların gönlüne taht kurmuş,Allah’ın kelamında en ulvi makamı elde etmiştir.

Mısır’daki Piramitler,Rusya’daki heykeller taşlaşmış bir zulüm ve riyanın simgesidir. Onlar da,mazlumların âhı,yetimlerin göz yaşları saklıdır. Onlar ile yoğrulmuştur. Ancak netice de onların ah-ları ve göz yaşları zulmün ve zalimin kalesini yıkmıştır.

“Küfür devam eder,zulüm devam etmez.”hakikatını bir daha isbat etmişlerdir.

Zamânelerin zamanları günlüktür. lezzetleri de anlıktır.

Zamana hükmedenlerin günleri asırlar gibidir. Elemleri ise anlıktır.

Zamâneler zamanlarını yasaklarla devam ettirmeye ve geçirmeye çalışırlar. Bu yasaklar ruha ve vicdana vurulan birer paslı,demir kilitlerdir.

Nitekim;ehli imana bir asırdır ve tüm mukaddesata ve onu takviye edici değerlere konulan ve vurulan yasaklar,hep bu kabildendir.

Kanunlar insanlar için olması gerekirken,insanlar kanunlara feda edilmişlerdir.

163. madde ile din ve vicdan hürriyetine getirilen yasak,mehter,ezan,sarık,dini eserlere ve onların başında Kur’an-ı Kerim-i okumaya,onun tefsirlerini yapan iman hakikatlarını engelleyici zorbalıklar,öyle ki Allah,İnşaallah, Maşaallah,Efendim gibi sözlerin bile söylenilmesine tahammülsüzlükler;köle ruhlu,köle satıcılarının,pazarlıklı pazarlamalarıdır.

Dinsizlik bir dinmiş gibi zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor,vicdanlara bile el atılıyordu.

Ahmet İzzet Paşa eserinde;1908 ve sonrası ihtilalciler hakkında:”İhtilalcilerimizin Paris’de kazandıkları şeylerden biride dinsizliktir.”

Bu dinsizliğin sebeblerini de şöyle sıralar:”Bu dinsizliğin sebebleri aslında dinlerinin hükümlerini öğrenmemiş,tarihiyle hiç uğraşmamış olan bizim ihtilal kahramanlarının vatanımızın uygar milletlere oranla bulunduğu kötü durumu ve düşüşü,Sultan Hamid’e olduğu kadar,onun liderlik ve hilafetini iddia ettiği İslam diyanetine yüklemek gibi bilgisizce bir kanı ve büyük ihtilale benzetmek (1789 fransız ihtilaline) gafil hevesiyle beraber,bir taraftan da dinleyip okudukları Auguste Comte ve Gustave Le Bonn gibi meşhur filozofların sözlerine,araştırmadan ve iç yüzünü bilmeden tam bir imanla bağlanmalarıdır.”der[5]

Fransız ihtilalinden sonra insanların kalblerinde yer edemeyenler,kalıblarını işgal için meşru olmayan ihtilaller yoluyla hükmetmeye çalışmışlardır.İhtilallerle kendi evlatlarını yemişlerdir.

Özellikle şu kapkara asır olan 20. asır dünyası ve bizim dünyamız tam buhranlı bir asır olmuştur. Değerlerin kaybolup,yerini değersizlerin aldığı bir asırdır.

Zulmün boğduklarıyla dolu kan ve irin asrı…

Asırlara taş çıkartacak kaybedenlerin,kaybedişlerin kayıb asrı…

İnsanlara inançlarından dolayı yapılan işkenceler asrı…

Dakyanusların asrı.. o da bir de değil ki…

Önce ceza, sonra şahit. Görülmemiş ve duyulmamış bir uygulama…

Asırların zulmü,asırlık zalimlerin tasallutu sanki asrımızda toplanmış…

Çeşitli bahanelerle çektire çektire,ezdire ezdire,bezdire bezdire,gezdire gezdire,süzdüre süzdüre,üzdüre üzdüre,düzdüre düzdüre,büzdüre büzdüre,derilerini yüzdüre yüzdüre yapılan işkenceler,engizisyon mahkemelerini dahi arattıracak,onlara rahmet okutturacak cehennemi haletler… İslâma düşmanlık namına,onun insanına ve mensubuna yapılanlar. İşte istiklâl mahkemeleri…

Kur’an-ı Kerim-i öğretenin üzerine su döküp dövmeler,öğrettiği için yapılan amansız baskınlar ve sövmeler…

Geçmişten günümüze bakıp,tahlil ettiğimiz de görürüz ki;1925-50 yılları;kapalı ve karanlık yıllar… Hala o yıllar hakkındaki belgeler arşivlerde kapalı. Kalemler yazmaya kapalı… Tek kişinin hükümranlığını ilan etmeye çalıştığı bir asır ve bir dönem…

Ondan sonra da her on senede bir hakim olmak için ihtilal yoluna baş burulmakta,mazlumlar mağdur edilmektedir.

Zulmün asrından nur asrına giden tüm yollar tutulmuş. Sahibleri imhaya çalışılmış,sahiblenenler de sindirilmiştir.

Sosyolojik ve psikolojik açıdan tahlil edecek olursak;şu devrelerdeki değişimler,geçmiş asırlardaki uzun dönem değişmeleri hatırlatır:

-1910-50: Bu devre her şeyin ters yüz edilip,kalp para gibi,kaybolmuş nesilleri görürüz. Yapılmayan,yapılmayacak olan kalmamış. Tüm dünyada ayaklarla başların yer değiştirdiği dönem…

300 sene de yapılamayacak tamiratın,yapıldığı tahribat dönemi…

Bu dönem bizlere Hz. Musa’nın İsrail oğullarıyla birlikte Mısır’da fir’avunun zulmüne maruz kaldığı dönemi hatırlatır. Tek farkı;o zaman ki bir ilaha bedel,şimdi bir çok…

-1950-90: Bu dönem hafif nefes alma imkanının doğduğu,ancak yine de fırtına ve kasırgaların estiği dönem…

Kurtuluş parıltılarının çaktığı dönem. Ancak her türlü tarassud ve takibatlar,baskılar dönemi…

Bu da Hz. Musa’nın kavmini alıp,Mısır’dan kaçışıyla birlikte,yine de fir’avunun takibatının başladığı,korkusunun yaşandığı döneme denk gelmektedir.

Zulüm bitmemektedir. Zulüm bulutları hala milletin üzerine çökertilmektedir.

1990-2010 : Bu dönem artık zulmün boğdukları tarafından boğulma çırpıntıları geçirdiği dönem. Akıttığı kanların ağırlığı dolayısıyla hayatın ağırlık geçirdiği dönem. Bu dönem zulmün yerini nura terk etmeye başladığı dönemdir.

Bu bize Peygamber Efendimizin (SAM) şu hadisini hatırlatmaktadır:”Deccalın birinci günü bir senedir,ikinci günü bir ay,üçüncü günü bir hafta,dördüncü günü bir gündür.” Yani;

“Hem büyük deccalın,hem İslâm deccalının üç devre-i istibdatları manasında üç eyyam var.” Bir günü;bir devre-i hükümetinde öyle büyük icraat yapar ki,üç yüz senede yapılmaz.

İkinci günü,yani ikinci devresi,bir senede,otuz senede yapılmayan işleri yaptırır.

Üçüncü günü ve devresi,bir senede yaptığı tedbirler on senede yapılmaz.

Dördüncü günü ve devresi adileşir,bir şey yapmaz,yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.”diye,gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş.”[6]

-1960-70-80 yılları ve aralarındaki anarşiler hep yıkmanın kılıflaştırılmış formülleri… Böylece insanlar dünyada kendi mahiyet ve kabiliyetlerinin pozunu vermektedirler. Fotoğraflardaki görüntüler gibi…

Nasıl ? Yakışacak şık ve şıklıkta ve yakışıklıkta mısınız ?

Evet,dünya bir uykudur. Bir rüya gibi geçer,gider. Şu temelsiz ömür dahi,bir rüzgar gibi uçar,gider.

Burada uyanmayanlar veya uyanamayanlar,orada uyanırlar veya uyandırılırlar!

Kimileri vücutlarını zulmetmek için taşıyor. Bedenlerini o istikamette kullanıyor. Yorgun düşünce de gidiyor.

Kimileri de vücutlarını,ruhlarına kılıf görevi yapıp,olgunlaştırmasından sonra memnun ve mesrur olarak bu dünyadan göçüp gidiyor,belki gönderiliyor.

Ruhlarını koruyup,ihmal etmeyenlerin bedenleri de korunuyor.

Ahiret yolcuları dünya yolcularını çok gerilerde bırakarak gidiyorlar.

Melek-cin-şeytan-hayvan ve insan belli bir misyonun tamamlayıcı unsurlarıdırlar.

Hayatımız içinde en çok yorulan maddemiz mi,manamız mı? Hangisini hangisine taşıttırmakta,feda ettirmekteyiz?

Şimdiye kadar hep maddenin ve maddemizin,maddelerin esiriyiz. Maddelerine hakim olanlar azınlıktadır.

Oysa hep ölenler,yok olup çürüyenler,maddeler değil mi? Mesela;kahve gider,hatırası kalır. Ampul gider,cereyan yine vardır.

Mâna ölmez,gizlenir,saklanır,kaybolur.

Madde ampulümüzü öldürmeyelim…

Mâna elektriğimizi söndürmeyelim…

11-3-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Enfal.30.

[2] Bakara.217.

[3] Nizami.

[4] Sa’di.

[5] Feryadım. agy. 1 / 300.

[6] Şualar. B. Said Nursi. 493.




YAPRAK DÖKÜMÜ

YAPRAK DÖKÜMÜ

Değerlerin dökümüdür yaprak dökümü. Değerini ve kalitesini ve de canlılığını yitirmenin sonucudur yaprak dökümü.

Kalma değil,gitme ve bitmedir. Tazelik değil,kuruluktur.

Değerlerin dökümü de böyledir. Bu insanın insanlığının dökümüdür.

Değerlerin dökümü ile,değersizlerin değersizlikleri ile açığa çıkmaları;onların bir yaprak dökümü gibi dökülmelerinin ifadesidir.

Bu gün günümüzde bir kısım insanların kirli çamaşırlarıyla beraber ortaya çıkmaları,dünkü değerlerin kaybının bir sonucudur.

Mafya babalarının ve zehir ticareti yapanların dökümü,değerleri kaybetmenin ve kaybettirmenin bir bedelidir.

Yukarılarda bulunmak kazanmak değildir.

Ölçüdeki ölçüsüzlük hayatı da ölçüsüz kılmakta ve dökülmektedir.

Sanatçı Y. Tilbe der:”Ben,şöhretin omuzlarıma yüklediği yükü kaldıramadım ve esrardan,uyuşturucudan medet umdum.”[1]

Milyonlarca kaseti satılıp,milyonlarca insan tarafından alkışlanan batılı bir bayan sanatçı sonuçta intihar eder ve bıraktığı notta da şunu söyler:”Eğer anne olsaydım,intihar etmeyi düşünmezdim.” Bütün bunca şatafat onu intihardan alıkoymamaktadır.

Bunu sebebi ise;Başlangıçtaki değerlerin kaybı ve onların yanlış adreslerde aranması,hayatın bozulmasına ve kaybına neden olmaktadır.

Hayat bu kayıplardan süzülmeli,değersizlerden arınmalıdır.

Süzülmeyen sözler,süzülmeyen değersizler,bozuk süzgeçler,süzgeci olmayanlar… Böylece değerlilerle değersizlerin karışıklığı içinde hayatı karışan karışık bir hayata düşmeye ve neticede dökülmeye sebeb olmaktadır.

Adama sormuşlar,-Terbiyeyi kimden öğrendin?-diye. “Terbiyesizden”demiş.

İnsanlarda sahib olduğu değerlerini ve onların değerlerini yaprak dökümü gibi döken ve dökülenlerden almalıdır. İbretle düşünmelidir.

Gayr-ı müslimden,ahirette karşılığını göreceği,bir inancı olmayan,hem dünyada,hem de ahirette yaprak dökümü gibi dökülen insanlardan ibret almalıdır.

Herkes koşturmacada.. kaybetmek veya kazanmak.. Okuyor,çalışıyor ve ne için koşturuyorlardı?

Kaybetmeye mi? Kazanmaya mı?

Bu insanların kaç da kaçı kazanıyor?

O halde bu insanlar nereye gidiyor?

Evlenen arabasına;evlenen de evlenene ve evlenecek olana diyordu;Belanı buldun! Görürsün!

Tatlı belâ! Katlı Belâ! Atlı Belâ! Yatlı Belâ!

Sonunda Allah rahmet etsin! Verin Selâ!!!

13-12-1998-MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn. Zaman Gaz.7-11-1998.




SANAT VE SANATKÂR

SANAT VE SANATKÂR

-Sanattaki mükemmellik,sanatkârdan gelir.

Alemde yaratılan her şey bir sanat eseri olup,harika bir yaratılışı gösterir. Yaratılan hiçbir şeyde bir abeslik olmadığı gibi,sanat cihetinde,sanat estetikliliğinde de bir abesiyyet ve çirkinlik söz konusu değildir.

Yaratılan her bir şey;bir sanat,bir desen,bir nakış gibi dokunmuştur. Bir yazarın kitabını yazarken gösterdiği ihtimam gibi,ondan daha harika bir şekilde harf,kelime ve cümlelerin dizilişindeki maharet misal,her bir varlık öyle bir sanat değeri içerisinde yazılmış ve yapılmıştır.

Sanat sanatkardan haber verir. Sanat sanatkarın mahiyetini yansıtır. Onun bir aynası olup,iç alemini dışa yansıtır. Bana yaptığın sanatı göster,sana kim olduğunu söyliyeyim,diyebiliriz.

Sanat bir şiir gibi,şuurdan akar. Kalem ile veya bir alet ile dışa yansır. Sanat da bir yapıcılık vardır. Sanatsızlık,bir yıkıcılık ve anarşidir,boşluktur.

Cemil Meriç’in ifadesiyle:”Türk insanını ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi,daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü. Sanat düşüncenin,düşünce mukaddeslerin mukaddesi. Hakikat ve sevgi.

Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik. Bu cinayet hepimizin eseri,hepimizin yani aydınların.

Gerçek sanat ayırmaz,birleştirir.”[1]

Mukaddesatını kaybeden bir milletten sanat ve sanatkar beklenemez. Maneviyatını yitirmiş bir insanın sanat anlayışı yığınlar topluluğudur. Ya boyalar,ya betonlar yada tahtalar yığınından bir araya gelir.

Mukaddesatı eline alan Selçuklu ve Osmanlı sanatı da,elinden indirmemiştir. Yaşadığı mekanlar bunun canlı birer şahitleridirler. Bu sanatını ve medeniyetini ta batıya kadar götürmüş,kendini ve medeniyetini kabul ettirmiştir. İsmail Hami Danışmend’in ifadesiyle:”Şimdiki garb medeniyeti hakikatta şark medeniyetidir.” ve- Libri ve Gustave le Bon”da:”Tarihten müslümanları silerseniz,ilmi rönesansımız asırlarca geri kalmış olur.”[2]

C.Meriç Namık Kemal’den nakille:”Medeniyet asayiş de kemaldir. Asayiş,maddi ve manevi huzur.”[3]

Gerçek medeniyet birikimlere eklemekle olur,birikimleri bitirmekle değil. Bu konuda Tanpınar ise:”Tanzimat ve ona yaklaşan zaman şüphesiz ki geniş manasında yapıcı bir devir olmuştur. Fakat sadece yapmakla kalmış,asıl yaratmağa gidememiştir. (ruh ve ruhunu verememiştir.) Bu ikisinin arasındaki farkı o zamandan kalma eserlerin hepsinde görmek mümkündür. Şehirlerimizin umumi çerçevesi içinde derhal yadırganan bir yığın eser,mimarinin sadece muayyen bir malzemeyi,muayyen bir gaye uğrunda kullanmaktan ibaret olmadığını gösterirler.

Cedlerimiz inşa etmiyorlar,ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor,bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar,kubbe,kemer,mihrab,çini hepsi yeşilde dua eder,muradiyede düşünür ve yıldırımda harekete hazır,göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”[4]

İşte sanat ve sanatkâr budur,buna derler. Sanat verdiği mesajla sanattır. Edepsizliğin sanatı olmaz. Edepsizlik edepsizliktir. Adam öldürmenin sanatlıcası olmaz. Bir evi,evleri yakmanın,tahrib edip yıkmanın sanatlılığı olamaz. Menfilik olup yapma yerine yıkmayı esas almaktadır. Bir memlekete,kendi öz halkına bomba atıp,masum ve mazlumları yok etmenin ne sanatı,ne de sanatkârlığı olmaz. Aksi takdirde bu,yahudilerin,nazilerin,ermenilerin ve sırpların mantığı olur ki,onların en büyük sanat yaptıklarını söylemek gerekir! Onların olması,onlara verilmesi fikrini ve düşüncesini getirir. Böyle bir düşünceyi onlar bile kabul etmez. Nerde kaldı ki,akıllı,vicdanlı ve de insaf sahibi kabul etmiş olsun…

Lise son sınıf talebelerine ne olmak istediklerini soruyor ve olacakları meslek hakkında da bilgi veriyorduk. Talebelerden birisi avukat olacağını söyleyince o konuda konuşmaya başladık. Doğru ve haklı olanın savunulması gerektiğini söylediğimizde;bu kişi şöyle demişti:”Avukatlık madem ki savunmadır,parasını veren herkesi savunurum.”dedi. Ve bunu da bir meslek gereği olarak ifade etmeye çalıştı.

Kiralık katil ve kiralık silahşörü,mafyayı duymuş ve şimdi de bir de kiralık avukat duymuş olduk! Eğer bu bir dürüstlük ise,sefih ve rezil bir şekilde sanat yapmakta öyle olabilir mi? Toplumun sahib olduğu mukaddes değerleri hiçe sayan,ruhsuz bir madde yığını olan,geçmişinden kopuk,geleceği olmayan,her şeye karşı yabancı ve yabani olan bir sanat ve sanatkar,köksüz,kopuk,abuk-sabuk bir yığıntı ve kalitesizlikten ibaret olacaktır.

O halde dünyadaki ve bizdeki bu durum neden ileri gelmekte,nereden kaynaklanmaktadır ki,rezalet ve sefalet ve de kepazelik sanattan sayılmakta?

Karanlıkta durup aydınlığa seslenen aydınlarımızdan Cemil Meriç’in teşhisiyle:”Avrupa tanzimattan beri aynı emelin kovalayıcısıdır. Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslamiyeti..Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi devleti âliyeyi hristiyanlığa kazanmak yani,devleti aliye ile bütünleşmek değil,ezeli düşmanını “Etnik” bir toz yığını haline getirmekti,istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslâma teksif edeceği bir maddesi de yoktu,Avrupalının,tahrib ameliyesi hiç değilse aydınlar kesiminden tam bir başarıya ulaştı. Batının muharref hristiyanlığa tevcih ettiği tenkidleri kendi dinimiz için de geçerli sandık.” Ve;“Aydının görevi,fildişi kulesini yıkarak,bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak,acısını anlamaya çalışmaktır.”[5]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Cemil Meriç’le Nur Sohbetleri. N. Şahiner. Sh.30.

[2] İslam Medeniyeti.İ.H.Danişmend.Sh.6,16.

[3] Nur Sohbetleri.Age.Sh.49.

[4] Beş Şehir. Ahmet Hamdi Tanpınar.Sh.30.

[5] Nur Sohbetleri.age.sh.71-72,95.




ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ VE PROBLEMLERİ

ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ VE PROBLEMLERİ

11-12 yıllık bir eğitimden sonra gündem de olan veya geçte olsa gündeme gelen bir meseledir üniversite.

Büyük yerlerin problemleri de büyük olur. Öğrencinin bulunduğu kademe büyüdükçe,önüne açılan engellerde artıp,büyümekte ve ağırlaşmaktadır.

Üniversiteyi kazanmak bir mesele,onu devam ettirmek ise,ondan daha büyük bir meseledir. Ve asıl mesele onu bitirdikten sonra başlamaktadır.

Buradan hareketle;her kazanamayan kaybeden,her kazanan da kazançlı demek değildir. En önemlisi,gençliğin ve gencin bir hedefi olmalıdır. O hedef doğrultusunda yürümeli,gayret göstermeli,hayatını sun’i ve tantanalı hedeflere bağlamamalıdır.

Aynı durum;aile,toplum ve devlet içinde geçerlidir. Bunlarında bir hedefi ve politikasının olması gerekmektedir.

Bizde ve dünyada en fazla israf edilen gençliktir. Elimizde bulunan,belki de dünyanın hiçbir yerinin bizim gibi sahib olmadığı böyle bir gençlik nimetine sahib olmamız ve böyle bir sermayeyi çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Zira,ne gençlik hakkıyla toplumdan istifade etmekte,ne de toplum gençlikten istifade edebilmektedir.

Bir nebze dokunduğum üniversite omuzuna, bir gençten,bin ah işittim. Belki de sabır gösterseydim,peş peşe binlercesini de işitecektim.

Matematikte bir problemin çözümünde takib edilecek sistem,sonuca gidecek ve götürecek doğru yolun takib edilmesiyle elde edilir.

Bunun gibi de;önce talebeye iş yeri ve alanı açılmalı,sonra fakülte ve bölümleri ona hazır edilmelidir.

Bir üniversiteyi kazanmak,okumak ve bitirerek bir iş elde etmek problem ise,problemi bütün bütün talebede aramak insafsızlık olur.

Üniversite öğrencilerinin problemleri derken,bu üniversite problem mi üretiyor acaba? diye akla gelebilir? Elbette hayır. Ancak problemleri çözüyor mu? sorusunda da durmak gerek. Ne derece –evet- denir. Ama şu anda rahatça –hayır-denebilir.

Çünki;eğer çözüyorsa bu problemler neden ve nereden kaynaklanıyor? Kimden ve nasıl kaynaklanmaktadır? Kusurda az-çok,büyük-küçük her kesin bir katkısı vardır.

Evvela gençliğin manevi değerlerle teçhiz edilmesi gerekir. Aksi takdir de buradan mezun olsalar da hayatta başarılı olamazlar. Hayat üniversitesi daha acımasızdır. Bitirilmesi daha zordur. Biz onu değil,oda bizi bitirebilir! Zira boşluk,boş şeyleri hatıra getirir.

Hem manevi boşluk,hem de işsiz olan bir genç;problemli olabilecek bir gençtir. İşi olmadığından kendine bir iş arayacaktır. Piyasada boş insan,boş-lara boş iş bulan insan,insanlık tarihi boyunca hiç eksik olmamıştır.

Böylece,üniversiteye hazırlanan bir gencin,hayat üniversitesine de hazırlandırılması gerekir. Ta ki kaybolmasın ve kaybetmesin! Bunun yolu da kıblenin tayininden geçer. Nereye? Nasıl? Ne şekilde yöneleceğini bilmeyen bir genç,her önüne geleni kendine kıble tayin edecek,kazanma yerine kaybedecektir.

Evet. Hayat üniversitesine,üniversiteye,üniversiteyi bitirmeye hazır mıyız? Bu ideal ve düşünce ilk okul son ve orta dönemden itibaren gence verilmeli,o gaye ile büyümeli ve yetiştirilmelidir.

Branşında iyi yetişmeli. Üniversiteti bitirdiğinde arayan değil,aranan olmalıdır.

Bin bir ümitle,anne-babanın her sıkıntıyı göze alarak,okuması için gönderdikleri Anadolunun saf evladına sahib olunmalıdır. Düştükleri ve düşecekleri bulanık sudan ,akılları ve kalbleri bulanmış olarak dönmeleri engellenmeli,ailelerin feryatlarına kulak verilmelidir.

Kazanamayanlar için şunu deriz;Hayat bu hayattan ve üniversiteden ibaret değildir. Kazanmaya çalışmalı,kazanamayınca ümitsizliğe düşmemelidir.

Üniversite hayatımızın birkaç yılını tutar. Ancak hayat üniversitesi bir ömür boyudur.

26-08-1996 MEHMET ÖZÇELİK