Tek Çözüm: İttihad-ı İslam

Tek Çözüm: İttihad-ı İslam

Giriş: Dağınıklığın Bedeli

Ümmetin hâli, asırlarca süren ihtilafların, bölünmelerin, menfaat kavgalarının yorgunluğunu taşıyor. Her köşede ayrı bir feryat; her coğrafyada ayrı bir zulüm. Zenginlik içinde yoksulluk, kalabalıklar içinde yalnızlık yaşıyoruz. Halbuki Kur’an asırlar önce bu çözümü ilan etmişti:

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın.” (Âl-i İmran, 103)

Bu ayet, sadece ahlâkî bir çağrı değil, İslam’ın dünya sahnesindeki izzet ve huzurunun yegâne reçetesidir. Ve bugün, Müslümanların kurtuluşu için tek çözüm: İttihad-ı İslam’dır.

1. İttihad-ı İslam Ne Demektir?

İttihad-ı İslam, ümmetin inançta, hedefte, duygu ve fikirde birlik olması demektir. Aynı kıbleye yönelen, aynı Allah’a inanan, aynı Peygamber’e ümmet olan milyarlarca insanın, kalben, fikren ve siyaseten bir araya gelmesidir.

Bu birlik, bir devlet projesi değil; bir iman ve şuur projesidir. Kalpler birleşmeden, sınırlar birleşemez. Menfaatler değil, dava birliği gerekir.

2. Parçalanmışlığın Sonuçları

Bugün ümmetin coğrafyasında 50’den fazla ülke var. Her biri kendi bayrağını, çıkarını, siyasî ajandasını merkeze alıyor. Neticede ne oluyor?

Zenginler sömürülüyor, fakirler eziliyor.

İlmi olan dışlanıyor, sesi çıkan susturuluyor.

Mazlumlara sahip çıkılmıyor, zalimler karşısında susuluyor.

Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Arakan’da kan akarken sadece seyrediliyor.

Bütün bu dağınıklığın temelinde ne var? İttihadsızlık.

3. Tarihten İbret: İttihadın Gücü

Asr-ı Saadet’te, üç kıtaya hükmeden bir medeniyetin temeli Medine’de atıldı. Sebep neydi?

Ensar ve Muhacirin kardeş olması,

Arap’ın, Acem’in, Habeşî’nin aynı safta yer alması,

Peygamber’in (s.a.v) etrafında, bir yürek gibi atmaları…

Endülüs’te 800 yıl süren İslam medeniyeti, ittihad bozulunca yıkıldı. Osmanlı, üç kıtayı adaletle yönetti. Ama sonrasında milliyetçilik, ırkçılık ve dış müdahalelerle ittihad çözülünce parçalanma geldi.

4. Günümüzde İttihad Nasıl Olur?

Bugünün şartlarında İttihad-ı İslam, bir halifelik kurmaktan önce, şu temel adımlarla başlar:

İman ve şuur birliği: Ümmetin evlatları yeniden Kur’an’la, sünnetle, ilimle donatılmalı.

Uhuvvet ve muhabbet: Mezhep, meşrep, ırk farklılıklarını değil; ortak paydaları öne çıkarmak gerek.

Ortak mesele bilinci: Kudüs sadece Filistin’in değil; ümmetin meselesidir.

İlim ve medya dayanışması: Aynı ses, aynı hakikat, farklı dillerde ve platformlarda yankılanmalı.

Bugün teknoloji, bilgi ve haberleşme imkanları sayesinde, İttihad-ı İslam hayal değil. Yeter ki imanlar birleşsin, niyetler arınsın, liderler istikamet bulsun.

Sonuç: Ayrı Düşen Mağlup, Birleşen Galiptir

Ümmet-i Muhammed’in asıl gücü, tankta, topta, parada değil; ittifak eden kalplerdedir. İman birliği, dava ortaklığı ve istikametli liderlik, yeryüzündeki zulmü kaldıracak yegâne kuvvettir. Çünkü ne zaman Müslümanlar birleşti, dünyaya adalet geldi. Ne zaman ayrıldılar, hem kendileri yıkıldı hem de mazlumlar sahipsiz kaldı.

Bugün zulmün çaresi, fitnenin ilacı, insanlığın umudu için haykırmak gerekiyor:

“Tek çözüm: İttihad-ı İslam!”

Makale Özeti:

Bu makale, ümmetin parçalanmışlığının feci sonuçlarını ve İttihad-ı İslam’ın bir zorunluluk olduğunu vurgular. Tarihî örneklerle birlikteliğin getirdiği kudret anlatılırken, günümüzde bu birliğin iman, şuur, uhuvvet ve ortak dava bilinciyle sağlanabileceği belirtilir. Sonuçta ise, ümmetin kurtuluşu için tek çarenin kalplerin ve hedeflerin birliği olduğu vurgulanır: “İttihad-ı İslam.”

Bak:

https://tesbitler.com/index.php?s=ittihad

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/%c4%b0ttihad-%c4%b1%20

 

 




Gökte Asılı Mucize: Kur’ân’da Bulutların Ağırlığı ve İlahi Kudret

Gökte Asılı Mucize: Kur’ân’da Bulutların Ağırlığı ve İlahi Kudret

Günlük hayatımızda başımızı kaldırıp baktığımızda gökyüzünde süzülen bulutlar, çoğu zaman sadece görsel bir manzara gibi görünür. Oysa Kur’ân, bu sıradan görünen varlıkların ardında müthiş bir kudreti, derin bir hikmeti ve insanı sarsacak kadar büyük ibretleri işaret eder. Bu açıdan Kur’ân, bulutların sadece oluşumunu değil, onların ağırlıklarını da hatırlatır:

“O Allah ki, rüzgârları gönderir; böylece onlar bir bulutu kaldırır, biz de onu ölü bir beldeye sevk eder, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir.”
(Fâtır Sûresi, 9)

“Görmedin mi ki, Allah bulutları sürüklüyor, sonra onları birleştiriyor, sonra onları üst üste yığıyor. Derken onların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi (ağır) bulutlar indirir…”
(Nûr Sûresi, 43)

Bu âyetlerde dikkat çeken ifade “bulutları sürüklemek, üst üste yığmak ve içinden dolu yağdırmak” gibi hareket ve yoğunluk ihtiva eden kavramlardır. Peki, gerçekten de bulutlar bilimsel olarak ağır mıdır? Kur’ân’ın bu ifadesiyle bilim ne kadar örtüşmektedir?

1. Bilimsel Gerçeklik: Hafif Gibi Görünen Dev Kütleler

Bulutlar, su buharı ihtiva ettiği için çoğu kişi tarafından “hafif” veya “yoğun olmayan” yapılar gibi düşünülür. Oysa bu oldukça yanıltıcıdır. Bilimsel ölçümlere göre, orta büyüklükte bir kümülüs (pamuk gibi görünen) bulut yaklaşık 500.000 kg (yani 500 ton) su ihtiva eder. Daha büyük fırtına bulutları birkaç milyon tona kadar çıkabilir.

Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA), bu konuda şu örneği verir: Ortalama büyüklükteki bir kümülüs bulutu 1 kilometrekarelik bir alana yayılır ve yaklaşık 1 milyon litre su taşır. Bu da yaklaşık 100 filin ağırlığına eşittir.

Bu inanılmaz ağırlık, atmosferde asılı durur, sürüklenir, birikir, parçalanır ve yağmur, dolu veya kar şeklinde yeryüzüne iner. Peki bu dev kütle nasıl havada durabiliyor? Çünkü su buharı çok küçük damlacıklar hâlindedir ve bunların her biri mikron boyutundadır. Havanın yukarıya doğru taşıdığı sıcak akımlar sayesinde bulutlar yerçekimine karşı dengede tutulur.

Kur’ân’ın “bulutları yığar”, “taşır”, “yağmur indirir” ifadeleri, işte bu karmaşık fiziksel süreçleri özetleyen veciz anlatımlardır.

2. Hikmetli Yönü: Kudretin Sessiz Sermayesi

Kur’ân, bulutların ağırlığını özellikle vurgularken bize Allah’ın kudretini gösterir. Zira gökte, adeta boşlukta asılı duran milyonlarca ton ağırlığındaki bir varlık, ne iplerle bağlanmış, ne bir yere yaslanmıştır. Buna rağmen gökyüzünde salınır, taşınır, birleşir, yağmur indirir. Bu manzara, fiziksel bir mucize olduğu kadar, ilahi kudretin de bir tecellisidir.

Bu kadar ağır cisimlerin yere çakılmadan yücelerde taşınması, insanın “ben güçlüyüm, hâkimim” zannını sarsan bir örnektir. Hangi teknolojimizle 500 tonluk bir nesneyi havada saatlerce sabit tutabiliriz? Oysa Rabbimiz, bunu her gün milyarlarca defa yapmaktadır.

3. İbretli Yönü: Ölümden Sonra Dirilişin Delili

Kur’ân, bulutlar yoluyla sadece tabiat olaylarına değil, metafizik hakikatlere de işaret eder. Özellikle Fâtır Sûresi 9. âyette, bulutların kurak toprağa ulaştırılması ve oradan hayat fışkırması, ölümden sonra dirilişe bir delil olarak sunulur.

Bulutlar kuru, ölü gibi görünen topraklara can verir. Aynı şekilde, bedenlerimiz de çorak toprak gibi çürür, fakat ilahi rahmet ve kudretle yeniden diriltilir. Bulutların taşınması, tohumun çatlaması, suyun can vermesi; hepsi Allah’ın kudretinin, rahmetinin ve yeniden yaratmaya olan vaadinin işaretleridir.

4. Düşündürücü Gerçek: Gören Gözler İçin Her Şey Delildir

Kur’ân’a göre evrendeki her olay, bir delil, bir işarettir. Bulutlar sadece yağmur getiren meteorolojik olaylar değil, aynı zamanda tefekkür etmemiz gereken ayetlerdir. Gökyüzünde gezinen bu dev kütlelerin farkına varmak, Allah’ın ilim, irade ve kudretini anlamak için bir vesiledir.

Özet:

Kur’ân, bulutların taşınmasından, yığılmasından ve yağmur indirmesinden bahsederken onların ağırlığına dolaylı olarak dikkat çeker. Modern bilim, bu bulutların milyonlarca ton su taşıdığını ortaya koymuştur. Bu gerçek, Kur’ân’ın ifadeleriyle tam bir uyum içindedir. Aynı zamanda bu durum, Allah’ın kudretini, rahmetini ve ölümden sonra diriliş vaadini gösteren hikmetli ve ibretli bir işaret olarak değerlendirilir. Bulut, gökte asılı duran sessiz bir mucizedir.

 

 




İnsanın Yaratılış Mucizesi: Pıhtıdan Kudrete

İnsanın Yaratılış Mucizesi: Pıhtıdan Kudrete

“Sonra o insan tohumundan, pıhtılaşmış kanı¹ (embriyoyu) yarattık. Pıhtılaşmış kandan (şekli) belli belirsiz (bir çiğnemlik) et parçası yarattık. Daha sonra o (şekli) belli belirsiz (bir çiğnemlik) et parçasından, kemikler yarattık. Ardından da kemiklere et giydirdik² sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” Müminun. 14.

İnsanın Yaratılış Mucizesi: Pıhtıdan Kudrete

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üçüncü sûresi olan Mü’minûn’un 14. âyetinde insanın anne rahmindeki yaratılış süreci, çağları aşan bir sır ve mucize olarak anlatılır. Bu âyet, sadece edebî ve manevi bir derinlik sunmakla kalmaz; aynı zamanda modern embriyolojinin ulaştığı gerçeklerle birebir örtüşen şaşırtıcı detaylar barındırır. Bu hakikat, hem bilimsel bir hayreti, hem hikmetli bir derinliği hem de ibretli bir uyanışı beraberinde getirir.

1. Bilimsel Perspektif: Kur’ân ve Embriyoloji

Âyetin ifadesiyle “insan tohumundan (nutfeden)” başlayan yaratılış süreci, “alaka” (pıhtılaşmış kan, asılı duran şey) ile devam eder. Modern bilim, döllenmiş yumurtanın rahim duvarına yapıştığını ve orada asılı kaldığını açıkça gözlemlemiştir. “Alaka” kelimesinin hem asılı durma hem de kan pıhtısı anlamı, bu durumu muazzam şekilde tarif eder.

Sonrasında “mudğa” yani “bir çiğnemlik et” tabiri geçer. Bu da şekli tam belirgin olmayan, ama organ taslakları barındıran embriyonun belirli bir gelişim evresine işaret eder. Ardından kemiklerin oluşumu ve bu kemiklerin etle kaplanması anlatılır. Embriyolojik olarak önce kıkırdak yapı oluşur, sonra bu yapılar kemikleşir ve kas dokusu bu kemiklerin çevresini sarar. Bu sıra ve detaylar, asırlar önce inen Kur’ân’da hatasız bir şekilde zikredilmiştir.

2. Hikmetli Bir Derinlik: Kademeli Yaratılışın Mesajı

İnsanın basit bir sıvıdan başlayarak, et, kemik ve sonra bilinçli bir varlık hâline dönüşmesi, Allah’ın yaratma kudretinin en bariz tecellilerindendir. Bu aşamalı yaratılış, Rabbimizin tedrici ve ölçülü yaratma sanatını gösterir. Her bir safha bir hikmetin perdesini aralar: Kudret, takdir, ilim ve irade…

Her aşama, insanın hem fizikî hem de ruhî tekâmülünün bir metaforu gibidir. Ruhun bedene üflenmesiyle birlikte “bambaşka bir yaratık” oluşur. Bu, sadece biyolojik bir oluş değil, bilinç, ruh, akıl ve irade gibi insanı diğer varlıklardan ayıran sıfatların da yaratılmasıdır.

3. İbretli Bir Gerçek: Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz?

Bu âyet, insana asıl kimliğini ve yaratılış gayesini hatırlatır. Bir damla sudan başlayan yolculuk, ölümle sona eren değil, ebediyete açılan bir geçittir. İnsan kendini büyük, güçlü ve bağımsız zannederken, aslında bir zamanlar görülmez bir zerre olduğunu unutur.

Ey insan! Nereden geldiğini düşün. Bir nutfe idin, sonra pıhtı oldun, sonra et, sonra kemik… Bu kadar aciz bir varlıkken sana akıl verildi, dil verildi, ruh verildi. Kendini Yaratan’ı unutma ki, nereden geldiğini ve nereye gideceğini de unutmayasın.

4. Estetik ve Sanat: En Güzel Yaratan

Âyetin sonunda geçen “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” cümlesi, yaratılıştaki estetik, denge ve güzelliğin bir övgüsüdür. Allah sadece yaratmakla kalmamış; aynı zamanda en güzel şekilde yaratmıştır. Simetri, estetik, fonksiyon ve ahenk; her biri bu yaratılışta mevcuttur. İnsanın yüzü, sesi, hücre yapısı ve hatta duyguları bile sanatkârane bir ölçüde yaratılmıştır.

Özet:

Mü’minûn Sûresi 14. âyeti, insanın yaratılışını hem biyolojik hem de manevi yönleriyle derinlemesine anlatır. Nutfeden başlayıp kemiklere ve ruhla tamamlanan bu süreç, modern bilimin keşifleriyle birebir örtüşür. Âyet, Allah’ın sonsuz kudretini, hikmetini ve sanatını gösterirken, insanı da kendi aslına ve sorumluluğuna dönmeye davet eder. “Yaratanların en güzeli olan Allah”ın yarattığı bu muazzam sistem, hem ibret hem de secde sebebidir.

 

 




Ateşin Gölgesinde Büyük Plan: Arz-ı Mev’ûd’un Sessiz İşgali ve Türkiye Üzerinden Kurulan Tuzaklar

Ateşin Gölgesinde Büyük Plan: Arz-ı Mev’ûd’un Sessiz İşgali ve Türkiye Üzerinden Kurulan Tuzaklar

1. Giriş: Ateşin Arasından Yükselen Bir Hedef

Dünya büyük bir yangının içinde. Yangını tutuşturan ise sadece tanklar, uçaklar ve füzeler değil; aynı zamanda idealler, inançlar ve kadim emeller. İsrail, Arz-ı Mev’ûd idealiyle sınırlarını kutsallaştırmak ve yayılmacı bir emel uğruna bölgede taş üstünde taş bırakmamakta kararlı görünüyor. ABD ise bu idealin hamisi, taşıyıcısı ve gerektiğinde bekçisi rolünü oynamaktadır. Bu denklemde Türkiye ise, tarihsel misyonu, coğrafi konumu ve manevi yükümlülüğü ile hedef tahtasının tam ortasında yer almaktadır.

2. Arz-ı Mev’ûd: Tarihten Günümüze Bir Emel

“Arz-ı Mev’ûd” ya da “Vadedilmiş Topraklar” inancı, Tevrat kaynaklı bir vaade dayanır ve Nil’den Fırat’a kadar olan geniş bölgeyi kapsar. Bu, dini bir beklenti gibi görünse de, siyonist ideolojinin merkezine yerleştirilmiş siyasi bir projedir. 1948’de İsrail’in kuruluşuyla başlayan bu hedef, Kudüs’ü merkez alarak bölgedeki tüm siyasi dengeleri altüst edecek şekilde şekillenmiştir.

İsrail için Suriye’nin parçalanması, Irak’ın işgali, Lübnan’ın zayıflatılması, İran’ın tehdit gösterilmesi ve en önemlisi Türkiye’nin etkisizleştirilmesi bu hedefin kilometre taşlarıdır.

3. Suriye Oyunu: Esed’in Devrilmesi ve PKK Koridoru

Suriye iç savaşı, Arz-ı Mev’ûd planının bir sahnesi olarak görülmelidir. Bu savaşta hedef yalnızca Esed rejimi değil, aynı zamanda Türkiye’nin güney sınırında bir “terör devleti” kurarak Türkiye’yi içe kapatmak, enerjisini tüketmek ve bölgedeki manevra alanını daraltmaktı. PKK/PYD üzerinden ABD eliyle kurulan bu kuşatma planı, Türkiye’nin Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarıyla bozuldu.

Ancak bu bozgun, İsrail’i daha da tedirgin etti. Çünkü Türkiye artık sadece bir sınır güvenliği meselesi değil, ümmetin yeniden diriliş umudu haline gelmişti.

4. Yeni Cepheler: Türkiye’yi Meşgul Etme Stratejisi

Tarihte her büyük millet, düşmanları tarafından ya içerden yıkılmış ya da meşgul edilerek sindirilmiştir. İsrail ve müttefikleri, Türkiye’yi terörle, ekonomik saldırılarla, diplomatik ablukalarla ve kamuoyunu yönlendiren medya araçlarıyla sürekli zayıf ve savunmada tutma arzusundadır.

Açıkça söylemek gerekir ki, Türkiye’nin “mazlumların hamisi” rolüne soyunması, sadece insani değil, aynı zamanda jeopolitik bir tehdittir İsrail için. Çünkü Kudüs’ü gündeminden düşürmeyen bir Türkiye, Arz-ı Mev’ûd’un önünde en büyük engeldir.

5. Hikmet ve Ders: Neden Türkiye?

Bu sorunun cevabı tarihte gizlidir. Çünkü Türkiye, Selçuklu’yla Kudüs’ü Haçlılardan almış, Osmanlı’yla dört yüz yıl boyunca mukaddes beldeleri korumuş ve ümmetin birliğini asırlarca sağlamış bir dev mirasın varisidir. İşte bu yüzden, İsrail ve onun zihniyet ortakları Türkiye’yi sadece bir ülke değil, bir hatıra ve bir ihtimal olarak görür.

Bugün Türkiye’ye karşı kurulan cephe, sadece bir coğrafya savaşı değil; tarihin intikam savaşıdır. Ama bu aynı zamanda, Türkiye’nin de tarihteki yerine yeniden dönmesi için bir fırsattır.

6. İbretli Bir Çağrı: İttihad-ı İslam Zorunluluktur

İsrail’in ateşi sadece Gazze’yi değil, ümmetin bütün vicdanını yakmaktadır. Bu ateşin söndürülmesi için artık diplomatik hamleler değil, fikrî birlikler, ahlâkî direnişler ve İslami bir şuur gerekmektedir. İttihad-ı İslam, bu ateşten bir kale inşa edebilecek tek çimentodur. Zira dağınık ümmet, kolay yutulur. Ama birleşmiş bir İslam alemi, Arz-ı Mev’ûd hayalini kâbusa çevirir.

Sonuç: Küller Arasında Diriliş Vakti

İsrail ve ABD’nin ortak yürüttüğü bu “kaos stratejisi”, sadece tahrip etmeyi değil, yerine kendi ideolojik düzenlerini kurmayı hedefliyor. Ancak hesap etmedikleri şey, dirilişin tam da yıkım anlarında başladığıdır. Türkiye, bu ateş çemberinden sadece kendini değil, ümmeti de çıkaracak kudrete sahiptir. Yeter ki içeriden parçalanmasın, oyunlara gelmesin ve tarihî misyonuna yeniden yönelsin.

Makale Özeti:

İsrail ve ABD ortaklığı, Arz-ı Mev’ûd hedefi doğrultusunda Ortadoğu’da savaş ve istikrarsızlık yayarken, Türkiye’yi de bu planların dışında bırakmamakta kararlıdır. Suriye krizi, PKK’nın desteklenmesi ve Türkiye’nin bölgesel liderliğinin engellenmesi bu planın parçalarıdır. Ancak tarihî ve manevî misyonu gereği Türkiye bu kuşatmayı aşabilecek birikime sahiptir. Bunun için ümmet birliği, stratejik akıl ve tarih şuuruyla hareket edilmelidir.

 

 




Din Savaşının Eşiğinde: İttihad-ı İslam’ın Zorunluluğu

Din Savaşının Eşiğinde: İttihad-ı İslam’ın Zorunluluğu

Giriş: Yeni Bir Kırılma Noktası

2025 yılının Mayıs ayında, Hindistan’ın “Sindoor Operasyonu” adı altında Pakistan’a düzenlediği hava saldırıları, iki nükleer gücün yeniden savaşın eşiğine gelmesine neden oldu. Hindistan, bu saldırıların, Keşmir’de 26 Hindu turistin öldürülmesine misilleme olduğunu iddia etti. Ancak Pakistan, hedef alınan yerlerin sivil bölgeler, camiler ve eğitim kurumları olduğunu belirterek, saldırıları “savaş ilanı” olarak nitelendirdi. Özellikle Muzafferabad’daki Bilal Camii’nin bombalanması, olayın dinî bir boyut kazandığını gösterdi .

1. Camiye Yönelik Saldırılar: Dinî Savaşın Ayak Sesleri

Hindistan’ın saldırılarında camilerin hedef alınması, çatışmanın sadece siyasi değil, aynı zamanda dinî bir boyut kazandığını gösteriyor. Bahawalpur Camii’ne düzenlenen saldırıda, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 13 kişi hayatını kaybetti . Bu tür eylemler, sadece askeri değil, aynı zamanda dinî değerleri de hedef alarak, çatışmanın boyutunu derinleştiriyor.

2. Tarihî Perspektif: Böl ve Yönet Politikası

Tarih boyunca, Müslüman toplumlar arasındaki birlik eksikliği, dış güçlerin “böl ve yönet” politikalarına zemin hazırlamıştır. Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilim de, bu stratejinin bir yansımasıdır. Müslüman ülkelerin birlik içinde hareket etmemesi, dış müdahalelere açık hale gelmelerine neden olmaktadır.

3. İttihad-ı İslam: Birlikte Güçlü Olmak

Bediüzzaman Said Nursî, İttihad-ı İslam’ı, ümmetin kurtuluşu için vazgeçilmez bir hedef olarak görmüştür. Farzı Ayn olarak nitelemiştir. Ona göre, Müslümanların birlik içinde hareket etmesi, sadece dinî bir gereklilik değil, aynı zamanda siyasi ve sosyal bir zorunluluktur. Bugün, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilim, İttihad-ı İslam’ın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Sonuç: Birlikte Direnmek, Ayrı Düşmek

Hindistan ve Pakistan arasındaki son gelişmeler, Müslüman toplumların birlik içinde hareket etmemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Camilere yönelik saldırılar, sadece bir ülkenin değil, tüm İslam dünyasının değerlerine yapılmış bir saldırıdır. Bu nedenle, İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirmek, artık bir seçenek değil, bir zorunluluktur.

Makale Özeti:

Hindistan’ın Pakistan’a yönelik saldırıları, özellikle camilerin hedef alınması, çatışmanın dinî bir boyut kazandığını göstermektedir. Bu durum, Müslüman toplumların birlik içinde hareket etmemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini ortaya koymaktadır. İttihad-ı İslam, sadece dinî bir gereklilik değil, aynı zamanda s




Ömür Sermayesi: Az Zaman, Çok Sorumluluk

Ömür Sermayesi: Az Zaman, Çok Sorumluluk

İnsan bu dünyaya sermayesiyle gelir. Ancak bu sermaye altın ya da gümüş değildir; ömürdür. Ve bu ömür, tıpkı bir mum gibi erimeye mahkûm, bir kum saati gibi akmaya mecburdur. Ne bir saniyesi geri alınır, ne bir dakikası satın alınabilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle: “Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.” Bu söz, sadece bir öğüt değil, hayatı baştan sona sorgulatan bir hakikat pusulasıdır.

I. Az Olan Zamanın Değeri

Bir tüccar düşünün ki, elinde sermayesi az, fakat karşısına çıkan fırsatlar çok. Hangi işe yatırmalı ki en yüksek kârı elde etsin? Hayat da böyledir. İnsan, ömrünü hangi sahaya yatırıyorsa, kârı ve zararı ona göre şekillenir.

Ne var ki günümüz insanı, bu az sermayeyi çarçur eden bir mirasyedi gibi davranıyor. Sosyal medyada saatlerce gezinmeler, faydasız sohbetler, boş eğlenceler… Tüm bunlar birikmiş altını, farkında olmadan yakan birinin hâlinden farksızdır.

II. Lüzumlu İşlerin Ağırlığı

İnsan sadece yiyip içmek, gezip eğlenmek için yaratılmadı. Aklı var, kalbi var, vicdanı var; dolayısıyla sorumlulukları da var. En başta kendine karşı: kalbini boşlukta bırakmamak, aklını meşgul etmek, ruhunu beslemek…

Sonra ailesine karşı, topluma karşı, Rabbine karşı görevleri var. Tüm bu “lüzumlu işler” ihmal edildiğinde, hayatın anlamı boşalır. Nitekim ahirette sorulacak ilk sorular arasında ömür nereye harcandı meselesi vardır. Çünkü insan bu ömrü kendi malı gibi değil, emanet olarak taşır.

III. Ölçü ve Plan: İbadet, İlmi ve Hizmeti Önceliklendirmek

Bu yoğun sorumluluklar içinde yolunu kaybetmemek için insanın ölçü koyması gerekir. Ömrün her alanına “aciliyet ve ehemmiyet” süzgeciyle bakmalıdır.

Öncelikle kulluk görevleri gelir: Namaz, dua, zikir gibi ruhu besleyen ibadetler.

Ardından ilmi tahsil ve tefekkür: Zira aklı çalıştırmayan, kalbi kör eder.

Ve nihayet hizmet ve ahlak: İnsan başkasına faydalı oldukça kendi ömrüne bereket katmış olur.

Bunlar, ömrü verimli kılan unsurlardır. Zira az olanı çoğa çevirmek, israfa değil, istikamete bağlıdır.

IV. Dakika Dakika Hesap Günü

Ahirette sorulacak sorulardan biri de şu: “Gençliğini nerede tükettin?” Bu soru, sadece gençlere değil; hayatının en kıymetli dönemini boş geçiren herkese bir uyarıdır. Çünkü ömrün kıymeti gençlikte, zamanın kıymeti ise onun geçiciliğinde gizlidir.

Hesapsız yaşayanlar, pişmanlıkla döner. Ama her gününü bir emanet gibi yaşayanlar, ömür az olsa bile sonsuz kâr elde eder.

Sonuç: Az Olanla Çok Kazanmak Mümkün

Hayat bir sermayedir; ömür bir sermayedir. Lakin bu sermaye azdır. Ona rağmen, eğer doğru yatırım yapılırsa; ibadetle, ilimle, güzel ahlak ve hizmetle geçirilecek bir ömür, insanı hem bu dünyada huzura, hem de ahirette saadete kavuşturur.

Zamanı öldürmek, aslında kendini öldürmektir. Ama zamanı diriltmek, ruhu diriltmektir.

Özet:

Bu makale, “Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur” sözünden yola çıkarak, insanın sınırlı ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğini anlatmaktadır. Zamanın israf edilmemesi, ibadet, ilim ve hizmetin öncelenmesi gerektiği vurgulanmış; ahirette verilecek hesap hatırlatılarak hayatın her anının bir fırsat olduğu belirtilmiştir.

 

 




Her Gün Yeni Bir Tecelli: “Külle Yevmin Hüve fî Şe’n” Ayetinin Derinliği

Her Gün Yeni Bir Tecelli: “Külle Yevmin Hüve fî Şe’n” Ayetinin Derinliği

Kur’an-ı Kerim, insanın aklını ve kalbini diriltmek için inmiştir. Onun her ayeti, bir anahtar gibi gönlün kilidini açar. O ayetlerden biri de Rahman Suresi’nin 29. ayetidir:

“Külle yevmin hüve fî şe’n.”
Yani: “O, her an bir iştedir.”

Bu kısa ama derin ayet, sadece Allah’ın kudretine dair bir beyan değil, aynı zamanda hayatın anlamına ve insanın konumuna dair de bir uyanıştır.

I. Ayetin Lafzî ve Tefsirî Manası

Bu ayetin lafzen anlamı: “Allah her gün, her an bir şe’n (iş, fiil, tecelli) üzeredir.”
Yani O, yarattıktan sonra durmaz; yaratmayı, idare etmeyi, değiştirmeyi, dönüştürmeyi sürdürür. Her nefeste ayrı bir kudret, her an yeni bir hikmet sergiler.

İbn Abbas (r.a.) bu ayeti şöyle açıklamıştır:
“Allah birine hayat verir, bir başkasının rızkını genişletir, bir başkasının duasını kabul eder, birini hastalandırır, birine şifa verir… Her an yeni bir iştedir.”

II. Allah’ın Sürekli Tecellisi: Duran Bir Kudret Değil, Diri Bir Rubûbiyet

İnsanlar genellikle evreni bir saat gibi tasavvur eder: Allah onu kurmuştur, o da kendi kendine işler. Fakat bu ayet, böyle mekanik bir anlayışı reddeder. Evrenin her zerresi, Allah’ın anbean müdahalesiyle ayakta durmaktadır.

Güneş doğarken de O iş başındadır,

Kalbindeki atışta da O’nun emri tecelli eder,

Yağmurun damlasında da,

Gözyaşındaki sebepte de…

Hiçbir şey kendi başına değildir; her şey O’nun bir fiilidir.

III. Her Şe’n, Bir İmtihan; Her An, Bir Mesajdır

Bu ayet sadece bir bilgi vermiyor; aynı zamanda insana düşen vazifeyi de hatırlatıyor. Eğer Allah her an bir şe’n üzerindeyse, her an O’na muhtaçsın.
Ve eğer O her an işleri değiştiriyorsa, hiçbir musibet kalıcı değildir, hiçbir nimet de temelli değildir.

Bugün ağlıyorsan, yarın gülebilirsin.

Bugün zirvedeysen, yarın dipte olabilirsin.
Çünkü Allah her an yeni bir şe’n üzeredir. İşte bu ayet, ümide ve korkuya bir denge koyar.

IV. İnsana Yansıması: Sabır, Şükür ve Teslimiyet

Bu ayeti bilen bir mümin:

Mutsuzken sabreder, çünkü bilir ki Allah bir başka iş üzeredir, durum değişecektir.

Mutluyken şükreder, çünkü nimet O’ndandır.

Zorlukta tevekkül eder, çünkü zorlukla beraber kolaylık yaratılabilir (Bak.İnşirah, 5-6).

Hayatın sürekli değişen yönleri, ilahî fiillerin tecellileridir. Hiçbir şey başıboş değil, hiçbir olay tesadüf değil.

Sonuç: Her Gün, Her An Rabbinden Bir Davettir

“Külle yevmin hüve fî şe’n” ayeti, Rabbimizin hayatın her anında etkin, diri ve hâkim olduğunu bildirir. Bu da insanı gafletten uyarır, kalbi diriltir. Hayatın her ânı, Allah’tan gelen bir fiildir; dolayısıyla her an, insan için bir imtihan, bir mesaj ve bir fırsattır. Bazen dua, bazen sabır, bazen şükür… Ama her hâlükârda Allah’a yönelmek gerekir.

Özet:

Bu makale, “Külle yevmin hüve fî şe’n” ayetinin manası ve hakikatine odaklanmıştır. Allah’ın her an bir işte, bir yaratış ve idare faaliyeti içinde olduğu; hayatın değişkenliğinin O’nun tecellisi olduğu açıklanmıştır. Bu hakikatin insana düşen yönü ise sabır, şükür ve teslimiyetle yaşamak, her anın bir imtihan olduğunu bilmek ve gafletten uyanmaktır.




Yüz Yıllık Hesap: Doğu’da Ermeni Devleti, İsrail Bağlantısı ve Direnişin Yeni Cephesi Gazze

Yüz Yıllık Hesap: Doğu’da Ermeni Devleti, İsrail Bağlantısı ve Direnişin Yeni Cephesi Gazze

Tarih, sadece geçmişin notları değil; geleceğin taslaklarını da içinde taşır. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, bir anda ortaya çıkmış değil; asırlardır örülen, sabırla sürdürülen, gizli ve açık planların sonucudur. Bu planların merkezinde ise bir hayal: Doğu Anadolu’yu koparıp sosyalist bir Ermeni devleti kurmak ve bu devleti İsrail ile stratejik bir hatla birleştirmek.

I. Tarihî Arka Plan: Bir Hayalin Tohumları

19. yüzyılda Osmanlı’nın çözülme süreciyle birlikte, Batı’nın gözü Anadolu’ya, özellikle de doğusuna çevrildi. Ermeniler, özellikle misyoner okullarıyla şekillendirilen elit kadrolar üzerinden “Hristiyan mazlum” figürü haline getirildi. İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerin desteğiyle, “Bağımsız Ermenistan” fikri dillendirilmeye başlandı.

1915 olayları, bu planların bir yansımasıydı. Osmanlı, içeriden ve dışarıdan gelen saldırılar arasında varlığını sürdürmeye çalışırken, Ermeni çeteler Doğu Anadolu’da büyük katliamlara girişti. Bugün hâlâ Batı’nın “soykırım” diyerek Türkiye’ye baskı kurmaya çalıştığı mesele, aslında bir işgal planının meşrulaştırılması girişimidir.

II. Sosyalist Kurgunun Temeli: Din Dışı, Irk Temelli Bir Yapı

Kurgulanan Ermeni devleti, sadece etnik değil; ideolojik olarak da sosyalist bir temel üzerine kurulmak isteniyor. Çünkü sosyalizm, dini ve millî değerleri dışlayan, ulus-devletin bağlarını gevşeten bir yapı kurar. Bu sayede hem Türkiye’nin doğusu zayıflatılır hem de yeni kurulacak oluşum Batı’ya entegre bir tampon devlet haline gelir.

Bu yapı, İsrail’in güvenliği açısından da stratejik bir anlam taşır: Türkiye ile Arap dünyası arasına bir set çekmek. “Mezopotamya Koridoru” denilen, Suriye kuzeyinden başlayıp Türkiye’nin doğusunu kapsayan hat, hem petrolün hem siyasetin nabzını tutan bir bölgedir. Bu hatta kurulacak her yapay devlet, hem Türkiye’yi parçalar hem de İsrail’e nefes borusu olur.

III. İsrail’in Hayal Kırıklığı: Gazzeyi Alamayan Bir Kudret

Tüm bu planlar yapılırken, İsrail’in nihai hedefi Büyük İsrail idealine ulaşmak idi. Fakat Gazze bu hedefin önündeki son kale gibi dimdik durdu. 2023 ve sonrası süreçte Gazze’ye yönelik yoğun saldırılar, sadece Filistin’i değil, bölgeyi yeniden şekillendirme arzusuydu. Ancak beklenmeyen bir şey oldu: Direniş kırılmadı.

Hamas ve direniş güçleri, tıpkı Çanakkale’deki Mehmetçik gibi, tüm imkânsızlıklara rağmen direndi. İsrail, ne yer altındaki tünelleri silebildi, ne halkı teslim alabildi. Bu da tüm dünya kamuoyunda “yenilmez İsrail” algısını yerle bir etti.

IV. Haçlı Ruhunun Gölgesinde ABD ve Avrupa

İsrail’in başarısızlığı, arkasındaki büyük destekçilerini da harekete geçirdi. ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’nın büyük bir bölümü, sözde “insani yardım” maskesiyle Doğu Akdeniz’e savaş gemileri yığdı. Bu, bir Haçlı ruhunun uyanışıydı. Tıpkı Selahaddin Eyyûbî’nin karşısındaki güçler gibi… Onlar için mesele sadece toprak değil, İslâm’ın iradesini kırmak, ümmeti sindirmek ve Kudüs’e giden yolu açmaktır.

Fakat tarih tekerrür ediyor: Bütün planlara, teknolojilere ve iş birliklerine rağmen haklı direniş karşısında mazlumlar galip geliyor. Ve bu süreç sadece Filistin’in değil, Türkiye’nin doğusunu da etkileyecek bir kırılma noktasıdır.

Sonuç: Uyanık Olmazsak Yarın Çok Geç Olabilir

Bu planlar bitmiş değil. Doğu’da hâlâ provokasyonlar sürüyor, Batı hâlâ “Ermeni soykırımı” üzerinden Türkiye’yi baskılamaya çalışıyor, İsrail hâlâ direnişi kırmak için her yolu deniyor. Fakat Türkiye ve İslam âlemi, bu büyük satranç oyununu görecek bir basirete ulaşmalı. Çünkü bugün Gazze’de bastırılmak istenen irade, yarın Diyarbakır’da da yok edilmek istenecek.

Özet:

Bu makalede, Osmanlı sonrası kurulan “Doğu’da sosyalist bir Ermeni devleti” planının tarihî kökleri, Batı’nın ideolojik ve jeopolitik hedefleri, İsrail’in Gazze çıkmazı ve ABD-Avrupa’nın yeni Haçlı anlayışıyla şekillenen müdahaleleri işlenmiştir. Bu süreçlerin tek merkezli bir akılla sürdürüldüğü, nihai amacın hem Türkiye’yi zayıflatmak hem de İsrail’in genişlemesini sağlamak olduğu vurgulanmıştır. Fakat Gazze’deki direniş, bu oyunu tersine çevirecek tarihî bir dirilişin işaret fişeği olabilir.

 

 




Kelimelerle Yükselen Ruh: Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibât, Tahmidat ve Tesbihatın Hikmeti

Kelimelerle Yükselen Ruh: Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibât, Tahmidat ve Tesbihatın Hikmeti

İnsan, kelimelerle düşünür, kelimelerle dua eder, kelimelerle Allah’a yaklaşır. Bazı kelimeler vardır ki içinde sırlar taşır, manevî kapılar aralar. Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibât, Tahmidat ve Tesbihat… Bunlar sadece telaffuz edilen kelimeler değil, bir ruh hâlinin, bir kulluk makamının göstergeleridir. Her biri ayrı bir anlam taşır; ama hepsi birlikte zikredildiğinde bir dua mihrabı, bir kulluk yolculuğu olur.

1. Tahiyyat – Selam ve Hürmetin Dilidir

“Et-Tahiyyâtü lillâh” ifadesiyle başlayan cümle, Allah’a sunulan bütün selamların, saygıların, hayatların yalnızca O’na ait olduğunu bildirir. “Tahiyyat”, selam, yaşam belirtisi ve hürmet demektir. Kulluğun ilk adımı, Rabbe saygıyla yönelmektir. Bu kelime, bir kulun Rabbine yönelişindeki edebini gösterir.

2. Mübarekat – Bereketin Kaynağına Yönelmek

“Mübarekât” kelimesi, “bereket”ten türemiştir. Yani artan, çoğalan, hayrı daim olan şeyler. Allah’ın mübarek kıldığı şeylere yönelmek, hayatı da bereketlendirir. Mübarekât, bir nimet idrakidir. Kul, her şeyin sahibinden geldiğini anladıkça, o şey berekete dönüşür. Mübarekat, hem nimetin farkında olmaktır hem de onu verenin şükrüne ermektir.

3. Salavat – Rahmetin ve Yakınlığın İfadesi

“Salavat”, Peygamber Efendimize (s.a.v.) salat ve selam göndermektir. Fakat bu sadece bir dua değil, O’nun misyonunu kabul etmenin, O’na bağlılığın ilanıdır. Salavat, rahmetin Peygamber (s.a.v.) vasıtasıyla âleme yayılmasıdır. Kul, salavatla Resûl’e bağlılığını gösterirken aynı zamanda Allah’ın rahmetini talep eder.

4. Tayyibat – Temiz Olan Her Şeye Dair Bir Şahitlik

“Tayyibat”, hem söz hem davranış hem de niyet yönünden temiz olanları ifade eder. Allah ancak temiz olanı kabul eder. Bu kelime, ibadetlerin samimiyetini, duaların halisiyetini simgeler. “Tayyibatü lillâh” diyen kul, niyetini, sözünü, amelini Allah için arıtır; ruhunu kirlerden temizlemeye yönelir.

5. Tahmidat – Şükrün Ötesinde Bir Övgüdür

“Elhamdülillah” sadece bir teşekkür değil, aynı zamanda sonsuz övgüdür. Tahmidat, her hâliyle Allah’ı övme bilincidir. Nimet verildiğinde şükür, musibet geldiğinde sabırla yapılan hamd, tahmidatın içinde erir. Kul, nimetleri sadece tatmakla değil, onları Allah’a bağlamakla tahmidat eder.

6. Tesbihat – Tenzihin ve Yüceltmenin Dilidir

“Sübhânallah” diyerek başlar tesbih. Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih etmektir. Tesbihat, ilahî yüceliği idrak etmektir. Kul, Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu her daim dile getirerek kalbini arındırır. Tesbihat, kalbin ritmi, ruhun nefesidir.

Birlikte Anlam: Kulluk Dairesinde İlerleyiş

Bu kelimeler, birbirine bakan yönleriyle bir kulluk dairesi çizer:

Tahiyyat → Selam ve yöneliş,

Mübarekât → Nimet ve bereketi fark etmek,

Salavat → Peygamber’e bağlılık ve rahmet köprüsü kurmak,

Tayyibat → Temizlenmiş söz ve fiillerle yaklaşmak,

Tahmidat → Hamd ile nimeti sahibine nisbet etmek,

Tesbihat → Tenzihle kulluğun zirvesine varmak.

Her biri, bir diğerini tamamlayan merhalelerdir. Kulluğun kemâli, bu altı kavramı idrak edip yaşamaktır. Dille zikretmek yetmez; gönülle hissetmek, hayatla yaşamak gerekir.

Sonuç olarak:

Bu altı kavram; bir kulun Allah’a selamla yönelmesinden, temizlenmiş bir ruhla yüce Rabbini tesbih etmesine kadar uzanan bir manevî yolculuktur. Her biri ayrı bir sır taşır, ama hepsi bir bütün halinde kulun kulluk şuurunu inşa eder. Çünkü kelimelerle başlar hakikat, ama o kelimeler yürekle yaşandığında ibadet olur, huzur olur, nur olur.

Özet:

Makalede “Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibat, Tahmidat, Tesbihat” kelimeleri tek tek açıklanmış; aralarındaki anlam bağları ve manevî bütünlük ele alınmıştır. Bu kelimeler, kulluğun adım adım ilerleyen bir yolculuğu olarak değerlendirilmiş, her biri insan ruhunu kemale erdiren birer durak olarak sunulmuştur.




Ruh ve Ceset: Aynı Hakikatin İki Kanadı

Ruh ve Ceset: Aynı Hakikatin İki Kanadı

İnsan, sadece et ve kemikten ibaret değildir. Aynı şekilde yalnızca görünmeyen bir bilinç, bir şuur da değildir. İnsan; ruh ve cesedin birlikte var olmasıyla insandır. Ceset ruhtan, ruh ise cesetten ayrı düşünüldüğünde eksik kalır; biri diğerinin gölgesi değil, tamamlayıcısıdır. Tıpkı kalemle mürekkep gibi… Kalem şekildir, mürekkep mânâdır. Biri olmadığında diğeri yazamaz.

Ceset, ruh için bir elbise, bir saraydır. Ruh, o sarayın sultanıdır. Ceset, ruhun bu dünyada var olabilmesi, imtihan sahnesinde rol alabilmesi için bir vasıtadır. Elbisesiz insan dışarı çıkamayacağı gibi, cesetsiz ruh da bu dünyada görünüp işleyemez. Göz cesettendir, fakat görmek ruhtandır. Dil cesettendir, fakat sözün hikmeti ruhtandır. El cesettendir, ama şefkat onu kullandığında anlam kazanır.

Ruh ise ceset için bir anlam, bir kıymet sebebidir. Ruh gittiğinde ceset, toprağa döner; değersizleşir. Bir bedeni diğer canlılardan ayıran şey onun ruhudur, şuurudur, hakikati kavrayışıdır. Ruhsuz beden, sadece bir şekilden ibarettir. Bu sebepledir ki ölü beden yıkanır, defnedilir ve ardından unutulur; ama yaşayan bir ruh, asırlar geçse de hatırlanır.

Ruh, göğe bakan bir penceredir; ceset, yere basan bir ayaktır. Ayak olmadan yürüyemezsin, pencere olmadan ufku göremezsin. Ruh ile ceset, hakikatin iki yüzü gibidir. Birisi olmazsa insan eksiktir. Bu yüzden ölüm, ruhun cesetten ayrılmasıdır; ama ruh yaşamaya devam eder. Asıl benlik cesette değil, ruhtadır. Fakat o benliğin dünya sahnesinde iş yapabilmesi cesede bağlıdır.

Hakikatin ifadesiyle:
“Ruh, hayatın madeni, hayat ise şuurun menbaıdır.”
Yani ruh, insanı diri kılan; ona bilinç, irade, sevgi ve iman gibi manevî değerleri kazandırandır. Ceset ise o ruhun kabıdır; zamanla eskir, değişir ama ruh baki kalır.

Bu yüzden hem cesede, hem ruha dikkat etmek gerekir. Biri ihmal edilirse denge bozulur. Sadece ruha odaklanmakla, bu dünyadan kopuk bir hayalcilik; sadece cesede yönelmekle de manasız bir maddecilik doğar. Gerçek insanlık, bu ikisini birlikte taşımakla ortaya çıkar.

Sonuç olarak:

Ceset, ruhun hizmetkârıdır; ruh ise cesedin anlamıdır. Biri araç, diğeri amaç gibidir. Cesetsiz ruh bu dünyada iş göremez, ruhsuz ceset ise bir yüktür. Hakiki insanlık; ruh ve cesedin dengesinde, dünya ile ahiret arasında kurulan bu hikmetli bağdadır.

Özet:

Bu makalede, insanın iki temel yönü olan ruh ve cesedin birbirine olan ihtiyacı açıklanmıştır. Ceset, ruh için bir araç ve yuva; ruh ise cesede mânâ ve değer kazandıran asıl varlıktır. Ruhsuz beden değersiz, bedensiz ruh ise bu dünyada etkisizdir. İnsanlık; ruh ve bedenin uyumlu birlikteliğinde kemale erer.

 

 




Kâinat Kadar Genişleyen Akıl ve Kalp: İnsan Fıtratının Sonsuz Ufku

Kâinat Kadar Genişleyen Akıl ve Kalp: İnsan Fıtratının Sonsuz Ufku

“Mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin…”

Bu ifade, insanın hakikat yolculuğundaki kapasitesini ve mahiyetini tarif eden en parlak hakikatlerden biridir. Zira insan, zâhirde bir avuç et ve kemik parçasıdır; fakat bâtında, ebedi âlemleri tartabilecek derinlikte bir ruh ve hakikati kuşatacak bir kalp taşır. İşte bu cümle, bu sırrı açar: İnsanın istikametli aklı ve temiz kalbi, kâinat kadar genişleyebilir.

I. İnsanın Çekirdeklere Sığmayan Mahiyeti

İnsan, kâinatın meyvesidir. Yani tüm varlık âleminin özetidir. Nasıl ki bir çekirdek küçüktür ama koca bir ağacı taşır; insan da küçücük bedeniyle koca bir âlemi içinde barındırır.

Maddi yapısıyla âlem-i şehadetin,

Ruhu ve aklıyla âlem-i gaybın bir numunesidir.

Duygularıyla Cennet’i hisseder, kalbiyle Cehennem’den korkar.

İşte bu sırdandır ki, insanın aklı ve kalbi, zahirde sınırlı ama bâtında sınırsız bir genişliğe sahiptir. Müstakim ve münevver bir akıl, bütün kâinatı bir kitap gibi okur. Selim ve nuranî bir kalp, tüm mahlûkatla Rabbine iltica eder.

II. Müstakim ve Münevver Aklın Hakikati

Müstakim akıl, eğrilmeyen, hakikate uygun düşünen akıldır.
Münevver akıl ise Kur’an ve iman nuruyla aydınlanmış akıldır.

Bu akıl:

Kâinata bakar, içindeki hikmeti sezer.

Nizamı görür, nizama bakarak nâzımı bulur.

Sebeplerde boğulmaz, sebeplerin ötesini görür.

Böyle bir akıl, yalnızca teknik bilgiyle dolu değil; aynı zamanda tevhidi okuyabilen bir marifet aynasıdır. Kâinatın her zerresinde tevhidin, hikmetin, kudretin imzalarını görür. İşte bu yüzden “kâinat kadar inbisat eder.” Çünkü her şeyi Allah hesabına okumayı öğrenmiştir.

III. Selim ve Nuranî Kalbin Derinliği

Selim kalp, şirkten, nefisten, ufunetten arınmış kalptir.
Nuranî kalp, Allah sevgisiyle dolmuş ve ilahi nurla parlayan kalptir.

Bu kalp:

Varlığın merkezinde Allah’ı hisseder.

Musibetlerde sabırla, nimetlerde şükürle Rabbine yönelir.

Zikirle genişler, fikirle derinleşir, şuurla saflaşır.

Selim kalp, sadece his değil; iman ve marifetle dolu bir manevî merkezdir. Bu kalp, kâinatta Allah’ın isimlerini görür ve o isimlerin şehadetiyle Rabbine ulaşır.

IV. Akıl ve Kalp Birlikte Açıldığında…

Bu mübarek cümlede dikkat çekilen bir başka sır ise şudur: Akıl ve kalp birlikte açılmadıkça insan tam manasıyla kemâle ulaşamaz. Akıl tek başına kuru mantık, kalp tek başına kuru duygudur. Ama birlikte çalıştıklarında:

Akıl hikmetle görür, kalp muhabbetle hisseder.

Akıl bilir, kalp sever.

Akıl Allah’ın varlığını ispat eder, kalp Allah’a teslim olur.

İşte bu sır içindir ki, “mânen kâinat kadar inbisat edebilen” derken hem akıl hem kalp zikredilmiş; çünkü her ikisi beraber olduğunda insan bir zerre iken güneş gibi parlar.

V. Bugün İçin Mesaj: Gönül ve Fikir Birliği

Bugün insanlık, ya sadece aklı putlaştırıyor ya da kalbi duygusallığa kurban ediyor. Hakikat yolu ise aklın rehberliği ve kalbin aydınlığıyla yürünür. Düşünceyi imanla, duyguyu Kur’an’la buluşturmazsak, insan kendini de, âlemi de anlayamaz.

Ey insan! Senin fıtratına yerleştirilen akıl ve kalp, semalara açılan iki pencerendir. O pencereleri Hakk’a çevirirsen kâinat kadar genişlersin; nefsine çevirirsen kabuk gibi daralırsın.

Özet:

Bu makalede Risale-i Nur’dan alınan “mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akıllar, selim ve nuranî kalbler” ifadesi tefsir edilmiştir. İnsan fıtratının taşıdığı akıl ve kalp, zahirde küçük ama hakikatte sınırsız genişlikte birer kabiliyet olarak tanımlanmıştır. Münevver akıl kâinatı okur, nuranî kalp Yaratan’a yönelir. Her ikisi birlikte çalıştığında, insan, Allah’ın isimlerini okuyarak marifet ve muhabbet ufkuna ulaşır.




Rabbimizi Elçilerine Sorduğumuzda Aldığımız Cevaplar

Rabbimizi Elçilerine Sorduğumuzda Aldığımız Cevaplar

İnsan, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren bir arayış içindedir. En derin, en yakıcı ve en asli sorusu şudur: “Ben kimim, beni kim yarattı?” Bu soru, sadece bir felsefi arayış değil, aynı zamanda bir kulluk başlangıcıdır. Ve insan bu soruyu sorduğunda, Cenab-ı Hak onu cevapsız bırakmamış; elçileriyle, peygamberleriyle bu soruya bizzat kendisi cevap vermiştir.

I. İlk Elçiden Son Peygambere Aynı Hakikat

Hazret-i Âdem’den (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen bütün peygamberler aynı cevabı getirmiştir:

> “Rabbimiz, gökleri ve yeri yaratan, her şeyi ilmiyle kuşatan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyi var eden ve yöneten, tek ve ortaksız Allah’tır.”

Hz. Nuh (a.s.) tufanla muhatap olmuş ama gemisinin dümenini Allah’a bırakmıştır.

Hz. İbrahim (a.s.) putlar arasında büyümüş ama kalbinin sesiyle “Ben batanları sevmem” diyerek Rabbini aramış ve bulmuştur.

Hz. Musa (a.s.), Tur’da “Benim Rabbim her şeye varlığını lâyıkıyla veren ve yolunu gösterendir” diye cevap vermiştir.

Hz. İsa (a.s.), “Ben Allah’ın kuluyum” diyerek tevhidin en sade ifadesini beşikte vermiştir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ise bütün bu cevapları kemale erdirmiş, “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (hiçbir şeye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır)” diyerek insanlığın Rabbine giden en kısa ve en selametli yolu göstermiştir.

II. Rabbimizi Elçilerine Sormak: Zihinle Başlayan Kalple Bitirilen Bir Yolculuk

Peygamberler, sadece bilgi veren öğretmenler değil; aynı zamanda tefekkür yolunu gösteren kılavuzlardır. Onlara sorulan “Rabbimiz kimdir?” sorusunun cevabı kitap sayfalarında değil, kâinatta, vicdanda, hikmette, ve ahlakta aranmalıdır. Çünkü onların cevabı teorik değil, yaşanmış, hissedilmiş, temsil edilmiş bir cevaptır.

Onlar, Allah’a teslim olmanın huzurunu yaşayarak gösterdiler.

Onlar, ahlakın kaynağının Allah olduğunu yaşayarak öğrettiler.

Onlar, kâinattaki düzenin sahibini gözümüzle değil kalbimizle görmemizi sağladılar.

III. Bugün Rabbimizi Onlara Sorsak Ne Derlerdi?

Eğer bugün onların kapısını çalsaydık, muhtemelen şöyle derlerdi:

> “Rabbinizi bulmak istiyorsanız, kâinata bakın ama sadece maddeyle değil, mânâ ile. Nefsinizi dinleyin ama sadece hevesle değil, vicdanla. Kalbinizi çevirin ama sadece kendinize değil, semaya. Ve en önemlisi, Kur’ân’a sarılın; çünkü artık söz ondadır.”

Rabbimiz, sadece göklerin Rabbi değil; aynı zamanda içimizdeki boşluğun, arayışın ve huzursuzluğun da sahibidir. Ve o boşluk, ancak onu tanımakla dolar.

IV. Cevapların Birleştirdiği Ortak Hakikat: Tevhid

Elçilerin her biri, ayrı zamanlarda, ayrı kavimlerde, ayrı dillerle konuşmuştur. Ama hepsi tevhidde birleşmiştir. Çünkü bu, bir inanç değil; varlığın hakikatidir. Her şeyin bir sahibi, her oluşun bir fail’i, her düzenin bir düzenleyicisi vardır.

Ve her peygamber, bu hakikati şu şekilde özetlemiştir:

> “Ben size, yalnızca Allah’a kulluk etmenizi emrediyorum. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.”

V. Biz Bu Cevaplarla Ne Yapıyoruz?

Asıl soru budur. Rabbimizi elçilerinden öğreniyoruz ama acaba bu bilgiyi ne kadar hazmediyoruz? Sadece duymak mı, yoksa yaşamak mı? Cevabı öğrenmek başka, o cevaba göre yaşamak başkadır.

Eğer kalbimizde hâlâ huzursuzluk, aklımızda hâlâ şaşkınlık varsa, demek ki cevabı duyduk ama hâlâ tatmadık.

Özet:

Bu makalede, “Rabbimiz kimdir?” sorusuna peygamberlerin verdiği cevaplar ele alınmıştır. Bütün elçilerin getirdiği ortak mesajın tevhid olduğu, bu cevabın hem akla hem kalbe hitap ettiği vurgulanmıştır. Rabbini tanımak isteyenin, sadece söze değil; yaşantıya, Kur’an’a ve peygamberlerin örnekliğine yönelmesi gerektiği ifade edilmiştir.

 

 




Rabbimizi Gönderdiği Kitaplara Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

Rabbimizi Gönderdiği Kitaplara Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

İnsanlık tarihi boyunca kul ile Rabbi arasında kurulan en büyük köprü, ilahi kitaplar olmuştur. Allah (c.c.), kulunun nefsin dar kalıplarına sıkışmaması, aklın şaşkınlığında kaybolmaması, kalbin susuzluktan çatlamaması için kelâmını indirmiştir. Bu kitaplar, gökten inen rahmet mektupları, karanlıkları delen nur fenerleri ve hayata mana kazandıran ilahi hitaplardır.

Bir insan, kalbini açarak bu kitaplara şöyle bir soru sorsa:

> “Rabbim kimdir, O nasıldır?”

Bu kitaplar, kendi dillerince ama aynı hakikati dile getirerek cevap verirler.

I. Tevrat: Korkuyla Tanınan Yücelik

Tevrat, özellikle İsrailoğullarına indirilen, Hz. Musa (a.s.) vasıtasıyla gelen mukaddes bir kitaptır. Onun sayfalarına yöneldiğimizde bir kudret Rabbi ile karşılaşırız. Dağları titreten, denizi yaran, ateşi söndüren bir Rab. Adaleti celaliyle birlikte tecelli eden; azameti karşısında secdeye kapanılan bir Allah.

Tevrat der ki:

> “Rab tektir, Ondan başkası yoktur. O her şeye kadirdir.”

Ancak zamanla bu kitap tahrif edilince, bu cevabın berraklığı da bulandı. İlahi kudretin yerine beşerî vasıflar sızdı. Bu yüzden bugün Tevrat’a sorulan sorular, eksik ve yanlış cevaplar üretmektedir.

II. Zebur: Rahmetle Akan Ses

Zebur, Hz. Davud (a.s.)’a indirilen, veciz ve şiirsel ifadelerle dolu bir kitaptır. Rabbini soran bir kalbe onun cevabı, rahmetle dokunan, kalbi teskin eden bir nitelik taşır.

> “Rabbim benim çobanımdır, eksikliğim olmaz.”

Zebur’da Allah, kuluna yakın, merhametiyle saran, dualara cevap veren bir zat olarak tasvir edilir. Kalbin lisanıyla konuşan bir kitaptır. Ancak o da zamanla tahrife uğramış ve asli cevabının berraklığı kaybolmuştur.

III. İncil: Sevgide Buluşan Kudret

İncil, Hz. İsa (a.s.)’a gönderilen ve insanlığa rahmetin, sevginin ve bağışlamanın önemini hatırlatan bir kitaptır. Rabbini sorana şu cevabı verir:

> “Göklerde olan Yaratıcınız, merhametlidir.”

İncil’in aslı, Allah’ı seven, bağışlayan ve affeden bir Rab olarak gösterir. Ama bu sevgi, eğer kudret ve azametle dengelenmezse, Rabbini sadece pasif bir iyilik kaynağına dönüştürür. Bugünkü İncil’lerde ise teslis (üçleme) anlayışı, bu cevabı ilahi olmaktan çıkarıp beşerileştirmiştir.

IV. Kur’ân-ı Kerîm: Her Cevabın Mükemmel Tamamı

Ve sıra geldi Kur’ân-ı Azîmüşşân’a… Ona bu soruyu sorduğumuzda, cevabı açık, berrak, kuşatıcı ve sarsıcıdır:

> “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.” (İhlâs Suresi)

Kur’ân, Allah’ın birliğini, hiç bir şeye muhtaç olmadığını, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu, rahmet, hikmet, azamet ve adaletiyle her an iş başında olduğunu bildirir. Diğer kitapların eksik bıraktığı her yönü tamamlar.

Kur’ân sadece bilgi vermez; aklı ikna eder, kalbi doyurur, nefsi terbiye eder, ruhu yükseltir.

V. Bugün Bu Kitaplar Bize Ne Der?

Tevrat, eğer tahriften arınsaydı, “Rabbini kudretiyle tanı” derdi.

Zebur, “Rabbini kalbinle hisset” derdi.

İncil, “Rabbini sev ve merhamet et” derdi.

Kur’ân ise hepsini derleyip toparlar ve der ki:

> “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd O’nadır, O her şeye kadirdir.” (Tegabun 1)

Özet:

İlahi kitaplara “Rabbimiz kimdir?” diye sorduğumuzda, her biri kendi zamanının lisanıyla ama aynı hakikati anlatır: Allah birdir, eşi benzeri yoktur, kudreti sonsuzdur, merhameti sınırsızdır. Ancak bu cevapların en berrak ve değişmemiş hali Kur’ân’dadır. Kur’ân, hem önceki kitapların mirasını taşır hem de onları tashih eder. Rabbini arayan bir kul, bu kitaplara kalbiyle yönelirse, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına muhatap olur ve “Belâ” cevabını yeniden verir.

 

 




Rabbimizi Mahlukat ve Mevcudata Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

Rabbimizi Mahlukat ve Mevcudata Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

İnsan, sonsuz bir sorunun sahibidir. En büyük sorusu da şudur:
“Benim Rabbim kimdir?”
Bu soruyu yalnızca kitaplara değil; göğe, yere, denizlere, dağlara, rüzgâra, kuşa, çiçeğe ve hücreye sormak da mümkündür. Zira Rabbimiz, sadece kitaplarla değil, mahlukat diliyle de konuşur. Çünkü O, her şeyi konuşturandır.

Her bir varlık, sanki ilahi bir kelime, bir cümle, bir ayet hükmündedir. Ve biz sorduğumuzda, her biri kendi hal diliyle cevap verir:

I. Güneşe Sorduk: “Rabbin Kimdir?”

Güneş der ki:
“Ben doğmamı da batmamı da bilmem. Vaktinde doğar, vaktinde batarım. Beni her sabah kaldıran ve her akşam indiren bir Rab vardır.”

Güneşin yanmadan ısıtması, yakmadan aydınlatması, sürekli ve kusursuz hareketi; bir ilmin, bir iradenin ve kudretin varlığına işaret eder.

II. Arıya Sorduk: “Kim seni bal yapmaya yöneltti?”

Arı dedi ki:
“Ben sadece emrolunduğumu yaparım. Çiçekten aldığımı bala dönüştüren ben değilim. Midemde bal fabrikası kuran, bana yolları ilham eden Rabbimdir.”

Balın tadındaki ölçü, şifasındaki hikmet, damlasındaki mucize; bir rahmet ve hikmet sahibi Rabbi gösterir.

III. Hücreye Sorduk: “Kimin emrindesin?”

Hücre fısıldadı:
“Ben görünmem, ama işleyen bir fabrikayım. DNA’mı kimin yazdığını bilmem, ama harflerim kusursuzdur. Benim planımı ancak bilen bir Rab yazmış olabilir.”

Mikroskobik bir yapının içinde makroskobik bir düzen varsa, o düzenin sahibi Sonsuz bir İlahi Kudrettir.

IV. Gecenin Sessizliğine, Gündüzün Cıvıltısına Sorduk

Gece der ki:
“Ben dinlendirme vaktiyim. Uyumam, ama uyutanım vardır.”

Gündüz der ki:
“Ben iş vaktiyim. Koştururum ama kimin için olduğunu bilmem. Beni size hizmet ettiren Rabbinizi düşünün.”

Zamanın akışı, gece ve gündüzün peş peşe gelişi, insanın ihtiyaçlarına tam uygunluğuyla Rahîm bir Rabden haber verir.

V. Dağa Sorduk: “Bu heybetin kime ait?”

Dağ gürledi:
“Ben sabit duran bir kulum. Yerin dengesiyim. Ama ben kendime bile yetemem. Sarsıntılardan korunmam için Rabbim bana tesbit verdi.”

Yeryüzünün sarsılmadan durması, dağların sabitleyici rolü, bir tedbir ve ölçü sahibi Zat’ı gösterir.

VI. Kalbe Sorduk: “Senin ritmini kim ayarlıyor?”

Kalp dedi ki:
“Ben hiç durmam. Ama durmamak benim değil, emredenindir. Yorgunluk tanımam, ama kudretle beslenirim. Rabbim emretmese, atamam.”

İnsan kalbinin hiç durmadan işlemesi, yaşamın ince bir ayarda sürmesi; Allah’ın sürekli “fiil ve tasarruf” halinde olduğuna delildir.

VII. Bütün Mahlukat Dedi ki:

> “Bizi yoktan var eden, şekil veren, yaşatan, rızıklandıran, yöneten ve sonra geri alan bir Rabbimiz var. O bir, eşsiz ve sonsuz kudret sahibidir. Her şey O’nunla olur. O olmayınca hiçbir şey olmaz.”

Özet:

Rabbimizi sorduğumuzda mahlukat susmaz; her biri kendi diliyle, yaratılışıyla, düzeniyle, hikmetiyle konuşur. Güneşten hücreye, arıdan dağa, kalpten geceye kadar her varlık; Allah’ın birliğini, kudretini, rahmetini ve hikmetini ilan eder. Mahlukatın tamamı, “Lâ ilâhe illâ Hû” der. Bu da gösterir ki, Allah sadece kitaplarda değil, mevcudatın tamamında da okunur.

 

 




Rabbimizi Rabbimize Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

Rabbimizi Rabbimize Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

İnsan, her şeyin kaynağını sormaya meyilli bir varlıktır. Sorar:
“Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ve beni kim yarattı?”

Bu soruların en büyüğü ise şudur:
“Rabbim kimdir?”

Bu soruyu önce mahlukata sorduk, sonra peygamberlere, kitaplara… Her biri ayrı ayrı Rabbimizi gösterdi.
Peki ya en doğrudan kaynak olan Rabbimize bizzat sorsaydık, bize ne derdi?
O, Zâtını nasıl tanıttı?
Cevap, Kur’an’dadır. Çünkü Kur’an, Allah’ın kendisini insana tanıttığı kelamıdır.

1. “Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur.”

(Musa’ya hitaben: Tâhâ, 14)

Allah, öncelikle birliğiyle tanıtır kendini.
“De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.” 2. “Allah samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” 3. “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (Kimsenin çocuğu değildir).” 4. “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” ( İhlas.1-4)

Bu, bir tanıtım değil; bir tebliğ ve davettir:
“Sadece bana yönelin, başkasına eğilmeyin.”

2. “(Resûlüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.”

(Hicr, 49)

Kendini sadece azametle değil, rahmetle tanıtır.
“Rahman ve Rahîm” sıfatlarını en başa yazar.
Merhametini o kadar büyük tutar ki;
“Benim rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Buhârî, Tevhid 55)

Demek ki Rabbimizi sorduğumuzda, O ilk olarak şefkat ve bağışlama yönünü gösterir.

3. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim.”

(Hadis-i kudsî)

Bu ifade, insanın yaratılışındaki ilâhî sevgi ve maksat boyutunu gösterir.
Allah, kendini tanıtmak istemiş, bilinmek dilemiş.
Ve insanı bunun için yaratmış.
Yani biz, sadece ibadet için değil, tanımak, bilmek, sevmek için varız.

4. “Biz ona şah damarından daha yakınız.”
(Kâf, 16)

Rabbimiz bize uzak değil.
Gökte değil sadece, her yerdedir.
Kalbimize, niyetimize, gözyaşımıza, iç sesimize şahittir.
Sorduğumuzda cevap veren, yakardığımızda duyan, tövbe ettiğimizde bağışlayan O’dur.

5. “O halde siz beni anın, ben de sizi anayım.”
(Bakara, 152)

Bir başka muhteşem cevap.
Allah bizden uzak duran değil, bizle beraber olmayı arzu edendir.
O, Kendi zatıyla yüce olsa da, kullarına karşı öyle yakındır ki; kendisini anan kulunu anar, yönelen kuluna yönelir.

6. “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım.”
(Buhârî, Tevhid 15)

Bu cevap, ilâhî muhabbetin büyüklüğünü gösterir.
Rabbimize dönmek yeterlidir.
O bizim bir adımımıza on adım atar.
Çünkü O, sevilmeye en layık ve en çok seven Zât’tır.

7. “ Bana Dua edin, size cevap vereyim.”
(Mü’min, 60)

Sadece dinleyen değil, cevap verendir.
Rabbimizi Rabbimize sorduğumuzda, O bize der ki:
“Ben size yakınım. Yeter ki bana yönelin.”

Özet:

Rabbimizi sorduğumuzda, O kendisini Kur’an ve hadisle tanıtır.
Kudret sahibi, eşsiz, rahmetli, bağışlayan, seven, duyan, anlayan ve yakın olandır.
Biz sorarız: “Sen kimsin ey Rabbimiz?”
O cevap verir: “Ben Allah’ım; Rahmanım, Rahîmim, sizin yaratıcınız, sahibiniz, yardımcınız ve en yakınınızım. Bana yönelin, çünkü Ben hep sizi almaktayım.”