Helal-Haram Hassasiyetinin Yitirilişi

Helal-Haram Hassasiyetinin Yitirilişi

Arapça Metin:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«لَيَأْتِيَنَّ عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ، لَا يُبَالِي الْمَرْءُ بِمَا أَخَذَ الْمَالَ، أَمِنْ حَلَالٍ أَمْ مِنْ حَرَامٍ.»
Türkçe Metin:
Ebu Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre Nebi şöyle buyurmuştur: “Öyle bir zaman gelecek ki bir kişi kazancının helal mi yoksa haram mı olduğuna aldırmayacak.”
(Buhârî, Büyû’, 16.)

Kazancın Hesabı Nerede Kaldı?

> “Öyle bir zaman gelecek ki kişi, kazancının helal mi haram mı olduğuna aldırış etmeyecek.”
(Buhârî, Büyû’, 16)

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), bu hadis-i şerifte ümmetin manevi yıkımının habercisi olan bir zaafı haber veriyor: Helal-haram hassasiyetinin silinmesi. Bu, sadece bireysel bir ahlak problemi değil, toplumun kökünü kurutan bir inanç aşınmasıdır.

Kazancın Helalliği Neden Önemlidir?

Helal kazanç; kulun Rabbine karşı takvasının, imanının, ahiret şuurunun göstergesidir. Haram kazanç ise ibadetleri zehirler, duaları reddettirir, nesli ifsat eder ve toplumun temelini çürütür.

Bugün Bu Hadisin Gerçekleştiği Zamanlardayız

1. Faiz Normalleşti: Bankacılık sistemine entegre olmuş zihinler için artık “faiz” tabusu kalmadı. Kar-zarar ortaklığı yerine faizli borçlanma sistemleri tercih ediliyor.

2. Rüşvetin Adı “Hediye” Oldu: Harama kapı açan ilişkiler süslenip meşrulaştırılıyor. İş takibi, makam pazarlığı, usulsüzlükler birer “gelenek” haline geldi.

3. Ticarette Aldatma Yaygınlaştı: Ölçüde, tartıda, kalitede dürüstlük değil; “müşteriyi nasıl kandırırım?” mantığı hâkim.

4. İnternette Haramın Hızı Artı: Dijital dünyada kazançlar, içerik üretimi, reklam anlaşmaları üzerinden helal-haram çizgileri silikleşti. Harama çağıran bir içerikle milyonlar kazanmak, artık sorgulanmaz hale geldi.

5. Geçim Kaygısıyla Haram Bahane Ediliyor: “Mecburum”, “herkes böyle yapıyor”, “sistem buna zorluyor” gibi bahanelerle haram işleniyor, ardından vicdan susturuluyor.

Bu Gidişatın Bireysel ve Toplumsal Zararları

Kalp Kararıyor: Haram kazanç kalbi mühürler, ruhu zehirler. İnsanda hayâ ve vicdan zayıflar.

İbadetlerin Tesiri Kaybolur: Haram lokma ile kılınan namazda huşû, edilen duada kabul zayıflar.

Toplumda Güven Kaybolur: Ticarette, iş ilişkilerinde güven ortadan kalkar. Herkes birbirinden kuşku duyar.

Nesil Bozulur: Haram kazançla büyüyen nesil, haramı meşru görmeye başlar. Değerler aşınır.

Çözüm ve Tavsiyeler

Helal kazancı kutsamak: Kazancı az da olsa helal olanı yüceltmek ve bu bilinci yaymak.

Faizden kaçınmak: Alternatif finans sistemlerine yönelmek, gerekirse yavaş büyümeyi göze almak.

Ticarette dürüstlük: “Bizi aldatan bizden değildir” hadisini şiar edinmek.

Ailede bilinç inşası: Çocuklara erken yaşta helal-haram çizgileri öğretilmeli.

Sistemli denetim ve ıslah: Toplumsal ölçekte, ekonomik sistemlerin İslamî değerlerle uyumlu hale getirilmesi gerekir.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) helal-haram hassasiyetinin kaybolacağına dair uyarısı, günümüzle mukayeseli şekilde ele alındı. Faiz, rüşvet, aldatıcı ticaret ve dijital haram kazançlar örnek gösterilerek, bu hassasiyetin yitirilişinin bireysel ve toplumsal etkileri açıklandı. Kazançta helal-haram ayrımının imanî bir mesele olduğu, çözümün ise bilinçli bir duruş ve sistemli ıslahla mümkün olacağı vurgulandı.

 

 




Taklit Felaketi

Taklit Felaketi

Arapça Metin:
عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«لَتَتَّبِعُنَّ سَنَنَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ شِبْرًا شِبْرًا وَذِرَاعًا بِذِرَاعٍ حَتّٰى لَوْ دَخَلُوا جُحْرَ ضَبٍّ لَاتَّبَعْتُمُوهُ.»
قُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ آلْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى؟
قَالَ: «فَمَنْ؟»
Türkçe Metin:
Ebu Said el-Hudrî’nin (ra) rivayet ettiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Muhakkak sizler, sizden önceki ümmetlerin yollarını karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hatta onlar bir keler (sürüngen) deliğine girseler, onların peşinden gideceksiniz.” Biz: “Ya Resulallah! Yahudi ve Hristiyanlara mı?” dedik. Peygamberimiz:
“Başka kim olur ki?” buyurdu.
(Buhârî, İ’tisâm, 14.)

Keler Deliğine Kadar Giden Yol

> “Sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girseler, siz de peşlerinden gireceksiniz.”
(Buhârî, İ’tisâm, 14)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu hadisiyle biz ümmetine büyük bir tehlike kapısını haber vermektedir: Körü körüne taklit. Bu sadece basit bir öykünme değil, bir istikamet kaymasıdır. Çünkü taklit; kültür, inanç, hayat tarzı ve nihayetinde kimlik erozyonudur.

Hadiste geçen “karış karış, arşın arşın” benzetmesi, adım adım bir benzeşmeye işaret eder. Üstelik bu benzeşme öyle bir noktaya ulaşır ki, akıl dışı, zararlı, anlamsız şeylerde bile taklit edilir. Yahudi ve Hristiyan toplumlarının hata ve sapmalarını, onların girdiği keler deliğine varıncaya kadar takip eden bir ümmet portresi çizilmiştir.

Taklidin Günümüzdeki Tezahürleri

1. Ahlaki Çöküntü: Batı toplumlarındaki bireycilik, çıplaklık, evlilik dışı ilişkiler, cinsiyetsizlik gibi ahlaki sapmalar, önce filmlerle zihne, sonra sosyal medya ile kalbe girdi. Bugün bu davranışlar Müslüman toplumlarda da normalleşmekte.

2. İnançta Zayıflama: Batının seküler aklı, “her şey bilime dayanmalı” diyerek Allah inancını sorgulatmaya başladı. Modern Müslüman gençlik içinde “deizm, agnostisizm” gibi sapmalar çoğalmakta.

3. Eğitim ve Aile Modeli: Anne-babadan kopuk bireyler yetiştiren Batılı aile modeli örnek alınmakta. Neticede aidiyetsiz, değerlerden yoksun, boşlukta bir gençlik yetişmekte.

4. İbadet ve Takva Hayatının Göz Ardı Edilmesi: Medya ve teknoloji bağımlılığı, lüks tutkusu ve konfor düşkünlüğü; ibadetleri erteleyen, ruhen körelmiş bir nesil ortaya çıkarmakta.

Neden Taklit Ediyoruz?

Özgüven eksikliği: Kendi medeniyetimize yabancılaşma, Batı karşısında aşağılık kompleksi.

Medyatik dayatma: Diziler, reklamlar ve müzikler üzerinden sinsi bir kültür aşılaması.

Eğitim boşluğu: Kendi değerlerini öğretemeyen eğitim sistemleri.

İslami yaşantının temsilde zayıflaması: Güzel örnekliklerin azlığı.

Sonuçları Nelerdir?

Kimlik kaybı: “Müslüman” kimliği sadece bir isim olarak kalır, içi boşalır.

Manevî çöküş: Dünya kazanılırken ahiret kaybedilir.

Toplumsal çözülme: Aile dağılır, ahlak bozulur, nesiller yönsüz kalır.

İlahi gazap: Allah’ın razı olmadığı bir yola sapmak, O’nun rahmetinden uzaklaşmak demektir.

Çözüm ve Kurtuluş Yolu

İslamî kimliğe sadakat: İnançta, ahlakta, giyimde, aile yapısında özgünlüğümüzü korumalıyız.

Kur’an ve Sünnet’e yönelmek: Asıl ölçüyü Batı değil, Kur’an ve sünnet belirlemelidir.

Ferasetli nesiller yetiştirmek: Düşünen, farkında olan, kültürel saldırıları tanıyan gençlik inşa edilmelidir.

Medya ve kültür üretiminde aktif olmak: Pasif izleyicilik yerine, üretici ve eleştirel bir duruş sergilenmelidir.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in “öncekileri taklit” uyarısı günümüzle ilişkilendirilerek değerlendirildi. Yahudi ve Hristiyan toplumlarının inanç ve ahlâk sapmalarını adım adım izleyen bir ümmetin, kimlik, inanç ve değer erozyonuna uğrayacağı vurgulandı. Günümüz Müslümanları arasında yaygınlaşan batı tarzı yaşam, özgüvensizlik, medya baskısı ve eğitimsizlikle ilişkilendirilerek, çözümün İslamî kimlik, Kur’an ve sünnet ekseninde bir dirilişle mümkün olacağı ortaya kondu.

 

 




Bilimin Gölgesinde Kaybolan Hakikat: Seküler Aklın Aldanışı

Bilimin Gölgesinde Kaybolan Hakikat: Seküler Aklın Aldanışı

Modern dünyanın merkezine yerleşen seküler akıl, “Her şey bilimle açıklanmalı” diyerek Allah inancını arka plana itmeye çalışmaktadır. Bu, yalnızca dinî inancı sorgulamakla kalmıyor; aynı zamanda insanın anlam arayışını da boşluğa düşürüyor. Bilimi putlaştıran bu yaklaşım, beşerî aklı ilahîleştirirken, ilahi vahyi aklın denetimine vermeye kalkışıyor. Peki bu nereye gidiyor? İnsanlığı neye sürüklüyor?

1. Akıl, Kendi Yerinde Hikmettir; İlahlık Değildir

Akıl, yaratılışın büyük bir nimeti, rehberidir. Ancak kendisini ölçü ve otorite olarak görmeye başladığında sapar. Çünkü akıl sınırlıdır; sonsuz olanı kuşatamaz. İlahi vahiy ise sınırsız hakikatin, ezelî bilginin tercümanıdır. Kur’an’ın ifadesiyle:

> “Size ilimden ancak az bir bilgi verilmiştir.”
(İsrâ, 85)

Bu ilahi ihtar, insanın haddini bilmesini ve aklını vahyin rehberliğinde kullanmasını emreder. Aksi halde akıl, rehber değil, azdırıcı olur.

2. Seküler Akıl Ne İstiyor?

Seküler akıl, dini bireysel alana sıkıştırmak, toplum üzerindeki etkisini yok etmek istiyor. Çünkü ilahi bir otoritenin varlığı, beşerî güç odaklarının sınırsız tasarruflarına engel teşkil eder. Modern Batı’nın derdi bilim değil, sınır tanımamaktır. Bu yüzden:

Ahlâk, izâfî hale getirilmiştir.

Dinin kamusal alandaki etkisi yok edilmeye çalışılmıştır.

İnsan, yeryüzünün ilahı gibi görülmeye başlanmıştır.

Sonuç? İnsan anlam krizine girmiştir. Teknoloji gelişmiş, fakat kalp boşalmış, zihin dağılmış, ruh daralmıştır.

3. Bilimin Gölgesinde Anlam Kaybı

Bugün bilimsel gelişmelerle atom parçalanmış, evrenin sınırları keşfedilmiş ama insanın kalbindeki boşluk büyümüştür. Çünkü bilim nasıl sorusuna cevap verir, ama niçin sorusuna değil. Bilim araçtır, amaç değildir. Amaçsız bir bilimin sonu, silahlanma, çevre felaketi, ahlâksızlık ve yozlaşmadır. Nitekim bugün dünyanın karşı karşıya olduğu krizler, “bilgi” eksikliğinden değil, hikmet eksikliğindendir.

4. Vahyin Gölgesinde Aklın İzzeti

İslam, aklı reddetmez; aksine yüceltir. Ancak onu doğru bir mihenge bağlar: Vahiy. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”

Yani akıl bilimin ışığıyla gelişir, ama kalp vahyin nuruyla aydınlanır. Eğer biri eksik olursa insan tek gözlü olur; görür ama idrak edemez, bilgiye ulaşır ama hikmete varamaz.

5. Nereye Gidiyoruz?

Seküler aklın hâkim olduğu bir dünya:

Allah’ı unuttuğu için kendini de unutmaktadır.

Aile çözülmekte, ahlâk erimekte, toplumlar yozlaşmaktadır.

Ruh hastalıkları artmakta, intiharlar çoğalmaktadır.

İnsanlığın bu gidişi, hakikate değil, felakete doğrudur. Çünkü:

> “Kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse, ona dar bir hayat vardır.”
(Tâhâ, 124)

Sonuç ve Özet

Batı merkezli seküler akıl, bilimi bir araç olmaktan çıkarıp dinin yerine koymaya çalışmıştır. Amaç, dini etkisizleştirmek ve ilahi iradeyi beşerî arzulara kurban etmektir. Bu yaklaşım insanı hem anlamdan hem de ahlâktan uzaklaştırmış, onu yalnızlaştırmış ve yeryüzünü bir fitne meydanına çevirmiştir. Gerçek çözüm, aklı vahyin rehberliğinde kullanmak ve bilimi hikmetle birleştirmektir. Aksi takdirde ilim gelişse de insanlık tükenir.

ÖZET:
Seküler akıl, dini ve ilahi hakikati geri plana iterek bilimi putlaştırmış, insanı da anlam krizine sürüklemiştir. Beşerî aklın ilahi iradenin önüne geçirilmesi, yalnızlaşmış, bunalmış ve yozlaşmış bir toplumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çare, aklı ve bilimi vahyin rehberliğinde kullanarak hem maddeyi hem manayı birlikte inşa etmektir.

 

 




Baharın Gelişi ve Rahmetin İnişi: Toplumsal Diriliş İçin Zemin Hazırlamak

Baharın Gelişi ve Rahmetin İnişi: Toplumsal Diriliş İçin Zemin Hazırlamak

Toplumların maddi ve manevi refahı, gökten inen hazır bir nimet değil; yerden yükselen gayret, ihlas ve dua ile çağırılan bir rahmettir. Bir toplum rahmete layık olursa, rahmet iner. Ancak azabın şartları oluşmuşsa, gelen rahmet değil, gazaptır. Çünkü rahmet, temiz kalplere ve salih amellere gelir. Tıpkı toprak gibi: Baharın gelmesi için önce toprak sürülmeli, taşlar ayıklanmalı, çoraklık giderilmelidir.

1. Rahmetin İnişine Layık Bir Zemin Gerekir

Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur:
“Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık.” (A’râf, 96)

Bu ayet, rahmetin inmesinin iman ve takva ile doğrudan bağlantılı olduğunu gösterir. Yani rahmet gelişigüzel inmez. Hazırlıksız gönüllere bahar gelmez. Kalpler temizlenmeden, niyetler arınmadan toplumlar huzura eremez.

2. Bahar Beklemek mi, Baharı Getirmek mi?

Toplum olarak çoğu zaman bir “bahar” beklentisi içindeyiz: Ekonomik refah, sosyal huzur, ahlaki diriliş… Fakat baharı beklemek, hareketsizce umut etmek değildir. Bahar, çalışılarak çağrılır. Her fert, önce kendi iç baharını inşa etmelidir. Çünkü içi kararmış, nefsine esir olmuş bireylerin oluşturduğu toplumlara ne bahar gelir ne de rahmet iner.

3. Azap Ortamına Rahmet İnmiyor

Bir toplumda faiz, ahlâksızlık, yalan, israf, zulüm ve gösteriş hâkimse; bu, rahmet değil azap çeker. Gönüller çöle dönmüşse, gökten inen rahmet bile o çölü yeşertemez. Çünkü rahmet, ancak arınmış gönüllerde yeşerir. Ayette buyrulur:
“Allah bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini bozmadıkça değiştirmez.” (Enfâl, 53)

4. Haçlı-Yahudi Ortaklığının Bahara Engel Oluşu

Bugün İslam coğrafyasının dört bir yanında fitne ateşleri yanıyor. Siyonist ve haçlı akıl, ümmetin birlik olmasını engellemek için sürekli yeni krizler üretmekte. Dışarıdan bombalar, içeriden kültürel yozlaşma ile milletin ruhu hedef alınmakta. Çünkü bu medeniyetin yeniden dirilişi, küresel planlara engel olur. Onlar, baharın gelişinden korkar. Çünkü İslam’ın dirilişi, insanlığın kurtuluşudur.

5. Diriliş Nasıl Başlar?

Diriliş, imanla başlar. Nefsin değil, ruhun hüküm sürdüğü bir toplumla… İyiliğin teşvik edildiği, kötülüğün men edildiği bir sosyal yapı ile… Aile yeniden inşa edilmeden, eğitim ıslah edilmeden, medya ve yöneticilik adaletle donatılmadan bahar gelmez. Ancak bunlar olduktan sonra gökten rahmet yağar, yerden bereket fışkırır.

6. Zemin ıslah edilmeden sema tebessüm etmez.

Rahmetin inmesi için zeminin ıslah edilmesi gerekir. Çünkü İlâhî rahmet, bir cemiyetin samimi tevbe ve gayretiyle iner.
O hâlde rahmeti çağıracak üç şey var: İman, ibadet ve salih amel.

SONUÇ VE ÖZET

Bir toplumun sulh ve selamete kavuşması, rahmetin inişine bağlıdır. Rahmet ise gelişigüzel değil, layık olanlara iner. Eğer toplum nefis odaklı yaşarsa, üzerine rahmet değil azap bulutları çöker. Baharın gelmesi için ya beklenecek ya da onun zemini hazırlanacaktır. Günümüz dünyasında Haçlı-Siyonist ittifak, ümmetin uyanışını geciktirmeye çalışsa da; iç baharını inşa eden bir milletin önünde hiçbir engel duramaz. Bahar, hazırlanmış gönüllere mutlaka gelir.

ÖZET: Bu makale, toplumun rahmete ve huzura kavuşması için yalnızca dua değil, zemini hazırlayıcı bir gayretin gerektiğini anlatır. Baharın gelişi için önce kalplerin arınması, toplumun nefsanî kirlerden temizlenmesi gerektiği anlatılır. Rahmet, layık olana iner; azgınlığa ise azap iner. Kurtuluş, iman, ibadet ve salih amel ile yeniden diriliştedir.

 

 




Anlatmanın Hikmeti

Anlatmanın Hikmeti

Arapça Metin:
قَالَ عَلِيٌّ:
«حَدِّثُوا النَّاسَ بِمَا يَعْرِفُونَ أَتُحِبُّونَ أَنْ يُكَذَّبَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ.»
Türkçe Metin:
Hz. Ali diyor ki:
“(Dinî konularda) insanlara anlayacakları şeyleri aktarın (yadırgayacakları türden bilgileri bırakın). Allah ve Resulü’nün yalanlanmasını ister misiniz?”
(Buhârî, İlim, 49.)
Sayfanın sol kısmında dikey olarak yazılmış, başka bir hadise ait olduğu anlaşılan Arapça metin bulunmaktadır:
عَنْ شُعْبَةَ عَنْ أَبِيهِ عَنْ جَدِّهِ: أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

Aklın Kaldırmadığı Yük, İmanın Üzerine Çöker

> “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulü’nün yalanlanmasını mı istiyorsunuz?”
(Hz. Ali – Buhârî, İlim, 49)

Dinin tebliği sadece bir söz aktarımı değil, bir hikmet aktarımıdır. Hikmet ise, bilgiyi yerine, zamanına ve muhatabına göre vermek demektir. Hz. Ali’nin bu sözünde, dinin anlatımındaki derin incelik ve tebliğdeki büyük bir sorumluluk ortaya konmaktadır. Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Zira aklın kaldıramadığı bir hakikat, kalpte inkâr doğurabilir. Oysa maksat, insanı hakikate yaklaştırmaktır; uzaklaştırmak değil.

İlmin Taşıyıcısı Değil, Taşlayıcısı Olmamalı

Tebliğ ehli bir mümin, elinde cevher taşıyan bir emanetçidir. Fakat bu cevheri çamura düşürmeden, muhatabın ruhuna uygun şekilde sunmalıdır. Anlatılan hakikatler; zaman, zemin ve zihin hazır değilse, kıymeti bilinmez, hatta yalanlanabilir. Bu da Allah ve Resulü’nün inkârına giden yolu aralayabilir. Hz. Ali’nin uyarısı bu açıdan hem bir edep hem de bir davet metodolojisidir.

Günümüzde Anlatımın Şekli Sorunlu

Bugün sosyal medya, kürsüler, sohbet halkaları hatta kimi eğitim ortamları; bilginin çok ama hikmetin az olduğu yerler haline geldi. Ağır ilmî meseleler, içtihadî konular, hatta tasavvufun derin sırları; genç, hazırlıksız ya da altyapısı zayıf insanlara rastgele aktarılmakta. Bu da ya inkâr, ya şüphe, ya da anlamsız ezberler doğurmaktadır. Bazı gençler, İslam’ın makul olmadığını zanneder hâle gelmekte, bazıları ise Allah ve Resulü hakkında vesveselere düşmektedir.

Anlatılmadığında Ne Olur?

Hakikatin itibarı zedelenir. İnsanlar anlamadıkları bir şeyi inkâra meylederler.

Muhataplar dinî bilgiden ürker. Dinin ağır ve katı olduğunu düşünürler.

İslami ilim halkalarında kopukluk oluşur. Gençler “bize göre değil” diyerek uzaklaşır.

Bid’at ve hurafe güçlenir. Doğru anlatılmayan hakikat, boşluğu hurafeye bırakır.

Anlatmanın Adabı: Kime, Ne Zaman, Ne Kadar?

Ayetlerdeki sıralamaya dikkat: Kur’an’da bile hüküm ayetleri, iman ve ahlak temellerinden sonra inmiştir.

Hz. Peygamber’in metodu: Herkese seviyesine göre konuşmuş, bazı derin meseleleri sadece ehline açmıştır.

Basamaklı öğretim esas alınmalı: Dini eğitimde merhale (aşama) esas alınmalı, doğrudan derin konulara girilmemelidir.

Muhatabı tanımak önemlidir: Hedef, doğruyu pat diye söylemek değil, doğruyu muhatabın gönlüne indirerek işlemektir.

Tebliğde Hikmet, Zamanın Diliyle Konuşmaktır

Bugün hikmetli anlatım; sadeleştirmek, örneklendirmek, asrın idrakine uygun dille açıklamak, imaj, video ve hissiyatla desteklemekle mümkündür. Dili ağırlaştırmak değil, akılları aydınlatmak esastır. Hz. Ali’nin bu sözü, çağdaş tebliğcilerin en önemli ölçüsüdür: “Hakikati öyle anlat ki, hem gönle girsin hem akılda yer tutsun.”

Özet:

Hz. Ali’nin “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın” sözü üzerine yazılan bu makalede, dinî bilgilerin muhatabın seviyesine göre aktarılması gerektiği vurgulanmıştır. Aksi halde, Allah ve Resulü’nün yalanlanması gibi ağır bir sonuçla karşılaşılabileceği ifade edilmiştir. Günümüzde bu ilkeye uyulmaması, özellikle genç nesilde inkâr, şüphe ve uzaklaşmaya yol açmakta; dinin ruhunu zedelemektedir. Çözüm ise hikmetli, merhale esaslı, sade ve sevgiyle yapılan anlatımdadır.

 

 




Nifakın Maskesi

Nifakın Maskesi

Arapça Metin:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «خَصْلَتَانِ لَا تَجْتَمِعَانِ فِي مُنَافِقٍ: حُسْنُ سَمْتٍ، وَلَا فِقْهٌ فِي الدِّينِ.»
Türkçe Metin:
Ebu Hüreyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Resulullah şöyle buyurdu:
“İki özellik münafıkta bir araya gelmez: Güzel ahlak ve dinde anlayış sahibi olmak.”
(Tirmizî, İlim, 19.)

Güzel Ahlak ve Dini Anlayışın Yokluğu

> “İki özellik münafıkta bir araya gelmez: Güzel ahlak ve dinde anlayış sahibi olmak.”
(Tirmizî, İlim, 19)

Bu kısa ama derin hadis, münafıklık hastalığını tanımanın ve tedbir almanın iki temel ölçüsünü verir: hüsnü sîret (güzel ahlak) ve fıkh-ı dîn (dinde derin anlayış). Bunlardan mahrum olan kimselerin dış görünüşü ne olursa olsun, kalplerinde nifak tehlikesi barınabilir. Bu uyarı sadece bireysel hayatı değil, sosyal düzeni de ilgilendiren hayati bir hakikati ihtiva eder.

Münafıklık: İki Yüzlülüğün Derin Yarası

Münafık, zahiren mü’min görünen ama içten inkâr eden kişidir. Bu yüzden nifak, en büyük ahlaki bozulmalardan biridir. Zira düşmanlık açıktan yapıldığında tedbir alınabilir; ama münafık gizlidir, sinsi çalışır, fitneyi içerden yayar. Nifak, hem kişisel faziletleri yok eder hem de toplumun ruhunu çürütür.

Hadis bize bu tür kimselerin güzel ahlaka ve dinde derin anlayışa sahip olamayacağını bildiriyor. Çünkü güzel ahlak samimiyet, iç huzur ve erdemle yoğrulur; nifak ise riya, kibir ve çıkarcılıkla beslenir. Dinde anlayış ise, ancak ihlasla elde edilebilecek bir nurdur. Münafık ise dini bilgiye değil, dini görüntüye taliptir.

Günümüzde Nifakın Tezahürleri

Modern çağda nifak, klasik anlamının ötesine geçerek sosyal, siyasî ve kültürel alanlara da yayılmıştır. Bugün birçok kişi, “İslami değerleri savunuyorum” derken aynı zamanda adaletsizlik, riyakârlık ve çıkarcılıkla hareket edebiliyor. Bu bir münafıklık halidir. Özellikle sosyal medyada sıkça görülen “ahlaksız dindarlık” görüntüsü, dinin ruhunu zedelemekte, gençlerde dinî değerlere karşı bir tepki oluşturmaktadır.

Bugün toplumların yıkımına neden olan en büyük hastalıklardan biri, içi boş ama dışı süslü dindarlık görüntüsüdür. İnsanlar bilgiye değil, imaja değer verir hale gelmiştir. Ahlakı olmayan bilgi, anlayışı olmayan ibadet, sadakatsiz dostluklar, sahte liderlikler… Bunların tamamı, nifakın toplumsal görünümleridir.

Nifakın Verdiği Zararlar

1. Toplumsal Güvenin Zedelenmesi: Münafıklar sözleriyle ve davranışlarıyla güveni yıkar, dostluk ve kardeşlik ortamını bozar.

2. Dine Karşı Soğuma: Dini temsilde samimiyetsiz davranışlar, gençlerin dine olan ilgisini zayıflatır.

3. İslami Teşkilatların Çürümesi: Ehliyet ve liyakat yerine çıkar ve riyakârlık hâkim olduğunda İslami yapılar işlevsiz hale gelir.

4. Fitne ve Bölünmeler: Nifak, toplum içinde gizli çatlaklar oluşturur ve zamanla büyük ayrılıklara neden olur.

5. Allah Katında Perişanlık: Münafıklık, Kur’an’da en ağır azapla tehdit edilen bir hastalıktır. Allah, onların kalplerine mühür vurur ve onları hem dünyada hem ahirette zelil kılar.

Çözüm: Samimiyet, Ahlak ve Anlayış

Bu hadis bize münafıklığa karşı koruyucu iki temel zırh sunar:

Güzel Ahlak: Davranışlarımızda sabır, doğruluk, tevazu ve adalet gibi erdemleri esas almalıyız.

Dini Anlayış: Sadece bilgiyi ezberlemek değil, dinin özünü kavramak; tefekkür, ihlas ve içtenlikle dini yaşamak gerekir.

İslam’ın özü, şekil değil şuurdur; görüntü değil gerçekliktir. Bu nedenle hem bireysel hem toplumsal olarak nifak hastalığına karşı uyanık olmak, samimiyeti kuşanmak ve sahih ilimle yoğrulmak zorundayız.

Özet:

Bu makalede, Resûlullah’ın “güzel ahlak ve dinde anlayış münafıkta bulunmaz” hadisi ekseninde nifak hastalığı ele alınmış, günümüzle mukayesesi yapılmıştır. Modern çağın sahte dindarlık ve riyakârlık görüntüleriyle nifakın nasıl yayıldığı anlatılmış, bu durumun toplumsal ve bireysel zararları sıralanmış, çözüm olarak ise ahlak ve sahih dini anlayış vurgulanmıştır.

 

 




İlmin Çekilmesi

İlmin Çekilmesi

وَعَنْ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: «إِنَّ اللّٰهَ لَا يَقْبِضُ الْعِلْمَ انْتِزَاعًا يَنْتَزِعُهُ مِنَ النَّاسِ، وَلٰكِنْ يَقْبِضُ الْعِلْمَ بِقَبْضِ الْعُلَمَاءِ، حَتّٰى إِذَا لَمْ يَبْقَ عَالِمًا اتَّخَذَ النَّاسُ رُؤُوسًا جُهّٰالًا فَسُئِلُوا، فَأَفْتَوْا بِغَيْرِ عِلْمٍ، فَضَلُّوا وَأَضَلُّوا.»
Türkçe Metin:
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyururken işittim:
“Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat alimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur, onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer hem de insanları saptırırlar.”
HADİSİN SAHABİ RAVİSİ: ABDULLAH İBNİ AMR İBNİL-ÂS
(Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13)

Âlimlerin Kaybı ve Cehaletin Saltanatı

İslam medeniyetinin temel taşlarından biri ilimdir. Kur’an’ın ilk emri “Oku” ile başlayan bu kutlu yolculuk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hadisleriyle şekillenmiş, sahabe, tabiîn ve ulemanın gayretiyle nesilden nesile aktarılmıştır. Ancak Resûlullah’ın şu uyarısı, tarih boyunca hep yeniden kendini doğrulamış acı bir hakikati dile getirir:

> “Allah ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat alimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle alır…”
(Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13)

Bu hadis, ilmin birdenbire yok olmayacağını, aksine ilmin taşıyıcıları olan âlimlerin vefatıyla tedricen kaybolacağını bildirmektedir. Âlim gittiğinde sadece bir insan değil, bir ilim, bir hikmet, bir nur da gider. Yerini dolduracak birikim ve ehliyet sahibi yeni nesil yetişmediğinde ise, cehalet saltanat sürer. Ve hadisin de buyurduğu gibi, insanlar “rüesâen cuhhâlâ” yani başsız kalmış toplumlar gibi cahil kimseleri önder edinirler. Bilmeden konuştuklarında hem kendileri sapar hem de toplumu saptırırlar.

Günümüzle Mukayeseli Bir Bakış

Modern çağda bilgiye erişim, tarihte hiç olmadığı kadar kolaylaştı. Ancak ne hazindir ki hakiki ilme ulaşmak zorlaştı. Bilginin niceliği arttıkça, hikmet ve basiretten yoksun bir bilgi kirliliği içinde boğulduk. Gerçek âlimlerin sesi, popüler ama sığ kanaatlerin gürültüsü arasında kayboldu.

Bugün, özellikle sosyal medya ve dijital platformlarda bir kısım bilgisiz kişiler dinî meselelerde fetva verir hale geldi. İslâmî hassasiyeti olmayan, dinin ruhunu bilmeden sadece görünüşe odaklanan, içi boş tartışmalar halkı meşgul ediyor. Dinde derinliği olmayan bu yaklaşımlar, insanları ya şekilcilik tuzağına ya da ifrat ve tefritin karanlık yollarına sevk ediyor.

Bir âlimin kaybı, bir medeniyetin susması gibidir. Onların yokluğunda çıkan “sahte âlimler” toplumu parçalar, fitne yayar ve dinin hakikatini gölgede bırakır. Bugün yaşanan birçok ayrışma, karışıklık ve sapma, ilim ehlinden uzaklaşmanın ve cehaleti merkeze almanın doğrudan sonucudur.

Verdiği Zararlar

1. Dini Tahrif Etme Riski: Cahil önderler, dini kendi yorumlarına göre şekillendirerek bidat ve hurafeleri yayarlar.

2. Toplumsal Fitne: Ehliyetsiz kimselerin verdiği yanlış fetvalar, dini gruplar arasında ayrılıklara sebep olur.

3. Gençliğin İslam’dan Soğuması: Akla ve ilme hitap etmeyen açıklamalar, özellikle sorgulayıcı genç nesli uzaklaştırır.

4. Güven Kaybı: Din adamlarına olan güven sarsılır, bu da dine olan bağlılığı zayıflatır.

5. Zulüm ve Baskının Artması: Cahil liderlerin elinde din, baskı ve tahakküm aracı haline gelebilir.

Çözüm Nedir?

Gerçek âlimlerin kıymetini bilmek, onları hayattayken istifade ederek yaşatmak gerekir.

İslami eğitim kurumları, sadece bilgi değil, hikmet ve ahlak temelli bir nesil yetiştirmelidir.

Toplumda ilim ehline itibar edilmeli; sosyal medya bilgeleri yerine, muteber kaynaklardan beslenen rehberlere kulak verilmelidir.

Özet:

Bu makalede, Resûlullah’ın “ilim, âlimlerin ölümüyle çekilir” hadisi çerçevesinde ilmin nasıl yok olabileceği, günümüzde cehaletin nasıl yaygınlaştığı ve ehliyetsiz kişilerin verebileceği zararlar ele alınmıştır. Modern çağda bilgi kirliliği, sahte fetvalar, ayrışmalar ve gençlerin dinden uzaklaşması gibi sonuçlar doğurmakta; çözüm ise âlimleri yaşatmak, ilme ve hikmete değer vermekten geçmektedir.

 

 




Yokluktan Sonsuza: İdrakin Merhaleleri ve İmtihanın Yolculuğu

Yokluktan Sonsuza: İdrakin Merhaleleri ve İmtihanın Yolculuğu

İnsan, görünüşte toprağın bir parçası; ama gerçekte sonsuzluğa ayarlı bir misafir. Yokluk perdesinden varlık sahnesine çıkan bu yolcu, ilahi bir plan dâhilinde birçok eşiği aşarak ebediyete yürür. Her merhale bir bilinçlenme, her durak bir sınavdır. Kimi zaman inişlerle yoğrulur, kimi zaman yükselişlerle donanır. Bu yolculuk, sadece bedensel bir seyahat değil, aynı zamanda ruhun kemâle erme serüvenidir.

1. Yokluktan Varoluşa: Kudretin Tecellisi

Hiçlikten varlığa geçiş, bir kudret mucizesidir. “Ol!” emriyle kainat şekil buldu. Ruhlar yaratıldı, bedenlere takıldı. İnsan yoktu, ama bilinmek isteyen bir Rab vardı. O Rab, kudretini göstermek, isim ve sıfatlarını tanıtmak için bu âlemi halk etti. Böylece insan, yokluktan varlığa çıkarak ilahi bir maksadın taşıyıcısı oldu.

> “İnsan üzerinden henüz kendisinin anılmaya değer bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmedi mi?”
(İnsan, 1)

Bu ayet, insanın başlangıçtaki yokluğunu hatırlatır; ama aynı zamanda var oluşun hikmetine dikkat çeker.

2. Dünya: İmtihanın İlk Büyük Durağı

Ruhlar âleminden beden âlemine iniş, idrakin ilk merhalesidir. Bu dünya, ahiret yolunun ilk menzili; tohumların ekildiği bir tarladır. Her nimet bir imtihan, her musibet bir terbiye vesilesidir. Bazen zafer sarhoşluğu, bazen de acı bir felaketle kişi kendini tanır, Rabbini arar. İnişler ve çıkışlar, bu yolun olmazsa olmazıdır.

> “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu deniyoruz.”
(İnsan, 2)

Bu deneme, sadece dış dünyada değil, kişinin iç aleminde de sürer.

3. Bilinçlenme ve Farkındalık: Hakikate Uyanış

İnsan, bu yolculukta gözle değil, basiretle görmelidir. Zira maddî göz, gölgeyi görür; hakikati değil. Bu yüzden bilinçlenme, yalnızca bilgiyle değil, idrakle mümkündür. Kalp uyanmadan, ruh arınmadan hakikat görünmez. Varlığın anlamı, ancak ilahi isimlerle tefekkür edilince anlaşılır.

> “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onlar yanından geçip giderler, yüz çevirirler.”
(Yûsuf, 105)

Farkındalık; eşyanın yüzeyinde değil, özünde gizlidir.

4. Merhaleler ve Ruhun Terakkisi

Her yaş, her hâl, her olay bir duraktır. Çocukluk bir saflık; gençlik bir taşkınlık; olgunluk bir derinliktir. Ölüm ise kabir âlemine geçiş kapısıdır. O da başka bir merhalenin eşiğidir.
İnsan bir misafir olarak gönderilmiş, istasyondan istasyona geçirilerek ebed yolculuğuna sevk edilmektedir.

İnişler bazen bir arınmadır; binişler bazen bir imtihandır. Mühim olan düşmemek değil, düştüğünde kalkabilmektir.

5. Sonsuzluğa Yönelik Yürüyüş

Her şey fânidir. Fakat insanın içinde sonsuzluk arayışı vardır. Bu arayış, onun aslî vatanını hatırlatır. Cennet, insanın ruhuna uygun hazırlanmış bir yurt; cehennem ise inkârın ve gafletin neticesidir. Yolun sonunda herkes bir hakikatle karşılaşacak:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu da görür.”
(Zilzâl, 7–8)

Bu yürüyüşte asıl olan, adım atmaktan çok, doğru istikamette ilerlemektir.

Sonuç ve Özet

İnsan, yokluktan başlayıp sonsuzluğa uzanan bir yolculuğun misafiridir. Bu yolculuk inişlerle, çıkışlarla, eşiklerle doludur. Her merhale bir bilinçlenme, her durak bir imtihandır. Maddî dünya bir vasıta; asıl menzil ise ebedî yurttur. Hakikati görebilen gözler için her şey bir işaret, her hâl bir öğüttür. Yol açık, rehber belli, son ise sonsuzdur.

ÖZET:
Yokluktan varlığa çıkan insan, ilahi bir plan dâhilinde merhalelerden geçerek sonsuzluğa yürür. Her durak, bir bilinçlenme; her iniş ve çıkış, bir imtihandır. Hakikati anlayan için bu yolculuk sadece geçici bir seyahat değil, ebedi hayatın hazırlığıdır. Yolun sonunda ya rahmetle sonsuzluk ya da gafletle pişmanlık vardır.




İnsandaki Gizli Duyular: Saika, Şaika ve Beş Duyunun Ötesi

İnsandaki Gizli Duyular: Saika, Şaika ve Beş Duyunun Ötesi

Giriş: Beş Duyu ile Sınırlı mıyız?

İnsan denilince ilk akla gelen, dış dünyayla temas kurduğu beş duyusudur: Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma. Bu duyular, maddî âlemle ilişkimizin temel araçlarıdır. Ancak insan, sadece bedenden ibaret değildir. Ruh, kalp, vicdan ve sır gibi daha derin katmanları olan bir varlıktır. Bu derinlik, beş duyu ile sınırlı olmayan başka his ve algıların da varlığını zorunlu kılar.

Saika ve Şaika: Beş Duyunun Ötesinde İki Latîfe

Bediüzzaman Said Nursî, “saika” ve “şaika”dan bahseder. Bunlar, klasik fizyolojik duyular gibi değil; ruhun ve kalbin incelikli latifeleri, manevi duyularıdır.

1. Saika (Vicdani Algı – İdrak Edici Sezgi)

Anlamı: “Çeken, yönlendiren kuvvet” manasına gelir.

Mahiyeti: Saika, insanın vicdanında ve ruhunda Allah’a, hakikate ve hikmete yönelen bir kuvvet olarak tanımlanabilir. İnsan bazen herhangi bir bilgiye sahip olmadığı hâlde içten gelen bir sevk ile doğruya yönelir. Bu, saika duygusunun bir yansımasıdır.

İşlevi: Saika, insanı hayra, doğruya ve manaya yönlendiren bir dahili çekim gücüdür.

2. Şaika (İlahi Aşka Açılan Latîfe)

Anlamı: “Lezzet alma, iştiyak duyma hissi” manasına gelir.

Mahiyeti: Şaika, insanın bir şeyi derin bir arzu, lezzet ve muhabbetle istemesidir. Ancak bu hissin merkezinde genellikle manevi bir yönelim, özellikle de Allah’a sevgi ve yakınlık arzusu vardır.

İşlevi: Şaika, ibadet, tefekkür ve marifetullah gibi yüksek tecrübelerde derin bir tat ve lezzet almayı mümkün kılar.

Bu iki duyu, insana yaratılış maksadını sezdirmek, onu ilahî hakikate yönlendirmek üzere fıtratına yerleştirilmiştir. Bunlar, ne cismanîdir ne de dünyevî hazlara dayalıdır; daha çok ruhun Allah’a açılan pencereleridir.

Beş Duyunun Ötesindeki Diğer Duyular

Bilimsel ve felsefi olarak da insanın sadece beş duyudan ibaret olmadığı kabul edilmektedir. Psikoloji, nörobilim ve tasavvuf gibi alanlarda ele alınan bazı duyular şunlardır:

Altıncı His (Sezgi): Bilinçaltı verilerden yola çıkarak anlık doğru kararlar verme becerisi.

Zaman Algısı: Zamanın geçişini hissetme, olaylar arasında süre bağlantısı kurma.

Propriyosepsiyon (Bedensel Farkındalık): Vücudun uzaydaki konumunu fark etme duygusu.

Denge (Vestibüler Duyu): İç kulaktaki yapıların sağladığı, yerçekimine göre hareket algısı.

Açlık-Susuzluk Duyusu: Homeostatik dengeyi koruma yönlü dahili hisler.

Vicdan: Doğruyla yanlışı ayırt eden dahili ses.

İlham: Beşeri idrakin ötesinden gelen, ani ve bütüncül anlayış hâli.

Tasavvuf ve hikmet literatüründe ise bunlara kalp gözü (basiret), sır, hafî, ahfâ gibi daha derin latifeler eklenmiştir. Bunların her biri, hakikati başka bir pencereden görmemizi sağlar.

Hikmetli ve İbretli Bir Değerlendirme

Beş duyunun ötesine geçemeyen bir insan, sadece görünene hapsolur. Saika’sı körelmiş bir ruh, yönünü şaşırır. Şaika’sı ölmemiş bir kalp ise hakikate iştiyakla koşar. Modern insan, bilgiye boğulurken hikmeti unutmakta, göze takılırken kalbi ihmal etmektedir. İşte bu noktada Saika ve Şaika gibi duygular, insanı nefsin karanlığından hakikatin nuruna taşıyan dahili pusulalardır.

Özet

İnsanda sadece beş duyu yoktur. Saika ve Şaika gibi latîfeler, ruhun hakikate yönelişini sağlayan dahili duyulardır. Saika yönlendirici sezgi; Şaika ise manevi lezzeti alma kabiliyetidir. Bunlara ek olarak, sezgi, vicdan, ilham, denge ve zaman algısı gibi birçok duyusal ve dahili kabiliyeti de insanda mevcuttur. İnsanı sadece maddeyle tanımlamak eksik bir bakış olur; çünkü insan, hem beden hem ruh, hem akıl hem kalpten oluşur. Beş duyunun ötesine geçen insan, kendini ve Rabbini tanıma yolunda gerçek yolc




Enfeksiyona Açık ve Enfeksiyonlu Ruhlar

Enfeksiyona Açık ve Enfeksiyonlu Ruhlar

Giriş: Bedenin Mikrobu, Ruhun Virüsü

Tıp dünyası, vücudu etkileyen enfeksiyonları tanımlar, tedavi eder. Ancak ne yazık ki, ruhun enfeksiyonlarını teşhis edecek laboratuvarlar, mikroplarını gösterecek mikroskoplar yoktur. Oysa tıpkı beden gibi ruh da dış etkilerle enfekte olabilir. Hatta manevi enfeksiyon, fiziksel olandan daha sinsi, daha yıkıcı olabilir. Çünkü bedendeki mikrop ağrı yapar, hastalık belirtisi verir. Ruhun mikrobu ise sinsice ilerler, fark edilmeden kişiliği, ahlâkı ve inancı çürütür.

Ruh Nasıl Enfekte Olur?

Ruhun yapısı, tıpkı bağışıklık sistemi gibi korunmaya muhtaçtır. Kalp, akıl, vicdan, sır gibi latîfeler bu yapının parçalarıdır. Ancak bazı dış etkiler, bu latîfelerin dengesini bozar:

1. Günahlar ve Israrla İşlenen Kötülükler

Günah, ruhu zedeler. Bir damla kir gibi başlar, devam ettikçe karanlık bir perdeye dönüşür. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Hayır! Doğrusu onların kazandıkları, kalplerinin üzerine pas olmuştur.” (Mutaffifîn, 83/14)

2. Bozuk İnançlar ve Şüpheler

İnanç sistemine bulaşan şüphe virüsleri, zamanla kalbi felç eder. İman zayıflar, ruhun bağışıklığı düşer. Bu, manevi bir AIDS gibidir; savunma sistemi çöker.

3. Zehirli Düşünce Ortamları

Zamanla, insanın içinde bulunduğu sosyal çevre onun ruhunu ya temizler ya da enfekte eder. Bozgunculuk, dedikodu, iftira, ahlaksızlık gibi virüs taşıyan ortamlar, duyarsız kalpleri kolayca enfekte eder.

4. Nefsaniyet ve Dünyevileşme

Nefs, sürekli tatmin isteyen bir açlıktır. Onun her dediğini yapmak, ruhun direncini kırar. Dünyevîleşme ise ahiret vitaminlerini keserek manevi savunmayı çökertir.

Enfeksiyona Açık Ruhlar: Kimler Risk Altında?

Tıpkı bedensel bağışıklığı zayıf kişiler gibi, manevi bağışıklığı düşük ruhlar da daha çabuk etkilenir. Özellikle:

Tefekkür etmeyen,

İlimden uzak kalan,

İbadetlerini terk eden,

Yanlış arkadaş çevresinde bulunan,

Kalp temizliğine önem vermeyenler, ruhen enfeksiyona daha açıktır.

Bu tür ruhi enfeksiyonlara karşı “manevi tiryaklar” önerilir: Namaz, tefekkür, zikir, istiğfar, helal rızık ve salih arkadaşlık…

Enfekte Ruhun Belirtileri

Hakkı yadırgama, bâtılı normalleştirme.

Vicdanın sesini duyamama.

Ahlaki sınırların silikleşmesi.

Günahların alışkanlığa dönüşmesi.

Kibir, haset, riya gibi mikropların kalpte yerleşmesi.

Bu ruhlar, etraflarına da manevi mikrop saçarlar. Tıpkı bulaşıcı hastalık gibi, ahlaksızlık, şüphecilik ve dünya hırsı çevrelerine sirayet eder.

Tedavi ve Korunma Yolları

Tövbe: Günahın izlerini silen ilk panzehirdir.

İlim ve marifetullah: Kalbin bağışıklığını güçlendirir.

İbadet: Ruhun vitaminidir. Namaz, oruç, zekât ruhu tazeler.

Zikir ve tefekkür: Mikropları temizleyen manevi dezenfektandır.

Salih dostlar: Manevi ortamın temizliğini sağlar.

Bir Hikmetli Misal

Bir zamanlar bir derviş, mürşidine sorar:
“Efendim, günahların kalbe etkisi nedir?”
Mürşid cevap verir:
“Bir aynayı al, üflemeye başla. Önce buğu olur. Devam edersen görüntü silinir. Günah da böyledir. Kalbi örter, sonunda tamamen karartır.”

Özet

Ruh da tıpkı beden gibi enfeksiyona açıktır. Günahlar, bozuk inançlar, kötü çevre ve nefse uymak, manevi bağışıklığı çökertir. Enfekte olan ruh, hakkı yadırgar, batıla meyleder. Tedavi ise tövbe, ibadet, ilim, zikir ve salih dostlarla mümkündür. Manevî hijyenini korumayan bir ruh, sadece kendini değil, toplumunu da kirletir. Bu sebeple her insan, iç dünyasını korumaya aldığı kadar temiz tutmakla da mükelleftir.

 

 




Hayatla Ölüm Arasındaki İnce Perde: Uyku

Hayatla Ölüm Arasındaki İnce Perde: Uyku

Her gece, hayatla ölüm arasında kurulan ince bir köprüden geçiyoruz: Uyku. İnsan farkında olmadan her gün ölümün bir provasında yer alıyor. Nefesler yavaşlıyor, bilinç kapanıyor, ruh bir başka âleme çekiliyor. Gözlerimiz kapanırken dünya arkamızda kalıyor, irademiz teslim alınıyor. Ve sabah, bir diriliş gibi tekrar hayatın eşiğinde açılıyor gözlerimiz. İşte bu yüzden uyku, sadece biyolojik bir ihtiyaç değil, aynı zamanda ölümün küçük kardeşi; ilahi bir sır, berzahî bir hatırlatmadır.

Sonsuz aleme geçişin adeta bir provasıdır.
Ruhun sonsuzlukta cevalanının bir antrenmanıdır.
Sonsuz özgürlüğün ilk adımıdır.
Yorgun düşen ruhun ve Bedenin istirahatıdır.
Dünyanın ahiretteki hatırasıdır.

Uyku: İlahi Kudretin Sessiz Tebliği

Kur’an, uykuyu doğrudan Allah’ın bir ayeti olarak zikreder:

> “Geceyi size elbise, uykuyu dinlenme kıldık.”
(Nebe’, 9)
“Allah, insanların ruhlarını ölümleri anında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykularında alır.”
(Zümer, 42)

Bu ayetler bize gösteriyor ki, uyku sadece biyolojik değil, metafizik bir eylemdir. Ruh, bedenle olan bağını geçici olarak gevşetir. Adeta ölüme kısa bir ziyarettir bu.

Berzah Kapısı: İki Âlem Arası Bekleme

Uyku, bir sınır hattıdır; yaşam ile ölüm, bilinç ile bilinçsizlik, fizik ile metafizik arasında gerilen zar gibi. Tıpkı kabir gibi… Uyanmak mümkün olduğu için hâlâ dünya ile bağlantılıdır; ama bilinç gittiği için ölümle komşudur. Rüya âlemi bu berzahın izdüşümüdür. Rüyalar, ruhun daha yüksek boyutlara temas ettiği manevi seyirlerdir. Bu yönüyle uyku, insanın sınırlı aklının kavrayamayacağı genişlikte bir sır hazinesidir.

Her Gece Bir Ölüm Tatbikatı

Düşünün: Her gece yatağa girerken bir anlamda teslim oluyoruz. Ne zaman uyanacağımızı bilmiyoruz. Belki de uyanamayacağız. Ne garantimiz var? İşte bu bilinçle yatağa girmek, her geceyi bir “tevbe gecesi”, her sabahı bir “diriliş sabahı” kılar. Yatmadan önce yapılan dualar, sabah uyanınca söylenen hamd sözleri hep bu bilincin yansımasıdır. Uyku, bize ne kadar aciz olduğumuzu, ne kadar teslim olmaya mecbur bulunduğumuzu hatırlatır.

Modern Zihin ve Uykunun Hikmeti

Batı’nın seküler aklı uykuyu sadece beyin faaliyetlerinin düzenlenmesi, bedenin dinlenmesi olarak görür. Oysa bu maddeci bakış, hakikatin sadece gölgesidir. Rüyaları tesadüfi zihinsel oyunlar olarak tanımlar. Fakat her bir rüya, kimi zaman bir uyarı, kimi zaman bir haber, kimi zaman bir işarettir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Müminin rüyası vahyin kırk altıda biridir” buyurmuştur. Bu bile uykunun ne kadar yüksek bir manevi mahiyet taşıdığını gösterir.

Son Durak Ölüm: Kalıcı Uykunun Kapısı

Uyku bir hazırlıktır. Asıl uyku, bedenin toprağa, ruhun âhirete gidişidir. Kabir uykusundan uyanış ise kıyamettir. İnsan her sabah uyanarak dirilişi yaşarken, ölümle birlikte asıl uyanışa hazırlanır. Bir hadis-i şerifte bu hakikat şöyle anlatılır:

> “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”
(İmam Gazali’nin nakliyle)

O halde her uyku, bir uyarıdır. Her sabah, bir fırsattır.

Sonuç ve Özet

Uyku, ilahi rahmetin bir tecellisi, ölümün habercisi, hayatın gizemli kardeşidir. Ruhun kısa süreli olarak dünyadan çekilmesi, insana acizliğini, faniliğini ve Rabbine muhtaç oluşunu hatırlatır. Rüyalar ise bu berzahî geçişin şahitleridir. Her gece, aslında ölümün bir tatbikatı; her sabah ise bir dirilişin işaretidir. İnsan, bu bilinci taşıdıkça, uyku da ölüm de korku değil, hikmet olur.

ÖZET:
Uyku, hayatla ölüm arasında ilahi bir geçit ve ruhun dinlenme durağıdır. Her gece geçici bir ölüm, her sabah bir diriliş gibidir. Rüyalar ise berzah âleminin izdüşümleridir. Bu yönüyle uyku, insana hem faniliğini hem de ahiret yolculuğunu hatırlatan ibretli ve derin bir tecrübedir.

 

 




Cennetten Dünya’ya: Nikâhın Hikmeti Üzerine Bir Duruş

Cennetten Dünya’ya: Nikâhın Hikmeti Üzerine Bir Duruş

Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışı, sadece bir düşüş değil; aynı zamanda bir hikmetin tecellisidir. Zira bu iniş, ilahi planın başlangıcıdır. O plan, yeryüzünde Allah’ın halifesinin, hikmetle yoğrulmuş bir hayat sürmesi, imtihana tabi tutulması ve böylece kemale ulaşmasıdır. Bu büyük plan içinde nikâh, insanlık serüveninin merkezinde yer alır. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın birlikte yeryüzüne gönderilişi de bu gerçeğin göstergesidir: Hayatın anlamı, yalnızlıkta değil, birliktedir.

Cennetten Çıkışta Nikâhın Hikmeti

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in yeryüzüne gönderilişi kıssasında, şeytanın vesvesesi ve yasak meyveye yaklaşılması ana neden olarak görünse de, hikmet penceresinden bakıldığında bu sadece bir vesiledir. Zira Allah Teâlâ, olacak olanı ezelde bilir ve takdir eder. Hz. Âdem’in yeryüzüne gönderilmesi de bir ceza değil, bir eğitim sürecinin başlangıcıdır. Bu sürecin önemli bir aşaması ise ailenin ve toplumun çekirdeği olan nikâh kurumunun yeryüzünde tesis edilmesidir.

Nikâh, cennetteki mutmain birlikteliğin yeryüzündeki izdüşümüdür. Âdem ile Havva, sadece insanlığın ilk ebeveyni değil; birlikte yaşamanın, sadakatin ve paylaşmanın sembolüdür.

Nikâh: İnsanı Beşerlikten İnsanlığa Taşıyan Bağ

Nikâh, sadece bir formalite değildir; fıtratla uyumlu bir kulluk makamıdır. Çünkü insan, nefsine meyleder; yalnız kaldığında bu meyil daha da güçlenir. Nikâh, bu meyli sınırlar, disipline eder, hayra yönlendirir. Bu yönüyle nikâh, hem nefsin terbiyesi hem de kalbin tekâmülü için bir vesiledir.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

> “Kendileriyle huzura kavuşasınız diye sizin için kendi cinsinizden eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir…”
(Rum, 21)

Bu ayet, nikâhın sadece fiziki bir birleşme değil, rahmetin ve muhabbetin temsili olduğunu ilan eder.

Nikâhsız Hayat: Kaosun ve Nefsaniyetin Davetçisi

Hz. Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişiyle başlayan beşerî hayat, nikâhın gölgesinde şekillendi. Ne zaman ki insanlık bu bağı ihmal etti, aile çöktü, ahlâk zedelendi, toplum sarsıldı. Bugün Batı toplumlarının içine düştüğü aile krizleri, cinsiyet sapmaları ve yalnızlaşma hastalığı, nikâhsızlığın faturasını gösteriyor.

İnsanı disipline eden, nefsini eğiten, başıboş arzuları sınırlandıran bir bağdır nikâh. Allah’ın rızasına uygun şekilde kurulan bir evlilik, dünya cennetinin inşasıdır. Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasıyla başlayan süreç, eğer nikâhla kemale ererse, insanı ebedi cennete taşıyacak bir yolculuğa dönüşür.

Nikâh, Tekâmülün ve Mesuliyetin Okuludur

Nikâh sadece iki bedeni değil, iki ruhu da birleştirir. Fedakârlık öğretir, sabrı gösterir, affetmenin faziletini yaşatır. Bu yüzden nikâh, hem içtimâî hem ruhânî bir mekteptir. Tek başına yaşanan bir hayat, insanın sınavlarını eksik bırakır. Eşler, birbirlerinin aynası, rehberi ve destekçisidir. Nikâh, bu karşılıklı terbiye ve gelişimin zemini olarak yaratılmıştır.

Sonuç ve Özet

Hz. Âdem’in yeryüzüne gönderilişi bir ceza değil, ilahi bir terbiye sürecidir. Bu süreçte nikâh, insanlık için vazgeçilmez bir hikmet kapısıdır. Nikâh, aileyi kurar, toplumu ayakta tutar, bireyi kemale taşır. Günümüzde nikâhın değersizleştirilmeye çalışılması, sadece bir gelenek değil, bir hakikatle savaş anlamına gelir. Oysa nikâh, cennet kapısının bu dünyadaki anahtarıdır. Hz. Âdem’in yeryüzündeki yolculuğunun en mühim rehberi ve dayanağı nikâhtır.

ÖZET:
Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışının hikmetlerinden biri de, nikâh kurumunun yeryüzünde teşekkül etmesidir. Nikâh, yalnızlığı aşmak, nefsi terbiye etmek ve aile temelinde toplumu inşa etmek için ilahi bir vesiledir. Bugün nikâhın değersizleştirilmesi, insanlığı felakete sürükleyen derin bir sapmadır. Oysa nikâh, cennet yolculuğunun bu dünyadaki ilk adımıdır.

 

 




Taberî Tefsirinin Ayırt Edici Özellikleri

İmam Taberî’nin (ö. 310/923) “Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Kurʾân” adlı tefsiri, İslam tefsir geleneğinde önemli bir yere sahiptir. Bu eser, özellikle rivayet tefsiri alanında öncü kabul edilir ve metodolojik yaklaşımıyla dikkat çeker.

Taberî Tefsirinin Ayırt Edici Özellikleri

1. Rivayet Merkezli Yaklaşım

Taberî, tefsirinde öncelikle Hz. Peygamber’den gelen sahih hadisleri esas alır. Bu hadislerin bulunmadığı durumlarda sahabe ve tabiîn görüşlerine başvurur. Bu yaklaşımıyla, tefsirinde rivayetleri ön planda tutar.

2. Dilbilgisi ve Kıraatlere Verilen Önem

Taberî, Arap dili ve edebiyatına hâkimiyetiyle bilinir. Tefsirinde, ayetlerin dil yapısı, kelime anlamları ve kıraat farklılıklarına geniş yer ayırır. Bu sayede, ayetlerin anlam derinliğini ve farklı yorumlarını ortaya koyar.

3. Mezhepler Arası Objektiflik

Taberî, kendi mezhebi olan Şâfiî mezhebine bağlı olmasına rağmen, tefsirinde mezhep taassubundan uzak durur. Diğer mezheplerin görüşlerine de yer verir ve delilleri güçlü olan görüşleri tercih eder.

4. Tarihî ve Sosyal Bağlamın Dikkate Alınması

Taberî, ayetleri tefsir ederken tarihî ve sosyal bağlamı da göz önünde bulundurur. Bu yaklaşımıyla, ayetlerin sadece dini değil, aynı zamanda tarihî ve toplumsal boyutlarını da ele alır.

Günümüzle Bağlantılı Değerlendirme

Taberî’nin tefsiri, günümüzde de birçok açıdan önemini korumaktadır:

İlimsel Derinlik: Rivayetlerin titizlikle ele alınması, günümüz araştırmacıları için değerli bir kaynak teşkil eder.

Dil ve Anlam Derinliği: Dilbilgisi ve kıraatlere verdiği önem, Kur’an’ın anlam derinliğini kavramak isteyenler için rehber niteliğindedir.

Mezhepler Arası Diyalog: Mezhepler arası objektif yaklaşımı, farklı mezheplerin bir arada çalışabilmesi için örnek teşkil eder.

Tarihî ve Sosyal Analiz: Tarihî ve sosyal bağlamın dikkate alınması, ayetlerin toplumsal boyutlarını anlamak için önemlidir.

Özet

İmam Taberî’nin “Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Kurʾân” adlı tefsiri, rivayet merkezli yaklaşımı, dilbilgisi ve kıraatlere verdiği önem, mezhepler arası objektifliği ve tarihî-sosyal bağlamı dikkate almasıyla diğer tefsirlerden ayrılmaktadır. Bu özellikleriyle, hem klasik hem de modern dönemlerde değerini koruyan bir eser olmuştur.

 

 




Kurtubî Tefsirinin Ayırt Edici Özellikleri

Kurtubî’nin “el-Câmiʿ li-Ahkâmi’l-Kur’ân” adlı tefsiri, İslam tefsir geleneğinde önemli bir yere sahiptir. Bu eser, özellikle fıkhî hükümler üzerine yoğunlaşması ve metodolojik yaklaşımıyla diğer tefsirlerden ayrılmaktadır.

Kurtubî Tefsirinin Ayırt Edici Özellikleri

1. Fıkhî Ağırlıklı Yaklaşım

Kurtubî’nin tefsiri, Kur’an ayetlerini fıkhî hükümler çerçevesinde ele almasıyla öne çıkar. Her ayetin ihtiva etdiği hükümleri “mes’ele” başlıkları altında detaylandırarak, İslam hukukunun temel prensiplerini açıklamıştır. Bu yönüyle, tefsir sadece bir yorum değil, aynı zamanda bir fıkıh kaynağıdır.

2. Rivayet ve Dirayet Yöntemlerinin Dengeli Kullanımı

Kurtubî, tefsirinde hem rivayet (nakil) hem de dirayet (akıl ve ilim) yöntemlerini dengeli bir şekilde kullanmıştır. Ayetleri açıklarken öncelikle Kur’an’ın diğer ayetlerine, ardından hadis, sahabe ve tabiîn sözlerine başvurmuştur. Bu yaklaşım, tefsirin hem geleneksel hem de analitik bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.

3. Mezhepler Arası Objektiflik

Malikî mezhebine mensup olmasına rağmen, Kurtubî tefsirinde mezhep taassubundan uzak durmuş, diğer mezheplerin görüşlerine de yer vermiştir. Delilleri güçlü olan görüşleri tercih etmiş, bu tercihini de gerekçeleriyle açıklamıştır.

4. Dilbilgisi ve Kıraatlere Verilen Önem

Tefsirinde, ayetlerin dil yapısı, kelime anlamları ve kıraat farklılıklarına geniş yer ayırmıştır. Bu sayede, ayetlerin anlam derinliğini ve farklı yorumlarını ortaya koymuştur.

5. Zamanının Sosyal ve Kültürel Yapısına Hakimiyet

Kurtubî, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel yapısını iyi analiz etmiş, tefsirinde bu analizleri yansıtmıştır. Bu sayede, ayetlerin sadece dini değil, aynı zamanda sosyal boyutlarını da ele almıştır.

Günümüzle Bağlantılı Değerlendirme

Kurtubî’nin tefsiri, günümüzde de birçok açıdan önemini korumaktadır:

Hukuki Rehberlik: Fıkhî ağırlıklı yaklaşımı, günümüz İslam hukukçuları için değerli bir kaynak teşkil etmektedir.

Mezhepler Arası Diyalog: Mezhepler arası objektif yaklaşımı, farklı mezheplerin bir arada çalışabilmesi için örnek teşkil etmektedir.

Dil ve Anlam Derinliği: Dilbilgisi ve kıraatlere verdiği önem, Kur’an’ın anlam derinliğini kavramak isteyenler için rehber niteliğindedir.

Sosyal Analiz: Zamanının sosyal yapısına hakimiyeti, ayetlerin toplumsal boyutlarını anlamak için önemlidir.

Özet

Kurtubî’nin “el-Câmiʿ li-Ahkâmi’l-Kur’ân” tefsiri, fıkhî ağırlıklı yaklaşımı, rivayet ve dirayet yöntemlerini dengeli kullanımı, mezhepler arası objektifliği, dilbilgisi ve kıraatlere verdiği önem ve sosyal analizleriyle diğer tefsirlerden ayrılmaktadır. Bu özellikleriyle, hem klasik hem de modern dönemlerde değerini koruyan bir eser olmuştur.




Kadı Beyzâvî Tefsirinin Ayırt Edici Özellikleri

Kadı Beyzâvî’nin “Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl” adlı tefsiri, İslam tefsir geleneğinde derin izler bırakmış, hem ilmi hem de edebi yönüyle öne çıkan bir eserdir. Bu makalede, Kadı Beyzâvî’nin tefsirini diğerlerinden ayıran temel özellikleri ve bu özelliklerin günümüz ilim ve düşünce dünyasına yansımaları ele alınacaktır.

Kadı Beyzâvî Tefsirinin Ayırt Edici Özellikleri

1. Rivayet ve Dirayet Yöntemlerinin Dengeli Kullanımı

Kadı Beyzâvî, tefsirinde hem rivayet (nakil) hem de dirayet (akıl ve ilim) yöntemlerini dengeli bir şekilde kullanmıştır. Bu yaklaşımı, Kur’an’ı hem geleneksel kaynaklara dayanarak hem de akli ve ilmi analizlerle anlamaya çalıştığını göstermektedir.

2. Edebi ve Belagat Yönünün Ön Planda Tutulması

Tefsirinde Kur’an’ın edebi yönüne büyük önem veren Beyzâvî, ayetlerin dil yapısı, belagatı ve i’cazını detaylı bir şekilde ele almıştır. Bu yönüyle, Kur’an’ın mucizevi dilini anlamak isteyenler için önemli bir kaynak olmuştur.

3. Fıkıh ve Kelam İlimleriyle Entegrasyon

Kadı Beyzâvî, tefsirinde fıkıh ve kelam ilimlerini de entegre etmiştir. Ahkam ayetlerini tefsir ederken mezhepler arası görüş farklılıklarına yer vermiş, özellikle Şafiî mezhebinin görüşlerini savunmuştur.

4. Önceki Tefsirlerden Seçme ve Eleştirel Yaklaşım

Beydâvî, Zemahşerî’nin “el-Keşşâf”ı ve Fahreddin er-Râzî’nin “Mefâtîhu’l-Gayb”ı gibi önceki tefsirlerden faydalanmış, ancak bu eserlerdeki bazı görüşleri eleştirel bir bakışla değerlendirmiştir. Özellikle Mutezile görüşlerine karşı Ehl-i Sünnet perspektifini korumuştur.

5. Kevnî Ayetlere Bilimsel Yaklaşım

Beydâvî, kevnî (kozmolojik) ayetleri tefsir ederken dönemin bilimsel bilgilerini de göz önünde bulundurmuştur. Örneğin, dünyanın yuvarlaklığı ve hareketi gibi konuları ele alarak, Kur’an’ın bu tür ayetlerini bilimsel verilerle uyumlu bir şekilde yorumlamıştır.

Günümüzle Bağlantılı Değerlendirme

Kadı Beyzâvî’nin tefsiri, günümüzde de ilim ve düşünce dünyası için önemli dersler ihtiva etmektedir:

İlimler Arası Entegrasyon: Beydâvî’nin tefsiri, farklı ilim dallarını bir araya getirerek bütüncül bir yaklaşım sunar. Bu, günümüzde disiplinler arası çalışmalara örnek teşkil etmektedir.

Eleştirel Düşünce: Önceki kaynakları eleştirel bir bakışla değerlendirmesi, günümüz akademik dünyasında da önemli bir yöntemdir.

Bilim ve Din İlişkisi: Kevnî ayetleri bilimsel verilerle yorumlaması, din ve bilimin birbiriyle çelişmediğini, aksine birbirini tamamladığını göstermektedir.

Özet

Kadı Beyzâvî’nin “Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl” adlı tefsiri, rivayet ve dirayet yöntemlerini dengeli bir şekilde kullanması, edebi ve belagat yönünü ön planda tutması, fıkıh ve kelam ilimlerini entegre etmesi, önceki tefsirlerden seçme ve eleştirel yaklaşımı ve kevnî ayetlere bilimsel yaklaşımı ile diğer tefsirlerden ayrılmaktadır. Bu özellikleriyle, hem klasik hem de modern ilim dünyası için önemli bir kaynak olmayı sürdürmektedir.