NİMET VE NAMUS: İMTİHANIN İKİ EŞİĞİ

NİMET VE NAMUS: İMTİHANIN İKİ EŞİĞİ

Tarihin başından bugüne kadar insanlığın elinden düşmeyen iki ağır imtihan vardır: Nimet ve Namus.
Bu iki emanet, hem cennetten çıkışın sebebi, hem de dünyanın ateşini tutuşturan fitnelerin merkezindedir. Ne yazık ki bugün, en değersiz gibi tüketilen şeyler, aslında en pahalı ve paha biçilemez hakikatlerdir.

Adem ve Havva’nın cennette karşılaştığı ilk imtihan, Allah’ın nimetleri içinden birini sınır olarak koymasıydı. O sınırı aşmaları, cennetten çıkışa vesile oldu. O yasak meyve, aslında nimete haddi aşma sınavıydı.
“Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Adem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” (Taha.121.)

*****

Bazı rivayetlerde Hazret-i Âdem ve Havva’nın cennette yaklaşmamaları emredilen “yasak meyve”nin buğday olduğu belirtilir. Kur’ân-ı Kerîm bu meyvenin türünü açıkça belirtmez, sadece ‘ Yasak Ağaç ‘ olarak ifade eder:

> “Şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara 2:35)

Ancak tefsir kaynaklarında, özellikle İbn Abbas’tan nakledilen bazı rivayetlerde bu ağacın buğday ağacı, incir, üzüm, hatta hurma olduğu da zikredilmiştir. En yaygın rivayetlerden biri ise bu ağacın buğday olduğu yönündedir.

Buğdayın sembolik anlamı da dikkat çekicidir:

Toprağa ve dünyaya bağlılığın simgesi,

Kendi eliyle üretip elde etme ihtiyacının başlangıcı,

Cennetteki hazır nimet yerine, dünyadaki çileli emeğin sembolü.

Bu açıdan bakıldığında, buğday sadece bir yiyecek değil, imtihanın sembolü hâline gelmiştir. Hazır nimet yerine, terle kazanılacak bir rızık. Cennette hazır iken, dünyada sabırla beklenen.

Sonuç olarak:
Kur’an doğrudan türünü zikretmese de, buğday rivayetlerde öne çıkan bir yorumdur. Fakat bu noktada önemli olan meyvenin ne olduğu değil, emre itaatin önemi ve nefsin sınıra karşı duramamasıyla başlayan insanlık serüvenidir.

*******

Sonrasında ise insanlık, dünya sahnesinde bu imtihanla tekrar karşılaştı. Bu kez iki kardeşin arasında bir tartışma vardı: Kabil ve Habil. İmtihan konusu: Namus ve takva.
Kabil, nefsine yenildi; Habil’i öldürdü. O günden beri insanlık, nimeti paylaşamıyor; namusu koruyamıyor.

Evet, bu olay klasik İslami kaynaklarda ve tefsirlerde yer alan rivayetlerden biridir. Kabil ile Habil arasındaki çekişmenin yalnızca kurban takdimi meselesi değil, aynı zamanda evlilik meselesiyle de bağlantılı olduğuna dair bilgiler bazı tarihî ve tefsirî metinlerde geçer.

Rivayete göre:
Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi. (bk. Taberi, İbn Kesir, Razî, Maide, 5/27. ayetin tefsiri)

Hazret-i Âdem ise buna razı olmadı ve Allah’a kurban takdim etmelerini, kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söyledi. Habil’in kurbanı kabul edildi, Kabil’inki ise reddedildi. Bunun üzerine kıskançlık ve nefsaniyetle Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü.

Bu kıssa, sadece iki kardeşin değil, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk kıskançlık, hırs, adaletsizlik ve cinayet olayını temsil eder. Olayda bir güzellik tutkusu, bir nefsin azgınlığı, bir de imtihanı kaybetmenin getirdiği kibir vardır.

Bu kıssadan çıkan büyük ders şudur:
Nefsin terbiye edilmediği, hırsın aklı bastırdığı, kıskançlığın vicdanı öldürdüğü yerde; kardeşlik bozulur, kan dökülür, insanlık kaybeder.

*******

Bugün de asrımız, nimet israfı ve namus yozlaşmasıyla yüzleşiyor. Sofralar dolup taşarken, gözler doymuyor. Helal haram farkı kalkıyor, sınırlar siliniyor. Diğer yandan namus; sadece iffetin değil, aynı zamanda haysiyetin, mahremiyetin ve insanın özüyle ilişkili değerlerin bütünüdür. Ne yazık ki medya, moda ve teknolojik teşhircilik; bu mukaddes emaneti her gün biraz daha ayaklar altına alıyor.

Nimet, şükürle korunmalı; namus, iffet ve haya ile muhafaza edilmelidir. Bunlar sadece kişisel değerler değil, aynı zamanda toplumun da bekasını sağlayan ilâhî kollardır. Bu iki değerin kaybı, insanı önce kalben çıplaklaştırır, sonra ahlaken çökertir. Ve sonunda, insanlık da o büyük kapanışa, yani kıyametin fitiline yaklaşır.

Zira Kur’ân, kavimlerin helâk sebeplerini anlatırken; bazen nimet israfını (Sebe kavmi), bazen de namus fıtratını bozan sapmaları (Lût kavmi) örnek verir. Demek ki her asrın bir kırılma noktası vardır. Ve bizim asrımızın kırılma noktası da bu iki imtihandır: Nimetin şükrü, namusun hıfzı…

Korkarım ki nasıl ki geliş sebebimiz bu iki emanetteki imtihandı; insanlığın gidişi de yine bu iki eşiğin ayaklar altına alınmasıyla olacaktır.

MAKALE ÖZETİ:

Nimet ve namus, insanlık tarihinin en büyük iki imtihanı ve emaneti olarak Adem’den bu yana süregelen kritik değerlerdir. Cennetten çıkışın da, ilk cinayetin de merkezinde bu hakikatler vardır. Asrımızda ise nimet israfı ve namus yozlaşması, insanlığı kıyametin eşiğine sürükleyen en büyük tehlikeler hâline gelmiştir. Bu iki değer korunmazsa, hem birey hem toplum için büyük bir çöküş kaçınılmaz olur.

 

 




KIYAMETİN GÖLGESİNDE: BİR FİTNE ATEŞİNİN KÜRESEL YANKISI

KIYAMETİN GÖLGESİNDE: BİR FİTNE ATEŞİNİN KÜRESEL YANKISI

Tarih, zamanın kalbine kazınmış bir sahnedir. Her çağda hak ile batılın çarpıştığı bir zemin olmuş, her devirde küresel imtihanlara sahne olmuştur. Bugün ise insanlık, kıyamete doğru sürüklenen karanlık bir senaryonun içindedir. Bu senaryonun merkezinde, yalnızca bölgesel bir güç değil, küresel bir fitne makinesi vardır: İsrail.

İsrail sadece Gazze sokaklarında çocukları öldüren, sadece Ortadoğu’yu kana bulayan bir rejim değil; aynı zamanda dünya barışını sabote eden, milletleri birbirine kırdıran bir aklın temsilcisidir. Bugün Hindistan’ı Pakistan’a karşı tahrik eden, Güney Asya’da nükleer bir çatışma riskini körükleyen, Çin, Rusya, ABD ve Türkiye gibi büyük aktörleri dolaylı yollarla bu krize çekmek isteyen bir karanlık akıl işlemektedir. Bu, sıradan bir diplomatik strateji değil; bir “Armagedon planı”dır. Bu planın nihai hedefi, insanlığı büyük bir savaşa ve ardından kaosa sürükleyerek kıyameti hızlandırmaktır.

Kur’an’da “fitne katilden beterdir” buyrulur. Çünkü katil bir can alır, fitne ise toplumları, milletleri ve hatta medeniyetleri yok eder. İsrail rejimi, modern dünyada bu fitnenin en bariz temsilidir. Bir yandan Tevrat’ın tahrif edilmiş kehanetlerine dayanarak “vaadedilmiş topraklar” hevesiyle genişleme planları yaparken, öte yandan Hristiyan Evanjeliklerin “Mesih gelsin diye savaş çıksın” hayaline zemin hazırlamaktadır. İşte bu, kıyameti zorlayan bir fitnedir.

Ancak unutmamak gerekir ki kıyamet, yalnızca zamanın sona ermesi değildir; hak ile batılın nihai hesaplaşmasıdır. Bugün yaşanan bu küresel krizler, hakikatle sahte düzenlerin çatışmasının habercisidir. İnsanlığın bu karanlık senaryoya karşı uyanması, fitneyi tanıması ve bu tuzağa düşmemesi gerekir.

Elbette Zalimlerin zulmü devam etmez. Zulüm ne kadar büyük olursa olsun, nihayetinde kendi kendini yiyen bir ateşe dönüşür. İsrail’in ve onu destekleyen karanlık güçlerin tuzakları da bu dünyada adaletin tecellisiyle karşılık bulacaktır.

Bugün Müslümanlara ve hakikati arayan tüm insanlara düşen görev; sadece tepkisel olmak değil, hikmetle, ferasetle, sabırla ve basiretle bu büyük oyunu bozmaktır. Bu, yalnızca bir siyasi direniş değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir kıyamdır.

MAKALE ÖZETİ:

İsrail, sadece bölgesel değil, küresel ölçekte fitne üreten bir güçtür. Gazze’den Hindistan-Pakistan gerilimine kadar uzanan planlarla dünya savaşının fitilini ateşlemekte, Armagedon senaryolarının uygulanmasına zemin hazırlamaktadır. Bu fitne, insanlığı kıyamete sürükleme niyetindedir. Ancak hak-batıl mücadelesinde galip gelecek olan, zulme karşı direnen ve fitneye karşı uyanık olan insanlık olacaktır.

 

 




GENÇLİĞİN HESABI: BERZAH KAPISINDAKİ HAKİKAT

GENÇLİĞİN HESABI: BERZAH KAPISINDAKİ HAKİKAT

“Kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.”

Bir gün gelir, dünya sessizleşir. Ne şehirlerin gürültüsü kalır, ne de nefsin arzuları… Ve insan, kendini kabir toprağının altında bulur. İşte orası, bir geçiş âlemi olan berzahtır. Ölümle başlayan, fakat sonu olmayan bir hayatın kapısı…

Bediüzzaman Said Nursî’nin buyurduğu gibi: “Kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta…” her insanın yolu kabirden geçer. Orası bir sondan çok, ebedî hayatın eşiğidir. Ve bu eşiğin ardında bekleyen halleri gören, keşf ehli insanlar, yani “keşfe’l-kubur” sahipleri, gençlikte yapılan yanlışların azaba dönüşmüş suretlerine şahitlik ederler. Bu öyle bir şahitliktir ki sadece bireysel değil, bütün ehl-i hakikat tarafından tasdiklenmiş bir gerçektir.

Zira gençlik, insanın hem en güçlü hem de en savunmasız olduğu çağdır. Akıl olgunlaşmadan hevesler coşar, ruh olgunlaşmadan arzular parlar. Ve şeytanın en çok istismar ettiği dönem de bu dönemdir. Gençliğini hoyratça geçiren, şehvet ve gafletle ömrünü tüketen kimseler için kabir, pişmanlıklarla dolu bir sorgu yeridir.

Ne yazık ki zamanımızda gençlik, geçici bir eğlence çağı olarak pazarlanıyor. Reklamlar, medya, sosyal hayat; hepsi gençliği heba etmeye yönelik bir tuzak gibi işliyor. Fakat hakikat apaçık ortadadır: Gençlik bir sermayedir. Ve bu sermaye doğru kullanılmazsa, berzah âleminde ağır bir bedelle karşılaşılır.

Şu halde gençliğin kıymetini bilmek, onu ibadetle, ilimle, güzel ahlakla, hayırla geçirmek; hem dünya hem de ahiret saadetini beraber getirir. Gençliğin istikamet üzere yaşanması, kabir kapısında “keşf ehli”nin gıpta ile seyrettiği nurlu bir hal olur.

Unutulmamalı ki kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Bu tercihin şekli ise çoğu zaman gençlikte atılan adımlarla belirlenir.

MAKALE ÖZETİ:

Kabir, hayatın geçici yüzünden ebedi âleme açılan bir kapıdır. Ehl-i keşf ve ehl-i hakikatin şahitliğine göre, kabirde çekilen azapların çoğu gençlikteki günahların neticesidir. Gençlik, doğru kullanıldığında sonsuz saadetin anahtarı; yanlış kullanıldığında ise ebedî pişmanlığın başlangıcıdır. Bu yüzden gençliğin gafletle değil, hakikatle geçirilmesi hayati bir meseledir.

 

 




İki Âlemin Anahtarı: Risalet ve Ubudiyet

İki Âlemin Anahtarı: Risalet ve Ubudiyet

*”O zâtın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebeb olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.”

Kâinatın yaratılışına sebep olan, sadece bir insanın varlığı değildir; o insanın taşıdığı misyon, yani Risalet ve ubudiyet vasfıdır. İşte bu zat, Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), öyle bir mahiyete sahiptir ki, risaleti ile dünya, ubudiyeti ile ahiret yaratılmıştır.

Risalet, Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmak, onları karanlıklardan nura çıkarmak demektir. Bu misyonun sahibi olan Efendimiz (asm), imtihan sahnesi olan dünyayı aydınlatan nurdur. Dünya varsa, onun risaletine olan ihtiyaç içindir. Çünkü imtihan, rehbersiz olmaz. Kur’an, vahiy, nübüvvet, hep bu imtihan sisteminin temel taşlarıdır.

Ama mesele burada bitmez. O Zâtın (asm) ubudiyeti, yani kulluğu, secdeleri, niyazları, ümmeti için ettiği dualar; ahiretin varlık sebebidir. Çünkü o dualar, mükâfat ve mücazat isteyen bir ubudiyetin dilidir. Cenâb-ı Hak, o duaya cevaben, ebedî bir âlem yaratır. Cennet onun duasının mükâfatıdır; cehennem, ubudiyetin ciddiyetine karşılık gelen bir ikazdır.

Yani dünya bir imtihan sahnesi, ahiret ise o imtihanın mükâfat ve mücazat yurdudur. Bu iki âlemin yaratılışına da vesile olan, bir beşerin değil, o beşer içindeki en yüce ruhun, en halis ubudiyetin temsilcisi olan Hz. Muhammed’in (asm) varlığıdır.

Bu bakış açısı, bizi sıradan bir tarihsel figür anlayışından çıkarır. O Zât (asm), sadece bir zamanın değil, bütün zamanların sebeb-i vücududur. O olmasaydı, bu âlem olmazdı. O dua etmeseydi, ahiret olmazdı. O halde hem dünya, hem ahiret ona bağlıdır.

Özet:

Hz. Peygamber’in (asm) risaleti dünya hayatının kurulmasına; ubudiyeti ve duası ise ahiret âleminin yaratılmasına sebep olmuştur. Dünya bir imtihan meydanıysa, ahiret de bu imtihanın sonucudur. Her iki âlemin anahtarı, Efendimiz’in risalet ve ubudiyetinde saklıdır. Bu hakikat, onu sadece tarihî bir şahsiyet değil, bütün kâinatın yaratılış sebebi olarak görmemizi sağlar.

 

 




Sîreti Sûrete Dönenler: İçin Aynası Dışına Yansısa

Sîreti Sûrete Dönenler: İçin Aynası Dışına Yansısa

“Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur sûret.
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mîzanıdır şeriat.” Sözler. #lemeat. Bediüzzaman.

İnsan dışıyla değil, içyüzüyle tanınır. Zira kalbin aynası, bir gün mutlaka yüzün çizgilerine vurur. Bediüzzaman Hazretleri, “Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen…” diyerek, yalnızca bir edebî sanat yapmıyor; aynı zamanda derin bir ahlâkî tahlil sunuyor.

Modern insan, görünüşte şıktır, zariftir, güler yüzlüdür. Fakat o dış cilânın altında neyin saklandığı, gerçek değerleri ortaya koyar. Eğer bu iç dünya görünür olsaydı, nice maymun ruhlu, tilki kurnazlığında, yılan gibi sinsi, ayı gibi hoyrat, domuz gibi süflî karakterler karşımıza çıkardı. Bu teşbihler hakaretten değil, temsili bir teşhisten doğar. Çünkü kalbi kinle dolu olan bir adam, gülümsemesiyle değil, taşıdığı niyetle yargılanmalıdır.

Bu ifadeler, medeniyetin “medeniyetçilik” kisvesi altına sığınıp nefsanîliği, menfaati, sahtekârlığı kutsamasına karşı bir tokattır. Zira Bediüzzaman, medeniyetin değil, zulme, sefahate, hileye dönmüş yoz medeniyetin maskesini yırtmaktadır.

“Zemindeki mevâzin, mîzanıdır şeriat.” Bu cümle ise, kainatta işleyen adaletin, ilâhî denge ve ölçünün, Şeriat-ı Muhammediyye ile tam örtüştüğünü ifade eder. Yani yerin terazisi, semavî ölçüyle tartılır. Bu yüzden şeriat, yalnızca bir ibadetler sistemi değil, ahlâkın ve insanlığın terazisidir. Şeriatın ölçüsünde kalbî bir temizlik, niyetin selameti, hakikatin parlaklığı vardır.

İç dünyası kararmış bir adam, dış dünyayı süslemekle kurtulamaz. Asıl devrim, kozmetikte değil; kalpte, sîrette, niyette yapılmalıdır. Bir cemiyetin gerçek refahı, kalbî arınmışlıkla mümkündür. Şeriat; postların değil, özlerin ölçüsüdür.

Makale Özeti:

Bediüzzaman’ın bu veciz ifadesi, insanın iç dünyasının dışına yansıtılması hâlinde gerçek yüzlerin ortaya çıkacağını vurgular. Medeniyet görüntüsünün ardında vahşet, kurnazlık ve sefahat gizlenebilir. Gerçek ölçü, şeriat terazisidir. İnsanlığın özü, dış görünüşle değil, kalbin temizliği ve ahlâkın derinliğiyle ölçülür. Bu makale, günümüz insanına ahlâkî bir muhasebe çağrısıdır.

 

 




İLİMLE YÜKSELEN İNSAN: MARİFETULLAH’A AÇILAN YOL

İLİMLE YÜKSELEN İNSAN: MARİFETULLAH’A AÇILAN YOL

“Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.”

Dünyaya Gelişin Sırrı: Bilmek ve Dua Etmek

İnsan kimdir? Neden yaratılmıştır? Bu dünyaya neden gönderilmiştir? Bu sualler, tarihin her döneminde filozofların, âlimlerin, peygamberlerin ve sade insanların zihnini meşgul etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, bu sorulara Kur’ânî bir nazarla cevap verir: “İnsan bu âleme, ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.”

Yani insanın bu dünyadaki gayesi sadece yemek, içmek, çoğalmak ve çalışmak değildir. Asıl maksat, tekemmül etmek, yani kemale ermek, olgunlaşmaktır. Bu tekâmülün iki ana vasıtası vardır: İlim ve dua. Bu iki kavram, zahirde farklı gibi görünse de hakikatte birbiriyle iç içedir. Çünkü ilim, Allah’ı tanımaya vesile olduğu ölçüde makbuldür; dua ise, o tanımanın ve kulluğun en derin ifadesidir.

Bediüzzaman, insanın mahiyetini tarif ederken çok önemli bir hakikate işaret eder: “Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır.” Gerçekten de insan, bilmediği zaman cahildir, acizdir, karanlıktadır. Fakat öğrendikçe, bildikçe, tanıdıkça değer kazanır. Ve en kıymetli bilgi, kendini değil, malı değil, eşyayı değil, Yaratıcısını tanımaktır.

Bu yüzden Bediüzzaman der ki: “Bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır.” Yani bütün hakiki ilimler, Allah’ı tanımaya hizmet ettiği sürece hakikidir. Matematik, fizik, astronomi, tıp, psikoloji… Hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıttığı sürece kıymetlidir. Yoksa kuru bilgi, gururu artırır ama kalbi doyurmaz.

Marifetullah’ın özü ise iman-ı billahtır. Çünkü bir kimse Allah’a inanmazsa, Onu da tanıyamaz. Tanımadığı Zât’a sevgi duyamaz, dua edemez. Oysa iman, kalpte açılan bir pencere gibidir; o pencereden marifet girer, o marifetle de nuranî bir tekâmül başlar. İman olmadan bilgi kuru bir kabuktur. İmanla ise her bilgi, bir meyveye, bir nura, bir hayat kaynağına dönüşür.

İşte insan bu yüzden yaratılmıştır. Yani bilmek için, tanımak için, sevmek için, dua etmek için… Bunlar yoksa, insan bedenen yaşasa bile ruhen ölüdür. Zira marifetullah yoksa, kalp boş kalır; dua yoksa, insan Rabbine muhatap olamaz; ilim yoksa, cehalet karanlığında kaybolur.

Makale Özeti:

Bu makalede, insanın dünya hayatındaki asıl gayesinin “ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül” olduğu vurgulanmıştır. Bütün hakiki ilimlerin özü Allah’ı tanımak (marifetullah), marifetullahın da temelinin iman-ı billah olduğu ifade edilmiştir. İnsan, ancak imanla nurlanır, ilimle olgunlaşır, dua ile yücelir. Bu yolculuk, insanı hakiki insan kılar ve yaratılış gayesini yerine getirmesini sağlar.

 

 




HAYATIN TEZGAHI: KESAFETTEN LETAFETE, TOPRAKTAN NURA

HAYATIN TEZGAHI: KESAFETTEN LETAFETE, TOPRAKTAN NURA

“Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.”
“şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.” 29.söz.

Zahirin Külünde Saklı Latif Hakikatler

Hayat, Allah’ın en büyük sanatıdır. Hem yaratılışın hikmetli maksadı, hem de varlık âleminin en latif meyvesidir. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kâinatın tezgâh-ı âzamı” olan bu muazzam varlıklar sahnesinde, hayat öyle bir istihale (dönüşüm) makinesidir ki, her şeyi işler, arıtır, nurlandırır. Bu dönüşüm sadece maddî değil, mânevîdir de.

Düşünelim: En kaba, en koyu, en cansız unsurlar olan toprak ve su… Bu ikisi zahirde kesif, donuk, şuursuz görünür. Fakat İlâhî Kudret’in bir cilvesi olarak, bu maddelerden hayat fışkırır. Hem de ne hayat! Güzellik taşıyan, şuur barındıran, hareket eden, hisseden ve hatta düşünen bir varlık doğar topraktan. Bir çekirdeğin içinden çiçekler çıkar, bir damla sudan bir kuş yaratılır, bir embriyodan insan meydana gelir. Bu, hem akla hem kalbe susturucu bir delildir.

Hayat sadece vücutlara girmekle kalmaz, onları tasfiye eder, yükseltir, nurlandırır. Cansız bir et parçası hayatla latîfleşir, canlı bir göz olur. Topraktan çıkan bitki, güneşe döner; karanlıktan gelen hayat, ışığa akar. Bu, hayatın terakki verici mahiyetinin bir ispatıdır. Her şey, onun eliyle mânâ kazanır. Cansız taşlar bile hayatla anlamlı bir binaya dönüşür.

Ancak bu iş burada bitmez. Üstad der ki: “Elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip” olan başka maddelerden de, başka mahlûklar yaratılır. Çünkü Allah, sadece toprak ve sudan değil, nur gibi latif ve gözle görülmeyen maddelerden de varlıklar yaratandır. Hava, elektrik, nur, hatta bizim zulmet zannettiğimiz karanlık bile, bir mebde olabilir. Ve oralardan yaratılan şuurlu varlıklar –melekler, cinler, ruhanîler gibi– vardır ve çoktur.

İşte burada insan aklına bir kapı daha açılır: Varlık, yalnızca gözle görülen değildir. Madde, sadece elle tutulan değildir. Hayat, sadece bizim gibi yaşamak değildir. Allah, “Her şeyin Hâlıkı” olduğu gibi, her çeşit hayatın da sahibi ve sanatkârıdır. Hava gibi latif maddelerden melekler yaratmak, nurdan ruhanîler halk etmek, onun kudretine ağır gelmez. Hem bizim görmememiz, onların yok olduğunu göstermez. Nasıl ki mikroplar gözle görünmezken, varlıkları inkar edilemezse, aynı şekilde meleklerin, ruhanîlerin ve nurani varlıkların da varlığı, aklen ve hikmeten gereklidir.

Demek ki bu kâinat sadece zahirî, kaba bir yığın değildir. Her tarafında latîf varlıklar, ince işçilikler, nuranî feyizler dolaşır. İnsan, bu muazzam tezgâhı sadece toprak ve taş sanmamalıdır. Hayatın elinde nura, şuura, hakikate dönüşen her varlık, İlâhî Kudret’in bir mucizesidir. Ve bu mucizeler, gözle değil kalple görülür. Kalp gözü açık olan, toprağın içindeki çiçeği de, nurun içindeki meleği de fark eder.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’de ifade ettiği gibi hayatın bir istihale (dönüşüm) makinesi olarak kesif unsurları latif varlıklara dönüştürmesi ele alınmıştır. Toprak ve sudan şuur sahibi canlılar yaratıldığı gibi, nur ve hava gibi latif maddelerden de melekler ve ruhanî varlıklar yaratılmaktadır. Hayatın terakki verici, nurlandırıcı ve tasfiye edici yönü vurgulanarak, kâinattaki zahiri kesafetin arkasında derin bir latiflik ve ilahî hikmet bulunduğu ortaya konmuştur.




İstikamet: En Rahat, En Selametli Yoldur

İstikamet: En Rahat, En Selametli Yoldur

“Hem, ahlak-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selametli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir.”(Şualar)

Hayat, yol gibidir. İnsan ise bu yolun yolcusudur. Yol, bazen düz, bazen inişli çıkışlı, bazen de dönemeçlidir. Ancak bu hayat yolculuğunda insanın en çok muhtaç olduğu şey, rotasını kaybetmemesidir. İşte bu rotaya Kur’an diliyle “Sırat-ı Müstakim”, yani dosdoğru yol denir.

Kur’an, her namazda milyonlarca müminin dilinden bu duayı döktürür: “İhdinâs sırâta’l-müstakîm.” (Bizi dosdoğru yola ilet). Çünkü insan, istikameti kaybettiğinde yoldan çıkmış olur. Ve bu sapış, sadece fiziki bir yön kaybı değil; ahlakta, düşüncede, inançta ve niyette de bir sapmadır.

İstikametin Gücü: Denge ve Dürüstlük

İstikamet, sadece haramdan sakınmak veya ibadetleri yerine getirmek değildir. Aynı zamanda, her durumda ölçülü, dengeli ve tutarlı olmaktır. Ahlakta ifrat ve tefritten uzak durmak, kalpte kibirle zillet arasında orta yolu tutmak, davranışlarda ne laubalilik ne de aşırı sertlik göstermemek… Hepsi istikamet üzeri yaşamaktır.

İstikamet, bir şahsiyettir. Yüzü iki tarafa dönenin güvenilirliği kalmaz. Ama sırat-ı müstakimde yürüyen, hem kendine hem başkalarına huzur verir.

En Kolay, En Güvenli Yol

Bediüzzaman’ın ifadesiyle istikamet, “en rahat, en faydalı, en kısa, en selametli yol”dur. Çünkü eğri yollar uzundur, yorar, saptırır, düşürür. Doğru yol ise kısa, güvenli ve neticelidir. Eğri bir çizgi ne kadar uzatılsa da, iki noktayı en kısa bağlayan doğruya yetişemez. Bu yüzden istikamet, hem dünya hem de ahiret huzurunun anahtarıdır.

Zamanın Fitneleri Karşısında İstikamet

Günümüzde hak ile batıl, doğru ile yanlış birbirine karışmış gibidir. Yalanın hakikat suretine büründüğü, batılın makyajla pazarlanıp alkışlandığı bir çağdayız. Böyle bir zamanda istikamet üzere yaşamak, bir mücadeledir. Fakat bu mücadele, en büyük kurtuluş vesilesidir. Kalbini, dilini ve yolunu doğru tutan, bozulmaktan korunur.

SONUÇ ve ÖZET:

İstikamet, insan ahlakında ve hayat yolculuğunda en doğru ve güvenli rotadır. Kısa, kolay ve selametli oluşu, onun Allah’ın razı olduğu yol olduğunu gösterir. Ahlakta, niyette, davranışta ve inançta dosdoğru olanlar, hem bu dünyada huzura, hem de ahirette saadete ulaşırlar. Sırat-ı müstakimden sapmamak, her gün yeniden dua ederek ve irademizi O’nun rızasına teslim ederek mümkündür.

 

 




Kâinat Sofrası: Nimette Saklı Kudretin Sessiz Şehadeti

Kâinat Sofrası: Nimette Saklı Kudretin Sessiz Şehadeti

“Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sünbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taaınlar ve nimetler miktarınca diller ile ve ayrı ayrı, külli ve cüz’i lisanlar ile bir Rahman-ı Rezzakı, bir Rahim-i Kerimi bütün bütün kör olmayana gösterir.”(Şualar)

1. Giriş: Varlığın Derinliklerine Açılan Pencere

İnsan, varlık âlemini sadece bakarak değil, görerek ve okuyarak anlamlandırmakla sorumlu bir misafirdir. Bu misafirlik öyle bir sofraya denk gelir ki, o sofra her varlıkta yeniden kurulur. Bir mısır tanesinde sarılıp saklanan bin lezzet; bir çiçekte, bir yaprakta hissedilen güzellik; insanı sadece hayran bırakmaz, aynı zamanda düşündürür: Bu kadar farklı, bu kadar bol, bu kadar hikmetli ikram kimin elinden çıkmaktadır?

2. Kat Kat Sarılmış Sofralar

Bediüzzaman’ın ifadesiyle kâinat, bir gül çiçeği gibi kat kat sarılmış sofralardan ibarettir. Her yaprağın altında ayrı bir renk, ayrı bir desen; her desenin içinde ayrı bir hikmet saklıdır. Mısırın zarif gömlekleri arasında gizlenen taneler gibi, kainatta da her varlık tabakası, iç içe geçmiş nimet halkalarıyla doludur.

Toprağın altında saklananlar, atmosferde dağıtılan oksijen, yeryüzünün renkli meyveleri, gökyüzündeki yıldızlarla çevrili manzaralar… Hepsi bir sofradır. Ve o sofralar sadece mideye değil, kalbe, akla, ruha da ikram sunar.

3. Nimetler Diliyle Konuşan Bir Kâinat

Her nimet, lisan-ı haliyle konuşur. Elma, “Beni kim tattırıyor?” der. Arı, “Bu sistem kimin hikmetiyle işler?” diye fısıldar. Süt, bal, üzüm, nar… Hepsi susmuş görünürken aslında Rahman ve Rezzak olan Allah’ın isimlerini dillendirir.

Bu nimetler sadece sayıca değil, kalite ve sistem açısından da hayranlık uyandırır. Zira her birinin arkasında ölçü, denge, zamanlama, estetik ve ihtiyaç gözetilmiştir. Bunlar tesadüfün değil, bir Rezzak-ı Kerim’in elinin işaretleridir.

4. Kör Olmayana Açık Şehadet

Kör olmayan bir göz, duymayan bir kulak, işlemeyen bir kalp için bu hakikat açıktır: Kainat, susmaz bir Kur’an’dır; her nimeti bir ayettir; her sistem bir sure, her varlık bir kelimedir. Kim dikkatle bakarsa, Rahman olan Allah’ı görür gibi olur.

Bu sofralar sadece ihtiyaç gidermek için değildir; şükür vesilesidir. İnsanın Rabbini tanımasına, Ona bağlanmasına ve nihayet Onunla kulluk bağını kurmasına bir vesiledir.

5. İnsana Düşen: Şükrün Şuuruyla Bakmak

İnsanın görevi bu sofraları sadece tüketmek değil, anlamaktır. Her nimet, bir davetiyedir. “Beni vereni düşün” diyen bir çağrıdır. O halde bu çağrıyı duymak, ona cevap vermek, her lokmanın ardından şükürle secde etmek, insana en layık duruştur.

SONUÇ VE ÖZET:

Kâinat, iç içe geçmiş sofralarla doludur. Her bir nimet, Rezzak-ı Kerim olan Allah’ın bir ikramı ve aynı zamanda bir delilidir. Çiçeklerin yapraklarından mısırın gömleklerine kadar her şey, açık bir lisanla Allah’ın varlığını, birliğini, rahmetini ve kudretini ilan eder. Kör olmayan her göz bu şehadeti görebilir. İnsana düşen, bu nimetleri şükürle karşılamak ve arkasındaki kudreti idrak etmektir.

 

 




İmanın Gözlüğüyle Kâinata Bakmak: Siyah Kalpten Nurlu Gönle

İmanın Gözlüğüyle Kâinata Bakmak: Siyah Kalpten Nurlu Gönle

“Merhametsiz siyah bir kalb, kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat, iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleler giymiş bir Cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetleden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nevini bir kâinat-ı suğra ve her bir insanı bir alem-i asgar müşahede eder.”(Şualar)

1. Kalbin Rengi, Kâinatın Rengini Belirler

İnsan, varlık âlemini dış gözle değil, kalbiyle görür. Kalp temizse, göz de güzeli görür; kalp kararmışsa, göz de her şeyi karanlık görür. Merhametsiz, imansız bir kalp, kâinatı bir matemhane gibi algılar; her şeyin altında zulüm, boşluk, anlamsızlık görür. Bu bakışta ne rahmet vardır, ne umut, ne de hikmet.

Kâinat onun nazarında siyah bir perde gibidir. Her doğum anlamsız, her ölüm bir yokluk, her musibet boş bir rastlantıdır. Oysa mesele, bakılan yer değil; bakışın kaynağıdır: Kalptir.

2. İman Gözüyle Görülen Güzellik

Ancak iman ile bakan bir göz, aynı kâinatta bambaşka bir manzara görür. Kâinat artık ağlayan değil, gülen bir simadır. Rahmetin ince nakışları, hikmetin zarif örgüleri her şeyde hissedilir. Her varlık, Allah’ın isimlerini yansıtan bir ayna olur. Yağmur rahmettir, ölüm dirilişe açılan kapıdır, hastalık şifa vesilesidir, musibet terbiye edicidir.

Bu nazarla bakan kişi, kâinatı Cennet hurisine benzetir: Güzelliğin tabaka tabaka kuşandığı, rahmetin tebessümle aktığı, hikmetin ilmek ilmek örüldüğü bir sanat harikası.

3. İnsan: Kâinatın Küçük Bir Nüshası

Kâinata bu bakışla bakan bir mümin, kendi varlığının da bir “kâinat-ı suğra” olduğunu fark eder. Nasıl ki kâinat baştanbaşa bir sanat galerisidir, insan da o galerinin küçük bir örneğidir. Göz, kulak, kalp, akıl gibi azalarıyla, duygularıyla, hayalleriyle insan; içinde koca bir âlemi taşır.

Kâinatın “insan-ı ekber” olduğu hakikatini anlayan, insanı da “âlem-i asgar” olarak görür. Yani insan, içinde küçük bir âlemdir; ama bu âlem imanla nurlanır, küfürle karanlığa boğulur.

4. Tercih Senindir: Siyah Kalp mi, Nurlu Gönül mü?

İnsan ya zulümle bakan bir göz taşır kalbinde; ya da rahmetle tebessüm eden bir bakışa sahip olur. Bu bakış, hayatın anlamını belirler. Kim imanla bakarsa, acıdan bile lezzet çıkarır. Kim inançsız bakarsa, nimetten bile elem üretir. Yani mesele olaylar değil, olaylara hangi gözle bakıldığıdır.

SONUÇ ve ÖZET:

Kâinatın mahiyeti, ona hangi kalple bakıldığına göre değişir. İmansız, merhametsiz bir kalp; kâinatı anlamsız, karanlık, ağlayan bir yapı gibi görürken; imanlı bir gönül, her şeyi rahmetle tebessüm eden bir surette müşahede eder. İman gözü, insana hem kâinatın hakikatini hem de kendi iç âlemini tanıtır. Kalbin rengi, kâinatın rengidir. O hâlde insan, bakışını değil, kalbini değiştirmelidir.

 

 




Fıtratın Diliyle Yapılan Dua: Sessizlerin Kabul Edilen Ni¬yazı

Fıtratın Diliyle Yapılan Dua: Sessizlerin Kabul Edilen Ni­yazı

“Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, herbiri birer ağaç ve birer sünbüle olmayı Halıkından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtri lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtri ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualannı gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Halık-ı Kerime zahir şahadet eder.”Şualar)

Tohumun Sessiz Yakarı­şı

Toprağa düşen küçücük bir tohum, ne konuşur ne yürür. Ama içinde taşıdığı kabiliyet ve istidad ile sanki şöyle dua eder: “Ey beni yaratan, beni bir ağaç yap. Bana gövde, yaprak, çiçek ve meyve ver.” Ve o dua, toprağın bağrında sessizce kabul görür. Bir müddet sonra toprak yarılır, içinden bir filiz çıkar, göğe doğru yürür, nihayetinde ağaç olur, çiçek açar, meyve verir. Bu sessiz konuşma, bu dili olmayan niyaz, istikbalin fısıltılı duasıdır. Ve her gün milyarlarca kez kabul edilir.

Bu bize gösterir ki, fıtratla yapılan dua, dilsiz bir yakarış da olsa, hikmetli bir Rab tarafından duyulur ve cevapsız bırakılmaz.

Hayvanların Lisan-ı Hali

Süt emen bir yavru hayvan, ne okuma bilir ne konuşma… Ama açlık duygusuyla annesinin memesine yönelmesi, onun “ihtiyaç diliyle” yaptığı duadır. O yavrunun duası, ne kadar şuurdan uzak olsa da, her seferinde karşılıksız bırakılmaz. Çünkü onun duasına cevap veren, sütü hazırlayan, o sütü memeye akıtan bir Rezzak vardır. Yavrunun gözyaşı ve acziyeti, semaya yükselen en masum dua gibidir.

İşte bu hal, bize gösterir ki: İhtiyaç, bir duadır. Acz, bir yakarıştır. Ve bu dua, sahibine gider.

İmdada Koşan Şuursuz Hizmetkârlar

Tohumun toprağa, hayvanın memeye ulaşması için araya konan yardımcılar da vardır. Bir arı çiçeğe konar, bir rüzgâr poleni taşır, bir güneş tohumu ısıtır. Bunların hiçbirinin şuur ve iradesi yoktur. Ama hepsi, şuurdan uzak birer hizmetçi gibi, o dualara cevaben gönderilirler. Bu düzen tesadüfle açıklanamaz. Bu, kudreti, ilmi ve rahmeti sonsuz bir Zat’ın eseridir.

Her an, her yerde milyarlarca varlık, lisan-ı istidat ve ihtiyaçla dua ederken, onlara vakti vaktine cevap verilmesi, bir Halık-ı Kerim’in rahmetini ilan eder.

Dilsizler Konuşuyor, Körler Görüyor

Bu kâinatta dilsizler konuşur, ama fıtrat diliyle… Körler görür, ama kalp gözüyle… Çünkü dua, sadece sözle değil; niyetle, ihtiyaçla, istidatla da yapılır. Ve bu dualar, karşılıksız kalmaz. Demek ki, insanoğlunun da elleri semaya açılmadan evvel, kalbiyle dua etmeye alışması, bu büyük sistemin bir parçası olduğunu fark etmesi gerekir.

SONUÇ ve ÖZET:

Tohumlar, hayvanlar, hatta cansız gibi görünen varlıklar bile, ihtiyaç ve istidat diliyle dua ederler. Bu sessiz dualar, hikmetli bir şekilde kabul olunur. Bu da bize, duaların yalnızca dille değil; fıtratla, ihtiyaçla ve acizlikle de yapılabildiğini gösterir. Ve her duaya, işitip cevap veren bir Rezzak-ı Kerim’in varlığını ilan eder. İnsan, bu varlıklar kadar dahi olsa, dua etmeli ve acz içinde Rabbine yönelmelidir.




Haddi Bilmek: Allah’a, Resûlü’ne ve Müminlere Karşı Edebin Sınırları

Haddi Bilmek: Allah’a, Resûlü’ne ve Müminlere Karşı Edebin Sınırları

1. Giriş: Kullukta Edep, İtaatte Hudut

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda bir hayat nizâmıdır. Bu nizâmın içinde inanan bireyin Allah’a, O’nun Resûlü’ne ve mümin kardeşlerine karşı nasıl davranması gerektiği büyük bir titizlikle belirlenmiştir. Bu hudutlar, imanla gelen edep, saygı, sadakat ve kardeşlik ilkeleriyle bezenmiştir. Zira edepsizlik, imanı zedeler; haddi aşmak ise kalbi karartır.

2. Allah’a Karşı Haddini Bilmek

Kur’ân’da birçok ayette, Allah’a karşı büyüklenilmemesi, O’nun hakkında zanna dayalı konuşulmaması ve O’nun hükmüne teslimiyet gösterilmesi emredilir:

“Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyin.” (A’râf, 33)

“Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Bakara, 282)

Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek, sadece bir günah değil, aynı zamanda kulluğun inkârıdır. Kulluğun özü, haddi bilmektir. Kul, haddini bilirse Allah da onu merhametiyle yüceltir.

3. Resûl’e Karşı Edebin İnceliği

Kur’ân, Hz. Peygamber’e karşı gösterilmesi gereken edebi, neredeyse birebir tarif eder. Bu edep, yalnızca onun şahsına değil, risalet makamına duyulan hürmeti de ihtiva eder.

“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin…” (Hucurât, 1)

“Resûl’ün yanında seslerinizi yükseltmeyin…” (Hucurât, 2)

Resûlullah’a karşı kibirle, münakaşayla veya laubalilikle yaklaşmak, hem bireyin kalbini kirletir hem de toplumun manevi yapısını bozar. Zira risalet, bir haber değil; bir hidayet kaynağıdır. Ona karşı yapılan saygısızlık, vahyin özüne yapılmış olur.

4. Müminlere Karşı Kardeşlik ve Hassasiyet

Mümin, mümine karşı merhametle, adaletle ve edeple muamele etmelidir. Kıskançlık, gıybet, alay, su-i zan, küçümseme gibi davranışlar açıkça yasaklanmıştır:

“Ey iman edenler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin…” (Hucurât, 11)

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin…” (Hucurât, 12)

Bu ayetler, müminlerin aralarındaki ilişkiyi bir kardeşlik bağı olarak görür. Bu bağ, kalbi incelik ister; çünkü kardeşlik, iman birliğinden doğan bir emanettir.

5. Günümüz İçin Dersler: Edep Kaybı, İman Zaafıdır

Modern dünyada insanlar fikir özgürlüğü bahanesiyle Allah’ın ahkâmını sorgulamakta, Hz. Peygamber’in sünnetini küçümsemekte ve müminleri hor görmektedir. Oysa bu edep yitimidir. İman, sadece kalbî bir bağlılık değil; aynı zamanda davranışa yönelik bir itaattir. Edep, bu itaatin zırhıdır. Zırhı olmayan asker, her an yara alır.

SONUÇ ve ÖZET:

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a saygının, Resûl’e edebin ve müminlere karşı kardeşliğin sınırlarını çizmiş, bu sınırların aşılmasının hem bireysel hem toplumsal felakete yol açacağını bildirmiştir. Allah’ın hükmüne karşı gelmek, Resûl’e laubali davranmak ve müminleri küçümsemek; insanı fark etmeden imandan uzaklaştırır. Bu yüzden iman, yalnızca kalpte değil, dilde ve davranışta da edep ister. Çünkü kulluk, haddi bilmekle başlar; hürmetle kemale erer.

 

 




Kulluk Edebi: Kur’an’ın Öğrettiği Üçlü Saygı

Kulluk Edebi: Kur’an’ın Öğrettiği Üçlü Saygı

1. Giriş: İlahi Ahenge Uyum

Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca inanç esaslarını bildiren bir kitap değil, aynı zamanda ahlâkın, edebin ve sosyal ilişkilerin en sağlam rehberidir. Allah’a kul olmanın özü, O’na teslimiyeti, Resûl’e itaati ve mümin kardeşlere karşı merhameti esas alır. Bu üçlü denge, bir kulun iç dünyasından dış dünyasına kadar her alanı tanzim eder. Kur’an, bu dengeyi ihmal edenlerin hem dünyada hem ahirette hüsrana uğrayacağını bildirir.

2. Allah’a Karşı Yapılması Gerekenler

Allah’a karşı yapılması gereken temel tavır iman, teslimiyet, takva ve şükür merkezlidir.

Tevhit: “Allah’tan başka ilah yoktur.” (Muhammed, 19)
Bu en temel ilke, hayatın merkezine yalnızca Allah’ı koymayı emreder.

Teslimiyet: “Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun…” (Zümer, 55)
Allah’a teslimiyet, sadece ibadetle değil, kaderdeki her şeye rızayla da olur.

Takva: “Ey iman edenler! Allah’tan gereği gibi korkun…” (Âl-i İmrân, 102)
Takva, bir korunak gibidir; kul ile günahlar arasına perde çeker.

Şükür: “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrahim, 7)

Kur’an, Allah’a karşı yapılan en büyük saygının, O’nun emir ve yasaklarına gönüllü bir şekilde uymak olduğunu öğretir.

3. Resûl’e Karşı Yapılması Gerekenler

Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın yeryüzündeki elçisidir ve ona karşı yapılan her davranış aslında Allah’a karşı yapılan bir tutumdur.

İtaat: “Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)

Saygı: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. ” (Hucurât, 2)

Sünnete Bağlılık: “Size Resûl ne verdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Haşr, 7)

Resûl’e uymak, sadece bireysel kurtuluş değil; ümmetin birlik ve dirliği için de temel esastır. Onun sünnetine yapılan ihanet, ümmetin ruh kökünü kurutur.

4. Müminlere Karşı Yapılması Gerekenler

Müminlere karşı davranışlarda ölçü; kardeşlik, merhamet, adalet ve güzel ahlaktır.

Selamı yaymak: “Bir selam ile selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzeliyle selam verin.” (Nisâ, 86)

Kötülüğe iyilikle karşılık vermek: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olanla sav…” (Fussilet, 34)

Gıybet ve alaydan sakınmak: “Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin.” (Hucurât, 12)

Adalet: “Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin.” (Maide, 8)

Kur’an, müminler arası ilişkileri bir binanın tuğlaları gibi görür: Her biri diğerine dayanmalı, zarar vermemeli, güven vermelidir.

5. Günümüz İçin Dersler

Kur’an’ın çizdiği bu ahlakî çerçeve, sadece bireysel değil; toplumsal bir inşa projesidir. Allah’a teslimiyet, Resûl’e sevgiyle bağlılık ve mümin kardeşlere şefkatli yaklaşım olmadıkça ne iç huzur ne toplumsal barış mümkündür. Bugün yaşadığımız dağınıklığın, çatışmanın ve anlam kaybının temelinde bu üçlü edebin zayıflaması vardır. Kur’an, çözümü net olarak verir: “Topluca Allah’ın ipine sarılın, ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 103)

SONUÇ ve ÖZET:

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a iman ve teslimiyet, Resûl’e itaat ve saygı, müminlere merhamet ve adaleti emretmektedir. Bu üçlü bağ, bireyin ruhunu, toplumun yapısını ve ümmetin birliğini ayakta tutar. Bu kurallara uyulduğunda hayat adalet, sevgi ve huzurla dolar. Aksi hâlde ise dağılma, fitne ve azap kaçınılmaz olur. Kulluk, sadece ibadet değil; her yönüyle bir hayat ahlakıdır. Ve bu ahlak, Kur’an’ın nuruyla şekillenir.




Gizli Tohumdan Görkemli Ağaca: Hafâ Türâbında Meziyet

Gizli Tohumdan Görkemli Ağaca: Hafâ Türâbında Meziyet

“Meziyetin Varsa Hafâ Türâbında Kalsın, Tâ Neşvünema Bulsun”

1. Giriş: Meziyetin Hikmetle İmtihanı

İnsan sahip olduğu meziyetleri, yani yetenek, ilim, hikmet veya güzel ahlak gibi hasletleri derhâl göstermek, takdir edilmek ister. Fakat hakikatin terbiyesi farklıdır. Meziyet, erken açmış bir çiçeğin güneşte kavrulması gibi, zamansız sergilendiğinde faydadan çok zarara sebep olabilir. Bu yüzden “Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, ta neşvünema bulsun” denmiştir. Yani meziyetin gizliliğin toprağında kalmalı, derinleşmeli, olgunlaşmalı, kemale erdiğinde ise vaktiyle ortaya çıkmalıdır.

2. Hafâ: Gizlenişin Hikmeti

“Hafâ” Arapça asıllı olup “gizlilik, bilinmezlik, perde arkasında kalma” anlamlarına gelir. Türâb ise topraktır. İnsanın yaradılış hamuru da topraktandır; olgunlaşma süreci de toprak gibi sabırla olur. Tohum, hemen çiçek vermez. Önce toprağa gömülür, çürür, erir, sabreder… Sonra filiz verir, büyür ve sonunda meyve verir. Meziyetlerimiz de böyledir: Bir meziyetin kemale ermesi için sabır, gizlilik ve zaman gerekir.

3. Erken Güneşe Maruz Meziyetin Helâki

Toplumda sıkça rastlanan bir hakikat vardır: Kendisinde küçük bir bilgi yahut beceri gören insan, hemen sahneye atılır. Takdir arar, görünür olmak ister. Oysa meziyet, aşırılıkla değil, mahviyetle değer kazanır. Gizli meziyetin kemali, kibirle değil tevazuyla ortaya çıkar. Çünkü gösterilen meziyet, kıymetini halkın eline bırakır; gizlenen meziyet ise Allah’ın takdirine arz olunur.

4. Tarihten Bir Nümuneler

Bediüzzaman Said Nursî, gençliğinde büyük bir ilme sahip olmasına rağmen, nefsine değil hakikate hizmet yolunu seçmiş; en ağır şartlarda dahi ilmini ve hikmetini gizlemeyi bilmiştir. İmam-ı Gazâlî, kalbî çalkantılar döneminde ilmini bir kenara bırakmış, nefsini terbiye ettikten sonra asıl “ihya”yı gerçekleştirmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) dahi, Mekke döneminde risaletin nurunu sabırla taşımış; on üç yıl boyunca meziyetini, risalet vazifesini gizli veya mutedil yollarla taşımış; zamanını beklemiştir. Bu, hakikat yolunun edebidir.

5. Köklenmeden Meyve Beklenmez

Toprakta kalmayan bir tohumun meyve vermesi mümkün değildir. Aynı şekilde, kökleşmeyen bir meziyetin istikamet üzere meyve vermesi beklenemez. Hafâ, meziyetin terbiyesidir. O meziyetin içini doldurur, kalbini süzer, yönünü tayin eder. Zamanı geldiğinde ise kendiliğinden parlar. İşte o vakit, hem halk nezdinde faydalı olur, hem de sahibine yük olmaz.

SONUÇ ve ÖZET:

Meziyetler, hemen sergilenmek için değil; sabırla olgunlaştırılmak, hikmetle işlenmek içindir. “Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, ta neşvünema bulsun” sözü, bizi kibirden, gösterişten, zamansızlıktan koruyarak hakiki kemale ulaşmaya davet eder. Çünkü gizlenen, sabredilen ve Allah’a adanan meziyet, meyvesini vaktiyle verir ve sahibine şeref değil, hizmet kapısı olur. Gerçek kemal, halkın alkışında değil, Hakk’ın rızasında aranmalıdır.

 

 




İnsanlar Altın ve Gümüş Gibidir: Ruhların Derin Yolculuğu

İnsanlar Altın ve Gümüş Gibidir: Ruhların Derin Yolculuğu

Ebû Hüreyre”nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav), “İnsanlar gümüş ve altın madenlerine benzerler. Câhiliye devrinde hayırlı olanlar, İslâm”da da hayırlı olanlardır. Yeter ki, İslâm”ı iyi kavrasınlar. Ruhlar da toplu cemaatlerdir. Onlardan birbirleriyle uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar da anlaşamaz, ayrılırlar. ” buyurmuştur. (M6709 Müslim, Birr, 160; B3336 Buhârî, Enbiyâ, 2)

Giriş: Madenlerin Sırrı

İnsanlık tarihi boyunca madenler hep kıymetli olmuş, özellikle altın ve gümüş paha biçilmez değerlerin sembolü sayılmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanları bu kıymetli madenlere benzeterek, her bireyin yaratılışında taşıdığı özün değerli ve işlenmeye açık olduğunu ifade etmiştir. Ancak bu değer, yüzeyde değil derinliktedir. Nasıl ki maden toprağın altından çıkarılır, işlenir ve saflaştırılırsa; insan da içindeki cevheri keşfetmek, saf hâline getirmek için bir yolculuğa çıkmalıdır.

Cahiliye’deki Cevher, İslâm’da da Parlar

Efendimiz’in (s.a.v) “Cahiliyede hayırlı olanlar, İslam’da da hayırlıdırlar; yeter ki İslam’ı iyi kavrasınlar” sözü, insanın doğuştan getirdiği bazı asil hasletlerin dinle yoğrulması halinde nasıl bir kemale ulaşacağını gösterir. Çünkü bazı insanlar yaratılış itibariyle merhametli, adaletli, sadık ya da cömert olabilirler. Fakat bu meziyetler, doğru bir ilahi rehberlikle bütünlük kazanmazsa, yanlış yolda kullanılabilir. Bu nedenle, cevherin kıymeti, onun nasıl işlendiğiyle ilgilidir.

Cahiliye döneminde fazilet sahibi olan bazı kimseler —mesela Hâlid bin Velid, Ömer bin Hattâb, Hatice annemiz— İslam’la tanışınca bu cevherlerini hak ve hikmet yolunda parlatmışlardır. Bu da gösteriyor ki, insan ne olursa olsun, asıl kemal ancak ilahi rehberlikle mümkündür.

Ruhlar Topluluğu: Uyuşanlar ve Ayrışanlar

Hadisin devamında Resûlullah (s.a.v) ruhların birbiriyle uyumuna dikkat çeker: “Ruhlar toplu ordular gibidir. Uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar ayrılır.” Bu söz, sadece dostlukların sebebine değil, toplumsal yapının da temel dinamiğine işaret eder. Bazen bir insanla ilk defa karşılaşırsınız ama sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissedersiniz. Bazen de bir başkasıyla hiçbir yakınlık kuramazsınız. İşte bu, ruhların derin geçmişine, yaratılış anındaki birleşmelerine veya ayrılmalarına dayanır.

Bu hakikat, sosyal hayattaki bazı sırların perdesini aralar. Sadece aynı kültürü paylaşmak, aynı dili konuşmak, hatta aynı dine mensup olmak bile ruhların kaynaşmasına yetmeyebilir. Gerçek yakınlık, kalpten kalbe, ruhtan ruha bir bağdır.

Toplumda Maden Değeri: Herkes Aynı Değildir

İnsanların altın ve gümüşe benzetilmesi, farklılıkların değer açısından değil, yaratılış cihetinden, potansiyel açısından olduğunu gösterir. Kimi insanlar derin düşünen, sabırlı ve ağırbaşlıdır; kimi ise hızlı karar alan, aktif ve dışa dönüktür. Bu farklılık, bir eksiklik değil; hikmetle düzenlenmiş bir denge sistemidir.

Ancak burada önemli bir nokta vardır: Her insan bir cevherdir ama her cevher işlenmezse çamurdan farksızdır. İşte din, ahlak, ibadet ve ilim; bu cevherleri işleyen fırınlar gibidir. Cevher ateşle yoğrulur, sabırla şekillenir ve sonunda saf hâline ulaşır.

Sonuç ve Hikmet

Peygamber Efendimiz’in bu hadisi, sadece geçmişle ilgili bir tespit değil; bugünün toplum yapısına, bireylerin kendini tanımasına ve sosyal ilişkilerin ruhsal temelini kavramaya yönelik bir rehberdir. Her insan bir maden gibidir. Değerlidir ama hamdır. Onu parlatacak olan, Rabbini tanıması ve fıtratını ilahi iradeye teslim etmesidir.

Aynı şekilde, ruhlar arasında var olan derin uyum ya da ayrılık, insan ilişkilerini belirleyen manevi bir yasadır. Bu yasaya saygı göstermek, ruhlarla çatışmak yerine onları tanımak, toplumun huzuru için önemli bir basamaktır.

ÖZET:
Hadiste geçen “insanlar altın ve gümüş gibidir” ifadesi, her insanın potansiyel bir cevher olduğunu ifade eder. Cahiliyede hayırlı olanlar, eğer İslam’ı iyi kavrarlarsa İslam’da da hayırlı olmaya devam ederler. Ayrıca, ruhlar arasında yaratılıştan gelen bir uyum veya uyuşmazlık söz konusudur; bu da sosyal ilişkilerdeki derin çekim veya itici güçlerin sebebidir. Cevher kıymetlidir ama işlenmeden parlamaz. Aynı şekilde insan da manevi eğitimle kemale ulaşır.