Bir Tohumun Lisanında Tevhid: On Beş Dil ile Konuşan Kudret

Bir Tohumun Lisanında Tevhid: On Beş Dil ile Konuşan Kudret

“Evet, mesela nutfeler, yumurtalar, tohumlar, çekirdekler, herbiri birden ilimden gelen bir ince nizam ve o nizam, maharetten gelen tam bir mizan içinde; o mizan, yeni bir tanzim, o ise taze bir ölçü ve tevzin içinde; o dahi bir temyiz ve terbiye ve müteşabih emsalinden kasti farika alametleri içinde; o da sanatlı bir tezyin ve süslenmek içinde; bu dahi hakimane, layık, mükemmel cihazat ve tasvir içinde; bu ise kerimane, rızık isteyenlerin zevklerini memnun etmek için, o mahlukların ve meyvelerin etleri ve yenilen kısımlan ihtilaf içinde; bu ise alimane, mucizane, ayrı ayrı nakışlar, zinetler içinde; bu da ayn ayrı güzel, hoş kokular ve lezzetli tatlar içinde; ki kemal-i intizam içinde, birbirinden mütemayiz, ayn iken, kesret ve sürat ve vüsat-i mutlaka içinde, sehivsiz, hatasız, bütün onlann suretlerinin inkişafları ve her mevsimde o harika halin devamı içinde, bütün o mübareklerin herbiri ve beraber, bu mezkur on beş dil ile ustalarının harika maharetini ve mu’cizâtlı ilmini göze gösterip Allamü’l-Guyub, Vacibü’l-Vücud Sanilerini güneş gibi bildiriyorlar.
İşte bu pek geniş ve parlak şehadetleri ve Sanini tebrikleri içindir ki, Mirac Gecesinde bütün mahlukat hesabına konuşan zat-ı Muhammediye (a.s.m.) El Mübarekât kelimesini selam yerinde demiş.
“(Şualar)

Her bahar bir diriliş, her tohum bir sır, her meyve bir kelamdır. İnsan gözü, çoğu zaman alışkanlık perdesiyle bakar ve gördüğü şeylerdeki mucizeyi fark edemez. Oysa toprak altındaki bir çekirdekte, göze görünmeyen bir hücrede, kudretin kalemiyle yazılmış sayısız delil ve işaret saklıdır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; bir nutfe, bir yumurta, bir çekirdek öyle bir nizam, mizan, tanzim, tezyin, terbiye ve tasvir sürecinden geçer ki, her bir safha, arkasındaki sonsuz ilmi, şuur sahibi bir zatın kastını ve rahmetle yoğrulmuş bir sanatı gösterir. Her mahlûk, adeta on beş ayrı dille Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eder. Ve her bir lisan, sadece ilimle değil, aynı zamanda hikmet, rahmet, inayet ve ihsan ile örülmüştür.

Topraktan çıkan bir nar tanesi; içindeki çekirdek sayısı, zarif dizilimi, dış kabuğu, içindeki suyu, lezzeti, kokusu ve besleyici yapısıyla bir laboratuvar hüviyetindedir. Bütün bunlar birbirinden bağımsız değil, tek bir Kudretin iradesiyle birlikte işler. Üstelik bu işler, sehivsiz, hatasız, büyük bir hız ve genişlikte, aynı anda milyarlarca defa gerçekleşir. Bu, kâinatta rastgeleliğe, tesadüfe yer bırakmaz.

Bu muazzam şehadet sebebiyledir ki, Mirac gecesinde, bütün mahlukat adına konuşan Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Et-Tahiyyatü lillâhi” diyerek; bütün varlıkların tesbihatını, selamını, secdesini Allah’a takdim etmiştir. Çünkü tohumdan meyveye, çekirdekten ağaca kadar her şey, kendi lisanınca “Allah var, birdir ve her şeye kadirdir” demektedir.

Zira tohumlar susmaz, çekirdekler susturulamaz. Onlar her mevsimde yeniden dile gelir.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan bir pasajdan hareketle, tohumlar, çekirdekler ve mahlukatın yaratılışındaki hikmet ve kudreti ele alıyor. Her mahlûkun ilim, hikmet, sanat ve rahmetle yaratıldığı ve bu yaratılışla Allah’ın birliğine on beş ayrı dille şahitlik ettiği vurgulanıyor. Sonuçta, kainattaki her varlığın sessizce ama açıkça Allah’a birer tahiyyat sunduğu anlatılıyor.

 

 




Bir Şeyi Yaratan Her Şeyi Yaratandır: Birliğin Derin Sırrı

Bir Şeyi Yaratan Her Şeyi Yaratandır: Birliğin Derin Sırrı

Gözü yaratan kim ise, gözün gördüğünü de yaratan O’dur.
Kulağı yaratan kim ise, kulağın işittiği sesleri de yaratan O’dur.
Dili yaratan kim ise, dilin kullandığı sesleri ve tatları da yaratan O’dur.
Böylece bir şeyin her şeyle ve her şeyin de bir şeyle bağlantısı vardır.
O halde bir şeyi yaratan kim ise,her şeyi yaratan da O’dur.

İnsan, gözünü açtığı andan itibaren bir bütünle yüz yüzedir: Gördüğü manzaralar, işittiği sesler, tattığı lezzetler, hissettiği duygular… Her biri ayrı ayrı mucizeyken, aralarındaki uyum daha büyük bir hakikati fısıldar: Birlik ve tevhit.

1. Göz ile Görülen Arasındaki İnce Bağ

Göz, sadece bir organ değil; ışığı, rengi, şekli ve hareketi hissedebilen bir mucizedir. Ancak göz tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Eğer dış âlemde renkler, ışıklar ve şekiller yaratılmamış olsaydı, göz görse bile görecek bir şey bulamazdı.

O hâlde gözü yaratan kim ise, gözün gördüğü âlemi de O yaratmıştır.

2. Kulak ile Ses Arasındaki Ahenk

Kulak, sadece bir et parçası değildir; frekansları ayırt eden, müziği, sözleri, uyarıları işiten eşsiz bir sistemdir. Ancak seslerin yaratılmadığı bir âlemde kulak, sadece suskunluğa mahkûm olurdu.

Demek ki kulağı yaratan, işitilecek sesi de yaratmak zorundadır. Ve O tek Zat, ikisini birlikte düzenlemiştir.

3. Dil ile Tatlar ve Konuşma Arasındaki Kudret Zinciri

Dil, hem konuşmaya hem de tat almaya yarar. Tatlar yaratılmasa, dilden tat gitmiş olurdu. Kelimeler yaratılmasa, dilin konuşması manasız kalırdı. Yani tat ile dil, ses ile konuşma arasında gizli bir rabıta vardır.

Dili yaratan, hem konuşmayı hem de lezzeti yaratandır.

4. Varlıklar Arası Mükemmel Uyum ve İlişki

İşte bu noktada çok önemli bir hakikat doğar: Bir şeyi hakkıyla yaratan, onunla ilişkili olan her şeyi de yaratmak zorundadır. Çünkü o şey, kendiliğinden var olamaz. Kendisiyle tam uyum içinde olan bir başka şeyle bağ kurar. O bağ, kör tesadüflerin işi olamaz. Göz ile ışık, kulak ile ses, mide ile gıda, ciğer ile hava, arı ile çiçek, toprak ile yağmur… Her biri, karşılıklı ihtiyaçla var edilir. Bu da gösterir ki:

Bir şeyi yaratan kim ise, her şeyi yaratandır.

5. Şirkten Tevhide Giden Yol

Eğer bir şeyi Allah yaratıp başka bir şeyi başkasına bıraksaydı, kainatta bu mükemmel denge kurulamazdı. Oysa her şey, diğer şeyle uyum içindedir. Bu da gösteriyor ki, evrenin her köşesinde hükmeden bir tek irade, bir tek kudret, bir tek ilim vardır. O da Allah’tır.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Allah, her şeyi yaratandır. O, her şey üzerine vekildir.”
(Zümer, 62)

> “Sizin ilahınız bir tek ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. O, Rahman’dır, Rahîm’dir.”
(Bakara, 163)

6. Hikmetle Bakan Gözler İçin İbret

Bir parmağın hareketi bile tüm bedenle ilgilidir. Bir damla su, bir fidanı yeşertir; o fidan, meyve verir; meyve, bir canlının rızkı olur. Hayat bir ağ gibidir. Her düğüm, diğer düğümlere bağlıdır. Ve bu ağın tamamı, tek bir Zat’ın ilminde, kudretinde ve hikmetindedir.

ÖZET

Göz ile görüntü, kulak ile ses, dil ile tat ve kelime arasındaki uyum, kainatta ilahi bir düzenin varlığına delildir. Bu uyum, bize şu gerçeği gösterir: Bir şeyi yaratan kimse, onunla ilgili olan her şeyi de yaratmak zorundadır. Çünkü bu parçalar birbirine bağımlı ve anlamlıdır. Öyleyse bir şeyi yaratan Zat, bütün kainatı da yaratandır. Bu hakikat, bizi tevhid nuruna götürür ve imanımızı sağlamlaştırır.

 

 




Suda Saklı Hayat ve Kozmik Ayrılış: Enbiyâ 30’un Hikmeti

Suda Saklı Hayat ve Kozmik Ayrılış: Enbiyâ 30’un Hikmeti”

Kur’an-ı Kerim’in Enbiyâ Sûresi 30. ayeti, hem yaratılış mucizesine hem de ilahi kudretin hikmetine dair derin işaretler taşır:

“İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişikken Biz onları ayırdık? Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ mı inanmazlar?”
(Enbiyâ, 30)

Bu ayet, hem kozmolojik gerçeklere hem de biyolojik hakikatlere işaret eder. Modern bilimle tefsir edildiğinde Kur’an’ın mucizevî yönü daha belirginleşir; ancak bu ayetin asıl amacı iman ve tefekkürdür. Şimdi ayeti üç temel boyutta ele alalım:

1. “Göklerle yer bitişik iken” ifadesi ve Kozmik Gerçeklik

Ayette geçen “ratkan” kelimesi, Arapça’da “birbirine yapışık”, “sıkı bir bütün” anlamına gelir. Burada gökler ve yerin başlangıçta birleşik olduğu, sonra “fefeteknâhumâ” yani “ayrıldıkları” bildirilir.

Bu ifade, günümüz kozmolojisinde Big Bang (Büyük Patlama) olarak adlandırılan teoriyle dikkat çekici bir paralellik arz eder. Bilim insanları, evrenin başlangıçta tek bir yoğun nokta hâlinde olduğunu ve büyük bir patlamayla genişlediğini söylemektedir. Bu da Kur’an’da yaklaşık 1400 yıl önce haber verilen bu “kozmik ayrılma” ile örtüşmektedir.

2. “Her canlı şeyi sudan yarattık” ifadesi ve Biyolojik Hakikat

Ayetin ikinci kısmı, “ve ce‘alnâ mine-l mâ’i külle şey’in hayy” yani “Her canlı şeyi sudan yarattık” ifadesidir.

Bu cümle, hayatın kaynağı olan suya işaret eder. Bütün canlı organizmaların temel yapı taşı olan hücrelerin büyük kısmı sudan oluşur. Canlıların yaşaması, üremesi ve faaliyet göstermesi suya bağlıdır. Bugün uzay araştırmalarında dahi “hayat belirtisi” aranırken ilk bakılan şey su varlığıdır.

Kur’an’ın bu biyolojik gerçeği, bilimden çok önce haber vermesi onun ilahî menşeini bir kez daha isbatlar niteliktedir.

3. Kur’an’daki Diğer Muradif (Benzer) Ayetler

Kur’an’da yaratılış ve suyun hayat vericiliğine dair başka birçok ayet vardır. Bazıları şunlardır:

“Allah her canlıyı sudan yarattı…” (Nûr, 45)

“Biz gökten su indirdik ve onunla her çeşit bitki çıkardık…” (Lokman, 10)

“O sudan bir beşer yarattı…” (Furkan, 54)

Bu ayetler birlikte değerlendirildiğinde, suyun hem fiziksel hem de ruhî dirilişe vesile bir nimet olduğu görülür.

4. İnançsızlara Çağrı ve Tefekkür Daveti

Ayetin sonunda gelen “Hâlâ mı inanmazlar?” sorusu, sadece bilgi vermek değil, vicdanlara ve akıllara dokunmak isteyen bir çağrıdır. Bilimsel gerçeklerin arkasında gizli olan ilahi düzen ve hikmet, ancak tefekkürle ve kalp gözüyle anlaşılabilir.

Kur’an, sadece mucizevi bilgi vermek için değil, imanı derinleştirmek ve düşünmeyi teşvik etmek için bu gerçekleri dile getirir.

5. Hikmetli Sonuçlar ve Düşündürücü İbretler

Evrenin yaratılışı başıboş değildir; bir Kudret Eli dokunmuştur.

Su, sadece biyolojik değil, manevî dirilişin de simgesidir.

Her ayrılış (gök ve yer gibi) yeni bir düzenin başlangıcıdır; kaos değil, nizamdır.

İnsan, sudan yaratıldığı gibi, yine “rahmetin yağmuru” ile dirilecektir.

ÖZET

Enbiyâ Sûresi 30. ayeti, evrenin yaratılışına ve hayatın sudan var edilişine dair hem bilimsel gerçekleri hem de imanî hakikatleri dile getirir. “Göklerle yerin bitişik olması”, evrenin ilk hâlini; “su ile hayatın yaratılması” ise canlılığın temelini ifade eder. Kur’an, bu ayetle inkâr edenleri düşünmeye, inananları ise şükre ve tefekküre davet eder. Ayetin sonunda gelen “Hâlâ mı inanmazlar?” sorusu, çağlar ötesinden bugüne seslenen bir ilahi hatırlatmadır.




Nurun Geldiği Gün: Kâinatın Mana Bulduğu An

Nurun Geldiği Gün: Kâinatın Mana Bulduğu An

“Evet, Muhammedin (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinatın mahiyeti, kıymeti, kemalatı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kur’an-ı Rabbani ve muhteşem bir meşher-i asar-ı Sübhaniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virane ve dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemalatı ve hikmetli tahavvülatı ve sermedi manalan, kuvvetli bir tarzda “Neşhedü Enne Muhammeden Resulullah” der.” (Şualar)

İnsanlık tarihi boyunca varlıkla yokluk arasında sıkışmış bir soru yankılandı durdu: “Bu kâinat nedir? Nereden geldi, nereye gidiyor?” Akıl, gözle gördüğünü yorumlamaya çalıştı; kalp ise görmediğini hissetmeye. Fakat cevaplar hep yarım kaldı, suretler gölgeye karıştı, anlam buhar olup uçtu. Ta ki, bir Nur geldi. Bu Nur, kâinatın kilidini açan bir anahtardı. Ve o Nur, Hz. Muhammed’di (aleyhissalâtü vesselâm).

Kâinata Mana Veren Nübüvvet Güneşi

Risale-i Nur’un şu veciz hakikati ne güzeldir: “Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinat, baştan başa mektubat-ı İlahiye olur.” Yani, o gelmeden önce bir harabe gibi görülen bu âlem, onun nübüvvet gözüyle bir sanat galerisine dönüştü. Her şey, her varlık, bir mektup oldu. Bir anlam taşıdı, bir mesaj verdi. Çünkü o Peygamber, sadece bir ümmete değil; kâinata rahmetti.

Onunla birlikte yıldızlar boşlukta savrulan taşlar olmaktan çıkıp bir nizamın lambaları hâline geldi. Rüzgâr, başıboş bir esinti değil; ilahi emirlere memur bir hizmetkâr oldu. Dağ, taş, hayvan, bitki, insan—hepsi bir görevle yaratılmış, bir neticeye bağlıydı. Kısacası, varlıkla yokluk arasında giden gelen insanlık, onun gelişiyle varlığın içindeki hikmeti fark etti.

Nur Olmazsa Ne Kalır?

Ama ya o Nur olmasaydı? Kâinat, sahipsiz bir virane gibi; ölüm, kaçınılmaz bir yok oluş gibi; hayat, karanlık bir muamma gibi kalacaktı. İnsan, anlamı olmayan bir hevesin peşinden sürüklenen bir hayvan gibi yaşayacaktı. Ne doğum sevinç olurdu, ne ölüm bir vuslat… Her şey fenaya, hiçliğe, tesadüfe teslim olacaktı. O zaman âlem, bir matemhane olurdu; çünkü hiçbir şeyin kalıcı anlamı olmayacaktı.

Nur Geldi ve Şehadet Etti:

Kâinata onun gözüyle bakıldığında, her şey yerli yerine oturur. Varlık, gayesiz değil; yokluk, anlamsız değil; insan, sahipsiz değil. İşte bu yüzden “Neşhedü enne Muhammeden Resulullah” sadece bir söz değil, kâinatın en büyük hakikatine şahitliktir. Çünkü kâinatın hikmeti, onun gelişiyle çözülmüştür.

SONUÇ ve ÖZET:

Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur, kâinatın manasını ortaya koymuştur. O nur olmazsa, kâinat karanlık bir harabe; insan, anlamını yitirmiş bir yolcu olur. O nur ile kâinat, bir Kur’ân gibi okunur, bir sanat galerisi gibi seyredilir, bir mektup gibi anlaşılır. Bu yüzden kâinat, bütün zerreleriyle “Şehadet ederiz ki Muhammed Allah’ın elçisidir” der. Çünkü onunla hakikat görünür hâle gelmiştir.




Risale-i Nur ve Herkesin Kendisini Bulduğu Hakikatler

Risale-i Nur ve Herkesin Kendisini Bulduğu Hakikatler

Hayat bir muammadır. Her insan, kendine verilmiş olan ömür sermayesiyle bu muammayı çözmeye çalışır. Kimisi arar ama bulamaz; kimisi bulur ama anlayamaz. Ve kimisi vardır ki hem arar, hem bulur, hem de anlar. İşte Risale-i Nur, bu üçünü de mümkün kılan bir hazine, bir ilham menbaı, bir hakikat aynasıdır.

Risale-i Nur Külliyatı, sadece bir bilgi kitabı değil; kalbin, aklın ve ruhun aynasıdır. Her okuyan, orada kendi halini bulur. Kimi gafletten uyanır, kimi imanı derinleştirir, kimi varlık içindeki yokluğu fark ederken, kimi yokluk içindeki sonsuz varlığa ulaşır. Bu eserler öyle bir tarzda yazılmıştır ki, felsefe ile boğulan akla ışık olurken; şüphe ile sarsılan kalbe sükun verir, ümitsizlikle çöken ruha ümit aşılar.

Her Kademeye Hitap Eden Bir Hakikat

Bir çocuk safiyetinde olan, orada sevgiyi bulur. Bir genç istikamet ararken, orada pusulayı görür. Bir alim, tefekkürde derinlik ararken, orada hikmetin en parlak kıvılcımlarını seyreder. Bir hasta teselli ararken, orada şifayı hisseder. Çünkü Risale-i Nur sadece bilgi değil, aynı zamanda bir “hal tercümanı”dır.

Her Kalbe Bir Pencere Açan Kelam

Risale-i Nur, mecazların perdesiyle hakikati gösterir; temsillerin içinden hakikatin çekirdeğini çıkarır. Her bir risale bir pencere açar: Kimine kâinattan, kimine nefisten, kimine Kur’an’dan, kimine tarihten… Ama her pencere sonunda bir kapıya çıkar: Allah’a, iman ve marifetullaha…

Okuyan yalnızca bir metinle değil, kendisiyle karşılaşır. “Ben kimim?”, “Nereden geldim?”, “Nereye gidiyorum?” sorularının yankı bulduğu bir derinliktir bu eser. Ve her insan kendi aynasında bir parıltı görür.

Ruhlara Ruh Olan Bir Rehber

Risale-i Nur’un büyüklüğü, yalnız ilimle değil; ruhla, hal ile ve kalple konuşmasındadır. O yüzden dinleyene de okuyan kadar hitap eder. Sadece zihni değil, hissi, hayali ve gönlü de seferber eder. Hangi ruh ararsa arasın, ona kendi lisanında seslenir. Çünkü bu sözler, Allah adına, Allah için ve Allah yolunda söylenmiş hakikatlerdir.

SONUÇ ve ÖZET:

Risale-i Nur, her insanın ruhuna göre kendini bulabileceği ilahi bir hakikat pınarıdır. Kimi düşüncesine ışık, kimi gönlüne şifa, kimi hayatına yön arar; hepsi bu eserlerde karşılık bulur. Her seviyede, her arayışta, her ihtiyacın cevabı, Risale-i Nur’un satır aralarında değil, doğrudan kalbe inen hakikatlerinde saklıdır. O yüzden denmiştir ki: Risale-i Nur, ruhlara ruh olur.




İlim Asrının Eşiğinde: Kuvvetin Yeni Sahibi

İlim Asrının Eşiğinde: Kuvvetin Yeni Sahibi

“Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.’ “

İnsanlık tarihi boyunca kuvvet, çoğu zaman bilekte, silahta ve zenginlikte aranmıştı. Ne var ki, zaman döndü; çağ değişti. Bediüzzaman Hazretleri’nin veciz bir ifadeyle haber verdiği gibi:
“Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır.”

Bu söz, yalnızca bir gözlem değil, bir kehanet değil, hikmete dayalı bir tespittir. Zira hakikat şudur: Artık çağ, ilmin çağındadır. Söz sahibi olan, elinde mızrak değil, bilgi tutandır. Dünya üzerinde fikir akımlarını, toplumsal dönüşümleri, teknoloji ve siyaseti yönlendirenler, kılıçla değil, kalemle, yazılımla, matematikle hükmedenlerdir.

Eskiden kuvvet, fiziksel güçteydi; şimdi ise matematiksel denklemde, bilimsel deneyde, algoritmik üstünlükte… Bu sebeple, milletler de artık askerî silahlardan önce zihinleri ve araştırma laboratuvarlarını kuşanmaktadır. İlimden uzak kalan, zamanla söz hakkını da yitirir.

Fakat burada sorulması gereken esas soru şudur: İlim ne için kullanılacak?
Eğer ilim, adalet, hakikat ve marifetullah yolunda yürütülürse, insanoğlu hem dünyasını hem de âhiretini imar eder. Fakat ilim, sadece nefsanî çıkarlar ve menfaat için kullanılırsa, insanlığı bir uçuruma götürmesi kaçınılmaz olur. Atomun parçalanması barışa da yarayabilir, yıkıma da.

İşte bu noktada:
Madem hakikat budur, hakaik-i imaniye, bu asırda ulûm ve fünûn suretinde inkişaf edecektir.
Yani yalnızca fen ilimleri değil; imanî ilimler de ilmin diliyle anlatılmalıdır. Çünkü çağın insanı, artık aklı ikna etmeden kalbi doyuramamaktadır. Bu sebeple Risale-i Nur gibi eserler, fen ve din ilimlerini barıştıran ve imanı akılla temellendiren bir vasıtadır.

Özet:

İnsanlık, ahir zamanda ilme ve fenne yönelecek; kuvvet ilmin eline geçecektir. Bu gerçek, çağımızda açıkça tecelli etmektedir. Ancak bu ilim, marifetullah ve ahlak ile terbiye edilmezse, insanlığa zarar verebilir. Bu yüzden imanî hakikatler, çağın dili olan ilimle anlatılmalı; akıl ve kalp birlikte tatmin edilmelidir. İlim, doğru yolda kullanıldığında hem dünya hem âhiretin inşasına vesile olur.

 

 




Görünmeyen Düşman: Elbisesizliğin İmtihanı ve Şeytanın Hilesi

Görünmeyen Düşman: Elbisesizliğin İmtihanı ve Şeytanın Hilesi

“Ey Âdem oğulları! Şeytan nasıl anne-babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirlerine göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, sakın aynı şekilde sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! Çünkü şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları iman etmeyenlere dost ve onların işbirlikçileri yaptık.”Araf.27.

İnsanlık tarihi, iki büyük misafirle başlar: Âdem ve Havvâ. Cennette açılan bu yolculuk, çıplaklıkla sınanan bir görünmez düşman üzerinden şekillenir. A‘râf Sûresi 27. ayet, bu hakikatin perdesini aralayarak bize şeytanın ilk zaferini ve insanın ilk gafletini hatırlatır:

> “Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirine göstermişti…”

Şeytanın ilk vesvesesi, bir elbiseyi çıkarmakla başlamıştır. Ancak bu elbise sadece bir kumaş parçası değil, hayânın, edebin, masumiyetin örtüsüdür. Şeytan, bu örtüyü yırtarak önce cenneti kaybettirmiştir. Bugün ise aynı senaryo farklı formlarda sahneleniyor: Medya, moda, dijital akımlar, mahremiyeti ifşa eden sanal ortamlar… Bunlar şeytanın günümüzdeki “görünmez orduları”dır.

Ayette geçen “Onlar sizi görür, siz onları göremezsiniz” ifadesi, şeytanın savaşını daha tehlikeli hale getirir. Çünkü görülmeyen düşman, gaflet anını fırsat bilir. İnsan, kendisini görünmez zannederek açık saçıklığa veya günaha sürüklenir ama şeytanın kamerası daima açıktır. Her açıklık, sadece bedende değil, ruhta da yaradır.

Bugünün insanı, şeytanın bu planını “özgürlük” adı altında takdim edilen çıplaklıkla tanıyor. Oysa bu özgürlük değil; ruhun zindanı, mahremiyetin sürgünüdür. Elbiseyi çıkarmakla insan cennetten dünyaya düştü; bugün ise mahremiyetin kaybıyla dünyadan daha aşağı bir duruma yuvarlanma tehdidiyle yüz yüzedir.

Allah’ın uyarısı nettir: Şeytanı ve onun vesveselerini tanıyın, onun adımlarına tâbi olmayın. Çünkü onun hedefi, sizi tıpkı ilk insan gibi örtüsüz, savunmasız ve cennetsiz bırakmaktır.

Özet:

A‘râf Sûresi 27. ayet, insanın şeytanla ilk imtihanını ve onun hâlâ süregelen taktiklerini ortaya koyar. Şeytanın hedefi, insanın edep örtüsünü soyarak onu gaflete ve günaha sürüklemektir. Bu ayet, günümüz dünyasında mahremiyetin, hayânın ve iffetli duruşun şeytanî akımlara karşı nasıl korunması gerektiğini hatırlatır. Elbiseyi değil, maneviyatı kuşanmak, bu imtihanda galip gelmenin yoludur.

 

 




İttihadın Ruhu: Hayatın ve Dirilişin Sırrı

İttihadın Ruhu: Hayatın ve Dirilişin Sırrı

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkarane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.” (Tarihçe-i Hayat)

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir.” der Bediüzzaman. Bu ifade, yalnızca sosyal birlikteliğe değil, bütün varlık âlemine hükmeden ilahî bir kanunun özetidir. Çünkü hayat, başıboşluğun değil; birlik, düzen, intizam ve uyumun meyvesidir.

Hayatın Şartı: Vahdet ve Uyum

Bir bedeni düşünelim: kalp kendi başına atsa, akciğer kendi temposunda çalışsa, sinirler rastgele sinyaller yollasa… O bedende hayat kalır mı? Kalmaz. Zira hayat, her bir parçanın diğerine uyumla çalıştığı ittihadî bir nizam ister. Bu uyum gittiğinde, hayat da gider. Vücut dağılır, can uçar.

Tıpkı bunun gibi, bir millet, bir cemaat, bir aile yahut bir dava, ancak ittihad ile hayat bulur. Kalpler ayrıysa, menfaatler çatışıyorsa, fikirler birbirini iptal ediyorsa, orada manevî hayat yaşanmaz. Ceset ayaktadır belki ama ruh çoktan çekilmiştir. Göz görür ama fer yoktur. Söz vardır ama tesir yoktur. Kalabalık vardır ama kuvvet yoktur.

İmtizaçkârane İttihad: Zoraki Değil, Gönüllü Uyum

Burada bir başka hakikate parmak basılır: İmtizaçkârane ittihad… Yani zorla, baskıyla, yapay bir birliktelik değil; kalpten gelen, içten içe birbirine kaynamış bir beraberlik… Gerçek manada hayat ancak böyle bir ittihad ile doğar. Zira görünürdeki birlik yetmez; gönüller birleşmeli, idealler aynı gökte doğmalı, hedef bir olmalıdır.

Toplumda huzurun, İslam ümmetinde dirilişin, ailede saadetin, cemiyette barışın sırrı buradadır. Allah’ın emrettiği vahdet, yalnız bir arada durmak değil; birbirinin dertleriyle dertlenmek, yükünü paylaşmak, sevinciyle sevinmek demektir. Tıpkı bir beden gibi, bir göz ağrısa tüm bedenin sızlaması gibi…

İttihadın Gitmesi: Manevî Ölüm Başlar

İttihad gittiğinde, hayat gibi maneviyat da kaybolur. Kalpler kararır, niyetler bozulur, emeller ayrılır. Bu durumda hak, bâtıla karşı zayıf düşer. Batıl cephesi ise şeytanın ilhamıyla tefrikayı körükler, ayrılığı teşvik eder.

Bugün ümmetin hâli, bu cümlede gizlidir: İttihad bozulmuş, hayat çekilmiştir. Diriliş yeniden hayat bulmakla mümkündür. Hayat ise ancak ittihadla mümkündür. Demek ki, bu çağın en büyük cihadı; kalpleri birleştirmek, akılları bir maksada yöneltmek, elleri bir işe kenetlemektir.

Özet:

Hayat, yalnızca biyolojik bir varoluş değil; birlik, bütünlük ve uyumla doğan ilahî bir nimettir. “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir” ifadesi; gerek beden, gerek toplum, gerek ümmet bazında, hayatın ancak gerçek birliktelikle var olabileceğini anlatır. Bu birlik kaybolduğunda, manevî hayat da söner. Dirilişin, gücün ve saadetin sırrı; samimi, içten ve gayeye yönelik bir ittihaddır.

 

 




İran: Tarih Boyunca Bir Truva Atı mı?

İran: Tarih Boyunca Bir Truva Atı mı?

Hindistan ve İran resmen stratejik ortaklık kurduklarını duyuruyor.
Çünkü Hindistan Pakistan’a düşman.
Ermenistanla ortaklık kuruyor.
Çünkü Türkiye’yle bir asırdır savaşta.
Pkk ile iş birliği yapıyor.
Çünkü Pkk 50 yıldır Türkiye’de terör estiriyor.
İsrail ve ABD ile perde altında pazarlık sürdürürken, bir yandan da birbirlerini besliyorlar, göstermelik düşmanlık senaryolarıyla.
Çünkü 1960 yılından beri Abd ve İsrail Türkiye’de her 10 yılda bir darbe yapıyor.
Türkiye’nin veya islama ve İslam devletlerine düşman olan kim varsa İran onun yanında.
İran İslam ülkelerinin Truva atıdır.
1501 yılından Şah İSMAİL Yani Safevilerden beri Şia yayılmacılığı politikasını sürdürüyor.
Hz. Ömerin süper devlet Sasani imparatorluğunu yıktığından beri siyasi İslam adı altında İstikametli İslam olan ehli sünnete düşmanlığını sürdürüyor.
Camilerinde Hulefa-i Raşidinin üçüne, hilafette Hz. Aliye haksızlık yapıp gasbettikleri bahanesiyle ve Hz. Aişe gibi sahabelere lanet ediyor.
Fransadan 1979 yılında özel uçakla irana getirilip darbe yaptırılan Humeyniyi kim besledi ve besliyor?
Türkiye’yi kontrol etsin diye mi?
İran kime hizmet ediyor?

*******

İslam dünyası, yüzyıllardır birliğini arıyor. Fakat bu birlik, ne zaman filizlenmeye kalksa, ya içerden bir fitneyle ya da dış müdahalelerle baltalanıyor. Bu sürecin en dikkat çeken aktörlerinden biri ise şüphesiz İran’dır. Tarih boyunca İslam ümmeti içinde bir “mukaddes ayrılıkçı” gibi hareket eden İran, bugün de siyaset sahnesinde benzer bir rolü üstlenmiş görünmektedir.

Tarihi Derinlik: Safevîlerden Günümüze

1501 yılında Şah İsmail’in Safevîler’i kurarak Şiiliği devlet mezhebi ilan etmesi, yalnızca bir din tercihi değil, aynı zamanda bir politik duruştu. Osmanlı hilafetine rakip olmak için kurulan bu yapı, Anadolu’da kanlı mezhep savaşlarının fitilini ateşledi. Ehli Sünnet’e karşı sistemli bir düşmanlık başlatıldı. Bu tutum, İran’ın bugünkü dış politikasının da temel kodlarını oluşturdu.

Safevîler’den beri İran, kendisini İslam ümmetinden çok, kendi mezhebi ekseninde tanımladı. Bu tutum, ümmet birliğini parçalayarak İslam coğrafyasının adeta kanayan yarası oldu. O dönemin Şii uleması, camilerde Hulefâ-i Râşidîn’in üçüne ve Hz. Aişe’ye lanet okumayı bir ibadet gibi gördü. Bu dil, günümüzde hâlâ bazı çevrelerde devam ettirilmektedir.

Modern Dönem: Humeyni’nin Uçağı Nereden Kalktı?

1979 devrimiyle birlikte İran, bir kez daha ümmet coğrafyasına “öncü İslam devleti” gibi sunuldu. Ancak ne gariptir ki bu devrim, Paris’ten özel uçakla taşınan bir liderle başladı. Humeyni’yi Fransa’dan Tahran’a taşıyan o uçağın arkasındaki gölge, bugün hâlâ net biçimde sorgulanmamıştır. Humeyni’nin gelişiyle İran, sadece bir rejim değil, bir ideolojik ihracat politikası da başlattı.

İslam dünyasına “devrim ihraç etme” söylemi, aslında bir Şii yayılmacılığı projesiydi. Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husîleri, Irak’ta Haşdi Şabi’yi, Suriye’de Esed’i destekleyerek bu politikanın sahada karşılığını oluşturdu. Ne acıdır ki bu yapıların çoğu, ümmetin can düşmanı İsrail’e karşı değil, Sünnî Müslümanlara karşı silah kullandı.

Gizli ve Açık İttifaklar: Sözde Düşmanlık, Gerçekte Menfaat Ortaklığı

İran bugün, bir yandan ABD ve İsrail karşıtı nutuklar atarken, perde arkasında bu devletlerle çıkar temelli ilişkilerini sürdürüyor. Irak’ta, Afganistan’da, hatta Suriye’de ABD ile örtülü operasyonlarda birlikte hareket ettikleri artık sır değil. İran’ın Hindistan, Ermenistan ve PKK gibi Türkiye düşmanı unsurlarla kurduğu yakın ilişkiler ise bu tabloyu daha da netleştiriyor.

Hindistan, Pakistan’a düşmandır. İran, Pakistan’ın karşısında Hindistan’la iş birliğine gider. Ermenistan, Türkiye ile tarihi ve kültürel çatışma içindedir. İran, Ermenistan’a destek verir. PKK, Türkiye’de 50 yıldır terör estirir. İran, zaman zaman bu yapıyla örtülü ilişkiler geliştirir. Bu tercihler bir tesadüf mü? Yoksa bilinçli bir “Türkiye’yi dengeleme” siyaseti mi?

İran Ne Zaman Ümmetin Yanında Oldu?

Mısır’daki darbe karşısında sessizdi. Suriye’de yüz binlerce Sünnî Müslüman katledilirken, Esed’i destekledi. Irak’ta işgalin ardından oluşan Şii eksenli yönetimlere sahip çıktı. Yemen’de ise Sünnî halkın üzerine roket yağdıran grupları finanse etti. Tüm bu adımlar, İran’ın “İslam birliği” değil, “mezhep birliği” peşinde olduğunu gösteriyor.

Sonuç: Fitneye Karşı Basiret Vakti

İran, ümmetin ortak düşmanlarına karşı bir “direniş ekseni” kurduğunu iddia etse de pratikte izlediği yol, ümmeti parçalama eksenine dönüşmüştür. Bugün İslam dünyasının en büyük ihtiyacı, mezhepler üstü bir vahdet anlayışıdır. Fakat İran bu anlayışa değil, tarihi kinlerine ve stratejik menfaatlerine göre pozisyon almaktadır.

Bu açıdan İran, tıpkı antik Truva atı gibi, dışardan İslam’a benzeyen ama içerden onu parçalamayı hedefleyen bir yapı olarak görülmelidir. Fitneyi teşhis etmeden birlik olmaz. Mezhebi fanatizme karşı ilmi, basireti ve tarihi feraseti kuşanmak her Müslümanın sorumluluğudur.

Özet:

İran, Safevîler döneminden bu yana Şii mezhebi üzerinden bir yayılmacı siyaset yürütmektedir. 1979 devrimiyle başlayan süreçte, Şiilik bir mezhep olmaktan çıkarılıp bir dış politika aracı haline getirilmiştir. ABD ve İsrail’e sözde düşmanlık, ama perde arkasında menfaat ilişkileriyle şekillenen bu politika, ümmet birliğini tehdit etmektedir. Hindistan, Ermenistan ve PKK ile kurulan stratejik ilişkiler, Türkiye’ye karşı dolaylı bir duruş sergilemektedir. İran, ümmet için birleştirici değil, ayrıştırıcı bir aktör haline gelmiştir. Bu sebeple, ümmetin basiretli olması ve hak ile bâtılı ayıracak feraseti kuşanması gerekmektedir.

 

 




KÖKSÜZLÜĞÜN BEDELİ: ADEM’İN ÇOCUKLARI NİÇİN BİRBİRİNİ ÖLDÜRÜR?

KÖKSÜZLÜĞÜN BEDELİ: ADEM’İN ÇOCUKLARI NİÇİN BİRBİRİNİ ÖLDÜRÜR?

İnsanlık tarihi boyunca değişmeyen bir gerçek vardır: Adem’in çocukları birbirine kıyar. Kardeş kardeşi öldürür, millet milletle çatışır, insan insanın kurdu olur. Bin yıllardır akan kanın, dökülen gözyaşının ardında yalnızca çıkar, toprak, servet ya da ideoloji mi vardır? Yoksa bu görünenlerin arkasında daha derin, daha kadim bir sebep mi saklıdır?

Köksüzlük… Evet, belki de insanlığın kanla yoğrulmuş geçmişinin en büyük sebebi, insanın kendi köklerinden, yaratılış gayesinden kopmuş olmasıdır. Bir ağacın toprağıyla bağı kesilirse, önce yaprakları solar, sonra gövdesi kurur, nihayetinde devrilip çürümeye yüz tutar. İnsan da öyledir; Rabbiyle, fıtratıyla, hakikatle bağını kaybettiğinde ne kalbi sağ kalır, ne ruhu canlı kalır, ne de aklı hikmetle işler.

Bugün dünyada yaşanan savaşların, çatışmaların ve bölünmelerin temelinde akıl-kalp-ruh dengesinden uzaklaşmış bireyler ve toplumlar vardır. Akıl varsa ama kalp yoksa, merhametsiz bir zekâya dönüşür; kalp varsa ama akıl yoksa, hedefsiz bir coşku olur; ruhsuz bir beden ise sadece dünya için yaşar, hakikati unutup hırsın esiri olur.

Kur’an-ı Kerim, ilk kan dökümünü bize Hâbil ve Kâbil kıssasıyla anlatır. Kâbil’in kıskançlığı, nefsinin rehberliğinde yaptığı o ilk cinayet, insanlığın köksüzlüğe düştüğü ilk kırılma noktalarından biridir. Kâbil, Allah’a değil, nefsine kul olmuştu. Kendi öz kardeşini öldürerek, sadece bir insanı değil, kardeşliğin, merhametin ve adaletin köklerini de o gün toprağa gömmüştü.

Eğer insan Kur’an’ın nuruyla aydınlanmamışsa, insan en azgın hayvandan daha zalim olabilir. İşte bu yüzden bugün “medeniyet” adı verilen birçok yapının temelinde köksüzlük vardır. İnsanlık ortak bir kalbî değer taşımadığında, ruhlar aynı hakikate yönelmediğinde, akıllar sadece menfaat için çalıştığında savaş kaçınılmaz olur.

Barışı getirecek olan; top, tüfek, anlaşma değil; insanın yeniden kökleriyle buluşmasıdır. İnsanın kendisini yaratanı tanıması, ona yönelmesi, aklını vahiy ile, kalbini sevgi ile, ruhunu hakikatle doyurmasıdır. İşte o zaman Adem’in çocukları yeniden kardeş olabilir.

MAKALE ÖZETİ:

İnsanlık tarihindeki savaşların temelinde yalnızca dünyevî sebepler değil, derin bir köksüzlük problemi yatmaktadır. İnsan, yaratılış gayesinden ve manevi köklerinden koptukça akıl-kalp-ruh bütünlüğünü kaybeder, bu da zulmü ve savaşı beraberinde getirir. Kalpsiz akıl, akılsız coşku ve ruhsuz bedenin hâkim olduğu toplumlarda barış kalıcı olamaz. Çözüm, insanın tekrar fıtratına dönmesi, Allah’la ve hakikatle bağını kurmasıdır.




Alemler Arasında Sırra Kadem Basan Kudret: Rabbü’l-Âlemin’e Açılan Pencere

Alemler Arasında Sırra Kadem Basan Kudret: Rabbü’l-Âlemin’e Açılan Pencere

1. Giriş: Göz Açıldıkça Derinleşen Hakikat

İnsan gözü bir noktaya dikkatle odaklandığında, o noktada saklı binlerce sırla karşılaşır. Kâinata bu gözle bakan bir mü’min, sadece yıldızları, gezegenleri değil; onların ardındaki ilahi düzeni, kudreti ve vahdeti de görür. Zira bu kâinat, sadece bir madde yığını değil, her an yazılan, okunan ve yenilenen bir ilahi kitaptır. Her bir zerresiyle Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik eden sonsuz satırlardan oluşur.

2. Milyonlarca Âlemin Sahibi: Rabbü’l-Âlemin

Kur’ân’ın “Elhamdülillahi Rabbil-âlemîn” hitabında gizli olan mana, sadece bir gök kubbenin değil, sayısız âlemin Rabbi olan bir Zât’a işaret eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kâinatta milyonlarca âlem iç içedir: Hayvanat âlemi, nebatat âlemi, mikro âlem, makro âlem, ruhlar âlemi, kalpler âlemi… Her birinin idaresi farklı kurallar, hassas dengeler ve hikmetli kanunlara dayanır.

Ama bu farklılık, kaosa değil; hayranlık uyandıran bir düzene yol açar. Çünkü onları idare eden Zât, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir ilimle hükmedendir. O’nun birliğinden başka hiçbir izah bu sistematiği açıklayamaz.

3. Kudretin Kalemiyle Yazılan Satırlar

Her bir varlık, bir harf gibidir. Bütün bir âlem, satırlar hâlinde kudret kalemiyle yazılmış bir kitap gibidir. Gözle görülemeyen zerreler bile, kaderin ince mürekkebiyle belirlenmiş birer mana taşır. Her saniye milyarlarca yeni yazım olur; doğumlar, ölümler, dönüşümler… Bütün bu değişim içinde kaotik bir rastlantı değil, ilahi bir hikmetin mühürleri görülür.

Bu terkip ve tedbirde bir kusur bulunmaması, ne tesadüf ne tabiatla açıklanabilir. Sadece sonsuz bir ilim ve rahmet sahibi Rabbü’l-Âlemin’in tecellisidir.

4. Şahitlik Eden Her Şey: Zerreden Galaksilere

Atomlardan galaksilere kadar her şey, kendi varlığıyla “Ben O’nun sanatıyım” der. Bu şahitlik hem cüzidir (bir çiçeğin güzelliğiyle “Allah güzeldir” demesi gibi), hem de küllidir (bütün ekosistemin birlikte işlemesiyle “Allah birdir” demesi gibi). Bu şehadet, sadece şekille değil, faaliyete ve faydaya da yansır. Bir sineğin kanadındaki simetri de, bir yıldız kümesinin hareketindeki denge de aynı Zât’a delildir.

5. İnsan: Okuyan ve Şahitlik Eden Varlık

İnsanın en büyük görevi bu kitabı okumaktır. Kainat kitabı, Kur’ân kitabı ve insanın vicdan kitabı… Üçü birlikte okunduğunda, gerçek tevhid bilgisi doğar. Gözle görülen her şeyin ardında, göremediğimiz ama kalple hissedilen bir Rabbü’l-Âlemin vardır. İman, bu hissin sürekli ve bilinçli bir şekilde farkında olmaktır.

SONUÇ VE ÖZET:

Bu kâinat; kudret kalemiyle yazılmış bir kitap, her âlem bir satır, her varlık bir kelimedir. Milyonlarca âlemin bir arada ve uyum içinde işlemesi, ancak nihayetsiz bir ilim, kudret ve rahmet sahibi Rabbü’l-Âlemin’in eseri olabilir. Her zerre, her sistem bu birliğe ve rububiyete şahitlik eder. İnsan ise bu muhteşem kitabı okuyarak imanı derinleştirmekle mükelleftir. Görünen âlemler, görünmeyen hakikatlerin aynalarıdır. Onlara bakarken asıl Zât’ı unutmamak gerekir: Rabbü’l-Âlemin.

 

 




Fitne: Ateşi Küçük, Yakışı Büyük Olan İmtihan

Fitne: Ateşi Küçük, Yakışı Büyük Olan İmtihan

Fitne her an,zaman ve mekanda mevcuttur.
Olayların akışına göre fitne közü harlanmakta, erken mudahale edilmezse alevi ile yayılıp yandırılmaktadır.
Hayatın kendisi ve hayatın içindekiler her biri bir fitne ve imtihan sebebidirler.
Akıllı ve basiretli davranılmazsa yayılıp çoklarını yakma özelliğine sahiptir.

********

Fitne, insanlık tarihinin en eski musibetidir. Kimi zaman bir sözde gizlenir, kimi zaman bir niyetin gölgesinde. Kimi zaman bir dostun tebessümünde saklanır, kimi zaman bir cemiyetin davetinde. Lakin her zaman vardır, her yerde bulunur ve her an uyanabilir. Zira fitne, şeytanın insan fıtratına attığı ince ve sinsi bir kıvılcımdır. Bu kıvılcım, zamanında söndürülmezse kor olur; kor da alevlenir ve nice gönülleri, yuvaları, toplumları yakar.

Her Zaman, Her Yerde: Fitneye Açık Kapılar

Fitne sadece savaşla, kanla, çatışmayla gelmez. Bazen bir haberle, bir dedikoduyla, bir çıkarla, bir makamla gelir. Bazen nefisle, bazen dostla, bazen aileyle. Zaman değişse de, mekân farklılaşsa da, insanların içindeki zaaflar sabit kaldıkça fitne her dönemde kendine bir yer bulur.

Bugün sosyal medya bir fitne aracına dönüşebilir. Bir cümleyle insanların şerefi lekelenir, bir yalanla toplumlar bölünür. Dün, kabile taassubu ile başlayan fitne, bugün mezhep taassubu veya ideolojik taassubun kılığına girmiştir. Dün taşla sopayla yapılan tahrikler, bugün klavyelerle yürütülmektedir.

Fitneyle Baş Etmenin İlk Şartı: Erken Teşhis

Bir kıvılcım küçükken bastırılır, ama büyürse ormanı kül eder. Fitne de böyledir. Erken teşhis edilmezse büyür; büyürse aklı karartır, kalbi karıştırır, feraseti kör eder. Onun için Kur’an, fitneden söz ederken “öldürmekten daha büyük bir musibet” demiştir. Çünkü bir canı almak bir kişiyi yok eder, ama bir fitne, toplumları ifsat eder.

Fitne karşısında susmak bazen yangına benzin dökmek gibidir. Ama her söz de söndürmez; aksine alevi harlayabilir. İşte bu yüzden fitneye karşı ilk adım: basiret. Basiret, olayın arka planını görmek; hak ile batılı, doğru ile yanlışın arasındaki ince çizgiyi fark etmektir.

Hayatın İçindeki Fitneler: İmtihanın Şekil Değiştiren Halleri

Her insan, hayatı boyunca farklı türden fitnelerle imtihan olur: mal, evlat, makam, şöhret, öfke, ihtiras, kıskançlık, bilgi, cehalet… Bunların her biri, doğru yönetilmezse fitneye dönüşebilir. Zira imtihanın mahiyeti, kişiye göre şekil alır. Kimi mal ile, kimi yokluk ile, kimi övgü ile, kimi hakaret ile imtihan olur.

Nitekim Hz. Yusuf, zindanda kaldı ama iffetini korudu. Hz. Süleyman, saltanatla imtihan oldu ama şükürle zirveye ulaştı. Hz. Eyyub, hastalıkla sarsıldı ama sabırla dirildi. Onların yolu, fitneyi tanıma ve ona karşı hikmetle durma yoluydu.

Fitneye Karşı Korunak: Feraset, Sabır ve Dua

Fitnenin karanlığında en parlak ışık, Allah’a sığınmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), fitne zamanlarında dua etmeyi, içe dönüp nefsi muhasebe etmeyi, cemiyetin huzurunu bozan adımlardan uzak durmayı öğütlemiştir.

Toplum olarak da fitneye karşı birlik, hikmet ve sağduyuyla yaklaşmak gerekir. Her duyduğumuza inanmamak, her çağrıya koşmamak, her kışkırtmaya kapılmamak gerekir. Çünkü her alev, ısıtmaz; bazıları yakmak içindir.

Özet:

Fitne, her zaman ve mekânda mevcut olan sinsi bir imtihandır. Zamanında fark edilip müdahale edilmezse büyük yıkımlara sebep olur. Mal, makam, söz, nefis, cemiyet gibi unsurlar fitneye zemin oluşturabilir. Erken teşhis, basiretli davranış ve ferasetli duruş fitnenin yayılmasını engeller. Her Müslümanın görevi; fitneyi teşhis etmek, ona kapı aralamamak ve toplumsal barışı korumak için sabırla, hikmetle hareket etmektir.

 

 




KEMÂLİN ZİRVESİ: ONA SELÂM OLSUN

KEMÂLİN ZİRVESİ: ONA SELÂM OLSUN

Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi
Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi
Hasunet cemî’i hısâlihi
Sallû aleyhi ve âlihi.

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” Beytinin Gölgesinde Bir Fikri Yolculuk

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi – Kemâliyle yüceliklerin en son noktasına ulaştı.
Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi – Cemâliyle karanlıkları aydınlattı.
Hasunet cemî’i hısâlihi – Bütün vasıfları güzeldi.
Sallû aleyhi ve âlihi – O’na ve âline salât edin.”

Bu beyit, yalnızca bir şiir değil; bir iman ve hayranlık manifestosudur. Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yeryüzünde yürüyen bir rahmet olduğunu, hem zâtında hem sıfatlarında kemâl üzere olduğunu veciz bir şekilde beyan eder. Her bir mısrası, insana rehber olacak bir derinliği taşır.

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” – Efendimiz, insanlık âleminde ulaşılamayacak bir kemâl zirvesine erişmiştir. Onun bu kemâli, yaratılışının hikmetiyle örtüşür: O, âlemlere rahmettir. Ahlakı Kur’an’dır. Yani onun sözleriyle değil, yaşayışıyla konuşan bir vahiydir. Hiçbir kral, hiçbir bilge, hiçbir filozof onun kadar dengeli, onun kadar derin, onun kadar merhametli olamamıştır. Zira onun kemâli, beşerî değil, ilahî terbiye ile yoğrulmuştur.

“Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi” – Onun cemâli, yalnızca yüzündeki nûr değildir; o cemâl, küfür karanlıklarını yırtan hakikat parıltısıdır. Câhiliye devrinde gömülen kız çocuklarını kurtaran, zalimlerle mazlumları yer değiştiren, kâinatı anlamlandıran bir aydınlıktır bu. Efendimizin gelişiyle “gece” bitmiş, varlık yeni bir sabah kazanmıştır.

“Hasunet cemî’i hısâlihi” – O’nun tüm ahlâkî vasıfları güzeldir. Sadece bir yönü değil, her yönüyle güzeldir. Zira doğruluğu ile güven, sabrı ile rehber, tevazusu ile sultan, affı ile baba gibidir. “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) ayeti bu hâlini tasdik eder. O, ahlâkın yaşayan şeklidir.

“Sallû aleyhi ve âlihi” – O halde, O’na ve onun tertemiz âline salât ve selâm getirin! Zira her salât, kalbi arındırır. Her salavat, o nurdan nasip almanın bir vesilesidir. Unutmayalım, O’na salavat getiren kişi, aslında kendi karanlığını aydınlatmaktadır.

Bu beyit bize şunu hatırlatır: İnsan, kemâle ulaşmak isterse, en kemâl örneğe bakmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), hem inananların rehberi, hem düşünenlerin örneği, hem ahlâk arayanların güneşidir. O’nun hayatı sadece bir tarih değil, her asırda dirilmesi gereken bir modeldir.

Makale Özeti:

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” beyti, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kemâl, cemâl ve güzel ahlâkını veciz şekilde anlatır. O’nun varlığı karanlıkları aydınlatmış, insanlığa rahmet olmuş ve tüm yönleriyle örnek bir şahsiyet olmuştur. Bu makale, bu beyit çerçevesinde Efendimizin yüceliğini, insanlık için taşıdığı manayı ve her asırdaki rehberliğini düşünmeye davet eder.

 

 




KÂİNAT AĞACININ MEYVESİ: İNSAN VE EBEDÎ YOLCULUĞU

KÂİNAT AĞACININ MEYVESİ: İNSAN VE EBEDÎ YOLCULUĞU

“Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudâtın gàyesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi’ bir aynasıdır.

İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir.”

Bir Çekirdekten Haşre Uzanan Sır

Kâinat bir ağaç gibidir. Dalları yıldızlar, yaprakları gezegenler, çiçekleri çeşitli varlıklar olan bu şecerenin en kıymetli meyvesi insandır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “şu şecere-i kâinatın semeresi beşerdir.” Yani kâinatın yaratılmasının en yüksek hikmeti, en nazik ve câmi’ neticesi insandır. Bu meyvenin özünde, yani insanın kalbinde ise, kâinatın yaratıcısını tanıyacak, sevecek, bilecek bir ayna saklıdır.

İnsanın kalbi, sadece kan pompalayan bir et parçası değildir. O, Sâni-i Kâinat’a en parlak ve en kapsamlı bir ayna olacak şekilde yaratılmıştır. Aklı, duyguları, latîfeleri ve özellikle kalbiyle insan, bütün mahlûkat içinde Yaratıcısına en yüksek derecede muhatap olabilecek bir kabiliyete sahiptir. İşte bu yüzdendir ki insan, kâinat ağacının meyvesidir; hem de en latif, en şerefli ve en sorumlu meyvesi…

Ancak bu meyve, fanidir. Dünya hayatı geçicidir. İnsan ölür, bedeni toprağa karışır. Fakat ne müthiş bir sırdır ki, insan tamamen yok olmaz. Cesedi çürüse de, “acbü’z-zeneb” adı verilen küçücük bir çekirdek, bir tohum gibi bâkî kalır. Bu latîf ve hikmetli bilgi, hem bedeni haşrin mümkünlüğünü akla yaklaştırır, hem de ölümün yokluk değil bir dönüşüm olduğunu gösterir.

Nasıl ki bir tohum toprağa gömülünce çürüyüp yok olmuyor, bilakis yeni bir hayatın mukaddimesi oluyor; aynen öyle de, insanın bedeni de toprağa emanet edilmekte, bir haşir sabahı için muhafaza altına alınmaktadır. İşte o zaman, Allah o “acbü’z-zeneb” üstünde yepyeni bir vücut bina edecek ve insanın ruhunu tekrar ona iade edecektir. Böylece insan, aslî vatanı olan ahiret âlemine beden ve ruhuyla dönecektir.

Bu hakikat, bize hem büyük bir mesuliyet, hem de derin bir ümit verir. Hayatımızın sıradan anları bile sonsuz bir ebediyetle irtibatlıdır. Bu dünya bir sınav, bedenimiz bir emanet, kalbimiz ise ilahî bir aynadır. Ölüm bir son değil, bir açılıştır. Toprağa düşen insan cesedi, bir gün bahar mevsimi gibi dirilişle karşılaşacaktır. Çünkü Allah hem Hakîm’dir, hikmetsiz iş yapmaz; hem de Kadîr’dir, yeniden yaratmaya muktedirdir.

Makale Özeti:

Bu makalede, kâinatın bir ağaç gibi olduğu ve bu ağacın en mükemmel meyvesinin insan olduğu ele alınmıştır. İnsan kalbi, Allah’ın en câmi’ ve en parlak aynasıdır. Ölümle insanın cesedi toprağa karışsa da, “acbü’z-zeneb” denen çekirdek hükmündeki bir parça bâkî kalır. Ahiret gününde Allah, bu çekirdekten insan bedenini yeniden yaratır ve ruhunu ona iade eder. Bu hakikat, insanın ebedî yolculuğunu ve ölümün bir yokluk değil, bir dirilişin başlangıcı olduğunu gösterir.




DÜNYA DOĞUMDA: TÜRKİYE’NİN KADERİ, ÜMMETİN GELECEĞİ

DÜNYA DOĞUMDA: TÜRKİYE’NİN KADERİ, ÜMMETİN GELECEĞİ

Türkiye’nin imtihanı: Yüz yılı aşkın süredir şerri defetmekle uğraşan Türkiye, artık maddi ve manevi alanda hayrı celbetme aşamasına geçme yolunda ilerlemektedir.
Dünyanın ve İslam’ın kaderi de buradadır.
Dünya yeni hakikatlere gebedir. Bir asırdır bunun sancısını çekmektedir.
Nihayet -inşaallah- bu doğum yakındır.
Dünya doğumda.

******

Bir Asrın Sancısı
Tarih, doğumlarla ve ölümlerle doludur. Milletlerin, medeniyetlerin ve zihniyetlerin doğumu… Ve onların yıkılışı… Ancak bazı doğumlar vardır ki, sadece bir coğrafyayı değil, bütün bir insanlığı etkiler. Türkiye’nin son yüz yılı, böyle bir doğumun sancılarıyla geçmiştir. Bu sancılar, sadece bir ülkenin kaderi değil; ümmetin dirilişine giden yolda bir eşiğin habercisidir.

Şerri Defetmek: Müdafaa Safhası
Yaklaşık bir asırdır Türkiye, varoluşunu muhafaza etmek, kimliğini korumak ve şerri defetmek için mücadele vermektedir. Bu dönem, bir tür “nefs-i emmâre” ile hesaplaşma süreciydi. Kimliğin inkârı, değerlerin tahribi, inancın ötekileştirilmesiyle yoğrulan yıllar… Ancak bu mücadele, sadece bir savunma savaşıydı. Batı’dan gelen fikir akımları, pozitivist dalgalar, seküler rejimlerin baskısı, halkın irfanına ve ruh köklerine saldırdı. Millet, bu hengâmede yıkılmadı; bilakis direnmeyi öğrendi.

Hayrı Celbetmek: İnşa Safhası
Bugün ise bambaşka bir eşiğin eşiğindeyiz. Artık sadece şerri defetmekle yetinilmiyor; hayrı celbetmenin zamanı geliyor. Yani savunma yerini inşaya bırakıyor. İnançla barışık bir devlet, maneviyatla iç içe bir toplum, adaletle yoğrulmuş bir sistem ihtiyacı giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Siyasetten ilme, sanattan ekonomiye kadar her alanda yeni bir ruhun doğuşu hissediliyor. Bu doğuşun merkezi ise Türkiye’dir.

Türkiye’nin Kaderi, Ümmetin Yazgısı
Bu topraklar sıradan değildir. Selçuklu burada kuruldu, Osmanlı burada yeşerdi, İslam’ın son büyük temsilciliği buradan dünyaya yayıldı. Bugün yeniden bu misyonun işaretleri görünmektedir. Mazlum ümmetlerin gözü burada, yıkılan İslam coğrafyalarının kalbi buradadır. Türkiye’nin yükselişi, ümmetin dirilişi olacaktır. Bu yüzden yaşanan her kriz, aslında doğum öncesi son kasılmalardır.

Dünya Yeni Hakikatlere Gebe
Bugün Batı’nın paradigması çökmektedir. Modernizm bunalımda, liberalizm tükenmekte, materyalizm insanlığı tatmin edememektedir. İnsanlık yeni bir hakikate muhtaçtır: Tevhid, adalet, merhamet ve hikmet temelli bir yeni medeniyet. Ve bu medeniyetin nüvesi, İslam’dadır. Ancak bu hakikati taşıyacak yeni bir temsil lazımdır. Bu temsilin adayı da Türkiye’dir.

Doğumun Eşiğinde
Her doğum sancılıdır, her doğum zorludur. Ama sancı, doğacak olanın müjdecisidir. Bugün dünya sancı içindedir. Savaşlar, krizler, çözülen sistemler, dağılan dengeler… Tüm bunlar, eski dünyanın ölüm çığlıkları değil; yeni bir dünyanın doğum sancılarıdır. Bu doğumun ebesi ise, tarihsel misyonuyla Türkiye olabilir. Ancak bu, sadece siyasal bir iddia değil, ahlakî ve manevi bir sorumluluktur.

Sonuç: Hazırlık Zamanı
İnsanlık yeni bir doğuma hazırlanıyor. Bu doğumda Türkiye’nin rolü büyüktür. Fakat bu rol, sadece bir ülkenin değil, bir ruhun, bir imanın, bir medeniyet tasavvurunun ayağa kalkmasıyla mümkün olacaktır. O hâlde bu çağrıyı duyan herkesin üzerine düşen görev, bu doğuma ruh ve emek vermektir. Çünkü dünya doğumda. Ve doğacak olan, belki de yeniden “insan”dır.

Özet:
Türkiye yüz yıldır şerri defetme mücadelesi vererek savunma safhasını yürütmüştür. Artık bu mücadele, hayrı celbetmeye, yani inşa safhasına evrilmektedir. Türkiye’nin yeniden dirilişi, sadece kendi kaderini değil, ümmetin ve insanlığın da geleceğini etkileyecek bir misyon taşımaktadır. Dünya ise büyük bir değişimin, yeni bir hakikatin doğum sancılarını yaşamaktadır. Bu doğumun önderliğini yapacak manevi güce sahip tek ülke Türkiye’dir.

*******

Bunun içinde bu kutsal emaneti taşıyacak donanımlı, maneviyat erleri olan Asım’ın Nesillerine ihtiyaç var. Madde ve manayı iki eline alan, asırlardır küs ve uzak olan akıl ve kalbi birleştirecek yeni bir nesle ve yeni bir kana ihtiyaç var.