SARPA TIRMANMAK: İNSANIN RUH YÜKSELİŞİ

SARPA TIRMANMAK: İNSANIN RUH YÜKSELİŞİ

“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi?
Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” ( Beled.8-16)

*********

Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insan, kolay bir yola değil; sarp ve meşakkatli bir yola çağrılmıştır. Çünkü insan sıradan bir varlık değildir. Ona iki göz, bir dil, iki dudak, düşünecek bir akıl ve hissedecek bir kalp verilmiştir. Yani sadece görmesi, konuşması, duyması değil; seçmesi, yönelmesi ve yücelmesi beklenmiştir.

“Biz ona iki göz vermedik mi?”
Evet, göz sadece dış dünyayı değil, iç hakikati de görmeli. Harama değil, Hakk’a bakmalı. Göz doğruya yönelirse, kalp dirilir.

“Bir dil ve iki dudak vermedik mi?”
Evet, bu azalar sadece konuşmak için değil, hakkı söylemek, kötülükten sakındırmak, yetime sahip çıkmak içindir. Dilin görevi sadece ses değil, hikmet üretmektir.

“Ona iki yolu göstermedik mi?”
Evet, Allah insana hem doğruyu hem de yanlışı göstermiştir. Yol bellidir. Sarp da olsa, yokuş da olsa, o doğru yoldur. Kolay olan eğri yoldur ama sonu uçurumdur. Zor olan ise sarp yokuş, yani nefisle mücadele, başkası için yaşamak, iyilikte yarışmak yoludur.

Peki, insan neden bu sarp yokuşu aşamıyor?
Çünkü nefs, kolay olanı ister. Kendine hizmeti sever. Gözünü eğriye çevirir, kulağını boşluğa verir, dilini gıybetle kirletir. Kalp kararır, akıl sapar. Artık insan; sadece yiyen, konuşan, tüketen ama görmeyen, duymayan, hissetmeyen bir varlık hâline gelir.

Oysa sarp yokuş, insana verilen cevherleri Hakk’ın rızası için kullanmaktır.
Köle azat etmektir: Birini özgürleştirmek… Bugün de her türlü bağımlılıktan kurtulmasına vesile olmaktır.
Yetimi doyurmaktır: Sadece midesini değil, yüreğini doyurmaktır.
Yoksula el uzatmaktır: Sadece ekmek vermek değil, derdine ortak olmaktır.

İşte bu yokuş, ruhun yükseliş yoludur. Gözünü nefisten çeviren, kulağını hikmete veren, dilini hakikatle süsleyen ve kalbini merhametle yoğuran insan; artık kanatlanan bir ruha dönüşür.

Yokuş zordur ama zirveye çıkarır. Kolay yol rahattır ama aşağılara götürür.

O hâlde bugün bize düşen şudur:
Gözümüzü yeniden hakikate, kulağımızı hayra, kalbimizi iyiliğe ve aklımızı hikmete çevirmektir.
Sarp yokuşa tırmanmak zor ama insanı insan yapan da tam olarak budur.

ÖZET:

Bu makalede, Beled Suresi’nin 8-16. ayetleriyle insanın gözü, dili, kalbi ve aklı arasında kurulan hikmetli bağ anlatılır. İnsana verilen göz, dil ve aklın sırf dünya için değil, hakikat için kullanılması gerektiği; zorlu ama faziletli bir yol olan “sarp yokuş”un ise nefse karşı mücadele, yetime ve yoksula sahip çıkmakla aşılabileceği vurgulanır. Kolay yollar geçici, zorlu yollar ise kalıcı yükselişin vesilesidir.

 

 




İÇ OPERASYON: MİLLETİN KENDİNE DÖNÜŞÜ

İÇ OPERASYON: MİLLETİN KENDİNE DÖNÜŞÜ

Asıl operasyon içte yapılacak operasyondur.
Asıl temizlik sağlamlaşan veya sağlamlaştırılıp sağlığına kavuşan vücudun kendini savunmasıdır.
İstifrağ edip, içindeki pisliklerini dışarıya atarak, bünye temizliğine gitmesi gerekir.
Millet olarak büyük bir manevi temizliğe ihtiyacımız var.
İmanî ve ahlâkî bir değişime ve dönüşüme ihtiyacımız var.
Peygamberimizin Mekke dönemi gibi bir iman inkılabına, cehaletin dar ve sıkıcı elbisesinden sıyrılmaya zaruri bir ihtiyacımız var.
Bitip tükenmeden bu ihtiyacımızı bitirmenin ve yerine getirmenin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

*********

Zaman, dış düşmanla değil; iç düşmanla yüzleşme zamanıdır. En tehlikeli bozguncu dışarıdan gelen değil, içeride beslenendir. En büyük tehdit, sınır ötesinde değil; gönül içindedir. Çünkü asıl yıkım, bir milletin dış surlarının yıkılmasıyla değil, iç direncinin çökmesiyle başlar. Ve bugün, topyekûn bir iç operasyon ihtiyacındayız. Öyle bir temizlik ki, makyajla değil; yürekle yapılacak.

Bir vücut düşünün; içinde zehir biriktirmiş, yıllarca ihmal edilmiş. Artık ne ilaç fayda ediyor, ne pansuman. İstifrağ etmeli. İçindeki kiri dışa vurmalı. Vücut, kendini savunmalı. Pisliklerin bastırılması değil, boşaltılması gerekir. Çünkü bastırılan her günah, bir başka yerden irin gibi patlar. Temizlik, yüzeyde değil; özde başlar.

Bugün bize lazım olan; sokakların değil, kalplerin temizliğidir. Caddelerin değil, vicdanların dezenfekte edilmesidir. Ve bu da ancak imanla, ahlâkla, hakikatle mümkündür. Zira temizlik, süpürgeyle değil; tevbe ile yapılır.

Millet olarak bizi bekleyen en büyük inkılap, teknolojik devrimler, ekonomik sıçramalar ya da siyasi zaferler değildir. Asıl inkılap, iman inkılabıdır. Peygamberimizin Mekke döneminde yaşanan köklü dönüşüm gibi; şirkten tevhide, zulümden adalete, ahlâksızlıktan hayâya, sefahetten istikamete uzanan bir inkılap…

Cehaletin dar elbisesi üzerimizde, sıkıyor bizi. Ama farkında değiliz. Geniş ufuklara, derin manalara, ilahi rehberliğe muhtacız. İlimle değil, hikmetsiz ilimle ifsad olmuşuz. Güçle değil, ahlâksız güçle yoldan çıkmışız. Artık yeni bir sabah doğmalı içimizde. Artık karanlık içimizden başlamalı dağılmaya.

Zaman; ekranlardan önce aynaya bakma zamanı. Zaman; günahı başkasında değil, kendinde teşhis etme zamanı. Çünkü bu milletin kurtuluşu, ne yabancı yardımında, ne yeni ittifaklarda. Bu milletin kurtuluşu, kendi içindeki manevî şahlanmadadır.

Ve şunu unutmamalıyız: Allah, bir topluluğu onlar kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe değiştirmez. (Ra’d, 11)

Öyleyse değişim dışarıdan değil, içeriden başlamalı.
Öyleyse kurtuluş başkasından değil, kendimizden gelmeli.

ÖZET:

Bu makale, millet olarak asıl ihtiyaç duyduğumuz temizliğin dış değil, iç dünyamızda olması gerektiğini ifade eder. Asıl operasyonun nefisle ve maneviyatla yapılacak bir inkılap olduğunu anlatır. İmanî ve ahlâkî bir dönüşümün, Peygamberimizin Mekke döneminde yaşanan sahih değişim gibi toplumu yeniden inşa edeceği belirtilir. Kurtuluşun başkalarında değil, milletin kendi içinde gerçekleştireceği manevî uyanışla mümkün olduğu ifade edilir.

 

 




KİRLİ TARLADA KOKUŞMUŞ HASAT: ÜÇ ASIRLIK HESAPLAŞMA

KİRLİ TARLADA KOKUŞMUŞ HASAT: ÜÇ ASIRLIK HESAPLAŞMA

Üç yüz yıldır özellikle yüz yıldır ne kadar pislik birikmiş!
Yerinde duramıyor. Her yerden patlak veriyor.
Bu pislikler ne kadar da pislik üretmiş.
Her gün yapılan operasyonlar ve pislik yuvaları.
Bunlar havadan gelmedi.
Görünürde buranın çocukları. Ana babaları belli (mi?).
O halde nereden üredi ve türedi?
Nedir bu kokuşmuşluk ?
Bu toprakları kim ve kimler sürdü?
Tohumları kim ve kimler ekti?
Tarla ve Tohumları bizim değil mi?
Gazabı ilahi, ilahi bir azab ve cezamıdır bu?
Yoksa bunların ortaya çıkması ve çıkarılması bir rahmet midir?
Bunlar bu milleti içten içe kemiren bir ur ve bir kanser hücresiydi.
Depreşmeye ve gün yüzüne çıkmaya başladı.
Bizler belli ki bir yerde değil, çok yerde hata yapmışız!
Bozukluk bünyenin bir yerinde değil ki..
Deve misal.
Hani deveye demişler ya; boynun niye eğri?
Oda demiş; Nerem doğru ki!
Eğer biz kendi irade ve elimizle kendimizi doğrultmazsak, Allah ağır bedellerle  bizi evire çevire doğrultur.
Nitekim görüyoruz da…

*******

Üç asırdır biriktirilen ne varsa, artık sığmıyor yerin altına. Bastırılan her pislik, örtülen her günah, susturulan her hakikat şimdi kusuyor kendini. Her yerden patlak veriyor; kurumdan kuruma, insandan insana, sokaktan evlere kadar irinli bir sızıntı… Zira toprak, artık taşıyamıyor üzerindeki yükü.

Gün geçmiyor ki bir operasyon yapılmasın. Bir kirli dosya açılmasın. Yeni bir çürüme daha ortaya saçılmasın. Sahi, bu pislikler nereden geldi? Bunlar gökten mi yağdı? Elbette hayır. Bunlar bu toprakların çocukları. Ana babaları belli. Okulları, çevreleri, mahalleleri bizim. Peki nasıl oldu da bu kadar çürüdüler? Hangi tohumlar ekildi ki, bu kadar kokuşmuşluk biçiliyor?

İşte asıl soru bu: Bu toprakları kimler sürdü, tohumları kimler ekti?

Yıllarca “medeniyet” diye dayatılan bir ifsad düzeni vardı. Ahlâksızlık, özgürlük; sefahat, çağdaşlık; rüşvet, başarı; yalan, zekâ sanıldı. Ezan susturuldu, iman hor görüldü, hak küçümsendi. Vicdanlar törpülendi. Aile dağıldı, eğitim bozuldu, medya zehir saçtı. Kültür, sanat, siyaset, bürokrasi derken; pislik tohumları her yere serpildi.

Ve şimdi o tohumların hasadını yapıyoruz. Kendi ellerimizle ektiğimizi biçiyoruz. Evet, pislik üredi. Çünkü ortamı hazırlandı. Ve bu üreyenler sadece kendi karanlıklarını değil, etraflarını da zehirlediler. Ur gibi büyüyüp bünyeyi sardılar. İçten içe kemirdiler; milletin ruhunu, devletin vicdanını, insanın onurunu.

Şimdi soruyoruz: Bu bir ilahi gazap mıdır? Yoksa bir rahmet midir?

Cevap şudur: Bu, aynı anda hem gazap hem rahmettir. Eğer ibret alırsak, tevbe edersek, özümüze dönersek bu bir rahmettir. Çünkü içimizdeki urun farkına vardık. Bünye artık neyle hasta olduğunu biliyor. Ama hâlâ susarsak, hâlâ sahip çıkarsak bu pisliğe; işte o zaman bu hal, ağır bir ilahi gazaba dönüşür.

Bu toprakların tarlası bizim. Bu milletin tohumu bizim. Ama biz sahip çıkmazsak, işgalciler eker. Biz sürmezsek, başkaları biçer. Her şey bizim ellerimizdeydi, ama çok yerde hata yaptık. Tarlayı sahipsiz bıraktık, tohumu ihmal ettik, hasadı unuttuk.

İşte şimdi devenin hikâyesine dönüyoruz:
“Boynun niye eğri?”
“Nerem doğru ki?”
Bu cevabı artık kendimize veriyoruz. Toplum olarak biz de dönüp aynaya bakmalıyız: Neremiz doğru kaldı ki, bu kadar eğrilik göze batmasın?

Ve unutmayalım: Eğer biz kendi irademizle doğrulmazsak, Allah bizi musibetlerle doğrultur. Çünkü O Rahman’dır ama aynı zamanda Kahhâr’dır. Merhameti kadar gazabı da gerçektir.
O hâlde ya kendi irademizle silkeleniriz…
Ya da ilahi tokatla yerle bir oluruz.
Tercih bizim elimizde. Ama zaman daralıyor.

ÖZET:

Bu makale, üç asırdır biriken toplumsal, ahlaki ve kurumsal çürümenin artık gizlenemez hale geldiğini işler. Ortaya saçılan pisliklerin ve operasyonların, bu topraklarda bilinçli ya da bilinçsiz ekilen bozuk tohumların bir sonucu olduğunu vurgular. Bu durumun hem bir ilahi ceza hem de arınma fırsatı olduğu belirtilir. Toplumun her alanında sorumluluk ve yüzleşme gerektiği ifade edilir. Son olarak, insanın kendi iradesiyle doğrulmazsa, Allah’ın onu musibetle doğrultacağı hatırlatılır.

Hakikatli Bir Lâtife
Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

 




GİZLİNİN AÇIĞA ÇIKTIĞI VAKİT: KANALİZASYONUN PATLADIĞI ZAMAN

GİZLİNİN AÇIĞA ÇIKTIĞI VAKİT: KANALİZASYONUN PATLADIĞI ZAMAN

Türkiye’de yer altında ve yer üstünde ne kadar da çok kanalizasyon varmış.
Orada üreyen ve oranın ürettiği kanalizasyon fareleri.
Patladıkça patlıyor, kokusu ve pisliği etrafa yapılıyor.
Ne kadar da irinli ur varmış!
İçinden çıkan irinler dünyayı kokutacak seviyede.
Gün olmuyor ki her alanda belediyelere, kurumlara, dolandırıcılara yönelik operasyon olmasın.
Aman Allahım! Bu kadar pislik nereden geldi? Nereden çıktı? Nasıl çıktı?
Bu insanlarda hiç mi akıl, iz’an, seviye, karakter, utanma,arlanma ve ar duygusu yok!
Bunlar toplumda, ailelerin içinde nasıl geziyor? Nasıl yaşıyorlar?
Her yerden akan pisliklerini misk-ü anber mi sanıyorlar?
Şunu düşünerek biraz rahatlıyorum, yoksa dayanmak ve çıldırmamak gerçekten mümkün degil;
İyi ki ahiret var. Hesap var. Oranın hakimi olan Allah var. Cehennem var. Rezil olup herkesin birbirinden kaçtığı ancak kaçamadığı bir hesap günü var…

**********

Toplumun üzerinde bir maske vardı yıllarca. Bir düzen, bir görüntü, bir huzur yanılsaması… Ama artık bu maskenin altı dökülüyor. Yer altındaki kanalizasyon boruları patladı. Üstü örtülmüş, halının altına süpürülmüş ne kadar pislik varsa, birer birer ortaya çıkıyor. Belediyeler, kurumlar, şirketler, siyasetçiler ve hatta cemiyetin en mahrem köşelerinde dahi irinli ur misali ne varsa çatlayıp akıyor.

Bu kadar pislik, bu kadar rezalet, bu kadar çürüme… İnsan sormadan edemiyor: “Bu ne zaman oldu? Bu insanlar ne ara bu kadar kokuştu?” Oysa koku yeni değil, sadece şimdi sızıyor. Zira hastalık uzun süredir içteydi. Ahlaklı görünmenin, dindar durmanın, saygın kimlikler taşımanın ardında nice karanlık, nice çürümüşlük birikmişti. Şimdi her taraf irin kusuyor çünkü artık ilahi tokadın zamanı geldi.

Toplumun bağışıklığı çökmüşken mikroplar cirit atıyor. Herkes şaşkın. Kimse artık kimseye güvenemiyor. Kimin eline baksan, ya bir rüşvet izi ya bir dolandırıcılık kokusu… Bu insanlar nasıl aramızda dolaşıyor? Nasıl çocuk yetiştiriyor? Nasıl hiç utanmadan, arlanmadan aynı sofralara oturuyorlar? Pisliklerini misk-ü anber mi sanıyorlar? Karanlıkta yaptıkları işler, ışığa çıkınca gözleri kör mü oldu?

Hayır, hayır! Bu artık sadece bir dünya düzeni meselesi değil. Bu, bir ilahi ikazdır. Çünkü hakikat bastırıldıkça, fıtrat bozuldukça, adalet ertelendikçe, şeref satıldıkça gök sabretmez. Gök sabretmediği için de yer çatlar, kanalizasyon patlar. Ve içindekiler, tüm çıplaklığıyla ortalığa saçılır.

Fakat bu tablo ne kadar karanlık olursa olsun, müminin gönlünde bir teselli ışığı vardır: Ahiret. Bu dünya bir imtihan meydanıysa, o dünya bir hesap mahkemesidir. Burada sıyrılanlar orada sıyrılamayacak. Burada saklayanlar orada açılacak. Burada unutanlar orada hatırlatılacak. Çünkü orada unutan bir Allah yok!

Kimi burada zenginliğini gösterdi, gücünü kullandı, ekranları kontrol etti, hakikati örttü. Ama orada kimse gücünü, parasını, maskesini, reklamını yanında götüremeyecek. Cehennem, sadece azap değil, aynı zamanda rezil olma yeridir. O gün, herkesin birbirinden kaçtığı, ama kendi dosyasından kaçamadığı gündür. Kirli defterler açıldığında, “Ben değildim!” diyenin sesine gökler gülecek. Ve adalet, hiçbir şaşmaya yer vermeden tecelli edecek.

Öyleyse biz temiz kalalım. Tertemiz kalmak artık bir direniştir. Ahlaklı kalmak bir isyandır. Helâli aramak önemli bir değişimdir. Değişelim ve değiştirelim. Ve şunu hiç unutmayalım: İçinde irin taşıyanlar çok konuşur, ama içi temiz olanlar Allah’a dayanır.

ÖZET:

Bu makale, günümüzde ortaya çıkan yolsuzluk, ahlaksızlık ve çürümüşlüğün aslında uzun süredir bastırılmış bir hastalık olduğunu gösterir. Kurumlara, toplumun farklı kesimlerine sızmış kötülüklerin artık gizlenemez hale geldiğini ifade eder. İnsanların utanmazlıkla pisliklerini normalleştirmeye çalıştığına dikkat çeker. Ancak bütün bu çürümenin karşısında müminin teselli kaynağı olarak ahiret, hesap ve cehennem gerçeği hatırlatılır. Son olarak, temiz kalmanın ve dürüst yaşamanın bugün en büyük fazilet olduğu vurgulanır.

 




İNKÂRIN AKIL TUTULMASI: SANATI GÖRÜP SANATKÂRI REDDETMEK

İNKÂRIN AKIL TUTULMASI: SANATI GÖRÜP SANATKÂRI REDDETMEK

Dünyada en şaşılacak bir şey varsa oda Allah’ı inkardır.
Hele birde Allah’ın sanatını onun inkarı yolunda delil gösterip, yokluğunu isbat etmeye çalışmak inkarcılığın en aşağı durumudur.
Oysa her sanat sanatkârı gösterip varlığına bir değil, bir çok yönle delil olurken, sanat adına sanatkârı reddetmek cehaletin en karanlık halidir.
Zira;”Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir.
İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir…” denilmiştir.

*******

İnsanoğlu görür, düşünür, değerlendirir ve bir neticeye ulaşır. Bu onun fıtratında vardır. Ne var ki bu yolculuk bazen nefsin ve vehmin karanlıklarında şaşırtıcı bir hâl alır. İşte Allah’ı inkâr da böyle bir akıl tutulmasının, böyle bir manevi körlüğün neticesidir. Zira en açık hakikatin inkârı, sadece cehaletin değil, aynı zamanda inat ve gururun da bir eseridir.

Bir insan düşünelim… Elinde bir tablo var. Renkler mükemmel, çizgiler ölçülü, oran ve ahenk kusursuz. Tablonun bir sanatkârı olduğunu inkâr edip, “Bu boya lekeleri kendi kendine oluştu” dese, onun aklından şüphe edilir.
Bir başka adam düşünelim, saatini eline almış, içindeki dişlilerin düzenine hayran olmuş; sonra da bu saatin ustasız var olduğunu iddia etmiş. Bu sadece akıl değil, vicdan ve iz’anın da iflasıdır.

Halbuki şu âlem, ilahi bir sanat galerisidir. Her zerresi hikmetle dokunmuş, her varlık ince bir dengeyle yaratılmıştır. Gözümüzü açtığımızda gördüğümüz her şey; yıldızlar, çiçekler, rüzgârlar, hayvanlar, insanlar… hepsi Yaratıcı’nın mühürleriyle doludur. Ve her mühür, mührün sahibini gösterir.

Ne var ki modern inkârcılık, bu sanatı alıp onun sahibini inkâr etme garabetine düşmüştür. DNA’yı inceler, hayran kalır, ama onu kodlayanı görmez. Evrendeki düzeni keşfeder, büyülenir, ama düzenleyeni yok sayar. İşte bu, insanlığın en hazin trajedisidir: “Sanatı görüp sanatkârı reddetmek.” Hem de bu sanatı, sanatkârı inkâr için kullanmak… Bu durum, aklın ve kalbin en çetin buhranıdır.

Küfür, yani inkâr; öyle kolay bir yol değildir. Sürekli inkâr etmeye çalıştığınız varlık, her an karşınıza çıkar. Aldığınız nefeste, içtiğiniz suda, çocuğunuzun tebessümünde, ölümün sessizliğinde… Her şey, her hâl ve her an sizi Allah’a götürürken, bunların hepsine göz yummak ve hâlâ “yoktur” diyebilmek; işte bu, buzlar üstünde yürümekten daha zordur. Her adımda kaymaya mahkûm bir yürüyüştür bu. Her soruda çöken bir şüphedir.

İman ise tam tersine, suda yürümek gibidir. Hatta havada uçmak kadar rahattır. Çünkü imanda her şey yerli yerindedir. Varlık anlamını bulur, hayat hikmetle dolar, ölüm bile mana kazanır. İman eden kişi, gördüğüne inanır, inandığına güvenir, güvendiğiyle huzur bulur. İnkârcı ise görse bile inanmaz, çünkü inansa dünya görüşü çökecektir. Yani inkâr bir savunma değil, bir kaçıştır aslında.

İnkâr edenin kalbi daralır, vicdanı taş kesilir. Her gerçeği susturmak zorunda kalır. Gözlerini, kulaklarını ve kalbini kendi eliyle mühürler. İşte bu yüzden Kur’ân der ki: “Onlar, hakkı inkâr ettiklerinde, gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri katı olur.” Çünkü gerçeklerle yüzleşmek, hesap vermeyi gerektirir; oysa inkâr, hesap vermekten kaçanların sığınağıdır.

Sonuç olarak; Allah’ı inkâr, sadece bir inançsızlık değil, büyük bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. Ve bu tutulma ne yazık ki çağımızın salgın hastalığıdır. Oysa her şey, ama her şey, O’nu haykırmakta, O’nu göstermektedir. Görmek istemeyen gözler için değil, ama hakikati arayan gönüller için bu kâinat, apaçık bir kitap gibidir. Yeter ki okuyacak bir kalp olsun…

ÖZET:

Bu makale, Allah’ı inkâr etmenin ne kadar mantıksız ve tutarsız olduğunu vurgular. Evrenin ilahi bir sanat eseri olduğunu, her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine işaret ettiğini ifade eder. Sanatı görüp sanatkârı inkâr etmenin cehaletin ötesinde bir körlük olduğunu belirtir. Küfür yolunun zorluğu ve tehlikesi ile iman yolunun huzur ve kolaylığı karşılaştırılır. Son olarak, inkârın bir kaçış, imanın ise bir teslimiyet olduğu ifade edilir.

 

 




DİNİ SEVDİRMEK Mİ, NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?

DİNİ SEVDİRMEK Mİ, NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?

“Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.” (Buharî, İlim 11; Müslim, Cihad 6)

Her mümin, inandığı hakikati paylaşma arzusunu taşır. Lakin bu paylaşımda yöntem, niyet kadar mühimdir. İnsanlara dini anlatırken asıl hedef ne olmalıdır? Onlara dini sevdirmek mi, yoksa en azından nefret ettirmemek mi? Bu soru, sadece bir usûl tercihi değil; aynı zamanda bir hikmet, merhamet ve tebliğ ahlâkı meselesidir.

Davetin İlahi Ölçüsü: Sevdirin, Nefret Ettirmeyin

Allah Resûlü (s.a.v.)’in yukarıda geçen hadisi, İslam’ın tebliğ usûlünü veciz bir şekilde özetler: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Bu ifade, tebliğdeki önceliği ortaya koyar. Zira dini sevdirmenin yolu açıldığında, kalpler yumuşar; nefretin önü alınmadığında ise kalpler kapanır. Demek ki en az sevdirmek kadar, hatta ondan önce, nefret ettirmemek esastır. Çünkü nefret bir duvar örer; sevgi ise o duvara bir pencere açar.

Sevdirmek Hikmettir, Nefret Ettirmemek Rahmettir

Kur’an’da Hz. Musa’ya Firavun gibi bir zâlime bile “yumuşak söz söyleyin” (Tâhâ, 20/44) emredilmiştir. Bu, ilahi hikmetin doruk noktasıdır. Birine dini sevdirmek için önce ona kendini dinletebilmen gerekir. Kaba, yargılayıcı, azarlayıcı bir üslup ise muhatabı daha konuşmanın başında kaybettirir. O hâlde hikmet, insan fıtratını göz önünde bulundurarak tebliğde rahmeti öne çıkarmaktır.

Tebliğde Efdaliyet: Gönle Giden Yol

Efdaliyet (faziletçe üstünlük) açısından bakıldığında, insanları dine ısındıracak, merak uyandıracak, içlerinde bir yakınlık oluşturacak yolların tercih edilmesi öne çıkar. Sevdiren bir dil, tatlı bir yaklaşım, merhametli bir tutum efdaldir. Ama bunlar yoksa, en azından dine karşı bir nefret, bir öfke oluşturacak davranışlardan kaçınmak da ilahi bir hassasiyetin gereğidir. Bazen insanları kazanamayız ama kaybettirmemek de büyük bir başarıdır.

Kurtarmak Değil, Batırmamak da Bir Merhamettir

Her insan tebliğe açık değildir; her gönül aynı anda hazır değildir. O hâlde bizim görevimiz bazen doğrudan kazanmak değil, kaybettirmemektir. Bazı sert yaklaşımlar, dine ilgisiz birini dine düşman yapabilir. Bu yüzden, bazen susmak da bir davettir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine’de yıllarca sabırla, merhametle, vakarla yaptığı gibi…

Sonuç: Tebliğde Usûl, Asıldan Ayrı Değildir

Dini anlatmak, sadece ne söylediğinle değil, nasıl söylediğinle de ilgilidir. Vahyin ruhu, hikmetin dili, rahmetin üslubu ile birleştiğinde hakikat kalplerde yer bulur. Sevdiren her söz sadaka olur; nefret ettiren her söz ise bir kalbi bizden uzaklaştırır. Çünkü din Allah’ın nazlı emanetidir; onu taşırken rikkat, nezaket ve hikmet gerekir.

Özet:
Dini insanlara sevdirmek efdal ve arzu edilen bir hedeftir; fakat bundan da önce gelen temel bir sorumluluk vardır: Dinden nefret ettirmemek. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “müjdeleyin, nefret ettirmeyin” emri, tebliğdeki ilahi ölçüyü gösterir. Hikmetli, yumuşak ve merhametli bir dil, dini sevdirmeye vesile olurken; sert, yargılayıcı ve dışlayıcı bir üslup, insanları dinden soğutabilir. Bu yüzden sevdirmek esas olsa da, önce zarar vermemek, nefret ettirmemek gerekir. Çünkü bazen kurtaramasak bile batırmamak da bir tebliğ başarısıdır.

 




GÜNAHLAR: RUHUN GİZLİ YARALARI

GÜNAHLAR: RUHUN GİZLİ YARALARI
“Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır.” (Lem’alar, 25. Lem’a, 8. Deva)

İnsan, iki âlem arasında yol alan bir misafirdir. Bedenle bu dünyada yürürken, ruhuyla ebediyet semalarına bakar. Ne var ki, bu yolculukta insanın karşısına türlü imtihanlar, zorluklar ve baştan çıkarıcı cazibeler çıkar. Günahlar, işte bu yolculukta görünmez dikenlerdir. Ayağa batmazlar belki, ama kalbe, vicdana ve ruha saplanan zehirli oklar gibidirler.

Günahın görünen yüzü, bir eylem, bir söz ya da bir tercih olabilir. Ancak hakikatte günah, ruhun derinliklerinde açılan bir yaradır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, günahlar bu dünyada dahi kalb, vicdan ve ruh için mânevî hastalıklardır. Tıpkı mikropların bedeni zayıf düşürmesi gibi, günahlar da ruhu çökertir, kalbi karartır ve vicdanı susturur.

Günahın Sessiz Sesi: Vicdan Azabı

Günah, işlenir işlenmez ruhta bir sızı başlar. Bu sızı bazen hemen hissedilir, bazen yıllarca derinlerde gizli kalır. Ama vakti geldiğinde vicdan konuşur. Hataların yankısı, insanın en sessiz anında çınlamaya başlar. İşte bu noktada insan iki yoldan birine girer: ya tövbeyle bu sesi duyar ve kendini arındırır, ya da inkâr ve gafletle bu sesi bastırır, vicdanını felce uğratır.

Kalbin Kararması ve Ruhun Daralması

Bir günah bir diğerini çağırır. Kalp alışır, ruh kabullenir, vicdan susar. Ama bu suskunluk bir huzur değildir. Aksine, içten içe bir çöküş, bir manevî çürümedir. Kalp, artık hakikati görmekte zorlanır; ruh, ulvî zevkleri hissedemez hale gelir. Dua lezzetsizleşir, ibadet ağırlaşır, hakikatler yabancılaşır. Günah, sadece bir yanlışlık değil; varlığın merkezine vurulmuş bir darbedir.

Ebedî Hayatta Günahın Yankısı

Dünya hayatı, bir imtihan süresidir. Bu süre zarfında yapılan her tercih, ebedî hayatın şeklini belirler. Günahlar, bu geçici dünyada mânevî hastalıklar olarak başlarken, eğer tevbe ve ıslahla temizlenmezlerse, ebedî hayatta daimî ızdıraplara dönüşür. Nasıl ki bir yara tedavi edilmeden bırakılırsa kangrene dönüşür; günah da tövbesiz kalırsa ebediyet yarasına dönüşür.

Şifa Nerede?

Her hastalık gibi, günahın da şifası vardır. Tevbe, istiğfar ve salih ameller bu mânevî hastalıkların panzehiridir. Kalp, yeniden nurla dolar; vicdan, tekrar konuşur; ruh, yükselmeye başlar. Allah’ın rahmeti, kulun samimi pişmanlığını karşılıksız bırakmaz. Yeter ki insan, hasta olduğunu kabul etsin ve Şafi-i Hakiki’ye yönelsin.

Özet:
Günahlar, hem dünya hem ahiret için ruhî ve mânevî hastalıklardır. Kalbi karartır, vicdanı susturur, ruhu daraltır. Eğer tövbe ve istiğfarla temizlenmezlerse, ebedî hayatta daimî azaba dönüşebilirler. Ancak her günahın bir şifası, her hatanın bir af kapısı vardır. Tevbe, ruhu yeniden canlandıran en güçlü ilâçtır.

 




DİL VE DİN: MİLLETİN KÖKÜ, HAFIZASI VE RUHU

DİL VE DİN: MİLLETİN KÖKÜ, HAFIZASI VE RUHU

Bir ağacı ayakta tutan nedir? Dışarıdan bakıldığında yaprakları, dalları, meyvesi görülür. Ama esas onu ayakta tutan, gözle görülmeyen kökleridir. Toprak altındaki bu kökler zarar görse, en güçlü gövde bile yıkılır. İşte milletler de böyledir. Onların kökü dilidir ve dinidir. Kim ki bir milleti çökertmek ister, önce bu iki köke saldırır.

Dil: Hafızadır, Kimliktir, Bağdır

Bir milletin dili, onun hafızasıdır. Kelimelerde tarih saklıdır. Her deyim, her atasözü, her kavram; geçmişin bir yankısıdır. Nesiller arasındaki bağ, dil üzerinden kurulur. Çocuk, dedesinin duasını, annesinin ninnisini, atalarının hikmetli sözlerini ancak kendi diliyle anlayabilir. Eğer bir milletin dili değiştirilirse, o millet kendi tarihini okuyamaz, ecdadını anlayamaz, köklerinden kopar. Geçmişle bağ kopunca, milletlik şuuru da sarsılır.

Dilin değişmesi, sadece kelime değil; zihin ve ruh dünyasının değişmesidir. Başka bir dille düşünen insan, başka bir kültürün mensubu olur. Bugün bazı toplumlarda görülen köksüzlük, işte bu değişimin ürünüdür.

Din: Ruhdur, Birliktir, Kudrettir

Dil nasıl milletin hafızası ise, din de onun ruhudur. Din; Allah ile kul arasındaki bağın yanı sıra, toplumu bir arada tutan ahlâk, değer ve hukuk sistemidir. Dinsizleştirilen bir toplum, Allah’tan kopar, ardından da birbirinden kopar. Vicdan değil nefis konuşur, hukuk değil heva hükmeder. Ortak dua kalkar, ortak sevinç ve yas kaybolur. Toplum, “biz” olma şuurunu kaybeder, parçalanır.

Din; sadece bireysel bir inanç değil, aynı zamanda bir milletin ahlâkî ve manevî harcıdır. O harç bozulduğunda binayı tutacak bir kuvvet kalmaz. Kardeşlik zedelenir, merhamet azalır, adalet yerini zulme bırakır.

En Büyük İhanet: Kökten Koparmak

Bugün dünyanın birçok yerinde milletlere yapılan en büyük ihanet, onları kendi dilinden ve dininden uzaklaştırmaktır. Bu ihanet kimi zaman baskıyla, kimi zaman özendirme yoluyla, kimi zaman da eğitim ve kültür politikalarıyla yapılır. Ama neticede amaç aynıdır: Kökten koparmak.

Köküyle bağı kesilen bir millet, savrulmaya mahkûmdur. Kime ait olduğunu bilmeyen, nereden geldiğini unutan bir toplum, nereye gideceğini de bilemez. Böyle milletler kolayca yönlendirilir, sömürülür, kimliğini kaybeder.

Çare: Kökü Hatırlamak ve Yaşatmak

Bugün bize düşen, dilimizi ve dinimizi muhafaza etmekle yetinmek değil; onu yaşamak, yaşatmak ve genç nesillere şuurla aktarmaktır. Her kelimede ecdadın sesi duyulmalı, her duada ruhun kökü hissedilmelidir. Unutulmamalıdır ki; dil ve din sadece birer vasıta değil, varlığımızın temelidir.

ÖZET:

Bu makalede, bir millete yapılacak en büyük ihanetin, onun dilini ve dinini değiştirmek olduğu tezi işlenmiştir. Dil, milletin hafızası ve kimliğidir; din ise ruhu ve birliğidir. Dilin değiştirilmesi, milletin geçmişle bağını koparır; dinin değiştirilmesi ise Allah’la ve toplumla olan ortak bağları keser. Bu kopuşlar, milletin savrulmasına, parçalanmasına ve kimliğini yitirmesine yol açar. Gerçek kurtuluş ise köklere dönmekte, dili ve dini korumakta ve onları şuurla yaşatmaktadır.

 

 




ZAMAN TERBİYESİ: EDEBİ ZAMAN ÖĞRETİRSE

ZAMAN TERBİYESİ: EDEBİ ZAMAN ÖĞRETİRSE

Her çocuk, dünyaya tertemiz bir sayfa olarak gelir. Kalbi bembeyazdır, ruhu pürüzsüzdür. Ona yazılacak ilk kelimeler, anne babanın elinden çıkar. Edebi, ahlakı, vicdanı, hayayı, hakkı ve sabrı; önce ailede öğrenir insan. Fakat zaman olur ki, anne-baba ihmalkâr davranır, çocuğun gönül tarlasını boş bırakır. İşte o zaman devreye hayatın sert ama öğretici hocası olan zaman girer.

Nezaketin öğretilmediği yerde, zaman insanı zilletle eğitir.
Şükrün verilmediği gönüllerde, zaman yoksullukla ders verir.
Sabır aşılanmayan nefislerde, zaman musibetlerle terbiye eder.

Zamanın Dershanesi Serttir, Ama Tesirlidir

Anne-babanın edep vermediği çocuk, büyüdüğünde dünyanın çetin yollarında yürümeye başlar. Kimse ona saygı göstermeyince, saygının ne kadar kıymetli olduğunu öğrenir. Hakkını gasp edince biri, hak yemenin acısını anlar. Gözü tok olmayı bilmeyen, bir lokma ekmeğe muhtaç kalınca kanaatin değerini kavrar.

Zaman, insanı olaylarla terbiye eder.
İhmalkâr evlatlara pişmanlık, kibirli gençlere yalnızlık, merhametsiz kalplere acizlik ve nankör gönüllere nimet kıymeti ile ders verir.

Bazen zaman bir hastalık olur, bazen yalnızlık, bazen gurbet, bazen de fakirlik… Ama her haliyle öğretir. Çünkü hayat, boş bırakılmış terbiyesiz kalpleri mutlaka bir yolla tedib eder.

Edep Evde Verilirse, Hayat Az Yakar

Eğer edep küçük yaşta verilirse, zaman yumuşar, hayat kolaylaşır. Anne babanın verdiği edep, evladın kalkanı olur. Başına gelen musibetlerde sabrı hatırlar, başarıda şımarmaz, düşüşte isyan etmez. Hayat onu sarsmaz, yıkmaz, yolunu şaşırtmaz. Çünkü terbiyesi içtedir, değerleridir.

Ama edep verilmediyse, hayat öğretmeye devam eder…
Fakat bu dershane, evdekine benzemez. Serttir, acıtıcıdır, geri dönüşü zorlaştırır.

Evde Edep, Hayatta Şeref

Anne-babanın ihmal ettiği her şey, bir gün çocuğun kaderine yansır. Ve o zaman, hem evlat ağlar hem anne-baba…
Zira çocuğunu kendi eliyle zamana teslim eden ebeveyn, neticede hem onun yükünü hem pişmanlığını taşır.

O halde: Çocuk, küçükken eğilir; büyüyünce bükülmez.
Terbiye erken verilir; geç kalanın terbiyesi zamanın tokadına kalır.
Edep bir zırhtır; çocuk o zırhla hayata çıkmazsa, yaralanmadan dönmesi zordur.

ÖZET:

Bu makalede, “Anne babanın edeblendirmediğini, zaman tedib edip edeplendirir” sözü açıklanmıştır. Edep, terbiyenin temelidir ve en güzel haliyle çocuklukta, ailede verilir. Eğer verilmezse, zaman ve hayat insana kendi sert yollarıyla edebi öğretir. Musibetler, yalnızlıklar, pişmanlıklar ve yokluklar birer eğitim aracı olur. Anne-babanın ihmali, evladın kaderini zorlaştırır. Sonuç olarak, evde verilen edep, hayatta şeref olur; ama ihmâl edilirse, hayatın tokadı kaçınılmaz olur.

 

 




İMAN VARSA HER ŞEY HOŞTUR

İMAN VARSA HER ŞEY HOŞTUR

“Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş bir şey varsa o da günahtır, sefahettir, bid’atlardır, dalalettir.” (26. Lema)

*****

İnsan, acizdir. Zayıftır. Her an musibetlerle, hastalıklarla, ayrılıklarla, ihtiyarlıkla yüzleşir. Dünya hayatı; gözyaşıyla, endişeyle, ölümle sürekli burun burunadır. Ancak bütün bu karanlık manzaraların ortasında bir nur parlar: İman.

Bediüzzaman Hazretleri bu nuru öyle tarif eder ki, insanın kaderine sevgiyle bakmasını sağlar:
“Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur.”

Bu ifadede bize öğretilen çok derin bir hakikat vardır: İman, hayatı anlamlı kılan yegâne sermayedir. O varsa her şey yerli yerindedir. O yoksa en güzel şeyler bile azap olur.

İhtiyarlık: Bir Yıkım Değil, Bir Tezhiptir

İman gözüyle bakıldığında ihtiyarlık, bir çöküş değil, bir kemâl yolculuğudur. Gençlikte geçici güzellikler, yaşlılıkta yerini kalıcı tefekkürlere bırakır. Ruh, asıl vatanına yaklaşır. Zamanın süsleri silinirken, hakikatin çehresi belirginleşir. İman varsa, ihtiyarlık yüzü asmak değil, yüzü Rabbine çevirmektir.

Hastalık: Azap Değil, Arınmadır

İmansız bir bakışla hastalık, korkunç bir musibettir. Ama iman nazarıyla o, günahların silinmesine vesile, sabrın ve şükrün derecesini artıran bir terfi vesilesidir. Hasta yatağında çekilen her sıkıntı, sabırla karşılanırsa ebedî bir ecir olur. Hastalık, ruhun temizlenmesidir; cismin yorulması, ruhun parlaması içindir.

Vefat: Son Değil, Başlangıçtır

İmanla bakıldığında ölüm, bir karanlık tünel değil; sevdiklere, Rahmet’e ve ebedî hayata açılan bir kapıdır. Allah’a kavuşma vuslattır, kabir ise berzah âlemine açılan bir misafirhanedir. Vefat, bir son değil, müminin beklediği asıl başlangıçtır. Bu yüzden iman varsa ölüm bile hoştur.

Nâhoş Olan: Günah, Dalalet ve Bid’atlerdir

Eğer bir şey gerçekten korkunç ve acı ise, o da günahların ağırlığıdır. Çünkü günah, insanın ruhunu ezer, vicdanını karartır. Sefahat, dünya süslerini hakikatin önüne geçirir ve insanı gaflete sürükler. Dalalet ise kalbi manevî karanlığa gömer, insanı ahiret yolundan çıkarır. İşte bu yüzden Bediüzzaman, “nâhoş bir şey varsa o da günahtır” diyerek hakiki düşmanı işaret eder.

İman varsa her şey güzelleşir. Dertler anlam kazanır, musibetler sabırla taçlanır, ölüm bile şeb-i arûs olur. Ama iman yoksa, dünya cennet olsa bile cehennem gibi gelir. Çünkü imansız bir gönül, sonsuzluk arzusuyla yanarken fanilik içinde boğulur.

ÖZET:

Bu makalede, 26. Lema’da geçen “İman varsa ihtiyarlık da, hastalık da, vefat da hoştur” cümlesi üzerine tefekkür edilmiştir. İman, hayatın zorluklarını anlamlı ve hikmetli kılar. İhtiyarlık, kemâl yolculuğudur; hastalık, arınmadır; ölüm ise vuslattır. Asıl nâhoş olan ise günah, bid’at ve dalalettir. Çünkü onlar insanı karanlığa sürükler. İman, her şeyin mahiyetini değiştirir; azabı rahmete, korkuyu güvene dönüştürür.

 




DÜNYADAN TENFİR: MERHAMETLE GELEN VEDA

DÜNYADAN TENFİR: MERHAMETLE GELEN VEDA

“Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor.”(17. Söz)
Buradaki dünyadan tenfir nasıl ve ne şekilde olmaktadır?

******

Hayat, bir misafirhane; dünya ise o misafirlerin geçici konaklama yeri. Her insan bu haneye girerken bir vazifeyle gelir. O vazife tamamlandığında ise Sâni-i Kerîm (Kerem sahibi Sanatkâr) ve Fâtır-ı Rahîm (Rahîm Yaratıcı), kulunu rahmetle meşgul eder; onu kendi öz yurduna döndürmek için incelikle hazırlar. İşte bu hazırlığın bir parçası da “dünyadan tenfir”dir: yani bu fanî âlemden bir nevi usandırma, uzaklaştırma ve kalıcı olmadığını idrak ettirme süreci.

Bediüzzaman Hazretleri, bu süreci çok latif bir şekilde tasvir eder: “Resm-i geçit” yani hayat sahnesinde her taifenin bir rolü, bir nöbeti vardır. Vazife bittiğinde, artık bu dünyada kalmalarının bir anlamı kalmaz. Ama ayrılış kuru bir kopuşla değil, merhametli bir terhisle olur. Nasıl ki askerlik bitince, terhis edilen kimse memleketine dönerken hem bir ferahlık, hem de tatlı bir hüzün yaşar; aynen öyle de insan, görevini tamamladıktan sonra ebedî vatanı olan âhirete özlem duyar.

Ancak bu özlemin uyanabilmesi için, dünyanın aldatıcı cilvelerinden yavaş yavaş soğuması gerekir. İşte “tenfir” burada başlar. Dünya, yaş ilerledikçe eskisi gibi tat vermez olur. Gençlik nimetleri solmaya, sıhhat zayıflamaya başlar. Etrafındaki sevdikleriniz bir bir göç eder. Mal, makam, şöhret gibi şeyler bir zamanlar cezbediciyken artık insanı meşgul etmekten başka bir anlam taşımaz hale gelir.

Bu tenfir bazen hastalıkla, bazen yalnızlıkla, bazen hayattan tat alamama şeklinde tezahür eder. Fakat dikkat edilmelidir ki, bu bir ceza değil, bir lütuf ve ikazdır. Rahîm olan Yaratıcı, kulunu dünyaya değil, ebedî saadete hazırlar. Tenfir, hakikî vuslata bir geçit olur. Çünkü dünya hayatı ne kadar tatlı görünse de, sonu hüsranla bitebilir. Ama o tatlılık perdelenip, hakikat gösterildiğinde, insan artık kalmak değil, gitmek ister. O zaman ölüm bir yok oluş değil, bir “terhis”, bir “visal” olur.

Dünyadan tenfir; ölüm korkusunu bir vuslat sevdasına dönüştüren hikmetli bir terbiyedir. Yaşlılıkla gelen halsizlik, gözden düşen dünya lezzetleri, insanların vefatı… Hepsi birer işarettir: “Vazifen bitti, artık asıl yurduna dön.”

Ve insanın ruhunda yavaş yavaş şu dua yankılanır:
“Artık gitme vaktim geldi, ne olur çağır beni ey Rabbim…”

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 17. Söz’de işaret ettiği “dünyadan tenfir” meselesi ele alınmıştır. Tenfir, insanın vazifesini tamamladıktan sonra dünyadan usandırılması ve ahirete yönlendirilmesidir. Bu süreç yaşlılık, hastalık, hayattan soğuma gibi yollarla gerçekleşir ve aslında ilahî bir rahmettir. Böylece kişi ölümden korkmaz, bilakis vuslata özlem duyar. Tenfir, fanî olandan ebedî olana yönelişin rahmetli bir vesilesidir.

 

 




BİZ NEYİ BEKLİYORUZ?

BİZ NEYİ BEKLİYORUZ?

Dünya bizi bekliyor.
Bir kurtuluş, bir söz, bir ses, bir umut bekliyor.
Gazze’nin yanan çocukları, bombalanan evleriyle değil sadece,
ümidini kaybetmek üzere olan kalbiyle bizi bekliyor.
İslam dünyası, dağılmışlığın ortasında bir iz, bir rehber arıyor.
Avrupa’sı, Amerika’sı, Rusya’sı, Ukrayna’sı bile… Evet, onlar da insanlığın rotasını kaybettiği bu çağda hakikatin ışığını arıyor.
Ve bütün insanlık…
Yani mahzunlar, mazlumlar, maneviyat susuzları,
adalet bekleyen vicdanlar,
hepsi bizi bekliyor.

Ama biz neyi bekliyoruz?
Neyi ve neden erteliyoruz?
Bu ümmetin gençleri, âlimleri, yazarları, dâvetçileri, işçileri, memurları, siyasileri, sanatçıları, yani hepimiz…
Bir şeyin gelmesini, bir devrin açılmasını, bir elin uzanmasını mı bekliyoruz?
Oysa o beklenen biziz.

Ümmetin Aslı: “Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol”

Biz, Kur’ân’ın ahlâkını temsil etmek için varız.
Biz, adaleti zulme galip getirmek için varız.
Biz, dünya körlüğe tutulmuşken, hakikati göstermek için varız.
Ama önce kendimize gelmeliyiz.
Kendini kaybetmiş bir toplum, başkasını bulduramaz.
“İnsanlığı kurtarmak isteyen önce kendini kurtarmalı.”
Çünkü yanan evi söndürmek isteyenin, elinde su olmalı.

Bugün, dünya maddi ilerlemede zirvedeyken,
ahlâken bataklıkta.
Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken,
bir İslam ülkesinde lüks otellerde israf diz boyu.
Bir yanda bombalar, ölümler; diğer yanda ekran başında vurdumduymaz eğlenceler.
Bu çelişki, bizi daha fazla susturamaz.

Gecikmiş Adalet: Sessizliğin Vebali

Zulme sessiz kalan, zalime güç verir.
Geciken tepki, geç gelen yardım,
tarihin ve vicdanın affetmeyeceği izler bırakır.

Dünya bizi bekliyor.
Sadece dualarımızı değil,
aklımızı, kalbimizi, elimizi ve emeğimizi bekliyor.
Mücadele eden değil, çözüm üreten Müslümanlara ihtiyaç var.
Reklam yapan değil, temsil eden bir ümmete ihtiyaç var.
Slogan atan değil, inşa eden bir gençliğe ihtiyaç var.

Ya Biz? Biz Ne Yapıyoruz?

Bekliyoruz…
Belki daha elverişli şartları,
belki bir lideri,
belki bir mucizeyi…
Ama biz neyi bekliyorsak,
onlar da bizim uyanmamızı bekliyor.

Kalk! Çünkü Uyandığında Sen, Ümmet Uyanacak

Artık beklemeyelim.
Geciken her dakika, yıkılan bir yuvadır.
Sustukça büyüyen bir zulümdür.
Erteledikçe ertelenen bir diriliştir.
Uyan! Kalk! Çünkü sen ayağa kalktığında, ümmetin yüreğine de hayat yürür.
Sen yürüdüğünde, sessizlik dağılır.
Sen konuştuğunda, hak sesi bulur.

ÖZET:

Bu makale, “Dünya bizi bekliyor, peki biz neyi bekliyoruz?” sorusu etrafında, Müslümanların hem kendi iç muhasebelerine dönmeleri hem de küresel anlamda insanlığa örneklik vazifelerini hatırlamaları gerektiğini vurgulamaktadır. İslam dünyasının dağınıklığı, Gazze’nin çığlığı, Batı’nın manevi boşluğu karşısında suskun kalan bir ümmetin, artık beklemeyi bırakıp harekete geçmesi gerektiği anlatılmaktadır. Çünkü beklenen biziz; harekete geçen biz olursak, insanlık yeniden istikamet bulacaktır.

 

 




Sessiz Kazılar, Sessiz Yıkımlar: Mescid-i Aksâ Neden Hedefte?

Sessiz Kazılar, Sessiz Yıkımlar: Mescid-i Aksâ Neden Hedefte?

Mescid-i Aksâ…
Sadece taş değil, tarihtir.
Sadece kubbe değil, kutsiyettir.
Sadece Kudüs’ün değil, insanlığın vicdanıdır.
Ve bugün, yeryüzünün en mahzun, en kuşatma altındaki mabedidir.

İsrail Neyi Hedefliyor?

İsrail’in uzun vadeli hedefi bellidir:
Mescid-i Aksâ’yı yıkmak ve yerine sözde Süleyman Mabedi’ni inşa etmektir.
Bu sır değil.
Açıkça dillendirilen, kitaplarına ve politik metinlerine geçen bir ideolojik saplantı.
Ama yıkım doğrudan yapılmaz.
Altı kazılır.
Temeli boşaltılır.
Zayıflatılır.
Zihinler başka şeylerle meşgul edilirken,
taşlar yerinden oynatılır.

Yıkım, kazma sesiyle değil; suskunlukla gerçekleştirilir.

İşte bu yüzden yıllardır kazılar sürüyor.
Mescid-i Aksâ’nın altında tüneller, oyuklar, labirentler inşa ediliyor.
Sözde “arkeolojik” araştırma bahanesiyle,
aslında kutsal bir mabet adım adım çökertilmeye çalışılıyor.

Neden Mescid-i Aksâ?

Çünkü Mescid-i Aksâ:

Kudüs’ün kalbidir.

İslam’ın ilk kıblesidir.

Miraç gecesinin durağıdır.

Üç dinin kutsal gördüğü bir mekândır.

Ortak hafızanın, ortak mabedidir.

Onların derdi sadece bir yapı değildir.
Amaç, İslam’ın ve ümmetin sembollerinden birini daha yok etmektir.
Çünkü bir milletin sembolleri yıkılırsa,
zihni ve ruhu da yıkılır.
Bu bir işgal değil; kimlik operasyonudur.

Neden Sessiz Kalınıyor?

Çünkü ümmet dağınık.
Çünkü İslam dünyası kendi iç meselelerinde boğulmuş.
Çünkü liderler suskun, halklar umutsuz, medya ise gaflet içinde.
Mescid-i Aksâ’nın altı kazılırken,
birçoğumuzun kalbi kazılıyor, vicdanı oyuluyor.
Bu sessizlik, bir çöküşe zemin hazırlıyor.

İsrail’in aradığı sadece bir bahanedir.
Bir yangın, bir çatışma, bir taş…
Ve sonra, “Güvenlik” gerekçesiyle yıkım.
Tepkiler mi?
Onlar da kontrol altında.
Medya ile uyuşturulmuş bir kitle kolay tepki veremez.
Uyuşmuş kalplerin tepkisi ya geç kalır, ya da eksik olur.

Bir Mabedin Yıkılması, İnsanlığın Yıkımıdır

Mescid-i Aksâ sadece Müslümanların değil;
Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın ortak mirasıdır.
Onun yıkılması; sadece bir mabedin değil,
ortak insanlık vicdanının enkaz altında kalmasıdır.

Özet:

Bu makalede, İsrail’in Mescid-i Aksâ’yı yıkma hedefinin arka planı ele alınmaktadır. Yıllardır süren sistemli kazılarla mabet temelden zayıflatılmakta ve bir bahane ile yıkılmayı beklemektedir. Amaç, İslamî sembolleri yok ederek Müslümanların ruh köklerini kurutmaktır. Mescid-i Aksâ’nın sessiz çöküşüne karşı ümmetin ve insanlığın sessizliği, büyük bir ihanet olarak kayıtlara geçmektedir. Mabedin yıkılması, sadece taşların değil, vicdanların da çöküşüdür. Mescid-i Aksâ’yı korumak, sadece Müslümanların değil, insan kalmak isteyen herkesin görevidir.

 




KIYAMETE KADAR SİLİNMEYECEK BİR ZİLLET: GAZZE’NİN KANLI ŞAFAĞINDA

KIYAMETE KADAR SİLİNMEYECEK BİR ZİLLET: GAZZE’NİN KANLI ŞAFAĞINDA

Her sabah güneş yeniden doğar, ama Gazze’de sabahlar aydınlık değil; karanlığın devamıdır. Güneşin ışığıyla birlikte uyanan çocuklar, artık ne kahvaltı eder, ne de okula gider. Onların sabahı, bombaların gürültüsü, yıkılmış evlerin enkazı, annesiz kalmış bebeklerin sessiz ağlayışıyla başlar.

Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; bir vahşet, bir soykırım, bir insanlık felaketidir. Ve bu zulmün öznesi İsrail, hedefi ise artık ne sadece direnişçidir ne de bir siyasi yapı. Hedef bir halkın topyekûn yok edilmesidir. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta… Hepsi birer “hedef” haline getirilmiş, bir millet açlıkla, korkuyla, kuşatmayla sindirilmek istenmiştir.

Ama asıl dehşetli olan bu vahşetin bizzat gözler önünde işlenmesi ve dünyanın suskunluğudur.

Zulme Ortak Sessizlik

Bugün dünyanın dört bir yanındaki “uygar” devletler, Gazze’deki bu insanlık suçuna karşı sağır, dilsiz ve kördür. ABD, eliyle verdiği silahlarla kanı akıtırken; Avrupa, diplomasi kılıfı altında katliamı meşrulaştırır. Dünya medeniyeti dediğimiz şey, Filistinli bir çocuğun açlıktan öldüğü haberine gözünü kapatırken, aynı anda bir kedinin ağaçtan kurtarılmasıyla gününü süsler.

İslam Dünyasının Sessiz Zilleti

Ve en acı verici olan ise İslam dünyasının hâlâ bir şey yapamaması, yapmaması ve bu zulmü sadece kınamayla geçiştirmesidir. Oysa bu ümmet, bir zamanlar Kudüs’ün gölgesinde adaletin güneşini doğurmuştu. Bugünse parçalanmış, dağılmış, çıkarların esiri olmuş bir haldedir.

İsrail’in silahı kadar, İslam dünyasının bu acziyeti de öldürüyor çocukları…
Ve bu mahcubiyet, bu zillet, kıyamete kadar ümmetin alnına kara bir leke olarak kazınacaktır.

Gazze: Vicdanın Aynası

Gazze sadece bir coğrafya değildir; vicdanın aynası, imanın imtihanıdır. Orada dökülen kan, insanlığın damarından akan adaletin kuruduğunu gösteriyor. Her ölen çocukla birlikte bir insanlık değerimiz gömülüyor, her yıkılan evle birlikte bir ümmetin onuru çöküyor.

Ve bizler susarak, sadece katliamın değil, bu büyük günahın ortağı oluyoruz.

Yedi Okyanus Temizleyemez

Bu zulüm, sadece bir savaş suçu değil; bir leke, bir pisliktir. Ve bu leke, ne diplomasiyle ne açıklamayla ne de zamanla temizlenebilir. Üzerinden yedi okyanus aksa, Gazze’de öldürülen bir çocuğun feryadı temizlemez bu günahı.

Bu zillet, unutulmayacak.
Çünkü göklerin hafızası, yere dökülen kanı unutmuyor.
Ve Allah’ın adaleti, elbet konuşacak…

ÖZET:

Bu makalede Gazze’de işlenen vahşet, İsrail’in halkı hedef alan zulmü, İslam dünyasının acziyeti ve Batı’nın suskunluğu ele alınmıştır. Filistinli masumların açlıkla, bombalarla yok edilmesi insanlık için kara bir lekedir. Bu zillet, özellikle İslam ümmetinin duyarsızlığıyla daha da derinleşmiştir. Kıyamete kadar silinmeyecek bu utanç; ne siyasi açıklamalarla ne de zamanla temizlenebilir. Bu bir insanlık imtihanıdır ve sessiz kalan herkes, bu büyük vebalin ortağıdır.

 

 




Şikayet Makamına Giden Çocuklar: Bekliyor musunuz?

Şikayet Makamına Giden Çocuklar: Bekliyor musunuz?

Gazze…
Tozun, dumanın, kanın ve gözyaşının birbirine karıştığı mazlum bir belde.
Ve o beldede, on binlerce çocuk…
Yaralı oyuncakları, yıkılmış duvarları, aç karınları ve donuk bakışlarıyla,
Birer birer toprağa düşen yıldızlar gibi
sessizce şehadet makamına yürüdüler.

Ama onlar sadece şehit olmadılar.
Onlar birer şikayetçi oldular.
Başta İsrail olmak üzere,
suskun kalan ümmetten,
duyarsız insanlıktan,
vicdanını tüketmiş küresel düzenden,
sorgusuz sualsiz boyun eğen sistemden davacı oldular.

Dediler ki:

> “Bizi füzelerle vuranları zaten tanıyorsunuz.
Ama o füzenin karşısında bir kalkan olamayan sizleri de tanıyacağız.”

“Bizi göz göre göre açlığa mahkum edenlere ‘medenî’ deyip,
yüz çevirenler siz değil miydiniz?”

“Dualarınızla bile gelmeye çekindiğiniz savaş meydanında,
bizim cesetlerimiz yere düştü;
ama siz kalbinizi bile kaldıramadınız.”

“Bizi taşla, kaşla, gözle değil;
sessizliğinizle öldürdünüz.”

Ve sonra döndüler, göğe yükseldiler.
Meleklerin omuzlarında, şehadet çiçekleriyle…
Ama giderken bir şey sordular:

“Bekleyin mi?”
“Bekleyelim mi?”
“Neyi bekleyelim?”

Yeni bir saldırı mı?
Yeni bir soykırım mı?
Daha kaç çocuğun ölmesi gerekiyor vicdanların uyanması için?

Oysa bekleyecek bir şey kalmadı.
Vicdan beklemez.
İman beklemez.
Hakikat beklemez.
Mazlumun ahı göklere yükselmişse, orada bekleyiş değil, hesap vardır.

Bekleyenler Değil, Uyandıranlar Kurtarır

Müslümanlar artık bekleyemez.
Zira susmak, zulmü kabul etmektir.
Ertelemek, zalimi cesaretlendirmektir.
Sadece İsrail değil,
onun arkasındaki suskun güçler,
dilsiz Şark, sağır Batı ve
dirilmemiş İslam dünyası da bu suçun gölgesindedir.

Bir çocuk ağlıyorsa, bütün dünya susmalıdır.
Ama burada, dünya sadece sustu;
vicdanını da gömdü.
Gazze, hepimize ayna tuttu.
Mazlumlar, mahşer günü sadece zalimleri değil,
suskunları da teşhis edecek.

ÖZET:

Bu makale, Gazze’de şehit edilen on binlerce çocuğun manevi şikayetini dile getirerek; sadece zalim İsrail’i değil, sessiz kalan Müslümanları ve insanlığı da sorgulamaktadır. Artık “bekleyelim mi?” sorusunun geçerli bir cevabı kalmamıştır. Çünkü zulmün bu kadar açık olduğu bir çağda, sessizlik ortaklıktır. Makale, ümmetin artık uyanması, duyarsızlıktan kurtulması ve sadece izleyen değil, ayağa kalkan bir şahitliğe yönelmesi gerektiğini vurgular.