Asırların Aynasında İnsanlık: 20. ve 21. Yüzyılın Hikmeti ve Hüsranı.

Asırların Aynasında İnsanlık: 20. ve 21. Yüzyılın Hikmeti ve Hüsranı.

Tarih bir nehir gibi akar; asırlar ise bu nehrin dönemeçleri gibidir. Her asır, insanlığa ayrı bir imtihan, ayrı bir nimet ve ayrı bir ibret vesilesidir. Özellikle 20. ve 21. yüzyıllar, hem maddi terakkileriyle hem de manevi gerilemeleriyle tarihin en dikkat çekici dönemlerindendir. Bu iki asrı birlikte okumak, sadece geçmişi anlamak değil; geleceği de hikmetle inşa etmek için bir zorunluluktur.

I. 20. Yüzyıl: Teknolojide Patlama, Ruhlarda Daralma

Olumlu Yönleri

Sanayi devriminin etkileriyle üretim artmış, teknolojik gelişmeler hız kazanmıştır.

Ulaşım, iletişim ve tıp gibi alanlarda büyük atılımlar gerçekleşmiştir.

Sömürgeciliğe karşı uyanışlar olmuş, birçok ulus bağımsızlığını kazanmıştır.

Olumsuz Yönleri

İki büyük dünya savaşı, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçmiş, milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir.

Faşizm, komünizm ve kapitalizm gibi ideolojiler milyonlarca insanı ezmiş, maneviyatı yok sayan sistemler kurulmuştur.

Aile yapısı zedelenmiş, Batı merkezli kültürel yozlaşma hızla yayılmıştır.

Manevi Açıdan

20. yüzyıl, “medeniyet” kisvesi altında ruhsuz bir kalkınma yaşamıştır. İnsanı sadece “üreten-tüketen bir varlık” olarak gören anlayış, insanın kalbini ihmal etmiş, vicdanı kurutmuştur.

II. 21. Yüzyıl: Dijital Cennet mi, Manevi Çoraklık mı?

Olumlu Yönleri

Bilgiye erişim sınırsız hale gelmiş, yapay zekâ, genetik, uzay teknolojisi gibi alanlarda büyük atılımlar yaşanmıştır.

Küresel iletişim sayesinde fikirler, kültürler ve insanlar arasındaki bağlar güçlenmiştir.

İnsan hakları, çevre duyarlılığı gibi kavramlar daha çok gündeme gelmiştir.

Olumsuz Yönleri

Bireycilik, “ben” merkezli bir hayat tarzını doğurmuş, toplumsal bağlar zayıflamıştır.

Dijital bağımlılık, nesilleri gerçek hayattan koparmış, yalnızlığı artırmıştır.

Manevî değerler, modern hazcılığın gölgesinde erimektedir. Ahlaki sınırlar bulanıklaşmış, aile kurumu çözülme noktasına gelmiştir.

Manevi Açıdan

21. yüzyıl, bilgi çağından ziyade hikmet yoksunu bir çağ olmuştur. Bilmek artmış, ama anlamak azalmıştır. Ruhlar bilgiyle değil, hikmetle doyar; lakin bu çağda hikmet arka plana itilmiştir.

III. Asırların Mukayesesi: Terakki mi, Tefessüh mü?

Alan 20. Yüzyıl 21. Yüzyıl

Teknoloji Sanayi ve ulaşım devrimi
Dijital ve yapay zekâ devrimi
Maneviyat
Savaşlar sonrası bir arayış Doygunluk sonrası anlam boşluğu
Aile Yapısı
Modernleşmeyle çözülme Dijitalleşmeyle yalnızlaşma
İletişim
Gazete, radyo, televizyon Sosyal medya ve anlık erişim
İnsan Anlayışı
Kollektivist (toplum merkezli) Bireyci ve narsistik (ben merkezli)

IV. Hikmetli Bir Ders: Asırlar Teknolojide Yarışır, Ruhlar Hakk’a Yarışmalı

Bir asır daha çok araba yaptı, diğer asır daha hızlı giden arabalar… Ama ikisi de insanı nereye götürdüğünü unuttu. Oysa insan, yeryüzünde sadece tüketen bir varlık değil, emaneti taşıyan bir halife idi.
20. yüzyıl “dış dünyayı fethetme” gayretine düşerken,
21. yüzyıl “iç dünyayı kaybetme” tehlikesine sürüklendi.

Kur’an “insanlara faydalı olmayı” öğütlerken, çağın insanı “ben nasıl fayda görürüm” anlayışına saptı. Oysa hakikat şu: İnsanlık, teknolojiyle değil; ahlak ve hikmetle yücelir.

Sonuç: İnsan Asra Hakim Değilse, Asır Ona Hakim Olur

Zamanın hızla aktığı bu çağda, asırları değil, kendimizi sorgulamak zorundayız. Her çağın imtihanı farklıdır; fakat kurtuluş reçetesi hep aynıdır:
İman, hikmet, adalet ve ahlak.

20. ve 21. yüzyıl, bu reçeteye sırt döndükçe terakki görünse de hakikatte tefessüh yaşamıştır. Şimdi ise, kalbe ve ruha dönmenin tam vaktidir. Yoksa teknolojiyle göklere çıkarken, ruhlarımız yerin dibine çekilecek.

Makale Özeti

20. yüzyıl, büyük savaşlar, ideolojik çatışmalar ve sanayi gelişmeleriyle şekillenmiş; maneviyat zayıflamıştır.

21. yüzyıl, dijital ilerlemeler ve bireyselleşmeyle öne çıkmış; ahlaki değerler aşınmıştır.

Her iki yüzyıl da teknolojide ilerlemiş, fakat hikmet ve maneviyatta gerilemiştir.

Asıl kurtuluş;
iman, hikmet ve ahlakla yoğrulmuş bir medeniyet anlayışına dönüştedir.

 

 




Başımıza Ne Geldiyse İçimizden Geldi

Başımıza Ne Geldiyse İçimizden Geldi

Bir milletin yıkılması dışarıdan değil, içeriden başlar. Dıştaki düşmanın saldırısı ancak içteki boşlukla başarıya ulaşır. Bugün ümmetin yaşadığı zulümlerin en derin nedeni, içimizdeki çözülmüşlük ve körleşmiş vicdanlardır.

İsrail’in yıllardır sürdürdüğü işgal, katliam ve zorbalık, sadece onun gücüyle açıklanamaz. Bir İsrailli için ayağa kalkan, ekranlarda gözyaşı döken, dünyayı ayağa kaldıran çevrelerin, binlerce masum Gazzeli çocuk, kadın ve yaşlı için sessizliğe gömülmesi, bizim için hem bir ayna hem de bir alarmdır. Bizim içimizde bir yerde, adalet terazisi şaşmış; merhamet terazisi çökmüş.

Hastalık içimizde… Birbirimizin kuyusunu kazmakta mahir, kardeşini değil, menfaatini düşünen bir yığın adam var içimizde. İman, artık sadece dilde; ahlak, sadece sloganda. Dışarıdan gelen mikroplar, bağışıklık sistemi çökmüş bir bedende daha çabuk iş görür. Bizim manevi bağışıklığımız zayıflamış. Kardeşini, sırf fikri farklı diye tekfir eden, komşusunu, mezhebi veya meşrebi farklı diye düşman bilen bir anlayış, bizi içten içe çürütüyor.

İhanet içimizde… Makam ve mevki uğruna değerlerini satanlar, menfaat için zalimle aynı safta duranlar, dışarıya köle içeride efendi kesilenler… Hepsi içimizde. Ümmeti temsil eden kürsülerde, ümmeti parçalayan niyetler gizli. Kalem, artık hakikati değil, sahibinin hesabını yazıyor. Mikrofon, zalime değil, onunla işbirliği yapana hizmet ediyor.

Ahmak dost içimizde… Düşmanın kılıcından daha keskin, dostun gafleti. Nice hak davalar, akılsız müdafilerle zayi oldu. Zalimle mücadelede ferasetli olmak gerek. Lakin içimizdeki bazıları, düşmanın oyununa öyle kolay geliyor ki, kurşunu değil ama oyunu baş tacı ediyor.

Hırsız ve hırsız savunucusu içimizde… Biri çalıyor, öteki alkışlıyor. Biri yiyor, diğeri sahip çıkıyor. Helal-haram hassasiyeti, siyasete ve menfaate kurban gidiyor. Kul hakkı, artık sadece hutbe konusu. Uygulamada yok. Herkes birilerinin kirini örtme yarışında. Böyle bir toplumda, doğruluk barınamaz, adalet yeşeremez.

Kapı kilit tutmuyor… Çünkü biz içeriden açıyoruz düşmana. Dışarıdan birisi bir şey yapmadan önce, biz içeriden kapıyı açık bırakıyoruz. Her şey bizde başlıyor ve bizde bitiyor. Dışarıdan gelen saldırı, içerideki bozulma kadar etkili olamaz.

Çözüm de içimizde… İçimizdeki kalbi, vicdanı, imanı, samimiyeti diriltmeden; ne Gazze’ye ne de ümmete gerçek bir yardım ulaştırabiliriz. Kendimizi düzeltmeden, toplum düzelmez. Nefsimizi ıslah etmeden, ümmetin felahı gelmez.

Son söz: Düşman kapıda değil sadece, içeride. Siper kazmadan önce içimizi tamir etmek gerek. Zaferin ilk adımı iç muhasebedir. Çünkü “bir topluluk kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

Özet:

Bu makale, ümmetin yaşadığı zulümlerin temel nedeninin dış düşmanlardan ziyade, içimizdeki bozulma, ihanet, gaflet ve çürüme olduğunu vurgulamaktadır. Adaletin, merhametin, sadakatin ve dürüstlüğün zayıfladığı bir toplumda, düşmana karşı direnç kalmaz. Çözüm; yeniden içimizi ıslah etmek, iman ve ahlakı diriltmekten geçer. Gerçek direniş, iç muhasebe ile başlar.

 

 




Zulmetin Ardındaki Nur: Bediüzzaman’ın Tiflis’te Verdiği Mesaj

Zulmetin Ardındaki Nur: Bediüzzaman’ın Tiflis’te Verdiği Mesaj

“Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkale etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”

O der: “Nerelisin?”

Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”

Rus polisi: “Bu Tiflis’dir!”

Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”

Rus polisi: “Ne demek?”

Bediüzzaman: “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur, birbiri arkasından inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.”

Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”

Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş.”

Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…

Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”

( http://www.erisale.com/?locale=tr&bookId=14&pageNo=103#content.tr.14.104 )

********

Tarih, kimi zaman bir anda söylenen bir sözle yüzyıllık karanlıkları yarabilir. Nice liderler, nice düşünürler bir ömür konuşsa da, bir Bediüzzaman’ın bir cümlesindeki derinliği ulaştıramazlar. Tiflis’te Şeyh San’an Tepesi’nde Rus polisine karşı sarf edilen o sözler, sadece bir diyalog değil; bir asrın kaderini, İslam âleminin geleceğini ve zulmet içindeki ümidin sönmeyen meşalesini ihtiva eder.

Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir

İlk bakışta coğrafî bir benzetme gibi görünse de, Bediüzzaman’ın bu sözü, medeniyetlerin kaderini birbirine bağlayan bir hakikati işaret eder. Çünkü onun nazarında İslam coğrafyası bir bütündür. Arap’ı, Türk’ü, Hintlisi, Acemi, Kürdü bir vücudun azaları gibi birbirine bağlıdır. Ve bu kardeşlik, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de şifresidir.

Asya’da üç nur, sizde üç zulmet…

Tiflis’teki bu sahne, zahiren bir mağlubiyetin içinde doğan büyük bir zaferin habercisidir. Zira o günlerde Rusya, Çarlığın despotluğu ile İslam topraklarını sarmış; Osmanlı, çözülmenin eşiğinde; Hindistan ve Mısır, İngiliz sömürgesinde; Türkistan zincirlere vurulmuştu. Ama Bediüzzaman, bu karanlık tabloda bir baharın kokusunu alıyor, “Her kışın bir baharı vardır” diyerek geleceği okuyordu. Ona göre bu zillet, bir tedristen ibaretti.

Mekteb-i Harbiye, Mülkiye, İdadî…

Ne muazzam bir benzetmedir bu! Bediüzzaman, esareti bir okul, zilleti bir eğitim safhası olarak görüyordu. İslam’ın farklı coğrafyalardaki evlatları, birer talebe gibi batının okullarında ilim alıyor, kader onları pişiriyor, terbiye ediyordu. Gün gelecek, şehadetnameleriyle yeryüzünün her köşesinde İslam’ın izzetini temsil edeceklerdi.

Ben de gelip burada medresemi yapacağım

Bu söz, sıradan bir hayal değil, müthiş bir vizyonun ilanıdır. O medrese sadece taş duvarlar değil; kalpleri, akılları ve ruhları inşa eden bir ilim ocağıdır. Bediüzzaman’ın tahayyül ettiği medrese, “Müspet ilimle birlikte iman hakikatlerini” veren; doğu ile batıyı, kalp ile aklı, din ile bilimi mezc eden bir irfan yuvasıdır. Bu, onun Medresetü’z-Zehra idealidir.

Karanlıkta Yol Gösterenler

Bugün hâlâ o medrese tam olarak kurulmamış olabilir. Ama bu sözlerin ruhu yaşıyor. Asya’nın dört bir yanında, karanlıkların arasından doğan bir nur gibi, ilim, iman ve ahlâk temelli bir diriliş yükseliyor. Bediüzzaman’ın o gün Tiflis’te verdiği cevaplar, sadece bir memura verilmiş bir karşılık değil; bir asrı aydınlatan bir bakış açısıdır. O, karanlığa değil, karanlık içindeki hikmete bakıyordu. Kışa değil, arkasındaki bahara inanıyordu.

Bugün onun gibi bakan gözlere, onun gibi inanan kalplere ve onun gibi düşünen dimağlara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Zira zaman, yeniden “şehadetnamelerle” sahneye çıkacak o asilzade evlatların zamanıdır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Tiflis’te Rus polisiyle yaptığı tarihi diyalogu esas alarak, onun İslam dünyasının geleceğine dair vizyonunu ve umut dolu bakışını ele alıyor. Bediüzzaman, İslam âleminin geçici esaretini bir eğitim süreci olarak yorumlarken, gelecekte bu milletlerin şanlı bir şekilde uyanacağına olan inancını dile getiriyor. Medrese hayaliyle sadece bir eğitim kurumunu değil, bir medeniyetin yeniden inşasını kastediyor. Makale, Bediüzzaman’ın bu derin mesajlarının bugün hâlâ güncelliğini koruduğunu ve karanlıkta yol gösteren birer kandil hükmünde olduğunu vurguluyor.

 

 




Yüz Yıllık Kısır Döngü: Zihniyet Değişmeden Türkiye Değişmez

Yüz Yıllık Kısır Döngü: Zihniyet Değişmeden Türkiye Değişmez

Türkiye, bir asrı aşkın süredir sancılı bir arayışın içinde. Batılılaşma kisvesiyle başlayıp milli-manevi değerlerden kopuşla derinleşen bu arayış, hâlâ daha tamamlanamamış bir kimlik buhranına işaret ediyor. Bu toprakların derin irfanından uzak, köklerinden habersiz ve inançtan kopuk bir zihniyet, yüzyıldır siyaseti de, toplumu da, düşünceyi de esir almış durumda. Bu zihniyetin alamet-i farikası ise, şahıslar üzerinden yapılan sığ muhalefet, yıkıcı dil, proje ve vizyon yoksunluğudur.

Şahıslara Saldır, Millete Hakaret Et, Boşa Yürü

Bu zihniyet için önemli olan ülkenin geleceği değil, mevcut iktidarın yıpratılmasıdır. Eleştirinin bile bir ahlakı, bir üslubu, bir amacı olması gerekirken; bunlarda ise sadece kin, nefret ve alay var. Hakikatin değil hakaretin, çözümün değil çelişkinin peşindeler. Her seçim döneminde aynı senaryo:
– “Diktatör!”
– “Yobaz!”
– “Geri kafalı!”
– “Karanlık çağ!”

Ne proje var, ne hayal, ne istikamet. Tek sermayeleri, düşmanlaştırmak. Çünkü kendi fikirleri yok; kendilerini, başkasının hatası üzerine tanımlıyorlar.

Heykel ve İçki: Zihniyetin Sembolü

Bu zihniyetin yüz yıldır ürettiği tek şey sembollerdir. Gerçek bir kalkınma değil; heykellerle, içki festivalleriyle, maneviyatı aşağılayan sözlerle topluma yön vermeye çalıştılar. Koca şehirlerde fabrika yerine heykel diken, milletin ruhunu okşayacak projeler yerine gece kulüplerini “medeniyet” sayan bu bakış açısı, halktan her zaman tokat yemiştir. Ama ders almadılar. Çünkü maksadın millete hizmet değil, milletin ruhunu törpülemek olduğu aşikâr.

Bu Topraklar Ruhu Olanları Sever

Anadolu; sadece coğrafya değildir, ruhtur, medeniyettir, maneviyattır. Bu topraklar, hikmetle konuşanı anlar, kalpten hizmet edeni sever. Yüzyıllık batı taklitçiliği, bu milletin ruhuna işlememiştir. Gönüller hâlâ bir Ebu Eyyub el-Ensari’yi, bir Mevlana’yı, bir Yunus Emre’yi, bir Akşemseddin’i arar. Ama bu zihniyetin lügatinde bu isimler yoktur. Çünkü onların aklı Batı’dadır; gözü kendi milletini aşağılamada, dini değerleri küçümsemededir.

Zihniyet Değişmeden Türkiye Değişmez

Problem iktidar değil, muhalefettir. Hatta Problem bir parti ya da şahıs bile değil; meselemiz bir zihniyet meselesidir. Bu zihniyet, kabuk değiştirerek yaşasa da özünde hep aynı kalmıştır. Kutsalları küçümseyen, halkı hor gören, inananı dışlayan, milli olanı “çağdışı” gören bir kısır döngü… Ve bu döngü kırılmadıkça, bu toprakların gerçek potansiyeli asla açığa çıkmayacaktır.

Hikmetle Anlamak Gerek

Kur’an’da Firavun’un kıssası anlatılırken, sadece zulmü değil; Firavun’un halkı nasıl aldattığı da vurgulanır:
“Firavun kavmini küçümsedi de onlar ona itaat ettiler…”
(Zuhruf, 54)
Tarih, halkını küçümseyenlerin büyüyemeyeceğini; maneviyatı hor görenlerin huzur bulamayacağını göstermiştir.

Bu millet, vizyonu olanı da; milletiyle barışık olanı da; inançla, aşkla, şuurla yürüyeni de bilir ve sever. Kuru gürültüye, anlamsız sloganlara, taş atmaktan başka mahareti olmayanlara ise cevabını her defasında vermiştir. Ve vermeye de devam edecektir.

Özet:

Bu makale, Türkiye’de yüz yıldır süregelen, şahıslar üzerinden siyaset yapan, proje ve vizyondan yoksun, halktan ve maneviyattan kopuk zihniyeti eleştiriyor. Muhalefetin eleştiri değil, saldırı üslubu kullandığı; millete hizmet yerine milleti küçümseyen bir anlayışla hareket ettiği vurgulanıyor. Heykel ve içki gibi semboller üzerinden oluşturulan “medeniyet” algısının milletin değerleriyle çeliştiği ifade ediliyor. Türkiye’nin gerçek kalkınması için bu zihniyetin değişmesi gerektiği vurgulanırken, milletin hakikat, hikmet ve hizmetle yoğrulmuş ruhunun bu yapay yapıları reddettiği belirtiliyor.

 

 




Mazlumun Ahı: Katliamcı Zalimlerin Akıbeti

Mazlumun Ahı: Katliamcı Zalimlerin Akıbeti

Tarihin karanlık sayfaları, zalimlerin saltanatlarıyla değil, o saltanatların nasıl yerle bir olduğu sahnelerle doludur. Nice despotlar, nice tiranlar; halkların ahını alarak, mazlumun bedduasını üzerlerine çekerek ihtişamlı saraylarda hüküm sürerken, gün gelip en çaresiz anlarında kendi canlarıyla yüzleştiler. Bugün ise çağımızın yeni bir tiranı, zulmün bir başka yüzü olan “Katliamcı Joe” lakabıyla anılan ABD Başkanı Joe Biden hakkında ölümcül bir hastalık haberi gündeme geldi. Bu haber, sadece bir insanın sağlığına dair bir gelişme değil; aynı zamanda ilahi adaletin sessiz ama sarsıcı bir yankısı olarak da okunmalıdır.

Zulüm ile Abad Olanın Sonu Berbat Olur

Joe Biden yönetimi, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliama maddi ve siyasi destek vererek insanlık vicdanında kara bir leke haline geldi. Çocukların, kadınların, yaşlıların hunharca katledildiği bu süreçte, “özgür dünya”nın lideri olduğunu iddia eden ABD, aslında zulmün sponsoru oldu. 22 milyar doları aşkın destekle, Filistin’in üstüne bombalar yağdıran uçakların, evleri yıkan füzelerin, hastaneleri yok eden silahların finansörü haline gelen bu yönetim, mazlumların gözyaşlarına, feryatlarına kulaklarını tıkadı.

Ama bu dünya etme bulma dünyasıdır. Mazlumun ahı, er geç sahibini bulur.
“Zulüm ile abad olanın sonu berbad olur.”

Men Dakkâ Dukkâ: Eden Bulur

Arapça asıllı bu veciz söz, “men dakkâ dukkâ” yani “başkasının kapısını çalanın kapısı da çalınır” anlamındadır. Kısaca: Eden bulur. Zalim, mazlumu ağlattığı gibi, bir gün kendisi de ağlar. O gözyaşları ki arşa çıkar; arş titrer, melekler ağlar, adalet sahibi Rab cevap verir. Ve bu cevap bazen öyle bir yerden gelir ki; zalim, servetini, iktidarını, ordularını çaresizce izlemek zorunda kalır.

Tarih buna çok defa şahit olmuştur. Firavun, Nemrut, Hitler, Stalin… Ve şimdi çağımızın emperyalist temsilcileri… Hiçbirinin saltanatı baki olmadı. Çünkü onların karşısında yalnızca insanlar değil, İlahi Kudret vardır.

Mazlumun Ahı Arşı Titreten Feryattır

Zulüm, sadece bir eylem değildir; bir ahlaksızlık, bir karanlığa teslimiyettir. Ve bu karanlık, önce kalbi, sonra aklı, en sonunda ise bedeni tüketir. Ölümcül hastalık haberiyle birlikte Biden’ın son dönemi, ilahi adaletin ince ama keskin dokunuşunu hatırlatıyor. Belki de bu hastalık, bir kefaret değil; bir ikazdır. Ne var ki zalim, çoğu zaman bu uyarıyı da anlamaz.

Hikmetle Bakmak, İbretle Anlamak Gerek

Bu yaşananlar bize şunu bir kez daha gösteriyor:
Mazlumun gözyaşı boşa akmaz.
Zulüm ebedî değildir.
Ve güç, haklıyı ezdiği sürece değil, haklıya omuz verdiği sürece anlamlıdır.

Allah’ın adaleti şaşmaz. İnsanların mahkemesi susabilir, medya sessiz kalabilir, siyaset körleşebilir… Ama ilahi adalet hem görür, hem işitir, hem hüküm verir.

Ve bir gün herkes ettiğini bulur.

Özet:

Bu makale, ABD Başkanı Joe Biden’a atfedilen “Katliamcı Joe” lakabını ve ölümcül hastalık haberini, ilahi adalet perspektifiyle ele alıyor. Gazze’deki sivil katliamlarına verdiği destekle vicdanları yaralayan Biden yönetimi, mazlumların ahını almıştır. Tarih boyunca zalimlerin sonunun ibretlik olduğu hatırlatılarak, “Men dakkâ dukkâ”, “Mazlumun ahı arşa çıkar” gibi hikmetli sözlerle bu olayın ahlaki ve manevi boyutu vurgulanıyor. Sonuçta ise Allah’ın adaletinin şaşmayacağı ve edenin bulacağı mesajı veriliyor.

 

 




Kur’an’ın Hakikati, Çelişkisizliği, Derinliği, Düşündürme Vazifesi)

Kur’an’ın Hakikati, Çelişkisizliği, Derinliği, Düşündürme Vazifesi)

Nisâ Suresi 82. Ayet (Meali):

> “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok çelişkiler bulurlardı.”
(Nisâ, 4/82)

  1. Muhammed Suresi 24. Ayet:

> “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”

  1. Sad Suresi 29. Ayet:

> “(Bu Kur’an,) ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”

  1. İsra Suresi 88. Ayet:

> “De ki: ‘Eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine destek olsalar bile onun bir benzerini getiremezler.’”

  1. Bakara Suresi 2. Ayet:

> “Bu, kendisinde şüphe olmayan bir Kitap’tır. Takva sahipleri için bir hidayettir.”

  1. Yunus Suresi 37. Ayet:

> “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir; ancak, kendinden öncekileri tasdik eder ve Kitab’ın açıklamasıdır. Onda şüphe yoktur, âlemlerin Rabbi’ndendir.”

  1. Hicr Suresi 9. Ayet:

> “Şüphesiz, o Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik ve elbette biz koruyacağız.”

Makale: “Çelişkisiz Hakikat: Kur’an ve Zihinlere Açılan Kapı”

İnsanlık tarihi boyunca hakikati arayanlar, iki yolda yürüdüler: Akıl ve vahiy. Akıl, insana verilmiş en büyük cevherdi; ama sınırlıydı. Vahiy ise sınırsız kaynaktan gelendi; ama onu anlamak yine aklın dikkatli bir kullanımıyla mümkündü.

İşte Kur’an, bu iki nimetin birleştiği en büyük rahmetti.

Kur’an, sadece bir dua kitabı, sadece bir ahlâk risalesi ya da sadece bir hukuk metni değildir. O, bir düşünce inşasıdır. Ve Rabbimiz, bu kitabı boş yere göndermediğini belirtirken insanı hep düşünmeye çağırır:

> “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı?”
(Nisâ, 82)

Bu çağrı bir sitemdir. Çünkü Kur’an, okundukça değil, düşünülerek yaşandıkça açılır. Yüzeyde bir mesaj, derinde binlerce hikmet vardır. Ayetlerin her biri, kalbin ve aklın birlikte çalıştığı bir laboratuvardır. O yüzden başka bir ayette bu defa şöyle sorulur:

> “Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”
(Muhammed, 24)

Bu sorular, sadece inanmayanlara değil, inanan ama tefekkür etmeyenlere de yöneliktir. Çünkü Kur’an’da sadece iman değil, idrak de talep edilir.

Bugün bir kitap hakkında hüküm vermek için insanlar ne yapar? Yazarına bakar, sistematiğine, tutarlılığına ve özgünlüğüne dikkat eder. Kur’an ise 23 yılda, farklı coğrafyalarda, farklı konularda inmiş ama çelişkisizlikle malûl bir kitaptır.

> “Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok çelişkiler bulurlardı.”
(Nisâ, 82)

Peki Kur’an’da çelişki bulunmamasının sırrı nedir? Bu sorunun cevabı sadece ilahî menşeine değil, onun zamanlar üstü mesajına bağlıdır. Kur’an, çağlar üstü bir hakikati taşır. Ne zaman okunursa okunsun, yeni bir şey söyler. Çünkü kendisi diri, hayat verici bir metindir. Bir başka ayette bu yüzden şöyle buyrulur:

> “O, mübarek bir kitaptır ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirilmiştir.”
(Sad, 29)

Kur’an bir öğretmen gibidir; ama öğrenci istemedikçe konuşmaz. Onun dili, kalbe göre açılır. Kalp kilitliyse, ne kadar okunsa da bir sır vermez. Ama kalp anahtarıyla açılırsa, içinden rahmet taşar.

Sonuçta Kur’an; düşünceyle, imanla, niyetle açılır. Çelişkisizliği, ilahîliği gösterirken, derinliği ise insanı sürekli yeniden inşa eder. Onunla düşünen, hakikati fark eder. Onu anlamadan geçen bir ömür ise, kalbi açık ama zihni kapalı bir ömürdür.

Makalenin Özeti:

Nisâ Suresi 82. ayeti, Kur’an’ın çelişkisiz yapısını ve ilahî menşei olduğunu vurgular. Bu ayetle birlikte benzer birçok ayette Kur’an’ın düşünmeye, akletmeye ve derin tefekküre çağırdığı görülür. Kur’an, yalnız okunmak değil, derinlemesine düşünülmek üzere indirilmiştir. Onun çelişkisizliği, zamana yayılmış nüzulüne rağmen tutarlılığı ve her çağda geçerliliği, Allah kelamı olduğunun en büyük delilidir. Bu nedenle, Kur’an’ı anlayarak okumak ve her ayetin hayatımıza ne dediğini sorgulamak, imanın derinleşmesine vesile olur.

 

 




İDRAKİN MERTEBELERİ: GÖREN GÖZ, DUYAN KALP, ANLAYAN VARLIK

İDRAKİN MERTEBELERİ: GÖREN GÖZ, DUYAN KALP, ANLAYAN VARLIK

Kur’ân-ı Kerîm, sadece aklı değil; kalbi, ruhu, vicdanı ve hissiyatı da muhatap alır. Bu yönüyle “idrak” yani kavrama, anlama, sezme; sadece zihinsel bir faaliyet değil, aynı zamanda ruhî bir kabiliyettir. Kur’ân’da akl, fehm, basîra, fıkh, tezekkür, tefekkür, tedebbür, taakkul, idrâk gibi birçok kelime bu anlam kümesinde yer alır. Her biri idrakin bir yönüne işaret eder ve her biri insanın varlıkla olan bağını farklı merhalelerle tarif eder.

  1. Kur’ân’da İdrak ve Muradifleri

Akl (عقل): Akletmek, bağlamak, olaylar arasında ilişki kurmak demektir. Kur’ân’da bur çok yerde geçer ve genellikle “akl etmiyor musunuz?” şeklinde sorgulayıcı bir dille gelir.

Fehm (فهم): Anlamak. Daha çok duyulanı veya görüleni sezgiyle kavramak anlamındadır.

Fıkh (فقه): Derinlemesine anlama. Yüzeysel değil, hakikatini kavrayacak şekilde anlama çabasıdır.

Tezekkür (تذكر), Tefekkür (تفكر), Tedebbür (تدبر): Hatırlama, düşünme, derinlemesine arka planı kavrama. Bunlar idrakin katmanlı bir şekilde çalıştığını gösterir.

Basîra (بصيرة): Manevî görüş, sezgi. Gözün değil kalbin görmesi anlamındadır.

İdrâk (إدراك): Kavrama, ulaşma. Zihnî ve hissî anlamda bir şeye varma halidir.

Bu kelimeler arasında anlam farkları vardır. Akl daha çok ilişki kurma; fıkh hakikate nüfuz etme; tefekkür zihinsel derinleşme; basîra ise kalbî sezgidir. İdrâk bu kavramların ortak noktası gibi düşünülebilir; bir şeyi bütün yönleriyle hissetme, anlama, kavrama.

  1. İdrakin Varlık Katmanlarındaki Tezahürü

Kur’ân-ı Kerîm, her varlığın Allah’ı tesbih ettiğini bildirir:
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsrâ, 44)

Bu ayet, her varlıkta bir şuur ya da idrak kıvılcımı olduğunu gösterir. Ancak bu idrak, varlığın türüne göre farklılık arz eder:

  1. Melekler:

Meleklerin idraki kesintisiz, günahsız ve doğrudan ilahî nura açıktır. Onlar, akıl ile değil, nur ile bilirler. Emir ve hikmeti tereddütsüz kavrarlar. Bu, en yüksek idrak mertebesidir.

Kur’ân’da “Onlar Rablerinden korkarlar ve emrolunduklarını yaparlar” (Nahl, 50) bu hakikate işaret eder.

  1. İnsanlar:

İnsanın idraki özgürlükle birlikte verilmiştir. Bu nedenle hem yükselebilir hem düşebilir.

Kalp, akıl ve ruh üçlüsü ile ilahî hakikatleri kavrayabilir ama nefs ve şeytanla da sınanır.

Kur’ân’da “Onların kalpleri var ama onunla anlamazlar” (A’râf, 179) denilerek, potansiyel idrakin kullanılmaması eleştirilir.

  1. Hayvanlar:

Hayvanların idraki sınırlı ama maksatlıdır. Şevki ilahi ile ilgili bilgiye sahiptirler.

Kur’ân, karıncanın konuşması (Neml, 18) ve hüdhüdün anlayışı (Neml, 22) gibi örneklerle hayvanların da bir çeşit idrak sahibi olduğunu gösterir.

  1. Bitkiler ve Cansız Varlıklar (Cemadat):

Onlar da Allah’ı tesbih ederler. Bu onların varlık diliyle yaptığı bir idraktır.

Bir taşın Peygamber Efendimiz’e selam vermesi gibi hadisler de bunu destekler.

Bu idrak, bilinçli değil, varoluşsal bir teslimiyettir. Varlıklarının özüyle secde ederler.

  1. Tefsirlerdeki İzahlar:

Fahreddin Râzî, İsrâ 44. ayetini tefsir ederken, varlıkların kendilerine özgü bir şekilde Allah’ı bildiğini ve bunun bir tür “idrâk” olduğunu belirtir.

İmam Gazâlî, İhya’da kalbin gözü ile aklın gözünü ayırır ve der ki: “Basîret ile görmeyen, gerçeği değil, gölgesini görür.”

Bediüzzaman Said Nursî, özellikle “Lem’alar” ve “Sözler” adlı eserlerinde, varlıkların Allah’a delil olması bağlamında “şuurlu bir tesbih” vurgusu yapar. Ona göre cemâdatın bile varlık lisanıyla Allah’ı tanıttığı, insana ders verdiği bir “hal lisanı” vardır.

Aslında varlıkların anlamalarından daha ziyade, Allah’ın onlara anlatmasıdır.
O ilahi güç veya ilahi kaynaklı güçtür.

SONUÇ ve ÖZET:

Kur’ân’da “idrak” birçok kavramla ifade edilen çok katmanlı bir olgudur. Aklın kavraması (akl), kalbin sezmesi (basîra), tefekkürle derinleşme (tedebbür), hakikati çözme (fıkh) gibi farklı yönleri vardır. İdrak, sadece insanlara mahsus değildir; meleklerden hayvanlara, bitkilere ve cemadatlara kadar her varlık, yaratılışına göre bir bilinç ve tanıklık taşır. Ancak bu idrak düzeyleri farklıdır: Melekler nurla, insanlar akıl ve irade ile, hayvanlar sevki ilahi ile, diğer varlıklar ise varoluşsal teslimiyetle Allah’a şahitlik ederler. Bu hakikat, insanı hem sorumlu hem de anlam arayışında seçkin bir yere koyar.

 

 




RUHUN HİKMETİ: GÖRÜNMEYEN CEVHERİN GÖRÜNEN TECELLİSİ

RUHUN HİKMETİ: GÖRÜNMEYEN CEVHERİN GÖRÜNEN TECELLİSİ

İnsan bir sırlar yumağıdır. Gözle görünen maddesiyle değil, görünmeyen cevheriyle anlam kazanır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Hayatın zâtî ve cevheri olan ruh”; sadece insanın değil, bütün kâinatın merkezî hakikatlerinden biridir. Görünmeyen, dokunulmayan fakat varlığı inkâr edilemeyen bu latîf cevher, hayatın özü, aklın ve şuurun menbaıdır.

  1. Ruh: Hayatın Cevheri, Şuurun Kaynağı

Kur’ân, ruhun mahiyetine dair:
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsrâ, 85) buyurur.
Bu ayet, ruhun akıl ile çözülemeyecek kadar derin, fakat varlığıyla inkâr edilemeyecek kadar açık olduğunu beyan eder.

Ruh, hayatın kaynağı; akıl ve şuurun ise taşıyıcısıdır. Bediüzzaman bu hakikati şöyle özetler:
“Hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latîf ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar.”
Bu ifadeyle, dünyanın en çok yaratılan varlıklarının madde değil; ruh, akıl ve şuur gibi manevî varlıklar olduğunu öğreniriz.

  1. Ruh: Kanun-u Emrî, Nuranî Varlık

Bediüzzaman, ruhu şöyle tarif eder:
“Ruh, zihayat, zişuur, nuranî vücud-u haricî giydirilmiş, cami, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emridir.”
Bu tanımda üç temel vasıf öne çıkar:

Zihayat: Ruh canlıdır; hayat vericidir.

Zişuur: Ruh, farkındalık ve bilinç sahibidir.

Külliyete müstaid: Ruh, yalnızca bireysel bir varlık değil; evrensel hakikatleri kavrayabilecek bir potansiyele sahiptir.

Ruh, maddenin sınırlı kalıplarına sığmaz; nuranî bir cevherdir. Maddeden değil, emir âlemindendir. Zira Cenâb-ı Hak “ol!” der ve olur. Ruh da bu emrin bir tezahürüdür.

  1. Ruhun Giydiği Elbiseler: Beden, Akıl, Kalp

Ruh, bu dünyada bedene biner, akıl ile düşünür, kalp ile hisseder. Bu üçlü sistem; insanı sıradan bir varlık olmaktan çıkarır, halifelik mertebesine yükseltir.

Beden: Ruhun evi.

Akıl: Ruhun pusulası.

Kalp: Ruhun aynası.

Bu üçlü denge bozulursa, ruh dünyada gurbete düşer. Bedene mahkûm olur, akılsız bir nefis ve hissiz bir kalple karanlıkta kalır.

  1. Ruhun Hikmeti: Kendini ve Rabbini Bilmek

İnsana ruh verilmesinin en temel gayesi, kendini ve Rabbini tanımaktır. Bu tanıma akılla başlar, kalple derinleşir, ruhla bütünleşir.
İnsan, ruhunun sesi olan vicdanla Allah’ı duyar. Şuurla varlığını idrak eder. Akılla O’nu tanır. Kalple sever.
Ruhun bu yolculuğu, her şeyin ötesinde bir “mana arayışıdır”. Çünkü ruh, Allah’tan gelmiştir ve O’na dönecektir. (Bkz. Bakara, 156)

  1. Cevherin Hatırlattığı Sorumluluk

Bu kadar yüce bir cevher taşıyan insan, elbette başıboş değildir. Kur’ân, insanın taşıdığı emaneti şöyle haber verir:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onlar bunu yüklenmekten çekindiler… İnsan ise onu yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72)

Bu emanet, ruhtur. Akıl ve şuurla birlikte hakikati tanıma ve yaşama sorumluluğudur.

SONUÇ ve ÖZET:

Ruh, hayatın özü, şuurun ve aklın menbaıdır. Allah tarafından üflenmiş, emir âleminden gelen bu latîf cevher; insana hayat verir, anlam katar, sorumluluk yükler. Bediüzzaman’ın tarif ettiği gibi, ruh, yalnızca yaşayan değil; hakikate açık, küllî anlamları kavrayabilen, sonsuzlukla bağ kurabilen bir varlıktır. İnsanın kalbi, aklı ve bedeni ruhun hizmetindedir. Bu cevheri tanıyan insan; kendini, kâinatı ve Rabbini tanır. Tanımayan ise en büyük emaneti zayi eder.

 

 




BAĞIRSAK TEMİZLİĞİNDEN HÜCRE YENİLENMESİNE: BİR MİLLETİN TAZELENME YOLCULUĞU

BAĞIRSAK TEMİZLİĞİNDEN HÜCRE YENİLENMESİNE: BİR MİLLETİN TAZELENME YOLCULUĞU

Bazen bir beden hastalanır. Sancılar başlar; mide bulanır, bağırsaklar arızaya uğrar. Vücut, içindeki zehri atmak ister. İstifrağ eder. Kimi zaman bu süreç acı vericidir; ama kurtuluşun da ilk işaretidir. Temizlenmeden, arınmadan, iyileşme olmaz. Türkiye de üç yüz yıldır benzer bir süreci yaşıyor. Bu bir milletin iç muhasebesidir. Tarihin, kültürün ve inancın köklerinden uzaklaşmanın, yabancı reçetelere mahkûm olmanın ve kendi cevherine yabancılaşmanın sonucu bir mide zehirlenmesidir bu.

Bir Zehrin Hikâyesi:

Osmanlı’nın son demlerinden itibaren başlayan, Batı’yı taklit ederek kendini kurtaracağına inanan zihniyet, aslında kendi bedenine yabancı ilaçlar zerk etti. O ilaçlar geçici ferahlık sağladı belki, ama uzun vadede bağışıklık sistemini çökertti. Dinini unutan, tarihine burun kıvıran, kendi medeniyet tasavvurunu inkâr eden bir toplum çıktı ortaya. Bu, zehrin yavaş yavaş yayılmasıydı. Bugün yaşadığımız sancılar; kültürel kargaşa, kimlik bunalımı, toplumsal çözülme işte bu zehrin vücuttan atılmak istenmesinin belirtileridir.

İstifrağ Gerekir, Ama Usulüyle:

Bir hasta nasıl ani ve sert müdahalelerle değil; bilinçli, kontrollü ve doğru zamanda yapılan tedavilerle iyileşirse, bir milletin de kendini arındırması “sühuletle, sükûnetle ve müsbet hareketle” olmalıdır. Bağırsak temizliği bir zorunluluktur; ama bu süreçte faydalı bakterileri öldürmemek gerekir. Toplumun yapıcı damarları, hâlâ yaşayan değerleri vardır. Onları koruyarak, zararlı unsurları ayıklayarak bir yenilenme mümkündür.

Hücre Değişimi:

Bir temizlik yetmez; asıl ihtiyaç, hücre yenilenmesidir. Yeni nesil, sadece geçmişin mirasını devralan değil; onu anlayan, hazmeden ve yeniden yorumlayan bir şuurla yetişmelidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Müsbet hareket” anlayışı burada temel bir ilkedir. Şikâyetle, yıkımla, nefretle değil; dua ile, tefekkürle, sabırla ve yapıcı gayretlerle bu millet kendi cevherini yeniden ortaya çıkarabilir. Hakiki medeniyet, ancak böyle doğar.

Yenilenmenin İmanı:

Bu yenilenme sadece aklî değil, imanî bir harekettir. Kalbin temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, aklın aydınlanması ile gerçekleşir. Ahlaki çöküntüyü ancak imanla, adaletle, ihlasla aşabiliriz. Yeni hücreler bu ruhla doğarsa, beden sağlıklı olur. Ve o zaman millet, kendi cevheriyle dirilir, şahlanır.

ÖZET:

Bu makale, Türkiye’nin son üç asırdır geçirdiği medeniyet krizi ve kimlik buhranını “mide zehirlenmesi” ve “bağırsak temizliği” metaforlarıyla ele alıyor. Taklitçi ve köksüz yönelimlerin milleti zayıflattığı, şimdi ise kontrollü ve hikmetli bir iç arınma ve hücre yenilenmesi sürecine ihtiyaç duyulduğu ifade ediliyor. Bu yenilenmenin ancak müsbet hareket, imanî derinlik ve yapıcı bir kültürel bilinçle sağlanabileceği ifade ediliyor. Makale, şikâyet yerine çözüm üreten bir diriliş çağrısıdır.

 

 




KUR’ÂN-I KERÎM’DE KİBİR, KİBRİYÂ, AZAMET VE MÜRADİFLERİ: İNSANIN TAŞIYAMAYACAĞI BİR YÜK

KUR’ÂN-I KERÎM’DE KİBİR, KİBRİYÂ, AZAMET VE MÜRADİFLERİ: İNSANIN TAŞIYAMAYACAĞI BİR YÜK

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.”
(İsrâ Sûresi, 37)

Kur’ân-ı Kerîm, insanın en temel hastalıklarından biri olan kibiri, pek çok âyette yererek, bu duygunun insanı nasıl bir uçuruma sürüklediğini hikmetli bir dille gözler önüne serer. Ancak Kur’ân sadece “kibir”den değil, onunla yakından ilgili olan “kibriyâ”, “azamet”, “istikbâr”, “tecebbür” ve “ulûv” gibi kelimelerle de bu ahlâkî marazı farklı boyutlarıyla ele alır. Bu kavramlar, kimi zaman sadece Allah’a ait bir sıfat olarak yüceltilirken, kimi zaman da insanın sınırlarını aşıp kendini ilahlaştırma eğiliminde kullanıldığında şiddetle yerilir.

  1. Kibir: İnsanın Taşkınlığı

Kur’ân’da “kibir” kavramı doğrudan ya da dolaylı olarak birçok yerde geçer. Kibir, insanın kendini üstün görmesi, başkasını küçük görmesi ve hakikate karşı tepeden bakmasıdır. Bu tavır ilk kez şeytanda tezahür etmiştir:

> “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”
(A’râf, 12)

Bu söz, kibirin en temel özelliğini yansıtır: Allah’ın hükmüne karşı gelme cüreti. Şeytan, bir varlığın yaratılış maddesini üstünlük sebebi sayarak hakkı reddetmiştir. İşte kibir, sadece insanlara değil, hakikate karşı da bir burun kıvırmadır.

  1. Kibriyâ ve Azamet: Sadece Allah’a Ait Olan Büyüklük

Kur’ân’da “kibriyâ” (ululuk) ve “azamet” (büyüklük) yalnızca Allah’a nisbet edilen yüce sıfatlardır:

> “O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse O’na kulluk et ve ibadetine sabret. Hiç O’nun bir adıyla adlandırılacak biri var mı?”
(Meryem, 65)

Hadis-i kudsîde şöyle buyurulur:

> “Kibriyâ ridâm (elbisem), azamet izârımdır. Kim bu ikisinde bana ortak olmaya kalkışırsa, onu cehenneme atarım.”
(Müslim, Birr, 136)

Bu beyan, kibriyâ ve azametin sadece Allah’a yaraştığını ve kulun bu sıfatlara talip olmasının bir ilahlık iddiası olduğunu ortaya koyar.

  1. İstikbâr: Hakkı Reddetmek

“İstikbâr” fiili Kur’ân’da genellikle müşriklerin ve azgın kavimlerin tavırlarını nitelemek için kullanılır. Örneğin Firavun, Hz. Musa’nın getirdiği hakikate karşı “istikbâr” etmiş, yani büyüklenerek hakkı kabul etmemiştir:

> “Kendilerini büyük görerek yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar…”
(A’râf, 146)

Burada dikkat çeken nokta şudur: İstikbâr, bilgiyle değil, nefisle büyüme eğilimidir. İnsan bazen hakikati bildiği halde, egosu yüzünden teslim olmaz. Bu, kalbin hastalığıdır.

  1. Tecebbür: Söz ve Tavırda Azgınlık

“Tecebbür”, daha çok zorbalıkla ve despotlukla ilgili bir büyüklük iddiasıdır. Kur’ân’da doğrudan geçmese de türevleriyle birlikte zalim krallar ve kibirli toplulukların davranışlarını tarif eder. Bu tür büyüklük, zulmü ve tahakkümü beraberinde getirir. Yani sadece düşünceyle bir reddediş değil, fiilî bir baskıyla da kendini gösterir.

  1. Ulûv: İlahlık Taslayan Üstünlük

“Ulûv” kelimesi, Kur’ân’da çok az geçer ama mânâca derinliklidir. İsrailoğulları’ndan bahsedilen bir âyette şöyle denir:

> “İki defa yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve büyük bir ululukla böbürleneceksiniz.”
(İsrâ, 4)

Bu kibir, sadece sıradan bir böbürlenme değil, yeryüzünde ilahlık iddiasına varan bir azgınlıktır. Firavun’un “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” sözü bu “ulûv”ün zirvesidir.

Sonuç: Kibri Taşımak İnsanı Ezer

Kur’ân bize açıkça şunu öğretir: Kibir, insanın taşıyamayacağı bir ilâhî sıfattır. Onu üstlenen ya azgınlaşır ya da helâk olur. Kibrin karşısına konulan en büyük fazilet ise tevazudur. Tevazu, insanı insan kılar. Çünkü insan, toprağa yakın olduğu müddetçe nebat gibi yeşerir. Kibir ise insanı göğe çıkardığını sanırken, yerin dibine batırır.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisi bu hakikati vecizce özetler:

> “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez.”
(Müslim, İman, 147)

ÖZET

Kur’ân’da “kibir”, insanın kendini büyük görmesi ve hakikati reddetmesi olarak kınanır. “Kibriyâ” ve “azamet” ise yalnızca Allah’a ait sıfatlardır. “İstikbâr”, hakkı bile bile reddetmek; “tecebbür”, zorbalıkla büyüklük taslamak; “ulûv” ise ilahlık iddiasına varan azgınlıktır. Bu kavramlar arasında anlam yönünden farklar olsa da ortak yönleri, Allah’a mahsus bir sıfata insanın tenezzül etmesiyle azap ve helâki çekmesidir. Kibir, kulun yüklenemeyeceği kadar ağır bir yüktür; onu atan yücelir, taşıyan ise ezilir.

 

 




KIYAMETİN GÖLGESİNDE: KUR’ÂN’DA ANLATILAN SON SAHNELER

KIYAMETİN GÖLGESİNDE: KUR’ÂN’DA ANLATILAN SON SAHNELER

“Ey insanlar! Rabbinizin azabından sakının. Çünkü kıyamet sarsıntısı çok büyük bir şeydir.”
(Hac, 1)

İnsanın en büyük gafleti, kalıcılığa dair kurduğu hayallerdir. Oysa Kur’ân, ısrarla ve defaatle hatırlatır: Bu dünya, bir sınav salonu; hayat, geçici bir misafirliktir. Ve bir gün gelecek, bütün perdeler kalkacak, hakikatin kendisi apaçık ortaya çıkacaktır. İşte o güne, Kur’ân “Yevmü’l-Kıyâme”, yani “Ayağa Kalkış Günü” der. Her şeyin alt üst olacağı o gün, Kur’ân’ın en çarpıcı anlatımlarıyla tasvir edilmiştir.

  1. Kâinatın Çöküşü: Kozmik Sarsıntı ve Bozulma

(Tekvîr, İnfitar, Zilzâl, Tekvir, İnşikâk)

Kur’ân’da kıyametin ilk safhası, kâinatın düzeninin bozulmasıyla başlar. Güneş dürülür, yıldızlar dökülür, dağlar yürütülür, denizler kaynatılır:

> “Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman…”
(Tekvîr, 1-3)

Bu ayetler, sadece fizikî bir çöküşü değil, dünyanın düzeniyle birlikte insanın alışkanlıklarının, güvenlik düşüncesinin ve kibirli istikrar hayalinin de sonunu ilan eder. Çünkü Kur’ân, kıyameti bir korku filmi gibi değil, bir uyanış çağrısı olarak sunar.

  1. Sûr’un Üfürülmesi: İlâhî Emirle Gelen Felâket
    (Zümer, 68; Kehf, 99)

> “Sûr’a üflenir; göklerde ve yerde olanlar baygın düşer…”
(Zümer, 68)

Sûr, İsrafil’in üflemesiyle başlayan ilâhî infilaktır. Birinci üfürüşte hayat sona erer; ikinci üfürüşle ise mahşer hayatı başlar. Bu sahne, ölümün mutlaklığına ve dirilişin kesinliğine işaret eder. İnsan, bir anda sahip olduğu her şeyden koparılır. Ne mal, ne makam, ne de sığınak kalır.

  1. İnsanların Kaçışı ve Şaşkınlığı
    (Abese, 33-37; Meâric, 10-14)

> “O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.”
(Abese, 34-36)

İnsanın en güçlü duygusu olan “aile bağı” bile o gün çözülür. Çünkü herkes, kendi derdine düşer. Yeryüzü titrer, gökyüzü parçalanır, kalpler korkuyla titrer. Kur’ân’ın bu sahneleri, insanın yalnızlığı ve acziyetini gözler önüne serer.

  1. Amel Defterleri ve Hesap Sahnesi
    (İsrâ, 13-14; Kâf, 18; İnşikâk, 7-12)

Kur’ân, insanların dünyada yaptıkları her şeyin kayıt altına alındığını bildirir:

> “İnsan, ne söylediyse yanında hazır bir gözetleyici vardır.”
(Kâf, 18)

O gün, defterler açılır, eller ve ayaklar şahitlik eder. İnkâr edenler defterlerini görünce:

> “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış? Küçük büyük hiçbir şeyi bırakmamış, hepsini sayıp dökmüş.”
(Kehf, 49)
derler. Bu sahne, mutlak adaletin ve eksiksiz muhasebenin ilanıdır.

  1. Terazi ve Mîzan: Adaletin Hassas Ölçüsü
    (A’râf, 8-9; Enbiyâ, 47)

Kıyamet, sadece korku değil; aynı zamanda adaletin tecelli ettiği gündür. Zerre kadar iyilik de, kötülük de tartılır:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür, kim zerre kadar şer işlerse onu da görür.”
(Zilzâl, 7-8)

Bu ölçüm, hem hakkın üstünlüğünü hem de insanın sorumluluğunu vurgular. Küçük görüp unuttuğumuz nice söz ve davranış, o gün karşımıza dikilecektir.

  1. Cennet ve Cehennemle Karşılaşma
    (Şems, 7-10; İnşikâk, 13-15; Gâşiye, 1-16)

O gün, insanlar iki gruba ayrılır. Mutlular ve yüzleri asılmışlar… Kur’ân bu ayrımı hem psikolojik hem de fiziki tasvirlerle anlatır:

> “O gün bazı yüzler aydınlıktır, Rablerine bakar. Bazı yüzler ise asıktır, bel kırıcı bir azabı bekler.”
(Kıyâme, 22-25)

Cehennem sahneleri yakıcı, ürkütücü ve sarsıcıdır. Cennet ise gölgelikler, pınarlar, rızalar ve ebedî saadetle tasvir edilir. Böylece Kur’ân, kıyameti sadece bir yıkım değil, aynı zamanda bir ayrışma ve ebediyet kapısı olarak sunar.

SONUÇ: KIYAMET, GELECEK DEĞİL, HAKİKATTİR

Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan kıyamet sahneleri, sadece korkutmak için değildir. Korku, ibret, tefekkür ve yöneliş içindir. Kur’ân, insanı dehşetle sarsar, ama ardından merhametle çağırır:

> “Geri dönmeden önce dön!”
Kıyamet, insanı tevbe etmeye, hesabı unutmamaya ve dünyanın geçiciliğini idrak etmeye çağırır.

Kur’ân, kıyameti büyük bir kopuş olarak değil, hakikatin ortaya çıkışı olarak anlatır. Zira o gün, perdeler kalkacak, herkes gerçeği bütün çıplaklığıyla görecektir. Asıl mesele, o gün için bugünden hazırlanabilmektir.

ÖZET

Kur’ân-ı Kerîm, kıyameti çok yönlü bir şekilde anlatır. Güneşin dürülmesi, dağların yürütülmesi, sûra üflenmesiyle hayatın sona ermesi, insanların şaşkın ve yalnız hali, amel defterlerinin açılması ve adaletin terazide ortaya çıkması bu sahnelerin bazılarıdır. Kıyamet, Kur’ân’da hem korkutucu hem de düşündürücü bir gerçekliktir. Cennet ve cehennemle nihayetlenen bu süreç, aslında insanın dünya hayatındaki imtihanının sonuçlanma anıdır. Kur’ân bu anlatımlarla, insana tevbe, teslimiyet ve ahiret bilinci kazandırmayı hedefler.

 

 




GÖZLE GÖRÜLMEYEN TEHDİT: KUR’ÂN-I KERÎM’DE CİNLER VE ŞEYTANLARIN YAPTIKLARI

GÖZLE GÖRÜLMEYEN TEHDİT: KUR’ÂN-I KERÎM’DE CİNLER VE ŞEYTANLARIN YAPTIKLARI

“Cin”i de yalın bir ateşten yarattı.”
(Rahmân, 15)

İnsan, görünen âlemi anlamaya eğilimlidir. Ancak Kur’ân, görünmeyen bir boyutu da ısrarla hatırlatır: Cinler ve şeytanlar. Onlar, gözle görülmezler ama hayatın içinde etkilidirler. Kur’ân bu varlıkları sadece bilgi vermek için değil, insanın muhasebe etmesi ve korunması için zikreder. Zira düşmanı tanımayan, ona karşı tedbir alamaz.

  1. Cinlerin Yaratılışı ve Mahiyetleri

Kur’ân’a göre cinler, dumansız ateşten yaratılmıştır:

> “Cinleri daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.”
(Hicr, 27)

Bu yaratılış, onların insan gibi bir akla ve iradeye sahip olduklarını, dolayısıyla iman veya inkâr edebileceklerini gösterir. Cin Suresi’nde bir grup cinin Kur’ân’ı dinleyip iman etmesi buna örnektir (Cin, 1-2).

  1. Cinlerin Görevleri ve İşleri

Kur’ân, bazı cinlerin çalışkan, hizmet eden, Allah’a boyun eğen varlıklar olduğunu bildirir. Özellikle Hz. Süleyman döneminde cinler:

İnşaat işleri yaparlar (Neml, 17; Sâd, 36-37),

Denizlerden inci ve mücevher çıkarırlar (Sâd, 37),

Süs eşyaları ve büyük kazanlar yaparlar (Sebe’, 13).

> “Cinlerden bir kısmı onun (Süleyman’ın) emrindeydi. Onun için kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde kazanlar yaparlardı.”
(Sebe’, 12-13)

Bu ayetler, cinlerin doğrudan insanlarla ilişkiye girebildiğini, fizikî işler yapabildiğini gösterir. Ancak dikkat çekicidir ki, Süleyman’ın ölümü sonrası onların bilgisizlikleri ortaya çıkar, çünkü onun öldüğünü bile anlamamışlardı (Sebe’, 14). Bu da cinlerin gaybı bilmediğini vurgular.

  1. Cinlerin Dinleme Çabası ve Sema’ya Giriş Yasağı

Kur’ân, cinlerin göğe yükselip meleklerin konuşmalarını dinlemeye çalıştıklarını, fakat bu denemelerinin ateşli alevlerle engellendiğini bildirir:

> “Doğrusu biz göğe dokunmaya çalıştık, ama onu güçlü bekçilerle ve alevlerle dolu bulduk.”
(Cin, 8-9)

Bu ifadeler, gayb bilgisinin Allah’a mahsus olduğunu, cinlerin ve şeytanların buna ulaşmak için uğraştığını ama engellendiğini ortaya koyar. Böylece hurafelere ve fala dayalı kehanetlere Kur’ân’dan net bir red gelir.

  1. Cin ve İnsan İlişkisi: Fısıltılar ve Telkinler

Kur’ân, cinlerin insanları saptırabileceğini, aldatabileceğini bildirir. Ancak bu etki zorlayıcı değil, telkin edicidir. Şeytan, insanın en zayıf noktasına fısıldar; karar insana aittir:

> “Şeytan dedi ki: Ben sizi çağırdım, siz de icabet ettiniz. Sizi zorlamadım.”
(İbrahim, 22)

Bu sözler kıyamet gününde, aldatılan insanlara yöneltilen bir azarlamadır. Çünkü Kur’ân’da şeytanın zoru değil, vesvesesi vardır. Asıl sorumluluk insandadır.

  1. Şeytanların Görevleri: Saptırma ve Fitne

Kur’ân, şeytanların görevini şöyle açıklar:

> “Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlar, birbirlerine yaldızlı sözlerle aldatıcı fikirler fısıldarlar.”
(En’âm, 112)

Şeytanlar sadece bireysel sapmaları değil, sistemli bir şekilde hakka karşı yapılan mücadeleyi de organize ederler. Günümüzdeki ideolojik sapmalar, medya manipülasyonları ve kültürel yozlaşma da bu organizasyonun bir yansıması olabilir.

  1. Şeytanın Allah’a Meydan Okuması ve İnsanla Savaşı

İblis, Âdem’e secde etmediğinde kıyamete kadar süre ister ve:

> “Yemin ederim, onları saptıracağım. Onlara süslü göstereceğim. Onları sağdan soldan kandıracağım…”
(A’râf, 16-17)

Bu sözler, insanla şeytan arasında süren ezelî mücadeleyi gösterir. Kur’ân bu gerçeği hatırlatır:

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman edinin.”
(Fâtır, 6)

SONUÇ: GÖRÜNMEYENLE İMTİHAN

Kur’ân, cin ve şeytanları anlatırken bir korku değil, farkındalık ve dikkat uyandırmak ister. Cinler fizikî işler de yapabilen bir varlık türüdür, bazıları iman ederken bazıları sapkındır. Şeytan ise insanın nefsini okşayarak, vesvese vererek onu hak yoldan uzaklaştırmaya çalışır. Ancak Kur’ân, bu varlıkların zorla hükmedemeyeceğini vurgular. Gerçek düşmanlık içimizdeki zaafla birleşen dış telkindedir.

İnsan, şeytanın oyununu değil, Allah’ın uyarısını dikkate almalıdır. Korkunun değil, bilincin hâkim olduğu bir kulluk anlayışı bizi korur. Kur’ân, bu nedenle şeytanı tanıtırken aynı zamanda dua, zikir ve takvayı öğretir.

ÖZET

Kur’ân-ı Kerîm’de cinler, dumansız ateşten yaratılmış, akıl ve irade sahibi varlıklar olarak anlatılır. Bazı cinler Hz. Süleyman’a hizmet ederken, diğerleri bilgi edinmek için göğe yaklaşmaya çalışır. Şeytanlar ise insanı vesvese ile aldatmaya çalışır, ama zorlayıcı güçleri yoktur. Gaybı bilmezler. Kur’ân bu anlatımlarla insanı bilinçli ve uyanık olmaya, nefsine ve dış telkinlere karşı teyakkuzda bulunmaya çağırır.

 




Ruhun Yolculuğu: Emir Dairesinden Ruhlar Âlemine

Ruhun Yolculuğu: Emir Dairesinden Ruhlar Âlemine

İnsan nedir? Nereden geldi ve nereye gidiyor? Bu soruların cevabı, insanın hakikatini anlamak isteyen her kalp için bir pusuladır. Ruh, Allah’tan gelen ilâhî bir emanet; ama bu ruh, öyle sıradan bir yerden gelmiş değildir. Kur’ân’ın ifadesiyle:

> “Ve yes’elûneke ani’r-rûh. Kul-ir-rûhu min emri Rabbî.”
“Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ 85)

Bu ayet, bize ruhun emir dairesinden geldiğini bildirir. Fakat bu “emir” ne demektir? Ve “ruhlar âlemi” dediğimiz hakikat ile nasıl bir bağlantısı vardır? Bu iki kavram, sanıldığı gibi aynı mıdır, yoksa biri hakikat, diğeri zuhurlar âlemi midir?

  1. Emir Dairesi: Zamanüstü Bir Varlık Alanı

Emir dairesi, Allah’ın “ol!” demesiyle var olan, zaman ve mekânın kayıtlarına bağlı olmayan bir yaratılış boyutudur. Fizikî sebep-sonuç zincirinden münezzehtir. Tıpkı Kur’ân’ın başka bir ayette buyurduğu gibi:

> “Onun emri bir şeyi murat etti mi sadece ‘Ol!’ demesidir, o da oluverir.” (Yâsîn 82)

İşte ruh, bu daireden gelir. Maddeye değil, emre bağlıdır. Yani ruh, fizikî kanunlara tabi değildir. Ne doğar, ne ölür; yaratılır ve yolculuğuna başlar. Ruhun yaratıldığı bu dairede zaman yoktur. Ruh, bir emirdir; emir ise yaratmanın en saf ve en direkt hâlidir.

Bu yönüyle emir dairesi; yaratılışın aslı, maddî âlemin üstü, ilâhî takdirin tecelli ettiği sahadır. Bu dairede Allah “ol” der, olur; aracıya gerek yoktur.

  1. Ruhlar Âlemi: Toplanma ve Hazırlık Mekânı

Ruhlar âlemi ise, emir dairesinden gelen ruhların toplandığı ve yaratılıştan önce bir araya getirildiği bir sahnedir. Kimi âlimler buna “ezelî misak âlemi” de der. Ruhlar burada “Elestü bi Rabbikum” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitabına muhatap olmuş,

> “Belâ! (Evet, Sen bizim Rabbimizsin)” (A’râf 172)
diye cevap vermişlerdir.

Bu yönüyle ruhlar âlemi; imtihanın öncesi, hazırlık alanı, ilâhî hitaba muhatap olmanın başlangıcıdır. Ruhlar henüz bedenle buluşmamış, ama Rableriyle tanışmışlardır. Bu tanıklık, insanın fıtratına derin bir kod olarak işlenmiştir.

Ruhlar âlemi, emir dairesinden gelen ruhların kendilerine verilen öz ile, zamanı gelince dünyaya gönderilmek üzere hazırlandığı bir bekleme ve tecelli alanıdır. Emir dairesi ise yaratılışın kaynağı, ruhlar âlemi ise ilk tecelli merkezidir.

  1. Ruhun Yolculuğu: Ezelden Ebed’e

Ruh, emir dairesinden gelir. Ruhlar âleminde toplanır. Ana rahmine gönderilir. Bedenle birleşir. Dünya hayatında imtihan olur. Ölümle berzaha geçer. Mahşerde tekrar dirilir. Ve ya ebedî saadete ya da azaba doğru yönelir.

Bu yolculukta ruh, her aşamada ayrı bir sınavdan geçer. Fakat unutulmamalıdır ki:
Ruh, fânî bedenin misafiri; ebed âlemin yolcusudur.

Emir dairesinden gelen ruh, insanın en derin cevheridir. O yüzden neyle beslenirse oraya yönelir. Dünyevî şeylerle beslendikçe ağırlaşır, yavaşlar. Ama zikre, fikre, ibadete ve Kur’ân’a yöneldikçe hafifler, yükselir, aslına yaklaşır.

  1. Hikmetli Bir İbret: Balığın Denize Dönüşü Gibi

Ruhu maddeyle sınırlamak, balığı karada tutmaya benzer. Oysa ruh, emir denizinden gelen bir inci gibidir. Onu sadece yemek, içmek ve eğlenmekle avutamazsın. Asıl yurdu ebediyet, asıl gıdası vahiydir.

Bir balık, ne kadar güzel bir kafeste tutulsa da, denizi özler. Ruh da ne kadar süslü bir bedenle gezse de, aslına dönme arzusu taşır. Bu yüzden insan, ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, ne kadar lezzetlere ulaşırsa ulaşsın, içindeki boşluğu kapatamaz. Çünkü o boşluk, ruhun Rabbine dönme iştiyakıdır.

Sonuç: Ruhun Sırrı Emirde Gizlidir

İnsan, ancak ruhunu tanıdıkça kendini tanır. Ruh, emir dairesinden gelen, yaratılışın ilâhî sırrını taşıyan bir emanettir. Ruhlar âlemi, bu ruhların ilk toplandığı ve Allah’ın rububiyetini tasdik ettiği ilk sahnedir.

Bu iki hakikat, insana büyük bir sorumluluk yükler:
Sen, sıradan bir et yığını değilsin.
Senin içinde Allah’ın “Ol!” emriyle yaratılmış ilâhî bir sır taşıyorsun.
O sırrı tanı, o ruhu kirletme, aslına dön.

Özet

Bu makalede, Kur’ân’ın “Ruh Rabbimin emrindendir” ayetinden hareketle “emir dairesi” ve “ruhlar âlemi” arasındaki fark ele alınmıştır. Emir dairesi, Allah’ın zamansız ve aracısız “ol” emriyle yaratılan boyuttur. Ruhlar âlemi ise bu ruhların toplanıp Rabbini tanıdığı bir hazırlık âlemidir. Ruh, bu iki hakikatten geçerek dünya hayatına girer. Ruhun aslı emirden olduğu için, dünyevî zevklerle tatmin olmaz; ancak vahiy ve ibadetle huzur bulur. İnsanın değer ve sorumluluğu, içinde taşıdığı bu ilâhî sırla doğru orantılıdır.

 

 




Gülenlerin Sessizliği: Mezarlıkta Hayatın Gölgeleri

Gülenlerin Sessizliği: Mezarlıkta Hayatın Gölgeleri

“Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:

   Elli sene sonra, bu kemal-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılab etmiş olacaklar.

كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ

kaidesiyle madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir, elbette gördüğün hayal değildir. ” Lemalar

***********

Hayatın en canlı anlarında, bir gülümsemenin ardında gizlenen hakikati görebilmek, insana hem bir uyanış hem de bir ürperti verir. Bir sinema perdesinde gördüğümüz kalabalıklar, şen şakrak insanlar, neşeyle gülüp oynayan topluluklar… O an bir perde aralanır ve hepsi, ileride mezarlığın sessiz sakinlerine dönüşmüş gibi görünür. Bu sahne, basit bir hayal değil, hakikatin sessiz bir çığlığıdır.

Zira hayat dediğimiz şey, daimî olmayan, bir nevi konaklama yeri gibidir. Gülümseyen yüzler, koşuşturan bedenler, nihayet bir gün durur; yüzler solar, bedenler toprağa döner. Elli yıl önce bir bayram sabahı sokaklarda neşeyle dolaşan çocuklar, belki bugün mezar taşlarının ardında sessizce beklemektedir. Hayatın bu kaçınılmaz dönüşümünü fark ettiğimizde, neşenin ardındaki hüznü; oyunun ardındaki gerçeği; kahkahanın ardındaki ebedî sessizliği hissederiz.

Bu manzara bir korku değil, bir uyanıştır. Çünkü insan, unutmaya meyyaldir. Kendini dünyada ebedî kalacak sanır, her anı sonsuzmuş gibi yaşar. Fakat hakikat, bütün gürültülerin sustuğu bir mezarlık sessizliğiyle haykırır: “Her gelen yakındır.” Bu Kur’ânî hakikat, bize zamanın aldatıcılığına karşı bir uyarıdır. Yakında olacak olan şeyler, aslında çoktan gelmiş gibidir. Çünkü zaman, bir göz açıp kapayıncaya kadar geçer.

Bu sebeple, yaşarken ölümü düşünmek, neşeye gölge düşürmek değil; neşeyi hikmetle tartmak, yaşantıyı ebedi yurdun ışığında değerlendirmektir. Zira bu dünya bir gölge oyunudur. Hakiki saadet ve ebedî neşe, bu gölgelere aldanmayanların olacaktır. Bu yüzden gülüşler, sadece fâni güzelliklere değil; ebedî bir hayatın hazırlığına eşlik etmeli. Aksi hâlde, o gülüşler bir gün sessiz bir pişmanlığa dönüşebilir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Lem’alar’daki temsilî bir sahnesinden yola çıkarak, hayatın faniliği, zamanın aldatıcılığı ve ölüm gerçeği üzerine düşündürücü bir bakış sunar. Neşeyle gülen insanların kısa bir zaman sonra mezarlık sakinlerine dönüşeceği hakikati, insanı gafletten uyandırmakta ve hayatı ebedî ahiret perspektifiyle anlamlandırmaya çağırmaktadır.
(Bak. http://www.erisale.com/index.jsp?locale=tr&bookId=7&pageNo=28#content.tr.7.28 )

 




GÖZ, KULAK, KALP VE AKIL: İNSANIN İÇ YOLCULUĞU

GÖZ, KULAK, KALP VE AKIL: İNSANIN İÇ YOLCULUĞU

Sözlerin yolu gözlerden geçer.
Kalbin yolu kulaktan geçer.
Aklın yolu kalpten geçer.
İnsanın özü ve sözü, göz ve kulaktan geçer.
Ruh ise bunlarla kanat bulup, pervaz eder.

Göz ve kulaktan nefse yol bulursa, kalb ve akıl yolunu şaşırır.
Ne kol kalır ne de kanat.
Uçmak değil, sürüngen gibi sürünmek kalır.

*********

İnsanın hakikat yolculuğu dıştan içe, içten öze doğru bir seyirdir. Göz bakar, kulak duyar, kalp hisseder, akıl tartar ve ruh uçar. Bu zincirin her halkası sağlam olursa insan yücelir; halkalardan biri koptuğunda ise insan sürçer, düşer, sürünür.

Söz gözden geçer. Çünkü göz sadece bakmaz, aynı zamanda konuşur. Bazen bir bakış, bir kitaptan daha çok şey anlatır. Bir gözün donukluğu, bir gönlün ölü olduğunu haber verir. Göz, gönlün penceresidir. Temizse manzara güzeldir. Kirliyse iç âlem bulanıktır.

Kalp kulağa bağlıdır. Çünkü kalp neye kulak verirse onu sever, ona bağlanır. Kulak, kalbin anahtarıdır. Gafletle dolu sözleri dinleyen bir kulak, zamanla kalbi katılaştırır. Hikmetle dolu seslere açılan bir kulak ise, kalbi cilalar, yumuşatır. Neye kulak verirsek, oraya yöneliriz.

Aklın yolu kalpten geçer. Çünkü akıl, sadece bilgiyle değil, kalbin yönlendirdiği istikametle çalışır. Kalpsiz bir akıl şeytanın eline düşer. Bu yüzden “akıllı ama zalim” insanlar çıkar ortaya. Kalp doğruysa, akıl hikmetli kararlar verir. Aksi hâlde akıl, kibir üretir; bilgi, bela olur.

Eğer göz ve kulak, nefse hizmet ederse; kalp şaşar, akıl sapar, ruh mahpus kalır. Göz harama bakarsa, kulak boş söze açılırsa, kalp kararır. Kalp karardığında akıl karışır. Akıl karışınca insan, kanatlı bir varlıkken sürünen bir varlık hâline gelir.

İnsan ya yükselmek için yaratılmış bir ruh kuşudur, ya da nefsin esiri olmuş bir sürüngendir. Ve bu fark, göz ve kulağın tercihiyle başlar.

O halde neye bakıyoruz, neyi dinliyoruz?
Kulaklarımızı neyle, gözlerimizi kimle, kalbimizi hangi sesle, aklımızı hangi bilgiyle besliyoruz?

Unutmayalım:
Göz ve kulak nefse yol bulursa, kalp ve akıl yolunu şaşırır.
Ama göz ve kulak Hakk’a yönelirse, kalp ve akıl nurla dolar, ruh özgürce kanatlanır.

ÖZET:

Bu makalede insanın göz, kulak, kalp, akıl ve ruh arasındaki hikmetli bağ anlatılır. Gözün kalbin aynası olduğu, kulağın kalbi şekillendirdiği, kalbin ise akla yön verdiği vurgulanır. Göz ve kulak nefse hizmet ederse insanın öz dengesini kaybedip sürünür hâle geleceği, Hakk’a yönelirse ise yüceleceği ifade edilir. İnsan ya göz ve kulakla beslenip ruhen uçar, ya da nefsin girdabında sürünür.