Darbelerin Gölgesinde Bir Siyaset: CHP ve Vesayet Ruhu

Darbelerin Gölgesinde Bir Siyaset: CHP ve Vesayet Ruhu

Türkiye siyasi tarihi, sadece seçim sandıklarıyla değil, tank izleriyle de yazılmıştır. Her darbe, bir milletin iradesine indirilen hançer; her muhtıra, demokrasinin bağrına saplanan zehirli bir ok olmuştur. Bu karanlık sayfalarda ise hep benzer gölgeler dolaşır: Vesayetçi zihniyet, halktan kopuk elitler ve özellikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tarihsel duruşu.

Tarihî belgeler, 27 Mayıs 1960 darbesine kadar geçen süreçte tam 11 ayrı cunta çalışmasının varlığını ortaya koymaktadır. Bunların 6’sı aktif darbe girişimidir. Hepsinin ortak noktası; askerin yönetime el koyması için zemin hazırlanması, siyasetin askeri kışkırtması ve çoğu zaman CHP ve dönemin lideri İsmet İnönü’nün doğrudan veya dolaylı dahli olmasıdır.

CHP, Türkiye’nin ilk partisi olarak kurucu rolünü üstlenmiş olsa da bu rol zamanla halkla çatışan, milletten kopuk, “halka rağmen halk için” anlayışına dönüşmüştür. Bu anlayış, çok partili hayata geçişle birlikte sık sık halk iradesine karşı pozisyon almıştır. “Ordu göreve!” pankartları, sokak eylemleri ve muhtıralarla şekillenen darbe iklimleri, genellikle CHP zihniyetinin ürettiği vesayet atmosferinde yeşermiştir.

27 Mayıs ve CHP’nin Rolü:

1960 darbesi, milletin sandıkla başa getirdiği Adnan Menderes’i alaşağı etmiş, sadece bir hükümeti değil, aynı zamanda milletin iradesini de darağacına göndermiştir. İsmet İnönü’nün darbe öncesi “şartlar olgunlaşınca ihtilal meşru olur” sözleri, darbeyi teşvik eden bir zihniyetin yansımasıdır. Darbe sonrası CHP’nin pasif değil, aktif bir destekleyici pozisyonda olması ise bu tavrın belgesidir.

Vesayet Zihniyeti ve Milletle Kavga:

CHP, çok partili dönemde çoğunlukla sandıkta kaybettiği gücü, “bürokratik elitler” eliyle telafi etmeye çalışmıştır. Yargı, üniversite, medya ve ordu içindeki vesayet odakları, CHP’nin siyasi başarısızlığını darbelerle telafi etmeye çalışmıştır. Milletin değerleriyle barışmak yerine, millete tepeden bakan ve onu “eğitilmesi gereken cahil kitle” gören bir anlayışla hareket edilmiştir.

Bu tavır, zamanla sadece bir partiyi değil; bir zihniyeti, bir elit sınıfı temsil eder hâle gelmiştir. Sandığı kaybettikçe darbeyi umut eden, oy alamadıkça muhtıraya sığınan bu zihniyet, demokrasinin en büyük tehditlerinden biri olmuştur.

İbretlik Sonuç:

Bugün artık halk, darbelerin karanlık yüzünü görmüş, vesayet odaklarına karşı bilinçlenmiştir. Ancak geçmişin ibretleri unutulmamalı, darbeci zihinlerle hesaplaşılmalı, demokrasiyi tehdit eden her yapı ifşa edilmelidir. CHP’nin geçmişiyle yüzleşmesi, bugünü anlaması ve milletle yeniden bağ kurması için bir zarurettir. Aksi halde, geçmişin hayaleti, geleceğin karanlığı olmaya devam edecektir.

Makale Özeti:

Bu makalede, CHP’nin 27 Mayıs 1960 darbesi başta olmak üzere Türkiye’deki darbelerle olan tarihsel ilişkisi ele alınmıştır. 11 cunta çalışması ve 6 darbe girişiminin CHP ve dönemin lideri İsmet İnönü ile bağlantılı olduğu vurgulanmış; halktan kopuk vesayetçi zihniyetin, darbeleri meşrulaştırmak için nasıl bir atmosfer oluşturduğu anlatılmıştır. Sonuç olarak, demokrasiye karşı duran bu zihniyetin, milletin iradesine karşı yürütülen sistemli bir kavga olduğu ifade edilmiştir.

( https://www.yenisafak.com/gundem/inonu-6-ay-once-idam-edilecekler-dedi-4709697

https://www.yenisafak.com/gundem/darbenin-basina-inonu-atadi-4710080 )

 




Zulüm İle Âbâd Olanın Âkıbeti: Zalim Zulmünde Boğulur

Zulüm İle Âbâd Olanın Âkıbeti: Zalim Zulmünde Boğulur

Bir Hakikat Makalesi

Tarih, zulmün izlerini taşıyan sayfalarla doludur. Firavun’dan Nemrut’a, Ebu Cehil’den modern çağın despotlarına kadar birçok zalim, güç ve iktidar sarhoşluğuyla mazluma el uzatmış, hakkı ayaklar altına almıştır. Lakin hiçbir zulüm ebedî olmamıştır. Çünkü “Zalim zulmünde boğulur” hakikati, bir kader kanunu gibi işler. Zalim için iki hesap vardır: Biri dünyada, diğeri ise ahirettedir.

Kur’an-ı Kerim, bu hakikati en veciz şekilde Mü’min Suresi’nde beyan eder:

> “Nihayet Allah, onların kurdukları kötü tuzaklardan bu kişiyi korudu; Firavun ailesini ise şiddetli bir azap kuşatıp yok etti. Bu azap, onların sabah akşam sokulacakları ateştir. Kıyamet koptuğunda, ‘Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın!’ denilecek.” (Mü’min, 45-46)

Bu ayetlerde, zalimlerin kurduğu tuzakların kendi başlarına döneceği ve dünyada başlayıp ahirette zirveye varacak bir azabın onları beklediği bildirilir. Firavun ailesi gibi, mazluma kan kusturanlar, sabah akşam azapla yüzleşmektedirler. Bu azap sadece cehennemde değil; vicdan azabı, toplumdan dışlanma, psikolojik yıkım ve tarihî lanetle de tezahür eder.

Bediüzzaman Said Nursî de bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Eğer dinsizlik hesabına, imani hizmetimize ilişenler olsa kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri — büyük olduğu için — ahirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca ta’cil edilmez.”

Yani büyük zulümler, bazen hemen değil, ahirete bırakılır; fakat bu gecikme, cezanın büyüklüğündendir. Hak namına değil, şirk, küfür ve fitne hesabına yapılan zulümler, Allah katında ağır bir vebal yükler. Ve çoğu zaman Allah, mazlumun âhını yeryüzünde bir zelzele gibi titreten olaylarla duyurur.

Bugünün zalimleri de istisna değildir. Filistin’de bir nesli katleden, çocukları toprağa gömen, mabetleri yıkan, insanlığı utandıran Netanyahu gibi isimler, dünya sahnesinde birer Firavun olarak boy göstermiştir. Lakin görünüşte sağlam sandalyelerde otursalar da o koltukların altı çoktan boşalmıştır.

Son gelişmelere göre, ABD ve Avrupa’da Netanyahu’ya destek zayıflamış, İngiltere ilk somut adımı atarak serbest ticaret anlaşmasını askıya almıştır. Artık “ipi çekilen” Netanyahu için iltica kapıları aranmakta; “kaçacak ülke” haberleri gündemde yer bulmaktadır. Zira zulmün sürdüğü yerde adalet barınmaz, adaletin terk edildiği yerde ise hiçbir iktidar ebedi kalmaz.

Bu gelişmeler, ilahi adaletin bir yansımasıdır. Dünyada başlayan bu çözülme, zalim için bir düşüşün alametidir. Her firavunun bir Musa’sı vardır; her zalimin sonu kendi zulmüdür.

Sonuç ve İbret:

Zulüm, sadece mazluma değil, zalimin kendisine de bir intikam olarak döner. Her taş yerini bulur, her âh bir yankı yapar. Bugün Netanyahu gibi zalimler için dünya daralıyor. Mazlumların gözyaşları, semaya yükselirken, ilahi adalet sessiz ama sarsıcı adımlarla yürümektedir.

Unutulmamalı ki:

> “Zulüm ile âbâd olanın âkıbeti berbat olur.”

Makale Özeti:

Bu makalede, Kur’an’dan alınan Firavun kıssası ve Bediüzzaman’ın zulümle ilgili tesbitleri ışığında, günümüzdeki zalimlerin akıbeti değerlendirilmiştir. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun giderek yalnızlaşması ve uluslararası desteğini kaybetmesi, “zalim zulmünde boğulur” hakikatinin tecellisi olarak görülmüştür. İlahi adaletin hem dünyada hem de ahirette işleyişi vurgulanmış, mazlumların duasının asla karşılıksız kalmayacağı hatırlatılmıştır.

 

 




Esas Olan İslam’ın İzzetidir

Esas Olan İslam’ın İzzetidir

Tarihin her safhasında müminler için en büyük şeref, en büyük gaye, İslam’ın izzetini korumak ve yüceltmek olmuştur. Zira Müslüman, kendi şanını ve çıkarını değil, Allah’ın dini uğruna izzetli bir duruş sergilemeyi gaye edinir. Bu izzet, bir milletin değil, bir ümmetin haysiyetidir; bir ideolojinin değil, Allah’ın dininin vakar ve üstünlüğüdür.

İzzet, Kur’an’da doğrudan Allah’a, Resûlü’ne ve müminlere ait olarak tanımlanır:

> “İzzet Allah’ındır, Resûlü’nündür ve müminlerindir…” (Münâfikûn, 63/8)

Bu ayet, İslam’ın izzetinin pazarlık konusu edilemeyeceğini, dünya menfaatleri için feda edilemeyeceğini açıkça ortaya koyar. Ne zaman ki Müslümanlar bu izzeti unutur, zilletin bataklığına saplanırlar. Ne zaman ki bu izzeti yüceltirler, Allah onları izzetle yüceltir.

Zilletle Barış, İzzetle Savaşmak

Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da söylediği o meşhur söz, İslam izzetinin tarih boyunca nasıl bir mihenk taşı olduğunu gösterir:
“Zillet bize yaraşmaz.”
Onun gözünde hak yolda ölmek, bâtıla boyun eğmekten bin kat daha izzetlidir. Çünkü izzet, sadece yaşarken değil, ölürken de korunması gereken bir haysiyettir.

Nice kavimler, izzeti terk edip zalimlere meylettikleri için zelil oldular. Hâlbuki Allah şöyle buyurur:

> “Sakın, inkâr edenlere meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur.” (Hûd, 11/113)

İslam’ın izzeti, gafletle, menfaatle, korkuyla veya dünya sevgisiyle değiştirilemez. Bugün ümmetin karşılaştığı zilletin arkasında, bu izzet anlayışından uzaklaşmak yatmaktadır. Zira ümmet, Allah’ın davasını öncelediğinde izzet bulmuş, terk ettiğinde başkasının merhametine muhtaç hale gelmiştir.

İzzetin Bedeli: Sabır ve Direniş

İzzetli olmak kolay değildir. Bazen yalnız kalmayı, bazen mahrumiyeti, bazen de zulme karşı direnmeyi gerektirir. Peygamber Efendimiz (sas), Taif’te taşlandığında, Uhud’da yaralandığında, Hudeybiye’de ağır şartları kabullendiğinde dahi izzetini kaybetmedi; çünkü onun izzeti, hakka bağlılığından geliyordu.

Zira İzzetini İslam’da arayan zelil olmaz.
Gerçek hayatda İslam’ın izzetini hiçbir şahsi, makam veya zalime boyun eğmeden yaşanmış bir ömürdür.

Bugünün Müslümanına Mesaj

Günümüz Müslümanı, bazen küçük menfaatler için eğilip bükülmeyi, sessiz kalmayı, hakkı örtmeyi tercih ediyor. Bu tutum, sadece kişisel bir tercih değil; ümmetin topyekûn izzetini zedeleyen bir zaaftır.

İslam’ın izzeti, sosyal medya beğenilerine, makam beklentilerine, siyasi ittifaklara kurban edilemez. Müminin duruşu, zamanın rüzgarına değil, Allah’ın emrine göre şekillenmelidir.

Özet

“Esas olan İslam’ın izzetidir” anlayışı, müminin hayatında hem hedef hem ölçüdür. Kur’an’da izzetin Allah’a, Resûlü’ne ve müminlere ait olduğu belirtilir. Bu izzet, dünyevi çıkarlar uğruna feda edilemez. Tarih boyunca izzeti koruyanlar yücelmiş, terk edenler zelil olmuştur. İzzetli duruş, sabır, direniş ve hakka bağlılık ister. Günümüz Müslümanları için de bu anlayış, yeniden dirilişin anahtarıdır.

********

Nefsi Aşağıda, Vazifeyi Yüksekte Bilmek

“Zira nefis cümleden edna, vazife cümleden a’lâ.”
Bu kısa ama derin söz, insanın hayatındaki asıl dengeyi ve kulluk çizgisini en özlü şekilde ifade eder.

Nefis; şöhret, rahatlık, makam, çıkar ve tembellik ister. Vazife ise; mücadele, gayret, sabır, fedakârlık ve sebat ister. İkisi çoğu zaman çatışır. İşte o an, kişinin kim olduğunu belirleyen kritik bir tercihle karşılaşırız: Nefsini mi yüceltecek, vazifesini mi?

Peygamberler, evliya, âlimler ve hak dostları, nefislerini ayaklar altına alarak vazifeyi başlarının üstünde tutmuşlardır. Onlar için önemli olan, kendi istekleri değil, Allah’ın muradı idi.
İbrahim Aleyhisselâm, evladını kurban etmeye razı olurken;
Musa Aleyhisselâm, Firavun’un karşısına çıkarken;
Resûl-i Ekrem (sas), taşlanmayı, açlığı, yalnızlığı göze alırken işte hep bu hakikate tutunmuşlardı:
“Nefsim değersizdir; vazifem azizdir.”

Nefis bir dilenciye benzer. Ona kulak verilirse sürekli ister, şikayet eder, yormaktan başka işe yaramaz. Ama susturulursa, insan kemale erer. Çünkü insanın değeri, nefsini ne kadar küçülttüğü, vazifesini ne kadar yücelttiğiyle ölçülür.

Bugün ümmetin yaşadığı zilletlerin, şahsî ve toplumsal buhranların temelinde bu dengenin bozulması vardır. Nefsini merkeze alan, vazifeyi ikinci plana atan bir toplum izzetini de kaybeder. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bizden beklediği şey bellidir:
“Benim için yaşa, Benim için yürü, Benim için konuş.”

Eğer bir mümin, “ben ne isterim?” değil, “Rabbim benden ne ister?” sorusunu merkeze alırsa, işte o zaman gerçek bir izzete erişir. Çünkü izzet, nefse değil, vazifeye tâbi olanlaradır.

Özet

“Zira nefis cümleden edna, vazife cümleden a’lâ” sözü, nefsin arzularını değil, Allah’tan gelen vazifeyi öncelemenin önemini vurgular. Peygamberlerin ve âlimlerin hayatı bu hakikatin canlı örnekleridir. Nefsini yücelten, izzeti kaybeder; vazifeyi üstün tutan ise hakiki şerefe ulaşır. Bu denge, hem bireysel kemalin hem de ümmetin dirilişinin anahtarıdır.

 

 




Taş Yağmuruna Tutulan Kavim: Lut Kavminden Zamanımızdaki Sapmalara Mesajlar

Taş Yağmuruna Tutulan Kavim: Lut Kavminden Zamanımızdaki Sapmalara Mesajlar

“Ve biz onların üstüne taş yağdırdık. Uyarılanların sonu ne kötü oldu!” (A’râf, 84)

Tarihin karanlık sayfalarında, helak ile damgalanmış bir kavim vardır: Lut Kavmi.
Onlar sadece bir ahlâksızlığı değil, yaratılış fıtratına meydan okumayı tercih ettiler. Kadını bırakıp, erkeğe yönelerek sadece şehveti değil, insanlığın en temel değerlerini de çiğnediler. Bu sapma sadece bireysel bir günah değil, toplumsal bir sapkınlık haline gelmişti. Ve Allah Teâlâ, bu ahlâkî yıkıma karşı bir uyarı ve ibret olarak onları helak etti.

Lut Kavmi: Fıtratın İsyanına Karşı İlâhî Cezalandırma

Hz. Lut (aleyhisselâm), onları defalarca uyardı:
“Bu yaptığınız işi, sizden önce hiçbir ümmet yapmamıştı.” (A’râf, 80)
Ama onlar ne akla kulak verdiler, ne de vahye. Nihayet, Allah’ın emriyle melekler geldi. Gecenin bir vakti, şehir altüst edildi. Üstlerine taşlar yağdı. Onların gülüp eğlendikleri sokaklar, lanetle mühürlendi.

Bu kıssa sadece geçmiş bir hadise değil; her çağda insanlığa bir uyarıdır. Çünkü sapma tekrar ettiğinde, sonuç da tekrar edebilir.

Zamanımızdaki Lutîlik: Etiket Değişti, Günah Aynı

Bugün ise bu sapkınlık “özgürlük”, “kimlik”, “onur” adı altında pazarlanıyor. Renkli bayraklar altında işlenen fıtrat cinayeti, “seçim” kılıfıyla normalleştiriliyor. Lut kavminin yaptığı neyse, bugün yapılan da odur. Tek fark, çağdaş etiketler ve dijital desteklerdir.

Toplumlar, bu sapmayı ahlaki bir seçenek olarak görmeye başladığında, aslında kendi sonlarının zeminini hazırlarlar. Bir milletin çöküşü, sadece ekonomik değil, fıtri ve ahlâki çöküşle başlar.

Peki Neden Bu Kadar Tehlikeli?

Çünkü bu sapkınlık:

Fıtratı bozar, insanı insan olmaktan uzaklaştırır.

Aile yapısını yıkar, nesli tehdit eder.

Toplumu iffetsizliğe, hayasızlığa alıştırır.

Allah’ın gazabını çeker.

Tarih boyunca nice kavimler zulümle, inkârla helak oldu; ama Lut kavmi özel bir azaba uğradı. Çünkü yaptıkları sapkınlık, insanlık onuruna da, ilahî düzene de meydan okumaktı.

Tebliğ, Merhametle Ama Netlikle Olmalı

Elbette bu günahı işleyen insanlar tamamen düşman değildir. İnsanlar bozulabilir, ama asıl tehlike günahın normalleşmesidir. Müminin görevi, bu sapmayı ifşa etmek, ama bunu öfke değil, rahmetle yapmaktır. Hz. Lut gibi uyarıcı olmak, ama zulmetmemek gerekir.

Günahı sevmeyiz, ama günahkârı kurtarmak isteriz. Çünkü her insan tövbeye muhtaçtır. Bugün bu yoldan dönecek bir kişi, yarın bir kavmin kurtuluşuna vesile olabilir.

Ey Nefsim, Ey İnsanlık!

Lut kavminin ibret dolu sonunu tekrar hatırla. Onların şehirleri hâlâ toprak altında, ama mesajları hâlâ gökyüzünden haykırıyor:

“Fıtrata savaş açarsan, yer sana dar gelir.”

Yaratılışın hikmetini unutma. Erkek erkekle, kadın kadınla değil; erkek kadınla, rahmetle, evlilikle huzur bulur. Bu sadece inanç meselesi değil; insanlık meselesidir.

Özet:

Bu makale, Kur’an’da helak edilen Lut Kavmi üzerinden, LGBT hareketlerinin ilahi düzen ve fıtrat açısından değerlendirmesini yapmaktadır. Lut Kavmi’nin sapkınlık nedeniyle yok edilmesi, sadece tarihi bir olay değil, her döneme hitap eden bir uyarı olarak ele alınır. Günümüz LGBT akımlarının benzer sapkınlıkları modern kılıflarla meşrulaştırmaya çalıştığına dikkat çekilir. Makale, müminin bu duruma karşı tebliğ görevini merhametle ama netlikle yapması gerektiğini vurgular. Son olarak, insanlığa ve nefse “fıtrata karşı gelmenin sonu hüsrandır” mesajı verilir.

 




Bir Günlük Dünya: Kabirden Dönüş Hakkı Olsaydı…

Bir Günlük Dünya: Kabirden Dönüş Hakkı Olsaydı…

“Kabirde yatanlara bir günlüğüne, bir ay ya da bir yıl dünyaya dönme izni verilseydi ne yaparlardı? Neyi isterlerdi? Ne için koşarlardı?”

Kabir, pişmanlıkların sessizce yankılandığı bir duraktır. Hayatın bittiği, hesap gününe kadar bekleyişin başladığı yerdir. Ama ya bir istisna olsaydı? Eğer kabirde yatanlara, Rabbimiz tarafından dünyaya bir süreliğine dönüş hakkı tanınsaydı?

Bir Günlük Dünya: Sadece 24 Saat

Eğer sadece bir gün verilseydi, o mevtalar sabah ezanında secdeye kapanırdı. Namazlarını gözyaşlarıyla eda eder, her secdede içlerini dökerlerdi. Hayattayken unuttukları bir yetimin başını okşar, bir ihtiyaç sahibine gizlice sadaka uzatırlardı. Belki de ellerinde sadece bir günlük zaman olduğunu bilerek en çok dua eder, en fazla istiğfar eden kişi olmaya çalışırlardı.

Bir tek kul hakkını ödemek için onlarca kilometre yürüyenler olurdu. “Beni affet, senden helallik istiyorum” diye diz çöken nice insan görürdünüz. Çünkü bilirlerdi ki, affedilmeden kabre dönmek, azabın yükünü taşımaktır.

Bir Aylık Dünya: 30 Günlük Hasat Zamanı

Eğer bir ay verilseydi, o mevtalar Kur’an’a sarılırlardı. Her sayfasında gözyaşı olurdu. Geceleri seccade ıslanır, sabahları istiğfarla başlardı. Oruç tutarlar, açlığın kıymetini bilir, nimetin değerini her lokmada hissederlerdi.

Ailelerini toplar, evlatlarına şefkatle nasihat eder, eşlerine “Hakkını helal et” der, komşularına ulaşır, geçmişi temizlemek için çırpınırlardı. Belki bir okula kitap alır, bir camiye gizli yardım ederlerdi. Her iyilikle “şimdi kabre dönersem bu yanımda gelsin” derlerdi.

Bir Yıllık Dünya: Hakiki Hayata Yatırım

Eğer bir yıl verilseydi, o mevtalar dünya işlerini değil, ahiret sermayesini artırmak için yaşarlardı. Lüks ev değil, bir garibin evi için çalışırlardı. Yeni araba değil, yetim bir çocuğun okul masrafı için ter dökerlerdi.

Belki bir vakıf kurarlar, bir Kur’an kursu inşa ederler, belki bir hapishaneyi ziyaret eder, bir genci intihardan döndürürlerdi. Her sabah “Bugün bana son verilen gün olabilir” diyerek yaşarlardı. Nefeslerinin her biri bir ganimet olurdu onlara.

Peki Biz? Henüz Hayattayken Ne Yapıyoruz?

Onlara verilmeyen o bir günü, o bir ayı, o bir yılı bizlere Rabbimiz her gün veriyor. Biz henüz hayattayız. Nefes alıyoruz. Affedilme şansımız, tevbe hakkımız, iyilik yapma imkânımız, namaza koşma fırsatımız var. Ama biz, mezardakilerin arzuladığı o şeyleri ne kadar önemsiyoruz?

Bugün secdeye varabiliyorsak, varalım. Bugün affedebiliyorsak, affedelim. Bugün sadaka verebiliyorsak, elimizi uzatalım. Çünkü yakında biz de “bir gün daha” diye yalvaranlardan olabiliriz…

Özet:

Bu makale, kabirde bulunanlara geçici bir süreliğine dünyaya dönme izni verilseydi, neler yapacaklarını hayalî ve ibretli bir anlatımla işler. Bir gün, bir ay ve bir yıl gibi sürelerde mevtaların öncelikle namaz, tevbe, sadaka, kul hakkı, Kur’an tilaveti ve ahiret için amel gibi değerlere odaklanacakları vurgulanır. Asıl amaç, hayatta olan okuyuculara, henüz ellerindeyken bu fırsatların kıymetini bilmeleri gerektiğini hatırlatmaktır. Ölümden ibret alınmalı, hayatın her nefesi ahirete yatırım olarak değerlendirilmelidir.

 

 




Bir Mevtanın Günlüğü: Sessizlikte Başlayan Sonsuzluk

Bir Mevtanın Günlüğü: Sessizlikte Başlayan Sonsuzluk

“Bugün, hayatımın ilk günü değil; ölümümün ilk günü…”

Toprak üzerindeki son adımımı attıktan sonra artık gözlerim kapanmış, nefesim susmuştu. İnsanlar, bedenimi kefene sarmış, beni sevip sevmediklerini fısıldayarak uğurlamıştı. Gözyaşları, dualar, omuzlarda taşınan bir tabut… Ve sonra: Sessizlik.

Kabirdeki İlk Gün

Toprağın serinliğiyle karşılaştığımda, dünya artık arkamda kalmıştı. Gözlerim görmese de başka bir görüş başlamıştı. Artık zamansız bir âlemdeydim. Sanki her şey durmuş, ama her şey yeni başlamış gibiydi. İnsanların sesi kesildiğinde meleklerin sesi yükseldi.

“Rabbin kim?” diye soruldu.
“Dinim ne?”
“Bu zat (Peygamber) hakkında ne dersin?”

Hayatım boyunca dille söylediğim cevaplar, kalbimde ne kadar karşılık bulmuştu? Dil değil, kalp konuşuyordu artık. Samimiyet terazideydi. Artık kandırmak yoktu, gösteriş yoktu, rol yoktu. Sadece gerçek bendim ve gerçek cevaplar.

Kabir Bir Bahçe mi, Bir Çukur mu?

Sonra kabir şekillenmeye başladı. Kimine bir cennet bahçesi olur dedilerdi; kimine cehennem çukuru. Benim için hangisi olacaktı? Hayatta iken yaptıklarım, söylediklerim, gizlediklerim, pişmanlıklarım bir bir dizilmeye başladı önüme.

Bazen daraldım, bazen ferahladım. Bazen ruhum titredi, bazen huzurla doldu içim. Çünkü kabir, dışarıdan bakıldığında sadece toprak altıydı; ama içerden bakıldığında ya rahmetti ya azap…

Diğer Mevtalarla Sessiz Konuşmalar

Zannettim ki kabir yalnızlıktır. Değilmiş. Sessiz misafirler çokmuş burada. Her biri farklı bir dünyadan, farklı bir geçmişten gelen ölüler… Ama hepsinin ortak bir hali vardı: Pişmanlık. Yaşayamadan gelenler, yaşayıp da değer veremeyenler, fırsatları boşa harcayanlar…

Dilsiz ama dertliydik hepimiz. Konuşmasak da anlaşırdık. Çünkü buradaki dil, amellerin sesiydi. “Benim namazlarım vardı ama kalbim neredeydi?” diyen de vardı, “Bir tebessümü çok gördüm, bir affı geciktirdim” diyen de…

Zaman, Kabirde Farklı Akar

Bir gün mü geçti, bir yıl mı, yoksa yüzyıllar mı? Zaman burada farklıydı. Dünya saatine göre değil, ebediyet takvimine göre işlerdi burası. Ölüm, dünyadaki saatin durduğu; ama ahiretin saatinin çalışmaya başladığı andı. Kabirde geçen her dakika, hayatın her saniyesinin karşılığını ortaya koyardı.

Kabirden Öğütler

Eğer size bir mektup yazabilseydim, derdim ki:

Hayatı boş şeylerle geçirme.
Bir gönül yıkma, çünkü burada onun yankısı susmaz.
Bir namazı erteleme, çünkü burada pişmanlık geç kalır.
Bir iyiliği gizlice yap, çünkü burada en çok o parlıyor.
Ve her gün ölümü hatırla, çünkü o seni unutmuyor.

Özet:

Bu makale, vefat etmiş bir insanın (mevtanın) kabirdeki ilk gününden başlayarak, kabir hayatındaki ruhsal ve manevi yolculuğunu anlatmaktadır. Mevtanın gözünden; sorgu meleklerinin gelişi, zamanın farklı akışı, diğer mevtalarla ruhsal bağlar ve dünya hayatının yankılarının kabirdeki tezahürleri ele alınır. Makale, okuyucuya ölümün sadece bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu; kabirdeki ilk dakikaların dünyadaki her davranışın karşılığıyla şekillendiğini ibretli bir üslupla sunar. Ölümden korkmak değil; ona hazırlıklı olmak gerektiği mesajı verilir.

 

 




Bir Mezarcının Günlüğü: Sessiz Misafirlerin Dili

Bir Mezarcının Günlüğü: Sessiz Misafirlerin Dili

Ben bir mezarcıyım.
Toprağın altına indirilen her insanın ardından son toprağı atan elim, zamanla hayata başka bir gözle bakmayı öğrendi. Benim mesleğim, ölümü taşıyan değil; hayatı hatırlatan bir meslek oldu. Çünkü bir mezarcının günlüğü, toprak altında kalan bedenlerle değil; onların geride bıraktığı sessiz haykırışlarla doludur.

Her Mezarda Bir Ayna

Her defin, bir tefekkürdür aslında. Kimisi zengin, kimisi fakir… Kimisi şöhretli, kimisi bilinmeyen biri… Ama kefenleri hep aynı, toprağı aynı, mezar taşı benzerdir. İşte orada anlar insan, fani olanın hükmü yok. Bir zamanlar dünya için yarışanlar, şimdi aynı toprağın misafiri. Her mezar, bana bir ayna tutar: “Sıra sana da gelecek” der sessizce.

Bir gün bir çocuk defnettik, oyuncakları da yanındaydı. Bir gün yaşlı bir nine, seccadesiyle geldi. Genç bir delikanlı… Evleneceği gün ebedî âleme uğurlandı. Her biri, hayatın bir yönünü fısıldadı kulağıma: “Hazır mısın?” diye…

Toprağın Altında Çürüyen Değil, Üstünde Unutan Var

İnsanlar, ölüleri toprağa bırakır; ama çoğu kendi ölümüyle hiç yüzleşmez. Mezarlıkta toprakla haşır neşir olan bir mezarcı, sadece ölüyü gömmez; dirilere mesaj taşır. Çünkü toprağın altındakiler sessizdir; ama o sessizlik bir haykırıştır aslında: “Ben de senin gibiydim, sen de benim gibi olacaksın.”

Bu hayatta her şey yalan olabilir ama bir gerçek var: Ölüm. Ve ölüm, sadece bir son değil, bir başlangıçtır. Kabirde attığım her kürek toprağın, benim ecelime biraz daha yaklaştığını hatırlatır. Her mezar kazmam, kendi mezarımı biraz daha şekillendirir sanki.

Mezar Taşlarının Lisanı

Mezarlıklar garip yerlerdir. Kalabalık ama sessiz… Her taş, bir hikâye anlatır. Ama anlatmak isteyen çok azdır. Çünkü kalpler bu çağda sertleşti. Ölümü hatırlamak içimizi daraltıyor sanıyoruz. Halbuki ölüm, daraltmaz; hayatı genişletir. Kıymetini artırır. Her gün kazdığım mezar bana şunu öğretiyor: Gerçek saadet, gömülecek kadar mal biriktirmekte değil; gömülmeye hazır bir kalp taşımaktadır.

Benim Vaktim, Onların Sessizliğiyle Dolu

Günüm, definle geçer. Aralarda, boş mezarların başında durur, dua ederim. O sessizlikte büyük bir dil var. Her taş, her kürek, her çukur bana bir şey söyler. Ve ben, onları dinledikçe daha az konuşurum artık. Çünkü mezarlıkta çok şey öğrenirsin ama anlatamazsın herkese. Anlayana zaten bir mezar taşı yeter.

Özet:

Bu makale, bir mezarcının hayatından kesitlerle, ölümün ve mezarlıkların insana verdiği hikmetli dersleri ele almaktadır. Mezarcı, toprağa her cenazeyi defnederken aslında hayatı daha iyi anlamaya başlamış, ölümü bir korku değil, uyanış vesilesi olarak görmüştür. Mezarlık, dünya nimetlerinin geçiciliğini, hayatın fani yüzünü ve kalıcı olanın ahiret olduğunu en açık şekilde anlatır. Bu yazı, ölümle yüzleşmenin aslında daha dolu, daha şuurlu bir hayat yaşamak anlamına geldiğini ibretli bir dille vurgular.

 




Bir Gassalın Günlüğü: Sessiz Bedenlere Son Hizmet

Bir Gassalın Günlüğü: Sessiz Bedenlere Son Hizmet

Ben bir gassalım.
Gasilhanede geçen her an, ömrümden bir yaprak koparır gibi olur. Çünkü her yıkanan beden, bana hayatın ne kadar kırılgan ve geçici olduğunu bir kez daha fısıldar. Ben, ölülerin sessizliğini yıkayan, son yolculuğuna onları hazırlayan kişiyim. İnsanlar hayatta kalmak için uğraşırken, ben vefat edenlerin bedenleriyle meşgulüm. Ve bu meşguliyet, sadece bedenlerle değil; kalbimle, ruhumla, imanımla gerçekleşir.

Sonsuzluğa Açılan Temiz Kapı

Gasilhane… Beton duvarlar, beyaz örtüler, sessiz akan sular ve ruhları terk etmiş bedenler… Burada konuşulmaz, sadece düşünülür. Her beden, hayattan bir sayfa. Kimi genç, kimi yaşlı. Kimi hâlâ tebessüm eder gibi, kimi acılarla buruşmuş. Ama hepsinde aynı sessizlik, aynı teslimiyet.

Onları yıkarken, sanki ben arınırım. Her sabun köpüğü, nefse, gaflete vurulan bir tokat gibidir. Her su damlası, “Bir gün sen de böyle yıkanacaksın” diye fısıldar kulağıma. O an, dünya sanki elimi bırakır da, ebediyetle yüzleşirim. Çünkü bu iş, sadece temizlik değil; bir dua, bir hazırlık, bir veda törenidir.

Gassalın İç Dünyası

İnsanlar gasilhaneyi korku yeri sanır. Oysa burada korkudan çok tefekkür vardır. Her gün, birkaç beden yıkarım. Kimi zaman genç bir gelin, kimi zaman ömrü dağ gibi geçmiş bir ihtiyar… Yıkarken içimden sürekli şunu geçiririm: “Hayat bir nefesmiş, bitti.”

Bazen bir çocuğun küçük bedeniyle karşılaşırım. Küçücük ayaklar, oyun oynayamayacak artık. Bazen bir annenin bedenini yıkarım, belki evladının acısıyla vefat etmiş… Ve işte orada, bu dünyaya dair tüm hesaplar anlamsızlaşır. Mal, mülk, hırs, kibir… Gasilhanede bunların hiçbiri yoktur.

Ölü Bedenlerle Konuşmak

Onlar susar ama ben onlardan çok şey duyarım. Sanki her biri, “Ah, keşke biraz daha Allah için yaşasaydım” der. “Keşke bir namazı kaçırmasaydım… Keşke bir yetimi güldürseydim… Keşke kalp kırmasaydım…” derler gibidir.

Bazen içim parçalanır, bazen içim huzurla dolar. Çünkü bazı bedenler öyle huzurludur ki, onları yıkamak bile insana şifa verir. Yüzlerinde bir teslimiyet, bir rahmet esintisi olur. O zaman şunu düşünürüm: “İşte bu beden, dünyadayken Rabbiyle barışıktı.”

Son Görev, İlk Hesap

Ben, bu dünyadaki son vazifesini gören kişiyim. Ama aynı zamanda o kişinin kabir yolculuğuna ilk tanık olanlardanım. Bazen çok kalabalık cenazeler olur; bazen kimse gelmez. Ama beden yine de yıkanır, kefenlenir, namaza durulur. Çünkü her can, Rabbiyle buluşacak bir kıymettedir.

Ve ben bilirim ki, bu gasilhane, her birimizin hayatının son durağıdır. Buraya girmeyen yok. Ama buradan nasıl çıkacağımız bizim elimizdedir. Temiz bir kalple mi? Kirlenmiş bir ruhla mı?

Özet:

Bu makalede, bir gassalın hayatından kesitler eşliğinde gasilhanede geçen vakitlerin hikmetli boyutları ele alınmıştır. Gassal, sadece ölüyü yıkayan değil; hayatı, ölümü ve ahireti en derin şekilde tefekkür eden kişidir. Her yıkanan beden, dünyaya bir veda ve ahirete bir hazırlıktır. Gasilhane ise, ölümü hatırlatan, dünya sevgisini törpüleyen ve ebedî hayatı düşünmeye sevk eden sessiz bir dergâhtır. Ölümü hatırlamak, ölümü güzelleştirmeye; hayatı anlamlandırmak da, ölümü dost bilmeye vesiledir.

 




Ölümün Hatırlatıcı Hikmeti

Ölümün Hatırlatıcı Hikmeti

“اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ” — “Lezzetleri tahrip eden ölümü çokça anınız.”

(Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321)

İnsan, dünyada geçici bir misafirdir. Bu misafirliğin en çarpıcı hakikati ise ölümdür. Ölüm, bütün lezzetleri acılaştıran; sarhoş eden gafletleri ayıltan; nefsin hırslarını, arzularını susturan bir hakikattir. İşte bu sebepledir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), “Lezzetleri tahrip eden ölümü çok zikrediniz” buyurmuşlardır.

Günümüz insanı, ölümü konuşmaktan, onu düşünmekten ve hele hele yüzleşmekten ürkmekte. Çünkü modern hayat, ölümü görünmez kılmış, mezarlıkları şehir dışına atmış, ölümü sadece başkalarının başına gelen bir şey gibi hatırlatmaktadır. Halbuki ölüm, hayatın en kesin gerçeği, faniliğin mühür vuruşu, hesabın başlangıcıdır. Ölüm unutuldukça insan kendini ebedî zanneder. İşte bu zanna karşı en tesirli panzehir, ölümün tefekkürüdür.

Ölüm, Yıkıcı Değil, Uyandırıcıdır

Hadiste geçen “hâdimü’l-lezzât” ifadesi, ölümün dünya lezzetlerini yerle bir ettiğini ifade eder. Lakin bu yıkım, aslında hakikate bir uyanıştır. İnsan, ne zaman ki bir yakınının kabri başında durur; o zaman bütün dünya ehemmiyetsizleşir. Ölüm, gafletin perdelerini yırtar, insanı kendi acziyle, fakrıyla, fıtratıyla yüzleştirir.

Düşünelim: Her sabah uyanan insan, ölümle uyanıyor olsa; her gününü son günü gibi yaşasa, ne kibir kalır, ne israf, ne de zulüm… Ölüm tefekkürü, kalbi yumuşatır, merhameti artırır, hırsı kırar, tevazuu artırır. Böyle bir insan, dünyada kalıcı izler bırakmaya, hayırla yâd edilmeye gayret eder. Çünkü bilir ki, dünya bir han ve o hanın kapısı mezardır.

Mezarlıklar En Hakiki Mekteptir

Bir mezarlık ziyareti, bin kitap okumaya bedel olabilir. Çünkü orada hayatın geçiciliği, dünya sevgisinin beyhudeliği, insanın aczi ve muhtaçlığı gözler önüne serilir. Her taş, “Ben de bir zamanlar senin gibiydim” der. Ve her toprak altındaki beden, “Sen de yakında bizim gibi olacaksın” diye fısıldar.

Bu yüzden ölüm, korkulacak bir karanlık değil; hazırlıklı olunduğunda, dostlarla buluşulan bir kavuşma anıdır. Âhirete inanan bir mü’min için ölüm, bir yok oluş değil, ebedî saadete açılan bir kapıdır. Yeter ki o kapıya boş elle varılmasın.

Ölümü Zikretmenin Güzelliği

Hadîsin “اَكْثِرُوا” ifadesi, çokça zikrediniz, sık sık hatırlayınız demektir. Bu da gösterir ki, ölüm zikri hayatın merkezine yerleştirilmeli. Sabah namazından önce bir mezarı tefekkür etmek, bir hasta ziyareti, bir cenaze merasimi, bir vasiyet hazırlığı… Hepsi, bizi ölüme ve dolayısıyla ebedî hayata hazırlar.

Unutmamalıyız ki, ölüm zikri, hayatı karartan bir düşünce değil; hayatı berraklaştıran bir nurdur. Ölümle yüzleşen, hayatını boşa harcamaz. Her anı kıymetli bilir. Her insanı değerli görür. Her ibadeti bir hazırlık olarak yapar. Ve sonunda, “hoş geldin ölüm” diyebilecek bir ruh kıvamına ulaşır.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in “Lezzetleri tahrip eden ölümü çokça anınız” hadisi ışığında, ölüm tefekkürünün hayat üzerindeki hikmetli ve ibretli etkileri ele alındı. Ölüm, lezzetleri yok eden değil; gafleti gideren, hayatı anlamlandıran bir uyarıcıdır. Ölüm zikri, hayatı daha bilinçli, daha erdemli, daha ebedî perspektifle yaşamak için bir davettir. Ölümden korkmak değil; ona hazırlıklı olmak gerekir. Çünkü ölüm, dostlara ve hakiki hayata bir kavuşma kapısıdır.

 

 




Nûh’un Feryadı: Hakkın Sabırla İmtihanı ve Son Çığlığı

Nûh’un Feryadı: Hakkın Sabırla İmtihanı ve Son Çığlığı

> “Nûh ‘Rabbim’ dedi, ‘Yeryüzünde inkârcılardan hiç kimseyi sağ bırakma!
Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece günahkâr, nankör nesiller yetiştirirler.’”
(Nûh Suresi, 26-27)

Bu ayet, sadece bir peygamberin duası değil; hakkın sabırla imtihanının ve sonunda ilahi bir hüküm talebinin çığlığıdır. Nûh Aleyhisselâm’ın bu sözü, yüzlerce yıllık bir tebliğ mücadelesinin sonunda gelmiştir. 950 yıl boyunca kavmini gece gündüz, gizli açık, her türlü usulle uyarmış; ancak aldandıklarında inatları artmış, taşkınlıkları derinleşmişti.

Peygamber Sabrının Sınırı Var mıdır?

Nûh Aleyhisselâm, şefkat peygamberidir. Tıpkı diğer enbiya gibi, kavmi için yanar, ağlar, dua eder. Ne var ki, bu dua sabırsızlıkla değil; hikmetle dolu bir teslimiyetin, hakkı gözeten bir ferasetin ürünüdür. Çünkü artık hak ile bâtıl arasındaki çizgi netleşmiş, hidayet kapısı kapanmış, inkâr kökleşmiştir.

Peygamberlerin duası nefislerinden değil, vahyin terbiyesiyle şekillenir. Nûh’un duası da şahsi bir öfke değil, insanlık için bir rahmet talebidir. Çünkü bu kavmin varlığı, artık sadece fitne, sapkınlık ve küfrün nesilden nesile taşınması anlamına gelmektedir. Yani fesadın kaynağı olmuşlardır.

Nesil Tahribatı: Peygamberi En Derinden Yaralayan Felaket

Ayet dikkatle incelendiğinde, Nûh’un duasındaki asıl vurgu nesiller üzerindedir:

> “…ve sadece günahkâr, nankör nesiller yetiştirirler.”

Bir toplumun sapması sadece kendisini değil, gelecek nesilleri de etkiler. İnkarcılık kurumsallaşmış, sapkınlık sistemleşmiş, fıtratlar bozulmuş, çocuklar bâtıla mahkûm hale gelmiştir. İşte bu noktada, şefkat-i peygamberî, gazab-ı rahmanîye dönüşür. Çünkü zulüm artık sadece bugüne değil, istikbale de saldırıdır.

Maslahat: Hakkın ve Hidayetin Korunması

Nûh Aleyhisselâm’ın bu duası, bir kavmin helakini değil, insanlığın selametini hedefler. Çünkü bu kavim yer yüzünde adeta virüs gibi yayılmakta, küfrü bulaştırmakta, hakkı örten yeni nesiller üretmektedir. Bu durumda helak, bir intikam değil; bir arındırma, ilahi bir temizlik ve rahmetle gerçekleşen bir tasfiye olur.

Bu duanın ardından gelen tufan da bir “azap” değil, bir “arınma”dır. Tıpkı mikrop yaydıkça bedenin ameliyatla temizlenmesi gibi, bâtıl kök saldıkça yeryüzünün de arındırılması gerekir. Bu, Allah’ın adaletiyle rahmetinin birleştiği bir noktadır.

Bugüne Düşen Mesaj

Nûh’un duası bize şunu öğretir: Hak mücadelesinde sabır sonsuzdur ama hidayet kapıları kapanınca, artık bâtıla hayat hakkı tanımak merhamet değil, zulümdür. Bugün de bâtılı meşrulaştırmak, nesilleri ifsat eden sistemlere sessiz kalmak, Nûh’un kavmine gösterilen tavrın zıddı bir gaflettir.

Zira asıl felaket, sapmış bir birey değil; sapkınlığı sistemleştirmiş bir toplumdur.

Özet

Nûh Aleyhisselâm’ın duası, sabırla geçen uzun bir tebliğ döneminin ardından gelen bir hikmetli feryattır. Kavminin küfrü artık yalnız bugünü değil, geleceği de ifsat edecek düzeye ulaşmıştır. Nûh’un duası, nefsi değil, ilahi maslahat gereği yapılmış bir yakarıştır. Bu dua, nesil emniyeti, hakkın korunması ve insanlığın selameti adına yapılmıştır. Bugüne düşen ders; bâtılı yaşatma merhameti değil, hakkı koruma sorumluluğudur.

 




Kudüs’ten Ümmete, Ümmetten İnsanlığa: Kurtuluşun Anahtarı İttihad-ı İslam’dır

Kudüs’ten Ümmete, Ümmetten İnsanlığa: Kurtuluşun Anahtarı İttihad-ı İslam’dır

Kudüs’ün kurtuluşu, ümmetin kurtuluşu hatta insanlığın kurtuluşu Farz-ı Ayn olan İttihad-ı İslam iledir.

Kudüs; sadece bir şehir değil, ümmetin kalbidir. O kalp kan ağlarken, ümmetin huzur bulması, insanlığın selamete ermesi mümkün değildir. Kudüs, tarihte defalarca kurtarılmıştır ama her seferinde birlik ruhu ile, iman heyecanı ile, ittihad sırrı ile olmuştur. Bu yüzden bugün de Kudüs’ün kurtuluşu, ümmetin kurtuluşu hatta insanlığın kurtuluşu, Farz-ı Ayn olan İttihad-ı İslam iledir.

Farz-ı Ayn Ne Demektir?

Farz-ı Ayn; her Müslümanın bireysel olarak sorumlu olduğu vazifedir. Namaz, oruç gibi… Bu ifade ile İttihad-ı İslam’ın sadece alimlerin, liderlerin veya birkaç idealistin değil; her ferdin boynuna borç olduğunu ilan etmiş oluruz. Artık birlik bir lüks değil, bir zarurettir. Zira parçalanmış bir ümmetin ne Kudüs’ü olur, ne izzeti, ne de geleceği…

Ümmet Parçalanırsa Kudüs Esir Kalır

Tarih bize defalarca gösterdi: Haçlılar, Moğollar, emperyalistler… Kudüs ne zaman sahipsiz kaldıysa, arkasında dağınık bir ümmet vardı. Ne zaman ki Müslümanlar aynı kıblede, aynı hedefte, aynı safta toplandı; Selahaddin çıktı, Kudüs şereflendi.
Bugünse ümmet, sınırlarla değil, zihinlerle bölünmüş halde. Mezhebi, meşrebi, milliyeti, siyasi görüşü, dili ve çıkarı ile bölünen bir yapıdan ne Kudüs çıkar, ne kurtuluş…

İttihad: Hem Kudüs’ün Anahtarı, Hem İnsanlığın Umudu

İslam birliği sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın aradığı adalet, denge ve merhamet düzenidir. Çünkü Kur’an’ın medeniyeti; adalet üzerine kurulur, sömürüye değil paylaşmaya dayanır. İttihad-ı İslam gerçekleştiğinde:

Kudüs işgalden kurtulur.

Ümmet zillet yerine izzete kavuşur.

Mazlum coğrafyalar nefes alır.

Zulüm sistemleri çöker, insanlık nefret yerine şefkat görür.

Yani İttihad-ı İslam, sadece Müslümanların değil, insanlığın da kurtuluş kapısıdır.

Ne Yapmalı? Nereden Başlamalı?

Kalpler birleşmeden, şehirler birleşmez.

Niyetler arınmadan, hedefler berraklaşmaz.

Her fert, önce kendi içindeki ayrılığı, kini, taassubu temizlemeli.

Sonra cemaatler, yapılar, milletler tevhidi hedefe yönelmeli.

Şu nidaya kulak vermeli:

> “Ey ehli hakikat! Şu zamanda en büyük farz, ittihad-ı İslam’dır.”

Son Söz: Kudüs Aynadır

Kudüs, ümmetin aynasıdır. O ağlıyorsa biz perişanız, o zincirliyse biz esiriz. Ama o azad olursa, bilin ki birliğimiz başlamıştır. Kudüs’ün minarelerinden “özgürlük” yankılandığında, ümmetin kalbi yeniden atmaya başlar. O gün, sadece Filistinli çocuklar değil, bütün insanlık tebessüm eder.

Özet

Kudüs’ün kurtuluşu, sadece bir şehir meselesi değil; ümmetin diriliş ve insanlığın selamet meselesidir. Bu da Farz-ı Ayn olan İttihad-ı İslam ile mümkündür. Müslümanların birliği; Kudüs’ü özgürleştirir, ümmeti izzete kavuşturur, insanlığı adalete taşır. Her birey, bu birliğe niyet, dua ve gayretle omuz vermeli; çünkü artık İttihad-ı İslam bir seçenek değil, zarurettir.

 

 




Ümitsizlik Yok: Üç Asırlık Kilitler Açılıyor

Ümitsizlik Yok: Üç Asırlık Kilitler Açılıyor

> “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”
(Âl-i İmrân, 139)

Bu ayet, sadece geçmişin karanlık sayfalarına değil, bugünün yorgun yüreklerine ve geleceğin umut arayan nesillerine bir ilahi hitaptır. Ümitsizlik, Kur’an’a göre en büyük engellerdendir. Çünkü iman, umutla yeşerir; mücadele, inançla yürür. Ayet bize diyor ki: “Gevşemeyin, üzülmeyin! İman varsa, zafer sizinledir.”

Nadastan Uyanışa: Asırlarca Uyuyan Ümmet

Üç yüz yıl… Gafletin, taklidi bir din anlayışının, Batı hayranlığının ve iç çözülmelerin pençesinde geçen uzun bir kış gibi. Ümmet, tarihteki izzetini kaybetti; hilafeti yitirdi; bilimde, sanatta, siyasette geride kaldı.
Ama bu da bir kaderin parçasıydı. Tıpkı toprağın nadasa bırakılması gibi…
Toprağın nadası çürüme değil, hazırlanmadır. Yüzeyde kuru gibi görünen zeminin altında, rahmet birikiyor, kökler yeniden canlanıyor, büyük bir doğuşa zemin hazırlanıyor.

Bugün artık o nadas süreci sona eriyor. Fikirler uyanıyor, zihinler silkeleniyor, gençlik yeniden Kur’an’a sarılıyor, ümmet yeniden “Ben buradayım!” demeye başlıyor. Zira Kur’an’ın vaadi bu: İman varsa, yeis yoktur.

Kur’an’ın Gösterdiği En Büyük Engel: Tefrika ve Ümitsizlik

Kur’an, müminlerin galebesini sadece maddi güçle değil, manevi duruşla ilişkilendirir. İki düşmanı işaret eder:

  1. Vehn: Yani gevşeklik, yılgınlık, korku.
  2. Hüzn: Yani geçmişe saplanmak, umutsuzluk ve ruhsal çöküntü.

Bu iki hastalık, ümmetin ruhuna saplanmış dikenler gibidir. Eğer bunlar çıkarılmazsa, iman bile potansiyelini gösteremez. Ayet bu yüzden emir kipindedir: “Gevşemeyin! Üzülmeyin!” Yani sadece temennî değil, bir görev olarak yüklenilmiştir ümide tutunmak.

Kilitler Açılıyor: Müjdeler Başladı

Bugün İslam coğrafyasında çile çoktur ama sessizlik değil, uyanış vardır. Gözyaşı çoktur ama umutsuzluk değil, dua vardır. Mazlum çoktur ama zillet değil, direniş vardır.

Tek tek kilitler açılıyor:

Kalplerdeki korku kilidi, ilimle.

Zihinlerdeki esaret kilidi, tefekkürle.

Toplumdaki tefrika kilidi, kardeşlikle.

Ümmetin üzerindeki zillet kilidi, yeniden imanla…

Bu süreçte en büyük sermayemiz: Kur’an’ın vaadi, Allah’ın yardımı ve ümmetin yeniden uyanan ruhudur.

İman Galebesinin Anahtarıdır

Ayetteki “اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ – Eğer mü’minlerseniz” şartı, zaferin temelidir. Siyasi birlik, askeri güç, ekonomik zenginlik… Bunlar sonradan gelir. Asıl olan; hakiki imanla donanmak, mücadeleyi Allah için yapmak ve sabırla, şükürle yürümektir.

Özet

Âl-i İmrân 139. ayeti, ümmete moral ve strateji veren bir ilahi reçetedir. Bu ayetle Rabbimiz; gevşekliği ve umutsuzluğu reddedip, imanla ayakta duranların üstün geleceğini haber veriyor. Ümmet, üç asırlık bir nadas dönemini geride bırakıyor. Kilitler açılıyor, uyanış başlıyor. En büyük engel olan vehn ve hüzün aşılırsa, imanla zafer kaçınılmazdır. Ümitsizlik haram, mücadele farzdır.

 

 




Bin Bir Birler: Vahdetin Kudreti ve Ümmetin Dirilişi

Bin Bir Birler: Vahdetin Kudreti ve Ümmetin Dirilişi

> “Evet, bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar)

Birlik, tevhid, ittihad… Bunlar sadece toplumsal kavramlar değil, varlığın mayasıdır. Kâinatın özünde bile dağılma değil, derlenme; ayrılık değil, birleşme vardır. Atomdan galaksiye, zerreden kürreye kadar her şey “bir” olan Allah’ın kudretine boyun eğmiş, düzenli bir vahdet içindedir.

Vahdet: Varlığın İlahi Ritmi

Kâinat, bir senfoni gibi… Her bir mahlûk kendi görevini yapıyor ama hepsi bir orkestranın parçası gibi bir bütünlük içinde hareket ediyor. Yıldızlar birbirine çarpmadan dönüyor, mevsimler şaşmadan değişiyor, hücreler intizamla işliyor. Bu baş döndürücü nizam bize şunu haykırıyor:
“Bir olan Allah’ın mülkünde, çokluk içinde bile birlik vardır.”

İşte bu evrensel ilke, sosyal hayata da sirayet etmelidir.
İnançta vahdet, fikirde vahdet, amelde vahdet… Kalplerin Rabbi birse, kıblemiz birse, kitabımız ve peygamberimiz birse; kalpler niçin ayrı düşsün?

Birlik: İmanî Bir Mecburiyet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”

Yani imanımız birse, kalplerimiz de birleşmeli. İnandığımız tevhid, sadece göklerin Rabbi’nin birliğini değil, yerdeki kulların da muhabbetle birleşmesini gerektirir.

Peki neden hâlâ bölünmeler, kutuplaşmalar, kardeş kavgaları?

Çünkü imanî birlik hakiki olmadıkça; yani sadece dilde kalır, kalbe işlemezse, tefrika hâsıl olur. Müslümanlar Kur’an’ı aynı gözle okumazsa, Peygamber’i ortak rehber görmezse, akide birliği yerini şahsî yorumlara bırakırsa; bu durumda “bir bir bir” diye başlayan zincir, “ben ben ben” diyen nefsin baltasına yenik düşer.

“Bir”e İsyan: Zulmün Başlangıcı

Bediüzzaman, vahdetin bu kadar açık olduğu bir dünyada, müminlerin aralarındaki kin, adâvet ve ayrılıkları örümcek ağına benzetir. Kâinatı bağlayan kudsî zincirleri bırakıp da örümcek ağına sarılmak ne büyük bir zillettir!

> “Şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren ehemmiyetsiz şeyleri tercih etmek, o vahdet zincirlerine hürmetsizliktir.”

Her müminin kalbi bu hakikatle titremeli: Eğer ben mümin kardeşime adavet besliyorsam, aslında tevhid zincirini koparıyor, Allah’ın bin bir birlikle inşa ettiği kâinat düzenine isyan ediyorum.

İttihad: Kurtuluşun Tek Yolu

Bugün ümmetin maruz kaldığı zilletin, dağınıklığın ve esaretin temel sebebi ittihadsızlıktır. Kudüs esirdir çünkü kalpler birbirine düşmandır. Gazze ağlamaktadır çünkü ümmet dağılmıştır. İslam dünyası sömürülmektedir çünkü “bir” olamamıştır.

Ama hâlâ geç değil. Yeter ki o kadim “bir bir bir” zincirini yeniden hatırlayalım. Aynı Rabb’e, aynı kitaba, aynı peygambere iman ettiğimizi yeniden idrak edelim. O zaman, kâinatla uyumlu hale geliriz. Kâinatın ritmine uyan bir toplum da, Allah’ın nusretine layık olur.

Özet

Kâinat, bir olan Allah’ın kudretiyle bin bir birlik içinde yaratılmıştır. Tevhid, sadece inanç değil, aynı zamanda kalplerin, toplumların ve ümmetin birleşmesidir. İnançta birlik, fikirde ve amelde de vahdeti gerektirir. Risale-i Nur bu hakikati güçlü bir şekilde vurgular: Tevhid-i imanî, tevhid-i kulûbu; vahdet-i itikad, vahdet-i içtimaiyeyi doğurur. Müminler olarak bizi birleştiren binlerce sebep varken, ayrılığa sebep olan küçük şeyleri büyütmek büyük bir zulümdür. Ümmetin kurtuluşu, vahdet zincirine yeniden sarılmakla mümkündür.

*******

İnançta vahdet, fikirde vahdet, amelde vahdet, temel meselelerde hep vahdet. İttihad ve tevhid üzere.

“Evet, bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esmâ ve ef’âl-i umumiye-i İlâhiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki, envâ-ı mahlûkat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûbâ-i hilkattir.”

“Evet, kâinatın idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatı bir ve sikkesi bir, bir, bir, bir, tâ bin bir bir birler kadar…”
bk. Şualar, İkinci Şua, Üçüncü Makam.

************

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinat
ı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”

( https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-ikinci-mektup/375 )

 

 




Tesadüfün Perdesi: Kudretin Nakşını Görmezden Gelen Aklın İflası.

Tesadüfün Perdesi: Kudretin Nakşını Görmezden Gelen Aklın İflası.

“Pek çok mucizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler tabii ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın harika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat (ahmaklık) ve dalalette (sapıklıkta) bir hurafe ve hezeyan (saçmalık) olduğu anlaşılır.”

Bediüzzaman Said Nursî (R.A) — Emirdağ Lâhikası-2, s. 122

*******

Bir tırnak kadar bir çekirdek düşünün. Bu küçücük odun parçası, toprağa gömüldüğünde bir fabrika gibi çalışır. İçinden yüzlerce farklı meyve, tat, renk, koku ve desen fışkırır. Üstelik her biri özenle dizayn edilmiştir; portakalın kabuğu koruyucu, çekirdeği istikbali taşır; nar taneleri bir estetik harikasıdır. Elma başka bir tat, üzüm başka bir şifa olur. Bu muazzam sanatın arkasında irade, ilim, kudret ve kasıt açıkça görünür. Fakat bir adam çıkar, bu mucizevî tabloya bakar ve der ki: “Bunlar tabiatın işi, tesadüfen olmuş…”

İşte burada akıl iflas eder. Zira en basit bir sanat bile bir sanatkârı gerektirirken, kainatın en küçücük köşesindeki bir yaratılışı bile ustasız, kasıtsız, sahipsiz zannetmek; yalnızca ilmi değil, insafı da reddetmektir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bir marangoz bir tahta parçasından yüz çeşit elbise, yüz çeşit yiyecek yapsa; bunu gören herkes hayran olur ve sanatkârı över. Ama biri çıkıp bu işleri o tahta yaptı derse, aklî melekelerini kaybetmiş sayılır. Aynı şekilde, Cenab-ı Hak koca kâinat fabrikasında küçücük çekirdeklerden ağaçlar, meyveler, çiçekler yaratırken; bu harika sanatları kör bir tesadüfe ve bilinçsiz bir tabiate vermek, sadece cehalet değil, aynı zamanda bir nankörlüktür.

Zira kudretin eseri olan her şey, bir mühür taşır: birliği, kastı, düzeni ve maksadı gösterir. Her meyve, her yaprak, her hücre bir mektup gibidir; sahibi adına konuşur, onu tanıtır, onu över.

Modern insan ise bilgiyle doymuş, ama hikmetten mahrum kalmıştır. Her şeyin sebebini araştırmakta, fakat o sebeplerin ötesinde olan kudreti görmek istememektedir. Tesadüf, onun için bir kaçış noktasıdır; ama hakikate göz yummak, sadece kalbin değil, aklın da zulmetidir.

Bugünün dünyasında teknolojiyle yaratılışın sırları çözüldükçe, aslında her şeyin ne kadar ince hesaplarla yapıldığı daha da net görülmektedir. DNA sarmalından galaksi sistemlerine kadar her yapı, bir iradeye, bir plana, bir sanata işaret eder. Kısacası, kâinatı inkâr eden değil, anlamayanlar; tabiatı tanrılaştıran değil, tabiata kör olanlar kaybetmektedir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin temsilî anlatımı üzerinden, yaratılıştaki sanat ve hikmetin tesadüfle açıklanamayacağı vurgulanmıştır. Kainattaki düzenin, kudretli bir sanatkârın varlığına işaret ettiği; tesadüf ve tabiat iddialarının ise akıl ve hikmete ters düştüğü ortaya konmuştur. İnsanlık, modern bilgiye rağmen hâlâ bu kudretin farkına varmadıkça, sadece gözleriyle değil, kalpleriyle de kör kalacaktır.

 

 




İki Yolun Hikâyesi: Peygamberlerin Yolu ve Muhaliflerinin Akıbeti

İki Yolun Hikâyesi: Peygamberlerin Yolu ve Muhaliflerinin Akıbeti

Tarih, yalnızca olayların değil, hakikatin ve batılın da kaydını tutar. Her çağ, iki zıt yolun çatışmasına şahitlik eder: Biri, peygamberlerin aydınlık yolu; diğeri, onlara muhalefet edenlerin karanlık rotası… Bu iki yolun seyri sadece geçmişi değil, bugünü ve yarını da belirler. Zira bu iki yol, insanlığın varoluşundan beri süregelen en büyük hak-batıl mücadelesinin sembolüdür.

  1. Peygamberlerin Yolu: Rahmetin ve Hakk’ın Rehberliği

Peygamberler, Allah’ın elçileri olarak gönderildiler. Görevleri, insanları zulmetten nura çıkarmak; hak ile batılı ayırmak; kulları Hâlık’ına yönlendirmekti. Ortak vasıfları:

Tevhid: Allah’tan başkasına kulluğu reddetmek.

Adalet: Güçlü ya da zayıf fark etmeksizin herkes için hakkı savunmak.

Merhamet: Cezadan önce şefkatle uyarmak.

Sabır: İnkar, hakaret, işkence ve sürgünlere karşı direnmek.

İstikamet: Korkmadan, eğilip bükülmeden doğruyu haykırmak.

Hz. Nuh’tan Hz. Musa’ya, Hz. İbrahim’den Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün peygamberler, insanlığı hakkı bilmeye, kendini bulmaya ve Rabbini tanımaya çağırdılar. Onlar, hidayet fenerleriydi. Ancak her biri, karşısında bir “karanlık cephesi” buldu.

  1. Muhaliflerin Yolu: Nefsin, Gücün ve Menfaatin İsyanı

Peygamberlere direnenlerin yolları da ortaktır:

Kibir: “Ben daha iyiyim!” (bkz. İblis’in Hz. Âdem’e secde etmeyişi)

Menfaat: Hakikati değil, çıkarlarını ön planda tutmak.

Gurur ve Sınıf Ayrımı: “Sıradan insanlara mı uyacağız?” diyerek halkı küçümsemek.

Zulüm ve Şirk: Hem Allah’ın hükümlerini reddetmek hem de halkı boyunduruk altına almak.

Geçici Güç Sarhoşluğu: Firavun gibi “Ben sizin en yüce rabbinizim” diyecek noktaya varmak.

Bu kişiler sadece peygamberlere değil, hakikatin kendisine düşmanlık ederlerdi. Hakikate değil, hakikatin tehdit ettiği konforlarına karşı savaş açarlardı.

III. İnsanlığın Ortasında Bu İki Yol

Bu iki yolun çarpışması, sadece tarihî bir olay değildir. Bugün de insanlık, bu iki tercihin kıyısındadır:

Bir yanda, adalet, tevazu, merhamet ve ahlâkla yoğrulmuş peygamberane bir hayat.

Diğer yanda, güce tapan, çıkarı kutsayan, nefsini ilah edinmiş bir anlayış.

Tarihe baktığımızda şu hakikati görürüz:
Peygamberlerin yolu zorludur ama sonu nurdur.
Muhaliflerin yolu kolay görünür ama sonu azaptır.

  1. Netice ve İbret

Hz. Nuh gemi yaptı, kurtuldu. Onunla alay edenler tufanda boğuldu.

Hz. Musa denizi geçti, Firavun ordusuyla birlikte suya gömüldü.

Hz. İbrahim ateşe atıldı ama ateş serin ve selamet oldu.

Hz. Muhammed (s.a.v.) mağarada saklandı, hicret etti ama fetihle döndü.

Onlara muhalif olanlar ise tarih sahnesinden silindi; lanetle anıldılar.

Hakikati susturmaya çalışanlar daima kaybetti. Çünkü hakikat susturulamaz, sadece ertelenir; zamanı geldiğinde yeniden doğar.

  1. Sonuç: İki Yol, Bir Seçim

Bugün insanlık, teknolojide ilerlese de ahlâkta, adalette ve maneviyatta gerilemiştir. Bu da gösteriyor ki, peygamberlerin gösterdiği yol terk edilmiştir. Oysa o yol, hem dünya huzurunun hem de ahiret saadetinin tek rotasıdır.

Her birey, her toplum bu iki yoldan birini seçecek:

Ya nefse, zulme, geçici güce kapılıp Firavunlaşacak,

Ya da sabırla, ihlâsla, tevazuyla peygamberane bir duruş sergileyecek.

Hakikatin yolunu seçenler az olabilir; ama azlar, hakla beraberse galiptir. Zira Kur’an der ki:

> “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 249)

Makale Özeti

Peygamberlerin yolu, tevhid, adalet ve sabır eksenlidir; dünya ve ahirette selamet getirir.

Muhaliflerin yolu, kibir, menfaat ve zulme dayanır; sonu hüsrandır.

Tarih boyunca bu iki yol çatışmıştır. Hakikat daima kazanmış, batıl yok olup gitmiştir.

Bugün insanlık da aynı ikilemde: Ya hakka sarılacak ya da heva ve zulümle helake sürüklenecek.

Gerçek kurtuluş, peygamberlerin izinden gitmekle mümkündür.