Bir Çay İçimi: Döken Sen Olsaydın, Dökülen Ben Olsaydım

Bir Çay İçimi: Döken Sen Olsaydın, Dökülen Ben Olsaydım

Geleydin bir çay içimi /
Sen çay dokerdin/
Ben de içimi.

********

Gündelik hayatın en sade, en samimi anıdır bir çay içimi. Fakat bazı çaylar vardır ki, sadece içilmez; paylaşılır, dinlenir, susulur, konuşulur… Çünkü o çay, bardağın değil kalbin buğusudur. Ve bazen bir çayın yanına bir insan eksiktir; öyle bir insan ki, çayı dökerken sen içini dökersin…

“Geleydin bir çay içimi…” Bir insan, bir dost, bir yaren, bir eş, bir kardeş… Ne kadar kısa bir zaman istiyor: “Bir çay içimi…” Ama içine ne çok şey sığdırıyor: Hasret, özlem, sitem, bekleyiş, kırgınlık, umudun son kırıntısı… Ve ne kadar zarifçe söyleniyor: “Geleydin…” Gelmedin demiyor, suçlamıyor, haykırmıyor; sadece sitemle bekleyen bir yürek var.

“Sen çay dökerdin, ben de içimi…” Ne büyük bir teselli, ne derin bir ihtiyaçtır “anlaşılmak” ve “dinlenmek.” İnsan bazen içini dökecek bir yürek arar; yargılamayan, susturmayan, hızla çözüm sunmayan… Sadece yanında oturan, çay döken bir yürek…

Modern Zamanlarda Kaybolan Dinleme Sanatı

Bugün çaylar hala kaynıyor, bardaklar doluyor, masalar donatılıyor. Ama o çayın yanında oturan kalpler boş, kulaklar sağır. Sohbet yerini monologlara, dostluk yerini takipçilere, dertleşme yerini paylaşımlara bıraktı. Herkes konuşuyor ama kimse duymuyor. Çaylar içiliyor ama kimse içini dökemiyor.

Oysa bazen sadece dinlemek bir sadakadır. Bir çayın yanına oturup, karşındakine “anlat” diyebilmek, “Ben buradayım” demektir. Ve bazen en büyük terapi, sessizce dinlenen bir iç dökmedir. Çünkü söz, kalpten çıktığında bir başka kalpte yankı bulur.

Çayın Kıymeti ve İç Döküşün Hikmeti

Çay, Anadolu’da sadece bir içecek değildir. O bir muhabbettir, bir bekleyiştir, bir “gitme, daha anlatacaklarım var” demektir. Ve iç döküş, insanın içini arındırdığı, hafiflediği bir ibadettir adeta.

İşte bu yüzden, bazen bir çay içimi bir ömre bedel olabilir. Ve bazen bir dost, bir dua gibi gelebilir; seni dinlerken sen kendini bile duyarsın. Ama ne acıdır ki, nice kalpler bir çay içimi hasretine mahkûm yaşar.

Geleydin…

Belki gelseydin, içimi dökseydim… Belki kelimelerim bardakta buğulanır, susuşlarım yudumlanırdı. Ama sen gelmedin. Ve ben içimde kaldım…

Özet:

Bu makalede “Geleydin bir çay içimi / Sen çay dökerdin, ben de içimi” mısrasından hareketle, insanın anlaşılma, dinlenme ve içini dökme ihtiyacı işlenmiştir. Günümüz dünyasında ilişkilerin yüzeyselleştiği, gerçek dostlukların azaldığı vurgulanır. Bir çay içimi kadar kısa ama derin bir sohbetin insan ruhunda nasıl bir yankı bıraktığı anlatılır. Makale, okuyucuyu kalpleriyle dinlemeye, küçük zamanları büyük dostluklara dönüştürmeye ve kıymet bilmeyi hatırlamaya çağırır.

 

 




Susma ve Dinleme Sanatı: Kendini Duyabilmek İçin.

Susma ve Dinleme Sanatı: Kendini Duyabilmek İçin.

Susma ve dinleme sanatı.
Eksik olan tarafımız.
Bazen ögrencilere; haftada bir saat ‘Susma Dersi’ konulması lazım diyorum.
Ta ki, dışa ve dışta dağıttığı kendisini dağıtan bu öğrencinin, içe ve içine dönerek kendisini dinlemesi ve bilmesi için…

*********

Bir toplumun en temel eksikliklerinden biridir: dinlememek.
Herkesin konuştuğu, bağırdığı, yorum yaptığı, hüküm verdiği bir çağda yaşıyoruz.
Kalabalık seslerin içinde, susmak bir irade, dinlemek bir sanattır.

Bugün eğitim kurumlarında nice dersler okutuluyor: matematik, fen, edebiyat, hatta konuşma sanatı… Ama hiç kimse “susma”nın bir beceri, “dinleme”nin bir fazilet olduğundan bahsetmiyor. Oysa en derin düşünceler, en büyük farkındalıklar, en net cevaplar sessizlikte saklıdır.

Kendini Duyamayan, Kimseyi Duyamaz

Günümüz öğrencisi; kulaklıkla dolaşan, sürekli telefonuna bakan, aralıksız içerik tüketen bir zihin yorgunu haline geldi. Dış dünyadan gelen sesler o kadar gürültülü ki, iç sesini duyamıyor. İçine dönüp “Ben kimim, ne istiyorum, neye yönelmeliyim?” sorularını soramıyor.

İşte bu yüzden “haftada bir saat susma dersi” önerisi, çağın gürültüsüne karşı bir direniştir. Beden susar, dil susar, zihin susar. Ve kalp konuşmaya başlar. Belki ilk başta rahatsız eder bu sessizlik. Ama zamanla insan, kendi içinde daha önce fark etmediği derinliklerle karşılaşır.

Susmak: Acizlik Değil, Derinliktir

Toplumda susmak genellikle “bir şey bilmemenin” işareti sayılır. Hâlbuki susmak; dinlemeye, düşünmeye ve anlayışa açılan bir kapıdır. Konuşan kazanır sanılır ama gerçekte dinleyen kazanır. Çünkü anlayan, çözüm bulan, kalbe dokunan odur.

Hz. Ali (ra) ne güzel buyurmuş: “İki şey aklın göstergesidir: konuşurken düşündüğün söz ve susarken düşündüğün hâl.” Gerçek akıl, gereksiz konuşmalarla değil, anlamlı susmalarla büyür.

Dinleme: Karşıdakine Değil, Kendine Saygıdır

Bir başkasını dinlemek, sadece ona saygı değil; kendine nezakettir. Çünkü dinlemek, sabırdır. Beklemeyi, anlamayı, yargılamadan kabul etmeyi öğretir. Dinleyen, sadece kelimeleri değil, kalpleri duyar. Bu yüzden dinlemeyen insanlar çoğunlukla yalnız kalır; çünkü kendilerinden başka kimseyi duyamazlar.

Eğitimde Susma Alanları Açılmalı

Okullarda, evlerde, toplantılarda “konuşma alanları” kadar “susma alanları” da olmalı. Gençler susarak düşünmeyi, dinleyerek anlamayı öğrenmeli. Çünkü sürekli dışa yönelmek, içi boşaltır. Oysa içe dönmek, kişiyi olgunlaştırır.

Özet:

Bu makalede, modern çağda kaybolan “susma ve dinleme sanatı” ele alınmıştır. Konuşma odaklı bir toplumda insanların kendilerini ve başkalarını duyamadığı vurgulanmış; susmanın acizlik değil, deruni farkındalığın bir göstergesi olduğu anlatılmıştır. Özellikle gençlerin, haftada bir saat bile olsa susarak iç dünyalarına yönelmeleri gerektiği ifade edilmiştir. Dinlemek, hem anlayış hem de insanî bir olgunluk olduğu için, eğitim sistemine “susma ve dinleme eğitimi” eklenmesinin önemi vurgulanır. Makale, susarak düşünmenin, dinleyerek olgunlaşmanın erdemini hatırlatır.

 




EN BAHTİYAR KİMDİR? KABRE GİDEN YOLDA EN DOĞRU YOLCU

EN BAHTİYAR KİMDİR? KABRE GİDEN YOLDA EN DOĞRU YOLCU

 

“En bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebedîyesini, hayat-ı dünyevîye için bozmasın, malayani (faydasız) şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip, misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp, saadet-i ebediyeye girsin.”Risale-i Nur**

*******

Hayat, sürekli akan bir nehir gibi bizi bir menzilden diğerine sürükler. Fakat her akışın bir nihayeti vardır. İnsan için o nihayet, dünya ile âhiret arasındaki eşik olan kabirdir. İşte o eşiği huzurla geçen, “en bahtiyar” olandır.

Dünyayı Âhirete Kurban Etmek mi, Âhireti Dünyaya Feda Etmek mi?

Risale-i Nur’da geçen bu mühim hakikat, zamanın en tehlikeli tuzağına işaret eder: Dünya sevgisiyle âhireti unutmak. İnsan, ebedî bir hayat için yaratılmıştır. Ancak günlük telaşlar, geçici lezzetler ve bitmeyen arzular içinde bu hakikati gözden kaçırabilir. Hayat-ı dünyevîye, ebedî bir saadeti kazandıran bir vasıta iken, maksat hâline gelirse insanın ebedî yurdunu yıkıma uğratabilir.

Hayat-ı Ebedîye ve Hayat-ı Dünyevîye Dengesi

Bahtiyar insan; geçici olanı kalıcı olana feda etmeyen, âhireti merkeze alan bir dengeyi kurabilen kimsedir. Evet, dünya küçümsenecek bir yer değildir; ancak onun kıymeti, âhirete olan hizmeti nispetindedir. Tarlada çalışmak değerli olabilir ama asıl olan, o tarlada hangi tohumların ekildiğidir. Dünya, âhiret için bir tarla gibidir. Eken kazanır, unutan kaybeder.

Malayaniyle Ömrü Telef Etmek

Zaman, sermayemizdir. Lakin bu sermaye çoğu kez, faydasız meşgalelerle (malayani) harcanır. Sosyal medya bağımlılığı, lüzumsuz eğlenceler, nefsânî tutkularla geçirilen saatler… Bunların çoğu insanın kalbine gaflet serper. Oysa en kıymetli anlar, insanın ahireti için yaşadığı anlardır.

Kendini Misafir Bilmek

Risale-i Nur’un en latif hakikatlerinden biri, insanın dünyada bir misafir olduğu hakikatidir. Misafir, misafirhanenin sahibine göre hareket eder. Bu dünya bir misafirhane ise, sahibi de elbette Allah’tır. Misafir, kendini ev sahibi gibi görmez. Sahiplenmez. Kibirlenmez. İsyan etmez. Vazifesini yapar, emaneti korur, vaktini değerlendirir ve veda eder. İşte bahtiyar olan da böyledir.

Kabir Kapısını Selâmetle Açmak

Kabir, insanın ebedî yolculuğuna açılan kapıdır. O kapı ya bir zindana, ya bir cennete açılır. Kabri huzurla aşmak isteyen, bu dünyada ilâhî emirleri öncelemelidir. Hayatı, nefsin ve hevânın değil, Kur’an’ın rehberliğinde yaşamalıdır. Çünkü kabir kapısını selametle geçen, saadet-i ebediyeye adım atar. O saadet, dünyada kazanılır. Bahtiyarlık, o kapının ardındaki nurdur.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’da geçen “En bahtiyar odur ki…” ifadesini merkeze alarak insanın dünyadaki imtihanını ve ebedî hayat yolculuğunu anlatmaktadır. Dünyaya aldanmayan, âhireti unutmayan, ömrünü faydasız işlerle tüketmeyen ve kendini misafir bilerek Allah’ın emirlerine göre yaşayan kimsenin, kabri selametle açıp ebedî saadete kavuşacağı vurgulanmıştır. En bahtiyar, en çok âhireti düşünen ve ona hazırlıklı olandır.

 

 




KABRİ AYDINLATAN NUR: İNSANIN SON MENZİLİNE DOĞRU

KABRİ AYDINLATAN NUR: İNSANIN SON MENZİLİNE DOĞRU

“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
(bk. el-Akidetu’t-Tahaviye,1/169; Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s.64-76; el-lalekâî,  İtikadu ehli’s-sünne, 1/156, 158, 166-şamile.)

Kabri aydınlatan nur.
Kabri cennet veya cehenneme çeviren hal ve fiiller.

********

İnsan bu dünyaya bir misafir olarak gönderilir. Her misafirin dönüşü olduğu gibi, insanın da vakti geldiğinde asıl yurduna, ebedî âleme dönüşü mukadderdir. Bu dönüşün ilk durağı kabirdir. Kabir; dıştan bakıldığında bir toprak çukurudur, ancak hakikatte ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Kabir Nedir?

Kabir, bedenin toprağa emanet edildiği, ruhun ise berzah âlemine adım attığı ilk menzildir. Bu menzil öyle bir yerdir ki; dıştan sükûnet gibi görünürken, içinde ya rahmetin solukları, ya da azabın uğultuları vardır. Peygamber Efendimiz (sav), “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurarak, bu hakikati veciz bir şekilde özetlemiştir.

Kabri Aydınlatan Nur Nedir?

Kabrin karanlığını delip geçen ve onu nurlandıran şey, dünyada yapılan salih amellerdir. Namaz, oruç, sadaka, güzel ahlâk, zikir, Kur’an tilaveti, tevazu, hakka hürmet ve batıla düşmanlık gibi fiiller kabirde insanın yoldaşı olur.

Resûlullah (sav) buyurur:

> “Kişi kabre konulduğunda salih amelleri onun yanına gelir. Namaz baş ucuna, oruç sağ yanına, sadaka sol yanına ve diğer hayırlar ayak ucuna gelir. Azap melekleri hangi yönden gelirse gelsin, bu ameller onu korur.” (el-Lâlekâî, İtikâdu Ehlissünne, 1/156, bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/kisi-kabre-konuldugunda-namazi-orucu-yaptigi-iyilikleri-onu-korur-anlaminda-bir-hadis-var-midir%3famp )

Özellikle gece kalkıp gizli bir şekilde kılınan teheccüd namazı, sırf Allah rızası için yapılan iyilikler, Kur’an’la dost olmak ve mümin kardeşini sevindirmek, kabirde nur olarak insana yansır.

Kabri Cennet Bahçesine Dönüştüren Hâl ve Fiiller

İman ve Tevhit: En büyük nur, Allah’a olan sağlam inançtır. Kabirde ilk sorulacak sorular “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?” olacaktır. Bu sorulara kalpten gelen imanla cevap verebilenin kabri genişler ve cennet pencereleri açılır.

Salih Ameller: Günahı terk etmek kadar, hayrı tercih etmek de önemlidir. Kullara faydalı olmak, hayırlı evlat bırakmak, ilimle meşgul olmak ve sadaka-i câriye gibi kalıcı iyilikler, kabirde de devam eden ışık kaynağıdır.

İhlas: Riyanın karanlığına karşı, ihlasın aydınlığı vardır. Allah için yapılan her iş, kabirde bir kandil olur.

Sabır ve Şükür: Musibetlere sabır ve nimetlere şükür, ruhun kabir kapısında huzurla karşılanmasına vesile olur.

Kabri Cehennem Çukuruna Dönüştüren Sebepler

İmansızlık veya şirk: Kalpteki inançsızlık, kabri dar ve karanlık yapar.

Günahların ısrarla işlenmesi: Namazı terk etmek, faiz, gıybet, kibir, zulüm gibi büyük günahlar kabirde azaba sebep olabilir.

Haksızlık ve kul hakkı: Kul hakkı, ahiret öncesinde kabirde de azabın başlangıcı olabilir.

İsraf, nankörlük ve gaflet: Dünyevîleşme ve ahireti unutmak, kabri daraltır, azabı ağırlaştırır.

İbretlik Bir Misal

Bir gün Ashab’dan biri sordu:
“Yâ Resûlallah! Kabrinde yalnız kalan bir insan korkmaz mı?”
Efendimiz buyurdu:
“Kur’an okuyan, onu hayatına rehber eden ve gece ibadetiyle Rabbiyle bağ kuran kişi, kabirde yalnız kalmaz. Ona cennet bahçeleri açılır.”

Nice ârif zatlar, kabre hazırlık olarak bir ömür sürmüş, ölmeden önce ölmüşlerdir. Onlar, dünyayı kabre hazırlık meydanı olarak görmüş, her geceyi “son gece”, her namazı “veda namazı” bilmişlerdir.

Sonuç: Kabre Hazırlık Bu Dünyada Yapılır

Kabir, bir son değil, sonsuzluğa açılan ilk penceredir. O pencerede karanlık ya da aydınlık görmek, bu dünyadaki tercihlerimizle şekillenir. Her bir iyilik, karanlık toprağın içinde birer yıldız gibi parlar. Her kötülük, azabın habercisi olur. Bu yüzden kabri güzelleştirmek, hayatı anlamlı ve ahiret eksenli yaşamaktan geçer.

Özet:

Bu makale, kabir hayatının mahiyetini ve onun cennet bahçesine yahut cehennem çukuruna dönüşmesinin sebeplerini ele almaktadır. Kabri aydınlatan nurun iman, ihlas, salih amel ve güzel ahlâk olduğu vurgulanmakta; kabri karartan sebepler arasında ise küfür, günah, kul hakkı ve gaflet öne çıkarılmaktadır. Makale, hem hadislerden hem de ibretlik misallerden yola çıkarak, insanı ahiret merkezli yaşamaya teşvik eder.

 




Zulme Susmak, Zalimle Yoldaş Olmaktır: Vicdanların Sınavı

Zulme Susmak, Zalimle Yoldaş Olmaktır: Vicdanların Sınavı

Bebeklerin ahı İsrail ve siyonistleri kahredip yok edecek.
Onları o çocukların kanında boğacak.
İsrail insanlık ve kuraldan değil, şiddetten ve tokattan anlar.
Susanlar ve duranlar katliama ortaktırlar.
Ney bekleniyor?
İsrailin insafı mı?
Yılandan bal beklenmez.
Böyle bir vahşette bizi kahreden ayılar değil, ayıya dayı diyen içimizdeki ayı taraftarları!!!

********

Zulüm bir coğrafyaya değil, bir kalbe çöktüğünde başlar asıl felaket. Gazze’de bebekler kanlar içinde can verirken, dünyanın dört bir yanındaki sessizlik, mazlumun feryadından daha ağır bir yankı doğuruyor. Bu sessizlik bir suç ortaklığıdır; zira sustuğunuz her zulüm, zalimi cesaretlendirir, mazlumu yalnızlaştırır.

İsrail denilen yapı, kendini meşru göstermek için tarih, din ve diplomasi maskeleriyle sahneye çıkmıştır. Oysa ardında yüz binlerce yetimin çığlığı, on binlerce annenin ağıdı ve taş üstünde taş kalmamış şehirlerin küllerinden yükselen lanet vardır. Bu bir savaş değil, vahşettir. Bu bir çatışma değil, topyekûn bir imhadır.

İsrail ve arkasındaki Siyonist akıl, sadece toprak değil, insanlık onuru üzerinden de yürümektedir. Ve ne yazık ki bu vahşetin karşısında duranların sayısı, susanlardan azdır. Oysa Kur’an, zalime meyletmeyi bile cehennemle tehdit ederken, bugünün dünyasında zalimin işlediği cinayetleri diplomasiyle aklamaya çalışan bir insanlık tiyatrosu izliyoruz.

Zulmü alkışlayan da, sessiz kalan da, “denge politikası” diyen de aynı saftadır: zalimin yanı. Bugün çocukların kanı sokaklara akarken, ekranlara düşen her bomba, sadece bir şehir değil, bir insanlık değerini de yerle bir etmektedir.

Bize düşen, “Ayıya dayı” dememek, “Susmak da bir duruştur” yalanına kanmamaktır. Çünkü bebeklerin ahı, sadece zalimi değil, susanı da yakar.
Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

İsrail’in anlamadığı tek dil, insaf ve insanlık dili değildir. Çünkü onlar o dili terk etmiş, şiddetle konuşmayı tercih etmişlerdir. O hâlde bizim de cevabımız, dualar, direnişler, birlik ve bilinç olmalıdır. Zira ümmet bir vücut gibidir. Bir yerinden kan akarken diğer yerinin susması, o vücudun ölüm habercisidir.

Bu çağın en büyük imtihanı, vicdanla çıkar arasında yapılan tercihtir. Ya zalime karşı durarak insan kalacağız ya da kendi konforumuzun mezarında insanlığımızı gömeceğiz.

Özet:
Bu makale, İsrail’in Filistin’de yaptığı zulmü ve bu zulme karşı sessiz kalanların da bir nevi ortak olduğunu vurgulayan ibretli bir çağrıdır. Sessizliğin suç ortaklığına dönüştüğü, bebeklerin kanının zalimi boğacağı ve bu vahşetin sadece dışarıdan değil içeriden de desteklendiği anlatılır. Makale, ümmete vicdan, birlik ve direniş çağrısı yapar.

 




Sessiz Feryatlar: Gazze’de Açlıktan Ölen Çocukların Ardındaki Hakikat

Sessiz Feryatlar: Gazze’de Açlıktan Ölen Çocukların Ardındaki Hakikat

Bir Sayıdan Fazlası

Bir haber düşer ekranlara: 14 bin çocuk, 24 saat içinde ölebilir.
Sadece bir cümle.
Ama her kelimesi, insanlığın vicdanına atılmış bir tokat gibi.
Bu sayı bir istatistik değil; her biri bir anne duası, bir baba hayali, bir masum gözyaşı…
Bu dünyada, gözümüzün önünde, bilinçli bir suskunlukla çocuklar açlıktan ölüyor.

Vicdanın Suskunluğu

En acı gerçek şu: Bu ölümler “kaza” değil.
Bir depremin, bir salgının ya da doğal bir felaketin sonucu değil.
Bile isteye, planlı bir kuşatmanın, gıda ambargosunun, suskun bakışların neticesi…
Ve bu sessizlik, bombalardan daha yıkıcı.
Zira mazlumu sadece düşmanı değil, susan dostları da öldürür.

Avrupa Yeni Mi Uyanıyor?

Avrupa’nın harekete geçmesi umut verici görünse de, “çok geç” kalınmış bir uyanış değil midir bu?
14 bin masum ruhun son 24 saati kalmışken yapılan diplomatik adımlar, zamana karşı yarışabilir mi?
Vicdanın uyanışı geciktiğinde, en güzel karar bile sadece bir yas tutmaktan öteye geçemez.

Bir Dünya Sınavda

Bu çağ, bir teknolojik çağ olduğu kadar bir vicdan imtihanıdır.
Milyar dolarlık silahlarla donanan devletler, bir bebeğin mamasını ulaştıramıyor.
Her şey var, ama merhamet eksik.
Bir çocuğun açlıktan ölmesi sadece Gazze’nin değil, tüm dünyanın iflasıdır.
Zira dünya; bir çocuğun açlıktan öldüğü yerde, ahlâken çökmüştür.

İmtihanın Adı: Sessizlik

Bugün Filistin’de çocuklar açlıktan ölüyor ama aslında ölen sadece onlar değil:
Adalet duygusu ölüyor.
Merhamet ölüyor.
İnsanlık ölüyor.
Ve susan her dudak, bu ölümlere bir onay mührü basıyor.
Unutmayalım: Bir zulme karşı susmak, zulmün parçası olmaktır.

Ve Biz…

Biz bu haberleri izlerken ne hissediyoruz?
Sadece “üzülmek” yeterli mi?
Üzülmek bir duygudur; ama harekete dönüşmeyen bir duygu, sadece vicdanı uyuşturan bir tesellidir.
Bugün, dualar kadar eylemler de kıymetlidir.
Yardım kampanyalarına destek, zulmü haykıran sözler, çocukları hatırlatan paylaşımlar…
Hepsi bir damla olabilir. Ama unutma, okyanus da damlalardan oluşur.

Özet:

Bu makale, Gazze’de 14 bin çocuğun açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı dramatik durumu ele alır. Bu trajedi, sadece bir insanlık krizi değil, aynı zamanda suskunluğun, duyarsızlığın ve adaletsizliğin bir yansımasıdır. Avrupa’nın gecikmiş tepkisi, mazlum çocukların hayatını kurtarmaya yetmeyebilir. Makale, vicdanları harekete geçirmeyi, merhameti eyleme dönüştürmeyi ve zulüm karşısında susmamayı vurgular. En büyük imtihanın, susmak ya da konuşmak arasında yapılan tercihte olduğu hatırlatılır.

 

 




Ruhlar Âlemine Dönüş

Ruhlar Âlemine Dönüş

Topraktan gelen beden toprağa dönecek.
Bu hakikat, inkar edilemeyecek kadar açık.
Ama ya asıl misafir?
Ya o bedende konaklayan, nefes veren, anlam katan ruh?
Unutulan, ihmal edilen, ama asıl yolculukçumuz olan ruh nereye dönecek?

Geldiği yere mi?
Ruhlar âlemine mi?
Ve eğer dönecekse…
Nasıl dönecek?

Yolculuk Başlarken

Ruh, ezelde Rabbine “Evet!” demişti.
“Elestü bi Rabbikum – Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
“Kâlû belâ – Evet, Rabbimizsin!”
İşte o zaman ruh, bir söz verdi.
Bu dünyaya gönderildiğinde de, o sözü tutmakla yükümlüydü.
Fakat dünya, unutturuyor.
Maddî lezzetler, geçici zevkler, alışkanlıklar, gaflet örtüsü gibi sarıyor ruhu.

Ruh Büyüyor mu, Soluyor mu?

Beden yiyor, içiyor, geziyor, büyüyor.
Peki ya ruh?
O neyle besleniyor?
Onun gıdası ibadet, tefekkür, dua, hayır, doğruluk, merhamet, ilim ve hikmettir.
Bunlar yoksa, ruh zayıflar.
Bunlar çoksa, ruh parlar, büyür, olgunlaşır.

Öyleyse mesele şu:
Ruh, geldiği yere gelişmiş olarak mı dönecek?
Yoksa yıpranmış, pörsümüş, tanınmaz halde mi?

Beden toprağa kavuşurken sevinir.
Ama ruh, asıl yurduna dönerken ne hisseder?
Eğer emaneti kirletmeden, sahibine layık bir hâlde götürmüşse:
Sevinçle, sürurla, selametle…
Yok, eğer o emanet isyanla, nankörlükle, gafletle lekelenmişse:
Korkuyla, pişmanlıkla, dehşetle…

Ruhlar Âlemi Bir Başlangıç mı, Son mu?

Kabir, bir kapıdır.
Beden için toprak, ruh için ise başka bir âlem…
O âlem, ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur,
Ya da cehennem çukurlarından bir çukur.
Ve o âlemde herkes, ruhunun dünyada ne kadar beslendiğine göre şekil alır.
Kimi nurlanır, kimi karanlığa gömülür.
Asıl mesele işte buradadır.

Hazırlık Vakti

Bedenin toprağa gideceğini hep hatırlıyoruz.
Ama ruhun da bir dönüşü olduğunu unutuyoruz.
Oysa ruh da çağrılacak.
O da “gel” denilecek.
Ve işte o gün…
Ne valiz, ne makam, ne servet, ne dost…
Sadece ruh hâliyle gidilecek.

Özet:

Bu makale, insan bedeninin topraktan gelip toprağa döneceğini hatırlatırken, asıl önem verilmesi gerekenin ruha dair olduğunu vurgular. Ruhun da geldiği yere, yani ruhlar âlemine döneceği anlatılır. Bu dönüşün nasıl olacağı ise, ruhun bu dünyada neyle beslendiğine, nasıl bir hayat sürdüğüne bağlıdır. Ruh ibadet, ilim, iyilikle beslenirse nurla döner; gaflet, günah, kibirle yaşarsa karanlıkla döner. Bedenin toprağa kavuşması gibi ruhun da öz yurduna dönerken ne durumda olacağı, insanın en önemli meselesidir. Bütün mesele burada düğümlenir: Ruh ne halde dönecek?

 




Hatırlanacak mıyız?

Hatırlanacak mıyız?

Binlerce yıl…
Dünyadan nice insanlar gelip geçti,
Kimisi büyük tahtlarda oturdu, kimisi çöl topraklarında yattı.
Kimisi tarihe adını altın harflerle yazdırdı, kimisi sadece bir gölge olarak silindi.
Ama bir gerçek var ki, toprağın altındakiler,
Üstündekilerden çok daha fazla.
Ve biz?
Biz, hangisinden olacağız?

Hatırladıklarımız ve Unutulanlar

Hatırladığımız ne kadar az insan var…
Tarihteki büyük hükümdarlar, sanatçılar, alimler, savaşçılar…
Adlarını duyduğumuzda, birer anı gibi gelirler.
Peki ya hatırlamadıklarımız?
Bütün o milyonlarca insan…
Adı hiç anılmayanlar, mezarları bilinmeyenler, hatırlanmayan hayatlar…
İsimleri unutulmuş, isimleri hiç anılmamış insanlar…
Ne kadar da çok değil mi?

Ve işte asıl soru: Biz, hangisinden olacağız?
Ve neyle hatırlanacağız?
Belki kimse adımızı hatırlamayacak.
Ama, hayatımızı, amellerimizi, kelimelerimizi, davranışlarımızı hatırlayacaklar.
Bir insanın kalbine attığı tohumlar, belki de adını duyurmasından çok daha kalıcıdır.
Ya da bir insanın kötülüğü…
Unutulmuş bir kötülük bile, yıllar sonra bile birinin ruhunda derin izler bırakabilir.
İyiye de kötüye de dair her şey, bizi hatırlatacak bir şekilde kalır.

Zamanın Kısalığı ve Hatırlanmanın Değeri

Herkes bu dünyada bir iz bırakmaya çalışır.
Büyük bir isim mi?
Yoksa bir hayır mı?
Zaman geçer, insanlar ölür, hatırlananlar silinir, fakat bir şey var:
Her şey geçici.
Fakat bir şey daha var ki, o da gerçekten hatırlanacak olanın ameller olduğudur.

Unutulmaz hatıralar, güzel bir söz, bir iyilik, bir yardımseverlik veya bir dua ile şekillenir.
Dünya, büyük bir kalabalıktır.
Ama kabir, yalnızca bir kişiye ait olacaktır.
O kabir, o yalnızlık, bir nevi, gerçek kimliğinizi test eden bir sınavdır.
O kabirden sonra ne hatırlanır?
İyi ameller mi?
Yoksa kötü ameller mi?

Hazır Mıyız?

Peki, biz buna hazır mıyız?
Hazır mıyız, o kabirde hatırlanacak bir iz bırakmaya?
Hazır mıyız, ölüme, ebedi hayata, bir sonrasına?
Hazır mıyız, hatırlanmak için?
Hazır mıyız, daha çok sevilmeye, daha çok hayır işler yapmaya, insanların gönlünde kalmaya?

İşte gerçek soru, aslında şu:
Biz, neyle hatırlanacağız?
Adımızla mı, eserimizle mi, amellerimizle mi, ya da belki sadece yaşadığımız dünyada yapmamız gereken en önemli şeyleri yapmadığımız için mi?
Hazır mıyız?

Özet:

Bu makalede, insanların dünyada bıraktığı izlerin zamanla silinmesi ve unutulması üzerine düşünülür. Hatırlananlar çok azdır, çoğu insanın adı tarihten silinir. Ancak geriye kalacak olan sadece adı değil, yaptığı amellerdir. Bir insanın hatırlanıp hatırlanmayacağı, dünya hayatındaki amellerine bağlıdır. İyi işler yapmak, kalıcı izler bırakmak ve başkalarına faydalı olmak, insanın adını unutturulmaz kılar. Ölüme yaklaşırken, aslında en önemli soru şudur: Biz neyle hatırlanacağız? Hazır mıyız, o izleri bırakmak için?

Bu makale, ölüm ve hatırlanma teması etrafında, insanların yaşamlarının anlamını ve ebedî hayatta ne şekilde hatırlanacaklarını sorgulayan bir bakış açısı sunmaktadır.

 




Sessizliğin Ardından: Bir Mevtadan Hayattakilere Nasihatler

Sessizliğin Ardından: Bir Mevtadan Hayattakilere Nasihatler

“Şimdi konuşamıyorum belki ama, eğer sesim size ulaşsaydı… Dinler miydiniz?”

Ben artık bu dünyadan göçtüm. Adımı ananlar azaldı, hatıralarım silinmeye yüz tuttu. Mezarımda sessizim. Ama eğer konuşma imkânım olsaydı, hayatta olanlara çok şey söylerdim. Şu anda sahip olduğunuz her nimetin kıymetini bilemediğinizi, her nefesin aslında geri sayım olduğunu anlatmak isterdim.

  1. Vakit Sandığınızdan Daha Hızlı Geçiyor

Ey yaşayan kardeşim, zaman çok hızlı akıyor. Sanki dün doğmuştum, bugün ise kefenime sarıldım. Saatler değil, yıllar bile bana bir göz kırpması gibi geldi. Sen hâlâ “daha zaman var” mı sanıyorsun? Hâlâ mı erteliyorsun tevbeni, namazını, affını, sevgini?

  1. Kalpleri Kırmayın, Çünkü Kabirde En Çok Onlar Konuşuyor

Hayatta iken bir gönlü kırmak kolaydı. Belki gururla, belki öfkeyle. Ama şimdi o kırılan kalplerin ağırlığı kabirde omuzlarımda. Bana bir iyilik edenin ismi kalbimde parlıyor, ama bir gözyaşına sebep olduğum kişi hâlâ huzurumu zedeliyor. Unutma: Kalp kırmak, Kâbe’yi yıkmaktan beterdir.

  1. Mal, Mülk, Mevkî… Hiçbiri Gelmedi Peşimden

Biriktirdiğim servet, çalıştığım yıllar, kazandığım itibar… Hiçbiri bu kabre giremedi. Sadece amellerim geldi yanıma. Onlar da ya bana dost oldu, ya düşman. Dünya senin sandığın kadar büyük değil; kefenin cebi yok, mezarın sarayı yok.

  1. En Çok Şunlara Hasretim: Bir Secde, Bir Dua, Bir Helalleşme

Bir daha secde edememek ne büyük bir hasret… Bir dua edememek, bir anneye sarılamamak… Bir özür dileyememek… Keşke bir kere daha “Hakkını helal et” diyebilseydim dediğim insanlar var. Onlara ulaş. Gecikme. Affet ve af dile.

  1. Ölüm, Korkulacak Bir Son Değil; Hazırlanılacak Bir Gerçektir

Ölümden kaçamazsınız. Ama ona dost gibi hazırlanabilirsiniz. Ben keşke onu gençliğimde dost edinseydim. Her gün “Bugün son günüm olabilir” diyerek yaşasaydım. Ölümü hatırlamak, hayatı güzelleştirir. Unutma: Ölümü unutan, hayatı da boşa harcar.

  1. Bir Fatiha’nın Değeri Burada Çok Büyük

Eğer bana bir iyilik yapmak istersen, bir Fatiha oku. Bir sadaka ver, bir yetimi güldür. Burada o sevaplar bir nur gibi gelir. Unutma: Kabirdekilerin dünyadakilerden hiçbir beklentisi yok, bir dua hariç…

Özet:

Bu makale, ölümden sonra konuşabilen bir mevtanın (vefat etmiş bir insanın), hayattaki insanlara iletmek istediği ibretli mesajları ve nasihatleri hayalî bir seslenişle aktarır. Vakit kıymetinin farkına varmak, kalp kırmaktan sakınmak, malın değil amelin kabre geldiğini bilmek, affetmenin ve helalleşmenin önemini kavramak gibi temel hayat dersleri, mevtanın ağzından etkileyici ve düşündürücü bir şekilde sunulmuştur. Ölümün son değil, ebedî hayata açılan bir kapı olduğu hatırlatılır. Kabirden gelen sessiz bir çığlıkla hayata dair farkındalık kazandırmak amaçlanır.

 

 




Uyuyanlar Şehri: Hakikatle Yüzleşmek

Uyuyanlar Şehri: Hakikatle Yüzleşmek

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” buyurur Peygamber Efendimiz (asm). Bu veciz söz, sadece bir haber değil, aynı zamanda bir sarsıcı gerçektir. Her sabah gözlerimizi açtığımızda yaşadığımızı zannediyoruz. Yürüyoruz, konuşuyoruz, kazanıyoruz, tüketiyoruz… Ama gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece rüya görüyoruz da bunu hayat sanıyoruz?

Uyanık olan kimdir? Elindeki fani oyuncaklarla oyalandığını fark edemeyen mi, yoksa perdeyi aralayarak ebedi hayatın yoluna düşen mi?

Dünya, büyük bir rüya sahnesi aslında. Birçok insan kendini uyanık zannederken, gafletin içinde derin bir uykuya dalmış. Kimisi makamla, kimisi servetle, kimisi eğlenceyle meşgul… Zihinleri meşgul, kalpleri yorgun ama asıl uyanmaları gereken yere —ahirete— bir türlü gözlerini açamıyorlar. Ölüm, işte bu derin gaflet uykusunun hakiki sabahıdır. Ölümle uyanan insan, dünyada uykuda geçirdiği ömrü anlayınca, ne çok şeyin boş olduğunu, ne az şeyin kıymetli olduğunu fark eder. Ama artık dönüş yoktur.

Kimi bu uyanışı rahmetle karşılar; çünkü dünyadayken gafletle değil ibadetle yoğrulmuştur ömrü. Kimi de dehşetle uyanır; çünkü rüyada saraylarda yaşarken, gerçekte bir harabede olduğunu fark eder.

Hayat, ölüm öncesi son fırsattır. Her gün bir uyarı, her nefes bir davet, her musibet bir tokat gibidir. Ama biz, hâlâ uyanık olduğumuzu sanıyoruz. Oysa uykuda rüya gören birinin, uyanık olduğunu iddia etmesi kadar trajikomik bir iddiadır bu.

Kabir, gözlerin gerçek anlamda açıldığı yerdir. Orada gerçek görünür. Orada hayat değil, hakikat başlar. Ve orada “keşke”ler bir anlam ifade etmez. İnsan, orada geride bıraktığı her dakikanın hesabını vermekle meşguldür artık. Bir zamanlar ihmalle geçirdiği sabahlar, haramla dolu geceler, boş geçirilen gençlikler bir bir önüne gelir. Uyanmak için geçtir ama fark etmek için çok erkendir!

Öyleyse burada uyanalım. Daha gözümüz toprağa değmeden, kalbimizi toprağa değdiren o sonsuz hakikate açalım. Her sabah, son sabahımız gibi uyanalım. Her ibadet, son fırsatımız gibi eda edilsin. Çünkü asıl uyanmak, henüz uyandığımızı fark edebildiğimiz yerdedir.

Özet:

Bu makale, “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” hadisinden hareketle, dünya hayatının bir gaflet uykusu olduğunu ve gerçek uyanışın ölümle başladığını vurgular. Gerçek uyanıklığın, ahireti dünyada fark edebilmek olduğu belirtilir. Ölümden önce uyanmak için ibretle düşünmeye ve hayatı bilinçli yaşamaya davet eder.

 

 




Toprağın Altındaki Âlem

Toprağın Altındaki Âlem

Hayattayken çok insan gördüm.
Televizyonla, internetle dünyanın dört bir köşesinden yüzler, sesler, kültürler tanıdım.
Renk renk, dil dil, türlü türlü…
Ama sandım ki dünya bu kadar.
Meğer asıl kalabalık toprağın altındaymış.

Kabir: Sessizlerin Sonsuz Konuşması

Kabir… Dışarıdan bakınca bir taş, bir toprak yığını.
Ama içine girince, bambaşka bir gerçeklik:
Nice milletlerden, kavimlerden, zamanlardan insanlar var burada.
Kimi bin yıl önceden, kimi dün gelmiş.
Kimi savaş meydanlarından, kimi hastane köşelerinden.
Kimi zengin, kimi fakir.
Kimi peygamberin ümmeti, kimi gafletin koynunda ölmüş.

Öyle bir çeşitlilik var ki, dünya yanında sönük kalıyor.
Adeta her kabir, başka bir âleme açılan kapı gibi.
Sanki bir mezarlık, farklı yüzyılların, dillerin, coğrafyaların iç içe geçmiş hali.

Anne Karnından Dünya’ya, Dünya’dan Kabre

İnsan anne karnındayken de sanır ki gerçeklik sadece orasıdır.
Dünyaya çıkınca hayret eder:
“Böyle bir hayat mı varmış?”
Şimdi kabirdeyim…
Yine benzer bir şaşkınlık içindeyim:
“Meğer burası ne büyük bir âlemmiş!”

Dünya, gözle görünenlerin yurduydu.
Kabir, hakikatin çıplaklaştığı yer.
Burada kimsenin maskesi yok.
Burada unvan geçmez, servet konuşmaz, görüntü hüküm süremez.
Sadece amel konuşur.

Unutulmuşlar Âlemi mi, Yoksa Gerçeklerin Diyarı mı?

Sanırdık ki mezarlıklar unutulmuşlar diyarı.
Ama asıl biz unutanlardık.
Onlar hatırlıyor, biliyor, görüyor.
Öyle bir farkındalıkla yaşıyorlar ki, bizim dünyadaki bütün “uyanıklığımız” uykudan başka bir şey değilmiş.

Burada zamanı ölçen takvim yok.
Ama her bir kabirde ayrı bir hayat, ayrı bir hikâye var.
Kimisi nur içinde, kimisi azapla baş başa.

Sonuç: Toprağın Altı Unutulmuş Değil, Ertelenmiş Bir Gerçektir

Mezarlık, sadece bir bitiş değil; başka bir âleme geçiştir.
Dünya sahnesi kapanınca, perde arkasındaki esas hakikat başlar.
Ve o hakikat, bambaşka milletlerin, bambaşka hallerin ve bambaşka bir zamanın içine alır insanı.
Tıpkı bir çocuğun anne karnından çıkıp sonsuz bir dünyaya gözlerini açması gibi…

Özet:

Bu makalede, insanın dünya hayatında gördüğü çeşitlilikten çok daha fazlasının kabir âleminde bulunduğu, toprağın altının adeta bambaşka bir gerçeklik barındırdığı anlatılır. Kabir, dışarıdan bakıldığında sessizlik içinde görünse de içinde farklı çağlardan, ırklardan ve hayatlardan gelen ruhlarla dolu büyük bir âlemdir. Anne karnından dünyaya geçişte yaşanan şaşkınlık gibi, dünya hayatından kabir âlemine geçişte de büyük bir idrak kapısı aralanır. Hakiki hayatın burada başladığı vurgulanır.

 

 




Hazır Değilim Dedi, Ama Geldi…

Hazır Değilim Dedi, Ama Geldi…

Her gün ve her an ölümden bir davet var bana:
Bana gel, diye.
Ben de hep erteliyorum:
Hazır değilim, diye.
Bahanelerim Hazır:
İşim daha bitmedi, diye.
Sonunda aldı beni:
İşim bitmese de…
Meğer iş burada değil, orada başlıyormuş.
Haberim yokmuş…

**********

Her gün ölüm bana bir davetiye gönderdi:
“Bana gel…” dedi.
Ben her defasında, nazikçe ama kararlı bir şekilde cevap verdim:
“Hazır değilim.”

İnsan garip bir mahlûktur. En kesin hakikati –ölümü– en çok unutan odur. Her gün binlerce insan toprağa verilirken, kalbinde hâlâ “Ben değilim” duygusuyla yaşar. Oysa ölüm, her canlının mukadder kaderidir. Ve o gün geldiğinde, hazırlıklı olup olmadığımıza bakmaz.
Alır.

Ertelemenin Bedeli

“Daha işim bitmedi” deriz.
Oysa dünya işleri hiçbir zaman bitmez.
Çocuk büyür, sonra evlenir, torun olur, derken bir iş daha, bir meşguliyet daha…
Ama ölüm, “işin bitti mi?” demez.
O, vaktin doldu mu? der.
Ve çoğu kez cevap: “Evet, doldu…”

Oysa insan kendini kandırır. Bahaneler üretir:

Daha gençtim…

Henüz tevbe etmemiştim…

Biraz daha ibadet edecektim…

Bir Hac yapıp dönecektim…

Ama hiçbir bahane, Ecel Meleği’ni durdurmaz.

İş Burada Değil, Orada Başlıyor

En acısı da şudur: Ölüm geldiğinde fark ederiz ki, asıl “iş” burada değilmiş. Asıl imtihan, asıl muhasebe, asıl gerçek orada başlıyormuş.
Ama “hazır değilim” dediğimiz şey, aslında hazırlıksız yakalanmaktan başka bir şey değilmiş.

Kabir kapısı kapanınca anlarız:

Asıl iş şimdi başlıyor.

Malım gitmiş, sevdiklerim dönmüş, amelim kalmış.

Namazım eksik, tevbe etmemişim, hak helalleşmemiş…

Ne Zaman Hazır Olur İnsan?

Cevap basit:
Hazırlanırsa, hazır olur.

O hâlde:

Her gün ölümü anmalı,

Her geceyi son gece bilip tevbe etmeli,

Her namazı, son namaz huşûsunda kılmalı,

Her sözümüzü, her hakkımızı, her adımımızı “kabir arkası”nı düşünerek atmalıyız.

Çünkü ölüm, beklemiyor.

Sonuç:

Bir gün geldiğinde, ölüm bize şöyle der:
“Ben seni çoktan çağırdım… ama sen ‘hazır değilim’ dedin. Şimdi geldim… işin başlıyor.”

Ve biz, gözümüz açık, ama elimiz boş bir şekilde bakarız arkamızda kalan dünyaya.
Keşke bir gün daha verilseydi…
Ama o gün artık yoktur.

Özet:

Bu makalede, insanın ölüm çağrısını sürekli ertelemesi ve “hazır değilim” bahanesiyle oyalanması ele alınır. Dünya meşguliyetlerinin hiç bitmeyeceği, fakat ölümün vakit dolduğunda mutlaka geleceği vurgulanır. Asıl hazırlığın bu dünyada değil, ölüm sonrasında başlayacak hakiki hayata yönelik olması gerektiği anlatılır. Hazır olmamanın bahaneyle değil, gayretle aşılabileceği belirtilir. Ölümün her gün davet ettiği ve en doğru cevabın “bugün hazır olmak” olduğu hatırlatılır.

 




Kabrin Arkası İçin Çalışınız

Kabrin Arkası İçin Çalışınız

“Hakikî saadet ve lezzet ondadır.”

Bir gün herkesin ardında bir mezar taşı, önünde ise sonsuzluk olacaktır. Kabrin içi karanlık olabilir, ama “arkası” nurla da dolabilir, azapla da… Bu büyük yolculuk öncesi bizden istenen şey ise basittir ama ihmal edilir: Kabrin arkası için çalışmak.

Hayat Nereye Akıyor?

Dünya bizi meşgul eder, oyalar, bazen büyüler. Lezzetler sunar, hayalleri peşimize takar. Ama ne kadar sürer bu? Bir kahkaha anı, bir başarı duygusu, bir mülk sevinci… Hepsi geçici. Çünkü her yolun sonunda bir mezar taşı bekler. Ve o taşın altı değil, arkasıdır asıl mesele. Nereye gideceğiz? Kimlerle karşılaşacağız? Ne ile karşılanacağız?

İşte bu yüzden hakikî saadet, bu dünyada değil, onun arkasındadır. Dünya sadece bir bekleme salonudur. Asıl saray, asıl yurt ötededir.

Dünyanın Parıltısı Yetmez

Kimi insanlar vardır; dünya onlara her şeyini sunsa da, kalpleri doymak bilmez. En sürurlu hâllerde bile ruhlarında bir boşluk, gözlerinde bir arayış vardır. Çünkü ruh, bu dünyanın değil, ebediyetin malıdır. Geçici olanla tatmin olmaz.

Bu yüzdendir ki, en parlak zevklerin ortasında bile âhiret arayışı dinmez. Kimi vakit bir cenaze, kimi vakit bir hastalık, kimi vakit gece yarısı sessizliği hatırlatır insana:
“Asıl hayat bu değil.”

Kabrin Arkasını Düşünmek: Bir Kaçış Değil, Bir Bilinçtir

Bazıları ölümü anmayı karamsarlık zanneder. Hâlbuki kabir arkasını düşünmek, hayatı daha bilinçli yaşamanın adıdır. Harama el uzatmaktan sakınmanın, iyilikte yarışmanın, tevbenin ve affın kapısını açık tutmanın vesilesidir.

Çünkü:

Orada para değil, sevap geçer.

Orada makam değil, takva sorulur.

Orada şöhret değil, ihlas aranır.

Orada kime kul olduğun sorulur.

Ebedi Hayat İçin Eylem Zamanı

Kabrin arkası, ebediyet yurdudur. Sonsuz mutluluk da oradadır, pişmanlık da. Bugün ise çalışmanın, hazırlık yapmanın günüdür. Bir ömürlük ibadet, bir kalpleri ısıtan iyilik, bir tevazu dolu dua, kabirden sonrasını nurlandırabilir.

Bugün dünyada, yarın kabirde, sonra ebediyette…

Özet:

Bu makalede, “Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır” düsturu çerçevesinde, dünya hayatının geçiciliği ve ahiret yurdunun kalıcılığı işlenmiştir. Dünya nimetlerinin ruhu tatmin edemeyeceği, hakiki huzurun kabir sonrasındaki hayatta olduğu vurgulanır. Dünyanın parıltılı halleri bile âhireti unutturamamakta; ruh, fıtraten sonsuzluğu aramaktadır. Kabir arkasını düşünmek, hayatı daha şuurlu yaşamak için bir uyarı ve yöneliş kaynağıdır. Sonsuz mutluluğun bu dünyadaki hazırlığa bağlı olduğu hatırlatılır.

 

 




Dönen Yok Seferinden: Gerçekten Memnunlar mı?

Dönen Yok Seferinden: Gerçekten Memnunlar mı?

> “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
(Yahya Kemal Beyatlı – Sessiz Gemi)

Şairin zarif kelimelerle dokuduğu bu mısralar, her birimizin yüreğine derin bir sızı bırakır. Ölüm, bu “sessiz gemi”yle seferine çıkanlar, gerçekten memnunlar mı? Yoksa o sükût, geride kalanların anlamadığı bir pişmanlığın suskunluğu mu?

Gidiş Sessizdir, Ama Her Gidiş Memnuniyet Değildir

Kabir, dışarıdan bakıldığında sessiz, sakin, huzur dolu görünebilir. Ancak bu sükûnet, içteki fırtınaları örtbas edebilir mi? Her gidenin memnun olduğu fikri, belki yaşayanların kendilerini avutmak için sarıldıkları bir temennidir. Çünkü dönen yoktur. Dönselerdi, belki gerçekleri anlatırlardı da kulaklarımız kaldırmazdı.

Kim Memnundur Yerinden?

Elbette memnun olanlar vardır. Dünya zindanında Rabbine kavuşmayı özleyen müminler… Secdeleriyle kabirlerini nurla donatanlar, gözyaşlarıyla affa sığınanlar, kalp kırmaktan korkanlar, yetime el uzatanlar, kul hakkından titreyenler… Evet, onlar kabirlerinden memnundurlar. Çünkü ölüm onlar için yokluk değil, vuslattır.

Ama ya geri kalanlar? Hayatı gafletle geçirenler, namazı terk edenler, harama batanlar, kul hakkı yiyenler, tevbe etmeye fırsat bulamadan ölenler? Onlar da memnunlar mı yerlerinden? Yoksa kabir, onlar için pişmanlığın derin kuyusu mu oldu?

“Dönen Yok” Diye Herkesin Memnun Olduğunu Sanmak Aldanıştır

Dönülmemesinin nedeni memnuniyet değil, ilahi bir kaderdir. Ölüm kapısından giren için dünya perdesi kapanır. Oradan haber getiren yok, ama gönderilen mesajlar var. Kur’an’da, hadislerde, rüyalarda, ibretlik ölümlerle gelen uyarılar… Aslında “giden” konuşur da biz duymazdan geliriz.

Kabirden Memnun Ayrılmak İçin Hayattayken Ne Yapmalı?

Şimdi kendimize sormamız gerek: Ben o gemiye bindiğimde memnun ayrılanlardan olmak istiyor muyum?

Eğer cevabımız “evet”se:

Namazla aramızda mesafe bırakmamalıyız.

Kalp kırmamaya yeminli yaşamalıyız.

Kul hakkından titremeliyiz.

Tevbe fırsatını ertelememeliyiz.

Her günümüzü son günmüş gibi yaşamalıyız.

Bir Gün Sıra Bize Gelecek

Bir gün bizim için de o “sessiz gemi” yanaşacak. Ardımızdan şunlar söylenecek:
“Gitti ama memnun muydu?”
Cevabı bizden başka kimse bilemeyecek. Ama biz, cevabımızı şimdiden hazırlayabiliriz.

Özet:

Bu makale, Yahya Kemal’in meşhur mısrasından yola çıkarak, “ölüm seferine çıkanların gerçekten memnun olup olmadıkları” sorusunu işler. Şairin dizeleri umut ve tevekkül ihtiva ediyor gibi görünse de, gerçekte her gidenin memnun olmadığını; bazılarının pişmanlıkla, azapla karşılaştığını ifade eder. Memnun ayrılanların da, memnun olmayanların da var olduğu belirtilir. Makale, hayatta olanlara bir uyarı olarak; ölüm öncesi hazırlığın gerekliliğini, tevbenin, ibadetin ve kul hakkına dikkat etmenin önemini anlatır. “Dönen yok” diye rahatlamamak, “memnun dönenlerden” olmak için bugünden hazırlık yapmak gerektiği öğütlenir.

 

 




İlâhî Vuslat: Fâniden Bâkîye Yolculuk

İlâhî Vuslat: Fâniden Bâkîye Yolculuk

> “Ey insan! Senin en mühim işin, en büyük meselen, İlâhî marifetle başlayan, muhabbetle gelişen, vuslatla nihayet bulan yolculuğundur.”

İnsan, yolcudur. Bu yolculuk, anne rahminden dünyaya, dünyadan kabre, kabirden haşre, haşirden ebedî yurdun kapısına uzanan büyük bir serüvendir. Fakat bu yolculuğun gayesi sadece mekân değiştirmek değil, fâniden Bâkî’ye, mahlûktan Hâlık’a ulaşmaktır. İşte bu erişin adı vuslattır; İlâhî vuslat…

Vuslat: Arayışın Zirvesi

İnsan kalbi bir arayıcıdır. Mülk, şöhret, zevk, makam… Hepsi gelip geçicidir. Kalbin doymazlığının sebebi, aslında onun fâniye değil, Bâkî olana ait yaratılmış olmasıdır. Çünkü kalp, sonsuzluğu ister. O sonsuzluk ise ancak Allah’ta bulunur.
Zira, Kalbin Bâkî Mâbuduna muhabbeti, ezelîdir.

Bu yüzden ne kadar dünya eşyasıyla kalp doldurulsa da, içinde hep bir eksiklik, bir boşluk kalır. Çünkü vuslat yoksa, her şey eksiktir.

Ayrılıktan Yakınlığa

Vuslat, aslında bir yakınlıktır. Ancak bu yakınlık, maddî değil, manevî bir yakınlıktır.
Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

> “Andolsun, biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Allah, kuluna bu kadar yakınken, kul neden O’na bu kadar uzak kalır?

Çünkü perde kuldadır. Günah, gaflet, kibir, dünya sevgisi… Hepsi birer perdedir. Vuslata ermek isteyen kulun ilk vazifesi, bu perdeleri bir bir kaldırmaktır. Tövbe ile, ibadetle, muhabbetle…

İlâhî vuslat, hakikatte bir uyanıştır. Nefsin sarhoşluğundan, dünyanın hayalinden, gafletin karanlığından silkelenip Hakk’a yöneliştir.

Aşkın En Gerçek Hâli: Vuslat İçin Yanmak

Gerçek aşk, vuslatsız olmaz. Mevlânâ’nın “Şeb-i Arûs” dediği gibi, ölüm bile bu vuslatın bayramıdır. Seven, sevdiğine kavuştuğu an ölümü bile gülerek karşılar.

Çünkü bilir ki, asıl hayat orada başlar. Bütün ayrılıklar, bütün bekleyişler, bütün yorgunluklar vuslatla sona erer. İşte bu yüzden ehl-i aşk için ölüm bir son değil, en büyük başlangıçtır.

Vuslata Giden Yol

İlâhî vuslata ulaşmanın yolu marifet, muhabbet ve ibadettir.

Marifet: Allah’ı tanımaktır.

Muhabbet: Tanıdıkça sevmek, sevdikçe yakınlaşmaktır.

İbadet: Bu yakınlığın fiilî tezahürüdür.

Her secde bir vuslat provasıdır. Her gözyaşı, kalpteki perdelerin çözülüşüdür. Her sabah namazı, “Sana geldim ya Rab!” diyen bir kulun vuslata ilk adımıdır.

Özet

İlâhî vuslat, insanın yaratılış gayesi olan Allah’a kavuşma ve yakınlaşma halidir. Bu, bir aşk yolculuğudur; kalbin fâniden Bâkî olana yönelişidir. Dünya kalbi doyurmaz çünkü kalp, Allah için yaratılmıştır. Vuslat, marifetle başlar, muhabbetle gelişir, ibadetle kemale erer. Gerçek vuslat, ancak perdeleri kaldırarak, hakikî tevbe, samimî ibadet ve ihlâsla mümkündür. Bu yolculuk, ayrılıktan yakınlığa, karanlıktan nura, fâniden ebedîye bir geçiştir. Vuslatın sonu yoktur, çünkü Allah ebedîdir.