İstemek: Kudret Kapısının Anahtarı

İstemek: Kudret Kapısının Anahtarı

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemek de vermezdi.”

Bu kısa ama derin hakikat, dua, niyet ve tevekkülün sırrını bir cümlede özetler. İnsanın kalbine düşen her hayırlı arzu, aslında İlâhî bir davetin yankısıdır. Kul ister; çünkü Allah diler. Kul yönelir; çünkü Rahmet çağırır. O hâlde insanın içindeki en masum temenniler bile, kaderin ince dokunuşlarıyla yoğrulmuş, rahmetin ön sözüdür.

İstekler Nereden Gelir?

İnsan bazen bir hayal kurar. Bazen bir dua eder, bir hedef belirler. “Nereden geldi bu istek içime?” diye düşünmez çoğu zaman. Oysa kalpte beliren her iyi niyet, her hayırlı murat, bir çağrıdır: “Bu yola çık. Çünkü yol var. Ve sonunda lütuf var.”

Allah bir şeyi vermek istemeseydi, onun özlemini kulunun kalbine yerleştirmezdi. Tıpkı toprakta beliren bir filiz gibi… Filiz, toprağın altında saklı olan bir tohumu işaret eder. İsteklerimiz, kalpteki İlâhî tohumların ilk yeşerme emareleridir.

Dua: Verilene Dâvet Mektubu

Dua, sadece istek değil; aynı zamanda itiraftır. Kul, “Ben acizim, Sen ise Kadîrsin” der. Bu hâl, sadece talep değil; aynı zamanda teslimiyettir. Ve her istek, eğer samimiyetle ve hayır muradıyla yapılmışsa, zaten kaderin bir satırıdır.

Bediüzzaman der ki:
“Dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeresi uhrevîdir. Dünyevî maksatlar, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir.”
Yani, dua aslında istenilenin verilmesini değil, istenilene yaklaşma sürecinin başlamasını sağlar.

Her İstek Verilir mi?

Hayır. Çünkü bazı istekler bizim için hayırlı değildir. Fakat “istemek” fiili bile başlı başına bir lütuftur. Bazı dualar verilir; bazıları kaldırılır; bazıları ertelenir; bazıları ahirette büyük mükâfat olarak verilir. Ama hiçbir dua zayi olmaz.

Bazen bir isteğimizin gerçekleşmemesi, Allah’ın bizi koruduğu anlamına gelir. Ve bazen de bir şeyin gecikmesi, onun daha güzel bir versiyonuna kapı açar. İstemek, Rabb’e teslimiyetin bir tezahürüdür; sonucu, hikmetine bırakmaktır.

İstemeyi Bilmek: Sorumluluk ve Sır

Evet, istemek Allah’ın vermeyi murad etmesindendir. Ama bu, insanın iradesini devre dışı bırakmaz. Çünkü “istemek”, aynı zamanda niyet, yöneliş, hazırlık ve gayret demektir. Bu yüzden istemek, sadece dilde değil; amelde de olmalıdır.

Eğer Allah bize “istemeyi” lütfetmişse, bu bir davettir. Biz bu davete icabet ederken gayret göstermeli, sabretmeli, tevekkül etmeli ve neticesini hikmete bırakmalıyız. Çünkü her isteğin sonunda murad, bazen bizzat istenen şey değil, isteyeni dönüştürmektir.

Özet:

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemek de vermezdi” sözü, insanın kalbine düşen her hayırlı isteğin İlâhî bir yönlendirme olduğunu gösterir. Dua, muradın habercisi; istek, lütfun davetidir. Her istek verilmese de, her isteme bir değere sahiptir. Çünkü istemek, Allah’ın kuluna yönelişidir; kulun Rabbine sığınışıdır. Asıl mesele istemeyi bilmek, istemeye sadık kalmak ve sonucu Rahmân’a bırakmaktır.

 

 




İnsanın Ebed Arzusu: Fânideki Misafir, Bâkideki Asıl Yolcu

İnsanın Ebed Arzusu: Fânideki Misafir, Bâkideki Asıl Yolcu

“İnsanın ebede uzanmış emelleri, kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için halk edilmiştir ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.” – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler

İnsan garip bir varlıktır: Küçücük bedeniyle sınırlı mekânlarda yaşar ama zihni kâinatın tamamında dolaşır. Kalbi, dünyanın lezzetlerini tattıkça doymaz; daha fazlasını, daha daimîsini ister. Akıl bir anı yaşarken, ruh başka zamanlarda gezinir: mazide takılır, istikbale seyran eder. Bu neyin işaretidir?

Bu hâl, insana yerleştirilmiş ebedîlik duygusunun yansımasıdır. Fânî dünyada, bâkî arayışlar… Sınırlı ömürde, sınırsız ümitler… Bu tezat, bir yanlışlık değil; bilakis yaratılış gayesinin işaretidir.

Emel, Efkâr ve Arzu: Ebedin Elçileri

İnsanın iç dünyasında üç büyük işaret vardır:

  1. Ebedî emeller: İnsan hep ileriye dönüktür. Yaşamak ister, sevdiklerini kaybetmek istemez, sonu kabullenemez. Bu, ebed arzusudur.
  2. Kâinatı kuşatan fikirler: İnsan, aya ayak basar, yıldızları inceler, atomu parçalar. Oysa cüssesi bir sinekten küçüktür. Bu, zihninin sınır tanımadığını gösterir.
  3. Ebedî saadetin renklerine yayılmış arzular: Sevilmek, huzur bulmak, mutlu yaşamak, sevdikleriyle sonsuza kadar birlikte olmak ister. Bu arzular kısa ömürlü dünyaya sığmaz.

Bütün bunlar neyi gösterir? Bu fânî varlık, aslında bâkî için yaratılmıştır. Eğer bu arzular boşa çıkacaksa, bu kadar yüksek donanım, hikmetsiz ve anlamsız olurdu. Oysa Allah, abes iş yapmaz.

Dünya: Misafirhane, Âhiret: Ebedî Yurt

İnsan, bu dünyaya yerleşmeye değil, yolculuğa çıkmaya gelmiştir. Dünya, kalıcı bir yuva değil; konaklama yeridir. Misafirhaneler güzeldir ama ev sıcaklığı vermez. Dünya da böyledir. Güzellikleri vardır ama kalıcı değildir. Her tat, ardından bir vedayı getirir. Her sevinç, bir gölge taşır.

Dünyadaki hiçbir nimet insanın ruhunu doyurmaz; çünkü ruhun vatanı bu dünya değildir. Ruh, ebed için yaratılmıştır. Fânî olan, bâkî olanı tatmin edemez.

Bekleyişin Hikmeti: İntizar Salonu

Bediüzzaman, dünyayı bir “intizar salonu” olarak tarif eder. Bekleyen kimdir? Elbette yolcu… Neyi bekler? Sonsuzluğu, vuslatı, adaleti, rahmeti… Bu bekleyiş, tesadüf değil; bir imtihanın zeminidir.

İnsan burada sabırla, imanla, gayretle bekler. Her şeyin bir sonu olduğu gibi bu bekleyişin de bir sonu vardır. Ancak o son, sonsuz bir başlangıçtır. Kimi için cennet kapısı, kimi için pişmanlık tufanıdır.

Özet:

İnsanın iç dünyasında yer alan ebedî emelleri, kâinatı kuşatan düşünceleri ve sonsuz saadet arzuları, onun sadece bu dünya için yaratılmadığını, asıl vatanının âhiret olduğunu gösterir. Dünya, bir misafirhane ve geçici bir bekleyiş salonudur. Bu hakikat, hayatın anlamını verir ve insana yön çizer: Fânîye değil, bâkîye yönel. Dünya için değil, ebed için hazırlan.

 

 




Taş Yağmuruna Tutulan Kavim: Lut Kavminden Zamanımızdaki Sapmalara Mesajlar

Taş Yağmuruna Tutulan Kavim: Lut Kavminden Zamanımızdaki Sapmalara Mesajlar

“Ve biz onların üstüne taş yağdırdık. Uyarılanların sonu ne kötü oldu!” (A’râf, 84)

Tarihin karanlık sayfalarında, helak ile damgalanmış bir kavim vardır: Lut Kavmi.
Onlar sadece bir ahlâksızlığı değil, yaratılış fıtratına meydan okumayı tercih ettiler. Kadını bırakıp, erkeğe yönelerek sadece şehveti değil, insanlığın en temel değerlerini de çiğnediler. Bu sapma sadece bireysel bir günah değil, toplumsal bir sapkınlık haline gelmişti. Ve Allah Teâlâ, bu ahlâkî yıkıma karşı bir uyarı ve ibret olarak onları helak etti.

Lut Kavmi: Fıtratın İsyanına Karşı İlâhî Cezalandırma

Hz. Lut (aleyhisselâm), onları defalarca uyardı:
“Bu yaptığınız işi, sizden önce hiçbir ümmet yapmamıştı.” (A’râf, 80)
Ama onlar ne akla kulak verdiler, ne de vahye. Nihayet, Allah’ın emriyle melekler geldi. Gecenin bir vakti, şehir altüst edildi. Üstlerine taşlar yağdı. Onların gülüp eğlendikleri sokaklar, lanetle mühürlendi.

Bu kıssa sadece geçmiş bir hadise değil; her çağda insanlığa bir uyarıdır. Çünkü sapma tekrar ettiğinde, sonuç da tekrar edebilir.

Zamanımızdaki Lutîlik: Etiket Değişti, Günah Aynı

Bugün ise bu sapkınlık “özgürlük”, “kimlik”, “onur” adı altında pazarlanıyor. Renkli bayraklar altında işlenen fıtrat cinayeti, “seçim” kılıfıyla normalleştiriliyor. Lut kavminin yaptığı neyse, bugün yapılan da odur. Tek fark, çağdaş etiketler ve dijital desteklerdir.

Toplumlar, bu sapmayı ahlaki bir seçenek olarak görmeye başladığında, aslında kendi sonlarının zeminini hazırlarlar. Bir milletin çöküşü, sadece ekonomik değil, fıtri ve ahlâki çöküşle başlar.

Peki Neden Bu Kadar Tehlikeli?

Çünkü bu sapkınlık:

Fıtratı bozar, insanı insan olmaktan uzaklaştırır.

Aile yapısını yıkar, nesli tehdit eder.

Toplumu iffetsizliğe, hayasızlığa alıştırır.

Allah’ın gazabını çeker.

Tarih boyunca nice kavimler zulümle, inkârla helak oldu; ama Lut kavmi özel bir azaba uğradı. Çünkü yaptıkları sapkınlık, insanlık onuruna da, ilahî düzene de meydan okumaktı.

Tebliğ, Merhametle Ama Netlikle Olmalı

Elbette bu günahı işleyen insanlar tamamen düşman değildir. İnsanlar bozulabilir, ama asıl tehlike günahın normalleşmesidir. Müminin görevi, bu sapmayı ifşa etmek, ama bunu öfke değil, rahmetle yapmaktır. Hz. Lut gibi uyarıcı olmak, ama zulmetmemek gerekir.

Günahı sevmeyiz, ama günahkârı kurtarmak isteriz. Çünkü her insan tövbeye muhtaçtır. Bugün bu yoldan dönecek bir kişi, yarın bir kavmin kurtuluşuna vesile olabilir.

Ey Nefsim, Ey İnsanlık!

Lut kavminin ibret dolu sonunu tekrar hatırla. Onların şehirleri hâlâ toprak altında, ama mesajları hâlâ gökyüzünden haykırıyor:

“Fıtrata savaş açarsan, yer sana dar gelir.”

Yaratılışın hikmetini unutma. Erkek erkekle, kadın kadınla değil; erkek kadınla, rahmetle, evlilikle huzur bulur. Bu sadece inanç meselesi değil; insanlık meselesidir.

Özet:

Bu makale, Kur’an’da helak edilen Lut Kavmi üzerinden, LGBT hareketlerinin ilahi düzen ve fıtrat açısından değerlendirmesini yapmaktadır. Lut Kavmi’nin sapkınlık nedeniyle yok edilmesi, sadece tarihi bir olay değil, her döneme hitap eden bir uyarı olarak ele alınır. Günümüz LGBT akımlarının benzer sapkınlıkları modern kılıflarla meşrulaştırmaya çalıştığına dikkat çekilir. Makale, müminin bu duruma karşı tebliğ görevini merhametle ama netlikle yapması gerektiğini vurgular. Son olarak, insanlığa ve nefse “fıtrata karşı gelmenin sonu hüsrandır” mesajı verilir.

 




Aile Birliği: Hürmet ve Muhabbet Üzerine Kurulu Bir Mabet

Aile Birliği: Hürmet ve Muhabbet Üzerine Kurulu Bir Mabet

“Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.410)

Zaman zaman çatırdayan aile yapılarının ardında, bu kadim hakikatin göz ardı edilmesi yatar: Hürmetin eksikliği, muhabbetin tükenişi… Oysa aile, sadece iki insanın bir araya gelmesi değil; iki yüreğin aynı ahlâk ve değer dairesinde, karşılıklı sevgi ve saygı ile kenetlenmesidir.

Hürmet Olmadan Muhabbet Sürmez

Muhabbet, aşkın ve sevginin latif bir çiçeğidir. Ancak bu çiçek, hürmet toprağına dikilmezse solar. Kadın, erkeğin özdeşi değil, tamamlayıcısıdır. Erkek de kadının üstünde değil, yanında bir misyonda yaratılmıştır. Kur’an’da belirtildiği gibi, “kadınlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz” (Bakara, 187). Elbise gibi birbirini koruyan, örtüp saran iki yarım…

Muhabbeti ayakta tutan hürmettir. Kadının kadim değerine, faziletine saygı duymayan bir erkek; erkeğin sorumluluğuna, merhametine değer vermeyen bir kadın, muhabbeti tüketecektir.

Muhabbet, Fani Değil, Şefkatle Kalıcıdır

Birçok evlilik, başlangıçta nehir gibi çağlarken zamanla kuruyan pınarlara döner. Çünkü muhabbet mecazî aşka dayanmışsa, zayıf bir bağ olur. Oysa Allah için, ebedî bir arkadaşlık niyetiyle kurulan muhabbet, gerçek bir sadakatin temeli olur.

Sadece güzelliğe, maddiyata, hazza dayalı sevgi çabuk eskir. Şefkat, sadakat, dua ve paylaşma üzerine kurulu bir muhabbet ise yıllandıkça kök salar.

Aile: Küçük Bir Cennet, Büyük Bir Sorumluluk

Aile bir imtihan sahasıdır. Erkek reisi olmak, emretmek değil, merhamet ve adaletle yönlendirmek demektir. Kadın hanım olmakla köle değil, yuvanın sultanı olmaktadır. Evlerimiz huzur dolu değilse, acaba hürmeti mi kaybettik? Muhabbeti şekle, rızayı zorunluluğa mı dönüştürdük?

Peygamberimiz (sav), “Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır” buyurur. Hayrın ölçüsü, ev içinde gizlidir. Dışarıya güzel görünen nice insanlar vardır ki evlerinde zulüm rüzgarları eser. Ve dışarıdan sessiz duran nice yuvalar vardır ki içinde melekler sakindir.

Sonuç Yerine Bir Dua

Ey Rabbimiz, evlerimizi secdeyle, kalplerimizi muhabbetle, davranışlarımızı hürmetle donat. Eşler arasındaki bu mukaddes bağı sarsılmaz eyle. Zira aile, toplumun temeli; temel sağlam olmazsa, bina yıkılmaya mahkûmdur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder.” sözü esas alınarak aile içi huzurun temeli olan karşılıklı saygı ve sevginin önemi işlenmektedir. Hürmetin muhabbeti besleyen asli bir damar olduğu, muhabbetin ise şefkat, sadakat ve maneviyatla güçlendiği vurgulanır. Ailenin sadece dünya hayatı için değil, ebedî hayat için de bir imtihan ve fırsat olduğu ifade edilerek okuyucuya, sağlam bir aile inşası için ahlak, dua ve sorumluluk çağrısı yapılır.

 




Medeniyetin Gölgesinde Çöken Aile: Muvakkat Refakat, Ebedî Müfarakat

Medeniyetin Gölgesinde Çöken Aile: Muvakkat Refakat, Ebedî Müfarakat

“Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.”(Lem’alar.202)

********

Modern çağın bize sunduğu “medeniyet” paketi, dışı parlak ama içi boş bir hayat tarzını dayatmaktadır. Bu medeniyetin aileye sunduğu ise, süslü bir refakat; ancak içi boş, gayesiz, süreli bir birlikteliktir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle bu, “hayvancasına muvakkat bir refakat”tir ve ardından “ebedî bir müfarakat” gelir. Çünkü kalpleri ebedî bir hayat anlayışı değil, dünyevî hevesler birleştirmiştir.

Refakat Var, Fakat Hakikat Yok

Bugün birçok evlilik; çıkar ilişkisi, dünyevî beklenti veya geçici heyecanlar üzerine kurulmakta. İki insan, birlikte yaşamakta ama birlikte yaşlanmayı düşünmemekte. “İkimiz bir fani hayatı paylaşalım” fikri hâkim; “ikimiz bir ebedî yoldaşlığa talibiz” anlayışı ise kaybolmuş durumda.

Modern terbiye anlayışı, insanı yalnızca biyolojik bir varlık gibi görüp aileyi bir nevi sosyal kontrat olarak sunar. Sevgi ve sadakat gibi kutsal değerler, yerini bencilliğe, özgürlük maskesi altında sorumsuzluğa terk eder. Neticede o yuva, geçici bir konak olur ama ebedî bir ayrılığa dönüşür.

Terbiye-i Medeniye: Ahlâkı Unutan Bir Terbiye

Bugün “medenî” terbiye, çoğu zaman hakiki terbiyeyi öldürmektedir. Aile fertleri birbirini Allah için değil, menfaat için sever. Ne anne merhameti kalır, ne baba şefkati… Ne de eşler arasında sadakat.

Aile, dünya menfaati üzerine kurulursa, menfaat bitince yuva dağılır. Ama aile, ebedî bir hayatın başlangıcı, bir cennet mektebi olarak kurulursa, dünya ayrılıkları bile vuslatın habercisi olur. Çünkü hakiki terbiye, kişiyi ebedî hayata hazırlar; aileyi bir cennet fidanlığına çevirir.

Aile: İmanın Meyvesi Olmalı

Aile, sadece iki bedenin birleşmesi değil, iki ruhun Allah rızasında birleşmesidir. Aksi hâlde o birliktelik, hayvanlar arasında da görülen geçici bir refakat olur. Hayvandan farkı olmayan bu hayat tarzı, insanı da insanlıktan uzaklaştırır.

Bediüzzaman, “ebedî müfarakat” derken sadece bedensel ayrılığı değil, ruhların ebedî kurtuluşunun tehlikeye girdiğini vurgular. Çünkü Allah’ı tanımayan bir eş, ahireti unutan bir anne-baba, çocuklarını da gaflete sevk eder. Oysa iman, muhabbeti sonsuzlaştırır, hürmeti kalıcı kılar.

Son Söz: Ebedî Birliktelik İçin

Ey mümin kardeşim, evliliğine bir ticaret gibi değil, bir ibadet gibi bak. Eşini maddî değil, mânevî bir yoldaş olarak gör. Çocuklarını yalnız bu dünyaya değil, ahirete de hazırlamak için yetiştir. Unutma ki: Ebedî saadet, bu dünyadaki imanın ve ahlâkın meyvesidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “medeniyet terbiyesi” altında bozulan aile yapısına dair eleştirisi ele alınmıştır. Modern anlayışın aileyi geçici bir beraberlik olarak sunduğu, bunun da ebedî ayrılıkları doğurduğu belirtilmiştir. Aile yapısının ancak iman, ahlak ve Allah rızası temeliyle kalıcı hale gelebileceği vurgulanır. Ebedî hayatı hedefleyen ailelerin ise dünyada huzurlu, ahirette vuslatla mükâfatlanacağı ifade edilir. Makale, okuyucuya aileyi sadece dünya için değil, ebedî saadet için kurma çağrısı yapar.

 

 




Ailede Saadet ve Kadının Asaletine Açılan Yol: Şeriatın Nezaketinde Saklıdır

Ailede Saadet ve Kadının Asaletine Açılan Yol: Şeriatın Nezaketinde Saklıdır

“Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.”
(Lem’alar, s.202)

***********

Zaman, insanı savurdukça savuruyor. Modernlik adı altında gelen birçok dalga, aileyi temelinden sarsıyor. Aile hayatı zayıfladıkça birey yalnızlaşıyor, toplum parçalanıyor. Kadın, ya meta hâline getiriliyor ya da asli rolünden koparılıyor. Böyle bir çağda, Bediüzzaman’ın bu tesbiti, hakikatin kalbinden yankılanıyor: Aile saadeti de, kadının ulvîleşmesi de ancak İslam ahlâkının içinde mümkün.

Aileyi Aile Yapan Ruh: İslamî Adâb

Aile; sevgi, saygı, sadakat ve fedakârlık üzerine kurulu bir birlikteliktir. Modern toplumda bu değerler yerini menfaate, bencilliğe ve geçici hazlara bırakıyor. Oysa İslam, evlilik kurumuna hem dünyevî bir düzen hem de uhrevî bir anlam yükler. Eşlerin birbirine karşı görevleri vardır. Evlilik bir sözleşme değil, bir emanettir.

Şeriatın koyduğu hudutlar, aile fertlerinin haklarını korur. Kadının izzetini, erkeğin merhametini, çocukların masumiyetini teminat altına alır. İşte bu yüzden, şeriatın adabıyla donanmış bir aile, bu dünyanın da öte âlemin de saadetine bir anahtardır.

Kadın: Fıtratına Uygun Yükselir

Bugün kadına özgürlük adı altında dayatılan modeller, onun yaratılış hakikatine aykırıdır. Rekabet, teşhir, hırs ve gösteriş içinde kadın, özünden uzaklaşmaktadır. Halbuki İslam, kadını yücelten bir ölçü getirir: iffet, merhamet, şefkat ve vakar. Kadın; annelikte, eşlikte ve insan yetiştirmede öylesine kutsal bir yerdedir ki, cennet ayaklarının altına serilmiştir.

Kadın, şeriatın edebiyle ruhunu beslediğinde hem dünyada izzet kazanır, hem de ahirette ebedî mükâfata erişir. O zaman ne kullanılır, ne aşağılanır; bilakis korunur, saygı görür.

Modern Aile Boşlukta Yürür, Şeriat Aileye Ruh Verir

Batı kültürünün ithal modelleriyle kurulan aileler kısa sürede sarsılıyor. Çünkü zemin kaygan, çünkü bağ geçici. Şeriat ise aileye bir ibadet boyutu kazandırır. Evlilik, Allah’ın adıyla başlar; eşler birbirine Allah için sabreder. Çocuk, Allah’ın emaneti bilinir. Bu açıdan aile artık sadece bir birliktelik değil, bir mabed olur.

Şeriatsız Ahlâk, Kuralsız Sevgiye Benzer

Bugün toplumda ahlâkî çöküntülerin temelinde, dinî sınırların terk edilmesi vardır. Şeriat, hayatı dizayn ederken kalbi unutmayan bir sistemdir. Sadece kural değil, aynı zamanda rahmettir. Kadını ve aileyi hem korur, hem yüceltir.

Bu sebeple, modernleşmek adına şeriat terk edilince, kadın da aile de zarar görür. Saadetin anahtarı, Allah’ın çizdiği yoldadır. O yol ise daire-i şeriattır. O daire, hem adalet hem de merhametle çevrilidir.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’dan alınan “Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.” cümlesi etrafında bir değerlendirme yapılmıştır. Aile kurumunun günümüzde karşılaştığı tehlikeler, modern hayatın getirdiği çöküş ve kadının değersizleştirilmesine karşılık, İslamî ahlakın aileye ve kadına kazandırdığı izzet, sükûn ve ulviyet anlatılmıştır. Şeriatın adabı olmadan kalıcı huzur ve ulvî değerlerin gelişemeyeceği vurgulanmış, kadının ve ailenin gerçek saadetinin bu çerçevede mümkün olduğu ifade edilmiştir.

 

 




Ailede Sadakatin Sırrı: Kusurda Islah, İnadı Terk Etmekle Mümkündür

Ailede Sadakatin Sırrı: Kusurda Islah, İnadı Terk Etmekle Mümkündür

> “Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askerîdeki itaatın bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur…”
(Lem’alar, s.202)

Aile, bir sevgi çatısı değil sadece; aynı zamanda bir sorumluluk ve sabır mekânıdır. Her evlilik, iki ayrı ruhun tek bir yolda yürümek için verdiği iradeli bir karardır. Ancak bu yürüyüş, yol boyunca sadece çiçeklerle süslenmez; bazen dikenlere, bazen yağmura, bazen de fırtınalara maruz kalır. İşte tam da bu anlarda, aileyi ayakta tutacak olan şey, sadakat, affedicilik ve hikmetli tavırdır.

Kusura Kusurla Cevap: Yuvayı Yıkan Sessiz Felaket

Modern zamanların en büyük hatası şudur: Karşılık bekleyen fedakârlık… Eğer eşler, her kusura aynıyla mukabele etmeye kalkarsa, o ailede artık tamir değil, tahrip başlar. Tıpkı komutanına isyan eden bir asker gibi, görev bilinci zedelenir. Aile, sevgiyle kurulsa da sadakatle yaşar. Ve sadakat, en çok zorluk zamanlarında anlam kazanır.

Bir kadın, kocasının hatasını gördüğünde, onu inatla cezalandırmak yerine, bir dost ve kurtarıcı gibi davranmalıdır. Çünkü bu dünya ebedî değil; ama eşlerin beraberliğinin bir ucu ebediyete uzanır. Bugünkü bir kırgınlık, yarınki bir pişmanlığın tohumudur. Kadının yaptığı her yanlış karşı hamle, sadece erkeği değil, aynı zamanda aile ocağını ve çocukların geleceğini de sarsar.

İnat Değil Islah: Kadının Ulvî Rolü

Kadın; hayat veren, sabır taşı olan, duayı evin atmosferine katan varlıktır. Bir eşin kusurunu görmek, o kusuru yaymak veya karşılık vermek için değil; dua, anlayış ve ıslah için bir fırsattır. Çünkü kadın bu hâliyle sadece eşini değil, aynı zamanda ebedî arkadaşını kurtarmaktadır. Ve bu kurtuluş, mahşerde bir kurtuluş belgesi olabilir.

Açıklık ve teşhir, dışa yönelen bir feryattır belki. Ama bu feryat, kadını daha da yalnızlaştırır. Başkalarına beğenilmek, evdeki eşi düzeltmez; bilakis, evin çatısını çökertir. İffet, kadının en büyük izzetidir; onu pazarlık konusu yapmaksa, kendi ruhunu ipotek etmektir.

Ebedî Arkadaşlık: Birbirini Taşımakla Mümkün

Evlilik, geçici bir hoşluk değil, ebedî bir arkadaşlıktır. Cennette beraber yürümek isteyenler, dünyada sabırla yan yana durmalıdır. Eşinin hatasını bahane ederek, görevini bırakmak bir nevi gemiyi terk etmektir. Oysa kaptan batarsa, yolcu da batar. Birbirini taşımak, yük değil rahmettir. Ve bu rahmet, Allah katında karşılıksız kalmaz.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’dan alınan “Kadın, kocasında fenalık görse de sadakatini bozmaz; kusurunu ıslaha çalışmalıdır” meali üzerine, aile içindeki sadakat, sorumluluk ve ıslah anlayışı ele alınmıştır. Özellikle kadının, eşinin hatasına karşılık vermek yerine, sabır ve hikmetle davranmasının aile saadeti açısından taşıdığı öneme vurgu yapılmıştır. Açıklık ve başkalarına kendini beğendirme çabası gibi tutumların ise aileyi yıprattığı ve kadını zarara uğrattığı anlatılmıştır. Ailede saadet ve ebedî arkadaşlık, ancak karşılıklı vazifeleri hakkıyla yerine getirmekle ve ıslah niyetiyle mümkündür.

 

 




Zevk Görünümlü Azaplar: Meşru Daire Dışındaki Lezzetlerin Gizli Bedeli

Zevk Görünümlü Azaplar: Meşru Daire Dışındaki Lezzetlerin Gizli Bedeli

> “Aziz hemşirelerim! Kat’iyen biliniz ki daire-i meşruanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde; on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hâdisatlarla ispat etmiştir.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*********

İnsanoğlu, dünyaya sadece yaşamak ve lezzet almak için gelmedi. Kalbine derin bir ebediyet arzusu konuldu; ruhuna sonsuzluğu arama duygusu verildi. Ancak bu fıtri duygular, nefsin gösterdiği suni zevklerle tatmin olmaz. İşte bu yüzden, meşru sınırlar dışına çıkan her haz, görünüşte bir lezzet, gerçekte ise uzun vadeli bir azaptır.

Haricî Zevklerin Gizli Tuzakları

Meşru dairenin dışındaki eğlenceler, haram bakışlar, israf yüklü yaşam tarzları, başta tatlı görünse de, sonunda kişiyi ruhen çökertir, manen tüketir. Kalp tatmin olmaz, ruh doymak bilmez, vicdan rahatsız olur. Birkaç dakikalık keyif, günlerce sürecek pişmanlıkların kapısını aralayabilir.

Tıpkı parıltılı bir tuzağa koşan kuş gibi, insan da şeytanın cilalı sahte hazlarına aldanır. Ama yakalandığında anlar ki, özgürlük sandığı şey esarettir. Zevk sandığı şey bir imtihanın maskelenmiş hâlidir.

Meşru Daire: Rahmetin Emniyet Alanı

Meşru daire dardır ama huzurludur. İnsan bu sınırlar içinde hem nefsini terbiye eder hem de gerçek lezzetlerin farkına varır. Aile içindeki sevgi, helal rızıkla kazanılmış bir lokma, Allah rızası için edilen bir tebessüm… Bunların her biri, haram dairedeki yapay keyiflerden çok daha kalıcı ve derin tatlar verir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Haramda bir lezzet varsa, sonunda yüz elemi vardır.” Oysa helalde, hem dünya hem ahiret saadeti vardır. Nefsaniyetin çağırdığı her haram haz, bir bakıma insana “kendini unut” derken; meşru zevkler, “kendini tanı, Rabbini bul” diye fısıldar.

Kadınlara Özel Bir Hitap: Hemşirelik ve İffet Arasındaki İnce Bağ

Alıntı, özel olarak “aziz hemşirelerim” ifadesiyle kadınlara seslenmektedir. Kadınlar, toplumun iffet ve merhamet mihveridir. Şefkatli yürekleriyle yalnız aileye değil, toplumun ruhuna da yön verirler. Bu yüzden onların meşru daireye bağlı kalması, sadece şahsi saadetleri için değil, toplumun huzuru için de bir teminattır.

Kadın, fıtraten ince ruhlu, derin hissiyatlı bir varlıktır. Dış dünyanın hoyrat ve aldatıcı hazlarına kapıldığında, en çok zarar gören yine kendi ruhudur. Çünkü ruhu yaratılıştan hassastır; haramın kiri, onun üzerinde daha derin izler bırakır.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’dan alınan “meşru daire dışındaki zevklerde on kat fazla elem ve zahmet vardır” hakikati ışığında, sahte hazların tehlikeleri ve meşru yaşamın huzuru işlenmiştir. Haram zevklerin kısa süreli tatmin verdiği ama uzun vadede kalbi, vicdanı ve ruhu yaraladığı; buna karşılık meşru dairedeki helal hazların hem dünya hem de ahiret saadeti kazandırdığı anlatılmıştır. Özellikle kadınlara hitapla, iffetli yaşamın kişisel ve toplumsal huzura katkısı vurgulanmıştır. Gerçek lezzetin, nefsin değil, ruhun doyumuyla mümkün olduğu öğütlenmiştir.

 

 




İzzetli Bir Duruş: Kadının Haysiyetini Korumak ve Kanaatle Yaşamak

İzzetli Bir Duruş: Kadının Haysiyetini Korumak ve Kanaatle Yaşamak

> “Hemşirelerim! Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için serseri, ahlâksız, Frenk-meşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle… kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*********

Zamanın akışıyla değişen hayat şartları, insanları kendi fıtratına zıt tercihlere mecbur bırakabiliyor. Özellikle kadınlar, geçim sıkıntısı, yalnızlık ya da toplumsal baskı gibi sebeplerle, hakikat ve haysiyet çizgisinden taviz verebiliyor. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu uyarısı, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda bir izzet manifestosudur.

Kadının İffeti, Ailenin Haysiyeti, Toplumun Şerefi

Bir milletin ahlak ve fazileti, kadınların taşıdığı iffetin derecesiyle doğru orantılıdır. Kadın, yalnızca bir eş, bir anne değil; toplumun ruhunu şekillendiren bir irade ve izzet timsalidir. Bu yüzden onun eğilmesi, sadece bir bireyin değil, bir milletin ruhen çöküşüdür.

İşte bu açıdan, geçim sıkıntısı bahanesiyle, ahlâksız ve dinden uzak bir erkeğin tahakkümünü kabul etmek; kadının kendi izzetine, fıtratına ve haysiyetine karşı işlediği bir zulüm olur. Bu, “bir lokma ekmek uğruna ruhu satmak” gibi bir bedel ödetir insana.

Fıtratın İlmine Dönüş: Kanaat ve İktisat

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “iktisat ve kanaat” kadının fıtratına yerleştirilmiş en büyük hazinedir. Köy kadınları gibi mütevazı bir şekilde kendi emeğiyle geçinmek, hem onurlu hem de İslamî ölçülerle daha üstündür. Böyle bir duruş, dışarıdan küçük görünse de iç dünyada sonsuz bir izzetin kaynağıdır.

Kadın, “evleneyim de her ne pahasına olursa olsun başımı sokacak bir yer bulayım” düşüncesine değil; “iffetimle yaşar, kanaatle ayakta dururum” duruşuna sahip olmalıdır. Çünkü gerçek saadet, rızada ve sabırda saklıdır.

Boşanma Kolaycılığı ve Toplumsal Çöküş

Günümüzde küçük bir anlaşmazlıkta hemen “mahkemeye gitmek, boşanmak” çözüm gibi sunulsa da, bu süreçlerin özünde bir aile felaketi, bir toplumsal çürüme yatar. Şeref-i millî ve haysiyet-i İslâmiyeyi koruyan, zorluklar karşısında kaçmak değil; sabırla, dua ile ve hikmetli yaklaşım ile çözüm üretmektir. Kadının fedakârlığı, bazen bir evi değil, bir nesli kurtarır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “maişet için ahlâksız bir kocanın tahakkümüne girmektense kanaatle yaşamak” şeklindeki uyarısı merkeze alınmıştır. Kadının haysiyeti, iffeti ve izzetinin korunmasının, sadece şahsi değil, toplumsal bir önem taşıdığı vurgulanmıştır. Meşru geçim yolları ve kanaat, kadının ruhunu korurken, aileyi ve toplumu da ayakta tutar. Keyfî boşanma eğilimlerinin İslami haysiyeti zedelediği belirtilmiş; sabır, dua ve ıslah gayretiyle aile huzurunun mümkün olduğu anlatılmıştır. İzzetli duruşun en büyük güç olduğu vurgulanarak, kadına iffetli bir özgürlük anlayışı sunulmuştur.

 

 




Fıtraten Mübarek: Kadının Yüksek Ahlâkı ve İfsadla Savaş

Fıtraten Mübarek: Kadının Yüksek Ahlâkı ve İfsadla Savaş

> “Mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi fısk ve sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar, daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesud bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*******

Kadın; yaratılışı itibariyle merhametin, fedakârlığın ve yüksek ahlâkın mücessem halidir. Onun fıtratı, geçici zevklerde değil; kalıcı değerlerde mesuttur. Kadın, doğası gereği aileye, sevgiye ve sadakate meyillidir. Bu fıtrî yöneliş, onu İslam terbiyesi içinde bir şefkat abidesi, bir aile direği, bir toplum mimarı yapar.

Kadının Değerini Tahrif Eden İfsad Komiteleri

Tarih boyunca kadının bu yüksek ve ince yapısı, daima istismar edilmek istenmiştir. Modern zamanlarda ise “özgürlük” maskesi altında, kadının iffetini, haya duygusunu ve aile kurucu rolünü sarsmaya çalışan ifsad komiteleri, onun tabii kabiliyetlerine aykırı sahte roller biçmeye kalkmıştır.

Kadını, kendi yaratılışına zıt olarak dünya zevklerine sürüklemek, bir fıtratı çürütmek, bir toplumun temelini dinamitlemektir. Çünkü kadın ifsad olduğunda, sadece bir birey değil; bir nesil, bir medeniyet kaybolur.

Kadının Gerçek Sahası: İslam Terbiyesi ve Aile Yuvası

Kadın; modern vitrinlerde tüketilen bir meta değil, İslam’ın terbiye halkasında incelikli bir mürebbiyedir. O, fıskın değil, faziletin zeminidir. İslam terbiyesi, kadını küçük düşüren değil; yücelten, mahviyet içinde onurlandıran bir mekteptir.

Kadının yaratılışına uygun olan; anne olmak, eş olmak, kalpler inşa etmek ve karakterler yoğurmaktır. Bunlar zayıflık değil, Allah’ın kadına özel lütfettiği manevî saltanat alanlarıdır.

Mübarekleri Koruma Duası

Bediüzzaman’ın duasıyla bitirelim: “Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsun! Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin.” Bu dua bir temenni değil; bir mücadele çağrısıdır. Hem kadınlara hem topluma düşen görev, kadının bu fıtrî izzetini korumak, sahip çıkmak ve nesillerin ahlâkî bekasını garanti altına almaktır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın kadınların fıtratına dair tesbiti merkeze alınmıştır. Kadının, fısk ve sefahate değil; yüksek ahlâka ve İslami aile yapısına uygun yaratıldığı vurgulanmıştır. Kadını ifsad etmeye çalışan ideolojik akımlar ve “özgürlük” kisvesindeki tahribatlar eleştirilmiş; İslam terbiyesinin kadına gerçek izzet ve huzuru sunduğu ifade edilmiştir. Makale, kadını bir vitrin süsü değil; bir ahlâk meşalesi olarak tanıtan dua ve temenniyle son bulmuştur.

 

 




Birbirini Cennete Taşımak: Ebedî Refikliği Anlamak

Birbirini Cennete Taşımak: Ebedî Refikliği Anlamak

> “Bahtiyardır o adam ki refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur… Veyl o zevc ve zevceye ki birbirini ateşe atmakta yardım eder.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*******

İnsan hayatı bir yolculuktur; dünya bu yolculuğun hanesi, ahiret ise asıl yurdudur. Bu uzun seferde en yakın yoldaş, en hakiki refik; eştir. Evlilik, sadece bir akit değil, iki ruhun sonsuzluğa açılan ortak yolculuğudur. Ne var ki bu yolculuk ya cennete çıkar, ya da uçuruma sürüklenir. Bu, çiftlerin birbirine nasıl baktığı ve nasıl davrandığıyla doğrudan ilişkilidir.

Salih ve Saliha: İki Taraflı Bir Tesir

Kadın saliha ise, kocasına bir rahmettir. Erkeğin gönlü, onun muhabbetiyle yumuşar; onun iffet ve ibadetindeki istikamet, erkeğe de bir yol olur. Erkek salih ise, kadın ona bakarak dini ciddiye alır; onun vakarında kendi ahiretini görür. Bu etkileşim, her iki tarafı da yükseltir. Evlilik bir terakki vesilesi olur. Böylece dünyada saadet, ahirette visal gerçekleşir.

Bu manada bahtiyar, eşini görünce cenneti hatırlayandır. Onun güzel amellerinden feyiz alıp kendi eksiklerini tamamlamaya çalışandır.

Bedbahtlık: Birbirini Ateşe Atmak

Ne hazindir ki, bazı eşler birbirinin ebediyetini unutup dünyalık heveslere meyleder. Kadın, erkeğin fıskına bakar ve tesettürünü bırakır. Erkek, kadının sefahatini görür ve dine mesafe alır. Böylece şeytan, onları çift kanatla cehenneme sürükler. Onlar, birbirini uyarmak ve kurtarmak yerine birbirinin helakine ortak olurlar. Bediüzzaman’ın “veyl” ifadesi, böylelerinin ne kadar derin bir pişmanlığa düşeceğini gösterir.

Medeniyetin Fantazilerine Karşı Uyanmak

Modern hayatın sunduğu sahte özgürlükler, eşleri sorumluluktan uzaklaştırmakta, vazifeden koparmaktadır. “Eğlen”, “yaşa”, “kendin için var ol” sloganları, eşleri fedakârlıktan ve uhrevî bakıştan uzaklaştırmaktadır. Oysa hakiki saadet, eşlerin birbirini Allah’a yaklaştırma gayretinde gizlidir. Kadın ve erkek, birbirini sadece giydirmek, gezdirmek, eğlendirmek değil; ahiret azığı hazırlamakla da mükelleftir.

Sonuç: Ebediyet Refikliği Bilinci

Eşler arasında iki temel tercih vardır: ya birbirinin ebedî refiki olarak cennete taşırlar, ya da birbirinin azabı olup cehenneme yuvarlarlar. Seçim, her günkü küçük tercihlerde gizlidir: bir uyarı, bir dua, bir sabır, bir örtünme, bir tevazu…

Bahtiyar olan, eşini kaybetmemek için kendini terbiye eden; bedbaht olan ise eşinin nefsine uyup kendi ebediyetini feda edendir.

Özet:

Bu makale, eşlerin birbirine olan tesirinin hem dünyevî hem uhrevî sonuçlarına odaklanmaktadır. Salih ve saliha eşlerin birbirini taklit ederek cennete yaklaşabileceği; fâsık ve fâsıka eşlerin ise birbirini sefahete teşvik ederek ateşe sürükleyebileceği vurgulanmıştır. Modern medeniyetin cazip fakat ifsad edici çağrıları karşısında eşlerin bilinçli duruş sergilemeleri gerektiği ifade edilmiştir. Evliliğin asıl maksadı, birbirini ebedî saadete ulaştırmaktır.

 

 




Kadının Saadeti: Terbiye-i Diniyede Saklı Bir Hazine

Kadının Saadeti: Terbiye-i Diniyede Saklı Bir Hazine

> “Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!”
(Lem’alar, 24. Lema)

********

Zamanımızda kadın, bir yönüyle yükseltiliyor gibi gösterilirken, diğer yönüyle tarih boyunca hiç olmadığı kadar yıpratılmakta ve yozlaştırılmaktadır. Sözde özgürlüklerin, moda akımlarının, reklamların ve modern eğlence kültürünün ortasında kadın, nefsin pençesine terk edilmekte; hakiki saadetten uzaklaştırılmaktadır.

Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği gibi, kadının hem dünya hem ahiret saadeti, yalnızca İslâm terbiyesi ile mümkündür. Bu terbiye, kadının fıtratına uygun olan hakiki hürriyeti, izzeti ve fazileti temin eder.

Fıtrata Aykırı Bir Değişim: Kadının Zorlanmış Dönüşümü

Kadın, yaratılışı gereği naif, şefkatli, merhametli ve hayâ sahibidir. Bu hasletler, onun ulvî seciyeleridir. Ne var ki modern hayat, bu özellikleri zayıflık gibi sunmakta; kadını erkekleşmeye, iffetsizleşmeye, rekabetçi ve gösterişçi bir ruha bürünmeye zorlamaktadır. Neticede kadın, fıtratına ters düşen bir yaşama itildiği için hem iç dünyasında çatışma yaşamakta, hem de aile ve toplum yapısını zayıflatmaktadır.

Terbiye-i Diniye: Kadının Gerçek Sığınağı

İslâm terbiyesi ise kadına, yaratılışına en uygun hayat biçimini sunar. Ona iffet zırhını, hayâ kalkanını, şefkat tahtını verir. Kadın, bu terbiye ile hem haysiyetini korur, hem de ailede ve toplumda asli görevlerini huzurla ifa eder. İbadetle, ahlâk ile ve takva ile beslenen bir kadın, sadece kendini değil, nesli de ıslah eder. O, bir medeniyetin mayası olur.

Rusya Misali: Terbiyesizliğin Acı Akıbeti

Bediüzzaman’ın “Rusya’da o biçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz” cümlesi, 20. yüzyıl başlarında yaşanan bir toplumsal facianın özetidir. Komünist ideolojinin “kadını özgürleştirme” bahanesiyle uyguladığı politikalar, kadını aileden koparmış, iffeti hiçe saymış ve neticede onu sadece emek gücü olarak kullanmış; kalbini, ruhunu, anneliğini çürütmüştür. Kadının saadeti değil, çilesi artmıştır.

Netice: Kurtuluşun Yegâne Yolu

Bugün de aynı tehlike farklı formlarda devam etmektedir. Moda, medya, eğlence, kariyer baskısı gibi araçlarla kadın, aslî kimliğinden uzaklaştırılmak istenmektedir. Ancak bu çöküşten kurtuluş, yalnızca İslâm’ın eğitim ve edep dairesine dönmekle mümkündür.

Kadın, ancak bu dairede hem dünya huzurunu, hem de ahiret selametini elde eder. Hem kendisi saadete kavuşur, hem de topluma huzur yayar. Çünkü o, terbiye edilmiş bir kalple hem bir eş, hem bir anne, hem de bir nesil mimarı olur.

Özet:

Bu makale, kadının dünya ve ahiret saadetinin yalnızca İslâmî terbiyeyle mümkün olduğunu vurgular. Modern hayatın kadını fıtratına aykırı bir şekilde şekillendirmeye çalıştığı; bunun da iç huzursuzluk, aile çözülmesi ve toplumsal yozlaşmaya sebep olduğu belirtilmiştir. Bediüzzaman’ın örnek verdiği Rusya misaliyle, terbiye-i diniyenin ne kadar hayati bir korunma kalkanı olduğu gösterilmiştir. Sonuç olarak, kadın için kurtuluş ve huzur; ancak İslâm’ın rahmetli ve fıtrî dairesinde mümkündür.

 

 




Aile Cenneti Tehlikede: Sessiz Yıkımın Ardındaki Eller

Aile Cenneti Tehlikede: Sessiz Yıkımın Ardındaki Eller

> “İnsanın hususan Müslüman’ın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış…”
(Lem’alar, 24. Lema)

*******

İnsanın bu fani hayattaki en huzurlu, en sâkin, en derin limanlarından biridir aile. Özellikle Müslüman için aile, yalnızca bir ev değil; imanla yoğrulmuş, şefkatle örülmüş, sadakatle korunmuş küçük bir cennettir. Ancak bu cennet köşesi, uzun zamandır sinsice hedef alınıyor.

Bediüzzaman Said Nursî’nin feryadı, zamanımızı da tasvir eden derin bir teşhis taşıyor: Aile bozuluyor. Hem de planlı, bilinçli ve sistemli bir şekilde. Artık birçok dost, birçok insan, yuvasından şikayetçi. Eşler birbirine tahammülsüz, çocuklar ana babaya yabancı, sevgi yerini rekabete, şefkat yerini bencilliğe bırakmış. Sükûn bulmak için kurulan yuvalar, stresin ve kavganın merkezine dönüşmüş durumda.

Bu Yıkımın Sebebi: Sessiz Fakat Sinsi Bir Savaş

Bediüzzaman, gençleri sefahate sürüklemek için gizli komitelerin çalıştığını belirtir. Aynı şekilde, kadınları da yanlış yollara sevk eden perdeli faaliyetlerin yürütüldüğünü ifade eder. Bu komiteler; modernlik, özgürlük, kariyer, bireysellik gibi süslü kelimelerle kadını asli rolünden uzaklaştırmakta; onu anneliğin kutsiyetinden, iffetli eşliğin izzetinden ve mahremiyetin huzurundan koparmaktadır.

Kadın, aileyi ayakta tutan ana sütunudur. Bu sütun yıkıldığında sadece aile değil, nesil de, toplum da yıkılır. Şeytanî planlar bunun farkında olduğu için en çok bu noktayı hedef almıştır. Moda, medya, reklam, diziler, eğitim politikaları, hatta kimi zaman bazı sosyal kampanyalar; kadın üzerinden aile yapısına dolaylı savaş açmaktadır.

Ailenin Koruyucu Zırhı: İslâmî Terbiye ve Şuur

Bu sessiz yıkıma karşı en güçlü kale, İslâm’ın koyduğu edep, ahlâk ve aile esaslarıdır. İffet, sadakat, tesettür, karşılıklı sevgi ve saygı, aile içindeki rollerin sınırlarını netleştirir. Kadın annelikte yücelir, erkek sorumlulukla olgunlaşır. Böyle bir yapıda ne bencillik büyür, ne de ayrılıklar kolaylaşır.

Bu zırh zayıflatıldığında ise evler sığınak olmaktan çıkar; bir savaş alanına döner. Çünkü kadın ve erkek, aile içinde görev ve fıtratlarını kaybettikçe, birbirine rakip hale gelir. Ailede “biz” duygusu yok olur; “ben”ler çarpışmaya başlar.

Millet-i İslâm’a En Büyük Darbe: Aileden Vurmak

Bediüzzaman’ın “Bu millet-i İslâm’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.” sözleri, meselenin sadece bireysel bir problem değil, ümmetin bekâsını ilgilendiren bir tehdit olduğunu gösterir. Bir milleti çökertmenin en etkili yolu, aile bağlarını çözmektir. Çünkü sağlam aileler, sağlam bireyler; sağlam bireyler de güçlü toplumlar inşa eder.

Özet:

Bu makale, ailenin İslâm toplumundaki yerini ve aile kurumuna yönelik planlı saldırıları ele alır. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, gençleri ve kadınları hedef alan gizli faaliyetlerin aile hayatını tahrip ettiği, bunun da toplumun geleceği için büyük bir tehdit olduğu vurgulanır. Kurtuluşun ise ancak İslâmî terbiye, ahlâk ve aile yapısına dönmekle mümkün olacağı ifade edilir. Aileyi korumak, yalnız bireysel huzurun değil, ümmetin de selametinin anahtarıdır.

 

 




İlk Muallim: Bir Ümmetin Mektebi Olan Anne

İlk Muallim: Bir Ümmetin Mektebi Olan Anne

> “Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”
(Lem’alar, 24. Lema)

İnsan, dünyaya gözünü açtığında karşılaştığı ilk ses, ilk bakış, ilk tebessüm annesinindir. Ve o ilk temas, bir ömür sürecek karakterin ve kişiliğin ilk harflerini yazar insanın kalbine. Anne, yalnız bir bakıcı, yalnız bir şefkat kaynağı değil; bir mürebbi, bir öğretmen, bir medeniyet kurucusudur. Zira insanın en temel inançları, ahlâkî kodları, hayata bakışı ve vicdan terazisi, annesinin dizinin dibinde şekillenir.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz şekilde şöyle ifade eder: “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.” Bu cümle, anneliği bir biyolojik bağın ötesinde, ilâhî bir vazife olarak görmenin kapılarını aralar. Çünkü annenin kalbine yerleştirilen şefkat, sadece bir sevgi değildir; aynı zamanda fıtrî bir öğretmenliktir.

Anne: Şefkatin Şekillendirdiği Bir Mektep

Bir annenin çocuğuna bakışı, yalnızca bir sevgi değil; aynı zamanda bir öğretidir. Sabır, merhamet, nezaket, tevekkül gibi kavramlar çocuğa sözlerle değil; annenin hâl ve davranışlarıyla nakşedilir. Bu yüzden annelik sadece fizikî bir bakım değil, kalbî ve ruhî bir eğitimdir.

Bir çocuk, namazı ilk defa annesinin kıyama duruşunda hisseder. Sabretmeyi, annenin uykusuz gecelerinde öğrenir. Şefkati, annenin yorgun elleriyle tanır. İmanın kokusunu, annesinin Kur’ân okuyuşunda duyar.

Toplumun İlk Okulu: Anne Kucağı

Bugün insanlığın yaşadığı birçok krizin temelinde, evin ve annenin eğitim gücünün zayıflaması vardır. Modern hayat, kadını annelikten uzaklaştırmış, onu fıtratının dışındaki rollerle yormuştur. Halbuki bir toplumun kaderi, annesinin elinde şekillenir. Nitekim bir milletin geleceğini görmek isteyen, onun kadınlarına ve annelerine bakmalıdır.

Tarih boyunca büyük liderlerin, âlimlerin, mücahitlerin, münevverlerin arkasında, imanlı ve kararlı anneler vardır. Hz. Meryem’in annesi Hanne, Hz. Musa’nın annesi, İmam Şafiî’nin annesi, Ümmü Süfyan, Hz. Âmine… Her biri, bir insan değil; bir dava yetiştirmiştir.

Anne Olmak: İbretli Bir Mükellefiyet

Anneliği yalnızca duygusal bir aidiyetle değil, ilâhî bir sorumlulukla gören kadınlar; ümmetin yarınlarını inşa eden gerçek kahramanlardır. Bu sebeple bir kadının en yüce makamı, “üstad-ı evvel” olmaktır. Zira çocuk, ilk kıblesini annenin bakışlarında bulur.

Eğer anne, çocuğuna dünyayı değil, ahireti; serveti değil, takvayı; öfkeyi değil, sabrı öğretirse; işte o zaman nesiller düzelir, toplum huzur bulur.

Özet:

Bu makale, annenin insan üzerindeki derin etkisini ve anneliğin yalnız biyolojik değil, eğitim açısından ve manevi bir misyon olduğunu ele alır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle annenin birinci muallim oluşu, bireyin kişiliğini, toplumun geleceğini şekillendirmesi cihetiyle büyük önem taşır. Annelik, bir insanı değil; bir ümmeti yoğurabilecek kadar yüce bir makamdır. Bu nedenle annelik sorumluluğu, en ulvî öğretmenliktir.

 

 




Kahramanlığın Sessiz Adı: Anne

Kahramanlığın Sessiz Adı: Anne

> “Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.”
(Lem’alar, 24. Lema)

Kahramanlık çoğu zaman meydanlarda aranır. Kılıç seslerinde, savaş naralarında ya da zafer manşetlerinde. Oysa en sessiz, en derin ve en gerçek kahramanlık; bir annenin yüreğinde saklıdır. Adı konmamış, ödülü verilmemiş, alkışlanmamış ama her sabah yeniden başlayan bir cihaddır onunki: Evladı için yaşamak, evladı için tükenmek.

Bir annenin fıtratına yerleştirilen bu kahramanlık, sadece fiziki bir dayanıklılık değil, ruhî bir yüceliktir. Çünkü hiçbir maddi karşılık beklemeden, en kıymetli varlığı olan canını evladı için ortaya koyan bir varlık, yalnızca seven değil; şuurla fedakârlık yapan bir kahramandır.

Fıtratında Kahramanlık Olan Kadın

Kadın, yaratılışı gereği şefkatin, merhametin, sabrın merkezidir. Bu özellikler onu zayıf kılmaz; bilakis en güçlü hale getirir. Çünkü bir annenin sabrı, en zorlu savaşı kazanacak kadar kuvvetlidir. O, gözyaşını gizleyip yavrusuna gülümseyen, kendi uykusunu değil evladının huzurunu düşünen bir kahramandır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu fıtrî vazife, ihlasın en saf halidir. Annelik, bir saik bir sevkten ve bir hareketten öte, ilâhî bir misyon, insanlığı ayakta tutan sarsılmaz bir direktir.

Bozulmuş Zihniyetler, İstismar Edilen Seciyeler

Ancak ne acıdır ki bu kahramanlık potansiyeli, günümüzde çoğu zaman ya gelişmeden köreltilmekte ya da yanlış yönlere kanalize edilmektedir. Kadının özüne yabancılaştırılması, onu fıtratına aykırı bir hayata itmektedir. Annelik, değersizleştirilmiş; bakım işi olarak etiketlenmiş; fedakârlığı “eziklik” olarak gösterilmiştir.

Halbuki kadının kahramanlığı, modern tanımlara sığmayacak kadar derindir. O, yalnız çocuğunu büyütmez; karakter inşa eder, bir nesli yoğurur, toplumu besler. Fıtrî şefkatini iffetle ve imanla yoğurduğunda, sadece dünya hayatını değil, ebedî saadetini de kazanabilir.

Gerçek Kahramanlığı Yeniden Tanımak

Toplum olarak yeniden kadının bu yüksek fıtratını tanımaya, takdir etmeye ve teşvik etmeye muhtacız. Çünkü bir milletin istikbali, kadınlarının taşıdığı şuur ve fedakârlıkla ölçülür. Anne, yalnızca çocuk büyüten bir birey değil; bir ümmeti yoğuran, bir geleceği mayalayan bir müessedir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; bu kıymettar seciyenin “sû-i istimal”i yani yanlış kullanımı, hem dünyevî hem uhrevî zararlara yol açar. Ama bu seciyenin inkişafı, yani doğru yönlendirilmesi; kadını da, ailesini de, toplumu da ihya eder.

Özet:

Bu makale, kadının fıtratında var olan şefkat temelli kahramanlığı merkeze alır. Annelik sadece bir biyolojik bağ değil, ilâhî bir görev ve hakiki bir ihlasın tezahürüdür. Ancak bu yüksek seciye, bazı zararlı cereyanlarca ya bastırılmakta ya da kötüye kullanılmaktadır. Kadının bu yaratılıştan gelen kahramanlığı doğru yönlendirildiğinde hem dünyasını hem de ebedî hayatını kurtarabilir.