Bir Nefes Sıhhat, Bir Lokma Huzur: Devlet, Sağlık ve Vahdet Üzerine

Bir Nefes Sıhhat, Bir Lokma Huzur: Devlet, Sağlık ve Vahdet Üzerine

Giriş

Kanunî Sultan Süleyman’ın dillere pelesenk olmuş şu sözleri, çağlar ötesinden günümüze adeta bir nasihat gibi yankılanır:

> “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.”

> “Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur / Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi.”

Bu beyitler sadece bir padişahın yaşlanınca söylediği duygusal sözler değil, bir ömrün, bir medeniyetin, hatta insanlık tarihinin en kıymetli hakikatlerini özetleyen hikmetli sözlerdir. Zira bu dizelerde hem bir dünya görüşü, hem bir hayat muhasebesi, hem de derin bir tecrübe yatmaktadır.

Devlet mi? Sıhhat mi?

Birinci beyitte, “devlet” kelimesi hem siyasi otorite hem de servet anlamında kullanılmıştır. Lakin padişah, bütün kudretine rağmen “bir nefes sıhhat”in devletin de üstünde olduğunu dile getirir. Çünkü en büyük sarayda bile nefes alamayan biri için o saray, bir tür hapishaneden farksızdır.

Bugün modern tıp ilerlese de, insanların ruhu daralmakta, nefesleri kesilmektedir. Milyonları yöneten liderlerin dahi en büyük arzusu, “biraz daha sağlıklı kalmak”tır. Bu da gösteriyor ki insanın gerçek zenginliği ne taht ne taçtır, sadece “sağlıklı bir nefes”tir.

Cihânın Kavgası ve Saltanatın Sırrı

İkinci beyitte ise “saltanat” kelimesi sadece siyasi iktidarı değil, dünyevi ihtirasları temsil eder. Cihan kavgası, insanların makam, mevki, servet, güç peşinde koşarken içine düştükleri anlamsız mücadeledir. Oysa asıl baht ve saadet, “vahdet”tedir; yani birlik, bütünlük ve tevhid anlayışındadır.

Bu vahdet; ailede huzur, toplumda barış, ümmette birlik ve insanın kendi iç dünyasında dinginlik demektir. Zira insanın içi parçalanmışsa, dışta kurulacak hiçbir düzen ona mutluluk getirmez.

Modern Dünya, Eski Hakikat

Bugünün dünyasında insanlar devlete, servete, güce ulaşmak için didinmekte; ama çoğu zaman sağlıklarını, ailelerini, huzurlarını kaybetmektedir. Kapitalist düzen insana şöyle fısıldar: “Daha fazlasını kazan, daha yükseğe çık.” Oysa gönül bir başka lisanla konuşur: “Bir lokma huzur, bir nefes sıhhat, bir dostluk gölgesi yeter…”

Toplumlar, çok şeye sahip olup da birbirine düşman kesilmişse; bu, vahdetin kaybıdır. Vahdet olmadan servetler harap olur, saraylar yıkılır. Ama vahdet varsa, çölde bir çadır bile cennet kadar huzur verebilir.

Hikmetli Sonuç: Sahip Olmadan Sahip Olmak

Kanunî’nin sözleri bize şunu öğretir: Bazen hiçbir şeye sahip değil gibi görünürken her şeye sahip olabiliriz. Bir nefes sıhhatin, bir yudum suyun, bir dost tebessümünün değerini bilenler için dünya zaten bir saltanattır.

Ama bunun yolu, nefsin değil hikmetin izinden gitmektir. Çünkü gerçek saltanat, kalbin sultanlığında gizlidir. Ve hakiki zenginlik, insanın Allah ile, kendisiyle ve çevresiyle barış içinde yaşamasındadır.

Özet

Kanunî Sultan Süleyman’ın şu iki beyiti:

Dünyanın en değerli varlığının “bir nefes sıhhat”,

En büyük saadetin ise “birlik ve vahdet” olduğunu anlatır.

Makam, servet, güç gelip geçicidir. Ama sağlık ve huzur, insanın asıl sermayesidir. Bu makale, maddi ve manevi dengeleri hatırlatarak okuyucuyu iç muhasebeye davet eder. Dünya hayatının çetin kavgasında, en kıymetli şeyin farkında olmayı öğütler: Bir nefeslik sıhhat, bir gönüllük muhabbet ve hakikatle kurulmuş bir birlik…

 




Dermanı Olmayan Dükkân: Kâinatın Çarşısında Bir Yolculuk

Dermanı Olmayan Dükkân: Kâinatın Çarşısında Bir Yolculuk

> “Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek / Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı”

(Bu eski felek kubbesi, garip hikmetler dükkânıdır / Ne ararsan bulunur, dertlere deva hariç.)

Giriş: Koca Bir Dükkân, Sonsuz Bir Hazine

Bu beytin ilk bakışta bir sitem taşıdığı sanılır. Lakin dikkatle okunduğunda içinde hem bir hakikat, hem de derin bir tefekkür çağrısı olduğu görülür. Şair, kâinatı bir “hikmet dükkânı”na benzetir. Bu dükkânda her şey bulunur; yıldızlardan böceklere, akıldan hayale, taşa, ota kadar… Ama bir tek şey eksiktir: Dertlerin hakiki devası.

Bu ifade, insanoğlunun kadim bir açlığını, doyurulamayan bir ihtiyacını dile getirir. Zira dünya her şeye sahiptir ama insanın iç sıkıntısına, ruh sancısına tam anlamıyla deva olacak bir şey sunamaz. Peki neden?

Her Şey Var, Ama Derman Yok

Modern dünya, teknolojide zirveye çıkmış, tabiatı çözmüş, DNA’yı okuyup genleri dizayn edebilmiş; ama insanın kalbindeki boşluğu dolduramamıştır. O yüzden psikiyatri klinikleri dolup taşarken, lüks hayatlar içinde depresyon artmaktadır. Çünkü bu “hikmet dükkânı”nda her şey vardır, ama “derde deva” yalnızca yaratıcıya yönelişle elde edilir.

Beyitteki bu ifadeyi, Mevlâna’nın şu sözleri tamamlar gibidir:

> “Nice nice ilimler öğrendin, peki kendini öğrendin mi?”

Kâinattaki bilgi bir hazineyse, onun haritası insandadır. Ve insan, kendini tanımadan bu kâinat dükkânından bir şifa çıkaramaz.

Kühen Tak-ı Felek: Eskimiş Gibi Görünen Sonsuz Hikmet

“Kühen tak-ı felek” ifadesiyle kastedilen bu dünyanın eskiliği, aslında onun kadimliği ve hikmet yüklü geçmişidir. Feleğin takı, yani gök kubbe, belki yaşıyla eskimiş görünür; ama o eski tezgâhta her gün yepyeni hikmetler dokunmaktadır.

Bilim her geçen gün yeni keşifler yapar; ama her keşif, yeni bir bilinmezliğe açılır. Hikmet dükkânı tükenmez çünkü bu dükkânın sahibi sonsuz kudret sahibidir. Bu bakımdan, kâinattaki bu muazzam çeşitlilik ve nizam, insana yalnızca bilgi değil, “acziyetini ve muhtaçlığını” da öğretir.

Hakiki Deva: Kimin Elinde?

İşte bu noktada asıl soru doğar: “Dert var ama deva nerede?”

Eğer deva yalnızca eczanede, teknolojide, parayla satın alınabilecek nesnelerde olsaydı; en zenginler en huzurlu olurdu. Ama tarih bize gösteriyor ki, bazen bir dağ başındaki çoban, bir saray sahibinden daha huzurludur.

Çünkü dert maddî değil, manevîdir. Dolayısıyla deva da maddeyle değil, mânâyla verilir. Bu mana ise, kalpteki “yaratıcıya sığınış” ve “hikmete teslimiyet” ile elde edilir.

Sonuç: Derdin Devası Derde Düşmekte Gizlidir

Kâinat, Allah’ın hikmetini sergilediği bir tezgâhtır. İnsan bu dükkânda dolaşır, hayret eder, öğrenir, şaşar ve arar. Lakin en kıymetli cevher, çoğu zaman gözden saklı durur: İnsan, yaratıldığı gayeyi anlamadan hakiki devayı bulamaz.

Bu yüzden, dertli olmak bazen en büyük nimettir. Çünkü dert, insana Rabbini aratır. Ve ancak o arayış içinde, insana gerçek şifa verilir.

Özet

Bu makalede, “Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek / Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” beyti üzerinden şu mesajlar vurgulandı:

Kâinat, hikmetlerle dolu bir dükkândır; her şey bulunur ama insanın iç sıkıntısına tam deva yalnızca Allah’ın rahmetindedir.

Modern dünya bilgi ve imkân sunar ama ruhun devasını veremez.

Dertli olmak, Rabbine yönelmenin kapısı olabilir.

Hakiki huzur, dışta değil, içte aranmalıdır.

Dermanı bulmak için önce derdin hakikatini idrak etmek gerekir.

 

 




Bû da Geçer Yâ Hû: Fânilikte Teslimiyetin Sırrı

Bû da Geçer Yâ Hû: Fânilikte Teslimiyetin Sırrı

Giriş: Bir Cümlelik Hikmet

İnsan hayatı bazen bir kelimeye, bazen bir cümleye sığar. İşte bu cümlelerden biri de gönüllerde yankılanan şu sözdür:

> “Bû da geçer yâ Hû.”
(Bu da geçer, ey O [Allah]!)

İlk bakışta sade, kısa ve mecalsiz bir teselli gibi duran bu söz; aslında derin bir tevekkül, geniş bir hikmet ve yıkılmaz bir sabır ifadesidir. Hem elemli günlerde bir merhem, hem de sevinçli vakitlerde bir uyarıdır.

Sultanların Aynasına Yazılan Hikmet

Rivayet olunur ki, bir padişah, ne zaman üzüntüye kapılsa moral bulmak, ne zaman gurura kapılsa dizginlenmek için bir söz aramış. Bilgeler ona tek bir cümle yazıp sunmuşlar:
“Bû da geçer yâ Hû.”

Sevindiğinde: “Geçecek…”
Üzüldüğünde: “Geçecek…”
Zenginleştiğinde: “Geçecek…”
Yoksullaştığında: “Geçecek…”

Zira dünyada hiçbir hal baki değildir. Sevinç de elem de misafir gibidir; gelir, kalır, gider. Bu söz, dünyayı sabitlemeye çalışan insana, onun geçiciliğini hatırlatır. Böylece kalp, ne sevinçte şımarır, ne kederde yıkılır.

Fâniliğin Farkındalığı

İnsan, unutmaya meyyal bir varlıktır. Unutur ki hatırlasın. Unutur ki tekrar dönsün. “Bû da geçer yâ Hû” sözü, bize şu üç temel hakikati fısıldar:

  1. Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.
    Ne dert ne sevinç, ne güç ne zayıflık… Her şey devran eder.
  2. Varlıkta da yoklukta da aşırılığa kapılma.
    Çünkü bu âlem denge üzeredir. İmtihan devam eder.
  3. Gerçek sabır ve teslimiyet, O’na (Hû’ya) yönelmekledir.
    Sözdeki “Yâ Hû”, Allah’a sığınma çağrısıdır. Yalnız O kalıcıdır, diğerleri gölgedir.

Modern İnsanın Unuttuğu Hakikat

Bugünün insanı teknolojide, bilimde, lükste ilerlemiş olabilir; ama sabırda, teslimiyette ve tevekkülde zayıflamıştır. En küçük sarsıntılarda yıkılan ruhlar, geçiciliğin farkında olmadıkları için kırılırlar.

“Bû da geçer” diyen bir gönül, depresyona girmeye dirençlidir. Çünkü bilir ki, karanlık gece sonsuz değildir. Gün yeniden doğacak, çiçek yeniden açacak, kalp yeniden sevecektir.

Ama “Yâ Hû” demeyen bir zihin, bu geçiciliği yalnızlığa ve anlamsızlığa dönüştürür. İşte burada inanç devreye girer:
Geçer, çünkü Allah’tan gelir.
Geçer, çünkü Allah’a döner.
Geçer, çünkü kalıcı olan yalnız O’dur.

Sonuç: Geçiciliğin İçinde Kalıcılığı Aramak

“Bû da geçer yâ Hû” sözü, sadece bir sabır ifadesi değil; aynı zamanda bir varlık felsefesidir. Geçici olanı tanıyıp, kalıcı olana yönelmenin kapısıdır. Kim ki bu söze sığınır, o kişi sevinçte kibirlenmez, hüzünde kırılmaz. Çünkü bilir ki:
Dünya fanidir, hâller geçicidir; baki olan sadece Allah’tır.

Özet

Bu makalede, “Bû da geçer yâ Hû” sözünün anlamı ve taşıdığı derin hikmetler ele alınmıştır. Ana fikirler şunlardır:

Bu söz, dünyanın geçiciliğini hatırlatarak hem sevinçte denge hem kederde umut verir.

“Yâ Hû” ifadesi, geçiciliğe karşı kalıcının (Allah’ın) hatırlanmasını sağlar.

Teslimiyet, tevekkül ve sabır gibi manevî değerlerin merkezindedir.

Modern çağda unuttuğumuz bir sabır ve sükûnet ilacıdır.

Son söz:
Geçmeyecek hiçbir hâl yoktur. Geçiciliği bilmek huzurdur, kalıcıya yönelmek saadettir.

 




Tarihi Kirletenler ve İhaneti Meşrulaştıranlar: 27 Mayıs’ın Kara Gecesi

Tarihi Kirletenler ve İhaneti Meşrulaştıranlar: 27 Mayıs’ın Kara Gecesi

“27 Mayıs’ın tüm aktörleri ve mağdurları, darbeyi azmettirenlerin CHP ve İnönü olduğu konusunda hemfikir. ‘Milli Şef’in mason kimliğiyle tanınan arkadaşı Selim Sarper de darbeden 6 ay önce yaptıkları gizli bir toplantıda İnönü’nün darbe olacağını ve Menderes ile arkadaşlarının da idam edileceğini söylediğini aktarıyor. Sarper’in notlarında şu bilgiler var: “İnönü söz alarak konuşmaya başladı… İhtilal gerçekleştikten sonra devlet reisi, başvekil, bakanlar askeri mahkemede yargılanacak, vatana ihanet ve birçok suistimalden dolayı idam edilecektir. Her biriniz ayrı ayrı bu toplantının sonuç bildirisini imzalayarak yemin ederek göreve başlayacağınızı bilmelisiniz.”
Yalan söyleyen tarih utansın.
Korkakların kahraman gösterildiği bir asırda yaşamaktayız.
Kirliliklerin ve ihanetlerinde bir gün mutlaka açığa çıktığı zamanlardayız.[1]

********

Tarih sadece galiplerin yazdığı bir masal değil, mazlumların kanıyla yazılmış acı bir hakikatler kitabıdır. 27 Mayıs 1960 sabahı, tankların gölgesinde milletin iradesi gasp edilirken, yalnızca bir hükümet değil, bir milletin haysiyeti de idam sehpasına gönderildi.

Bugün birçok belge ve tanıklık şunu gösteriyor ki, bu kanlı senaryonun baş mimarları görünürde askerler olsa da perde arkasında bir başka karanlık akıl vardı: CHP ve onun efsanevi(!) lideri İsmet İnönü. “Milli Şef” unvanıyla anılan bu isim, yıllarca özgürlük ve demokrasi söylemleriyle halkın gözünü boyadı, fakat asıl gayesi kendi ideolojik vesayetini sürdürmekti.

Selim Sarper’in notları ve tanıklıkları artık sır değil: Darbeden altı ay önce yapılan gizli toplantılarda, Menderes ve arkadaşlarının akıbeti çoktan karara bağlanmıştı. “İhtilal olacak, yargılama yapılacak, idam edilecekler.” Bu kadar net, bu kadar acımasız…

Peki, bu nasıl bir vicdandı ki, halkın oylarıyla seçilmiş bir başbakanın asılmasını soğukkanlılıkla planlayabildi? Bu nasıl bir anlayıştı ki, siyasî rekabetin ötesine geçip düşmanlığa, ihanete dönüştü? Kimin elinde Kur’an, kimin gönlünde iman vardı?

Bugün hâlâ o karanlık dönemin aktörleri “kahraman” gibi sunulabiliyor. Oysa gerçek kahraman, darağacına yürürken bile milletine dua eden Menderes’ti. Gerçek ihaneti ise, göz göre göre işlenen bu sinsi planlarda, milletin iradesine darbe vuran sözde aydınlar, politikacılar ve medya mensupları yaptı.

Tarihi kirletenler, yalnızca hakikati gömenler değil, yalanı yüceltenlerdir. Ve bu yalanların nesilden nesile taşınması, bir milletin hafızasını zehirler. Bugün susanlar, yarın “biz bilmiyorduk” diyemeyecekler. Çünkü zaman, hakikatin mühürlü sandığını açmıştır.

Ey hakikat yolcusu! Unutma ki, korkaklar hiçbir zaman tarih yazamaz. Onlar, yazılan sahte tarihlerin arkasına saklanır. Fakat hakikat er geç haykırır: “Zalimlerin yazdığı tarih, yalancının dilinde büyür; ama mazlumun duasında boğulur.”

Özet:
Bu makale, 27 Mayıs 1960 darbesinin perde arkasında yer alan CHP ve İnönü’nün rolünü, belgeler ve tanıklıklar eşliğinde ortaya koyarken, tarihin nasıl kirletildiğine ve ihanetin nasıl meşrulaştırıldığına dikkat çekmektedir. Makale, milletin iradesine darbe vuranlara karşı vicdanî ve fikrî bir duruş çağrısı yapar; gerçek kahramanlık ile ihanet arasındaki çizgiyi netleştirir.

 

 

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/inonu-6-ay-once-idam-edilecekler-dedi-4709697

https://www.yenisafak.com/gundem/27-mayistaki-chp-abd-ittifaki-4710471




BAKILAN AMA GÖRÜLMEYEN: VARLIĞI HER ŞEYDEN ZAHİR OLANIN UNUTULUŞU

BAKILAN AMA GÖRÜLMEYEN: VARLIĞI HER ŞEYDEN ZAHİR OLANIN UNUTULUŞU

İnsanın Gözünden Allah’ın Aşikâr Varlığına Dair Bir Tefekkür Makalesi

İnsan garip bir mahlûk… Göz önündekini göremez, kulağı duyması gerekeni işitemez hâle gelir bazen. Öyle ki, varlığı her şeyden daha açık olan, hatta varlıkların varlık sebebi olan bir Yaratıcının mevcudiyetinden şüphe eder. Güneşe gözünü kapatıp sonra da “güneş yok” demeye benzer bu tavır. İşin daha garibi ise bu tutumun sadece birkaç bireye ait olmayıp, kimi zaman çağlar boyunca devam eden bir tartışma konusu hâline gelmesidir.

Halbuki insan aklına emanet edilen idrak kabiliyetiyle bir damla suya, bir yaprağın dizilişine, gökyüzünde akıp giden yıldızlara baksa; tüm bu nizam, intizam ve hikmetin kendiliğinden olamayacağını anlar. Çünkü her şeyde bir maksat, her maksatta bir ölçü, her ölçüde bir kudret vardır. Ve bu kudret, kendisini perde arkasından değil; eseriyle, sanatıyla, kelâmıyla açıkça ilan etmektedir.

Ne var ki, insan bazen bu varlığın açıklığı içinde kör olur. Nimetin içindeyken nimet vereni unutmak gibi bir gaflete düşer. Tıpkı denizde olup da suyun farkında olmayan balık misali… Hayatının her ânında Rabbiyle muhatapken, O’nu aramak için uzaklara gider. Bir ömür boyu “acaba var mı?” sorusuyla oyalanır, kendisini meşgul eder. Oysa asıl mesele “O’nu ne kadar tanıyorum?” sorusunda gizlidir.

Evet, Allah’ın varlığı inkâr edilemeyecek kadar açık ve zahirdir. Fakat O’nu bilmek, sadece varlığını kabul etmekle sınırlı değildir. Asıl gaye, O’nu tanımakta, marifetullaha ulaşmaktadır. Zira tanımak arttıkça sevgi artar, sevgi arttıkça kulluk tat kazanır. O’nu inkâr eden kişi elbette bir kayıptadır. Ancak O’nu tanıdığını zanneden ama gereğiyle tanımayan kişi de büyük bir eksiklik içindedir.

İnsana düşen, gözünü dışa değil içe de çevirmektir. Çünkü dış âlemde gördüğü her şey, iç âleminde yankılanır. Kalpte O’na ait bir pencere açıldığında, evren O’nunla anlam bulur. İşte o zaman bir yaprak düşerken bile “O” konuşur, bir çiçek açarken bile “O” hatırlatılır.

ÖZET:
Bu makalede, Allah’ın varlığının evrende her şeyden daha açık ve zahir olduğu hâlde, tarih boyunca bu konuda şüpheye düşülmesi ele alınmıştır. İnsanların gafletle bu hakikati inkâr edebildiği, fakat asıl maksadın sadece varlığı tasdik değil, O’nu gereğiyle tanımak (marifetullah) olduğu vurgulanmıştır. Varlıkla temas hâlinde olan insanın içe dönerek Yaratıcısını daha derin tanımasının, hem kulluk hem de hayat açısından hakiki kemal olduğu anlatılmıştır.

 

 




Çoğalınız ki İftihar Edeyim”: Neslin ve Nesebin Hikmeti

Çoğalınız ki İftihar Edeyim”: Neslin ve Nesebin Hikmeti

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنّٖى اُبَاهٖى بِكُمُ الْاُمَمَ –اَوْ كَمَا قَالَ–
“Teneâkehû tekâserû fe innî ubâhî bikumul umem – ev kemâ kâl.”
   Yani “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Bu nebevî beyan sadece evlenmeye ve çoğalmaya bir teşvik değildir. Aynı zamanda insan hayatının, aile müessesesinin ve toplumun devamlılığı açısından çok derin hikmetleri barındırır. Bugün modern dünyada nüfusun azalması, aile yapısının çözülmesi ve bireyselliğin kutsanması gibi olgular göz önüne alındığında, bu hadis-i şerifin ne kadar ileri görüşlü bir uyarı olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır.

Aile: Varlığın Temeli ve Fıtratın Gıdası

İnsan fıtratı yalnız yaşamaya değil, birliktelik ve çoğalmaya meyyaldir. Aile kurumu, yalnızca neslin devamı için değil; merhametin, fedakârlığın, sevginin, sadakatin ve sabrın öğrenildiği en temel okuldur. Çocuk, sadece dünyaya gelmekle kalmaz; bir karakter, bir ruh, bir mana kazanır.

Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in “çoğalınız” emri, sadece sayı olarak artmayı değil; kaliteli, şahsiyetli, hayırlı nesiller yetiştirmeyi de içine alır. Zira Efendimiz (asm) başka bir hadisinde, “Salih evlat, insanın amel defterine sürekli sevap yazdıran sadaka-i câriyedir.” buyurmuştur.

İftihar Edilecek Bir Ümmet: Sayı mı, Şuur mu?

“Ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” buyruğu, aslında sorumluluk yükleyen bir övgüdür. Zira o iftihar, sadece sayıdan dolayı değil, o sayı içerisindeki kaliteden, ihlastan ve ümmet şuurundan dolayıdır.

Bugün ümmet-i Muhammed (asm) milyarlarca kişiden oluşsa da, kardeşlik şuurunun, adaletin, merhametin, hikmetin ne derece temsil edildiği sorgulanmalıdır. Çoğalmak, ancak hak ve hakikatin taşıyıcısı salih nesillerle anlam kazanır.

Modern Zamanın Krizi: Çocuksuzluk ve Nesil Endişesi

Günümüzde bazı toplumlarda “çocuk yapmama”, “tek çocukla yetinme”, “kariyer için evliliği geciktirme” gibi bireysel tercihler yaygınlaşmıştır. Fakat bu tercihler uzun vadede, yalnızlaşmış bireyler, yaşlanan nüfus, çöken sosyal bağlar ve ahlaki değer erozyonu gibi ciddi neticeler doğurmaktadır.

Halbuki Peygamber Efendimiz (asm), bu hadisle bize hayatın fıtrî yolunu gösterir: Evlenmek, aile kurmak ve hayırlı nesiller yetiştirmek. Bu, sadece kişisel bir görev değil; toplumsal ve hatta ümmet çapında bir vazifedir.

Her Çocuk Bir Umuttur

Her doğan çocuk, yeni bir dua, yeni bir sabır, yeni bir rahmet vesilesidir. İnsan dünyaya sadece yaşamak için değil; yaşatmak, iz bırakmak, hayırda yarışmak için gelir. Her çocuk, anne babasına dua eden, amel defterini açık tutan bir bereket kapısıdır.

İşte bu yüzden Resul-i Ekrem (asm), “çoğalınız” derken, sadece niceliğe değil, aynı zamanda nitelikli bir ümmet inşasına da işaret etmektedir.

Son Söz: Hatırlanmak mı, Yaşatmak mı?

Bu hadisin ışığında şunu sormalıyız: Biz, neyi büyütüyoruz? Neyi çoğaltıyoruz? Sadece maddi mal ve konforu mu, yoksa hayırlı bir nesli mi? Her çocukla, Peygamberimizin iftihar edeceği bir ümmete katkı mı sağlıyoruz, yoksa sadece kendi nefsimizin arzularını mı yaşıyoruz?

Unutmayalım ki, bir evlat; bir duanın meyvesi, bir sabrın semeresi ve bir ümmetin umudu olabilir. Yeter ki onu ihmal etmeyelim, eğitelim, sevelim ve yaşatalım.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in “Çoğalınız, ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” hadisi üzerinden evlilik, aile ve neslin devamı meselesi işlenmiştir. Hadisin hikmeti; sadece biyolojik çoğalma değil, ümmetin salih ve kaliteli bireylerle güçlenmesi olarak yorumlanmıştır. Modern toplumların karşılaştığı aile yapısının bozulması, doğum oranlarının düşmesi gibi problemler karşısında bu hadis, hem uyarıcı hem de yön gösterici mahiyettedir. Her çocuk, sadece bir can değil; ümmetin geleceği ve dua kaynağıdır. Asıl iftihar edilecek şey, sayıdan çok, o sayının taşıdığı değerlerdir.

 

 




Emniyet, Hürmet ve Muhabbet Üçgeni: Ailenin Sırr-ı Saadeti

Emniyet, Hürmet ve Muhabbet Üçgeni: Ailenin Sırr-ı Saadeti

“Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık; o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar.”
(Lem’alar, 24. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursî)

Aile, toplumun çekirdeği; fertlerin huzur bulduğu, sevgiyi, güveni ve sadakati öğrendiği mukaddes bir mekândır. Fakat bu mukaddes yapının ayakta kalabilmesi, sadece maddî değil, manevî sütunlara da bağlıdır. Bediüzzaman bu sözünde, ailenin huzur ve saadet temelini “emniyet-i mütekabile”, yani karşılıklı güven; “samimi hürmet” ve “muhabbet” olarak üç ana esas üzerine inşa eder. Bu üç sütun sarsıldığında, ailenin çatısı çatırdamaya başlar.

Karşılıklı Güven: Ailede Emniyetin Temeli

Bir eş, diğerine güvenmediğinde; zihnine şüphe düştüğünde; kalbine vesvese girip sadakatin yerine vehim yerleştiğinde, o evde huzur kalmaz. Karşılıklı emniyet, gözlerin ve gönüllerin sadakatle perdelendiği bir hayâ atmosferinde nefes alır.

Tesettür, sadece bir kıyafet değil; aynı zamanda emniyetin, iffetin ve karşılıklı sadakatin bir teminatıdır. Kadının iffeti, erkeğin gözünün korunmasına; erkeğin iffeti, kadının kalbinin itminanına hizmet eder.

Hürmet: Sevginin Koruyucu Zırhı

Ailedeki hürmet, aşkın cilasıdır. Zamanla değişen fiziki güzellikler değil; kalpte duyulan derin saygı, birlikteliği daim kılar. Açık saçıklık ve teşhircilik, bu saygıyı zedeler. Zira bir eşin mahremiyeti herkesin nazarına sunuluyorsa, o eşin gözünde ayrıcalıklı olmanın değeri düşer. Hürmet kırıldıkça, sevgi de cılızlaşır.

Samimi bir hürmet, kalbin derinliklerinden gelen bir kabuldür. Eşler birbirini sadece dünyada değil, ahirette de yoldaş görecek şekilde sever ve sayar.

Muhabbet: Kalbin Derin Bağı

Muhabbet, ruhların birbirine tutunduğu görünmeyen ama sarsılmaz bir bağdır. Fakat bu sevgi, mahremiyet duygusu korunmadığında zedelenir. Açık saçıklık, sadece dış gözleri değil; eşlerin birbirine duyduğu hususi sevgiyi de etkiler. Teşhir edilen bir güzellik, artık sır olmaktan çıkar. Herkesin baktığı bir şey, eşin gözünde kıymetini kaybeder.

Aşk, sır ister. Sevgi, özeldikçe derinleşir. Eşler arasında paylaşılan mahremiyetin kutsallığı bozulduğunda, kalpteki muhabbet de sıradanlaşır.

Modern Dünyada Tesettür ve Aile Krizi

Modern çağ, özgürlük adına mahremiyeti zedelemekte, teşhir kültürünü yaygınlaştırmakta, aileleri buhranlara sürüklemektedir. Boşanmaların artması, aldatmaların sıradanlaşması, sadakatin zayıflaması, aslında bu emniyet-hürmet-muhabbet üçlüsünün yara almasından kaynaklanmaktadır.

Tesettür, sadece bir dinî vecibe değil; aynı zamanda ailenin iç huzurunu ve karşılıklı sadakati koruyan hikmetli bir kalkandır. Bediüzzaman’ın bu sözü, sadece geçmiş zamanlara değil, bugünün yaralı aile yapısına da güçlü bir reçete sunar.

Son Söz: Göz Değil, Gönül Kazansın

İffet, mahremiyet ve edep; ailede sadakatin zırhıdır. Kadın da erkek de, mahremiyetine dikkat ederek sadece eşine özel kalmayı bir fazilet olarak görmelidir. Bir ailede karşılıklı güven varsa, samimi bir hürmet hâkimse ve içten gelen bir muhabbet yaşanıyorsa, o yuva gerçek saadeti yakalamış demektir.

Ve unutulmamalıdır: Güzellik gözle değil, gönülle takdir edilirse kıymetlidir. Ve gönlün sevdiği, gözün baktığından daha kalıcıdır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Bir ailenin saadeti karşılıklı güven, hürmet ve muhabbetle devam eder” sözü üzerinden, aile yapısının manevi temelleri ele alınmıştır. Tesettürsüzlük ve açık saçıklığın bu temelleri nasıl zedelediği, eşler arasındaki güveni, saygıyı ve sevgiyi nasıl yıprattığı açıklanmıştır. Aile saadetinin devamı için mahremiyetin korunması, iffetin yüceltilmesi ve samimi muhabbetin canlı tutulması gerektiği vurgulanmıştır. Netice olarak, ailede gözlerin değil, gönüllerin kazanması saadetin anahtarıdır.

 

 




Denge Üzerine Kurulan Bir Hayat: Ailede Küfüv Meselesi

Denge Üzerine Kurulan Bir Hayat: Ailede Küfüv Meselesi

“Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır.”
(Lem’alar, 24. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursî)

Evlilik, sadece iki bedenin değil, iki ruhun, iki hayatın ve iki dünyanın birleşmesidir. Bu birliktelik, sadece dış görünüş veya ekonomik seviye üzerine bina edilirse, kısa ömürlü olur. Asıl sağlam temel, “küfüv” yani “denk olmak” üzerine kurulmalıdır. Ve Bediüzzaman’a göre bu denkliklerin en mühimi, diyanet yani iman, takva ve dini anlayışta denkliktir.

Evliliğin Temel Taşı: Ruhsal ve İnançsal Uyum

İki insanın evlenmesi, zahirde kolay bir birliktelik gibi görünse de, asıl mesele bâtındadır. Eşlerin inanç dünyaları, ahiret anlayışları, ibadet disiplini ve hayata bakış açıları birbirinden çok farklıysa, bu fark zamanla bir uçuruma dönüşebilir.

Mesela biri sabah namazına kalkarken diğeri buna anlam veremiyorsa, biri harama karşı hassasken diğeri umursamıyorsa, birinin kalbi Allah korkusuyla titrerken diğeri gaflet içinde yaşıyorsa — bu denklik bozulmuş demektir. Ve bu bozukluk, zamanla muhabbete, sadakate ve huzura zarar verir.

Zahiri Değil, Batını Eşleştirin

Modern çağ, evliliklerde “denk”liği yalnızca maddî ölçülerle değerlendirmeyi öğütlemektedir: Gelir düzeyi, fiziksel çekicilik, sosyal statü, kariyer gibi. Hâlbuki bu unsurlar değişken ve geçicidir. Gerçek ve kalıcı olan, insanın inanç yönü ve ahlaki duruşudur. Zira beden yaşlanır, mal tükenir, şöhret solar… Fakat iman ve takva, insanın ömür boyu taşıdığı ve ölümle daha da yücelen hazineleridir.

Diyanet Denkliği: Ahlak, İbadet ve Hedef Birliği

Bir evlilikte eşlerin ikisinin de namaz kılması, haram-helal duyarlılığı taşıması, ibadete birlikte yönelmesi, Kur’an ve sünnet ışığında yaşama gayesi gütmesi; ortak bir “diyanet kimliği” oluşturur. Bu ortaklık, onları sadece dünyada değil, ahirette de birbirine yakın tutar. Çünkü bu tür bir denkliğe sahip evlilikler, sadece dünya evliliği değil, ebedî bir yoldaşlık vadeder.

Bu sebeple, bir eş seçerken sadece göz değil, kalp ve akıl da devreye girmelidir. Çünkü hayat yolculuğu uzun ve meşakkatlidir. Bu yolda yoldaşınız, ruhunuza yabancıysa, bedenler birlikte olsa da ruhlar yalnız kalır.

Zıddiyet, Zorlayıcı Bir İmtihandır

Eğer eşler arasında diyanet farkı varsa, birinin gayreti diğerinin gafletiyle törpülenir. Biri hayra koşarken diğeri onu yavaşlatır. Bu da zamanla manevî yalnızlığa ve kırgınlıklara yol açar. İslam’ın evlilikte tavsiye ettiği küfüv ilkesi, işte bu tür sürtüşmelerin önüne geçmek içindir. Ruhların aynı yöne baktığı, kalplerin aynı Rabbe bağlı olduğu bir evlilik, hem huzur getirir hem de karşılıklı olarak imanı besler.

Sonuç: Aynı Seccadeye Baş Koymak

Birlikte aynı sofraya oturmak güzeldir ama birlikte aynı secdeye varmak, asıl saadettir. Aynı kıbleye yönelen iki kalp, fırtınalı günlerde bile birbirine tutunur. Ve işte gerçek küfüv budur: Kalpleri aynı Allah’a bağlı iki insanın, bu dünyada ve ahirette birbirine dost ve eş olması.

Özet:

Bu makalede, evlilikte “küfüv” yani eşler arasında denkliğin önemi Bediüzzaman’ın sözü ekseninde ele alınmıştır. Denkliğin asıl merkezi, ekonomik, kültürel ya da fiziksel değil, diyanet (dinî ve imanî) noktasıdır. Eşler arasında inanç, ibadet ve ahlak bakımından benzerlik varsa evlilik uzun ömürlü ve huzurlu olur. Aksi halde manevî uçurumlar ortaya çıkar. Sonuç olarak, eş seçiminde iman ve takva denkliği öncelenmeli; evlilik sadece dünya değil, ahiret yoldaşlığı niyetiyle kurulmalıdır.

 




Ebediyete Uzanan Bir Yolculuk: Kadın ve Erkeğin Hakiki Refikliği

Ebediyete Uzanan Bir Yolculuk: Kadın ve Erkeğin Hakiki Refikliği

“Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır.”
(Lem’alar, 24. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursî)

Modern dünyanın evliliğe bakışı büyük oranda yüzeyseldir. Kadın ve erkek arasındaki bağ, maddî menfaat, fizikî çekim, sosyal beklenti veya geçici duygular zemininde kurulmakta ve yine aynı zeminlerde dağılmaktadır. Hâlbuki İslâm’ın nazarında evlilik, sadece bu fânî hayatı değil, ebedî saadeti hedefleyen bir ittifaktır.

Dünya İçin Değil, Ebediyet İçin Kurulan Bir Ortaklık

Kadın ile erkek arasında kurulan bağın en derin boyutu, onların birbirlerinin sadece dünyada değil, ahirette de yoldaşı olabilmesidir. Evlenen iki insan, yalnızca geçim ortağı değil; aynı zamanda cennete birlikte yürüyen iki yolcu, aynı secdede aynı Rabbe yönelen iki kuldur.

Bu bakış açısı, evliliği kutsal ve kalıcı bir bağ haline getirir. Aksi halde, evlilik yalnızca günlük ihtiyaçları karşılamak için kurulursa, ilk sarsıntıda çöker. Zira dünya fanidir, maddî bağlar da öyle. Oysa ahiret için yapılan bir birliktelik, sarsılmaz bir temel üzerine kuruludur.

Muhabbetin Kaynağı: Ruhların İttihadı

Kadın ve erkeğin birbirine duyduğu derin muhabbet, sadece bedenî ihtiyaçlardan kaynaklanmaz. Asıl kaynak, ruhların tanışıklığıdır. Birbirini Allah için seven, birbirinin imanını koruyan, ibadette birbirine destek olan eşler; bu dünyada birbirine güç, ahirette birbirine yoldaş olurlar.

Kadın, kocasının sadece yemek ve ev işlerini gören bir varlık değildir. Erkek de sadece evin geçimini sağlayan bir araç değildir. Her ikisi, Allah’ın kulluğunda ve ebedî saadeti kazanmada birbirinin tamamlayıcısıdır.

Hayatın Her Merhalesinde Refiklik

Bediüzzaman, kadını “refika-i hayat” olarak tanımlar. Bu tanım, yalnızca dünya için değil, ebediyet için de geçerlidir. Kadın, erkeğin hayat yolculuğunda yanında duran, onu tamamlayan, onunla birlikte düşünen, hisseden, dua eden bir yoldaştır.

Bu sebeple evlilik, karşılıklı fedakârlık, sabır, sadakat ve dua ile güçlenir. Ne sadece romantizmdir ne de kuru bir zorunluluk. Evlilik, iki kulun Allah’a birlikte yürüdüğü bir seyr-i sülûktur.

Cennetlik Eş Olabilmek

Kur’an, salih erkekler ve saliha kadınların “cennette eşleriyle birlikte ebedî kalacaklarını” müjdeler. Bu, evliliğe yüklenen en yüce anlamdır. Eşler, eğer bu dünyada birbirine takvada yardımcı olurlarsa, Rabbimiz onları ebedî bir hayat arkadaşlığına layık görebilir.

Ne büyük bahtiyarlıktır ki bir kadın, ahirette de eşini görebilecek, bir erkek, cennette de eşine “refikam” diyebilecektir.

Sonuç: Dünya ve Ahiret Refikliği

Kadın ile erkek arasındaki ilişki, sadece geçici arzularla şekillenirse hem dünya hayatı ziyan olur hem de ahiret dostluğu kaybedilir. Lakin bu ilişki, iman, muhabbet ve takva temelinde inşa edilirse, hem dünya saadeti doğar hem de ahiret selameti kazanılır. O zaman evlilik, geçici bir birlik değil, ebedî bir yol arkadaşlığına dönüşür.

Özet:

Bu makalede, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin yalnızca dünyevî bir ortaklık olmadığı; bilakis ebedî hayatı da kapsayan kutsal bir refiklik olduğu vurgulanmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle kadın, erkeğin sadece dünya hayatında değil, ahiret hayatında da yol arkadaşıdır. Bu anlayış, evliliği basit bir sözleşme olmaktan çıkarıp, ibadet mahiyetine dönüştürür. Gerçek huzur ve saadet, bu dünya ile sınırlı olmayan, Allah rızasına dayanan birlikteliklerde mümkündür.

 

 




Helâl Dairesinde Yaşamak: Kullukta Lezzeti Aramak

Helâl Dairesinde Yaşamak: Kullukta Lezzeti Aramak

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler)

İnsan hayatı iki dairede geçer: Helâl ve haram. Helâl, Allah’ın rızasına uygun, insanın fıtratına uygun, huzura götüren yoldur. Haram ise nefsin aldatıcı ve geçici arzularının peşinden sürüklenerek girilen, ruha azap, kalbe yük olan çıkmazlardır. Oysa ki helâl dairesi, insanın aradığı gerçek keyfi, huzuru ve güveni fazlasıyla sunar.

Helâl Dairesi: Rahmetin Genişliği

Bazı insanlar, dinin yasakladığı şeyleri hayatı daraltan bir zorluk gibi görür. Oysa bu bir aldanıştır. Çünkü Allah, kullarına haram ettiklerinin kat kat fazlasını helâl kılmıştır. Göz için helâl bakışlar, kulak için helâl sözler, kalp için helâl sevgiler vardır. İnsanın ihtiyacı olan gerçek zevkler, helâl çerçevede hem ruhu doyurur hem de kalbi yormaz.

Bir damla haram su, bin okyanus helâl su varken, niçin tercih edilsin? Bir lokma haram kazanç, helâl rızık varken, niçin alınsın? Çünkü helâlin içinde dua, bereket ve huzur gizlidir; haramda ise pişmanlık, kaygı ve manevi bir yara vardır.

Kulluk: Lezzetli Bir Şeref

İnsan, yaratılış itibarıyla bir asker gibidir. Bu askerlik, emir almaktan öte bir şereftir. İnsan, Rabbine kul olunca, nefsinin esiri olmaktan kurtulur. Allah için yaşamak, Allah namına vermek ve almak, insanı yüceltir. Çünkü insan, eşyaya ve hayata Allah’ın gözüyle bakmaya başlar. Bu da kulluğun hem lezzet hem huzur veren tarafını gösterir.

Her sabah uyanmak bir nefer gibi yeni bir görev almaktır. Her nimet, Rabbin lütfu bilinciyle alınır. Her musibet, bir imtihan olarak görülür. Ve bu hayat tarzı, insana dünya cennetini yaşatır.

İstiğfar: Kusura Rağmen Rahmete Sığınmak

Her insan hata yapar. Kullukta zaaf gösterebilir. Fakat önemli olan, kusuru fark edip Rabbine yönelmektir. Bediüzzaman’ın duasında olduğu gibi:

> “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et.”

İstiğfar, kulun kendini düzeltmek için attığı en samimi adımdır. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun günahından vazgeçip yönelmesini ister. Ve affetmeye her an hazırdır.

Hayatın Vazifesi: Allah Namına Yaşamak

İnsanın gerçek vazifesi, her işini Allah için yapmasıdır. Bir söz söylerken, bir lokma yerken, bir adım atarken niyet Allah için olursa, sıradan işler bile ibadet değerine ulaşır. O zaman insan, hayatın her alanında sükûnet bulur. Çünkü ne yaptığı değil, kimin için yaptığı önemli hâle gelir.

Ve bu niyetle yaşayan insan, emaneti olan canı teslim edene kadar hem emniyette yaşar hem de ebedî hayat için hazırlanmış olur.

Sonuç: Kullukta Huzur, Helâlde Lezzet

Helâl, insana yeten geniş bir dairedir. Harama yönelmek hem nefsin aldanışı hem de ruhun yıkımıdır. Kulluk ise bir yük değil, bir şereftir. İnsan, bu şerefli görevi Allah hesabına yaparsa, hem dünya hayatı anlam kazanır hem de ebedî saadetin yolu açılır. Hayatın gayesi, Allah için yaşamak ve her nefeste O’na kul olabilmektir.

Özet:

Bu makalede, insanın hayatını helâl dairesinde yaşamasının ne kadar geniş, huzurlu ve yeterli olduğu vurgulanmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Allah’ın farzları az ve hafif, kulluk ise tarif edilemez derecede lezzetli ve şereflidir. İnsan, asker gibi Allah namına hareket ettiğinde, hem hayatına anlam katar hem de huzura erer. Kusurlar karşısında istiğfarla sığınmak ise, kulluğun doğal bir yönüdür. Sonuç olarak, harama hiç lüzum yoktur; helâlde saadet ve kullukta gerçek özgürlük vardır.

 

 




Gençlik Bir Sermayedir: Akıbeti Görmeyen Hissin İmtihanı

Gençlik Bir Sermayedir: Akıbeti Görmeyen Hissin İmtihanı

Gençlik, insana verilen en kıymetli ve geçici bir sermayedir. Bu dönem, hayatın hem en enerjik hem de en tehlikeli devresidir. Çünkü gençlik, çoğu zaman akıldan çok hissiyata kulak verir. Hissiyat ise geçici bir lezzet için ebedî zararları göze alabilir. İşte bu yüzden gençlik, ya ebedî saadetin başlangıcı ya da uzun pişmanlıkların yurdu olabilir.

Bir Dirhem Lezzet, Bir Batman Zahmet

Bediüzzaman Hazretleri, gençliğin en büyük zaafını “bir dirhem hazır lezzeti, bir batman ilerideki lezzete tercih etmek” şeklinde özetler. Bu, insanın akıbeti göremeyen heveslerine mağlup olmasıdır. Anlık öfke, bir hayatı zindan eder. Bir dakikalık öç alma duygusu, yıllarca sürecek bir mahkûmiyetin kapısını aralayabilir. Bir saatlik sefahat, bir ömrü hüsrana çevirir.

Bugün gençlerin karşı karşıya olduğu tehlikeler; zararlı alışkanlıklar, ahlâkî çöküntüler, dijital bağımlılıklar, gayrimeşru ilişkiler gibi nice “bir dirhem lezzet” veren tuzaklarla doludur. Bunlar, sonunda pişmanlık, yalnızlık, itibarsızlık ve hatta intihar eğilimleri gibi ağır faturalarla ödenmektedir.

Nefsânîlikte Huzur Yoktur

Gençlikteki his yoğunluğu ve arzu seli, insana sahte bir özgürlük hissi verir. Oysa nefsin istediği her şeye “evet” demek, gerçek bir esaretin başlangıcıdır. Çünkü nefis, doymaz bir canavardır. Her aldığı şeyle daha fazlasını ister. En sonunda insanı boşluk, karanlık ve değersizlik duygularıyla baş başa bırakır. Nefsânî zevklerin ardında ne huzur vardır ne de hakiki bir tatmin.

İffet ve İrade: Gençliğin İzzeti

Gençliğin gerçek değeri, heveslere karşı direnişte, iffet ve iradeye sahip olmakta gizlidir. Helâl dairesinde yaşamak, nefsin arzularına set çekmek, asıl yiğitliktir. Bu da ancak güçlü bir iman, sağlam bir ahlâk ve bilinçli bir eğitimle mümkündür.

Unutulmamalıdır ki, gençliğin geçici lezzetleri için ebedî hayat ziyan edilmez. Gençlik, fani bir rüzgâr gibidir; tutmasını bilen için rahmete dönüşür, hoyrat kullanan için ise bir azaba…

Sonuç: Gençlik Bir Sermaye, Akıl Bir Rehberdir

Gençliğini Allah için kullanan, hem dünyada hem ahirette aziz olur. Ama heveslerinin peşinde koşan, ömrünün en parlak dönemini en acı bir şekilde ziyan eder. O hâlde gençlik, ya cennet yolunun fidanlığıdır ya da cehennem çukurunun kaygan toprağı… Bu tercihte ise en önemli faktör, hissin değil aklın ve imanın rehber edinilmesidir.

Özet:

Bu makale, gençliğin his odaklı zaaflarının nelere mal olabileceğini Bediüzzaman’ın tesbitleri ışığında ele alıyor. Gençliğin hissiyatla hareket etmesinin, anlık hazlar uğruna uzun vadeli acılar doğurduğu vurgulanıyor. Nefsânîliğin huzur getirmediği, gerçek izzetin iffet ve iradeye sahip olmaktan geçtiği ifade ediliyor. Sonuç olarak, gençliğin geçici heveslerle değil, akıl, iman ve sorumlulukla yönlendirilmesi gerektiği ortaya konuyor.

 

 




En Şerefli Mahkûmiyet: Kaderin Mahkûmiyeti

En Şerefli Mahkûmiyet: Kaderin Mahkûmiyeti

Sevki İlahi… Şevki İlahi… Hayat ve Hatıralar Eşliğinde

Bazı mahkûmiyetler vardır ki zincir değildir, özgürlüktür. Bazı hapsoluşlar vardır ki hapishane değil, dergâhtır. Ve bazı teslimiyetler vardır ki boyunduruk değil, şereftir. İşte kaderin mahkûmiyeti de böyledir. Dışarıdan bakanlar onu bir boyun eğiş, bir vazgeçiş gibi görebilir. Ama hakikate nüfuz edenler için bu mahkûmiyet, en yüksek bir hürriyetin, en yüce bir teslimiyetin adıdır.

Kader, insanoğlunun elinde olmayan yönlerini değil, Allah’ın ilminde yazılı olan yönlerini temsil eder. İnsan bir yolda yürür, ama o yol çok önceden çizilmiştir. İşte bu yolculuk, bir “sevk-i ilahi”dir. Her adımda, her dönemeçte bir yönlendirme, bir işaret vardır. Ve bu işaretlere kulak vermek, o yolda teslimiyetle yürümek “şevk-i ilahi”yi doğurur: Ruhun, kaderin güzergâhında huzurla yol alışıdır.

Hayat, bir nehir gibi akar. Bazen sükûnetle, bazen taşkınlıkla… Ama her zaman bir istikameti vardır. İnsan, o nehrin üzerindeki bir kayık gibidir. Kürek çeker, yön verir ama akıntıya da teslim olur. Bazı hatıralar, kaderin bu akıntısıyla hayatımıza düşer. Hiç planlamadığımız karşılaşmalar, hiç beklemediğimiz ayrılıklar, ansızın gelen nimetler ya da imtihanlar… Hepsi, kaderin sevk ettiği noktalarla örülüdür.

Hz. Yusuf’un zindanı mahkûmiyetti ama o mahkûmiyet onu Mısır’ın azizi yaptı. Hz. Musa’nın annesinin onu nehre bırakışı bir terk gibi görünse de, aslında bir ilahi koruma idi. Yunus (a.s.), balığın karnında tutsaktı ama orada Allah’a en yakın dualarını etti. Onlar, kaderin mahkûmu idiler; ama o mahkûmiyetle aslında en büyük özgürlüğe ulaştılar.

İnsan, elinden geleni yaptıktan sonra yaşadığı her hâli “kader” olarak okuyabilmeli. Kader, bahanecilik değil; bilakis teslimiyetle birlikte derin bir şükür ve tevekküldür. Çünkü kader, ne keyfi bir yazgıdır ne de karanlık bir zorbalık. O, Rahman ve Rahîm olan bir Rabbin, kuluna en uygun olanı yazmasıdır.

Bazen hayat bizi anlayamadığımız yerlere sürükler. O sürükleniş bir mahkûmiyetse eğer, bilin ki ilahi bir sevkle yönlendiriliyordur. Ve o zaman mahkûmiyet bile bir nimete, bir mertebeye dönüşür. Çünkü biz, Allah’ın kaderine mahkûmuz. Ama o mahkûmiyet bizi yüceltir, çünkü kaderin zincirleri altındayken bile Allah’ın rahmeti bizi kuşatır.

Özet:

Bu makale, kaderin mahkûmiyetini mecazi anlamda bir şeref olarak ele alır. Hayatta karşılaşılan zorlukların, imtihanların ve beklenmedik yönlendirmelerin aslında ilahi bir sevkin eseri olduğunu anlatır. Kaderin mahkûmiyeti, yüzeyde bir boyun eğiş gibi görünse de, iç yüzünde derin bir teslimiyet ve ilahi bir yükseliştir. İman edenler için bu mahkûmiyet, kalbi huzurla dolduran bir özgürlük biçim

 




Kiminle Yürürse Ona Benzer: Mizacın Kaderi ve Yönelişi

Kiminle Yürürse Ona Benzer: Mizacın Kaderi ve Yönelişi

“De ki: Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” (İsrâ, 84)

İnsan, sadece etten kemikten ibaret bir varlık değildir. O aynı zamanda ruhuyla, aklıyla, duygularıyla ve mizacıyla yoğrulmuş eşsiz bir varlıktır. Rabbimiz Kur’an’da buyuruyor: “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.” Bu ayet, insan davranışlarının arka planını gösteren derin bir hakikati fısıldar bize: Her insan, iç dünyasının izini dış âleme taşır.

Kimimiz yaradılışça sakiniz, kimimiz coşkun bir nehir gibi. Bazımız detaylarda boğuluruz, bazımız büyük resmin peşindeyizdir. Kimimiz incelikli bir merhamet taşır yüreğinde, kimimiz adaletin keskin kılıcını kuşanır. İşte bu farklılıklar, insanın mizacıdır. Ve Rabbimiz, herkesi bu özellikleriyle sınar. Herkese aynı sorumluluğu vermez ama herkesi kendi mizaç çizgisi üzerinde imtihan eder.

Mizaç, kaderin bir şubesidir. Değiştiremeyiz; ama onu kullanma şeklimiz, yönlendirme biçimimiz bizim sorumluluğumuzdadır. Saldırgan mizaç, nefisle birleşirse zulme dönüşebilir; ama Allah’a teslim olursa cesaret ve kahramanlık olur. Sakin mizaç, gafletle birleşirse uyuşukluğa döner; ama hikmetle birleşirse derin tefekküre dönüşür.

“Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” Ayetin devamı, bize bir umut ve aynı zamanda bir uyarı verir. Kim hangi mizaçla yaratılmış olursa olsun, Rab her şeyi bilmekte ve kişinin hangi yolu tuttuğunu yakinen görmekte, değerlendirmektedir. Yani kimse kendi doğasını bahane ederek yanlış yola mecbur değildir. Herkesin mizacı, doğruya yönlendiğinde bir rahmet kapısıdır.

Mizacın Aynasında İnsanlık Tarihi

Tarih, bu hakikatin canlı örnekleriyle doludur. Hz. Ömer (r.a.), öncesinde sert mizacıyla İslam’a karşıydı. Ama imanla buluşunca o keskin karakter adalete dönüştü. Firavun da güçlü bir karakter taşıyordu; ama kibriyle birleşince zulme ve helake sürüklendi. Aynı potansiyel, farklı yönelişle bambaşka bir netice doğurur.

Kendi Mizacını Tanımak: Yolculuğun Başlangıcı

İnsanın kendini tanıması, Rabbini tanımasının da kapısını aralar. Kendi mizacını, eğilimlerini, zaaflarını ve güçlü yönlerini bilen insan, onlarla nasıl baş edeceğini öğrenir. İşte gerçek kulluk burada başlar: Kendini bil, ki Rabbinin sana biçtiği rolü anlayasın.

Özet:

İsra Suresi 84. ayeti, insanın davranışlarının ve yönelişlerinin kendi mizacıyla bağlantılı olduğunu ifade eder. Her insan, kendi yaratılışına uygun şekilde hareket eder; fakat Rabbimiz, kimin doğru yolda olduğunu en iyi bilendir. Bu makale, mizacın kaderî bir yönü olduğunu, ancak yönlendirilebilir bir potansiyel taşıdığını anlatır. Doğru yönelişle her mizaç, insanı hakikate ve kulluğa götürebilir; aksi halde insan, nefsin ve hevaî arzuların kurbanı olur. İmtihan, mizacımızın ne olduğu değil, onu nasıl kullandığımızdır.

 

 




Nehirde Kaybolanlar ve Sabırla Geçenler: Talût’un İmtihanı

Nehirde Kaybolanlar ve Sabırla Geçenler: Talût’un İmtihanı

“Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2:249)

Tarihin en dikkat çekici imtihanlarından biri, Talût’un Calût’a karşı verdiği mücadelede yaşanmıştır. Bu ayet, sadece bir askeri seferi değil, insan ruhunun imtihanlar karşısındaki eğilimlerini, sabrın kudretini ve imanın zaferle olan bağını anlatan bir derstir.

İmtihan Nehirden Başlar

Talût’un ordusu, Allah tarafından seçilmiş bir liderin önderliğinde yola çıktı. Ancak savaş meydanına varmadan önce karşılarına bir nehir çıkar. Ve Talût şöyle der:
“Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim bir avuç kadar içerse, o bendendir.”

Bu nehir, sadece bir su kaynağı değil; sabrın, iradenin ve sadakatin sınandığı bir imtihan noktasıdır. Yani savaş, kılıçtan önce irade meydanında başlar. Savaşı kazanacak olanlar, önce nefislerine galip gelmelidir.

İrade Kırılırsa İnanç Zayıflar

Nehrin başında ordunun büyük çoğunluğu iradesine yenilir. “Nasıl olsa susadık” deyip nehrin serin sularına gömülürler. Oysa bir avuçla yetinmek, Allah’ın emrine teslimiyetin işareti idi. Çok içenler, sayıca kalabalıktı ama ruhen çökmüştüler. Bir avuç içen azınlık ise, bedenen zayıf ama imanen güçlüydü.

İşte bu nokta bize şunu gösterir: İmtihan, hayatın görünmeyen kavşaklarında gelir. Belki küçük gibi görünen bir tercih, bizim hangi safta olduğumuzu ortaya koyar. Allah’ın imtihanı her zaman meydan okuma şeklinde değil, bazen bir bardak su kadar basit bir meselede bile karşımıza çıkar.

İman Azlıkta Değil, Direniştedir

Nehri geçen ve sabreden küçük grup, karşılarında dev Calût ordusunu görünce, zayıflar arasında korku baş gösterir:
“Bugün Calût’a karşı gücümüz kalmadı.”
Ama gerçekten inananlar şöyle der:
“Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”

Bu ifade, sadece tarihi bir söz değil; tüm zamanların iman mottosudur. Kalabalık olmak değil, haklı ve sabırlı olmak zaferin anahtarıdır. Zira Allah, nicelik değil, nitelik ister. Azlık, güçsüzlük değildir. Eğer kalpler O’nunla doluysa, azlar çoğa galip gelir.

Talût’un Kıssası: Bugüne Hitap Ediyor

Bugün de toplumlar, bireyler, davalar aynı imtihanla yüzleşiyor. Kalabalıklara özenen, nefsi isteklerinde sınır tanımayan, sabırsızca her şeye ulaşmak isteyen modern insan, “nehir imtihanını” tekrar tekrar kaybediyor. Oysa Allah, hâlâ bir avuç içenleri arıyor. Sade yaşayan, sabreden, azla yetinen, azınlıkta da olsa hakikatin safında duranları…

Özet:

Talût’un ordusunun karşılaştığı nehir, bir savaş değil, bir sabır ve sadakat imtihanıydı. Çok içenler zayıf düştü, az içenler ise kalben kuvvet kazandı. Gerçek zafer, sabırla ve Allah’a güvenerek hareket eden küçük grupların elindedir. Bu kıssa bize, zaferin sayı çokluğunda değil, iman, sabır ve ilahi destekle olduğunu gösteriyor. Her insan hayatında bir nehirle sınanır. Asıl mesele, o nehirde boğulmadan geçebilmektir.

 

 




Dönen Günler ve Değişmeyen Hakikat: İmtihanın Hikmeti ve Tarihin Şahidi

Dönen Günler ve Değişmeyen Hakikat: İmtihanın Hikmeti ve Tarihin Şahidi

“Eğer size bir yara dokunduysa, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştur. Bu günleri insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın içinizdeki gerçekten iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şehitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140)

Tarih, sadece olmuşların değil, olacakların da aynasıdır. Kur’ân, tarihe bir ibret aynası olarak bakar; çünkü insanın fıtratı değişmez, olaylar farklı görünse de hakikat sabittir. Yukarıdaki ayet, Uhud Savaşı’nın ardından gelmiş, Müslümanlara büyük bir moral çöküntüsü yaşadıkları anda ilahi bir teselli ve tefekkür kapısı açmıştır. Ama bu ayet sadece bir dönemi değil, her dönemi aydınlatan bir nur gibidir.

Bir Yaradan Daha Fazlası: İmtihanın Derinliği

Müslümanlar, Uhud’da büyük kayıplar yaşamıştı. Daha dün Bedir’de zafer kazanmışlardı. Şimdi ise sevdiklerini toprağa vermiş, içlerinden bazıları hayal kırıklığına uğramıştı. Bu ayet, onların kalbine şunu fısıldadı: “Bugün siz yaralandınız ama unutmayın, onlar da benzer acıları yaşadı. Bu, hayatın bir kanunudur. Günler, zaferler ve hezimetler, insanlar arasında dolaşır.”

İmtihan, sadece dıştan bakıldığında bir yara gibidir. Asıl mesele, bu yaranın iç dünyamızda nasıl yankı bulduğudur. Kimimiz bu yara ile olgunlaşır, kimimiz isyanla savrulur. Ama bu günlerin dönüşü bir rastlantı değil, bir ilahi planın tezahürüdür.

Tarihin Aynasında Dönen Günler

Bu ilahi yasayı tarih boyunca defalarca görürüz. Selçuklular’ın Malazgirt’teki büyük zaferi, ardından gelen haçlı işgalleri… Osmanlı’nın İstanbul’u fethederek çağ kapatması ve yüzyıllar sonra Çanakkale’de can pahasına o ruhu yeniden savunması…

Hiçbir medeniyet daima zirvede kalmamıştır. Kudretli çağların ardından gelen çöküşler, ardından doğan yeni dirilişler… Allah günleri döndürür; çünkü sabit kalan sadece hakikat ve imandır. Devletler, kavimler, ordular gelip geçer; kalan sadece Allah’a sadık olanlardır.

Şahitlik: Zamanın İçinde Bir Sonsuzluk Nişanı

Ayetin devamı da bize çok derin bir hakikati öğretir: “Allah içinizde gerçekten iman edenleri ayırt etsin ve sizden şehitler edinsin.” Bu, sadece bir teselli değil, ilahi bir yükselişin ifadesidir. Allah, bu dönen günlerle imanları ayırır; sahte olanları eler, özü hakiki olanları ise yüceltir. Bu yüceltmenin zirvesi de şehitliktir. Şehit, sadece ölümü göze alan değil, hayatı hakka şahitlikle geçiren kişidir.

Zalimler İçin Son Yoktur, Ama Sevgi De Yoktur

“Allah zalimleri sevmez.” Bu son cümle, ayetin bütün anlamını mühürler. Zalim, günlerin dönüşüne rağmen ibret almayan, gücü geçici zanneden, hakkı ezip heva peşinde koşandır. Allah onları mühletle sınar ama sevmez. Çünkü zulüm, hem hakka hem insana ihanettir.

Özet:

Âl-i İmrân Suresi 140. ayeti, Uhud Savaşı’ndan sonra Müslümanlara verilen bir tesellidir; ama zaman üstü bir hikmeti taşır. Günlerin insanlar arasında dönmesi, zafer ve mağlubiyetin sırayla yaşanması ilahi bir sünnettir. Bu dönüş, iman edenleri ortaya çıkarır, şehitleri yüceltir ve zalimleri ayıklar. Tarih boyunca bu yasayı görmek mümkündür: Medeniyetler gelir ve geçer, ama hakkın şahitleri baki kalır. Acılar, sadece kayıp değil, aynı zamanda ilahi bir ayıklama ve terfi kapısıdır. Hakikatin tarafında olanlar, o dönen günlerin neresinde olursa olsun, sonunda kazananlar olacaktır.